“Edeb yâ hû!”
Bu ifade, bir zikir, bir ihtar, bir nasihat, bir uyarı ve aynı zamanda bir hayat düsturudur. Asırlar boyunca tasavvuf meclislerinde, tekkelerde, sohbetlerde en çok duyulan sözlerden biridir. Zira edeb, insanı insan eden, ahlakı kemale erdiren, haddini bilmeyi öğreten ve kulluğun hakikatini gösteren en temel esaslardandır.
Edeb Nedir?
Lügat anlamı: Güzel ahlak, terbiye, ölçülü ve dengeli davranış.
Tasavvufta: Allah’a, Resulüne, insana, mahlûkata karşı konumunu bilmek; saygı, tevazu, nezaket, adab-ı muaşeret ile yaşamak.
İnsan, küçüklüğünü bilip haddini tanıdıkça kâinatın hakiki seyircisi, şahit ve nazırı olur. Haddini bilmeyen ise kendini kaybeder.
Edeb ve Edeb bilmek
Edeb, sadece şekilsel nezaket değil, ruhun zarafetidir.
“Edeb ya hu!” sadece bir söz değil, bir hayat düsturudur.
Her hâlimizde, her sözümüzde, her işimizde, kısacası varoluşumuzun bütününde bir ihtar gibi kalbimize asılmalı:
İsrail’in Gazze’de aylardır sürdürdüğü saldırılar, artık sadece bir savaş ya da çatışma değil, tarihe kara bir leke olarak geçen bir soykırım hâline gelmiştir. Çocukların açlıktan ölmesi, gıdanın silah olarak kullanılması, şehirlerin harabeye çevrilmesi, işgalin bir oyun ve eğlence hâline getirilmesi; Kur’ân’ın “esfeli sâfilîn” (aşağıların aşağısı) diye tarif ettiği hâlin en bariz tezahürüdür.
Zulmün Oyun ve Eğlenceye Dönüşmesi
Son günlerde bir İsrailli geliştiricinin Gazze’deki soykırımı konu alan bir bilgisayar oyunu yapması, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını gösteriyor.
Kur’ân, “Onların kalpleri vardır anlamazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, belki daha da aşağıdırlar.” (A’râf, 179) buyurur.
Gazze’deki ölümleri bir eğlence ve simülasyon hâline getirmek, bu ayetin canlı tefsiri mahiyetindedir.
Açlıktan Ölümler ve Kıtlık Dayatması
Son 24 saatte Gazze’de 1’i çocuk 6 kişi daha açlıktan hayatını kaybetti. Böylece açlıktan ölenlerin sayısı yüzlerceyi buldu. İsrail, insanlara gıda ve suyu dahi çok gören bir kuşatma siyasetiyle adeta “toplu kıtlık” uygulamaktadır.
Kur’ân’da, Firavun’un halkı kıtlık ve yoklukla cezalandırdığı anlatılır. Bugün İsrail, kendi zulmünü aynı yöntemle sürdürmektedir.
Dünyanın Tepkisi: Sumud Filosu ve Dayanışma
44 ülkeden yüzlerce aktivistin katıldığı Küresel Sumud Filosu, Gazze’nin ablukasını delmek için yeniden yola çıktı. Barselona’dan hareket eden tekneler, insanlığın vicdanî bir cevabı olarak denizlere açıldı. Bu filo, sadece yardım götürmek değil, aynı zamanda zalim karşısında direnişin küresel sembolü oldu.
Uluslararası Arenada İsrail’in Yalnızlaşması
Katar, İsrail’in barışa niyeti olmadığını açıkladı.
Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve sözcülerin demeçleriyle, Gazze soykırımını en yüksek perdeden dünyaya duyurmaya devam ediyor.
Trump bile artık İsrail’in “savaşı kazansa bile halkla ilişkilerde kaybettiğini” itiraf etti. Bu, İsrail’in en büyük destekçilerinden birinin bile hakikati görmek zorunda kalmasıdır.
İsrail, askeri alanda üstün görünse de, siyasi ve insani alanda “istenmeyen devlet” olma yolunda hızla ilerlemektedir.
Esfeli Sâfilîn Tezahürü
Kur’ân, insana yüksek bir makam verdiğini, fakat nankörlüğe, zulme, inkâra saparsa onu “esfeli sâfilîn” derekesine düşüreceğini bildirir (Tin, 5).
Gazze’de kadın, çocuk, masum insanlar açlıktan ölürken bunu bir strateji olarak gören; insanların canını hiçe sayan bir zihniyetin, bu ayetin manasını en açık biçimde sergilediği görülmektedir.
Zulmün Sonu ve İlahi Adalet
Tarih göstermiştir ki, zulüm ile abad olunmaz. Firavun’un sarayları Nil’de boğuldu, Nemrud’un saltanatı sinek ile yıkıldı. İsrail de zulmüyle yükseliyor görünse de, bu gidişin sonu çöküştür.
Bugün uluslararası dayanışma, vicdanların sesi, Sumud filoları ve yükselen tepkiler; zulmün artık sürdürülemez olduğunun işaretidir.
Sonuç: İnsanlığın İmtihanı
Gazze’de yaşananlar sadece Filistinlilerin değil, bütün dünyanın imtihanıdır. Çünkü zulüm karşısında sessizlik, dolaylı ortaklıktır.
Birleşmiş Milletler’in ve uluslararası toplumun, bu soykırımı durdurmak için harekete geçmemesi, kendi meşruiyetlerini tüketmektedir.
Gazze, insanlık için bir ayna olmuştur. Bu aynada kimimiz edebi, ahlakı ve vicdanı; kimimiz de esfeli sâfilîn derekesini göstermekteyiz.
İslam Dünyasının Uyanışı ve Geleceğe Yönelik Bir İttifak
“Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor ki: Bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da deccallane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar; ÂLEM-İ İSLÂM’IN TAM İNTİBAHIYLA VE YENİ DÜNYA’NIN, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve ÂLEM-İ İSLÂM’LA İTTİFAK ETMESİ ve İncil, Kur’ana ittihad edip tâbi’ olması, O DEHŞETLİ GELECEK İKİ CEREYANA karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder…” (EMİRDAĞ LÂHİKASI-1/ KUR’AN TEFSİRİ RİSALE-İ NUR’DAN/ 58.sh)”
İslam dünyası, tarih boyunca büyük medeniyetler inşa etmiş, geniş coğrafyalarda huzur ve adaletin sembolü olmuştur. Ancak, modern çağda karşılaşılan zorluklar ve Batı medeniyetinin etkisi, bu zengin mirası gölgede bırakmış gibi görünmektedir.
Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Emirdağ Lâhikası-1” adlı eserinde, 58. sayfada dile getirilen düşünceler, bu durumun bir teselli ve endişe kaynağı olduğunu anlatıyor. Nursi, İslam dünyasının yeniden uyanışına ve geleceğe yön verecek bir ittifaka işaret ederken, bu sürecin Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinde gerçekleşmesi gerektiğini savunuyor.
Metne göre, Batı medeniyetinin geniş boğuşmalarından daha büyük bir zararın, İslam dünyasının kendi iç dinamiklerini kaybetmesiyle ortaya çıktığı belirtiliyor. Bu açıdan, Nursi’nin önerdiği çözüm, Hristiyanlığın özündeki hakiki din anlayışının, İslam ile uyumlu bir şekilde harmanlanmasıdır.
Tevhide gelmesidir. Çünkü esas ve asıl mesele Tevhid yani Allah’ın birliği meselesidir.
Bu ittifak, yalnızca dini bir dayanışma değil, aynı zamanda insanlık için ortak bir gelecek vizyonu sunar. Kur’an’a dayalı bir hareket tarzı benimsenirse, bu ittifakın, inançlı nesillerin önderliğinde, ilahi bir muavenetle (yardımla) galibiyete ulaşacağı umulmaktadır.
Bu görüş, günümüzde de geçerliliğini koruyan evrensel bir mesaj taşır. Farklı inançların bir araya gelerek ortak değerler etrafında buluşması, küresel barış ve adaletin tesisi için bir umut ışığı olabilir. Said Nursi’nin bu öngörüsü, İslam dünyasının kendi köklerine dönerek, evrensel insanlık değerleriyle buluşması gerektiğini hatırlatıyor. Gelecek, bu bilinçle şekillendirilirse, inançlı nesillerin öncülüğünde daha aydınlık bir dünya mümkün olabilir.
Evet, Dostu üzmekten daha kötüsü, düşmanı sevindirmektir.
Dostla iftirak ve ihtilafın en büyük zararı, dolaylı olarak düşmana destek olmaktır.
Düşmanın gücü zatından değil, dostun zafındandır.
Israilin İslam dünyası hatta dünya karşısındaki gücü kendinden değil, diğerlerinin dağınıklığı ve ortak noktalarda bir araya gelememelerindendir.
Çünkü hayırda tereddüt edip ittifak edilmezken, şerde ittifak edilmektedir.
Şeytan bir iken ve onun karşısında Allah, melekleri, vahiy, din, Müslümanlar gibi büyük bir güç varken, zahiren şeytan ve mensupları geçici de olsa galip gelmektedir.
Ancak;
“Ehl-i dalâletin zilletindendir ittifakları; ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilâfları. Yani, ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ, meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassup ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir.
Amma ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve hakikate istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-i hakta yalnız Rabbini düşü-nüp tevfikine itimad ederek gittiklerinden, mâ-nen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissetti-ği vakit, insanların yerine Rabbine müracaat eder, medet Ondan ister. Meşreplerin ihtilâfıyla, zâhir-i meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık ve enâniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek, ittifak ve muhabbet yerine, ihtilâf ve re-kabet ortaya girer. İhlâsı kaçırır, vazifesi zîr ü ze-ber olur.” Lem’alar. 154.
“Bu meyveler gibi hadsiz tatlı semereler ve faydalar ve hasenatın gayet güzel neticeleri ve menfaatleri ve Erhamürrâhimînin gayet merhametkârane tevfikleri ve inayetleri ehl-i hidâyete yardım edip kuvvet verdikleri halde, ehl-i dalâlet neden çok defa galebe eder ve bazen yirmisi, yüz tane ehl-i hidâyeti perişan eder?” diye, mânen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde şeytanın gayet zayıf desiselerine karşı Kur’ân’ın büyük tahşidatı ve melâikeleri ve Cenâb-ı Hakkın yardımını ehl-i imana göndermesi hatıra geldi. Risale-i Nur’un onun hikmetini kat’î hüccetlerle izahına binaen, o sualin cevabına gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet, bazen serseri ve gizli, muzır bir adamın bir saraya ateş atmaya çalışması yüzünden, yüzer adamın yapması gibi, yüzer adamın muhafazasıyla ve bazan devlete ve padişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünkü, onun vücudu, bütün şeraitin ve erkânın ve esbâbın vücuduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harap olması, birtek şartın ademiyle vâki ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ve cin şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli mânevî yangınlar yaparlar. Evet, bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mayası ve esasları ademdir, tahriptir. Sureten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır. İşte cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya istinaden gayet zayıf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenâb-ı Hakkın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiğinden, Kur’ân, onları himaye için büyük tahşidat yapar. Doksan dokuz esmâ-i İlâhiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir.
Bu cevaptan, birden pek büyük bir hakikatin ucu ve azametli, dehşetli bir meselenin esası göründü. Şöyle ki:
Nasıl ki Cennet, vücut âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyâne sümbüllendiriyor. Öyle de, Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için, o adem mahsulâtlarını kavuruyor. Ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücut kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” Asa-yı Musa. 69.[1]
*******
Tarih boyunca milletlerin en büyük zaafı, dışarıdan gelen saldırılardan ziyade, içeride yaşanan ihtilaflar ve dağınıklık olmuştur. Dostla ihtilaf, sadece dostu incitmekle kalmaz; düşmanı sevindirir. Ve çoğu zaman düşmanın gücü, kendi kuvvetinden değil, dostların zaafından doğar.
Bugün İslam dünyasının karşı karşıya olduğu tablo, bu hakikatin en açık göstergesidir. İsrail’in görünürdeki gücü, kendi silahından ya da zekâsından ziyade, İslam dünyasının dağınıklığı, ittifaksızlığı ve müşterek noktalarda bir araya gelememesinden kaynaklanmaktadır. Bu durumun kökleri, insanlığın ezelî imtihanına kadar gitmektedir: Şeytan bir iken, karşısında Allah, melekler, vahiy ve müminler gibi muazzam bir güç bulunmasına rağmen, geçici de olsa galip gelebilmektedir.
Dalâletteki İttifak, Hidayetteki İhtilaf
Bediüzzaman Said Nursî, bu meseleyi veciz bir şekilde şu hakikatle açıklar:
> “Ehl-i dalâletin zilletindendir ittifakları; ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilâfları. … Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir.” (Lem’alar, s. 154)
Dalâlet ehli, hakikate dayanmadıkları için zayıf ve zelildirler. Bu zayıflık onları ittifaka zorlar. Menfaatleri uğruna aralarındaki ihtilafları unutur, bir araya gelirler. Bu dayanışma onlara muvakkat bir güç kazandırır. Hatta dinsizlikte bile bir taassup ve ihlâs gösterirler.
Buna karşılık, hidayet ehli, hakka dayanmanın verdiği izzet sebebiyle ittifaka ihtiyaç hissetmez. Rabbine dayanır, O’na iltica eder. Ancak bu izzet, bazen enâniyetle birleştiğinde, kardeşler arasında ihtilafa sebep olabilir. Neticede ittifak zedelenir, ihlâs kaybolur, düşman sevinir.
Tahrip Kolay, İmar Zor
Risale-i Nur, şeytanın muvakkat galebesinin sırrını “tahribin kolaylığı” ile açıklar:
> “Bir serserinin bir kibritiyle bir saray yanar; ama o sarayın yapılması için yüzlerce usta, yüzlerce gün çalışmak gerekir.” (Asa-yı Musa, s. 69)
Evet, iman, ilim, birlik ve ahlâk, imar ister. Emek, sabır, gayret gerektirir. Buna karşılık küfür, nifak, fitne ve ifsat için az bir hareket yeter. Şeytanın zayıf bir desisesi, gafletle birleştiğinde büyük tahribatlar doğurur. Bu sebeple Kur’ân, müminlere büyük tahşidat yapar, doksan dokuz Esmâ-i Hüsnâ’yı ellerine verir ve sebat etmelerini emreder.
İsrail ve İslam Dünyası: Güncel Bir Yansıma
Bugün İsrail’in zulmü, İslam dünyasının dağınıklığı ile birleşince daha güçlü görünmektedir. Halbuki hak ve adalet onun karşısındadır. Fakat müminlerin ihtilafı, bu hakikati gölgeler. Birleşilemeyen hayır, bölünülen dava, düşmanı sevindirir.
İsrail, görünüşteki kuvvetini, Müslümanların ittifaksızlığından alır. Evet, Kur’ân’ın beyanıyla:
> “Onların kalpleri dağınıktır. Sen onları toplu sanırsın, fakat kalpleri paramparçadır.” (Haşr, 14)
Bu ayet, aslında düşman için olduğu kadar, ihtilaf eden müminler için de bir ikazdır. Çünkü dağınıklık, dostu incitirken düşmanı sevindirir.
Sonuç ve Dersler
Dostu üzmekten daha ağır olan, düşmanı sevindirmektir.
Dalâlet ehli, zayıflığından dolayı ittifak eder; hidayet ehli ise izzetinden dolayı ihtilafa düşebilir.
Tahrip kolaydır, imar zordur. Şeytan az bir hile ile büyük tahribat yapar.
İsrail’in gücü kendinden değil, İslam dünyasının dağınıklığındandır.
Müminlerin kurtuluşu, ihlâs ve ittifakladır. Kur’ân’ın tahşidatı da buna işaret eder.
Bugün İslam dünyasının yapması gereken en büyük vazife, ihtilafları bir kenara bırakıp müşterek noktalarda birleşmek, dostu sevindirmek, düşmanı hüsrana uğratmaktır. Zira:
> “Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurât, 10)
Sızan Gölge: İran-İsrail Çatışması ve Türkiye’de Casusluk Gerçeği
Tarih bize şunu öğretmiştir: Devletler çoğu kez düşman ordularının saldırısıyla değil, içeriden sızan ihanetle yıkılır. Çünkü dışarıdaki düşman, içeride kapı açılmadan asla içeri giremez. Bugün İran ile İsrail arasındaki görünmez savaş, bu hakikati bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
İsrail’in İran’daki Görünmez Ordusu
İran’ın en mahrem noktalarına kadar nüfuz eden Mossad’ın, yıllardır İran’ın siyasi ve askeri damarlarına işlediği herkesin malumu.
Cumhurbaşkanları, üst düzey komutanlar, nükleer bilim insanları, nokta atışıyla ortadan kaldırıldı.
Öyle ki, operasyonların bir kısmı “yatak odası” seviyesinde bile gerçekleşti.
Bu tablo bize şunu gösteriyor: İsrail, sadece füze ve teknolojiyle değil; yıllar süren sızmalarla, içeride kurduğu ağlarla İran’ı zayıflatıyor. Bir ülkenin en mahrem sırlarını ancak içeriden bilgi akışıyla deşifre etmek mümkündür. Mossad’ın başarısı, sadece dış operasyon gücünde değil, içerideki işbirlikçilerinde saklıdır.
Peki Biz? Türkiye’deki Casusluk Gölgesi
Şimdi dönüp kendimize bakalım. Acaba biz bu konuda fazla mı rahatız?
Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda; İsrail’in, ABD’nin ve diğer küresel güçlerin rahatça hareket etmelerinin sebebi, onların gücünden çok, bizim içimizde açılan gediklerdir.
İstihbarat zaafları: Uzun yıllar MİT ile CIA’nın aynı binada çalıştığı, hatta binanın kirasını Amerikalıların ödediği iddiası, aslında bağımsız bir istihbaratın ne kadar hayati olduğunu gösteriyor.
Mühendis ve bilim insanlarının ölümü: Savunma sanayii projelerinde çalışan Türk mühendislerin esrarengiz kazalarda hayatını kaybetmesi hâlâ hafızalarda. Bunlar, Türkiye’nin kendi teknolojisini üretmesinden rahatsız olan güçlerin içeriden uzattıkları elin izleridir.
Medya ve yöneticiler: Bugün bile medyada, akademide, hatta bazı kritik bürokrasilerde “başka ajandalara” hizmet eden unsurların varlığı gizlenemiyor. Kimi zaman Atatürkçülük, kimi zaman Fetö, kimi zaman da başka bir kimlik maskesiyle faaliyet gösteriyorlar. Ama netice hep aynı: Türkiye’nin gücünü kırmak, enerjisini iç çatışmalara yöneltmek.
İbretlik Darbe Gerçeği
Türkiye’nin darbeler tarihi, aslında casusluk tarihidir.
27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, 28 Şubat’tan 15 Temmuz’a kadar bütün darbelerde dış bağlantıların ve içerideki işbirlikçilerin izi vardır.
Darbeleri yapanlar hep bu toprakların çocuklarıydı, ama emirler çoğu zaman dışarıdan geliyordu.
15 Temmuz bunun en çarpıcı örneğidir: İçimizde yıllarca örgütlenen bir yapı, içeriden devleti çökertmeye çalıştı. Eğer millet uyanık olmasaydı, sonuç İran’ın yaşadığı tabloya benzer olabilirdi.
İbret ve Hikmet
Bugün İsrail’in İran’a karşı pervasızlığının kaynağı, kendi gücünden çok içeride kurduğu köprülerdir. Aynı pervasızlığı Türkiye’de de görmek mümkündür. Medyada, siyasette, teknolojide, ekonomide, hatta güvenlik bürokrasisinde “ajan ruhlular” bulundukça düşmanlar cesur olur.
“Düşman sana hücum etmez; evvela içinden bir kapı açılır, ondan girer.
Sonuç: Uyanıklık ve Tedbir
İran örneği bize şunu gösteriyor: Casusluk, devletleri ordudan önce çökertebilir.
Türkiye’nin darbelerle, faili meçhul cinayetlerle, casusluk ağlarıyla yoğrulmuş tarihi de aynı hakikati teyit ediyor.
En büyük ihanet, içeriden gelen ihanettir.
Bu yüzden uyanıklık sadece bir tercih değil, milli bir görevdir.
📌 Son Söz: Eğer biz içimizdeki ajan ruhluları temizlemezsek, düşman dışarıdan değil, içeriden bizi vuracaktır. Ve tarih, bunun acı örnekleriyle doludur.
“Hâlık-ı Rahîm,
bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelenidiriyor;
o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder.
Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik eder;
aynı kanunla Küre-i Arz’ı mecazî ve semavî kalkan melevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.”
Kâinatın işleyişi, her zerrede kendini gösteren bir ahenk ve düzen içinde saklıdır. Mevsimlerin tekrarı, bir tohumun çatlaması, bir kuşun kanadındaki desen…
Tüm bu küçük, büyük hadiseler, evrensel bir kanunun eseri olarak gözlerimizin önünde cereyan eder. Risale-i Nur Külliyatı’ndan ilhamla, bu muazzam düzenin sırrına, yeniden yaratılışın ve tazelenmenin hikmetine bakarak, hem tarihi hem de edebi bir yolculuğa çıkalım.
Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; Bu ilahi kanun, en basitinden en karmaşığına, canlıların her bir zerresinde işler. Baharın gelmesiyle yeryüzünün uyanışı, bir kuşun solan tüylerinin yenilenmesi, hatta bir canlının hücrelerinin sürekli olarak onarılması ve tazelenmesi hep aynı kudretin eseridir. Bu tekrar, varoluşun kendisinde var olan bir mucizedir. Her tazelenme, bir sanat eseri gibi yeniden işlenmiş ve kusursuz kılınmıştır. Bu durum, sadece biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda manevi bir işarettir. Yaratan, her an yaratmaya devam ederek, varlığını ve kudretini her zerrede hissettirir.
Hikmet ve Edebiyat: Sonsuz Tekerrürün Dilinden
O Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Bu cümle, tabiatın edebi bir tasviridir. Yeryüzünün her bahar yeni bir giysi giymesi, sanat ve hikmetin iç içe geçtiği bir haldir. Şairler, yazarlar ve düşünürler asırlardır bu tekrardan ilham almış, onu aşkın, umudun ve yeniden dirilişin sembolü olarak kullanmıştır. Mevsimlerin değişimi, sadece bir tabiat olayı değil, insan ruhunun da bir aynasıdır. Kışın kasvetinden sonra baharın cıvıltısı, en derin hüzünlerden sonra gelen umudu temsil eder. Bu edebi tasvir, kâinatın sadece bilimsel kurallarla açıklanamayacak kadar derin bir anlam taşıdığını gösterir.
Tarih ve İbret: Geçmişin Tekrarı
Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. Tarih, sadece olayların bir sıralaması değil, aynı ilahi kanunun yeryüzündeki yansımalarıdır. Medeniyetler yükselir, geriler, değişir ve yerini yenisine bırakır. Tıpkı mevsimler gibi, her asır kendi “baharını” ve “kışını” yaşar. Büyük imparatorluklar, bir zamanlar dünyanın en güçlü yapılarıyken, zamanla toz olur ve tarih sayfalarında bir ibret vesikası olarak kalır.
Bu tekrar, bizlere hiçbir şeyin baki olmadığını ve her şeyin değişime tabi olduğunu hatırlatır. Kâinatın sonu da, bu tekrarın büyük tecellisi olacaktır.
İbretli ve Düşündürücü: Varoluşun Derin Manası
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevi gibi tahrik ederse; aynı kanunla Küre-i Arz’ı meczup ve semaa kalkan mevlevi gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. En küçük atomdan en büyük gezegene kadar her şeyin bir düzen içinde hareket etmesi, varoluşun ne kadar ince hesaplanmış bir sistem olduğunu gösterir. Bu tekrar, bilimsel bir gerçekliğin ötesinde, hikmet ve manevi bir anlam taşır. Her zerre, evrenin bir parçası olarak kendi görevini yerine getirir. Bu, hayatın ve evrenin rastgele bir olaylar zinciri olmadığını, aksine, bir amaç ve hikmet doğrultusunda işlediğini düşündürür.
Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. Toprağın her bahar yeniden canlanması, sadece biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda manevi bir vaattir. Bu vaat, ölümden sonra dirilişin, yani ahiret inancının bir tecellisidir. Tabiat, Allah’ın emir ve izniyle bahar bize bir nevi diriliş provası sunar.
Hem O Sâni’-i Kadir, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlukatı da ihya eder. Bir sineğin yaşam tekrarıyla bir çınar ağacının canlanması, hatta bütün bir yeryüzünün tazelenmesi, aynı ilahi kanunla işler. Bu, Yaratan’ın kudretinin büyüklüğünü ve sınırsızlığını gösterir. Ve bu kudret, nihayetinde tüm canlıları haşir günü yeniden diriltecektir.
Makalenin Özeti
Bu makale, Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bir metin üzerinden, kâinatın işleyişindeki ilahi kanunları ve bu kanunların barındırdığı hikmetleri ele almaktadır. Makale, bir kuşun tüyünün yenilenmesinden gezegenlerin hareketine, mevsimlerin tekrarındandan medeniyetlerin yükseliş ve çöküşüne kadar her şeyin, aynı evrensel yaratılış ve yenilenme kanunuyla işlediğini anlatmaktadır. Bu kanun, hem bilimsel bir düzeni hem de manevi bir anlamı ifade eder.
Metin, varoluşun tesadüfi değil, aksine, derin bir amaç ve hikmetle dolu olduğunu belirtir. Aynı zamanda, tabiatta gözlemlenen her bahar dirilişinin, ahiret inancının bir işareti olduğunu anlatır.
Sonuç olarak, makale, yaratılıştaki düzenin ve tekrarın, sadece fiziki bir gerçeklik olmadığını, aynı zamanda insanlığa ibretler, edebi zenginlikler ve düşünceli derinlikler sunan bir kaynak olduğunu ortaya koymaktadır.
“Hâlık-ı Rahîm,
bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelenidiriyor;
o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder.
Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik eder;
aynı kanunla Küre-i Arz’ı mecazî ve semavî kalkan melevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.”
Kâinatın işleyişi, her zerrede kendini gösteren bir ahenk ve düzen içinde saklıdır. Mevsimlerin tekrarı, bir tohumun çatlaması, bir kuşun kanadındaki desen…
Tüm bu küçük, büyük hadiseler, evrensel bir kanunun eseri olarak gözlerimizin önünde cereyan eder. Risale-i Nur Külliyatı’ndan ilhamla, bu muazzam düzenin sırrına, yeniden yaratılışın ve tazelenmenin hikmetine bakarak, hem tarihi hem de edebi bir yolculuğa çıkalım.
Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; Bu ilahi kanun, en basitinden en karmaşığına, canlıların her bir zerresinde işler. Baharın gelmesiyle yeryüzünün uyanışı, bir kuşun solan tüylerinin yenilenmesi, hatta bir canlının hücrelerinin sürekli olarak onarılması ve tazelenmesi hep aynı kudretin eseridir. Bu tekrar, varoluşun kendisinde var olan bir mucizedir. Her tazelenme, bir sanat eseri gibi yeniden işlenmiş ve kusursuz kılınmıştır. Bu durum, sadece biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda manevi bir işarettir. Yaratan, her an yaratmaya devam ederek, varlığını ve kudretini her zerrede hissettirir.
Hikmet ve Edebiyat: Sonsuz Tekerrürün Dilinden
O Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Bu cümle, tabiatın edebi bir tasviridir. Yeryüzünün her bahar yeni bir giysi giymesi, sanat ve hikmetin iç içe geçtiği bir haldir. Şairler, yazarlar ve düşünürler asırlardır bu tekrardan ilham almış, onu aşkın, umudun ve yeniden dirilişin sembolü olarak kullanmıştır. Mevsimlerin değişimi, sadece bir tabiat olayı değil, insan ruhunun da bir aynasıdır. Kışın kasvetinden sonra baharın cıvıltısı, en derin hüzünlerden sonra gelen umudu temsil eder. Bu edebi tasvir, kâinatın sadece bilimsel kurallarla açıklanamayacak kadar derin bir anlam taşıdığını gösterir.
Tarih ve İbret: Geçmişin Tekrarı
Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. Tarih, sadece olayların bir sıralaması değil, aynı ilahi kanunun yeryüzündeki yansımalarıdır. Medeniyetler yükselir, geriler, değişir ve yerini yenisine bırakır. Tıpkı mevsimler gibi, her asır kendi “baharını” ve “kışını” yaşar. Büyük imparatorluklar, bir zamanlar dünyanın en güçlü yapılarıyken, zamanla toz olur ve tarih sayfalarında bir ibret vesikası olarak kalır.
Bu tekrar, bizlere hiçbir şeyin baki olmadığını ve her şeyin değişime tabi olduğunu hatırlatır. Kâinatın sonu da, bu tekrarın büyük tecellisi olacaktır.
İbretli ve Düşündürücü: Varoluşun Derin Manası
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevi gibi tahrik ederse; aynı kanunla Küre-i Arz’ı meczup ve semaa kalkan mevlevi gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. En küçük atomdan en büyük gezegene kadar her şeyin bir düzen içinde hareket etmesi, varoluşun ne kadar ince hesaplanmış bir sistem olduğunu gösterir. Bu tekrar, bilimsel bir gerçekliğin ötesinde, hikmet ve manevi bir anlam taşır. Her zerre, evrenin bir parçası olarak kendi görevini yerine getirir. Bu, hayatın ve evrenin rastgele bir olaylar zinciri olmadığını, aksine, bir amaç ve hikmet doğrultusunda işlediğini düşündürür.
Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. Toprağın her bahar yeniden canlanması, sadece biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda manevi bir vaattir. Bu vaat, ölümden sonra dirilişin, yani ahiret inancının bir tecellisidir. Tabiat, Allah’ın emir ve izniyle bahar bize bir nevi diriliş provası sunar.
Hem O Sâni’-i Kadir, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlukatı da ihya eder. Bir sineğin yaşam tekrarıyla bir çınar ağacının canlanması, hatta bütün bir yeryüzünün tazelenmesi, aynı ilahi kanunla işler. Bu, Yaratan’ın kudretinin büyüklüğünü ve sınırsızlığını gösterir. Ve bu kudret, nihayetinde tüm canlıları haşir günü yeniden diriltecektir.
Makalenin Özeti
Bu makale, Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bir metin üzerinden, kâinatın işleyişindeki ilahi kanunları ve bu kanunların barındırdığı hikmetleri ele almaktadır. Makale, bir kuşun tüyünün yenilenmesinden gezegenlerin hareketine, mevsimlerin tekrarındandan medeniyetlerin yükseliş ve çöküşüne kadar her şeyin, aynı evrensel yaratılış ve yenilenme kanunuyla işlediğini anlatmaktadır. Bu kanun, hem bilimsel bir düzeni hem de manevi bir anlamı ifade eder.
Metin, varoluşun tesadüfi değil, aksine, derin bir amaç ve hikmetle dolu olduğunu belirtir. Aynı zamanda, tabiatta gözlemlenen her bahar dirilişinin, ahiret inancının bir işareti olduğunu anlatır.
Sonuç olarak, makale, yaratılıştaki düzenin ve tekrarın, sadece fiziki bir gerçeklik olmadığını, aynı zamanda insanlığa ibretler, edebi zenginlikler ve düşünceli derinlikler sunan bir kaynak olduğunu ortaya koymaktadır.
İçimizdeki Gölge: Sızıntıların Tarih Boyunca Devletleri Çökertmesi
Tarih, sadece meydan savaşlarının değil; görünmez savaşların da tarihidir. Ordular karşı karşıya gelmeden önce, zihinlerde, kurumlarda ve kalplerde casusluk ve ihanet savaşları yaşanır. Ve çoğu kez devletleri yıkan, dışarıdan gelen darbe değil, içeride açılan gedikler olmuştur.
Bugün İran-İsrail geriliminde gördüğümüz manzara, bu gerçeğin yeni bir örneğidir. İsrail’in Mossad aracılığıyla İran’ın en mahrem noktalarına kadar sızabilmesi, cumhurbaşkanlarından generallere, nükleer bilim insanlarına kadar nokta operasyonlar yapabilmesi, aslında sadece teknolojik üstünlük değil, içeride işleyen bir ihanet ağının eseridir.
Osmanlı’dan Gelen İbret
Osmanlı İmparatorluğu, 600 yıl boyunca üç kıtada hüküm sürdü. Ancak çöküşü top gücüyle değil, içerideki zaaflarla başladı.
yüzyılda Osmanlı bürokrasisine yerleşen yabancı etkiler, “Tanzimat ve Islahat” maskesiyle devleti yönlendirir hale geldi.
Düyun-u Umumiye ile ekonomik bağımsızlık kaybedildi; imparatorluk kendi gelirini değil, yabancıların tayin ettiği vergileri toplar hale geldi.
Babıali’nin bazı memurları, Avrupa elçilikleriyle gizli temaslarda bulunarak devlet sırlarını sızdırıyordu.
Yani Osmanlı’yı yıkan, cephedeki top değil; içerideki işbirlikçilerdir.
Endülüs’ün Acı Hatırası
İberya’da 800 yıl boyunca İslam medeniyetinin incisi olan Endülüs, sadece dışarıdan gelen Haçlı saldırılarıyla değil, içeriden bölünmeyle yok oldu.
Emirlikler birbirine düşürüldü.
İspanyollarla işbirliği yapan Müslüman prensler, kendi şehirlerinin kapısını düşmana açtı.
Neticede bir zamanlar dünyanın ilim ve kültür merkezi olan Kurtuba, Granada ve Sevilla, birkaç asır içinde tarihten silindi.
Endülüs’ün çöküşü, “düşmanı dışarıda arama; önce içindeki gediklere bak” dersiyle hâlâ ibret verir.
Cumhuriyet Dönemi ve Darbeler
Türkiye’nin yakın tarihi de aynı gölgenin izleriyle doludur.
27 Mayıs 1960 darbesi, NATO’ya girişten kısa süre sonra gerçekleşti. Darbenin arkasında, ordudaki bazı unsurların dış bağlantıları olduğu artık sır değil.
12 Eylül 1980 darbesi öncesinde, Türkiye “sağ-sol çatışması”yla kan gölüne çevrildi. Silahları kim sağlıyordu? Çatışmaları kim körüklüyordu? Darbe sonrası bunların büyük kısmı ortadan kayboldu.
28 Şubat sürecinde medya, üniversite ve sermaye üzerinden yürütülen baskılar, sadece içeriden değil; küresel merkezlerle bağlantılı bir dizaynın parçasıydı.
15 Temmuz 2016 ise ibretlerin en büyüğü oldu. Kendi ordumuzun içine yerleşen bir yapı, yabancı akılların yönlendirmesiyle devleti yıkmaya kalkıştı.
Her darbe, aslında bir “casusluk başarısı”dır; içeriden kök salmadan yapılabilecek işler değildir.
Türkiye’deki Casusluk Faaliyetleri
Bugün de tablo farklı değil.
Savunma sanayiinde çalışan mühendislerin faili meçhul ölümleri, İsrail ve Batı istihbaratlarının içeriden uzattığı elleri hatırlatıyor.
MİT’in bir dönem CIA ile aynı binada çalıştığı ve hatta binanın kirasını Amerikalıların ödediği söylentisi, sembolik olarak büyük bir uyarıdır: “Kendi istihbaratının çatısını başkasına yaptırıyorsan, bağımsızlığın da sorgulanır.”
Medyada, akademide, teknoloji alanında ve üst düzey bürokraside hâlâ başka ajandalara çalışan unsurlar çıkmaya devam ediyor. Kimisi Atatürkçülük maskesiyle, kimisi Fetö paravanıyla, kimisi farklı ideolojik kisvelerle.
İran-İsrail Gerçeğinin Bizim İçin Mesajı
İsrail’in İran’da bu kadar rahat hareket edebilmesinin sebebi, kendi gücünden çok, içeride bulduğu işbirlikçilerdir. Aynı cesareti Türkiye’de de gösterebilmesinin sebebi, içerideki zaaflarımızdır.
Bugün eğer biz tedbirli olmazsak, Endülüs’ün akıbeti, Osmanlı’nın çöküşü, darbelerin acısı tekrar edebilir. Çünkü tarih tekerrür eder; ama ibret alınırsa tekerrür etmez.
Son Söz: İçten Fethedilmemek İçin
Bir milleti çökerten, içindeki gaflet ve ihanettir; dışarıdan gelen darbeler, içte kapı açılmadıkça zarar veremez.
İbret bellidir:
Endülüs içeriden çöktü.
Osmanlı içeriden sızdırıldı.
Cumhuriyet darbelerle içeriden vuruldu.
İran, içeriden Mossad’a teslim edildi.
Bugün bize düşen tek şey, tarihin bu acı derslerini görmezden gelmemek ve şu hakikati unutmamaktır:
En büyük ihanet, içeriden gelen ihanettir. En büyük tedbir de, uyanıklık ve birliktir.
İslam Dünyasının Uyanışı ve Kur’an Rehberliğinde Geleceğe Yönelik Bir İttifak
“Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor ki: Bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da deccallane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar; ÂLEM-İ İSLÂM’IN TAM İNTİBAHIYLA VE YENİ DÜNYA’NIN, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve ÂLEM-İ İSLÂM’LA İTTİFAK ETMESİ ve İncil, Kur’ana ittihad edip tâbi’ olması, O DEHŞETLİ GELECEK İKİ CEREYANA karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder…” (EMİRDAĞ LÂHİKASI-1/ KUR’AN TEFSİRİ RİSALE-İ NUR’DAN/ 58.sh)”
İslam medeniyeti, tarihin akışında bilim, sanat, felsefe ve adaletin buluştuğu bir merkez olarak uzun süre insanlığa öncülük etmiştir. Endülüs’ten Orta Asya’ya, Osmanlı’dan Safevi’ye kadar uzanan bu geniş coğrafya, farklı kültürleri bir araya getiren eşsiz bir uygarlık mozaği sunmuştur. Ancak, modern çağın başlangıcıyla birlikte, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda, Batı medeniyetinin sömürgeci politikaları ve sanayi devrimi, İslam dünyasını derinden etkilemiştir. Bu süreç, maddi ve manevi çalkantılara yol açarken, İslam toplumlarının kendi öz dinamiklerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmasına neden olmuştur. Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Emirdağ Lâhikası-1” adlı eserinin 58. sayfasında yer alan metin, tam da bu kritik dönemeçte bir teselli ve endişe kaynağı olarak İslam dünyasının uyanışına işaret eder.
#### Tarihsel ve Felsefi Açı
Metnin temel vurgusu, Batı medeniyetinin “geniş boğuşmalarından” daha büyük bir zararın, İslam dünyasının kendi iç kaynaklarından kopmasıyla ortaya çıktığıdır. Nursi, burada Batı’yı yalnızca bir coğrafi ya da kültürel birim olarak değil, aynı zamanda sekülerleşme ve materyalizmle özdeşleşen bir medeniyet modeli olarak ele alır. Bu model, savaşlar, sömürgecilik ve kültürel erozyonla İslam toplumlarına zarar vermiş, ancak asıl tehlike, bu toplumların kendi manevi miraslarından uzaklaşmasıdır. Nursi’ye göre, bu durum bir vahşet doğurmuş ve İslam dünyasını kendi öz değerlerinden koparan bir yozlaşma sürecini tetiklemiştir.
Bu açıdan, Nursi’nin önerdiği çözüm, İslam dünyasının uyanışını Hristiyanlığın “hakiki din” yani tevhid anlayışıyla uyumlu bir ittifaka ve İslama teslim olmaya dayandırmaktır. Burada “hakiki din” ifadesi, Nursi’nin Hristiyanlığın özündeki tevhid inancına ve ahlaki değerlere atıfta bulunduğu şeklinde yorumlanabilir. Bu görüş, 20. yüzyılın başında, özellikle Osmanlı’nın çöküşü ve I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, Hristiyan dünyasının, Kur’an-ı Kerim’in evrensel mesajlarına dayalı bir hareket tarzıyla şekillenmesi gerektiğini anlatır. Bu, yalnızca dini bir birliktelik değil, aynı zamanda insanlık için ortak bir gelecek vizyonu sunan bir dayanışma çağrısıdır.
#### Kur’an Rehberliğinde Gelecek
Metnin bir diğer önemli noktası, bu ittifakın Kur’an’a uygun bir şekilde gerçekleşmesi gerektiğidir. Nursi, İslam dünyasının, Kur’an’ın rehberliğinde yeniden bir uyanışa geçebileceğini ve bu uyanışın, inançlı nesillerin önderliğinde ilahi bir yardım (muavenet) ile galibiyete ulaşacağını belirtir. Bu fikir, İslam tarihindeki büyük yenilenme hareketlerinden ilham alır. Örneğin, Hz. Peygamber’in Medine’de farklı inanç gruplarıyla yaptığı anlaşmalar veya Selçuklu ve Osmanlı’nın farklı milletleri bir araya getiren yönetim modelleri, bu ittifak anlayışının tarihsel köklerini oluşturur.
Nursi’nin “gelecekteki cereyan” ifadesi, modern dünyada şekillenecek yeni bir medeniyet dalgasını işaret eder. Bu dalga, maddi güçten ziyade manevi değerlere dayalı bir düzen kurmayı hedefler. “İnşallah galebe eder” ifadesi ise, bu sürecin ilahi bir destekle gerçekleşeceğine olan inancı yansıtır. Bu optimism, karamsar bir dünya görüşüne karşı, umut ve çaba ile değişimin mümkün olduğunu savunan bir duruşu temsil eder.
#### Günümüze Yansımalar
Bugün, 3 Eylül 2025 itibarıyla, küresel ölçekte devam eden çatışmalar, ekonomik eşitsizlikler ve kültürel kutuplaşmalar, Nursi’nin öngördüğü ittifak fikrini daha da anlamlı kılmaktadır. İslam dünyası, hala sömürgecilik sonrası etkilerden kurtulmaya çalışırken, Batı’da da sekülerizmin getirdiği manevi boşluk tartışılmaktadır. Bu açıdan, Nursi’nin önerdiği ortak değerler etrafında buluşma, dinler arası barışın bir modeli olabilir.
Ayrıca, teknolojinin ve küreselleşmenin etkisiyle, genç nesillerin eğitimine ve manevi değerlerin korunmasına verilen önem, Nursi’nin “inançlı nesiller” vurgusuyla örtüşmektedir. İnternet ve sosyal medya, bu nesillerin bilgiye erişimini kolaylaştırırken, aynı zamanda doğru rehberlik ve ahlaki anlayışın gerekliliğini de ortaya koymaktadır. Kur’an’ın evrensel mesajları, bu dijital çağda da insanlığa yol göstermeye devam edebilir.
#### Sonuç
Said Nursi’nin “Emirdağ Lâhikası-1”deki bu pasajı, İslam dünyasının uyanışını ve geleceğe yönelimini, Kur’an rehberliğinde bir ittifakla mümkün kılan vizyoner bir çağrıdır. Tarihsel zorluklara rağmen, bu yaklaşım, farklı inançların ortak değerler etrafında buluşmasıyla barış ve adaletin tesis edilebileceği umudunu taşır. 21. yüzyılda, bu fikirlerin hayata geçirilmesi, insanlığın karşılaştığı küresel sorunlara karşı dayanıklı bir gelecek inşa etmede önemli bir rol oynayabilir. Nursi’nin öngörüsü, yalnızca bir dini manifesto değil, aynı zamanda evrensel bir insanlık projesi olarak değerlendirilmelidir.
İnsan, varoluş sahnesinde dururken, kendi iç dünyasını ve dış dünyayı sürekli bir etkileşim içinde yaşar. Bu etkileşim, sadece fiziksel bir gözlemden ibaret değildir.
“Herkes kâinatı kendi aynasıyla görür,” der Risale-i Nur.
Bu hikmetli söz, bize kâinatın gerçekte ne olduğunu anlamanın, öncelikle kendimizi anlamaktan geçtiğini fısıldar. İnsanın iç aynası; ahlakı, bilgisi, niyeti ve inancıyla şekillenir. Eğer bu ayna kirli ve kararmışsa, yansıttığı kainat da bulanık ve bozuk görünür. Oysa kalp ve ruh temizliğiyle parlatılmış bir ayna, kâinatın güzelliğini, düzenini ve derin anlamını en saf haliyle idrak etmemize imkân tanır. Kâinatı kendi aynasıyla görmek, insanın kendi iç âleminde kurduğu dünyanın, dış dünyasını nasıl şekillendirdiğinin bir ifadesidir. Bu açıdan, dış dünyayı değiştirmeye çalışmadan önce, kendi iç dünyamızı inşa etmemiz gerektiği hakikati ortaya çıkar.
Ebedi Yaşamın İnşası
Yaşam, bir binanın yapımına benzer. Hz. İmam-ı Ali (r.a) bu hakikati, “İnsan, ahiretteki evini dünyada inşa eder,” diyerek veciz bir şekilde ifade etmiştir. Bu söz, dünya hayatının rastgele yaşanması gereken bir süreç olmadığını, aksine her anın ve her eylemin geleceğimiz için bir tuğla, bir harç olduğunu anlatır. İnsanın ahiret için yapacağı inşa, sadece ibadetlerden ibaret değildir. Ahlak, adalet, merhamet ve bilgelik gibi manevi temeller üzerine kurulur. Bu temel ne kadar sağlam olursa, inşa edilen ev de o kadar sağlam ve huzurlu olur. Dünya hayatında sergilenen iyi ya da kötü her davranış, ahiretteki yurdumuzu ya mamur eder ya da viraneye çevirir. Bu nedenle, dünya hayatının her anını ebedi bir amaç doğrultusunda yaşamak, insanın en büyük sorumluluğudur.
Ahlakın Değeri ve Sıfırların Anlamı
Hayatın anlamı ve insanın kıymeti üzerine bir düşünce deneyi sunan Harezmi, insanın değerini ahlakla ilişkilendirmiştir.
Matematikçi olduğu için bu durumu sayılarla açıklamış:
“İnsan güzel ahlaklı ise = 1 eder. Yakışıklı ise buna bir sıfır ekleyin = 10 eder. Varlıklı ise bir sıfır daha ekleyin = 100 eder. Soylu ve nesep sahibi ise bir sıfır daha ekleyin = 1000 eder. Fakat ‘AHLAK’ olan 1 giderse, insanın kıymeti gider. Geriye değeri olmayan SIFIRLAR kalır…”
Bu metaforik anlatım, maddi değerlerin (güzellik, zenginlik, soy) tek başına bir anlam ifade etmediğini, asıl değerin ahlak olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Ahlak, tüm bu sıfırlara anlam katan ve onları değerli kılan 1’dir. Ahlaktan yoksun bir insan, ne kadar zengin, yakışıklı veya soylu olursa olsun, bu sıfırlar gibi anlamsız ve değersiz kalmaya mahkûmdur. Bu ibretlik anlatım, bizi dış görünüşün ve maddi zenginliğin ötesine bakmaya, insanın asıl değerini manevi ve ahlaki niteliklerinde aramaya davet eder.
Kısa Ömrün Ebedi Değeri
İnsan ömrü, bir kum saatindeki taneler gibi hızla akıp gider.
“Kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil,” der
Risale-i Nur Külliyatı. Bu söz, bizi dünya lezzetlerinin geçici ve aldatıcı doğası hakkında uyarır. Akıl sahibi bir insan, kısa süreli zevkler uğruna sonsuz bir hayatı tehlikeye atmaz. Dünya hayatı, ebedi mutluluğun kazanılması veya kaybedilmesi için bir imtihan ve fırsat alanıdır. Geçici heveslerin peşinden koşmak, kısa vadeli bir rahatlık sağlayabilir, ancak uzun vadede kalıcı pişmanlıklara yol açar. Gerçek akıl, dünya ve ahiret dengesini kurmak ve ebedi saadet için bugünün fırsatlarını değerlendirmektir. Kum saatindeki her bir kum tanesi gibi kıymetli olan ömrümüzü, en verimli ve anlamlı şekilde kullanmak, akıllıca bir tercihtir.
Arkadaşlığın Önemi
İnsanın sosyal bir varlık olması, çevresindeki kişilerle olan ilişkilerinin hayatını nasıl şekillendirdiğini gösterir. Hz. Mevlana’nın öğüdü bu gerçeği anlatır:
“Kimle gezdiğinize, kimle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin. Çünkü bülbül güle, karga çöplüğe götürür.”
Bu derin mana taşıyan söz, arkadaş seçiminin kişinin karakteri ve geleceği üzerindeki etkisini anlatır. Bülbül, güzellik, estetik ve hoş koku ile özdeşleşirken; karga, çirkinlik, pislik ve değersizlik ile bağdaştırılır. İyi arkadaşlar, tıpkı bülbül gibi bizi güzelliklere, iyiliğe ve manevi değerlere yönlendirir. Kötü arkadaşlar ise, karga misali bizi olumsuzluklara, ahlaki çöküşe ve faydasız işlere sürükler. Bu nedenle, arkadaşlık ilişkilerinde dikkatli olmak ve bizi daha iyi bir insan olmaya teşvik eden, hayatımıza güzellik katan insanları seçmek büyük önem taşır.
Makale Özeti
Bu makale, farklı hikmetli sözler ışığında insanın dünya hayatındaki konumunu, sorumluluklarını ve değerini ele almaktadır.
İlk olarak, Risale-i Nur’dan iktibas edilen:
“Herkes kâinatı kendi aynasıyla görür,” sözüyle, iç dünyamızın dış dünyaya bakışımızı nasıl şekillendirdiğine değinilmiştir. İkinci olarak, Hz. İmam-ı Ali’nin “İnsan, ahiretteki evini dünyada inşa eder,” sözüyle dünya hayatının, ebedi yaşamın inşası için bir fırsat olduğu vurgulanmıştır. Ardından, Harezmi’ye atfedilen ahlakın değeri metaforuyla, insanın asıl kıymetinin maddi unsurlarda değil, ahlaki değerlerde olduğu açıklanmıştır.
Dördüncü olarak, Risale-i Nur’dan iktibas edilen:
“Kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil,” sözüyle geçici dünya lezzetleri yerine ebedi saadet için çalışmanın akıl kârı olduğu belirtilmiştir.
Son olarak, Hz. Mevlana’nın “Kimle gezdiğinize, kimle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin,” sözüyle de arkadaş seçiminin insanın hayatı üzerindeki belirleyici etkisi anlatılmıştır.
Makale, bu sözlerin her birini kendi açısından ele alarak, insana dünya hayatını anlamlandırma ve daha bilinçli bir yaşam sürme konusunda derin düşünceler sunmaktadır.
Hayat, tıpkı akan bir su gibidir. Derviş Celal Er-Rûhâvî, bu hakikati şu derin sözlerle ifade etmiştir:
“Su akarken testiyi doldurmalı! Su, ‘Ömür’; Testi, ‘Kalp’; Doldurulan, ‘Hikmet’tir.”
Bu mecaz, insanın fani ömrünü nasıl değerlendirmesi gerektiğine dair önemli bir rehber sunar. Ömür suyunun durmaksızın akıp gitmesi gibi, hayat da bir an bile durmaz. Testi, yani kalbimiz, bu suyla hikmetle dolmadığı sürece boş kalmaya mahkûmdur. Hikmet, sadece bilgi birikimi değil, aynı zamanda bu bilgiyi hayata geçirme becerisidir. Kalbimizi ilim, ahlak, tefekkür ve manevi faziletlerle doldurmak, ömrümüzün her anını değerli kılar. Aksi halde, akan su boşa akmış, testi boş kalmış, ömür heba olmuş demektir. Bu, bizi her anımızı bir fırsat olarak görmeye ve kalbimizi manevi zenginliklerle doldurmaya davet eden, düşündürücü bir ibrettir.
Kâinatın Delilleri: İçimizde Bir Kâbe
İnsanoğlu, varoluşun sırrını ve Sâni’in (Sanatkârın, Yaratıcının) varlığını isbatlamak için çoğu zaman uzaklara bakar. Oysa, Mesnevi-i Nuriye’de yer alan şu ifade, bu arayışın ne kadar yakında olduğunu gösterir:
“Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in isbatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak!”
Bu söz, en büyük delilin bizzat insanın kendi varlığı olduğunu anlatır. Vücudumuzdaki her bir hücre, organ ve sistem, kusursuz bir düzen ve sanatın delilidir. Kendi kalbimizin atışından, beynimizin karmaşık yapısına kadar her şey, sonsuz bir hikmetin ve gücün isbatıdır. Kâinatın en büyük mucizesi olan insan bedeni, Sâni’in imzalarını taşıyan bir kitaptır. Bu nedenle, dış dünyada delil aramak yerine, kendi iç dünyamıza dönüp tefekkür etmek, en kısa ve en doğru yolu sunar.
Ledduni İlim ve Kâinatın Sırları
Bazı ilimler, sadece kitaplardan öğrenilmez, doğrudan Allah tarafından kalbe ilham edilir. Seyyid Abdülhakim Arvasi (k.s), Ledünni ilmin derecelerini anlatırken, bu ilmin derinliğini gözler önüne serer:
“Leddünni ilim 72 derecedir. İlk derecesinde olan bir ağaca bakınca, Yapraklarının sayısını; Bir denize bakınca, Damlalarının sayısını; Bir çöle bakınca, Kum tanelerinin sayısını bilir.”
Bu ifade, Ledünni ilmin, insana varlığın en ince detaylarını dahi görme ve anlama kabiliyeti kazandırdığını gösterir. Bu seviyede bir bilgi, sadece akli çıkarımla değil, ilahi bir ihsanla elde edilir. Ağacın yaprağı, denizin damlası ve çölün kumu gibi sayısız varlığın her birinin bir anlam taşıdığını bilmek, kâinatın sırlarına vakıf olmaktır. Bu durum, ilmin sadece dünyevi bir meşguliyet olmadığını, aynı zamanda manevi bir mertebe olduğunu da ortaya koyar.
Deccal ve Aldanışın Sebepleri
Tarih boyunca ve kıyamet alametleri arasında, insanlığı aldatacak, olağanüstü güçlere sahip bazı figürlerin ortaya çıkacağı anlatılmıştır.
Bu durum şu sözlerle açıklanır:
“Deccal’in hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş. Hattâ bedbaht bir kısım insanlar, Onlara bir nevi Uluhiyet isnad eder diye haber verilmiş..”
Bunun sebebi nedir?”
Bu metin, sadece Deccal figürünü değil, aynı zamanda insanın olağanüstü güçlere ve karizmaya duyduğu zaafı da sorgular. İnsanlar, akıl almaz işler yapan, büyük güce sahip figürlere kolayca inanma eğilimindedir. Bu durum, aklın ve imanın zayıf olduğu zamanlarda daha da tehlikeli bir hal alır. Uluhiyet isnat etme eğilimi, aslında insanın kendi içindeki boşluğu ve arayışı yanlış yerde gidermesinin bir sonucudur. Bu durum, insanı sadece imanın değil, aklın ve mantığın da rehberliğine çağırır.
Kim Olduğun Değil, Kimlerle Olduğun Önemli
Ashab-ı Kehf kıssası, Kıtmir adlı köpeğin hikâyesiyle, arkadaşlık ve aidiyetin insan hayatındaki önemini gözler önüne serer.
Necip Fazıl Kısakürek bu kıssayı özetleyerek şu veciz sözü söylemiştir:
“Kıtmir bir köpekti. Ashab-ı Kehf’in köpeği. Ama Cennet’e gitti. Kim olduğun kadar kimlerle olduğunda önemli…”
Bu tarihi ve ibretlik hikâye, bir köpeğin dahi, iyi insanlarla beraber olması sayesinde manevi bir mertebe kazanabileceğini gösterir. Kişinin kendi kimliği, soyu, zenginliği veya dış görünüşü kadar, kimlerle yol yürüdüğü de önemlidir. İyi arkadaşlar, bizi doğru yola sevk eder, manevi mertebemizi yükseltir ve kötü alışkanlıklardan uzak tutar. Kıtmir’in cennete gitmesi, bu hakikatin en çarpıcı delilidir. Kiminle beraber olduğumuz, kaderimizi şekillendirebilir.
Makale Özeti
Bu makale, farklı hikmetli sözler ve tarihi anlatımlar aracılığıyla insan hayatının manevi boyutlarını ve değerlerini ele almaktadır.
İlk bölümde, “Su akarken testiyi doldurmalı,” sözüyle ömrün bir fırsat olduğu ve kalbin hikmetle doldurulması gerektiği anlatılır. İkinci bölümde, Mesnevi-i Nuriye’den iktibas edilen sözle, Sâni’in varlığının en büyük delilinin insanın kendi bedeni olduğu belirtilir.
Üçüncü bölümde, Ledünni ilmin derinliği ve bu ilmin insana sunduğu olağanüstü kavrayış anlatılır.
Dördüncü bölümde, Deccal figürü üzerinden insanın güç ve otoriteye karşı olan zaafı sorgulanır.
Son olarak, Kıtmir’in hikayesiyle, insanın kendi kimliğinden çok, kimlerle birlikte olduğunun önemine dikkat çekilir. Bu metinler, her biri kendi konusu içinde ele alınarak, insanın dünya hayatını daha anlamlı kılması ve manevi gelişimini önemsemesi için derin ve düşündürücü mesajlar ihtiva etmektedir.
Batı’nın İsrail’e Mesafe Alışı ve Gazze’nin Çığlığı
Son dönemde yaşanan gelişmeler, Batı dünyasının İsrail’e yönelik yaklaşımında tarihi bir kırılmaya işaret ediyor. Birleşik Krallık’ın, ülkenin en büyük savunma fuarı olan DSEI 2025’e İsrailli yetkililerin katılımını yasaklaması, sıradan bir diplomatik adım değil, uzun zamandır korunan “özel müttefiklik” zemininde ciddi bir çatlak anlamına geliyor.
Reuters’in aktardığına göre, İngiltere bu kararı özellikle Gazze’de Hamas’a karşı yürütülen operasyonların artması ve İsrail’in sivillere yönelik orantısız saldırılarının uluslararası kamuoyunda büyük bir tepki toplaması sebebiyle aldı. Karar, İsrail Savunma Bakanlığı’nın da tepkisini çekti; nitekim Tel Aviv yönetimi, bir önceki fuarda olduğu gibi ulusal stand açamayacağını açıkladı.
Her ne kadar Elbit Systems, Rafael, IAI ve Uvision gibi İsrail merkezli savunma şirketleri bağımsız olarak fuara katılabilecek olsa da, devlet düzeyinde uygulanan bu dışlama, İngiltere’nin İsrail’e karşı diplomatik baskıyı açıkça artırdığını gösteriyor.
Avrupa’da Yeni Bir İvme: Filistin’i Tanıma Dalgası
Bu gelişmeye paralel olarak, Avrupa’da Filistin Devleti’nin tanınması yönünde yeni bir ivme doğmuş durumda. Belçika, İngiltere, Fransa, Kanada ve Malta ile birlikte 9 Eylül’de başlayacak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Filistin’i resmen tanıyacağını duyurdu.
Filistin’in tanınması, sadece sembolik bir jest değil; aynı zamanda İsrail’in işgal politikalarına karşı uluslararası hukuk zemininde yeni bir meşruiyet mücadelesinin kapısını aralıyor. Bu süreç, Avrupa ülkelerinin kendi iç kamuoylarında yükselen “adalet” ve “insaniyet” taleplerine de cevap niteliğinde.
İsrail’de Derinleşen Kriz: Asker Bulamayan Bir Ordu
İsrail ordusunun içine düştüğü durum da dikkat çekici. ABD basınına yansıyan haberlere göre, Gazze’de yürütülen operasyonlara asker bulamayan komutanlar, WhatsApp gruplarında ilanlar paylaşarak keskin nişancı aramaya başladı. Bu, İsrail ordusunun hem moral hem insan kaynağı açısından ciddi bir erozyona uğradığını gösteriyor.
Daha da çarpıcı olan ise, Gazze’yi tamamen işgal etmeyi planlayan İsrail hükümetinin çağrısına birçok askerin yanıt vermemesi. Netanyahu hükümetine karşı içeriden gelen bu sessiz direniş, toplumda ve orduda derin bir kırılmanın habercisi.
İşgalin Karanlık Yüzü
İsrail’in saldırıları ise her geçen gün daha büyük bir insani trajediye dönüşüyor. Son 24 saatte 76 kişinin daha hayatını kaybetmesiyle Gazze’deki ölü sayısı 63 bin 633’e ulaştı. Açlık, susuzluk ve ilaçsızlık, adeta bir silah gibi sivillere karşı kullanılıyor.
Batı Şeria’da ise 455 dönümlük Filistin arazisinin İsrailli yerleşimcilere açılmak üzere gasp edilmesi, işgalin sistematik bir şekilde derinleştiğini ortaya koyuyor.
Bu tabloya, gazetecilerin ve sivillerin hedef alınması da ekleniyor. 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail ordusunun öldürdüğü gazeteci sayısı 248’e ulaştı. Basını susturmak, hakikatin üzerini örtmek isteyen bir zihniyetin tezahürü olarak tarihe geçti.
Dünyadan Vicdan Sesleri
Tüm bu karanlık tabloya karşı dünya vicdanı da sessiz değil. İrlandalı oyuncu Liam Cunningham, Gazze’de hayatını kaybeden küçük Fatma’nın hikâyesini gözyaşları içinde anlattı. Çocuğun kendi cenaze töreninde çalınacak şarkıyı önceden kaydetmiş olması, insanlığın nasıl bir uçuruma sürüklendiğini ortaya koyan en dramatik sahnelerden biri oldu.
Aynı şekilde, Küresel Sumud Filosu yüzlerce aktivist ve insani yardım malzemesiyle Gazze’ye ulaşmak için yola çıktı. Bu hareket, “Gazze’ye ulaşılamaz” algısını yıkmayı ve dünyanın dört bir yanından gelen vicdanların birleşmesini sembolize ediyor.
Sonuç: İsrail İçin Yalnızlaşma, Dünya İçin Sınav
Bugün gelinen noktada, İsrail’in yalnızlaşması sadece diplomatik düzeyde değil, askeri ve toplumsal düzeyde de hissediliyor. Birleşik Krallık’ın DSEI 2025 fuarında aldığı yasak kararı, Avrupa’nın Filistin’i tanıma adımları ve İsrail ordusundaki iç çözülme, tarihe geçecek kırılma noktalarıdır.
Ancak asıl soru şudur: Dünya, Gazze’deki açlık ve ölüm çığlığına daha ne kadar kayıtsız kalacaktır? Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Uğur İbrahim Altay’ın ifade ettiği gibi, “Gazze’de açlık devam ettikçe, dünyadaki gıda güvenliği çabaları da eksik kalacaktır.”
Gazze bugün sadece Filistin’in değil, insanlığın vicdan sınavıdır.
Fâtiha’da Yahudiler İçin “Mağdûb” İfadesi ve Hikmeti
“Kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkamın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir: Yahudilerin temerrüdü gibi.
Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur’an-ı Kerim, o zulmün akıbeti olan gadab-ı İlahiyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin.
İstimrar ve devam şe’ninde olan isimlerden ism-i mef’ul olarak zikredilmesi ise, şer ve isyanların devam edip, tevbe ve af ile inkıta etmedikleri takdirde kat’ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir.”
İsarat-ul İ’caz. 33.
********
Kur’ân-ı Kerîm’in en özlü ve en kapsamlı sûresi olan Fâtiha, insanlık tarihinin üç büyük yolunu işaret eder:
“En‘amte aleyhim”: Allah’ın nimet verdiği hidayet yolunu bulanlar,
“Mağdûbi aleyhim”: İlâhî gazaba uğrayanlar,
“Dâllîn”: Sapıklık ve dalâlete düşenler.
Burada Yahudiler için kullanılan “Mağdûb” ifadesi, sıradan bir tanımlama değil; hikmetlerle yüklü, derin bir uyarıdır.
Kuvve-i Gadabiyenin İstikametten Sapması
İnsan fıtratında kuvve-i akliye (akıl), kuvve-i gadabiye (öfke, savunma gücü) ve kuvve-i şeheviye (arzu) gibi üç temel cihaz vardır. Bunların dengede olması adaleti, dengesizliği ise sapmayı doğurur.
Yahudiler, kuvve-i gadabiyenin aşırılığıyla zulme meyledip, tecavüz ve temerrüd yoluna saptılar.
İlâhî hükümleri terk ederek fısk ve sefahate düştüler.
Bu zulüm ve fısıkta “geçici bir lezzet” buldukları için nefisleri ondan tiksinmedi.
İşte bu yüzden Kur’ân, onların akıbetini “gadab-ı İlâhî” ile ilişkilendirdi. Çünkü zulüm ve isyanın sonu, daima Allah’ın gazabıdır.
“Mağdûb” İsm-i Mef‘ul Olarak Neden Kullanıldı?
Kur’ân, “gazaba uğradılar” şeklinde geçici bir hâl yerine, “mağdûb” (gazaba uğramış olanlar) ism-i mef‘ulünü kullanmıştır. Bunun da hikmeti vardır:
Şayet zulüm ve fısk, devam eder ve tevbe ile kesilmezse, günah tabiat haline gelir.
Zamanla silinmez bir damga, kalıcı bir sıfat olur.
Bu da kişiyi sadece o anki günahın değil, sürekli bir gazabın muhatabı yapar.
Yani “mağdûb” ifadesi, geçici bir yanlış değil, katılaşmış bir isyan ve mühürlenmiş bir kalp halini temsil eder.
Tarihî Boyut: Yahudilerin Temerrüdü
Tarih boyunca Yahudiler, Allah’ın peygamberlerine karşı temerrüt göstermiştir:
Hz. Musa’ya isyan edip buzağıya tapmaları,
Hz. İsa’yı inkâr etmeleri,
Peygamberleri öldürmeye teşebbüs etmeleri…
Bu temerrüt, sadece bir toplulukla sınırlı değildir. Kur’ân’ın verdiği bu örnek, aslında bütün insanlık için bir uyarıdır:
Kim ki zulmü, isyanı ve fıskı sürekli kılarsa; o da aynı akıbete dûçâr olur.
Hikmetli İkaz: Günümüzde “Mağdûb” Riski
Bugün de insanlık aynı tehlikeyle karşı karşıyadır.
Gücü eline geçirip zulmeden devletler,
Ahlâkı terk edip sefahate düşen toplumlar,
Allah’ın hükümlerini görmezden gelen bireyler,
hepsi aynı kaderi paylaşır: İlâhî gazap.
“Mağdûb” sadece bir kavmi anlatmaz; zulüm ve fıska devam eden herkesin sıfatıdır.
Sonuç: Fâtiha’daki Dua
Fâtiha sûresi, bu yüzden sadece bir sûre değil, aynı zamanda bir dua ve ikazdır:
“Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet” derken hidayet ehlini örnek almayı istiyoruz.
“Mağdûb” ifadesiyle zulüm yoluna sapmaktan sakındırılıyoruz.
“Dâllîn” ile sapıklığın karanlıklarına düşmekten korunmamız isteniyor.
Demek ki her Fâtiha okuyuşta aslında şunu tekrar ediyoruz:
“Ya Rabbi! Bizi zulmün ve fıskın gazaba sürüklediği yoldan uzak tut; hidayetin yolunda sabit kıl.”
📌 Hülâsa: “Mağdûb” ifadesi, müfessirlerin ittifakına Yahudilere işaret etse de, sadece Yahudilerin tarihi isyanlarını anlatmaz. Zulüm ve fıska devam eden her millet, her fert için ilâhî bir uyarıdır. Çünkü günah tevbe ile kesilmezse, kalıcı bir damgaya dönüşür ve insanı ebedî gazaba mahkûm eder.
*******
Fâtiha’da “Mağdûb” ve “Dâllîn” Arasındaki Derin Fark
Fâtiha Sûresi, insanlığın önündeki üç temel yolu tasnif eder:
En‘amte aleyhim: Allah’ın nimet verdikleri, peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu.
Mağdûbi aleyhim: İlâhî gazaba uğrayanların yolu.
Dâllîn: Dalâlete, sapıklığa düşenlerin yolu.
Bu üç yolun her biri, aslında insanlık tarihindeki üç temel akışı temsil eder. “Mağdûb” ve “Dâllîn” arasındaki fark, zahirde küçük gibi görünse de, hakikatte çok derindir.
“Mağdûb” (Gazaba Uğrayanlar)
“Mağdûb”, Risale-i Nur’un ifadesiyle, kuvve-i gadabiyenin istikametten çıkıp tecavüz yoluna girmesi demektir.
Yani kişi bilir, hakikati tanır, ama buna rağmen inat ve isyanla zulme sapar.
Yahudilerin tarihi örneği bu noktada dikkat çekicidir: Tevrat’ı bildikleri halde hükmünü tahrif etmeleri, peygamberlere isyan etmeleri, hakikati görüp inkâr etmeleri.
“Dalâlet” ise daha çok kuvve-i akliyenin istikametten çıkmasıdır.
Hakikati tanımayan, ya cehaletle ya da yanlış yönlendirmeyle sapıtan topluluklardır.
Hristiyanların tarihi örneği bu noktada zikredilir: Hz. İsa’yı ulûhiyet makamına çıkararak şirke düşmeleri, hakikati tahrif etmeleri, ama bunu çoğu zaman bilgisizlik ve taassupla yapmaları.
📌 Özelliği: Hakikati bilmeden, yanılarak veya yanlış anlayarak sapmak.
Aralarındaki Temel Fark
Mağdûb: Hakikati bilip inkâr etmek.
Dâllîn: Hakikati bilmeden sapmak.
Bu fark, Kur’ân’ın insanlığa verdiği en büyük ölçülerden biridir. Çünkü her sapıklık aynı değildir.
Bilerek yapılan isyan, daha ağır bir suçtur.
Bilmeden yapılan hata, cehaletten doğduğu için farklıdır.
Nitekim Bediüzzaman’ın şu tesbiti bu noktayı netleştirir:
“Mağdûb, hakikati bilip de zulüm ve fıskta devam edenlerdir; Dâllîn ise hakikati bilmeden, cehaletle dalâlete sapanlardır.”
Günümüze Yansıması
Bugün dünyada bu iki yolun izleri hâlâ görünür:
Mağdûb’un temsilcileri: İlmi, teknolojiyi, bilgiyi elinde tutup, buna rağmen zulmü sistemleştiren devletler ve zümreler. (Örneğin, bilerek mazlumları ezmek, menfaat için hakikati tahrif etmek.)
Dâllîn’in temsilcileri: Hakikati bilmeden, ideolojiler ve yanlış inançlar peşinde sürüklenen toplumlar.
Fâtiha’nın Bize Öğrettiği Dua
Her Fâtiha’da aslında şu niyazı tekrar ediyoruz:
“Ya Rabbi! Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet;
Bizi ne Yahudiler gibi bilerek isyan eden mağdûblardan,
Ne de Hristiyanlar gibi cehaletle sapıtan dallînden eyleme!”
Bu dua, insanlığın en büyük tehlikesine karşı bir korunma zırhıdır. Çünkü insan ya bilip isyan ederek gazaba uğrar, ya da bilmeden saparak dalâlete düşer. Kurtuluş ise ancak hidayet yolunda sabit kalmakla mümkündür.
Sonuç: İki Yolun İkazı
Mağdûb → Bilerek zulme sapmak: İnat, fısk, inkâr.
Dâllîn → Bilmeden dalâlete düşmek: Cehalet, yanlış inanç, taassup.
Kur’ân bu iki sıfatı zikrederek, insanlığı iki büyük felaketten sakındırır. Her Fâtiha’da bu ayetleri okumak, sadece bir ibadet değil; aynı zamanda sürekli bir uyanıklık ve muhasebe çağrısıdır.
📌 Hülâsa: “Mağdûb” ve “Dâllîn” arasındaki farkı kavramak, sadece tarihî bir bilgi değil, günümüz için de hayatî bir ölçüdür. Çünkü biz de her gün bu iki yoldan birine kayma tehlikesiyle yüz yüzeyiz.
*******
Müslüman Toplumlarda “Mağdûb” ve “Dâllîn” Tehlikesi
Fâtiha Sûresi, sadece tarihî Yahudi ve Hristiyan örneklerini vermekle kalmaz; aynı zamanda bütün ümmetlere ve fertlere ibret levhası çizer. Bugün Müslüman toplumların da bu iki tehlike arasında salındığını görmek mümkündür.
Müslümanların “Mağdûb” Olma Tehlikesi
“Mağdûb”, hakikati bilip inkâr eden, bile bile zulme ve fıska devam edenleri ifade eder.
Günümüzde yansımaları:
Adalet yerine zulmün hâkim olması: Yönetici sınıfların Kur’ân’ın açık emirlerini bildikleri halde adaleti terk etmesi, halkı ezmesi.
Din adına istismar: Hakikati bilen din âlimlerinin veya cemaat önderlerinin, menfaat için dini araç haline getirmeleri.
İlim ve imkânı kötüye kullanmak: Teknoloji, ekonomi ve siyaset alanında sahip olunan bilgi ve imkânların, mazlumlara zulmetmek için kullanılması.
İnat ve taassup: Doğruyu bildiği halde sırf “benim tarafım” dediği için hakikati reddetmek.
📌 Bu durum, Müslüman fert ve toplumları “mağdûb” sıfatına yaklaştırır. Çünkü bilmek ama uymamak, insanı gazaba dûçâr eder.
Müslümanların “Dâllîn” Olma Tehlikesi
“Dâllîn”, hakikati bilmeden, yanlış yollarla sapıtanlardır.
Günümüzde yansımaları:
Cehaletin yaygınlığı: Kur’ân ve sünnetten uzaklaşarak, hurafe ve bidatlerle dini yaşamak.
Yanlış ideolojilerin etkisi: Sekülerizm, materyalizm, liberalizm, aşırı milliyetçilik veya aşırı mezhepçilik gibi yabancı fikirlerin hakikatin yerine ikame edilmesi.
Popüler kültürün sürüklemesi: Batı kültürünün cazibesine kapılıp, dinî ölçüleri bilmeden terk etmek.
Bilgisiz dindarlık: İhlâs ve marifet olmadan, sadece şekilsel ibadetlerle yetinmek; dini derinliksiz bir taklit haline getirmek.
📌 Bu durum da Müslümanları “dâllîn” sıfatına yaklaştırır. Çünkü bilmeyerek yanlış yollara sapmak, insanı dalâlete sürükler.
İki Tehlike Arasında Salınan Toplumlar
Bugün birçok İslâm ülkesi bu iki uç arasında sıkışmış durumda:
Mağdûb yönüyle: Bilerek adaleti terk eden yönetimler, menfaat için dini araç eden zümreler.
Dâllîn yönüyle: Cehalet içinde hurafelere kapılan, modern ideolojilerin esiri olan geniş halk kitleleri.
Sonuçta ümmetin gücü zayıflıyor, birlik dağınık hale geliyor, dış müdahalelere açık bir zemin oluşuyor.
Kurtuluş Yolu: “Sirât-ı Müstakîm”
Fâtiha’da istenen yol, bu iki tehlikeden uzak **“nimet verilenlerin yolu”**dur.
Bu yolun temel taşları şunlardır:
İlim ve marifet: Cehaleti giderip hakikati öğrenmek.
İman ve ihlâs: Bilgiyi sırf Allah için yaşamak.
Adalet ve merhamet: Kuvve-i gadabiyeyi zulme değil, hakkı savunmaya yönlendirmek.
Takva ve teslimiyet: Hakikati bildiği halde inkâra değil, itaate yönelmek.
Sonuç: Çağdaş İkaz
Bugün Müslüman toplumlar, hem mağdûb hem de dâllîn olma tehlikesiyle yüz yüzedir.
Her Fâtiha’da tekrar edilen dua, aslında çağımız Müslümanlarına yönelik en büyük ikazdır:
“Ya Rabbi! Bizi ne bilerek zulme sapan mağdûblardan, ne de cehaletle yolunu kaybeden dallînlerden eyleme; bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet.”
******
Mağdûb ve Dâllîn Tehlikesi: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Endülüs’ten Günümüze Tarihî İbretler
Fâtiha Sûresi’nde geçen “Mağdûb” ve “Dâllîn” kavramları, sadece Yahudi ve Hristiyanlara işaret eden tarihî bir tasvir değil; her toplum için daimî bir ikazdır. Müslüman toplumların tarihi, bu iki tehlikenin zaman zaman nasıl tezahür ettiğini açıkça göstermektedir.
Endülüs’ün Çöküşü: İlmin ve İzzetin Kaybı
Endülüs, sekiz asır boyunca ilim, kültür ve medeniyetin merkezi olmuştu. Ancak:
Mağdûb yönüyle: İktidar sahipleri, hakikati bildikleri halde iç kavgalarla zulme saptılar. Müslüman emirlikler, birbirleriyle savaşırken Haçlı güçlerine kapı araladılar.
Dâllîn yönüyle: Halk, ilim ve marifetten uzaklaştı; dinî ölçüler yerine lüks, eğlence ve taassup peşine düştü.
Sonuçta, hem yöneticilerin zulmü hem de halkın cehaleti birleşince, Endülüs yıkıldı ve bir daha ayağa kalkamadı.
Osmanlı’nın Zayıflaması
Osmanlı, asırlarca İslâm dünyasının merkeziydi. Fakat son döneminde:
Mağdûb tehlikesi: Saray ve idare, çoğu zaman hakikati bildiği halde menfaat, makam ve Avrupa’nın cazibesine kayabildi. Devletin içinde Batı’nın ajanları ve çıkarcı zümreler güç kazandı.
Dâllîn tehlikesi: Halkın geniş kesimleri, Kur’ân’ın ruhundan uzaklaşıp hurafe ve şekilcilikle yetindi. Cehalet arttı, ümmetin büyük kısmı modern ideolojilerin etkisine açık hale geldi.
Sonuç: Osmanlı’nın çöküşüyle İslâm dünyası parçalandı, Batı’nın sömürgesi haline geldi.
Cumhuriyet Dönemi ve Darbeler
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Müslüman toplumlar farklı bir imtihanla karşılaştı:
Mağdûb yönüyle: Halkın imanını bilen, ama bilerek dine baskı yapan, Kur’ân harfini yasaklayan, ezanı susturan bir zihniyet ortaya çıktı. Bu, hakikati bilerek zulmetmenin örneğidir.
Dâllîn yönüyle: Halkın geniş kesimi, ya cehaletten ya da dayatılan ideolojilerin etkisiyle dinî hakikatlerden uzaklaştı. Batılılaşma adına köksüz bir kültür taklidi başladı.
Darbeler, bu iki yönün birleşmesiyle şekillendi:
Darbeciler, dış güçlerin maşası olarak, bilerek zulme saptılar → “mağdûb”.
Toplumun bir kısmı, cehalet veya korku yüzünden onları destekledi → “dâllîn”.
Günümüzde İslâm Dünyası
Bugün ümmetin hâli, tarihin tekerrür ettiğini gösteriyor:
Mağdûb örnekleri:
Bilgiyi, teknolojiyi, siyaseti elinde bulundurduğu halde zulüm ve istibdadı sürdüren yönetimler.
Dış güçlerin çıkarına hizmet eden, bilerek ümmeti bölen işbirlikçi zümreler.
Dâllîn örnekleri:
Cehalet ve hurafeyle dini yaşayan kitleler.
Batı’nın kültürünü taklit edip kendi kimliğini unutan genç nesiller.
Popüler ideolojilere kapılıp, hakikatten uzaklaşan toplumlar.
Tarihî İkazın Hikmeti
Endülüs: Bilgi ve imanı kaybedenlerin nasıl yok olduğunu gösterir.
Osmanlı: Adalet ve marifetten uzaklaşınca, en güçlü devletin bile çökeceğini isbatlar.
Cumhuriyet darbeleri: İçimizdeki “mağdûb”ların ve “dâllîn”lerin birleşince nasıl fitne ürettiğini hatırlatır.
Çıkış Yolu: Sirât-ı Müstakîm
Bu tarihî ibretler bize gösteriyor ki:
Mağdûb tehlikesinden kurtuluş: Bilgiyi ve imanı, zulüm yerine adalet için kullanmak.
Ümmetin kurtuluşu: Birlik, ilim, iman, adalet ve ihlâs ile mümkün.
Sonuç
Fâtiha’daki “mağdûb” ve “dâllîn” ikazı, tarih boyunca olduğu gibi bugün de Müslüman toplumların en büyük imtihanıdır.
Endülüs bu uyarıyı görmezden gelmenin sonucudur.
Osmanlı’nın çöküşü aynı ikazın acı tekrarıdır.
Cumhuriyet darbeleri bu tehlikenin modern bir versiyonudur.
Her Fâtiha’da okuduğumuz dua aslında bir tarih muhasebesidir:
“Ya Rabbi! Bizi bilerek zulmedenlerden ve bilmeden sapanlardan eyleme; bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet.”
İnsan, çoğu zaman içinde bulunduğu durumu yanlış değerlendirme eğilimindedir.
Mesnevi-i Nuriye’de bu yanılma, “Ey divane baş ve bozuk kalp! Zanneder misin ki ‘Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar.’ Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.” sözleriyle çarpıcı bir şekilde ifade edilmiştir.
Bu metin, Müslümanların dünya nimetlerinden uzak durmasının veya “fakr-ı hal” olarak görülen durumlarının ardındaki gerçek nedeni sorgular. Toplumda yaygın bir yanılgı, dindarların dünyayı önemsemediği için fakir kaldığı yönündedir. Ancak Bediüzzaman, bu düşüncenin yanlış olduğunu belirtir. Asıl neden, hırsın şiddetlenmesi ve bunun bir mü’min için zarara ve sefalete yol açmasıdır. Dünya sevgisi, ölçülü ve meşru sınırlar içinde kaldığında bir sorun teşkil etmez. Ancak hırs, kazanma ve elde etme arzusunun kontrolsüz hale gelmesiyle, insanı manevi değerlerden uzaklaştırır ve gerçek anlamda fakirliğe sürükler. Çünkü mü’min için dünya hırsı, kalp huzurunu bozar, kanaati yok eder ve neticede gerçek mutluluğu engeller. Dolayısıyla fakr-ı hal, dışarıdan gelen bir zorluktan ziyade, dahili bir hırsın sonucudur.
Dinsizliğin ve Zındıklığın Akıbeti
Toplumsal hayatın düzeni ve bireyin huzuru, inanç sistemleriyle yakından ilişkilidir. Risale-i Nur Külliyatı, dinsizliğin ve zındıklığın yol açacağı sonuçlar hakkında uyarıcı bir mesaj ihtiva eder: “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müdhiş tokatlar yiyecekler.”
Bu ifade, sadece ahiretteki bir cezayı değil, aynı zamanda dünya hayatında da manevi ve toplumsal bir çöküşü işaret eder.
Dinsizlik ve zındıklık, toplumun temel taşlarını sarsan, ahlaki değerleri zayıflatan ve bireylerin iç huzurunu bozan unsurlardır. İnançtan uzaklaşan bir toplumda bencillik, şiddet ve adaletsizlik artar. Tarih boyunca, inançsızlığın yayıldığı dönemlerde toplumların büyük buhranlar yaşadığı, ahlaki ve kültürel yozlaşmaya uğradığı görülmüştür. Bu “tokatlar,” doğal bir sonuç olarak ortaya çıkan sosyal kaos, iç çatışmalar, bireysel mutsuzluklar ve manevi boşluklardır. Metin, insanları bu tür yıkıcı akımlardan uzak durmaya ve toplumun inanç temellerini korumaya davet eder. Çünkü gerçek mutluluk ve huzur, ancak sağlam bir inanç ve ahlak zemini üzerine inşa edilebilir.
Musibet Perdesi ve Azrail (A.S)’ın Hikmeti
Hayatın kaçınılmaz gerçeklerinden biri de ölüm ve onun getirdiği ayrılık hissidir. Mesnevi-i Nuriye 11. Şua’da, Hazret-i Azrail (A.S) ile Cenab-ı Hakk arasındaki diyalog, musibetlerin ardındaki ilahi hikmeti anlamamıza yardımcı olur:
“Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: -Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler. Benden küsecekler. Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: -Senin ile ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler.”
Bu anlatım, ölüm meleği Azrail’in, can alma görevinin insanlarda oluşturacağı küskünlük ve şikayetlerden endişe etmesini ve Allah’ın bu endişeye karşı nasıl bir hikmetle cevap verdiğini gözler önüne serer. Allah, kullarının doğrudan Azrail’den şikayet etmemesi için araya hastalıklar, kazalar ve musibetler perdesini koymuştur. Böylece insanlar, ölümün doğrudan Azrail’den değil, bu sebeplere bağlı olduğunu düşünerek, Azrail’e karşı bir öfke veya küskünlük beslemezler. Bu, ilahi adaletin ve merhametin bir tecellisidir. Musibetler, aslında ölüm gerçeğine bir hazırlık, dünya hayatının geçiciliğini hatırlatan ve sabrı öğreten birer imtihandır. Bu ibretlik kıssa, zorlukların ve ölüme giden yoldaki acıların ardındaki ilahi planı anlamamıza yardımcı olur.
Kaderin Güzelliği ve Hayrın Şer Perdesi
İnsanlık tarihinde pek çok filozof ve düşünür, “neden kötülükler var?” sorusuna cevap aramıştır. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Sözler – 472″de bu konuda eşsiz bir bakış açısı sunar: “Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
Bu söz, kader ve kazaya iman etmenin derinliğini ifade eder. Zahiren kötü görünen olaylar, hastalıklar, musibetler, hatta çirkinlikler dahi, kaderin sonsuz hikmeti ve adaleti açısından bakıldığında bir hayır taşır. İnsan aklı, olayların sadece yüzeysel ve anlık etkilerini görebilirken, ilahi kader, olayın tüm boyutlarını ve uzun vadeli sonuçlarını kapsar. Bir şer gibi görünen olay, aslında daha büyük bir hayra kapı aralayabilir, insanı olgunlaştırabilir, günahlardan arındırabilir veya Allah’a daha çok yönelmesine vesile olabilir. Çirkinlikler ise, güzelliklerin kıymetini anlamak için birer ölçü vazifesi görür. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu kâinatta, zıtlıklar bile ilahi bir denge ve güzellik içinde yer alır. Bu perspektif, olaylara bakış açımızı değiştirerek, bize tevekkül ve rıza makamına ulaşma yolunu gösterir.
Deccal’in Küresel Etkisi ve Yanlış Yönlendirmeler
Kıyamet alametlerinden biri olarak zikredilen Deccal figürü, farklı din ve kültürlerde çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Şualar – 587 ve Zülfikar – 271’de, Hz. Bediüzzaman Said Nursi, Deccal’in önemli bir gücünü Yahudilerle ilişkilendirir ve onların bu harekete gönüllü katılımından bahseder:
“Rivayette var ki: ‘Deccal’in mühim kuvveti yahudidir. Yahudiler severek tâbi’ olurlar.’ Her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.”
Bu metin, tarihi ve dini literatürdeki bazı rivayetlere dayanarak, Yahudi milletinin Deccal’in ortaya çıkışında ve küresel fesat hareketlerinde oynayabileceği rolü gündeme getirir.
Metin, Yahudilerin Deccal’e “severek tabi” olacağını belirtirken, onların her türlü fesat komitelerine ve ihtilallere karışan bir millet olduğunu ifade eder. Bu, Deccal’in sadece bir bireyden ibaret olmadığını, aynı zamanda belirli bir zihniyetin ve küresel entrikaların bir sembolü olabileceğini düşündürür. Bu ifadeler, dini metinlerin siyasi ve sosyal yorumlarına işaret ederken, okuyucuyu tarihin derinliklerindeki olayları ve günümüzdeki gelişmeleri dikkatle takip etmeye davet eder. Metin, genel olarak kötülüğün ve fitnenin yayılmasındaki insan faktörünü ve bu durumun toplumsal sonuçlarını anlatır.
Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan ve diğer hikmetli sözlerden ilham alarak, insanın dünya hayatı, inanç, kader ve toplumsal ilişkiler üzerine derinlemesine bir bakış sunmaktadır.
İlk bölümde, Müslümanların fakr-ı halinin nedeninin hırs olduğu ve dünya sevgisinin sınırları ele alınmıştır.
İkinci bölümde, dinsizliğin ve zındıklığın toplumsal ve bireysel sonuçlarına değinilerek, manevi değerlerin önemi anlatılmıştır. Üçüncü bölümde, Hazret-i Azrail (A.S) ile Cenab-ı Hakk arasındaki diyalog üzerinden musibetlerin ardındaki ilahi hikmet ve merhamet açıklanmıştır.
Dördüncü bölümde, kaderin her şeyinin güzel ve hayırlı olduğu, zahiren şer gibi görünenin bile bir hikmet taşıdığı Bediüzzaman’ın sözleriyle ifade edilmiştir.
Son olarak, Deccal’in küresel etkisi ve bu süreçte bazı milletlerin oynayabileceği rol, tarihi ve dini rivayetler ışığında değerlendirilmiştir.
Makale, bu farklı konuları bir bütünlük içinde ele alarak, okuyucuyu hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daha bilinçli, tevekküllü ve hikmetli bir yaşam sürmeye teşvik etmektedir.
İnsan, çoğu zaman içinde bulunduğu durumu yanlış değerlendirme eğilimindedir.
Mesnevi-i Nuriye’de bu yanılma, “Ey divane baş ve bozuk kalp! Zanneder misin ki ‘Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar.’ Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.” sözleriyle çarpıcı bir şekilde ifade edilmiştir.
Bu metin, Müslümanların dünya nimetlerinden uzak durmasının veya “fakr-ı hal” olarak görülen durumlarının ardındaki gerçek nedeni sorgular. Toplumda yaygın bir yanılgı, dindarların dünyayı önemsemediği için fakir kaldığı yönündedir. Ancak Bediüzzaman, bu düşüncenin yanlış olduğunu belirtir. Asıl neden, hırsın şiddetlenmesi ve bunun bir mü’min için zarara ve sefalete yol açmasıdır. Dünya sevgisi, ölçülü ve meşru sınırlar içinde kaldığında bir sorun teşkil etmez. Ancak hırs, kazanma ve elde etme arzusunun kontrolsüz hale gelmesiyle, insanı manevi değerlerden uzaklaştırır ve gerçek anlamda fakirliğe sürükler. Çünkü mü’min için dünya hırsı, kalp huzurunu bozar, kanaati yok eder ve neticede gerçek mutluluğu engeller. Dolayısıyla fakr-ı hal, dışarıdan gelen bir zorluktan ziyade, dahili bir hırsın sonucudur.
Dinsizliğin ve Zındıklığın Akıbeti
Toplumsal hayatın düzeni ve bireyin huzuru, inanç sistemleriyle yakından ilişkilidir. Risale-i Nur Külliyatı, dinsizliğin ve zındıklığın yol açacağı sonuçlar hakkında uyarıcı bir mesaj ihtiva eder: “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müdhiş tokatlar yiyecekler.”
Bu ifade, sadece ahiretteki bir cezayı değil, aynı zamanda dünya hayatında da manevi ve toplumsal bir çöküşü işaret eder.
Dinsizlik ve zındıklık, toplumun temel taşlarını sarsan, ahlaki değerleri zayıflatan ve bireylerin iç huzurunu bozan unsurlardır. İnançtan uzaklaşan bir toplumda bencillik, şiddet ve adaletsizlik artar. Tarih boyunca, inançsızlığın yayıldığı dönemlerde toplumların büyük buhranlar yaşadığı, ahlaki ve kültürel yozlaşmaya uğradığı görülmüştür. Bu “tokatlar,” doğal bir sonuç olarak ortaya çıkan sosyal kaos, iç çatışmalar, bireysel mutsuzluklar ve manevi boşluklardır. Metin, insanları bu tür yıkıcı akımlardan uzak durmaya ve toplumun inanç temellerini korumaya davet eder. Çünkü gerçek mutluluk ve huzur, ancak sağlam bir inanç ve ahlak zemini üzerine inşa edilebilir.
Musibet Perdesi ve Azrail (A.S)’ın Hikmeti
Hayatın kaçınılmaz gerçeklerinden biri de ölüm ve onun getirdiği ayrılık hissidir. Mesnevi-i Nuriye 11. Şua’da, Hazret-i Azrail (A.S) ile Cenab-ı Hakk arasındaki diyalog, musibetlerin ardındaki ilahi hikmeti anlamamıza yardımcı olur:
“Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: -Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler. Benden küsecekler. Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: -Senin ile ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler.”
Bu anlatım, ölüm meleği Azrail’in, can alma görevinin insanlarda oluşturacağı küskünlük ve şikayetlerden endişe etmesini ve Allah’ın bu endişeye karşı nasıl bir hikmetle cevap verdiğini gözler önüne serer. Allah, kullarının doğrudan Azrail’den şikayet etmemesi için araya hastalıklar, kazalar ve musibetler perdesini koymuştur. Böylece insanlar, ölümün doğrudan Azrail’den değil, bu sebeplere bağlı olduğunu düşünerek, Azrail’e karşı bir öfke veya küskünlük beslemezler. Bu, ilahi adaletin ve merhametin bir tecellisidir. Musibetler, aslında ölüm gerçeğine bir hazırlık, dünya hayatının geçiciliğini hatırlatan ve sabrı öğreten birer imtihandır. Bu ibretlik kıssa, zorlukların ve ölüme giden yoldaki acıların ardındaki ilahi planı anlamamıza yardımcı olur.
Kaderin Güzelliği ve Hayrın Şer Perdesi
İnsanlık tarihinde pek çok filozof ve düşünür, “neden kötülükler var?” sorusuna cevap aramıştır. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Sözler – 472″de bu konuda eşsiz bir bakış açısı sunar: “Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
Bu söz, kader ve kazaya iman etmenin derinliğini ifade eder. Zahiren kötü görünen olaylar, hastalıklar, musibetler, hatta çirkinlikler dahi, kaderin sonsuz hikmeti ve adaleti açısından bakıldığında bir hayır taşır. İnsan aklı, olayların sadece yüzeysel ve anlık etkilerini görebilirken, ilahi kader, olayın tüm boyutlarını ve uzun vadeli sonuçlarını kapsar. Bir şer gibi görünen olay, aslında daha büyük bir hayra kapı aralayabilir, insanı olgunlaştırabilir, günahlardan arındırabilir veya Allah’a daha çok yönelmesine vesile olabilir. Çirkinlikler ise, güzelliklerin kıymetini anlamak için birer ölçü vazifesi görür. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu kâinatta, zıtlıklar bile ilahi bir denge ve güzellik içinde yer alır. Bu perspektif, olaylara bakış açımızı değiştirerek, bize tevekkül ve rıza makamına ulaşma yolunu gösterir.
Deccal’in Küresel Etkisi ve Yanlış Yönlendirmeler
Kıyamet alametlerinden biri olarak zikredilen Deccal figürü, farklı din ve kültürlerde çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Şualar – 587 ve Zülfikar – 271’de, Hz. Bediüzzaman Said Nursi, Deccal’in önemli bir gücünü Yahudilerle ilişkilendirir ve onların bu harekete gönüllü katılımından bahseder:
“Rivayette var ki: ‘Deccal’in mühim kuvveti yahudidir. Yahudiler severek tâbi’ olurlar.’ Her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.”
Bu metin, tarihi ve dini literatürdeki bazı rivayetlere dayanarak, Yahudi milletinin Deccal’in ortaya çıkışında ve küresel fesat hareketlerinde oynayabileceği rolü gündeme getirir.
Metin, Yahudilerin Deccal’e “severek tabi” olacağını belirtirken, onların her türlü fesat komitelerine ve ihtilallere karışan bir millet olduğunu ifade eder. Bu, Deccal’in sadece bir bireyden ibaret olmadığını, aynı zamanda belirli bir zihniyetin ve küresel entrikaların bir sembolü olabileceğini düşündürür. Bu ifadeler, dini metinlerin siyasi ve sosyal yorumlarına işaret ederken, okuyucuyu tarihin derinliklerindeki olayları ve günümüzdeki gelişmeleri dikkatle takip etmeye davet eder. Metin, genel olarak kötülüğün ve fitnenin yayılmasındaki insan faktörünü ve bu durumun toplumsal sonuçlarını anlatır.
Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan ve diğer hikmetli sözlerden ilham alarak, insanın dünya hayatı, inanç, kader ve toplumsal ilişkiler üzerine derinlemesine bir bakış sunmaktadır.
İlk bölümde, Müslümanların fakr-ı halinin nedeninin hırs olduğu ve dünya sevgisinin sınırları ele alınmıştır.
İkinci bölümde, dinsizliğin ve zındıklığın toplumsal ve bireysel sonuçlarına değinilerek, manevi değerlerin önemi anlatılmıştır. Üçüncü bölümde, Hazret-i Azrail (A.S) ile Cenab-ı Hakk arasındaki diyalog üzerinden musibetlerin ardındaki ilahi hikmet ve merhamet açıklanmıştır.
Dördüncü bölümde, kaderin her şeyinin güzel ve hayırlı olduğu, zahiren şer gibi görünenin bile bir hikmet taşıdığı Bediüzzaman’ın sözleriyle ifade edilmiştir.
Son olarak, Deccal’in küresel etkisi ve bu süreçte bazı milletlerin oynayabileceği rol, tarihi ve dini rivayetler ışığında değerlendirilmiştir.
Makale, bu farklı konuları bir bütünlük içinde ele alarak, okuyucuyu hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daha bilinçli, tevekküllü ve hikmetli bir yaşam sürmeye teşvik etmektedir.