İsrail yenildi. Geriye büyük bir enkaz ve nefret bırakarak.
Tarihinin en büyük zilletini yaşayarak.
Gazze izzet ve onurunu daha da yüceltti.
İslam’ın ve Müslümanların izzetini korudu, kan ve gözyaşıyla bedel ödeyerek..
Müslümanların ve dünyanın gözünü açıp uyanmasını sağladı.
Dünya vicdanı kazandı.
Dünya ve insanlar tarafını belli etti.
Dünya yeni bir hakikate gebe.
Israil Dünyadan tecrid edildi.
Dünya Yahudi hakimiyeti kırıldı.
Zincirler çözüldü.
Maskeler düştü.
Bin yılda temizleyemeyeceği bir soykırım leke, kan ve gözyaşını geride bıraktı.
Tarihte bir daha lanetle anılmayı hak etti.
İlahi gazabı tescil etti.
70 yıllık işgal anlaşma ile sonlandı,eğer tinetindeki ihaneti tekrar ortaya çıkarmazsa.
1. “İsrail yenildi.”
Bu cümle yalnızca askerî bir mağlubiyetin değil, ilahî adaletin tecellisinin ilanıdır.
Kur’an buyurur:
“Zalimler nasıl bir inkılapla devrileceklerini yakında bileceklerdir.”
(Şuarâ, 227)
Zulümle yükselen hiçbir güç, adaletin güneşi doğduğunda ayakta kalamaz.
İsrail yenildi; çünkü silahı güçlüydü ama kalbi ölüydü.
Gazze’nin taşları, çocukların sabrı ve annelerin duası karşısında yenildi.
Bu, ilahî bir hesaplaşmanın sessiz zaferidir.
2. “Geriye büyük bir enkaz ve nefret bırakarak.”
Bu enkaz sadece yıkılmış binalar değil, vicdanların harabeye dönmesidir.
İsrail’in zulmü, kendi propagandasını, kendi mitini, kendi “masumiyet” perdesini yıktı.
Artık dünya o “acımasız devleti” değil, “ahlaksız bir gücü” görüyor.
Nefret, onların ruhuna sinen ateştir; o ateş, dışarıda değil, içlerinde yanacaktır.
3. “Tarihinin en büyük zilletini yaşayarak.”
Kur’an, kibirle yürüyen toplumların akıbetini haber verir:
“Allah dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltır.”
(Âl-i İmrân, 26)
Zillet, yalnızca yenilgi değildir; hakikatten kopuşun son perdesidir.
İsrail, tanklarının gölgesinde zilleti tattı; çünkü mazluma galebe çalmak değil, mazlumun duasına hedef olmak en büyük hezimettir.
Onlar zafer sandıklarını aslında bir utanç mezarına çevirdiler.
4. “Gazze izzet ve onurunu daha da yüceltti.”
Gazze, modern çağın Kerbelâ’sıdır.
Her damla kanıyla, onurun imanla beslendiğini ispatladı.
Gazze’nin direnişi, “küçük bir belde”nin değil, imanla dolu bir kalbin direnişidir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir..
” (Sözler, 23. Söz)
Gazze, işte bu imanın çağımızdaki örneğidir.
5. “İslam’ın ve Müslümanların izzetini korudu, kan ve gözyaşıyla bedel ödeyerek.”
Bazen bir milletin izzeti, bir avuç mü’minin sabrına bağlanır.
Gazze’deki çocuklar, ümmetin onurunu omuzladı.
Kan, o izzetin mühürleridir.
Her şehit, ümmetin alnına çekilmiş bir **“izzet çizgisi”**dir.
Gazze, sadece toprak değil; ümmetin yeniden doğuş rahmidir.
6. “Müslümanların ve dünyanın gözünü açıp uyanmasını sağladı.”
Her musibet bir ikazdır, her zulüm bir uyanışa davettir.
Gazze, İslam dünyasına şunu haykırdı:
“Uykuda kaldığınız her an, bir çocuk daha ölür.”
Artık gaflet perdesi yırtıldı.
Batı’nın çifte standardı, insanlığın önünde teşhir oldu.
Vicdanı olan herkes artık kim zalim, kim mazlum biliyor.
7. “Dünya vicdanı kazandı.”
Bir topluluk mazlum olunca, hakikat onun tarafına geçer.
Gazze’nin yıkımı, insanlığın kalbinde bir diriliş başlattı.
Artık dünya, hakkı savunmanın, insan kalmanın ne olduğunu yeniden hatırlıyor.
Bu zafer, silahla değil, vicdanla kazanılan bir zaferdir.
8. “Dünya ve insanlar tarafını belli etti.”
Artık tarafsızlık bir yalandır.
Ya zulmün yanında, ya mazlumun safında olacaksın.
Gazze, insanlığa bir ayna tuttu:
Kimde insanlık var, kimde çıkar.
Kur’an buyurur:
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun.”
(Nisâ, 135)
9. “Dünya yeni bir hakikate gebe.”
Her enkaz, bir dirilişin beşiğidir.
Gazze’nin yıkımı, yeni bir dünyanın doğum sancısıdır.
Bu doğumda acı vardır, kan vardır; ama sonunda adaletin, merhametin ve tevhidin sabahı vardır.
Zulüm duvarları yıkılırken, hakikat güneşi doğuyor.
10. “İsrail dünyadan tecrid edildi.”
Yalanın maskesi düşünce, yalnızlık başlar.
İsrail artık sadece bir devlet değil; zulmün sembolü olarak anılacak.
Ne diplomasi ne medya artık onu temize çıkaramaz.
İnsanlık, onun elinden soğuk bir taş gibi çekiliyor.
11. “Dünya Yahudi hakimiyeti kırıldı.”
Bu, ırka değil, sisteme dair bir cümledir.
Kapitalizmin, medyanın, siyasetin iplerini elinde tutan küresel tahakküm çatladı.
Gazze’nin minarelerinden yükselen ezan, o tahakkümün üzerine manevî bir yıldırım gibi düştü.
Hakimiyet artık para ve propaganda ile değil, hakikat ve sabırla şekillenecek.
12. “Zincirler çözüldü.”
Korku zincirleri…
Sessizlik zincirleri…
Menfaat zincirleri…
Gazze’nin sabrı, bu zincirleri kırdı.
Artık kimse “güçlüye boyun eğmek kaderdir” diyemiyor.
Kader, Allah’a teslimiyetle şekillenir.
13. “Maskeler düştü.”
Her maske, bir hakikati gizlemek içindi.
İnsan hakları, özgürlük, demokrasi diyenlerin yüzü, Gazze’deki çocukların cesetleriyle açığa çıktı.
Artık kimse “medeniyet”i bu kirle örtüp saklayamaz.
Dünya, sahte putlarını kaybetti.
14. “Bin yılda temizleyemeyeceği bir soykırım leke, kan ve gözyaşını geride bıraktı.”
Bu leke, sadece ellerinde değil, ruhlarında kaldı.
O kan, toprağa değil; tarihe işlendi.
Bu soykırım, kendi meşruiyetini kendi eliyle yok etti.
Hiçbir propaganda, o lekeleri silemeyecek.
15. “Tarihte bir daha lanetle anılmayı hak etti.”
Kur’an’da buyurulur:
“Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.”
(Hûd, 18)
Bu lanet, sadece bir beddua değil; ilahi bir hükümdür.
Firavun’un, Nemrut’un, Ebu Cehil’in kaderi neyse,
artık o da aynı satırda yazılıdır.
16. “İlahi gazabı tescil etti.”
Gazap, zulmün kaçınılmaz sonucudur.
İlahi adalet, gecikse de şaşmaz.
Gazze’deki mazlumların duası, arşa çıkmış, ve Arş’tan cevap gelmiştir:
“ Kafirler (Zalimler) için hazırlanan ateşten sakının.” (Âl-i İmrân, 131 )
Bu, artık tarih değil, kaderin mühürlenmiş sayfasıdır.
17. “70 yıllık işgal anlaşma ile sonlandı, eğer tinetindeki ihaneti tekrar ortaya çıkarmazsa.”
Bu, zahirde bir “barış”tır; ama hakikatte bir imtihan dönümüdür.
Tarihte nice milletler, sözle imtihan oldu, ama niyetleriyle hüküm giydi.
Eğer İsrail tekrar o tinetine dönerse, bu sefer sadece toprak değil, köküyle birlikte kazınacaktır.
Çünkü zulümle abat olan, adaletle imha edilir.
Sonuç:
Gazze kazandı; çünkü iman kazandı.
İsrail yenildi; çünkü zulüm yıkılır.
Dünya değişti; çünkü hakikat yeniden doğdu.
Ve tarih artık yeni bir sahife açtı:
“Zalimlerin saltanatı bitti; mazlumların duası galip geldi.”
İrfan Yolunda Beş Durak: Aşk, İlim, Terk ve Uyanış
Bu makale, Klasik Türk Edebiyatı’nın ve tasavvufi düşüncenin derinliğini yansıtan beş farklı şairin beş beytini merkeze alarak; aşk, ilim, nefs terbiyesi, dünyadan el çekme ve hakikat yolunda uyanıklık gibi kadim konuları ele almaktadır. Her bir beyit, kendi içinde bir felsefe barındıran, asırlar ötesinden günümüze ışık tutan birer hikmet pınarıdır.
1. Hikmet-i İlim ve Nefsin Yükü: Hz. Mevlânâ
Farsça ve Transkripsiyon:
Hîn me-keş behr-i hevâ ân bâr-ı ilm
Tâ bebînî der-derûn anbâr-ı ilm
Hz. Mevlânâ
Günümüz Türkçesiyle:
“Bilgi yükünü, heva ve heves uğruna taşıma ki
İçindeki ilim ambarını göresin.”
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bu derinlikli beyti, ilmin (bilginin) amacını ve mâhiyetini sorgular. Şair, bilgiyi bir “yük” olarak tanımlayarak, bilginin sadece zihinsel bir birikim, kuru bir malumat yığını haline gelmesi tehlikesine işaret eder. Eğer bilgi, hevâ ve heves (nefsin geçici arzuları, bencillik) uğruna kullanılır, makam, mevki veya kişisel menfaat için araçsallaştırılırsa, bu bilgelik değil, ağır bir yüktür.
Ancak beyit, bu yükü terk etmenin karşılığında bir vaatte bulunur: “İçindeki ilim ambarını göresin.” Mevlânâ’ya göre gerçek ilim, dışarıdan öğrenilen değil, gönlün derinliklerinde, ruhun özünde saklı olan, ilahî bir lütufla açığa çıkan mârifet yani bilgeliktir. Kişi, nefsanî gayelerden arındığında, dış dünyanın gürültüsünü susturduğunda, taşıdığı yük hafifler ve asıl hazine olan ‘iç bilgi ambarı’ yani sezgi, kalbi idrak ile ulaşılan hakikatler kendisine ayân olur. Bu, “nefsini bilen Rabbini bilir” düsturunun ilimdeki yansımasıdır. Tarihi ve tasavvufi olarak bu, sûfilerin “zâhirî ilim” (dış) ve “bâtınî ilim” (iç) ayrımındaki temel görüşlerden biridir.
2. Aşkın Ebedi Gözü: Necârzâde Rızâ
Arapça ve Transkripsiyon:
Gören âşık cemâl-i bâ-kemâlin görmeyen âşık
O gül-ruhsâra bi’llâhi Hudâvend-i cihân âşık
Neccârzâde Rızâ
Günümüz Türkçesiyle:
“Yemin olsun ki kemâle eren yüzünü gören de âşık, görmeyen de;
Hatta şu kâinatın yaratıcısı dahi senin o gül yüzüne âşık.”
İzah ve Açıklama
Necârzâde Rızâ’ya ait olduğu belirtilen bu beyit, Divan şiirinin zirvesindeki ilahi ve beşeri aşkın birleştiği noktayı ifade eder. Beyit, mübalağanın (abartı) ve te’kid (vurgulama, yemin) sanatının en çarpıcı örneklerinden biridir.
Şair, sevgiliye (mutlak güzelliğe, yani yaratıcının tecellisine) duyulan aşkın evrenselliğini ilan eder. “Kemâle eren yüz” (cemâl-i bâ-kemâl), hem beşeri anlamda en mükemmel güzelliği hem de tasavvufta Cemâl-i İlâhî’yi (Allah’ın güzellik sıfatının tecellisi) simgeler. Aşkın, görmeye ve görmemeye bağlı olmadığını ifade ederek, bu aşkın kaynağının göz değil, kalb olduğunu vurgular. Göz, bir perdedir; asıl aşık olan ruhtur.
Beytin zirve noktası, “O gül-ruhsâra bi’llâhi Hudâvend-i cihân âşık” mısrasıdır. “Bi’llâhi” (Allah’a yemin olsun) ifadesiyle sevgiliye duyulan hayranlığın ciddiyeti pekiştirilir. Asıl müthiş iddia ise kâinatın yaratıcısının dahi (Hudâvend-i cihân) o gül yüze âşık olmasıdır. Bu ifade, tasavvufi bir derinlik taşır. “Gül yüz”, Mutlak Güzelliğin bir tecellisi olduğundan, aslında Yaratıcı’nın kendi yarattığı güzelliği sevmesi, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim ve yarattım” kudsi hadisinin estetik bir yorumudur. Yaratıcının bile hayran olduğu bir güzellik karşısında beşerî aşkın yüceliği ve mazuriyeti anlatılır. Bu, aşkın yaratılışın özünde olduğu fikrinin edebi bir ifadesidir.
3. Dünyadan El Çekme Sanatı: Sâ’ib-i Tebrîzî
Farsça ve Transkripsiyon:
Hîç kârî bî-te’emmül gerçi Sâ’ib hûb nîst
Bi-te’emmül âstîn-efşânden ez-dünyâ hoşest
Sâ’ib-i Tebrîzî
Günümüz Türkçesiyle:
“Ey Sâib! Hiçbir işi düşünmeksizin yapmak güzel değildir.
Sadece düşünüp taşınmaksızın dünyadan el-etek çekmek güzeldir.”
İzah ve Açıklama
İsfahan üslûbunun büyük şairi Sâ’ib-i Tebrîzî, bu beytinde dünya görüşü ve eylem hikmetine dair çarpıcı bir paradoks sunar. Beytin ilk dizesi, aklın ve tedbirin gerekliliğini vurgular: Hayatta yapılan her işin, “te’emmül” yani derinlemesine düşünme, ölçüp biçme ile yapılması esastır ve güzelliktir. Bu, İslâm ahlâkında da önemli bir yer tutan ihtiyatlı olma ilkesidir.
Ancak ikinci mısrada, bu kurala bir istisna getirir ve büyük bir kontrast oluşturur: “Sadece düşünüp taşınmaksızın dünyadan el-etek çekmek (âstîn-efşânden) güzeldir.” Âstîn-efşânden (yenini silkelemek), bir şeyi bırakıp gitme, vedalaşma, kayıtsız kalma anlamlarına gelir. Şairin demek istediği şudur: Dünya, tabiatı itibarıyla geçici, aldatıcı ve nihayetinde bir hapis yeridir. Bu hakikat o kadar aşikâr, o kadar kesindir ki, bu dünyadan yüz çevirmenin, ona bağlanmamanın, onun geçici zevklerine dalmamanın ayrıca bir düşünceye ve tereddüde ihtiyacı yoktur.
Diğer işler akılla ve tereddütle yapılırken, dünyayı terk etme kararı anlık bir sezgi, bir kalp coşkusu, tereddütsüz bir teslimiyetle verilmelidir. Dünya sevgisi (hubb-ı dünya) öyle bir hastalıktır ki, ondan kurtulmak için en hızlı ve tereddütsüz kararı vermek gerekir. Bu, bir nevi aklın dahi ötesinde bir hakikat idraki gerektiren, anlık bir uyanışın önemini vurgulayan bir ifadedir.
4. Gecenin Kıymeti ve Bekleyişin Eziyeti: Nâ’ilî
Arapça ve Transkripsiyon:
Kadem kadem gece teşrifi Nâ’ilî o mehin
Cihân cihân elem-i intizâra değmez mi
Nâ’ilî
Günümüz Türkçesiyle:
“Ey Nâ’ilî! O ay yüzlü sevgilinin gece,
Yavaş yavaş gelerek şereflendirmesi,
dünyalar dolusu bekleme sıkıntısı çekmeye değmez mi?”
İzah ve Açıklama
Divan şiirinin Sebk-i Hindî (Hint Üslûbu) akımının önemli temsilcilerinden Nâ’ilî-i Kadîm’in bu beyti, aşkın ıstırabını ve vuslatın (kavuşmanın) yüceliğini işler. Beyit, zengin imgeler ve söz tekrarlarıyla (tekrîr) sanatsal bir derinlik kazanmıştır.
Buradaki sevgili, güzelliğiyle “meh” (ay)’a benzetilmiştir. Sevgilinin gelişi, “kadem kadem” (adım adım, yavaş yavaş) gerçekleşir ve bu, onun nazının (aşk oyununun) bir parçasıdır. Gecenin karanlığı içinde ayın yavaşça yükselmesi gibi, sevgilinin gelişi de yavaş ve görkemli bir olaydır. “Teşrif” kelimesi, onun bu gelişine bir şeref ve değer atfeder.
Bu yavaş ve nazlı gelişin karşısında ise “cihân cihân elem-i intizâr” (dünyalar dolusu bekleme sıkıntısı) yer alır. “Cihân cihân” (dünyalar dolusu) ifadesiyle, çekilen bekleme acısının büyüklüğü ve derinliği mübalağa sanatı ile anlatılmıştır. Şair, çektiği bu devasa ızdırabı, sevgilinin bir anlık nazlı teşrifine feda etmeyi sorgular ve cevabın kesin bir “değer” olduğu ima edilir. Bu, aynı zamanda tasavvufta seyr ü sülûk (manevi yolculuk) sırasında çekilen zorlukların, Hakikate ulaşma anındaki zevk karşısında önemsiz kalacağını anlatan bir sembolizm de taşır. Aşık, çektiği acının büyüklüğü oranında kavuşmanın lezzetini yüceltir.
5. Ebedi Hayatın Anahtarı: Hz. Mevlânâ
Farsça ve Transkripsiyon:
Ger mî-hâhî bekā vü pîrûz, mehosb
Ez-âteş-i ʿaşḳ-ı dûst mî-sûz, mehosb
Sad şeb hoftî vü hâsıl-ı ân dîdî
Ez-bahr-i Hudâ imşeb tâ rûz mehosb
Hz. Mevlânâ
Günümüz Türkçesiyle:
“Eğer ölümsüz bir hayat ve ebedi saadet istiyorsan, uyuma!
Dostun aşk ateşiyle yan-yakıl, uyuma!
Yüzlerce gece uyudun ve ne elde ettiğini gördün;
Allah aşkına bu gece sabaha kadar uyuma!”
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ’nın bu beyti (ki aslında bir kıtadır), tasavvuf yolunun en temel ilkelerinden biri olan uyanıklığı (yakazat) ve gece ibadetinin önemini emreder. Beyit, bir davet ve aynı zamanda bir uyarı niteliği taşır.
Şair, arayışın amacını en başta koyar: “Bekā vü pîrûz” (ölümsüz bir hayat ve ebedi saadet). Bu amaca ulaşmanın ilk şartı “mehosb” (uyuma!) emridir. Buradaki uyku (hosb), sadece bedeni uyku değil, asıl olarak gaflet uykusudur. Gaflet, insanın hakikatten, yaratılış amacından ve ilahî aşktan uzak kalması halidir.
Gerçek hayatı arayan kişiye sunulan yol, **”Dostun aşk ateşiyle yan-yakıl”**maktır. “Dost” burada Allah’tır. Yanıp yakılmak ise aşkın yakıcı ateşiyle nefsi terbiye etmek, sabaha kadar ibadet etmek ve tefekkürle meşgul olmaktır. İkinci beyit ise bir muhasebe ve teşvik ihtiva eder: “Yüzlerce gece uyudun ve ne elde ettiğini gördün.” Gafletle geçirilen ömrün verimsizliği hatırlatılır. Son mısrada ise “Ez-bahr-i Hudâ” (Allah aşkına) diyerek emri en güçlü şekilde tekrar eder: “Bu gece sabaha kadar uyuma!” Mevlânâ, hakikat yolcusuna ebedi saadeti fani uykulara tercih etmesi gerektiğini, uyanıklığın sadece bedeni değil, gönül ve idrak uyanıklığı olduğunu öğütler. Bu, Divan ve Tasavvuf edebiyatında şeb-i ihyâ (geceyi ibadetle geçirme) geleneğinin en güçlü şiirsel ifadelerindendir.
Makale: Aşk, İlim ve Terk İle Dokunan Uyanışın İpeği
İnsanlık tarihi, daima bir arayışın, bir uyanışın öyküsüdür. Kadim şairlerin ve sufilerin sözleri ise bu arayışın yol haritası, uyanışın manifestosu olmuştur. Farklı zamanlarda yaşamış, farklı coğrafyalarda kalem oynatmış olsalar da, Mevlânâ, Sâ’ib-i Tebrîzî ve Nâ’ilî gibi üstatların eserleri, ruhun özündeki aynı hakikate parmak basar: Gerçek hayat, gaflet uykusundan uyanmakla başlar. Bu makalede, sunduğumuz beş hikmetli beyit üzerinden, tasavvuf ve irfan yolunun beş temel durağını inceleyeceğiz: İlmin Amacı, Aşkın Evrenselliği, Dünyadan Tereddütsüz El Çekme, Vuslatın Değeri ve Gafletten Kurtuluş.
1. İlim Yükünden Kurtulup Öz Bilgeliğe Erişim (Mevlânâ)
Mevlânâ’nın: “Bilgi yükünü, heva ve heves uğruna taşıma ki / İçindeki ilim ambarını göresin,” uyarısı, bilginin ahlâkî sorumluluğuna dair yüzyıllık bir ders sunar. İlim, modern çağda olduğu gibi eski devirlerde de bir güç aracıydı. Ancak Mevlânâ’ya göre, güç için edinilen bilgi, nefs-i emmârenin (bencillik ve arzuların) hizmetkârı olduğunda, o bilgi bir ışık olmaktan çıkar, taşıyanı ezen ağır bir yüke dönüşür. Bir fâkih (hukukçu) veya bir filozof, bilgisini makam için, tartışmayı kazanmak için kullandığında, aslında kendi içindeki Hakikat ambarının kapısını kapatmış olur. Zira hakiki ilim, “ledün ilmi” denilen, kalb yoluyla edinilen, tevazu ve samimiyetle yeşeren bilgidir. Dış yükü bırakan derviş, içindeki hikmet pınarını bulur ve böylece ilim, yük olmaktan çıkıp “nûr” (ışık) haline gelir.
2. Aşkın Mutlak Kudreti ve Yaratılışın Gayesi (Necârzâde Rızâ)
Necârzâde Rızâ’nın beytindeki, “Yemin olsun ki kemâle eren yüzünü gören de âşık, görmeyen de; / Hatta şu kâinatın yaratıcısı dahi senin o gül yüzüne âşık,” ifadesi, aşkı evrenin merkezine koyan bir tasavvufî kozmolojiyi işaret eder. Bu, basit bir beşeri methiye değil, tevhidi (birliği) ilan eden bir sestir. Sevgili, mutlak güzelliğin bir yansımasıdır. Öyle bir yansıma ki, ona duyulan hayranlık, yaratanı da kapsar. Yaratıcının, yarattığı güzelliği sevmesi, yaratılışın aşk ile var olduğu fikrini pekiştirir. Görmenin ve görmemenin ötesindeki aşk, kalbin perdesiz idrakidir. Bu, imtihan dünyasında çektiğimiz tüm acıların, gördüğümüz tüm güzelliklerin nihai gayesinin ilahi güzelliğe (Cemâl-i İlâhî) duyulan sonsuz meyil olduğunu hatırlatır.
3. Tereddütsüz Terk Kararı: Dünyanın Aldatıcılığı (Sâ’ib-i Tebrîzî)
”Ey Sâib! Hiçbir işi düşünmeksizin yapmak güzel değildir. / Sadece düşünüp taşınmaksızın dünyadan el-etek çekmek güzeldir,” sözü, Sâ’ib-i Tebrîzî’nin dünya hayatına dair keskin felsefesini ortaya koyar. Bir işe başlarken tedbirli olmak, akıl yürütmek ve sonucu hesaplamak (te’emmül), dünyevi yaşamın bir zorunluluğudur. Ancak şair, dünyaya karşı takınılacak tavırda bu temkinin yersiz olduğunu söyler. Zira dünyanın fâniliği (geçiciliği), te’emmüle gerek duyulmayacak kadar çıplak bir hakikattir.
”Âstîn-efşânden” (etek silkelemek), yani dünyadan yüz çevirme eylemi, bir zorunluluk değil, bir idrakin meyvesi olmalıdır. O idrak anı geldiğinde, düşünceye, pişmanlığa, ertelemeye yer yoktur. Bir anlık tereddüt, kişiyi dünya bataklığına geri çekebilir. Dolayısıyla hakikat yolcusu, dünyadan el çekme kararını te’emmülsüz, coşkulu ve anlık bir teslimiyetle vermelidir. Bu, dünyaya karşı uyanıklığın zirvesidir.
4. Vuslatın Bedeli: Bekleyişin Kıymeti (Nâ’ilî)
Nâ’ilî’nin: “Ey Nâ’ilî! O ay yüzlü sevgilinin gece, yavaş yavaş gelerek şereflendirmesi, / dünyalar dolusu bekleme sıkıntısı çekmeye değmez mi?” beyti, aşkın metafiziğini sabır ve bekleyiş üzerinden kurar. Sevgilinin “kadem kadem” gelişi, manevî yolculuktaki tedriciliği (aşamalı ilerleyişi) simgeler. Vuslat (kavuşma) birdenbire değil, adım adım gerçekleşir.
Bu nazlı ve yavaş ilerleyişin karşılığı ise **”cihân cihân elem-i intizâr”**dır. Bu büyük acı, vuslat anının değerini katbekat artırır. Eğer sevgili kolayca gelseydi, aşkın ve hasretin anlamı kalmazdı. Bu durum, tarihi bir ibretle, Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’a duyduğu hasrete, ya da tasavvuf yolunda kırk yıl çile çeken bir dervişin tek bir zikir anına erişine benzetilebilir. Çekilen elem, dostun teşrifine bir bedeldir ve bu bedel, verilen karşılığın büyüklüğü (cihân cihân vuslat) yanında anlamsız kalır.
5. Gafletten Uyanış: Ebedi Hayatın Sırrı (Mevlânâ)
Mevlânâ’nın son kıtası: “Eğer ölümsüz bir hayat ve ebedi saadet istiyorsan, uyuma! / Dostun aşk ateşiyle yan-yakıl, uyuma! / Yüzlerce gece uyudun ve ne elde ettiğini gördün; / Allah aşkına bu gece sabaha kadar uyuma!” tüm bu felsefelerin pratik bir eylem çağrısıyla sonuçlanmasıdır. Burada uyku, kesinlikle gaflet halidir.
Bu uyarı, kişinin kendiyle yüzleşmesini gerektirir. Gafletle geçirilen ömür, sonuçsuz bir rüyadan ibarettir. Ebedi saadetin yolu, aşkın ateşine teslim olmaktan ve geceyi ihyâ etmekten geçer. Gecenin sükûneti, kalbin uyanması için en uygun zemindir. Mevlânâ, “Yüzlerce gece uyudun ve ne elde ettiğini gördün?” diyerek, okuyucuyu bir muhasebe yapmaya davet eder. Gafletin getirisi hep aynıdır: Hiçlik. Bu nedenle, Allah aşkına, asıl hayatı kazanmak için bu gece (bu an), hakikat yolunda uyanık kalma vaktidir.
Makale Özeti
Bu makale, Hz. Mevlânâ, Sâ’ib-i Tebrîzî ve Nâ’ilî’nin hikmetli beytleri üzerinden irfan yolunun beş temel ilkesini ele almıştır. Mevlânâ’nın ilim anlayışı, bilginin nefsanî arzulardan arındırılarak kalbî idrake, yani öz bilgeliğe dönüştürülmesi gerektiğini vurgular. Necârzâde Rızâ’nın aşk tanımı, aşkın kâinatın yaratılış gayesi olduğunu, gören ve görmeyen tüm varlıkların bu mutlak güzelliğe âşık olduğunu gösterir. Sâ’ib-i Tebrîzî, dünya sevgisinden kurtulmanın, üzerinde düşünülmeyecek kadar acil ve keskin bir karar olması gerektiğini savunarak, tereddütsüz terk etme felsefesini sunar. Nâ’ilî ise, sevgilinin adım adım gelen teşrifinin, dünyalar dolusu çekilen bekleme ıstırabına değer olduğunu kanıtlayarak, vuslatın kıymetini bekleyişin zorluğuyla yüceltir. Son olarak Mevlânâ, tüm bu yolların nihai sonucu olarak, ebedi hayatı arzulayan herkesi gaflet uykusundan uyanmaya ve geceyi aşk ateşiyle ihya etmeye davet eder. Tüm bu beytler, özde tek bir mesaja odaklanır: Hakikat, uyanık bir kalbin eseridir.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
Bu bölümde, her bir beyit ve kıt’a, şairinin ismi, transliterasyonu ve kısa açıklamasıyla birlikte kendi konusu içinde ele alınmıştır.
A. İktidar, Adalet ve Dünya Fâniliği Teması
• Nâbî (Beyit 142)
• Beyit (Transliterasyon): Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine / Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz
• İzah ve Açıklama: Biz, mevki ve makam (câh) memleketinin taştan yapılmış nice kalelerini gördük ki, kırık kalbin (inkisâr) beddua ahının toplarına dayanamamışlardır.
• Ziyâ Paşa (Beyit 125)
• Beyit (Transliterasyon): Rûy-ı hâki zulm ile pâmâl eden zâlimlerin / Zîr-i hâkin hâleti gelmez mi yâ Rab yâdına
• İzah ve Açıklama: Ey Rabbim! Yeryüzünü zulümle perişan eden zalimlerin toprağın altına girdiklerindeki hâli (zîr-i hâkin hâleti) akıllarına hiç gelmez mi acaba?
• Lâedrî (Beyit 156)
• Beyit (Transliterasyon): Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser / Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser
• İzah ve Açıklama: Zâlimin gelecek ipini (ikbâlini), mazlumun bir âhı keser. Haksız yere bir kimsenin rızkına mâni olanın rızkını da Allah keser.
• Bâkî (Beyit 82)
• Beyit (Transliterasyon): Yere geçse yeridir ehl-i fazîlet çünki âh / İzz ü câhın hâr ü has deryâ-misâl üstündedir
• İzah ve Açıklama: Fazilet ehli insanların dünyevî makam mevkî olarak alt kısımlarda yer alması şaşırtıcı değildir. Denize bakın, ne kadar çöp varsa (hâr ü has) hep üst kısımdadır.
• Örfî (Beyit 95)
• Beyit (Transliterasyon): Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd / Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir
• İzah ve Açıklama: Ey Örfî! Gidişatın iyi olmasına, işlerin yolunda gitmesine çok sevinme. Sıkıntıların vurduğu bu gemin, bir hayal denizinin (bahr-i serâb) üstündedir.
• Bâkî (Beyit 112)
• Beyit (Transliterasyon): Baş eğemez edâniye dünyâ-yı dün için / Allâh’adır tevekkiülümüz i’timâdımız
• İzah ve Açıklama: Biz, bu değersiz dünya (dünyâ-yı dün) için aşağılık kimselere (edâniye) boyun eğmeyiz. Bizim tevekkülümüz ve güvenimiz Allah’adır.
B. Manevi Olgunluk ve Hikmet Teması
• Ziyâ Paşa (Beyit 136)
• Beyit (Transliterasyon): Âyînesi işdir kişinin lâfa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i akl-ı eserinde
• İzah ve Açıklama: Bir kişinin yeteneğini gösteren şey ne söylediğinden ziyade ne yaptığıdır. Çünkü bir insanın aklının derecesi ancak eseri üzerinde görülür.
• Yûnus Emre (Beyit 134)
• Beyit (Transliterasyon): Dervîşlik dedikleri hırka ile tâc değil / Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtâc değil
• İzah ve Açıklama: Dervişlik, sadece hırka giymek ve başına taç takmakla olmaz. Gönlünü derviş edebilen kişi, zaten hırkaya muhtaç değildir.
• Hz. Mevlânâ (Beyit 135)
• Beyit (Transliterasyon): Âsûde kesî ki der-kem u bîşi nîst… Bâ-hîşteneş be-zerre-yî hîşî nîst
• İzah ve Açıklama: Azı ve çoğu düşünmeyen, zenginlik ve fakirlik kaydından azade olan kimse, dünyaya da dünya halkının gamına da aldırış etmez. Kendisinden de zerre kadar bir benlik duygusu (hîşî) kalmaz.
• Lâedrî (Beyit 139)
• Beyit (Transliterasyon): Muhammedün beşerun lâ ke’l-beşer / Bel huve yâkûtün beyne’l-hacer
• İzah ve Açıklama: Peygamber Efendimiz ﷺ bir beşerdir; fakat diğer insanlar gibi değildir. Taşların arasında yakut ne ise Allah Rasûlü de insanlar arasında öyledir.
• Nef’î (Beyit 118)
• Beyit (Transliterasyon): Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil / Çarha ile söyleşemem âyînesi sâf değil
• İzah ve Açıklama: Mucizevi sözler söyleyen bir papağan gibiyim. Söylediğim şeyler sıradan sözler değil. Ben, bu dönen gökyüzü (Çarh) ile söyleşemem çünkü onun aynası saf (temiz) değil.
• Nâ’ilî (Beyit 143)
• Beyit (Transliterasyon): Ey Nâ’îlî hamûşi mahz-ı hikmetdir ammâ / Eş’ârı böyle söyler üstâd söyleyince
• İzah ve Açıklama: Ey Nâ’îlî! Susmak (hamûşî) hikmetin kaynağıdır, bunu biliyoruz. Fakat üstat (üstâd) şiir söyleyince de böyle güzel söylüyor.
• Zârifi (Beyit 124)
• Beyit (Transliterasyon): Meşveretsiz kim ki bir iş işleye / Şol nedâmet parmağın çok dişleye
• İzah ve Açıklama: Eğer bir kimse istişare edip danışmadan (meşveretsiz) bir iş yaparsa; parmağını pişmanlıkla (nedâmet) ağzına götürür ve çokça ısırır.
• Hz. Mevlânâ (Beyit 138)
• Beyit (Transliterasyon): Çift-i mâyî çift bâyed hem-sıfat… Der do-çift-i kefş ü mûze der niger
• İzah ve Açıklama: Eşlerin birbirine benzemesi (hem-sıfat) lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak. Ayakkabının bir teki ayağa dar gelir ise ikisi de işe yaramaz.
C. Aşk, Teslimiyet ve Çile Teması
• Muhibbî (Beyit 133)
• Beyit (Transliterasyon): Ko bu ayş ü işreti çün kim fenâdır âkıbet / Yâr-ı bâkî ister isen olmaya ta’at gibi
• İzah ve Açıklama: Bu yeme, içme ve eğlenceyi (ayş ü işret) bırak. Çünkü sonu kötüdür, fâniliktir. Gerçek, ebedî bir sevgili (Yâr-ı bâkî) ister isen, ibadet (ta’at) gibisi yoktur.
• Ayaşlı Muallim Şâkir (Beyit 128)
• Beyit (Transliterasyon): Ne kahrı dest-i a’dâdan ne lutfu âşinâdan bil / Umûrun Hakk’a tefvîz et Cenâb-ı Kibriyâdan bil
• İzah ve Açıklama: Ne kahrı düşmanın elinden ne de iyiliği dosttan bil. Bütün işlerini Allah’a bırak (tefvîz et), sana gelen her şeyi yüce Allah’tan bil.
• Dürrî (Beyit 69)
• Beyit (Transliterasyon): Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn / Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir
• İzah ve Açıklama: Kalbindeki sıkıntının, düğümün çözümü seher vakti edeceğin bir âha, duaya bakar. Gonca ancak seher vakti rüzgârlarının verdiği ilhamla güle dönüşür.
• Hz. Mevlânâ (Beyit 141)
• Beyit (Transliterasyon): Bişnev în ney çûn şikâyet mî koned / Ez cüdâyîhâ hikâyet mî koned
• İzah ve Açıklama: Şu ney nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun feryadı ayrılıkların (cüdâyîhâ) destanı, hikâyesidir.
• Fuzûlî (Beyit 123)
• Beyit (Transliterasyon): Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su / Kim bu denlü tutuşan odlara kılmaz çâre su
• İzah ve Açıklama: Ey gözlerim! Gönlümdeki yangını söndürmek için boşuna yaşlar serpip durmayın. Benim gönlümde öyle bir yangın var ki artık ona su kâr etmez.
• Fuzûlî (Beyit 137)
• Beyit (Transliterasyon): Ârızın yâdıyle nemnâk olsa müjgânım n’ola / Zâyi’ olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su
• İzah ve Açıklama: Ey sevgili! Senin yanağını anınca kirpiklerim ıslansa buna hiç şaşılır mı? Gül isteyenin dikenleri sulaması (hâre su vermek) lüzumsuz değildir.
• Fuzûlî (Beyit 143)
• Beyit (Transliterasyon): Gam günü etme dil-i bîmârdan tîğin dırîğ / Hayr’dır vermek karanû gicede bîmâre su
• İzah ve Açıklama: Ey sevgili! Gam günü geldiğinde bu hasta gönlümden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme. Karanlık gecede, hastaya su vermek hayırlı bir iştir, sevaptır.
• Fuzûlî (Beyit 113)
• Beyit (Transliterasyon): Âh u feryâdın Fuzûlî incitipdir âlemi / Ger belâ-yı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedir
• İzah ve Açıklama: Ey Fuzûlî! Senin aşkından dolayı inlemelerin insanları incitiyor. Eğer bu aşk belasından hoşnut isen, neden bu kadar feryat ediyorsun?
• Hz. Mevlânâ (Beyit 129)
• Beyit (Transliterasyon): Bî-çâre ter ez-âşık-ı bî-sabr kocâst?… Der-aşk-ı hakîkî ne vefâ vu ne cefâst
• İzah ve Açıklama: Gerçek aşkta ne vefa ne de cefa vardır. Sabırsız aşıktan daha zavallı kim vardır? Zira bu aşk, hiç dermanı olmayan bir derttir.
• Şeyhülislâm Yahyâ (Beyit 111)
• Beyit (Transliterasyon): Getirdin ey dil-i âvâre sîneye bir bir / Ne denlü gussa vü gam varsa âşinâ diyerek
• İzah ve Açıklama: Ey avare gönlüm! Ne kadar çok sıkıntı, keder varsa, bunlar sana dosttur (âşinâ) diyerek bir bir gönlüme getirdin.
II. Ebediyetin Aynası ve Aşkın Zorlu Yolu: Hikmet, Adalet ve Gönül
Bu geniş edebi ve tarihi külliyat, insanlığın evrensel sorgulamalarına cevap arayan birer hikmet pınarıdır. Beyitler, bizi geçici olan (fânî) ile kalıcı olan (bâkî) arasındaki çetin seçimle yüzleştirir.
A. Adaletin Zirvesi ve Fâniliğin İbreti
Makalenin temeli, dünya iktidarının ne kadar fani ve aldatıcı olduğu gerçeği üzerine kuruludur. Bâkî, dünyevî makamları (izz ü câh) deniz üstündeki çer-çöpe benzeterek, erdemin görünür olana değil, öze ait olduğunu vurgular. Örfî, iyi giden günlerin bile serap denizi üzerinde ilerleyen bir gemi olduğunu hatırlatarak, gafletten uyanmayı emreder.
Bu fani düzende, ilahi adalet mutlak ve kaçınılmazdır. Nâbî’nin ifadesiyle, kırık bir kalpten çıkan âh, en sağlam taş kaleleri (sengîn hisâr) dahi yıkan bir top gücü taşır. Ziyâ Paşa, zulmedenlerin sonunu, yani toprağın altındaki hâli unutmalarının en büyük körlük olduğunu sorgular. Lâedrî, bu durumu kesin bir hükümle tamamlar: “Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser”. Bu tarihi ve ibretli uyarılar, insanı dünya zevklerine karşı uyarır ve Bâkî’nin teslimiyetini getirir: Biz bu değersiz dünya için aşağılık kimselere boyun eğmeyiz, bizim güvenimiz Allah’adır.
B. Kâmil Olgunluk ve Sözün Asaleti
Fâniliğin farkında olan ruh, iç bir olgunluğa yönelir. Bu olgunluk, Yûnus Emre’nin dediği gibi, hırka veya taçla değil, gönlün derviş edilmesiyle elde edilir. Hz. Mevlânâ ise, bu gönül zenginliğinin zirvesini benliksizlik (hîşî nîst) olarak tanımlar; azlık ve çokluk kaydından azade olmaktır.
İnsan zâtındaki bu asaleti, söz ve eserle dışa vurur. Ziyâ Paşa, aklın derecesinin laf ile değil, eserle görünür olduğunu belirtir. Ancak bu eser, Nef’î’nin kendini **”mucizevi sözler söyleyen papağan”**a benzetmesi gibi, ancak hakikati yansıtabilecek bir saflıkta olmalıdır. Nâ’ilî, susmanın hikmet olduğunu bilmekle birlikte, üstâdın şiirinin bu kuralı bozacak kadar güzel olması gerektiğini savunarak, edebi ifadenin gücünü yüceltir. Lâedrî ise, tüm bu manevi saflığın zirvesini, Hz. Peygamber’in “taşlar arasındaki yakut” meseliyle, özün ve asaletin fiziksel görünüşün ötesinde olduğunu ifade ederek taçlandırır.
Hikmet yolu, aynı zamanda akıl ve istişare yoludur. Zârifi, meşveretsiz iş yapanın pişmanlık parmağını dişleyeceğini ibretle anlatır. Mevlânâ ise, bu dünyadaki her türlü eşleşmede uyumun (hem-sıfat) önemini, ayakkabı çiftlerinin işe yaramazlığı örneğiyle açıklar.
C. Gönül Kederini Aşinâ Bilmek ve Ebedi Sevgiliye Teslimiyet
Fani zevkleri bırakan (ayş ü işret) ve tüm işlerini Allah’a havale eden (tefvîz et) kişi için tek yol Yâr-ı Bâkî’ye (Ebedi Sevgili) yönelmektir. Muhibbî’ye göre bu yolun anahtarı ibadettir (ta’at).
Bu manevi yol, kaçınılmaz olarak gussa ve gam verir. Şeyhülislâm Yahyâ, avare gönlün tüm kederleri dost (âşinâ) diyerek sinesine topladığını ifade ederek, acının bile manevi bir terbiye aracı olduğunu gösterir. Bu keder, Dürrî’de seher vaktinin âhı ile çözülen bir düğüme dönüşür.
Aşkın zirvesi ise Fuzûlî’nin o muazzam yakarışlarında görülür. Gönlündeki aşkın yangınına gözyaşı bile çare kılmaz. Âşık, sevgiliye yalvarırken, gam gününde cefa veren keskin bakışlarını esirgememesini ister; çünkü bu cefa, karanlık gecede hastaya su vermek gibi bir hayırdır. Zira gül isteyen, dikenleri (hârı) de sulamayı göze almıştır. Mevlânâ’nın dediği gibi, gerçek aşkta zaten ne vefa ne de cefa aranır; aşk, başlı başına bir derttir ve dermanı yoktur. Bu, ayrılığın feryadını (cüdâyîhâ) dinleyen Ney’in hikâyesidir.
Fuzûlî’ye yöneltilen o düşündürücü soru, bu çilenin özünü özetler: “Ger belâ-yı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedir”. Eğer aşk belasından hoşnutsan, bunca feryat neden? Cevap, aşkın, rızanın ve feryadın aynı anda var olabildiği, insana özgü, en derin ve en edebi maneviyat hâlinde gizlidir.
ÖZET
Bu makale, 24 berceşte beyitten oluşan geniş bir külliyatı, Adalet, İç Olgunluk ve Aşk-ı İlâhî temaları altında incelemektedir. Ziyâ Paşa ve Nâbî’nin beyitleriyle zulmün fâniliği ve kırık kalbin ahının (top-ı inkisâr) gücü vurgulanmış, Bâkî ve Örfî’nin mısralarıyla dünyanın geçiciliğine karşı tevekkül ve i’timadın önemi belirtilmiştir. Manevi olgunluk yolunda, Yûnus Emre’nin gönül dervişliği, Ziyâ Paşa’nın esere bakma ilkesi ve Lâedrî’nin Hz. Peygamber’i yakuta benzetmesiyle özün asaleti ele alınmıştır. Makalenin son bölümünde ise, Muhibbî’nin ibadetle ebedi sevgiliye yöneliş çağrısı, Fuzûlî’nin söndürülemez aşk ateşi ve Hz. Mevlânâ’nın ayrılık feryadı (ney) ile aşkın çileli ancak yüce mertebesi işlenmiştir. Tüm bu beyitler, insanın fani dünyanın aldatmacasına karşı, hikmet, teslimiyet ve ilahi aşkla donanmış kâmil bir ruha ulaşma mücadelesini edebi ve ibretli bir dille özetler.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
Aşağıdaki beyitler, farklı şair ve düşünürlerin kaleminden süzülmüş, her biri insan ve kâinat hakkındaki derin bir gerçeği yansıtan edebi ve hikmetli mirasımızın zirve noktalarıdır.
A. Adalet ve İktidarın Fâniliği Teması
| Beyit Numarası | Şair | Beyit (Transliterasyon) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|—|
| 142 | Nâbî | Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine / Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz | Biz, mevki ve makam memleketinin taştan yapılmış nice kalelerini gördük ki onlar beddua ahının toplarına dayanamamışlardır. |
| 125 | Ziyâ Paşa | Rûy-ı hâki zulm ile pâmâl eden zâlimlerin / Zîr-i hâkin hâleti gelmez mi yâ Rab yâdına | Ey Rabbim! Yeryüzünü zulümle perişan eden zalimlerin toprağın altına girdiklerindeki hâli akıllarına hiç gelmez mi acaba? |
| 156 | Lâedrî | Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser / Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser | Zâlimin gelecek ipini yani gelecek güzel günlerini mazlumun bir âhı keser. Haksız yere bir kimsenin rızkına mâni olanın rızkını da Allah keser. |
| 82 | Bâkî | Yere geçse yeridir ehl-i fazîlet çünki âh / İzz ü câhın hâr ü has deryâ-misâl üstündedir | Fazilet ehli insanların dünyevî makam mevkî olarak alt kısımlarda yer alması şaşırtıcı değildir. Denize bakın, ne kadar çöp varsa hep üst kısımdadır. |
| 95 | Örfî | Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd / Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir | Ey Örfî! Gidişatın iyi olmasına, işlerin yolunda gitmesine çok sevinme. Sıkıntıların, elemlerin vurduğu bu gemin, bir hayal denizinin üstündedir. |
B. İç Hakikat ve Manevi Olgunluk Teması
| Beyit Numarası | Şair | Beyit (Transliterasyon) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|—|
| 138 | Ziyâ Paşa | Âyînesi işdir kişinin lâfa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i akl-ı eserinde | Bir kişinin yeteneğini gösteren şey ne söylediğinden ziyade ne yaptığıdır. Çünkü bir insanın aklının derecesi ancak eseri üzerinde görülür. |
| 134 | Yûnus Emre | Dervîşlik dedikleri hırka ile tâc değil / Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtâc değil | Dervişlik, sadece hırka giymek ve başına taç takmakla olabilecek bir şey değildir. Gönlünü derviş edebilen kişi, zaten hırkaya muhtaç değildir. |
| 135 | Hz. Mevlânâ | Âsûde kesî ki der-kem u bîşi nîst… Bâ-hîşteneş be-zerre-yî hîşî nîst | Azı ve çoğu düşünmeyen, zenginlik ve fakirlik kaydından azade olan kimse, dünyaya da dünya halkının gamına da aldırış etmez. Kendisinde de zerre kadar bir benlik duygusu kalmaz. |
| 122 | Fuzûlî | Her kimin var ise zâtında şerâret küfrü / İstılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz | Eğer bir kimsenin karakterinde kötülük küfürü, karanlığı varsa; o kişi bütün dini terimleri öğrense bile hakiki bir müslüman olamaz. |
| 127 | Bâkî | Bâtıl hemîşe bâtıl u bîhûdedir velî / Müşkil budur ki sûret-i hakdan zuhûr ede | Bâtıl, her zaman bâtıldır ve faydasızdır; fakat sıkıntılı olan nokta şu ki bazen hak suretinde sanki doğruymuş gibi görünür. |
| 139 | Lâedrî | Muhammedün beşerun lâ ke’l-beşer / Bel huve yâkûtün beyne’l-hacer | Peygamber Efendimiz ﷺ bir beşerdir; fakat diğer insanlar gibi değildir. Taşların arasında yakut ne ise Allah Rasûlü de insanlar arasında öyledir. |
C. Aşk, Teslimiyet ve Zamanın İdrakı Teması
| Beyit Numarası | Şair | Beyit (Transliterasyon) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|—|
| 141 | Hz. Mevlânâ | Bişnev în ney çûn şikâyet mî koned / Ez cüdâyîhâ hikâyet mî koned | Şu ney nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun feryadı ayrılıkların destanı, hikâyesidir. (Ney, nefsani arzulardan kurtulmuş, ilâhî sevgi ile dolmuş kâmil insanın sembolüdür.) |
| 69 | Dürrî | Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn / Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir | Kalbindeki sıkıntının, düğümün çözümü seher vakti edeceğin bir âha, duaya bakar. Gonca ancak seher vakti rüzgârlarının verdiği ilhamla güle dönüşür. |
| 121 | Hz. Mevlânâ | İn bâd-ı seher mehrem-i râzest mehosb / Hengâm-ı tazarru’ u niyâzest mehosb | Bu sabah rüzgârı, âşıkların sırrına mahremdir, uyuma. Yalvarıp yakarma, dua zamanıdır, uyuma. |
| 133 | Bahtî (I. Ahmed) | N’ola tacım gibi başımda götürsem dâ’im / Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün | Daima tacım gibi başımda götürsem şaşılır mı? O, resullerin şahı Hz. Peygamber’in ayağının resmidir. |
II. Gönül Kalelerinin Fethi: Ebediyet Uğruna Fani Dünyayı Aşmak
Divan ve Tekke şiirinin görkemli sancağı altında toplanan bu beyitler, insanın tarihi, edebi ve manevi yolculuğunun üç ana durağını aydınlatır: Zâlimin çöküşü (Adalet), kâmil insanın inşası (Hakikat) ve aşkın son durağı (Ebediyet). Bu kâinat divanında, söz, sadece bir ifade değil, aynı zamanda ibret ve hikmetin ta kendisidir.
A. İktidarın Serabı ve Adaletin Kaçınılmaz Yıkımı
Dünya, şairlerin gözünde, asla güvenilmeyecek, geçici bir serap denizidir. Örfî, hayat gemisinin yolculuğunu bu tehlikeli fânilikle belirler: “Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd / Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir”. Bu serap dünyada, makam ve mevkii (izz ü câh) temsil edenler, aslında denizin yüzeyindeki değersiz çer-çöp (hâr ü has) gibidir. Fazilet ehli ise, ağırlıklarıyla dibe çöker, gözden ırak kalır.
Ancak bu dünya düzeninde, ilahi adalet her zaman en büyük yıkıcı güçtür. Nâbî, tarihe not düşen bir hikmetle, kırık kalbin (inkisâr) âhının toplarından daha güçlüsünün olmadığını haykırır: “Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine / Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz”. Bu ibretli gerçeği, Lâedrî bir tehdit olarak tamamlar: “Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser / Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser”. Zâlim, kendi sonunu getiren o âhı unutur. Ziyâ Paşa, bu unutkanlığı sorgular: “Rûy-ı hâki zulm ile pâmâl eden zâlimlerin / Zîr-i hâkin hâleti gelmez mi yâ Rab yâdına”. En büyük kibir, toprağın altındaki hâli unutmaktır.
B. Kâmil İnsanın İnşası: Benliksizlik ve Eser
İktidarın ve zâlimin akıbeti bilindikten sonra, düşündürücü bir biçimde, insanın kendini inşa etme süreci başlar. Bu sürecin temeli, dış gösterişin reddidir. Yûnus Emre, dervişliğin hırka veya taç gibi simgelerle değil, gönül haliyle mümkün olduğunu söyler: “Dervîşlik dedikleri hırka ile tâc değil / Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtâc değil”.
Manevi olgunluğun zirvesi, benliksizlikte yatar. Hz. Mevlânâ’ya göre huzurlu (âsûde) kişi, zenginlik ve fakirlik kaydından azade olduğu gibi, “Bâ-hîşteneş be-zerre-yî hîşî nîst”. Yani, kendisinde zerre kadar bir benlik duygusu kalmamıştır.
Bu iç saflık, dış dünyaya eylem (iş) ve eser olarak yansımalıdır. Ziyâ Paşa’nın meşhur uyarısı bu noktada temel bir hikmettir: “Âyînesi işdir kişinin lâfa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i akl-ı eserinde”. Bir kişinin aklının derecesi, boş lafta değil, ortaya koyduğu eserde görülür. Ancak bu yolda, bâtılın hak suretinde görünme tehlikesi de vardır. Fuzûlî, en büyük tehlikenin zattaki kötülük olduğunu vurgular: “Her kimin var ise zâtında şerâret küfrü / İstılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz”. Yani, ilim ve dini terimleri öğrenmek, zâtındaki (karakterindeki) kötülüğü gidermez.
Bu hakikat arayışının nihai örneği ise, Lâedrî’nin tarif ettiği Yakut-Beşer örneğidir: “Muhammedün beşerun lâ ke’l-beşer / Bel huve yâkûtün beyne’l-hacer”. Hz. Peygamber, bedenen insan olsa da, özü itibarıyla taşlar arasındaki yakut gibi eşsizdir; hakiki değerin zatta olduğunu ispatlar. Bu yüce makama olan bağlılığı ise, I. Ahmed’in beytinde görürüz: “N’ola tacım gibi başımda götürsem dâ’im / Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün”.
C. Ayrılığın Feryadı ve Aşkın Ebedi Gecesi
Manevi yolculuğun kaynağı ve enerjisi ise aşktır. Bu aşk, Mevlânâ’nın ünlü Ney metaforuyla anlatılır: “Bişnev în ney çûn şikâyet mî koned / Ez cüdâyîhâ hikâyet mî koned”. Ney’in feryadı, ayrılıkların (cüdâyîhâ) hikâyesidir; insanın ilahi kaynağından kopuşunun ve ona duyduğu sonsuz özlemin edebi ifadesidir.
Bu özlem, ruhta bir yangın başlatır. Fuzûlî, gözyaşlarının dahi söndüremediği bu muazzam aşk ateşini dile getirir: “Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su / Kim bu denlü tutuşan odlara kılmaz çâre su”. Âşık, bu çilenin ortasında dahi sevgiliye teslimdir. Gözyaşıyla dikenleri sulasa bile, gülün açması için bu fedakârlık boşa gitmez: “Zâyi’ olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su”. Hatta sevgiliye yalvararak, gam gününde kılıç gibi keskin bakışlarını esirgememesini ister; zira bu cefa, karanlık gecede hastaya su vermek gibi bir hayırdır.
Bu aşk yolunda yalnızlık ve sıkıntılar bir düğüm oluşturduğunda, Dürrî, çözümü seher vaktinin teslimiyetine bağlar: “Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn / Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir”. Mevlânâ da aynı çağrıyı yapar: “İn bâd-ı seher mehrem-i râzest mehosb / Hengâm-ı tazarru’ u niyâzest mehosb”. Seher, yakarış ve dua zamanıdır, uyuma!
Tüm bu manevi yolculuk, zamanın idrakıyla nihayete erer. Yahya Kemal, hayatın “Dönülmez akşam” ufkunda olduğunu haykırarak, kalan ömrün nasıl geçtiğine dikkat çeker: “Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç”. Zamanın geçiciliği, bireyi nihai hakikate, ebedi sevgiliye yönlendirir.
ÖZET
Bu makale, Divan ve Tekke şiirinin 18 seçkin beyitini (Nâbî, Ziyâ Paşa, Fuzûlî, Mevlânâ, Bâkî, Yûnus Emre, Yahya Kemal ve diğerleri) bir araya getirerek, Adalet, Hakikat ve Aşk temalarında derin bir hikmet sunmuştur. Makale, ilk olarak Nâbî’nin **”âh-ı inkisâr”**ının zalimin kalesini yıkan gücüyle ve Ziyâ Paşa’nın zalimin ölüme karşı unutkanlığıyla dünyevî iktidarın fâniliğini işlemiştir. Ardından, Yûnus Emre’nin gönlün dervişliği, Ziyâ Paşa’nın aklın eserde görünmesi ve Mevlânâ’nın benliksiz huzuruyla (hîşî nîst) kâmil insanın inşası ele alınmıştır. Son olarak, Mevlânâ’nın Ney’in ayrılık feryadı ve Fuzûlî’nin söndürülemez aşk ateşi üzerinden aşkın ebedi ve çileli yolculuğu anlatılmıştır. Makale, Yahya Kemal’in “Dönülmez akşamın ufkundayız” uyarısıyla, tüm bu manevi derslerin zamanın idrakı ile anlam kazandığını vurgulamaktadır.
1. HİKMET CİHETİ: Zıtların birlikte yaratılışı, kemâlin ve terakkînin şartıdır.
Hikmet, Allah’ın her şeyi gayeli, ölçülü ve yerli yerince yaratmasıdır.
Cenâb-ı Hak, kâinatta “zıtlık” kanununu hikmetinin bir gereği olarak koymuştur. Çünkü zıt olmadan terakki, kemal, imtihan, marifet ve tecelli olmaz.
🔸 Misaller:
• Ruh – Nefis: Ruhun yükselmesi, nefse karşı mücahedeyle olur.
Eğer nefis olmasa, sabır, irade, cihad, takva gibi kemalatlar ortaya çıkmazdı.
• İman – Küfür: İmanın değeri, küfür imkânının varlığıyla anlaşılır.
• Nur – Zulmet: Nurun kıymeti karanlıkla bilinir.
• Hayır – Şer: Şer olmazsa hayrın farkı idrak edilmez.
Cenâb-ı Hak, zıddiyet içinde güzellikleri gösteriyor; çunkü her şey zıddıyla bilinir.
Hikmet yönüyle, zıtlıklar, varlığın güzelliğini, denge ve intizamını temin eder.
Bir tablo, sadece beyazla olmaz; karanlık renkler de lazımdır ki sanat tecelli etsin.
🌸 2. MANA CİHETİ: Zıtlar, tevhidin manasını ve esmanın tecellisini gösterir.
Mana yönüyle, zıtlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli zeminidir.
Çünkü her bir isim, ancak zıddının varlığıyla anlaşılır. 🔸 Misaller:
• Şifa ismi, hastalığın varlığıyla tecelli eder.
• Rezzâk ismi, açlık duygusuyla anlaşılır.
• Rahîm ismi, aciz ve muhtaç varlıklarla görünür.
• Gafûr ismi, günah ve kusur zemini olmadan bilinmez.
Zıtların bir arada olmasında, esma-i İlahiye’nin çeşit çeşit tecellileri görünür.
Dolayısıyla, dünyadaki zıtlıklar — melek-şeytan, ruh-nefis, hayır-şer — hepsi Allah’ın isimlerinin aynasıdır.
Şeytan olmasa Hâdî ismi,
Hastalık olmasa Şâfî ismi,
Gece olmasa Nur ismi tam tecelli etmezdi.
🌼 3. MASLAHAT CİHETİ: Zıtlıklar imtihanın ve adaletin gereğidir.
Maslahat, bir şeyin yaratılış gayesindeki fayda ve hikmet bütünlüğüdür.
Allah insanı imtihan için yaratmıştır (Mülk, 2).
İmtihanın anlamlı olması için iki yol bulunmalıdır: hayır ve şer, doğru ve yanlış, melek ve şeytan, ruh ve nefis…
“Gerçek şu ki, biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yarattık; onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık.”
(İnsan Sûresi, 2–3)
Bu ayet, zıtların imtihan hikmetini açıklar.
İnsan, ruh ve nefis arasında tercih yaparak iradesini, ahlakını, yönünü belirler.
Bu da onun sorumluluğunu doğurur.
Nitekim kötülüğün başı olan Şeytanın hilkati, küfür için değil; belki imtihan ve mücahede içindir.
Cihad ve terakki onunla olur.
Tıpkı gübrenin tohumun yetişmesine vesile olması gibi.
Yani: Şeytan musibet değil, bir imtihan vasıtasıdır.
Tıpkı ateşin hem yakıcı hem de pişirici olması gibi.
🌷 4. FAYDA CİHETİ: Zıtlıklar, kemâl, denge, güzellik ve şükür doğurur.
Zıtlar arasındaki mücadele, varlığı canlı, dinamik, anlamlı kılar.
Zıtlık olmasaydı tefekkür, şükür, dua, mücadele, kıymet, hassasiyet olmazdı.
🔸 Ruh ve nefis:
• Mücahede doğurur → terakki sağlar.
• Nefis olmasa sabır, azim, tevekkül gibi faziletler bilinmezdi. 🔸 Şeytan ve melek:
• Melek, itaatin zirvesi;
• Şeytan, inkârın zirvesi.
İnsan ise bu ikisi arasında imtihanın merkezidir.
Bu sayede insan, meleği de geçebilir, şeytana da düşebilir. 🔸 Madde ve mana:
• Madde, sınavın sahasıdır.
• Mana, yön ve hedefidir.
Madde olmadan amel; mana olmadan yön olmaz.
Birlikte yaratılmışlardır ki insan maddeden manaya, şekilden hakikate yürüsün.
Hayır ve şer, sıhhat ve maraz, hayatın nakışlarını teşkil eder; kâinat bir nakıştır ki, zıtların ahengiyle güzelleşmiştir.
🌺 SONUÇ: Zıtların Hikmet, Mana, Maslahat ve Fayda Tablosu
Cihet -Zıtların Rolü -Sonuç
Hikmet -Kemâl ve terakki için yaratılmıştır.
Gelişim ve denge doğurur.
Mana-Esma-i İlahiye’nin tecelli zemini.
Allah’ın isimleri görünür hale gelir.
Maslahat-İmtihan ve adaletin gereğidir.İnsan iradesiyle değer kazanır.
Fayda-Mücadele, tefekkür, şükür ve kemal doğurur.Ruhsal yükseliş, manevî zenginlik olur.
Bu seçkin beyitler dizisi, Divan ve Tekke şiirinin en temel eğitimlerini; dünyanın fâniliğini, ilahi adaleti, aklın ve istişarenin önemini, rıza makamını ve ilahi aşkın sırrını bir araya getirerek geniş, kapsamlı ve düşündürücü bir manevi yol haritası sunar. Her bir beyit, kendi konusu içinde ele alınarak, birbiriyle uyumlu ve bütünlük içerisinde, hikmetli bir makaleye dönüştürülmüştür.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
1. Lâedrî – Beyit 156
Beyit (Transliterasyon):
Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser
Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser
İzah: Zâlimin gelecek ipini yani gelecek güzel günlerini mazlumun bir âhı keser. Haksız yere bir kimsenin rızkına mâni olanın rızkını da Allah keser.
2. Dürrî – Beyit 69
Beyit (Transliterasyon):
Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn
Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir
İzah: Kalbindeki sıkıntının, düğümün çözümü seher vakti edeceğin bir âha, duaya bakar. Gonca ancak seher vakti rüzgârlarının verdiği ilhamla güle dönüşür.
3. Örfî – Beyit 95
Beyit (Transliterasyon):
Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd
Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir
İzah: Ey Örfî! Gidişatın iyi olmasına, işlerin yolunda gitmesine çok sevinme. Sıkıntıların, elemlerin vurduğu bu gemin, bir hayal denizinin üstündedir.
4. Hz. Mevlânâ – Beyit 129
Beyit (Transliterasyon):
Bî-çâre ter ez-âşık-ı bî-sabr kocâst?
Kin aşk gırıftârî-yi bî-hîç devâst
Derman-ı gam-ı aşk ne bohl u ne riyâst
Der-aşk-ı hakîkî ne vefâ vü ne cefâst
İzah: Sabırsız âşıktan daha zavallı kim vardır? Zira bu aşk, hiç dermanı olmayan bir derttir. Aşk derdinin ilacı ne cimrilik ne de riyadır. Gerçek aşkta ise ne vefa ne de cefa vardır.
5. Zârifi – Beyit 124
Beyit (Transliterasyon):
Meşveretsiz kim ki bir iş işleye
Şol nedâmet parmağın çok dişleye
İzah: Eğer bir kimse istişare edip danışmadan bir iş yaparsa; parmağını pişmanlıkla ağzına götürür ve çokça ısırır.
6. Ayaşlı Muallim Şâkir – Beyit 128
Beyit (Transliterasyon):
Ne kahrı dest-i a’dâdan ne lutfu âşinâdan bil
Umûrun Hakk’a tefvîz et Cenâb-ı Kibriyâdan bil
İzah: Ne kahrı düşmanın elinden oluyor zannet ne de iyiliği dosttan bil. Bütün işlerini Allah’a bırak, her şeyi gönül hoşluğu ile karşıla. Sana gelen her şeyi yüce Allah’tan bil.
9. Fuzûlî – Beyit 123
Beyit (Transliterasyon):
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü tutuşan odlara kılmaz çâre su
İzah: Ey gözlerim! Gönlümdeki yangını söndürmek için boşuna yaşlar serpip durmayın. Benim gönlümde öyle bir yangın var ki artık ona su kâr etmez.
10. Muhibbî – Beyit 133
Beyit (Transliterasyon):
Ko bu ayş ü işreti çün kim fenâdır âkıbet
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya ta’at gibi
İzah: Bu yeme, içme ve eğlenceyi bırak. Çünkü sonu kötüdür, fâniliktir. Gerçek, ebedî bir sevgili (yâr-ı bâkî) ister isen, ibadet gibisi yoktur.
II. Adaletin Sırrı, Hikmetin Dengesi ve Aşkın Ebedi Yolu Üzerine Makale
Edebiyatımızın en nadide örneklerinden oluşan bu beyitler, bizlere bir yandan dünyanın geçici ve aldatıcı yüzünü gösterirken, diğer yandan ilahi adaletin ve manevi kurtuluşun kapılarını aralamaktadır. Bu beyitler, hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir hayatı, tarihi şairlerimizin edebi zarafetiyle sunar.
Dünya Denizinde Fânilik ve Adaletin Sancısı
Şairlerin mısraları, dünyaya dair ilk ve en önemli dersi verir: Bâkî, faziletin kıymetini dünyanın gözden kaçırmasını, bir deniz teşbihiyle açıklar.
Yere geçse yeridir ehl-i fazîlet çünki âh / İzz ü câhın hâr ü has deryâ-misâl üstündedir
Dünyevî itibar ve makam (izz ü câh), denizin yüzeyindeki çer-çöp (hâr ü has) gibidir; hafif oldukları için suyun üstünde yüzerler. Oysa asıl değerli olan (fazilet ehli), ağırlıkları nedeniyle “alt kısımlarda” kalır. Bu, dünyanın değer yargılarına yönelik keskin bir eleştiridir. Bu fânilik ve aldanış uyarısı, Örfî’nin beytinde bir zirveye ulaşır.
Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd / Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir
Ey Örfî! Geçici iyi günlere sevinme, çünkü sıkıntı gemin dahi, suya kavuşulamayan bir serap denizi üzerinde ilerlemektedir. Her iki şair de, dünya saadetinin bir yanılma, bir tuzak olduğu konusunda tarihi bir uyarıda bulunur.
Bu fânilik içerisinde, ilahi adalet tek mutlak hakikattir. Lâedrî, mazlumun ahının gücünü, zalimin taştan kalesini yıkan topa benzetir (Önceki beyitlerimizde bu tema işlenmişti), burada ise ikbal ipini kesen kılıç olarak gösterir:
Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser / Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser
Yani, zalimin geleceği ve haksız yere başkasının rızkını kesenin kendi rızkı, manevi bir kuvvet olan mazlumun bir âhı ile kesilir. Bu, dünya hayatında adaletin gecikebileceği, ancak asla yok olmayacağı yönünde ibretli bir hükümdür.
Hikmetin Dengesi: İstişare, Uyum ve Rıza Makamı
Fâniliğin ve adaletin bilincinde olan insan, hayatını hikmet ile tanzim etmelidir. Zârifi, akılla hareket etmenin temel kuralını koyar:
Meşveretsiz kim ki bir iş işleye / Şol nedâmet parmağın çok dişleye
İstişare (meşveret) etmeden iş yapan kişi, kaçınılmaz olarak pişmanlığa düşer ve nedamet parmağını ısırır. Bu, bireysel karar alma süreçlerinde bile aklın ve kolektif bilincin rehberliğini emreden tarihi ve düşündürücü bir hükümdür.
Akıl ve mantıkla atılan adımların yanı sıra, toplumsal ve kişisel huzur için uyum ve denge şarttır. Hz. Mevlânâ, bu dengeyi en basit örnekle anlatır:
Çift-i mâyî çift bâyed hem-sıfat / Tâ ber-âyed kârhâ bâ-maslahat / Çift bâyed ber misâl-i hem-diger / Der do-çift-i kefş ü mûze der niger
Eşler (veya ortaklar) aynı vasıflara (hem-sıfat) sahip olmalıdır ki işler uygunlukla (maslahat) yürüsün. Tıpkı bir çift ayakkabının teki dar gelince ikisinin de işe yaramaması gibi, uyumsuzluk bütünü bozar.
Tüm bu çabaların üstünde ise rıza ve teslimiyet makamı gelir. Ayaşlı Muallim Şâkir, imanın huzurunu verir:
Ne kahrı dest-i a’dâdan ne lutfu âşinâdan bil / Umûrun Hakk’a tefvîz et Cenâb-ı Kibriyâdan bil
Sana gelen ne düşmanın kahredici eliyle ne de dostun lütfuyla gelmiştir; her şeyi Yüce Allah’tan (Cenâb-ı Kibriyâdan) bil ve işlerini O’na havale et (Hakk’a tefvîz et). Bu, kader karşısında tam teslimiyeti ve gönül hoşluğunu emreden en büyük hikmet dersidir.
Aşkın Sonsuz Ateşi ve Ebedi Sevgiliye Yöneliş
Dünyanın fâniliğini ve rızanın huzurunu idrak eden kişi için tek yol, Yâr-ı Bâkî’ye (Ebedi Sevgili) yönelmektir. Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman) bu yönelişi bir görev olarak tanımlar:
Ko bu ayş ü işreti çün kim fenâdır âkıbet / Yâr-ı bâkî ister isen olmaya ta’at gibi
Yeme, içme ve eğlenceyi (ayş ü işret) bırak, çünkü sonu fâniliktir. Ebedi sevgiliyi istiyorsan, ibadet (ta’at) gibi bir yol yoktur.
Bu ibadet ve aşk yolunda, bazen en büyük sıkıntı, en büyük kurtuluşun anahtarıdır. Dürrî, kalpteki sıkıntı düğümünün (ukde-i derûn) çözümünü seher vaktinin feyzine bağlar:
Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn / Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir
Seher vakti edilen samimi bir âh, goncanın seher yeliyle açılması gibi, ruhtaki düğümleri çözer ve ferahlık verir.
Bu gönül yangını, Fuzûlî’de ise tarifsiz bir aşka dönüşür. Gözyaşları, sevgiliye duyulan aşkın şiddetini söndürmeye yetmez:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su / Kim bu denlü tutuşan odlara kılmaz çâre su
Fuzûlî, gönlündeki bu denli tutuşan aşk ateşine, gözyaşının çare olamayacağını ifade eder. Bu, aşkın yoğunluğunu ve iradesi dışındaki bir kudret tarafından kuşatılmışlığını gösterir.
Bu aşk, Mevlânâ’ya göre nihayetinde vefa ve cefa gibi ikilikleri aşan, mutlak bir teslimiyet ve aşk hâlidir:
Der-aşk-ı hakîkî ne vefâ vü ne cefâst
Gerçek aşkta ne sevgiliye karşı vefa beklentisi, ne de sevgiliden gelen cefa şikâyeti vardır. Aşkın kendisi derttir, dermanı yoktur. Bu, aşkın hakiki ve kâmil hâli olup, kişinin kendisini tamamen bu manevi ateşe teslim etmesi demektir.
Sonuç
Bu beyitler, tarihi, edebi ve ibretli bir bütünlük içinde, Müslüman Türk düşünce hayatının merkezini oluşturan Adalet, Hikmet, Teslimiyet ve Aşk kavramlarını işler. Zalimin geçici ikbalinden (Lâedrî), fani dünyanın serap denizine (Örfî), oradan ibadetle elde edilen Yâr-ı Bâkî’ye (Muhibbî) uzanan bu yolculuk, istişare (Zârifi), rıza (Muallim Şâkir) ve uyum (Mevlânâ) ile desteklenir. Nihayetinde tüm sıkıntılar (Dürrî) ve acılar (Fuzûlî), aşkın ve fenânın sonsuzluğunda (Mevlânâ) son bulur.
ÖZET
Bu makale, Bâkî, Örfî, Lâedrî, Muhibbî, Zârifi, Dürrî, Muallim Şâkir, Fuzûlî ve Hz. Mevlânâ’ya ait seçkin beyit üzerinden, dünyanın fâniliği ve manevi olgunlaşma yolunu incelemektedir. Bâkî ve Örfî’nin uyarılarıyla dünyanın geçici ve aldatıcı yüzü ortaya konulurken, Lâedrî ilahi adaletin tecelli gücünü (zâlimin rişte-i ikbâlini kesen âh) vurgular. Muhibbî, fani zevkleri terk edip ebedi sevgiliye ibadetle yönelmeyi öğütlerken; Zârifi istişarenin (meşveret), Mevlânâ ise uyumun (hem-sıfat) önemini beşerî ilişkilerde huzurun anahtarı olarak sunar. Muallim Şâkir, insanın kahrı da lütfu da Cenâb-ı Kibriyâdan bilerek tam tefviz ve rıza makamına ulaşmasını ister. Dürrî, iç sıkıntıların seher vakti edilen bir âh ile çözüleceğini belirtirken, Fuzûlî ve Mevlânâ’nın beyitleri ise hakiki aşkın şiddetini (gönüldeki söndürülemez odlar) ve vefa-cefa ikiliklerinden azade oluşunu (gerçek aşkta ne vefa ne cefa) anlatarak makaleyi manevi zirvede sonlandırır.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
1. Ziyâ Paşa – Beyit 125
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
روى خاكی ظلم ايله پامال ايدن ظالمك
زير خاكك حالتى كلمزمی يا رب يادينه
Beyit (Transliterasyon):
Rûy-ı hâki zulm ile pâmâl eden zâlimlerin
Zîr-i hâkin hâleti gelmez mi yâ Rab yâdına
İzah ve Açıklama:
Ey Rabbim! Yeryüzünü zulümle perişan eden zalimlerin toprağın altına girdiklerindeki hâli akıllarına hiç gelmez mi acaba?
2. Yûnus Emre – Beyit 134
Beyit (Osmanlıca):
درويشلك ديدكگری خرقه ايله تاج دگل
گونلون درويش ايلمين خرقه يه محتاج دگل
Beyit (Transliterasyon):
Dervîşlik dedikleri hırka ile tâc değil
Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtâc değil
İzah ve Açıklama:
Dervişlik, sadece hırka giymek ve başına taç takmakla olabilecek bir şey değildir. Gönlünü derviş edebilen kişi, zaten hırkaya muhtaç değildir.
3. Hz. Mevlânâ – Beyit 135
Beyit (Osmanlıca/Farsça):
آسوده كسى كه در كم و بيشى نيست
در بند توانگرى و درويشى نيست
فارغ ز جان و از غم خلق جهان
با خويشتنش به ذره یی خویشی نیست
Beyit (Transliterasyon):
Âsûde kesî ki der-kem u bîşi nîst
Der-bend-i tevângerî vü dervîşî nîst
Fâriğ zi-cihân u ez-gam-ı halk-ı cihân
Bâ-hîşteneş be-zerre-yî hîşî nîst
İzah ve Açıklama:
Azı ve çoğu düşünmeyen, zenginlik ve fakirlik kaydından azade olan kimse, dünyaya da dünya halkının gamına da aldırış etmez. Kendisinde de zerre kadar bir benlik duygusu kalmaz.
4. Lâedrî – Beyit 139
Beyit (Osmanlıca/Arapça):
محمد بشر لا كالبشر
بل هو ياقوت بين الحجر
Beyit (Transliterasyon):
Muhammedün beşerun lâ ke’l-beşer
Bel huve yâkûtün beyne’l-hacer
İzah ve Açıklama:
Peygamber Efendimiz ﷺ bir beşerdir; fakat diğer insanlar gibi değildir. Taşların arasında yakut ne ise Allah Rasûlü de insanlar arasında öyledir.
5. Nâ’ilî – Beyit 143
Vezin: Mef’ûlü Fâ’ilâtün Mef’ûlü Fâ’ilâtün
Beyit (Osmanlıca):
ای نائلى خموشى محض حكمتدر اما
اشعاری بویله سويلر استاد سويلينجه
Beyit (Transliterasyon):
Ey Nâ’îlî hamûşî mahz-ı hikmetdir ammâ
Eş’ârı böyle söyler üstâd söyleyince
İzah ve Açıklama:
Ey Nâ’îlî! Susmak hikmetin kaynağıdır, bunu biliyoruz; fakat üstat şiir söyleyince de böyle güzel söylüyor.
II. Zâlimin Unutuşu, Gönlün Dervişliği ve Sözün Hikmeti Üzerine Bir Mukayese
Bu seçkin beyitler silsilesi, dış görünüşün (simgeler, iktidar, zenginlik) geçiciliğine ve aldatıcılığına karşı, iç gerçeğin (gönül, benliksizlik, öz) kalıcılığını ve asaletini vurgular. Bütün hikmet, dünyaya ve benliğe dair kayıtların çözülmesinde yatar.
Zâlimin En Büyük Unutkanlığı: Ölüm ve Hesap
Makalenin hikmet zeminini, Ziyâ Paşa’nın dehşetli sorusu atar. O, dünyayı zulümle perişan eden (zulm ile pâmâl) iktidar sahiplerinin en büyük akıl tutulmasını sorgular:
Rûy-ı hâki zulm ile pâmâl eden zâlimlerin
Zîr-i hâkin hâleti gelmez mi yâ Rab yâdına
Ey Rabbim! Yeryüzünü çiğneyip geçen bu zalimler, toprağın altındaki hâllerini (zîr-i hâkin hâleti), yani ölümün ve hesabın kaçınılmazlığını neden akıllarına getirmezler? Ziyâ Paşa’nın bu beyti, ibretli ve düşündürücü bir tarihi ders verir: Zulümle kazanılan hiçbir makam ebedi değildir. Toprak, en güçlü hükümdarın dahi son durağıdır. Bu nihai sonu idrak edememek, zalimin cehaletinin ve bencilliğinin en büyük göstergesidir. Beyit, dünya saltanatına bel bağlayan her insana bir kefen bezinin kıymetini hatırlatan bir ayna görevi görür.
Hakiki Dervişlik: Gönül Hırkası ve Benliksizlik
Ziyâ Paşa’nın zahiri iktidarın fâniliğini ilan etmesinin ardından, Yûnus Emre ve Hz. Mevlânâ, gerçek manevi değerin ve iç huzurun nerede bulunacağını gösterirler. Yûnus Emre, dervişliğin kıyafet ve simgelerde değil, kalpteki durumda olduğunu net bir şekilde ifade eder:
Dervîşlik dedikleri hırka ile tâc değil
Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtâc değil
Yûnus Emre, dervişliğin sadece hırka giymek veya başa taç takmak gibi dış ritüellerle elde edilemeyeceğini söyler. Asıl olan gönlü derviş etmektir; yani kalbi tasfiye etmek, arındırmak ve alçakgönüllülükle doldurmaktır. Bu ruh haline ulaşan kişi, zaten dış bir simgeye (hırkaya) ihtiyaç duymaz.
Bu manevi derinliğin zirvesini ise Hz. Mevlânâ tanımlar. Gerçekten huzurlu (âsûde) insanın tarifi, bütün dünya kayıtlarından azade oluşunda yatar:
Âsûde kesî ki der-kem u bîşi nîst / Der-bend-i tevângerî vü dervîşî nîst / Fâriğ zi-cihân u ez-gam-ı halk-ı cihân / Bâ-hîşteneş be-zerre-yî hîşî nîst
Gerçekten huzurlu kişi, ne azlığı ne çokluğu düşünür; ne zenginliğin (tevângerî) ne de fakirliğin (dervîşî) esiri olur. Dünyadan ve dünya halkının derdinden de uzaktır. En can alıcı nokta ise: kendisinin dahi zerre kadar bir benlik duygusu (hîşî) kalmamıştır. Bu dört dizelik beyit, benlikten tamamen sıyrılma (fenâ), yani mutlak özgürlük ve huzur hâlini, edebi bir dille resmeder. Yûnus’un “Gönlün Dervişliği” ile Mevlânâ’nın “Benliksiz Huzuru,” iç hakikatin dış gösterişten üstünlüğünü ispatlayan iki temel direktir.
Özün Asaleti: Yakut ve Ustalıkla Konuşmak
İç hakikatin ne olduğunu ortaya koyduktan sonra, Lâedrî ve Nâ’ilî, bu hakikatin eşsizliğini ve ifade edilme biçiminin önemini gösterirler. Lâedrî, Hz. Peygamber’in benzersizliğini dile getirerek, asaletin kaynağının özde olduğunu belirtir:
Muhammedün beşerun lâ ke’l-beşer
Bel huve yâkûtün beyne’l-hacer
Bu edebi ve hikmetli beyit, Hz. Peygamber’in insani yönünü kabul ederken (Muhammedün beşerun), onun diğer insanlar gibi olmadığını (lâ ke’l-beşer) vurgular. Tıpkı taşların arasında yakutun (yâkûtün beyne’l-hacer) eşsizliği gibi, Peygamber Efendimiz de insanlar arasında manevi bir cevherdir. Bu, dervişlikten elde edilen iç özün, onu taşıyan kişiyi nasıl benzersiz kıldığının en yüce örneğidir.
Son olarak Nâ’ilî, bu iç özün ve hikmetin dışa vurumunun ancak ustalıkla yapılması gerektiğini savunur. Susmak (hamûşî) bir erdemdir, ancak ustaca konuşmak daha büyük bir sanattır:
Ey Nâ’îlî hamûşî mahz-ı hikmetdir ammâ
Eş’ârı böyle söyler üstâd söyleyince
Susmanın bizzat hikmetin kendisi olduğunu bilen Nâ’ilî, bu kuralı bozmanın tek istisnasını sunar: Üstat (üstâd), yani sözün ehli olan kişi, şiiri (eş’ârı) böyle güzel ve etkili söyleyince, bu durum hikmetten ayrılmaz. Bu beyit, iç bilginin (hikmet/hamûşî) değerini korurken, o bilginin ancak sanatlı bir yetkinlikle (üstâdâne) ifade edildiğinde gerçekten güçlü bir etki bıraktığını gösterir.
Netice: Hakikate Açılan Gönül
Bu beş beyit, zulümle inşa edilen dış otoritenin fâniliğini (Ziyâ Paşa) bir çıkış noktası olarak belirler ve hakikate açılan yolu gösterir. Bu yol, benlikten vazgeçişi (Mevlânâ) ve gönlün dervişliğini (Yûnus Emre) esas alır. Ardından, bu iç saflığın en yüce örneğinin yakut misali bir beşer (Lâedrî) olduğunu hatırlatır ve nihayet, bu iç bilginin (hikmet) dış dünyaya ancak ustaca ve güzel bir sözle (Nâ’ilî) aktarılması gerektiğini öğütler. Bu, Divan ve Tekke şiirinin insanlığa bıraktığı, tarihi, edebi ve ibretli bir manevi terbiye dersidir.
ÖZET
Bu makale, Ziyâ Paşa, Yûnus Emre, Hz. Mevlânâ, Lâedrî ve Nâ’ilî’ye ait beş beyit ve dizeyi inceleyerek, içdeki hakikat, adalet ve benliksizlik temalarını ele almıştır. Ziyâ Paşa, zulmedenlerin, toprağın altındaki hâllerini hatırlamayışlarını sorgulayarak dünyevî otoritenin fâniliğini ve ilahi adaletin kaçınılmazlığını vurgular. Yûnus Emre, dervişliğin hırka veya taç gibi dış sembollerle değil, gönlün derviş edilmesiyle gerçekleştiğini ifade ederken; Hz. Mevlânâ, az ve çoğu düşünmeyen, zerre kadar benlik duygusu kalmayan (hîşî nîst) kişinin mutlak huzurunu (âsûde kesî) tanımlayarak iç özgürlüğün zirvesini gösterir. Lâedrî, Hz. Peygamber’i taşlar arasındaki yakuta benzeterek, gerçek değerin özde ve ruhta olduğunu, dış görünüşte olmadığını belirtir. Son olarak Nâ’ilî, susmanın (hamûşî) hikmet olmasına rağmen, üstadın şiirinin o hikmeti en güzel şekilde dışa vurduğunu dile getirerek, iç bilgeliğin zarif ve etkili bir ifade biçimiyle taçlandırılması gerektiğini ortaya koyar.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
1. Nâbî – Beyit 142
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
طوب آه انكساره پايدار اولماز ينه
كشور جاهك نيچه سنگين حصارين كورمشز
Beyit (Transliterasyon):
Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz
İzah ve Açıklama:
Biz, mevki ve makam memleketinin taştan yapılmış nice kalelerini gördük ki onlar beddua ahının toplarına dayanamamışlardır.
2. Ziyâ Paşa – Beyit 138
Vezin: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Beyit (Osmanlıca):
آيينه سى ايشدر كيشينك لافه باقيماز
شخصك كورونور رتبة عقل اوزرنده
Beyit (Transliterasyon):
Âyînesi işdir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i akl-ı eserinde
İzah ve Açıklama:
Bir kişinin yeteneğini gösteren şey ne söylediğinden ziyade ne yaptığıdır. Çünkü bir insanın aklının derecesi ancak eseri üzerinde görülür.
3. Hz. Mevlânâ – Beyit 141 (Mesnevî’nin Girişi)
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün
Beyit (Osmanlıca/Farsça):
بشنو اين نى چون شكايت مى كند
از جداييها حكايت مى كند
Beyit (Transliterasyon):
Bişnev în ney çûn şikâyet mî koned
Ez cüdâyîhâ hikâyet mî koned
İzah ve Açıklama:
Şu ney nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun feryadı ayrılıkların destanı, hikâyesidir. (Ney, nefsani arzulardan kurtulmuş, ilâhî sevgi ile dolmuş kâmil insanın sembolüdür.)
4. Fuzûlî – Beyit 143
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
غم گونى ايتمه دل بياردن تيغك دريغ
خيردر ويرمك قارانو كيجه ده بيماره صو
Beyit (Transliterasyon):
Gam günü etme dil-i bîmârdan tîğin dırîğ
Hayr’dır vermek karanû gicede bîmâre su
İzah ve Açıklama:
Ey sevgili! Gam günü geldiğinde bu hasta gönlümden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme. Karanlık gecede, hastaya su vermek hayırlı bir iştir, sevaptır.
5. Fuzûlî – Beyit 137
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
عارضك ياديله نمناك اولسه مژگانم نوله
ضايع اولماز گل تمناسيله ويرمك خاره صو
**Beyit (Transliterasyon):
Ârızın yâdıyle nemnâk olsa müjgânım n’ola
Zâyi’ olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su
İzah ve Açıklama:
Ey sevgili! Senin yanağını anınca kirpiklerim ıslansa buna hiç şaşılır mı? Elbette böyle olacak, çünkü gül isteyen dikenleri de sular. Senin gibi bir gülün açması için dikene su vermek lüzumsuz değildir.
II. Gönlün Gücü, Eylemin Aynası ve Ayrılığın Destanı: Hakikat Yolunda Yürüyüş
Divan şiiri, Nâbî’nin hikmetli tecrübesi, Ziyâ Paşa’nın toplumsal tenkidi, Hz. Mevlânâ’nın ruhani feryadı ve Fuzûlî’nin aşk ve fedakârlık ahlakı ile birleşerek, fânilik ve ebediyet arasındaki ince çizgiyi aydınlatır. Bu beyitler, insanın iç dünyasının kudretini ve dış dünyaya yansıyan sorumluluğunu tarihi ve edebi bir derinlikle ele alır.
Enkisarın Topu: Maneviyatın Maddeye Galibiyeti
Hikmetli şair Nâbî, dünya tarihi boyunca nice iktidar ve mevki (câh) sahibi kişinin sonunu gözlemlemiş bir bilgelikle konuşur. O, zâlimin ve kibirlinin inşa ettiği otorite kalelerinin yıkılışının, maddî bir orduya değil, manevî bir güce bağlı olduğunu haykırır:
Top-ı âh-ı inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz
Nâbî, mevki ve makam memleketinin (kişver-i câh) taştan yapılmış nice sağlam kalelerinin (sengîn hisâr), kırık kalbin (inkisâr) âhının topuna (top-ı âh-ı inkisâr) dayanamayacağını söyler. Tarih, Firavunların, Nemrutların ve sayısız zalim iktidarın çöküşünü kaydetmiştir. Bu çöküşler, çoğu zaman ezilenlerin, bedduaların ve mazlumların gönlünden kopan feryatların birikimiyle gerçekleşmiştir. Bu beyit, iktidar sahiplerine, en sağlam surların bile ilahi adaletin tecelli edişi karşısında ne kadar zayıf olduğunu anlatan, ibret dolu ve düşündürücü bir derstir.
Lâf Değil İş: Aklın Rütbesi Eserde Görünür
Nâbî’nin manevi gücün zaferini ilan etmesinin ardından, Ziyâ Paşa, bu gücü kullanacak olan insanın dünyevi ölçüsünü netleştirir. 19. yüzyılın ıslahatçı zihniyetiyle konuşan Paşa, bir kişinin değerinin boş sözlerle (lâf) değil, somut eylemlerle (iş) ölçülmesi gerektiğini vurgular:
Âyînesi işdir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i akl-ı eserinde
Bir kişinin yeteneğini ve zekâsını (rütbe-i akl), yalnızca yaptığı işler (eser) gösterir; çünkü kişinin aynası iştir. Bu, laf kalabalığına ve gösterişe dayalı bir sosyal düzene karşı yapılmış güçlü bir edebi ve hikmetli uyarıdır. İster bir lider olsun, ister bir sanatkâr; bir insanın aklının derecesi ancak ortaya koyduğu somut ürünlerde, faydalı icraatlarda ve eserlerde tecelli eder. Bu hikmet, çağlar ötesi bir prensip olarak, laf üreten değil, icraat yapan kişiyi yüceltir.
Varoluşun Feryadı: Ayrılıkların Hikâyesi
Bu dıştaki adalet ve faaliyetin derinliğinde, Hz. Mevlânâ, insan ruhunun temel motivasyonunu, yani ayrılıktan duyulan sonsuz özlemi dile getirir. Mesnevî’nin açılış beyiti, Ney’in feryadını, ilahi aşka ulaşmanın yolunu arayan kâmil insanın simgesi olarak sunar:
Bişnev în ney çûn şikâyet mî koned
Ez cüdâyîhâ hikâyet mî koned
”Şu ney nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun feryadı ayrılıkların destanı, hikâyesidir.” Ney, kesildiği kamışlıktan, yani mutlak birlik yurdundan ayrılmış olmanın ıstırabını dile getirir. İnsan da, nefsani arzulardan kurtulup (kâmil insan) ilahi sevgiye doldukça, aslında kökünden, Yaradan’dan ayrı düşmüş olmanın feryadını yükseltir. Bütün çileler, bütün aşklar, bütün manevi arayışlar, bu cüdâyîhâ (ayrılıklar) hikâyesinin bir parçasıdır.
Sevginin Ahlakı: Gam, Sevap ve Fedakârlık
Ayrılığın kaynağını kavrayan ruh, Fuzûlî’nin mısralarında aşkın ve fedakârlığın en yüce mertebesine ulaşır. O, sevgiliden gelen kılıç gibi keskin bakışları bile bir ihsan olarak kabul ederken, bu çilenin ortasında dahi merhameti elden bırakmaz:
Gam günü etme dil-i bîmârdan tîğin dırîğ
Hayr’dır vermek karanû gicede bîmâre su
Ey sevgili! Aşkın verdiği gam günü geldiğinde, bu hasta gönlümden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme. Zira bu çile, karanlık gecede bir hastaya su vermenin sevabına benzer. Aşkın yarası bile, onu ihsan edenden geldiği için, bir lütuf ve sevaptır.
Bu fedakârlık ve çile kabulü, diğer beyitte doruğa ulaşır. Aşkın hedefi olan güle ulaşmak için, o gülü çevreleyen dikene (hâr) hizmet etmek, yani çile çekmek dahi sevgiliye ulaşmanın meşru bir yoludur:
Ârızın yâdıyle nemnâk olsa müjgânım n’ola
Zâyi’ olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su
Sevgilinin yanağını (ârız) anınca kirpiklerim (müjgân) ıslansa ne olur? Gül arzusunda olan için, dikene su vermek ziyan olmaz. Fuzûlî, âşıkın sevgilisi için katlandığı her türlü acı, gözyaşı ve fedakârlığın zayi olmadığını, aksine o yüce amaca hizmet ettiğini edebi bir dille anlatır. Bu, sevgi ve maneviyatta fedakârlık ahlakının en çarpıcı ifadesidir.
Netice: Bütün Bir Varoluş Rehberi
Bu beyitler, bize bütün bir varoluş rehberi sunar. Gücün yalnızca inkisârın âhında yattığını (Nâbî), bu gücü kullanacak kişinin aklının eserle ölçüldüğünü (Ziyâ Paşa), bütün bu eylem ve çilenin kökünde ayrılık feryadının olduğunu (Hz. Mevlânâ), ve bu feryat dolu yolculuğun ancak fedakârlık ve sevap ile anlam kazandığını (Fuzûlî) öğretir. Divan şiiri, böylece, dünya sahnesinde adaleti, iç dünyada ise hakikati arayan insana yol gösteren, tarihi, edebi ve ibretli bir kılavuz olmaya devam eder.
ÖZET
Bu makale, Nâbî, Ziyâ Paşa, Hz. Mevlânâ ve Fuzûlî’ye ait beş berceşte beyit üzerinden manevî güç, eylemin değeri, ayrılık ve fedakârlık temalarını incelemiştir. Nâbî, en güçlü iktidar kalelerinin bile mazlumların kırık kalpten çıkan âhına (Top-ı âh-ı inkisâr) dayanamayacağını belirterek manevî adaletin maddî otoriteye üstünlüğünü vurgular. Ziyâ Paşa, bir kişinin değerinin boş sözde değil, aklının derecesinin göründüğü eserde (iş) olduğunu söyleyerek eylem ahlakını öne çıkarır. Hz. Mevlânâ, Mesnevî’nin girişinde, Ney’in feryadını cüdâyîhâ (ayrılıklar) hikâyesi olarak niteleyip, insan ruhunun temelinde yatan ilahi özlemi ve manevi yolculuğu işaret eder. Son olarak Fuzûlî’nin beyitleri, sevgiliden gelen çileyi (Gam günü) dahi hayırlı bir iş (bîmâre su vermek) olarak görmeyi ve gül temennâsıyla dikene su vermenin (fedakârlık) aşkın gereği olduğunu öğreterek, çile ve öz güvenin fazîletini yüceltir. Makale, bu beyitlerin sunduğu hikmetin, insan hayatının bütün olarak hikmet oluşturduğunu göstermektedir.
I. Beyitlerin İktibas ve İzahı
1. Bâkî – Beyit 82
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
يره كچسه يريدر اهل فضيلت چونكه آه
عزّ و جاهك خار و خس دريا مثال اوستنده در
Beyit (Transliterasyon):
Yere geçse yeridir ehl-i fazîlet çünki âh
İzz ü câhın hâr ü has deryâ-misâl üstündedir
İzah ve Açıklama:
Fazilet ehli insanların dünyevî makam mevkî olarak alt kısımlarda yer alması şaşırtıcı değildir. Denize bakın, ne kadar çöp varsa hep üst kısımdadır.
2. Dürrî – Beyit 69
Vezin: Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
بر آه صبحه گاهه باقار عقدهء درون
زيرا گشادی غنچه يه باد سحر ويرير
Beyit (Transliterasyon):
Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn
Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir
İzah ve Açıklama:
Kalbindeki sıkıntının, düğümün çözümü seher vakti edeceğin bir âha, duaya bakar. Gonca ancak seher vakti rüzgârlarının verdiği ilhamla güle dönüşür.
3. Lâedrî – Beyit 156
Vezin: Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Beyit (Osmanlıca):
ظالمك رشتهء اقبالنى بر آه كسر
مانع رزق اولانك رزقنى الله كسر
Beyit (Transliterasyon):
Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser
Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser
İzah ve Açıklama:
Zâlimin gelecek ipini yani gelecek güzel günlerini mazlumun bir âhı keser. Haksız yere bir kimsenin rızkına mâni olanın rızkını da Allah keser.
4. Hz. Mevlânâ – Beyit 138
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
جفت ماي جفت بايد هم صفت
تا برايد كارها بامصلحت
جفت بايد بر مثال همدگر
در دو جفت كفش و موزه در نگر
Beyit (Transliterasyon):
Çift-i mâyî çift bâyed hem-sıfat
Tâ ber-âyed kârhâ bâ-maslahat
Çift bâyed ber misâl-i hem-diger
Der do-çift-i kefş ü mûze der niger
İzah ve Açıklama:
Eşlerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak! Ayakkabının bir teki ayağa dar gelir ise ikisi de işe yaramaz.
5. Örfî – Beyit 95
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Beyit (Osmanlıca):
روزگارك بويله ايّامندن عرفى اولما شاد
كشتى محنت زده ك بحر سراب اوستنده در
Beyit (Transliterasyon):
Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd
Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir
İzah ve Açıklama:
Ey Örfî! Gidişatın iyi olmasına, işlerin yolunda gitmesine çok sevinme. Sıkıntıların, elemlerin vurduğu bu gemin, bir hayal denizinin üstündedir.
II. Hikmet, Adalet ve Dünyanın Faniliği Üzerine Bir Makale: “Deryanın Altındaki Cevher ve Zâlimin İkbal İpi”
Divan şiiri, yalnızca bir estetik haz kaynağı değil, aynı zamanda hayatın en çetrefilli meselelerine ışık tutan, yüzyıllardır damıtılmış bir hikmet pınarıdır. Bâkî’den Hz. Mevlânâ’ya, Dürrî’den Lâedrî’ye uzanan bu berceşte beyitler, bize dünyanın karmaşık yapısını, adaletin kaçınılmazlığını, iç huzurun kaynağını ve insani ilişkilerin temelini ahenkli bir bütünlük içinde sunar. Bu beyitler zinciri, hakikat, adalet ve fânilik temalarını işleyerek okuyucuyu derin bir tefekküre davet eder.
Hakikat ve Dünya Mizanı: Bâkî’nin Deryası
Makaleye yön veren ilk hikmet, “Sultânü’ş-şuarâ” Bâkî’nin çarpıcı teşbihiyle açılır. O, fazilet ehlinin dünyevi makam ve mevki olarak alt kısımlarda yer almasını, kâinatın işleyişindeki bir paradoksla açıklar:
Yere geçse yeridir ehl-i fazîlet çünki âh / İzz ü câhın hâr ü has deryâ-misâl üstündedir
Bâkî, faziletin yeryüzünde itibar görmeyişini, bir denizin yüzeyindeki çer-çöpe (hâr ü has) karşı, asıl kıymetli cevherin denizin derinliklerinde kalmasıyla izah eder. Tarihin her döneminde, maddenin parıltısı mananın derinliğini gölgelemiştir. Oysa ki, toplumun manevi yükünü taşıyan, ilim ve irfanla donanmış kişiler, çoğunlukla “alt kısımlarda” kalmıştır. Bu, bir sitemden ziyade, bir tespittir; asıl kıymet, yüzeyin gürültüsünde değil, derinliğin sükûnetinde yatar. Bâkî, okuyucuyu, dünyevi izzet ve şöhretin (izz ü câh) tıpkı deniz yüzeyindeki değersiz atıklar gibi geçici ve hafif olduğu hakikatini idrak etmeye çağırır.
İç Huzurun Kaynağı ve Adaletin Soluğu: Dürrî ve Lâedrî’nin Âh’ı
Bâkî’nin faziletli insanın kaderini çizdiği noktadan hareketle, Dürrî ve Lâedrî, “âh” kavramının manevi ve adaleti sağlayan gücüne odaklanır. Dürrî, iç sıkıntının (ukde-i derûn) çözümünü seher vaktinin feyzine bağlar:
Bir âh-ı subhgâha bakar ukde-i derûn / Zirâ güşâdı goncaya bâd-ı seher verir
Kalpteki düğümün çözülmesi, bir çabanın veya dünya gücünün değil, Allah’a yönelen samimi bir seher âhının sonucudur. Tıpkı goncanın, seher yeliyle açılıp güle dönüşmesi gibi, manevi sıkıntılar da ancak ilahi bir ilhamla ferahlığa kavuşur. Bu, bireysel kurtuluşun ve huzurun yoludur.
Bu bireysel “âh”, Lâedrî’nin beytinde ise toplumsal adaletin kılıcı hâline gelir. Mazlumun sessiz feryadı, zâlimin geleceğini keser:
Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser / Mâni’-i rızk olanın rızkını Allâh keser
Lâedrî, tarihin defalarca şahitlik ettiği bir hakikati dile getirir: Hükümdarların ve güç sahiplerinin ikbal ipleri, çoğu zaman ordular veya ihtilallerle değil, mazlumların kalbinden kopan bir dua ve âhh ile kesilmiştir. Daha da ötesi, bir başkasının rızkına haksız yere engel olanın, en nihayetinde kendi rızkının da Kesici (Allah) tarafından kesileceği uyarısı, ilahi adaletin tecelli mekanizmasını gözler önüne serer. Bu beyitler, zulme uğrayan için umut, zâlim içinse en büyük ikazdır.
Toplumsal Ahenk ve Uyumun Sırrı: Hz. Mevlânâ’nın Misali
Bireysel manevi sükûnet ve toplumsal adalet temelleri atıldıktan sonra, Hz. Mevlânâ, hayati bir denge ve uyum ilkesini basit ama derin bir benzetmeyle ortaya koyar. O, eşlerin ve ortakların uyumunun önemini vurgular:
Çift-i mâyî çift bâyed hem-sıfat / Tâ ber-âyed kârhâ bâ-maslahat / Çift bâyed ber misâl-i hem-diger / Der do-çift-i kefş ü mûze der niger
Mevlânâ, işlerin doğru bir maslahatla (uygunlukla) yürümesi için eşlerin (veya genel olarak ortakların) “hem-sıfat” yani aynı vasıflara sahip, birbirine denk olması gerektiğini söyler. Misal olarak ayakkabı ve mesti gösterir: Bir çiftin tekleri birbirine benzemez ve uyum sağlamazsa, o çift ayakkabının hiçbir işe yaramayacağı aşikârdır. Bu hikmet, evlilikten iş ortaklığına, hatta bir toplumun kurumlarının işleyişine kadar her alanda geçerli olan denklik, uyum ve ahenk prensibini temel alır.
Geçicilik ve İbret: Örfî’nin Serap Denizi
Makalenin son beyiti, bütün bu dünyevi meşgalelerin ve geçici durumların üzerine bir fânilik perdesi örer. Şair Örfî, okuyucuyu (ve kendisini) dünyevi başarılara karşı aşırı sevinçten men ederek bir ihtiyat dersi verir:
Rüzgârın böyle eyyâmından Örfî olma şâd / Keştî-i mihnet-zede-k bahr-i serâb üstündedir
Ey Örfî! Dünyanın gidişatının iyi olmasından, işlerinin yolunda gitmesinden çok sevinme. Zira senin sıkıntılarla dolu gemin (keştî-i mihnet-zede) bile, bir serap denizinin (bahr-i serâb) üzerindedir. Bu, su gibi görünen ama asla suya kavuşulamayacak bir yanılma denizidir. Örfî, hem bireyin hem de devletlerin geçici refah dönemlerine aldanmaması gerektiğini, bu dünyanın temelinin istikrarsızlık ve fânilik üzerine kurulu olduğunu vurgular. Gerçek saadet ve istikrar, serap denizinin ötesinde aranmalıdır.
Sonuç: Edebi Mirasın Bütünlüğü
Bu beş beyit, Divan şiirinin sadece estetik bir sanat değil, aynı zamanda hayat okulunun başucu kitabı olduğunu gösterir. Bâkî, bize gerçek değerin gizlendiğini; Dürrî ve Lâedrî, manevi bir soluk olan âhın hem bireysel huzurun hem de ilahi adaletin kaynağı olduğunu; Mevlânâ, beşeri ilişkilerde uyumun zorunluluğunu; ve son olarak Örfî, bütün bu dünyanın fâniliğini öğütler. Bu beyitler, Türk-İslam medeniyetinin tarih boyunca süregelen hikmetli, ibretli ve düşündürücü bakış açısını, edebi bir zarafetle günümüze taşımaktadır. Onlar, geçmişin sesiyle geleceğe yön veren ebedî prensiplerin aynasıdır.
ÖZET
Bu makale, Divan şiirinin beş seçkin beyitini (Bâkî, Dürrî, Lâedrî, Hz. Mevlânâ ve Örfî) esas alarak, hayatın temel hakikatlerini incelemektedir. Bâkî’nin beytinden yola çıkarak, faziletin kıymetinin genellikle dünyanın yüzeyindeki değersiz unsurların altında kaldığı, yani gerçek değerin gizli olduğu fikri işlenmiştir. Dürrî ve Lâedrî’nin beyitleri, seher vaktinde edilen bir “âh”ın (içten dua ve feryat) hem bireysel sıkıntıları çözen bir manevi güç hem de zâlimin geleceğini kesen bir ilahi adalet mekanizması olduğu temasını birleştirmiştir. Hz. Mevlânâ’nın dörtlüğü, ayakkabı benzetmesiyle, işlerin başarılı yürümesi için eşler ve ortaklar arasındaki uyum ve denkliğin hayati önemini vurgulamıştır. Son olarak Örfî’nin uyarısı, dünyevi refah ve başarının geçici olduğu, insanın sıkıntı gemisinin dahi bir “serap denizi” üzerinde yüzdüğü gerçeğiyle okuyucuyu fânilik üzerine tefekküre davet etmiştir. Makale, bu beyitlerin sunduğu hikmetin, adalet, uyum ve ibret temalarıyla edebiyat tarihimizdeki bütüncül ve düşündürücü rolünü özetlemektedir.
1. Alvârlı Muhammed Lütfi
İktibas:
Sakın incitme bir cânı
Yıkarsın arş-ı Rahmânı
Alvârlı Muhammed Lütfi
İzah ve Açıklama:
Bu iki mısra, gönül ahlakının mutlak önemini ve hassasiyetini vurgular. “Sakın bir canı incitme”, zira bir gönlü kırmak, mecazi olarak “Rahmân’ın arşını (Allah’ın arşını) yıkmak gibi” ağır bir günah ve sonuç doğurur. Bu, gönlün Allah’ın tecelli ettiği yer olduğu inancına dayanan, manevi sorumluluğu en üst düzeye çıkaran bir hükümdür.
2. Es’âd Muhlis Paşa
İktibas:
Mey gibi her bir harâmın sekri olsaydı eğer
Ol zaman ma’lûm olurdu mest kim huşyâr kim
Es’âd Muhlis Paşa
İzah ve Açıklama:
Es’âd Muhlis Paşa, ikiyüzlülüğü ve riyayı eleştiren düşündürücü bir varsayımda bulunur. “Eğer işlediğimiz her bir günahın, şarap gibi bir sarhoşluk veren etkisi (sekri) olsaydı”, o zaman kimin sarhoş (mest) ve kimin aklı başında (huşyâr) olduğu herkes tarafından bilinirdi. Yani günahların gizli kalması, insanların gerçek manevi hallerini saklamasına, dolayısıyla riyakârlığa ve ikiyüzlülüğe yol açmaktadır.
3.Kalp Kırmanın Yıkımı: İki Temel Ahlak Kuralı
Bütün manevi yolculuğun ve tevazuun merkezinde gönül ahlakı vardır. Hz. Mevlânâ, bütün dünyevi ve uhrevi hırsların sonunun ölüm olduğunu hatırlattıktan sonra, temel ahlaki emri verir: “Âzâr-ı dil-i hiç moselmân meteleb” (Hiçbir müslümanın kalbini incitmeyi gözetme). Bu emir, Alvârlı Muhammed Lütfi tarafından en uç noktaya taşınır: “Sakın incitme bir cânı / Yıkarsın arş-ı Rahmânı”. Bir gönlü kırmak, mecazi olarak ilahi arşı yıkmak kadar büyük bir vebaldir.
Bu yüce gönül ahlakı, Hoca Ahmed Yesevî’nin felsefesinde hizmet ahlakına dönüşür. O, gönlü kırık olana merhem olmayı ve mazluma yoldaş olmayı emrederken, kibirden (Mâ u menlik’ten) kaçmayı da öğütler. Hakka yakınlık, kibirde değil, tevazuda ve hizmette saklıdır.
Gönlün en yüce sırrı olan sevgi (muhabbet), korunması gereken bir emanettir. İzzet Ali Paşa, aşkın sırrının bir “Allah emaneti” ve “biricik bir cevher” olduğunu söyleyerek, onun cahil (nâ-dân) kişilere ifşa edilmemesi gerektiğini belirtir. Bu emanet, bazen çile, bazen coşku olarak tecelli eder. Muvakkit-zâde Pertev’in de dediği gibi, ilahi takdir kimini sevdaya, kimini bezenmişliğe bırakır; gül süslenirken bülbül çilede (gavdâda) kalır.
Bu çileli sevginin ifadesi, kelimelere sığmaz. Hâletî’nin gözyaşları, sevgilinin sualine karşı “hâzır-cevâb” olarak acıyı hemen anlatır. Aşkın tarifsiz ıstırabının en samimi tercümanı gözyaşıdır. Öte yandan, Kâmî’nin sitemi, vefanın yitirildiği dünyada bülbülün boş yere inlediğini gösterir.
Ancak bu ıstıraplı aşk, ebedi eserlerin kaynağıdır.
Son olarak, bu meşakkatli yolculukta düşen günahkârlar için Kâtibî, kibirli zühde karşı ilahi rahmete olan sarsılmaz güveni savunur: “Bizim Allâh’ımız vardır”. Bütün bu hikmet ve ahlakın nihai meyvesi ise özel bir karakterdir.
1. Hayâlî
İktibas:
Bizi bî-kes sanıp ey gam yok etmekden hazer kıl kim
Cihânı yok iken var eyleyen Allâh’ımız vardır
Hayâlî
İzah ve Açıklama:
Şair Hayâlî, bu beyitte gam’a (keder ve tasa) hitap ederek, tevekkülün ve ilahi kudretin gücünü ilan eder. Ey gam, bizi kimsesiz (bî-kes) sanıp da yok etmeye kalkışmaktan sakın ve çekin. Çünkü bizim, bütün kâinatı yoktan var eden bir Allah’ımız vardır. Bu, imanın ve tevekkülün verdiği manevi güçle, en büyük kederlere karşı dahi yılmamayı öğreten, derin bir teslimiyet ve ümit beyan eden düşündürücü bir sözdür.
2. Muvakkit-zâde Pertev
İktibas:
Kimini sevdi Hudâ kimini sevdâda kodu
Gülü arâyiş edip bülbülü gavdâda kodu
Muvakkit-zâde Pertev
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, ilahi takdirin (yazgının) ve imtihanın farklı tecellilerini anlatır. Allah (Hudâ), kullarından kimini sevmiş ve rızasına nail kılmış, kimini ise sevdaya ve imtihanın içine bırakmıştır. Bu durum bir örnekle açıklanır: Gülü (güzel olanı) süsleyip bezediği halde, bülbülü (aşık olanı) ise kavganın (gavdâ) ve çilenin içinde bırakmıştır. Bu, ilahi iradenin her kul için farklı bir imtihan yolu çizdiğini ve bazıları için aşkın kendisinin bir çile olduğunu gösteren, kadere ve hikmete dair düşündürücü bir tespittir.
3. Makale: Vahdet Yolunda Zühd ve Gönül Sırrı
1. Fâni Dünyanın Prangaları ve Tevbe İhtiyacı
İnsan, varlık sahnesindeki en büyük imtihanını vakit ve nefisle verir. Huldî’nin “gözler kapanmadan hesabı gör” uyarısı, hayatın ertelenemez bir görev olduğunu hatırlatır. Bu görev, şöhretin ve hırsın tuzaklarından (dâmgeh-i kayd-ı nâm ü neng) kurtulmayı gerektirir. Bâkî’nin “Ey pây-bend-i…” diye yakarışı, bizi dünyanın lüzumsuz meşgalelerine ne zamana kadar takılı kalacağımız sorusuyla yüzleştirir.
Zira bu dünya, Misli’nin tespit ettiği gibi, bir eğlence yeri değil. “Güldürürse bir vakit de hüzün eyler hitâm.” Geçici sevincin sonu daima kederdir ve bu, peygamberlerin dahi kaderidir. Dünya tahtı da bu fâniliğe dahildir. Muhibbî’nin (Kanuni Sultan Süleyman) dilinden dökülen “Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasudur” itirafı, dünyevi gücün dahi bir kargaşa olduğunu, asıl saadetin ise vahdette (yalnızlıkta ve birlik bilincinde) olduğunu gösteren tarihi bir ibrettir.
4. İlahi Takdir, Tevekkül ve Gönül Ahlakı
Fânilik bilinci, insanı tevekküle yönlendirir. Şair Hayâlî, en büyük keder olan gam’a dahi meydan okur: “Bizi bî-kes sanıp ey gam yok etmekden hazer kıl kim / Cihânı yok iken var eyleyen Allâh’ımız vardır.” Bu tevekkül, aynı zamanda ilahi takdirin farklı tecellilerini de kabul etmeyi gerektirir. Muvakkit-zâde Pertev’in dediği gibi, “Kimini sevdi Hudâ kimini sevdâda kodu”. Gül bezenir, ama bülbül çilede (gavdâda) kalır; her birine düşen imtihan farklıdır.
Bu imtihanların en büyüğü ise gönül kırmama ahlakıdır. Hz. Mevlânâ, bütün çabaların ve mülk arayışının ölümle sonlanacağı gerçeği karşısında, “Âzâr-ı dil-i hiç moselmân meteleb” (hiçbir müslümanın kalbini incitmeyi arama) diyerek, kalbi Allah’ın nazargâhı ilan eder. Bu ahlak, Hoca Ahmed Yesevî’nin yolunda hayat bulur: “Kayda körseŋ köŋli sınuk merhem bolgıl.” Kırık gönüllere merhem olmak, kibirden (Mâ u menlik’ten) uzak durmak, Mahşer’de Hakk’a yakın olmanın anahtarıdır.
5. Rahmet, Zühd ve Eşsiz Şahsiyet
Nihayetinde, bütün bu manevi yolculuk ve çile, kuru bir zahitliğe değil, Allah’ın geniş rahmetine dayanır. Kâtibî, günahkâr (mücrim) olsa da, şefaate ve Allah’ın merhametine olan güvenini, zahidin kuru zühdüne karşı savunur.
Bütün bu yüksek ahlakı, tevekkülü hayatında toplayan, özel ve yüksek karakterli şahsiyet ise daima gıptayla anılır. Yahya Kemal ve Süleyman Nazif’in ortak beyitleri, bu karakterin zirvesini tanımlar: “Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine / Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine.” Bu beyit, taklitçilikten uzak, asil duruşuyla emsalsiz olan bir insan idealine duyulan derin bir özlemdir.
Makale Özeti
• Fânilik ve Muhasebe: Dünya hayatı geçicidir, her neşenin sonu hüzünle biter. İnsan, gözleri kapanmadan tövbe etmeli ve dünyanın lüzumsuz meşgalelerinden uzaklaşarak vaktinde kendi nefs muhasebesini yapmalıdır. Hatta saltanat bile bir kargaşa olup, asıl saadet vahdettedir.
• Ahlak ve Tevekkül: Ölümün kesinliği karşısında en önemli ahlaki vazife, gönül kırmamaktır. Kibir ve benlik davasından kaçınarak kırık gönüllere merhem olmak, ilahi rızaya yakın olmanın yoludur. En büyük kederlere karşı dahi, kâinatı yoktan var eden Allah’a tevekkül etmek gerekir.
• Zühd ve Şahsiyet: Kusurlu olana rağmen, kuru zühde ve kibre değil, Allah’ın rahmetine ve şefaate güvenmek esastır. Bütün bu hikmet ve ahlakı nefsinde toplayan, özel ve emsalsiz (devr-i kadîm efendisi) karaktere binlerce kez gıpta edilir.
Zincirleri Kırılan Dünya: Maskelerin Düştüğü Zaman
Bir zamanlar dünya, görünmeyen zincirlerle bağlanmıştı.
Bu zincirler demirden değil, korkudan, hırstan, makamdan, paradan ve sefahatten örülmüştü.
Kimi darbeyle, kimi borçla, kimi şehvetle esir alınmıştı insanlık.
Fakat o zincirlerin ucunda, sinsi bir el, kadim bir akıl vardı:
Tarihin karanlık dehlizlerinde kendini “seçilmiş” sanan, başkalarını köle sayan o ruh…
Ve bugün onun siyasi siması: İsrail.
Bir Asrın Maskesi Düşüyor
Asırlarca zulmünü medeniyet diye sundu.
Hırsızlığını ticaret, sömürüsünü kalkınma, katliamını savunma diye gösterdi.
Medya, siyaset, finans ve kültürle — insanlığın damarlarına sızdı.
Bir halkın yüreğini, bir ümmetin hafızasını esir almak istedi.
Kudüs’ü esir aldı, kalpleri fethetmeye kalktı.
Ama unuttu: Hakikat, ne kadar örtülse de bir gün parlar.
Bugün artık dünya, o maskeyi yırtıyor.
Çünkü maskenin ardında bir yüz değil, bir yara var.
Gazze’de akan kan, insanlığın kalbinde yankılanıyor.
Afrika’nın mazlum çocukları, Asya’nın yorgun anneleri, Latin Amerika’nın sessiz halkları —
artık aynı hakikati görüyorlar:
Zulmün dini, dili, milleti yoktur. Ama zalimin yüzü bellidir.
Tarihin Dönüm Noktası
Firavun’un sarayında Musa’nın duası yankılanıyor yeniden.
Nemrud’un ateşi büyüdükçe, İbrahimlerin sayısı artıyor.
Bir çağ kapanıyor; zulüm düzeninin çatlaklarından ışık sızıyor.
Tarihin terazisi yeniden kuruluyor.
Çünkü Allah, zalimlere mühlet verir ama ihmal etmez.
Ve zulüm, kendi çukurunu kazmaya başladığında —
hakikat yürümeye başlar.
Yeni Bir Şuurun Doğuşu
Bugün yeryüzü, sadece bir direniş değil, bir uyanış yaşıyor.
Artık tanklar değil, kalpler yürüyor.
Artık para değil, vicdan hükmediyor.
Artık “küresel efendiler” değil, hakikatin sesi yankılanıyor.
Dünya, İsrail’in ve destekçilerinin yalan maskesini düşürdü.
Artık insanlık, korku zincirlerini kırıyor.
Çünkü hakikat zincir tanımaz.
Ve bir kere özgürlüğü koklayan ruh, bir daha esir olmaz.
Son Söz:
Bütün maskeler düştü.
Şimdi sahnede sadece hakikat ve yalan var.
Zincirleri kırılmış bir dünyanın eşiğindeyiz.
Ve tarih, bir kez daha yazılıyor:
“Zalimler için yaşasın cehennem.”
Çünkü her çağın Firavunu olur,
Ama Allah, her Firavun’un karşısına mutlaka bir Musa çıkarır.
“Paranın Zinciri, Sefahetin Tuzağı: Dünyayı İki İple Bağlayan Güç”
Dünyada faiz yoluyla parayı ve sefahet yoluyla da kadını elinde tutan yahudiler;
dünyayı bu ikisiyle kontrol etmektedirler.[1]
Yüz sene önce böyle olduğu gibi bugünde bankalar yoluyla parayı, Epstein gibilerle de kadın ve sefaheti isletmektedirler.
Bediüzzaman bu illete ve zillete ayetlerden delil getirerek şöyle izah etmiştir;
“Meselâ, -Kızlarınızı sağ bırakıp yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı. (Bakara Sûresi: 49.)-
Benî İsrâil’in oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hâdise ünvânıyla, Yahudî milletinin ekser memleketlerde her asırda mâruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefîhânede oynadıkları rolü ifade eder.
-Sen Yahudîleri, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun. (Bakara Sûresi: 96.)
Onların çoğunun günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Ne kötü bir şeydir o yaptıkları! (Mâide Sûresi: 62.)
Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Mâide Sûresi: 64.)
İsrâiloğullarına Tevrat’ta şöyle bildirdik: “Siz yeryüzünde iki kere fesad çıkaracaksınız. (İsrâ Sûresi: 4.)
Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin. (Bakara Sûresi: 60; A’râf Sûresi: 7.)
Yahudîlere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’ânî, o milletin hayat-ı içtimâiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumiyi tazammun eder ki: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, sermâye ile mübâreze ettirip, fukarâyı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem-i mâl eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve dâimâ zulmünü gördükleri hükümetlerden ve gàliplerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.” Sözler.366.
*******
Tarih, insanlığın kalbine vurulmuş zincirlerin hikâyesidir. Bu zincirlerin bir ucu paraya, diğer ucu ise sefahete bağlanmıştır.
Bu iki ipi, asırlardır maharetle tutan bir el vardır: Yahudi sermayesi ve Siyonist akıl.
I. Parayla Kurulan Krallık
Bediüzzaman Said Nursî, bir asır önce “Sözler”de bu gerçeği açıkça dile getirirken, sadece bir dönemin siyasetini değil, çağlar boyu süren bir dünya düzenini işaret ediyordu:
“Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip, fukarâyı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren o millet olduğu gibi…”
(Sözler, 366)
Faizle parayı büyüten, emeği küçülten bir düzen…
Bu düzenin kalbi bankalardır; damarları borsalardır; beyni ise faizin matematiğini ilahî bir kanun gibi insanlığa kabul ettiren küresel sermaye aklıdır.
Bir zamanlar Firavun’un sihirbazları insanları gözbağıyla büyülerdi; bugün faiz sihirbazları ekranlardan, raporlardan, grafiklerden yeni bir “büyü” üflemektedir:
“Faiz artarsa istikrar gelir.”
“Para çoğalırsa refah artar.”
Hâlbuki o para, insanın emeğini emen görünmez bir zincir olmuştur.
II. Sefahetle Kurulan Esaret
Nursî’nin ikinci vurgusu, “kadınların hayatta bırakılması” hadisesidir. Bu cümle, sadece bir tarihî olayı değil, insanlığın ahlâkî çöküşünü temsil eder:
“Kadın ve kızlarını hayatta bırakmak… onların hayat-ı beşeriye-i sefîhânede oynadıkları rolü ifade eder.”
(Sözler, 366)
Bugün sefahet, sadece bir günah değil; bir endüstri, bir psikolojik savaş aracıdır.
Hollywood’dan sosyal medyaya, moda podyumlarından dijital ağlara kadar her şey insanı “tüketici” kılmak, arzularını kışkırtmak için tasarlanmıştır.
Bir zamanlar kadın hayatın iffetli kalbi idi; şimdi reklamın yüzü, ticaretin malzemesi yapılmıştır.
Jeffrey Epstein gibi karanlık isimler, aslında birer gölgedir.
Asıl görünmeyen el, insanın fıtratını bozan, şehveti ideolojiye, zevki hürriyet zannına dönüştüren zihindir.
Böylece, insanın iradesi elinden alınmış, sefahet bir uyuşturucu, para bir bağımlılık hâline gelmiştir.
III. Zilletin Hikmeti ve Hakikati
Bediüzzaman’ın dikkat çektiği bu iki illet —faiz ve sefahet— sadece bir kavme ait değildir.
Bugün bu iki ateş, bütün insanlığın evine girmiştir.
Evlerimizi tüketimle, ruhlarımızı arzuyla, kalplerimizi hırsla yakmaktadır.
Kur’ân bu zilleti şöyle bildirir:
“Onlar, kendilerine Allah’tan bir ceza gelinceye kadar zillet ve meskenet damgası vurulmuştur.
Bu, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri sebebiyledir.”
(Bakara Sûresi, 61 )
Zillet, hakikatten kopmanın cezasıdır.
Kim Kur’ân’ın adaletini bırakır, faizin sistemine sığınırsa; kim iffetin nurunu terk eder, sefahetin ateşine yaklaşırsa; o da bu zilletin gölgesine düşer.
IV. Zincirleri Kıracak Nur
Fakat bu zincirler ebedî değildir.
Onun içindir ki zaman, imanın nurlarıyla aydınlanacaktır. Bir müjde olarak dünde ve bugün de geçerlidir.
Çünkü faiz karanlıktır, ama infak nuru onu deler.
Sefahet bir bataktır, ama iffet nuru onu kurutur.
Zincirler parayla bağlandıysa, imanla kırılır.
Dünya sefahetle kirletildiyse, hayâ ile temizlenir.
Ve o gün, insanlık tekrar “malın hizmet ettiği, insanın aziz olduğu” bir dünyaya uyanacaktır.
Sonuç: İki İple Bağlı Dünya
Faiz ve sefahet…
İkisi de görünmez zincir; ikisi de kalbi esir alan birer sihir.
Birincisi insanın emeğini çalar, ikincisi iradesini.
Birincisi cebini soyar, ikincisi ruhunu.
Bediüzzaman’ın bir asır önce gösterdiği o “iki büyük illet”, hâlâ insanlığın kalbinde atıyor.
Fakat her hastalığın devası, her karanlığın sabahı vardır.
Çünkü Kur’ân’ın nuru, ne faizle söner, ne sefahetle kirlenir.
Ve bu nur, zincirleri kıracak olan hakikatin ta kendisidir.
BERCESTE VE İZAHI – 8 –
.
1. Nâbî
İktibas:
Değil zâta mâ’il halk mâl ü câhâdır rağbet
Dirâht etrâfına kimse dolaşmaz bârdan sonra
Nâbî
İzah ve Açıklama:
Hikemi (hikmetli) şiirin temsilcisi Nâbî, bu beyitte insan ilişkilerindeki menfaatçiliği ve ikiyüzlülüğü eleştirir. İnsanların bir kişinin şahsiyetine (zâta) değil, onun malı ve makamına (mâl ü câhâ) rağbet ettiğini söyler. Bu durumu bir benzetmeyle açıklar: Meyveli bir ağacın etrafına, meyvesi (bâr) bittikten sonra kimse toplanıp dolaşmaz. Bu, dostluğun, saygının ve ilginin çıkar ilişkilerine dayandığı toplumsal bir gerçeğin, ibret verici ve düşündürücü bir tespiti ve eleştirisidir.
2. Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman)
İktibas:
Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasudur
Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi
Muhibbî
İzah ve Açıklama:
Osmanlı’nın en kudretli padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın (mahlası Muhibbî) bu beyti, tarihi ve ibretli bir değere sahiptir. İlk mısra, Padişah’ın kendi hayatından çıkardığı derin bir tespittir: “Saltanat (hükümdarlık) dedikleri şey, ancak dünya kavgası (cihân gavgasu) ve didişmesinden ibarettir.” İkinci mısrada ise asıl saadetin nerede olduğunu belirtir: “Bu dünyada, yalnızlık, teklik ve birlik (vahdet) gibi bir baht ve mutluluk yoktur.” Vahdet, hem tasavvufi anlamda Allah ile birlik hem de dünyevi anlamda yalnızlık ve huzur anlamına gelir. Hükümdarın bu sözü, dünyevi gücün boşluğunu ve manevi huzurun üstünlüğünü gösteren en büyük tarihi ibrettir.
3. Osman Kemâlî Efendi
İktibas:
Her ne yüze baksa göz âyînedekendin görür
Vechini pâk eyle kim mir’âta bühtân olmasın
Osman Kemâlî Efendi
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, nefs muhasebesi ve eleştirinin kaynağı üzerine düşündürücü bir hikmettir. Şair, insanın aynanın yüzüne baktığında ne görüyorsa, aslında kendini gördüğünü söyler. Ayineden kasıt hem gerçek ayna hem de etrafındaki dünyadır. İkinci mısrada ise ahlaki ders verilir: “Sen kendi yüzünü temiz tut (vechini pâk eyle) ki, aynaya (mir’âta) iftira (bühtân) olmasın.” Yani, dünyada gördüğün kötülükler veya aksaklıklar, esasen senin kendi kalbinin yansıması olabilir. İnsan, eleştirmeden önce kendi nefsini düzeltmelidir.
4. İzzet Ali Paşa
İktibas:
Nâ-dâna fâş eyleme sırr-ı muhabbeti
Bir gevher-i yegânedir Allâh emâneti
İzzet Ali Paşa
İzah ve Açıklama:
İzzet Ali Paşa, ilahi aşkın (muhabbetin) değerini ve korunması gerektiğini vurgular. “Nâ-dân” (cahil, bilgisiz, idrakten yoksun) kişiye “sırr-ı muhabbeti” (sevginin sırrını) açıklamamasını (fâş eyleme) öğütler. Çünkü bu sevgi, “biricik bir cevher” ve **”Allah’ın emaneti”**dir. Bu, tasavvufta sıkça işlenen bir ilkedir: İrfan ve hakikat sırları, liyakati olmayan, idrakten yoksun ve cahil kalplere açılmamalıdır. Gönüldeki bu manevi hazinenin kıymetini bilmeyenlere ifşa edilmesi, emanete ihanet sayılır.
Makale: Gönül, Taht ve Ayna: İrfan Yolculuğunda Hikmet
Büyük şairler ve hikmet sahipleri, hayatı bir gönül muhasebesi olarak görmüşlerdir. Onların sözleri, fani dünyanın aldatıcı tahtları ile ebedi saadetin sırrı olan dahili tevazu ve samimiyet arasındaki ince çizgiyi çizer. Bu berceste beyitler, birbiriyle uyum içinde, insanı yüksek bir ahlakın ve derin bir irfanın peşine düşmeye davet eden bir rehber niteliğindedir.
I. Fânilikten Kâinata: Tahtın Boşluğu ve Evrensel Keder
Kanuni Sultan Süleyman (Muhibbî) gibi bir cihan hâkimi bile, ömrünün zirvesinde en büyük ibreti not düşmüştür: “Saltanat dedikleri ancak cihân gavgasudur / Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi.” Mutlak güç ve ihtişam, Kanuni için sadece bir kargaşadan ibaret kalmış, asıl mutluluğu yalnızlıkta ve deruni huzurda (vahdet) bulmuştur.
Bu dünyanın neşesi geçicidir; Misli’nin dediği gibi, her gülüşün sonu hüzünle biter. Bu, sadece sıradan insanların değil, peygamberlerin dahi kaderidir. Dünya, bir mutluluk yurdu değil, bir çile ve imtihan sahnesidir. Bu bakış açısı, insana kanaat etmeyi ve hırslarını dizginlemeyi öğreterek, asıl mükâfatı maneviyatta aramaya yönlendirir.
II. İrfanın Sırrı
Bu derin hakikatler, herkese açık değildir. İzzet Ali Paşa, **”sırr-ı muhabbeti”**n, yani ilahi aşkın sırrının “bir gevher-i yegâne” olduğunu ve cahil (nâ-dân) kişilere açıklanmaması gerektiğini öğütler. İrfan, liyakat ve idrak ister.
Nâbî, menfaatçi ilişkileri eleştirirken, Osman Kemâlî Efendi ise daha derine iner: “Vechini pâk eyle kim mir’âta bühtân olmasın.” Gördüğün kusurlar senin kendi kalbinin yansıması olabilir; aynayı (dünyayı) suçlamadan önce, kendi yüzünü (nefsini) temizle. Bu, bütün hikmetlerin başladığı ve bittiği yerdir: Kendi nefsini tanıma ve temizleme zorunluluğu.
Makale Özeti
Sözler, birbirini tamamlayan şu temel temada yoğunlaşır:
• İrfan ve Emanet: İzzet Ali Paşa aşkın sırrının liyakati olmayanlardan korunması gereken bir ilahi emanet olduğunu ve karşılıksız beklentilerin anlamsızlığını vurgular.
• Sanat ve Karakter: İbn-i Kemâl, hakiki sanatın samimi çileden doğduğunu gösterirken; Hâletî, aşk acısının gözyaşıyla ifade edildiğini anlatır. Nâbî ve Osman Kemâlî Efendi ise, dış dünyayı eleştirmeden önce nefsi temizleme gerekliliğini ve bu temizlenmenin sonucunda bir karakterin ortaya çıkacağını belirtir.
Bu beyitler, bireyi manevi dürüstlüğe, toplumsal şefkate ve dahili huzura davet eden, uyumlu bir irfan dersi sunmaktadır.
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, insan hayatının en önemli meselesi olan ölüm ve muhasebe üzerine kuruludur. Şair, insanın dünyadaki ömrünün sınırlı olduğunu ve bu sürenin ne zaman biteceğinin belli olmadığını sert bir uyarıyla hatırlatır. “Seyyi’ât” kelimesi günahlar ve kötü ameller demektir. Huldî, kişiye gözleri kapanmadan (yani ölmeden) önce günahlarından tövbe etmesini emreder. İkinci mısrada ise amel defteri kapanmadan önce (yani ölümle kayıtlar sona ermeden) kendi hesabını dünyada iken görmesini, ne yapıp ettiğini muhasebe etmesini öğütler. Bu, bir erteleme hastalığına karşı bir uyarı ve zamana karşı sorumluluk bilincidir. Hikmetli yanı, zamanında yapılan tövbenin ve nefs muhasebesinin kıymetini vurgulamasıdır.
2. Yahya Kemal Beyatlı – Süleyman Nazif
İktibas:
Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine
Yahya Kemâl Beyatlı – Süleyman Nazif
(1. mısra Yahyâ Kemâl Beyatlı’ya, 2. mısra Süleyman Nazif’e aittir.)
İzah ve Açıklama:
Bu iki büyük şairin ortaklaşa söylediği bu meşhur beyit, özelliğin ve yüksek karakterin övgüsüdür. Beyit, aslen İbnülemin Mahmud Kemal İnal gibi “nev’i şahsına münhasır” (kendine has) bir zat için söylenmiştir. “Hezâr gıbta” binlerce kez özenme, gıpta etme anlamına gelir. “Devr-i kadîm efendisi” ise, geçmiş zamanın asil, zarif, terbiyeli ve yüksek ahlak sahibi insan tipini temsil eder. Beyit, o efendiye binlerce kez gıpta edildiğini ifade eder.
İkinci mısra, onun eşsizliğini ve taklit edilemezliğini belirtir: Ne o başkasına benzer ne de başkası ona. Bu, tarihin ve kültürün yetiştirdiği kendi zirvesinde bir şahsiyetin yüceltilmesidir; aynı zamanda kişisel ahlak ve edepteki özgünlüğün ne kadar değerli olduğunu gösteren edebi bir ifadedir.
3. Hoca Ahmed Yesevî
İktibas:
Kayda körseŋ köŋli sınuk merhem bolgıl
Andağ mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl
Rûz-ı mahşer dergâhığa mahrem bolgıl
Mâ u menlik halâyıkdın kaçtım menâ
Hoca Ahmed Yesevi
İzah ve Açıklama:
Büyük Türk-İslam mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevî’nin bu hikmeti, tevazu, şefkat ve hizmet ahlakının manifestosudur. Ana tema gönül kırmamak ve fakire, mazluma yoldaş olmaktır.
• İlk iki mısra: “Nerede görsen gönlü kırık, merhem ol sen. Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol sen.” Bu, Yesevî’nin yolunun temelidir: Bütün varlığıyla dertliye deva, yalnız kalana dost olmaktır.
• Üçüncü mısra: “Mahşer günü dergâhına yakın ol sen.” Bu amellerin karşılığında ahirette ilahi huzura yakınlık (mahrem olma) vadedilir.
• Son mısra: “Ben-benlik güden (Mâ u menlik) kişilerden kaçtım ben işte.” Yesevî, bu dünyevi “ben” ve “sen” (Mâ u men: Sen ve ben, yani benlik davası, kibir) ayrımı güden, gururlu insanlardan uzak durduğunu beyan eder. Bu, diyerkâmlığın ve nefsini terbiye etmenin en yüksek halidir.
4. Misli
İktibas:
Güldürürse bir vakit de hüzün eyler hitâm
Bunca peygâmber ki gelmiş var mı giryân olmadık
Misli
İzah ve Açıklama:
Bu beyit, dünya hayatının geçici ve aldatıcı doğasını gözler önüne serer. “Hitâm” kelimesi son, bitiş demektir. Şair Misli, ilk mısrada dünyanın insanı bir süre güldürse bile, o neşenin sonunun muhakkak hüzünle biteceğini belirtir. Dünya sevinci geçicidir. İkinci mısra, bu hüznün evrensel ve tarihi boyutunu pekiştirir: Bu kadar çok peygamber gelmiş, içlerinde hiç ağlamayan, dert ve ıstırap çekmeyen var mıdır? Peygamberler dahi imtihanlar karşısında gözyaşı dökmüşlerdir. Bu, hüzün ve kederin hayatın doğal bir parçası olduğu ve fani dünyadan sürekli bir mutluluk beklenmemesi gerektiği, tevekkül ve kanaat ruhunu telkin eden ibretli bir sözdür.
5. Kâtibî
İktibas:
N’ola mücrim isek yarın şefâ’at-hâhımız vardır
Dayansın zühdüne zâhid bizim Allâh’ımız vardır
Kâtibî
İzah ve Açıklama:
Şair Kâtibî, bu gazel beytiyle İslam’ın rahmet ve şefaat yönünü, gururlu zahitlik anlayışına karşı savunur. “Mücrim” günahkâr, suçlu demektir. Şair, günahkâr olsa bile mahşer gününde şefaat dileyecek (şefâ’at-hâh) olan Hz. Peygamber’in varlığıyla teselli bulur.
İkinci mısra, zahide (dinin sadece şeklî emirlerine tutunup kibirlenen sofuya) bir meydan okumadır: “Ey zâhid (ham sofu), sen kuru ibadetine ve nefsine dayanadursun, bizim (bütün kusurlarımıza rağmen) Allah’ımız vardır.” Bu beyit, amelin kuru şekline odaklanan bir zihniyete karşı, Allah’ın geniş rahmetine ve merhametine olan derin güveni ve tevazuyu ön plana çıkarır.
6. İbn-i Kemâl
İktibas:
Her sadâ kim zâhir oldu tîşe-i üstâddan
Bir eserdir taşra kalmış nâle-i Ferhâd’dan
İbn-i Kemâl
İzah ve Açıklama:
Osmanlı Şeyhülislamı ve âlimi İbn-i Kemâl, bu beyitte sanatın ve eserin kalıcılığı temasını işler. Beyit, ünlü Ferhat ile Şirin hikayesine telmihte bulunur. “Tîşe-i üstâd”, sanatkarın (üstadın) elindeki aleti, baltayı ifade eder; bu balta, sanatın üretildiği aracı sembolize eder. “Ferhâd’ın nâlesi” ise, aşkın verdiği acıyla dağları delerken çıkardığı inilti ve feryattır. Şair, ustanın elinden çıkan her sesin/eserin, Ferhat’ın aşk acısıyla çıkan iniltilerinden arta kalan bir eser olduğunu söyler. Yani: Gerçek sanat ve eser, kuru bir teknikten (baltadan çıkan sesten) değil, Ferhat’ın aşkı gibi derin bir ıstıraptan, samimi bir dertten doğar. Bu, sanatın kaynağının gönül ve çile olduğunu, kuru bir işçiliğin ise sadece boş bir ses olduğunu anlatan edebi ve düşündürücü bir tespittir.
7. Hâletî
İktibas:
Yâr hâlimden su’âl etse hemân giryân olur
Görmedim çeşmim gibi âlemde bir hâzır-cevâb
Hâletî
İzah ve Açıklama:
Şair Hâletî, bu zarif Divan şiiri beytinde aşk acısının derinliğini ve gözyaşının hazırcevaplığını dile getirir. “Yâr hâlimden su’âl etse” (Dost, benim hâlimi sorsa) mısrasına karşı “hemân giryân olur” (hemen ağlamaya başlar) cevabı gelir. Gözyaşı burada, dostun dilinin anlatmaya yetmediği dert ve ızdırabı anlatan hazır bir cevap olarak kişileştirilir. Şair, gözleri kadar hazırcevap (cevap vermeye hazır) bir başkasını görmediğini söyler. Bu, sevginin tarifsiz acısının sadece gözyaşları ile ifade edilebildiğini gösteren, edebi sanatı ve duygusal yoğunluğu yüksek bir beyittir. Dostun acısı o kadar derindir ki, hâli sorulduğunda kelimelere gerek kalmaz, gözyaşı hemen durumu özetler.
İzah ve Açıklama:
Hz. Mevlânâ, bu Farsça rubaide manevi samimiyet, dünyanın geçiciliği ve gönül ahlakı esaslarını öğretir.
• İlk iki mısra: “Dini vecibeleri yerine getirmeksizin Rahmân’ın cennetini isteme,” ve “Hakk’ın izni olmaksızın Süleyman’ın mülkünü isteme.” Bu, çaba, amel ve ilahi izin olmadan büyük sonuçlar beklemenin boşuna olduğunu, her şeyin bir kuralı ve izni olduğunu vurgular.
• Üçüncü mısra: “Mademki işin sonunda ölüm vardır” (Ecel hâhed bûd). Bütün dünyevi gayretlerin sonu ölümdür.
• Dördüncü mısra: “Öyleyse hiçbir müslümanın kalbinin kırılmasını isteme.” (Gönlünü incitmeyi arama, gözetme). Ölüm gerçeği karşısında, insanın en önemli ahlaki görevinin kalp kırmamak olduğunu belirtir. Çünkü gönül, Allah’ın nazargâhıdır. Yapılması gereken en kıymetli amel, gönülleri imar etmektir.
9. Hazreti Mevlânâ
İktibas:
Bâ-to suhenân-ı bî-zebân hâhem goft
Ez-comle-yi guş-hâ nihân hâhem goft
Coz-guş-ı to neşneved hadîs-i men, kes
Her çend miyân-ı merdomân hâhem goft
Hz. Mevlânâ
İzah ve Açıklama:
Bu Farsça rubai, hakikat sırrının herkese açık olmadığı ve gönül dilinin önemini vurgular. Mevlânâ, hakikatleri sadece onu idrak edebilecek olana, yani sevgiliye (hakikat yolcusuna) fısıldayacağını söyler.
• İlk iki mısra: “Sana dilsiz-dudaksız sözler söyleyeceğim. Bütün kulaklardan gizli bir şeyler anlatacağım.” Bu, **”sır”**rın kelimelerle ifade edilemeyeceğini, ancak kalpten kalbe akan bir manevi dille (bî-zebân) anlaşılabileceğini ifade eder.
• Üçüncü ve dördüncü mısra: “Bu sözleri halk içinde söyleyeceğim ama, senin kulağından başka hiçbir kulak duymayacak.” Hakikat, halkın ortasında da söylense, onu anlayacak olanın sadece hazır ve idrak sahibi bir gönül olduğu belirtilir. Bu, ilahi sırrın ve irfanın sadece liyakatli kalplere açıldığına dair tasavvufi bir derinlik taşır.
Makale: Fâni Dünyanın Hesabı ve Gönül İkliminin Eşsizliği
I. Fâni Dünyada İhmalin Bedeli ve Hesap Vakti
Hayat, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir imtihan sahnesi. Tarihin en büyük hikmetlerinden biri, insanın **”an”**ı ve **”son”**u idrak etme zorunluluğudur. Şair Huldî, bu zorunluluğu keskin bir uyarıyla dile getirir: “Kıl tevbe seyyi’âtına gözler kapanmadan / Vaktiyle gör hesabını defter kapanmadan.” Bu, basit bir dini emir değil, insanın kendine karşı dürüst olma ve sorumluluk alma çağrısıdır. Tövbe ve muhasebe, ertelenemez bir vazifedir. Eğer dünyevi işlerimizi bile defterler kapanmadan, süre dolmadan görüyorsak, ebedi hayatımızın sermayesi olan amellerimizin hesabını neden son dakikaya bırakalım? Bu hikmet, vaktin kıymetini bilme felsefesini kalbe nakşeder.
Bu hesaplaşma meselesi, hayatın kaçınılmaz doğasıyla da pekişir. Misli’nin dediği gibi, “Güldürürse bir vakit de hüzün eyler hitâm / Bunca peygâmber ki gelmiş var mı giryân olmadık.” Dünya, sürekli bir neşe yurdu değildir; her gülüşün sonunda bir hüzün perdesi vardır. Bu evrensel keder, en üstün insanlar olan peygamberlerin dahi hayatında mevcuttur. Bu, insanı dünya hırsından uzaklaştırıp, saadeti baki olan âlemde aramaya yönlendiren büyük bir tevekkül dersidir.
II. Gönül Kırma Yasağı ve Şefaat Sığınağı
Büyük hakikat, amellerin nihayetinde insanın kendini nereye konumlandırdığıdır. Hazreti Mevlânâ, hayatın bütün bu fani gailesini bir kenara bırakıp en önemli ahlaki ilkeyi ortaya koyar: “Çûn âkıbet-i kâr ecel hâhed bûd / Âzâr-ı dil-i hiç moselmân meteleb.” Mademki her şeyin sonu ölümdür, öyleyse hiçbir müslümanın kalbini incitmeyi gözetme. Bu, İslam ahlakının zirvesidir; gönül, Hakk’ın tecelli ettiği nazargâhtır. Gönül yıkmak, Kâbe yıkmaktan beterdir.
Bu gönül ahlakı, Hoca Ahmed Yesevî’nin hikmetiyle Anadolu ve Orta Asya topraklarında kök salmıştır. Yesevî, tevazunun ve halka hizmetin en yüce makam olduğunu söyler: “Kayda körseŋ köŋli sınuk merhem bolgıl / Andağ mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl.” Kırık gönüllere merhem olmak, mazluma yoldaş olmak, Yesevî’ye göre “Mâ u menlik” (benlik davası) güdenlerden kaçmanın ve Rûz-ı Mahşer’de Hakk’a yakın olmanın (mahrem bolgıl) tek yoludur.
Ancak insan fıtratı hata yapmaya meyillidir. İşte bu noktada Kâtibî, rahmet ve ümit kapısını aralar: “N’ola mücrim isek yarın şefâ’at-hâhımız vardır / Dayansın zühdüne zâhid bizim Allâh’ımız vardır.” Bu beyit, kuru ve gururlu zahitliğin karşısına, günahkâr da olsa Allah’ın engin rahmetine ve Hz. Peygamber’in şefaatine sığınanların tevazu ve ümidini koyar. Amellerimiz bizi kurtarmaz; bizi kurtaracak olan Allah’ın merhameti ve Peygamber’in şefaatidir.
III. Sevgi, Sanat ve Eşsiz Karakterin Sırrı
Söz uçar, eser kalır. Kalıcı eserlerin ve eşsiz şahsiyetlerin sırrı ise samimiyette gizlidir. İbn-i Kemâl, sanatın kaynağını tarif eder: “Her sadâ kim zâhir oldu tîşe-i üstâddan / Bir eserdir taşra kalmış nâle-i Ferhâd’dan.” Üstadın elindeki aletten çıkan her ses, kuru bir işçilikten ziyade, Ferhat’ın aşk acısı ve derin ıstırabından arta kalan bir eserdir. Gerçek sanat, teknikten değil, gönül çilesinden doğar.
Ancak bu derin gönül çilesi, her zaman karşılığını bulamaz. Kâmî, bu acıyı sevginin vefanın yitirildiği bir devirde şöyle feryat eder: “Güle kuş etdiremez yok yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler.” Bülbül boş yere inler, çünkü onun aşk ve vefa sayfasını okuyup dinleyen kimse kalmamıştır. Bu, sevginin ve fedakârlığın değerinin bilinmediği bir döneme dair edebi bir hicivdir.
Öyle derin bir acı ki, kelimeler dahi onu anlatamaz. Hâletî, sevginin bu tarifsiz hâlini gözyaşıyla ifade eder: “Yâr hâlimden su’âl etse hemân giryân olur / Görmedim çeşmim gibi âlemde bir hâzır-cevâb.” Aşığın derdi sorulduğunda, dil lal olur; dert, gözyaşı gibi hazırcevap bir tercüman bulur.
İşte bütün bu hakikat ve sır, ancak has kullara açılır. Mevlânâ, bî-zebân (dilsiz) sözlerin sırrını anlatır: “Coz-guş-ı to neşneved hadîs-i men, kes / Her çend miyân-ı merdomân hâhem goft.” Ben bu sırları halkın ortasında da söylesem, onu idrak edecek olan sadece senin gönül kulağındır. Hakikat, ancak hazır gönüllere tecelli eder.
Son olarak, bütün bu hikmetlerin vücut bulduğu nadir şahsiyetler vardır. Yahya Kemal Beyatlı ve Süleyman Nazif, böyle bir şahsiyeti “devr-i kadîm efendisi” diye yüceltirler: “Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine / Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine.” Bu, bütün bu hikmetleri hayatında toplayan, özel, dürüst ve yüksek ahlak sahibi insan tipine duyulan özlem ve hayranlığın edebi ifadesidir.
Özet
Bu makale, Huldî, Misli, Kâtibî, Hoca Ahmed Yesevî, İbn-i Kemâl, Hâletî ve Hz. Mevlânâ gibi farklı dönemlerin büyük düşünür ve şairlerinin hikmetli sözlerini merkeze almıştır. Temel olarak on aşama belirlenmiştir:
• Zamanı Değerlendirme: Huldî’nin uyarısıyla, ölüm gelmeden (gözler kapanmadan) önce günahlardan tövbe etme ve muhasebe yapma sorumluluğu.
• Dünyanın Fâniliği: Misli’nin vurgusuyla, dünya neşesinin geçiciliğini ve kederin evrenselliğini kabul etme gereği.
• Amel ve Mülk Dengesi: Mevlânâ’nın uyarısıyla, samimiyet ve çaba (ta’at) olmadan cennet ve dünyevi mülk istememenin hikmeti.
• Kibirden Kaçınma: Hoca Ahmed Yesevî’nin düsturuyla, benlik davası (mâ u menlik) güdenlerden kaçınarak tevazu yolunu seçme.
• Gönül Yapma: Yesevî ve Mevlânâ’nın ortak çağrısıyla, gönlü kırık olana merhem olma ve hiçbir insanın kalbini kırmama ahlakının en yüce görev olduğu.
• Rahmete Güven: Kâtibî’nin sözüyle, kuru zahitliğe karşı Allah’ın geniş rahmetine ve şefaatine sığınma ümidi.
• Sevginin Kaynağı: İbn-i Kemâl’in tespitiyle, kalıcı sanatın ve eserin kuru teknikten değil, derin gönül çilesinden (Ferhat’ın nâlesi) doğduğu.
• Vefanın Kaybı: Kâmî’nin feryadıyla, sevgi ve vefa gibi yüksek insani değerlerin kıymetinin bilinmediği bir zamana dair duyulan edebi hüzün.
• Sevginin Dili: Hâletî’nin ifadesiyle, sevginin acısının derinliğini kelimelerin değil, gözyaşının (hazırcevap) anlatabileceği.
• Eşsiz Şahsiyet: Yahya Kemal ve Süleyman Nazif’in övgüsüyle, bütün bu hikmet ve ahlakı nefsinde toplayan, özel ve taklit edilemez yüksek karakterli insana duyulan gıpta.
Bütün bu beyitler, fâni dünyanın geçici hesaplarından uzaklaşıp, gönül kırmama, tevazu ve aşkın çilesiyle olgunlaşan eşsiz bir karaktere ulaşma yolunu işaret eden, manevi ve edebi bir bütünlük oluşturmaktadır.