Yâsîn Sûresi 21. Âyet ve Habib-i Neccâr’ın Sözü

Yâsîn Sûresi 21. Âyet ve Habib-i Neccâr’ın Sözü

> “İttabi‘û men lâ yes’elukum ecran ve hum muhtedûn.”
“Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda bulunanlara uyun.” (Yâsîn, 36/21)

Habib-i Neccâr’ın ilk cümlesi dikkat çekicidir. Peygamberlerin hakikî davetlerini ayıran en açık işaretlerden biri, dünyevî karşılık talep etmemeleridir.

Habib-i Neccâr, elçilerin samimiyetini ilk olarak buradan tanımıştır:

Onlar dünyevî menfaat, makam, şöhret, ücret istemiyor.

Sadece Allah’ın rızasını ve kulların hidayetini hedefliyorlar.

Bu durum, Habib-i Neccâr’ın fıtraten saf, ihlâslı ve feraset sahibi oluşunun göstergesidir. Çünkü hak-bâtıl ayrımını yapacak ölçü, vicdanî bir terazidir.

Peygamberlerde gördüğü özellikler:

İhlâs: Davalarının dünyevî menfaatle kirlenmemesi.

Fedakârlık: Halkın eziyetine sabırla katlanmaları.

Samimiyet: Hem sözleri hem amelleriyle örtüşmeleri.

Kendisinde öne çıkan özellik:

Temiz kalpli, ferasetli bir mü’min oluşu.

“Ücret istemeyenler” ölçüsünden hakikati ayırt edecek basiret.

  1. Kur’an’da Bütün Peygamberlerin Ortak Sözü

Kur’an’da pek çok yerde peygamberlerin dilinden şu ifade geçer:

> “Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a aittir.” (Şuarâ, 26/109, 127, 145, 164, 180)

Bu tekrar, peygamberliğin en temel mühürlerinden biridir.

Tebliğ, Allah adına yapılan bir hizmettir; onun karşılığı da Allah’tandır.

Eğer dünyevî bir menfaat beklenseydi, davetin saflığı gölgelenirdi.

Demek ki “ücret istememek”, peygamberliğin delilidir.

  1. “Ücret Allah’a aittir” Ne Demektir?

Mana olarak:

Benim mükâfatımı verecek olan Allah’tır.

Benim gayretimin karşılığını siz değil, Rabbim verecektir.

Hikmet olarak:

Tebliğin değerini fânî ücretle düşürmemek.

Dâveti dünyevî maksat zannedilmesine engel olmak.

İhlas ölçüsü:

Hak dava, Allah için yapılır.

İnsanlardan alkış, övgü, mal-makam beklemek daveti gölgeler.

  1. Fânî ile Bâkî’nin Mukayesesi

Fânî ücretler: Para, makam, şöhret, övgü, menfaat.

Bâkî ücret: Allah’ın rızası, ebedî cennet, manevi makam.

Mukayese şöyle yapılabilir:

Fânî, gelip geçicidir. Bir menfaat vermez, çabuk tükenir.

Bâkî ise sonsuzdur; hem dünyada kalbe huzur verir, hem ahirette ebedî saadet kazandırır.

Peygamberlerin seçimi, bâkî olanı tercih etmeleridir.

  1. Samimiyet, İhlâs ve Fedakârlık Açısından

Samimiyet: İnsanlardan bir şey istememek, mesajın doğruluğunu güçlendirir. Çünkü “menfaat beklentisi” samimiyeti sorgulatır.

İhlâs: Sadece Allah rızası için yapılan davet, her türlü dünyevî gölgeyi kaldırır.

Fedakârlık: İnsanlardan ücret almayan peygamber, aksine onlar için fedakârlık eder, eziyetlere katlanır.

  1. Habib-i Neccâr’ın Ferâseti

O, Allah’ın elçilerini ücret istememelerinden tanıdı.

Çünkü insan tabiatı gereği, bir işi menfaatsiz yapmaz. Ama peygamberler menfaatsiz değil; bilakis başkaları için fedakârlık ederek çalışıyor.

Bu, ancak Allah için olabilecek bir hakikat idi.

  1. Risale-i Nur Perspektifi (İhlâs Risalesi ve 20. Mektup ile bağlantı)

Bediüzzaman, peygamberlerin “ücret istememek” prensibini ihlâsın en büyük delili olarak açıklar:

Hak dava, ücretini Allah’tan alır.

İhlâs, dünyevî alkış ve karşılıktan yüz çevirmektir.

Hakikatı tebliğ edenler, en büyük mükâfatı ahirette alırlar.

Sonuç Olarak:
Habib-i Neccâr, elçilerin hakikî hak elçileri olduğunu, onların dünyevî menfaat gözetmemelerinden anladı.
Bu, bütün peygamberlerde ortak bir delildir.
“Ücret Allah’a aittir” demek; fânî menfaatleri bırakıp bâkî olan Allah rızasını seçmektir.
Böylece tebliğ davası, samimiyet, ihlâs ve fedakârlığın en yüce örneği hâline gelir.

*****

Habib-i Neccâr’ın Ferâseti ve Peygamberlerin İhlâs Sırrı

  1. Yâsîn Sûresi’nde Habib-i Neccâr’ın İlk Sözleri

Kur’ân-ı Kerîm’de Yâsîn sûresinde anlatılan Habib-i Neccâr, şehir halkına gönderilen elçilere iman eden ilk kişidir. Onların davetini kabul edip kavmine şu cümleyle seslenir:

> “Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda bulunanlara uyun.” (Yâsîn, 36/21)

Bu söz, hem tebliğin hakikatini tanımanın ölçüsünü hem de samimiyetin alâmetini göstermektedir. Habib-i Neccâr, elçilerin peygamberliklerini; makam, mal, menfaat talep etmemelerinden anlamış, onların doğruluğunu bu ölçüyle tasdik etmiştir.

  1. Peygamberlerin Ortak Sözü: “Ben Sizden Ücret İstemem”

Kur’an’da birçok peygamber aynı ifadeyi tekrar eder:

> “Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnızca Allah’a aittir.” (Şuarâ, 26/109, 127, 145, 164, 180)

Bu tekrar, peygamberliğin en belirgin vasfıdır. Tebliğin karşılığı insanlardan değil, Allah’tandır. Eğer dünyevî bir beklenti olsaydı, davetin saflığı gölgelenirdi. Bu yüzden bütün peygamberler, davalarının dünyevî değil, uhrevî olduğunu açıkça göstermiştir.

  1. “Ücret Allah’a Aittir” Ne Demektir?

Manevî boyut: Peygamber, davetinin karşılığını yalnız Allah’tan bekler.

Hikmet boyutu: Tebliğin değerini fânî menfaatle küçültmez.

İhlâs boyutu: İnsanlardan alkış, övgü, mal ve makam beklemez; yalnız Allah’ın rızasını gözetir.

Bu tavır, davetin en kuvvetli delili ve en açık samimiyet göstergesidir.

  1. Fânî ile Bâkî’nin Mukayesesi

Fânî ücretler: Mal, makam, şöhret, alkış… Bunlar kısa ömürlüdür, sahibine gerçek huzur vermez.

Bâkî ücret: Allah’ın rızası, ebedî saadet, manevî huzur.

Peygamberler, kısa ömürlü menfaatleri değil, ebedî saadeti tercih etmişlerdir. Bu seçim, onların davalarının hak olduğunun delilidir.

  1. Samimiyet, İhlâs ve Fedakârlık Açısından

Samimiyet: Ücret talep etmemek, davetin hak olduğuna güven kazandırır.

İhlâs: Sadece Allah rızası için yapılan bir hizmet, dünyevî gölgelerden arınır.

Fedakârlık: İnsanlardan bir şey istemeyen peygamberler, aksine onlar için çile çeker; zulme, hakarete, hatta ölüme katlanırlar.

  1. Habib-i Neccâr’ın Ferâseti

Habib-i Neccâr, Allah’ın elçilerini “ücret istememelerinden” tanıdı. Çünkü insan fıtratı gereği, bir işi genelde menfaatsiz yapmaz. Ancak peygamberler, kendi çıkarları için değil, başkalarının kurtuluşu için fedakârlık yapıyorlardı. Bu durum, davalarının hak olduğuna işaret ediyordu.

  1. Risale-i Nur Perspektifi

Bediüzzaman Said Nursî, peygamberlerin bu tavrını “ihlâsın en yüksek derecesi” olarak değerlendirir:

Hak dava, ücretini Allah’tan alır.

İnsanlardan ücret beklemek, daveti gölgeleyip zaafa düşürür.

İhlâs, dünyevî alkış ve karşılıktan yüz çevirmekle tahakkuk eder.

Bu yönüyle Habib-i Neccâr’ın sözleri, “ihlâsın ölçüsü” hâline gelmiştir.

Sonuç

Habib-i Neccâr, elçilerin peygamberliğini onların dünyevî menfaat gözetmemelerinden tanıdı. Bu, bütün peygamberlerde ortak bir delildir.
“Ücret Allah’a aittir” demek; fânî menfaatleri terk edip bâkî olan Allah rızasını seçmektir.
Bu tavır, samimiyetin, ihlâsın ve fedakârlığın en parlak örneğini ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Hayatın Sırrı ve Ebediyetin Kapısı

Hayatın Sırrı ve Ebediyetin Kapısı
Dünya Bir Han, İnsan Bir Yolcu

> “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.”
>
Bu sözler, modern insanın en büyük yanılgısını gözler önüne seriyor: dünyayı sabit bir mekân, kendisini ise orada kalıcı bir varlık sanmak. Oysa tarih bize bunun tam tersini defalarca göstermiştir. En görkemli imparatorluklar, en zengin şehirler bile zamanın ve değişimin rüzgârına karşı duramamıştır. Bir zamanların Kudüs’ü, Endülüs’ü, İstanbul’u… Hepsi bir değişimden geçmiştir. Bu değişim, sadece şehirlerin ve medeniyetlerin kaderi değil, aynı zamanda insanın da ta kendisidir. Doğumdan ölüme doğru akan bir nehir gibiyiz.
Akıllı bir insan, bu gerçeği idrak eder ve dünya hayatının geçiciliğini kabul eder. Bu kabul, onu dünyanın gelip geçici kazanımlarından duyduğu aşırı sevinçten ve kayıplarından duyduğu derin üzüntüden korur. Bir zamanlar sahip olduğu makam, zenginlik, şöhret… Bunlar geçici konaklamalar gibidir. Onlara tutunmak, bir yolcunun, geçtiği hanın duvarlarını boyamaya kalkışması kadar anlamsızdır. Çünkü dünya durmuyor, biz de onunla birlikte gidiyoruz. Asıl önemli olan, bu yolculukta ne biriktirdiğimiz değil, yolculuğun amacını ve rotasını kaybetmemektir. Bu nedenle, dünya hayatının kazanımları ve kayıpları, bir yolcunun cebindeki harçlıklar gibidir; onlarla mutlu veya mutsuz olmak, yolculuğun asıl gayesini unutturabilir.

Zulüm ve Adaletin Hakemi

> “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”
>
Bu söz, insanlık tarihi boyunca vicdanları en çok yaralayan meselelerden birine, yani zalimin zulmüyle, mazlumun ise çaresizliğiyle bu dünyadan göçüp gitmesine bir açıklama getiriyor. Tarihte nice zalimler, yaptıkları zulümlerin cezasını bu dünyada çekmeden, hatta daha da güçlenerek bu dünyadan ayrılmıştır. Aynı şekilde, nice mazlumlar da haklarını alamadan, yaşadıkları acılarla toprağa girmiştir. Bu durum, insan aklının ve vicdanının tek başına çözemediği bir düğümdür.
Eğer bu dünyada tam bir adalet sağlanmıyorsa, bu mantıksal olarak “bir mahkeme-i kübra” yani büyük bir mahkemenin varlığını gerektirir. Aksi halde, adalet duygusu, evrenin ve insanlığın en temel yasalarından biri olamazdı. Bu büyük mahkeme, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda evrenin ahlaki düzeni için bir zorunluluktur. Bu, adaletin bu dünyadaki eksiklerinin ahirette tamamlanacağı anlamına gelir. Zalimin zulmüyle kazandığı “izzet” aslında bir yanılgıdır, çünkü o izzet o büyük mahkemede en büyük zillete dönüşecektir. Mazlumun yaşadığı “zillet” ise, sabır ve hak arayışıyla ebedi bir izzete dönüşecektir. Bu düşünce, mazluma umut, zalime ise bir uyarıdır.

Mutlak İrade ve Evrensel Düzen

> “Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz.”
>
Bu sözler, evrenin işleyişi hakkında en temel ve en sarsılmaz gerçeği dile getiriyor: Her şey, Allah’ın mutlak iradesi ve dilemesiyle gerçekleşir. İnsan, kendi hayatının tamamen kontrolünde olduğunu düşünme yanılgısına düşebilir. Ancak tarihte, bir fırtınanın en güçlü orduları bile yendiği, bir salgının en büyük krallıkları dize getirdiği, en büyük planların bile bir anda altüst olduğu defalarca görülmüştür.
Bu söz, insanın acizliğini ve aynı zamanda her şeyin üzerindeki İlahi kudretin mutlaklığını hatırlatır. İnsan, bir ağaç gibi büyümez, bir nehir gibi akmaz; her şey, bir nizam ve intizam içerisinde, mutlak bir iradenin kontrolünde gerçekleşir. Bu, insanın eylemlerinin anlamsız olduğu anlamına gelmez. Aksine, insan, kendi iradesini, bu mutlak iradeye uygun kullanmakla sorumludur. Zira insanın iradesi, Allah’ın külli iradesine bağlı bir cüzdür. Bu inanç, insana hem mütevazı olmayı öğretir hem de hayatın beklenmedik zorlukları karşısında tevekkül etme gücü verir.

İnsanın Asıl Amacı: Ebediyetin Lezzeti

> “İNSAN, Ebed için yaratılmıştır. Onun hakiki lezzetleri, ancak Marifetullah, Muhabbetullah, İlim gibi umûr-u ebediyededir.”
>
Modern çağda, insanoğlu sürekli olarak “lezzet” peşindedir. Lezzetli yemekler, lüks arabalar, teknolojik aletler, eğlenceli aktiviteler… Bütün bunlar, insanı anlık hazlara boğar. Ancak bu hazlar, bir anda gelip geçtiği gibi, yerini bir boşluğa ve tatminsizliğe bırakır. Çünkü insan, anlık hazlar için yaratılmamıştır; o, sonsuzluk için tasarlanmış bir varlıktır.
Bu söz, insanın asıl mutluluğunun, geçici lezzetlerde değil, ebedi olan şeylerde olduğunu anlatır. Marifetullah (Allah’ı bilmek), Muhabbetullah (Allah’ı sevmek) ve İlim (bilgi) gibi kavramlar, sadece dini terimler değildir; bunlar, insan ruhunun sonsuzluk özlemini doyuran manevi gıdalardır.
Bu üç temel unsur, insanın fıtratındaki sonsuzluk arayışını tatmin eder. Bir düşünürün bilgiyi keşfederken aldığı haz, bir âşığın sevdiğinde bulduğu huzur gibi, insanın asıl lezzeti, yaratıcısını tanımakta, O’nu sevmekte ve kâinatın sırlarını keşfetmekte yatar. Bu lezzetler, geçici dünya lezzetleri gibi bitip tükenmez; aksine, ahirette sonsuzluğa uzanır ve insana gerçek bir tatmin ve huzur sunar.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insanın dünya hayatındaki konumunu, adaletin nihai tecellisini, ilahi iradenin mutlaklığını ve insanın gerçek mutluluğunun kaynağını ele almaktadır. İlk olarak, dünya hayatının bir yolculuk olduğu ve akıllı bir insanın geçici kazanımlara ve kayıplara takılıp kalmaması gerektiği anlatılmıştır. İkinci olarak, zalimin zulmü ve mazlumun çaresizliğinin ahiretteki “büyük mahkeme”de nihai bir adaletle sonuçlanacağı fikri işlenmiştir.
Üçüncü olarak, her şeyin mutlak bir iradeyle gerçekleştiği belirtilerek, insanın bu kudret karşısında mütevazı olması gerektiği anlatılmıştır.
Son olarak, insanın sonsuzluk için yaratıldığı ve gerçek lezzetin, geçici dünya zevklerinde değil, Allah’ı tanımak ve O’nu sevmek gibi ebedi olan şeylerde bulunduğu ifade edilmiştir. Bu dört temel düşünce, birbiriyle uyum içinde, insanın bu dünyadaki varoluş sorularına derinlikli ve ibret verici cevaplar sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Hayatın Anlamı ve Kâinatın Kalbi

Hayatın Anlamı ve Kâinatın Kalbi
Hayatın Anlamı ve Sonsuzluk Arayışı

> “Cenab-ı Hakk’ı bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?”
>
İnsanlık tarihi, bu iki temel soru etrafında dönüp durmuştur. Cenab-ı Hakk’ı bulan, O’nun varlığını, kudretini ve merhametini kalbinde hisseden bir insan, gerçekten de neyi kaybeder? Aslında hiçbir şeyi. Çünkü O’nu bulmak, kaybetme korkusundan, anlamsızlık boşluğundan ve dünya telaşından kurtulmaktır. Tarihin sayfaları, Allah’ı kalbinde bulan nice alimlerin, dervişlerin ve kahramanların hayat hikayeleriyle doludur. Onlar, en zor zamanlarda bile tevekkül ve huzur içinde yaşamışlardır, zira her şeyin dizgininin O’nun elinde olduğunu bilmenin verdiği güvenle hareket etmişlerdir. Bu insanlar, maddi zenginliklerini, dünyevi makamlarını kaybetmekten çekinmemişlerdir, çünkü asıl kazanımlarının O’nun rızası ve yakınlığı olduğunu bilmişlerdir.

Peki ya O’nu kaybeden, neyi kazanır? Bu soru, bir trajedinin kapısını aralar. O’nu kaybeden, dünya nimetlerine boğulsa, en yüksek makamlara çıksa, en büyük servetlere sahip olsa bile, aslında hiçbir şey kazanmamıştır. Çünkü kazandığı her şey, geçici ve aldatıcıdır. Göz kamaştıran her şey, bir anda yok olup gidebilecek bir illüzyondan ibarettir. O’nu kaybeden bir insan, bir pusula olmadan denizde kaybolmuş bir gemi gibidir. Her an kaybetme korkusuyla yaşar, her başarıya rağmen bir boşluk hisseder. Bu yüzden, İnsanlık tarihi, O’nu kaybedip dünya telaşına kapılanların hüsranla biten hikayeleriyle de doludur. Bu iki soru, insanın hayat amacı ve yönü hakkında en temel rehber niteliğindedir ve aslında tüm varoluşun en derin hakikatini özetlemektedir.

Kâinatın Sultanı ve İnsan Özgürlüğü

> “Sultan-ı Kâinat birdir, her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir; her şey O’nun emriyle halledilir. Onu bulsan her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”
>
Bu derin cümleler, evrenin ve hayatın yegane yöneticisi olan Allah’ın birliğini ve mutlak gücünü anlatmaktadır. İnsan, hayatı boyunca çeşitli hedeflere, arzulara ve “matlublara” ulaşmaya çalışır. Zenginlik, güç, bilgi, sevgi… Bütün bunlar için çabalar, bazen umutsuzluğa kapılır. Ancak bu söz, tüm bu arayışların tek bir merkeze, **”Sultan-ı Kâinat”**a bağlanması gerektiğini öğütler. Eğer insan, bu yegane Sultan’ı bulursa, tüm hedeflerine ulaşmış sayılır. Çünkü bütün her şeyin anahtarı ve dizgini O’nun elindedir.
Bu idrak, insana büyük bir özgürlük bahşeder. Eğer her şeyin tek bir Sahib’i varsa, o zaman başka insanlara minnet etme, onlardan korkma, onların beklentilerine göre yaşama mecburiyeti ortadan kalkar. Bu düşünce, tarihin en büyük alimlerinin, düşünürlerinin ve peygamberlerinin hayatlarında açıkça görülmektedir. Onlar, sadece Allah’a güvenerek, en güçlü hükümdarların karşısında bile doğruyu söylemekten çekinmemişlerdir. Çünkü biliyorlardı ki, onlardan gelecek bir zarar veya fayda, ancak Allah’ın izniyle gerçekleşebilir. Bu yüzden, “hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun” ifadesi, sadece bir dini inancı değil, aynı zamanda insanın manevi olarak özgürleşmesinin en temel formülünü ortaya koymaktadır.

Dünya Hayatı: Misafirlik ve Bağlılık

> “Misafir olan kimse beraberce götüremediği bir şeye kalbini bağlayamaz.”
>
Dünya hayatı, bir yolculuk gibidir ve hepimiz bu yolculuğun yolcuları, bu hanın misafirleriyiz. Tarih boyunca nice imparatorluklar, şehirler ve medeniyetler gelip geçmiştir. En büyük kralların mezarları bile, zamanın tozu altında kaybolup gitmiştir. Bu durum, dünya hayatının geçiciliğinin en çarpıcı isbatıdır. İnsan, bu geçici hanın içindeyken sahip olduğu her şeyin, makamın, malın, hatta en sevdiklerinin bile sonsuza dek yanında kalmayacağını bilmelidir. İşte bu bilgelik, kalbini beraberinde götüremeyeceği şeylere bağlamaktan alıkoyar.
Bu söz, bir veda çağrısı değil, bir farkındalık uyarısıdır. İnsanlar, dünya malına o kadar bağlanırlar ki, bu bağlılık onları köleleştirir. Kaybetme korkusu, daha fazlasına sahip olma hırsı, kalp huzurunu tamamen yok eder. Bu nedenle, kalbi bir şeye bağlamak yerine, onu her şeyin sahibi olan Allah’a bağlamak gerekir. Tıpkı bir geminin demirini bırakıp yola devam etmesi gibi, insan da bu dünyada biriken eşyalarına, statülerine olan aşırı bağlılığından kurtulmalıdır. Bu, dünya nimetlerinden tamamen vazgeçmek anlamına gelmez; aksine, onlara sahip olurken, kalben onlara bağımlı olmamayı ifade eder. Bu, daha hafif bir yükle, daha huzurlu bir şekilde yolculuk yapabilmek için atılması gereken bir adımdır.

Zahiri Felaketler ve Gizli Nimetler

> “Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni’metin tâ kendisi olmasın.”
>
Hayat, iniş ve çıkışlarla doludur. Bazen başımıza gelen olaylar, bir felaket, bir musibet gibi görünür. Hastalık, maddi kayıp, bir yakını kaybetme… Bütün bunlar, ilk bakışta “nıkmet”, yani bir felaket gibi anlaşılabilir. Ancak tarihe ve hikmete biraz daha yakından bakıldığında, en büyük felaketlerin bile, daha büyük hayırlara vesile olabildiği görülür. Mesele, bu olaylara hangi pencereden baktığımızdır.
Bir hastalık, bedeni zayıflatırken, ruhu ve iradeyi güçlendirebilir. Maddi bir kayıp, insanı sahip olduğu manevi zenginlikleri yeniden keşfetmeye yönlendirebilir. Bazen, ilk başta kötü gibi görünen bir olay, gelecekteki bir felaketten bizi koruyan gizli bir nimetin ta kendisidir. Nitekim Kur’an’da ve diğer kutsal kitaplarda, görünenin ötesindeki hikmetlere dair pek çok hikaye anlatılır. Bu, her zorlukta bir hayır aramak ve her olumsuzlukta Allah’ın hikmetini görmeye çalışmak demektir. Hayatın gerçek anlamı, olayların yüzeyine takılıp kalmamak, aksine en derininde yatan dersleri ve nimetleri keşfetmeye çalışmaktır.

Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insan hayatının en temel sorularına cevap aramaktadır.

İlk olarak, “Cenab-ı Hakk’ı bulan neyi kaybeder, Onu kaybeden neyi kazanır?” sorusuyla, varlığın amacını ve Allah’a olan bağlılığın getirdiği huzuru anlatır.

İkinci olarak, kâinatın tek bir yöneticisi olduğunu belirterek, insanın tüm dünyevi korku ve minnetlerden kurtuluşunu anlatır.

Üçüncü olarak, dünyayı bir misafirlik olarak ele alır ve kalbin geçici şeylere değil, ebedi olan Allah’a bağlanması gerektiğini ifade eder.

Son olarak, felaket olarak görünen olayların bile birer nimet olabileceği hikmetini işleyerek, insanın hayata karşı bakış açısını sorgulamaya teşvik eder.

Bu dört ana fikir, bir bütünlük içinde, insanın hem dünyevi hem de manevi yaşamında doğru bir duruş sergilemesi için derin ve düşündürücü bir yol haritası sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

KÂİNAT BİR MUSİKA- İ İLAHİDİR – 2 –

KÂİNAT BİR MUSİKA- İ İLAHİDİR – 2 –

### Kainatın İlahi Bir Musika Olarak İzahı

Kainat (evren) bir “musika-i ilahi” (ilahi müzik) olarak tasvir ediliyor.
Temel fikir, kainattaki her varlığın –gökten yere, hayvanlardan bitkilere, büyük cisimlerden küçüklere– Allah’ın güzel isimlerini (Esmâ-i Hüsnâ) zikrederek, bir senfoni gibi harmoni içinde O’nu tesbih ettiğidir.
Bu, tevhid (Allah’ın birliği) ve tefekkür (düşünme) açısından derin bir metafordur.

#### Genel Çerçeve: Kainat Neden Bir “Musika-i İlahi”?

– **Musika Metaforu**: Kâinat, bir müzik aleti veya senfoni olarak tasvir edilir. Her varlık, bir “nağme” (melodi) veya “ses” çıkarır; bu sesler, Allah’ın isimlerini hatırlatır ve bir araya gelerek büyük bir harmoni oluşturur.
Bu, İslam tasavvufunda yaygın bir tema: Kainat, Allah’ın yaratılışındaki sanatı yansıtır ve her şey O’nu zikreder (Kur’an’da: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih ederler” – İsra Suresi, 44).

– **Esmâ-i Hüsnâ’nın Rolü**:

Allah’ın 99 güzel ismi (Celîl, Cemîl, Rahmân, Rezzâk vb.), kainatın her köşesinde tezahür eder. Büyük varlıklar haşmetli isimleri (Celîl, Azîm), küçükler ise lütuf ve güzellik isimlerini (Cemîl, Rahîm) davet eder. Bu, kainatın dengesini gösterir: Haşmet ile letafet (zarafet) birleşir.

– **İnsan’ın Konumu**: İnsan, bu musikiyi “okuyan” ve anlayan varlıktır. Kainatın bir “fonograf” (kayıt cihazı) gibi çalıştığını fark etmek, imanı artırır.
– **Amaç**: Bu bakış, materyalist görüşe karşıdır; kainatı “sessiz ve cansız” görenlere meydan okur. Aksine, her ses bir zikirdir, her hareket bir ibadettir.

Şimdi, tek tek ele alalım ve detaylı açıklayalım.

#### 1. İktibas: “Semâyı dinle; nasıl ‘Yâ Celîl-i Zülcemâl’ diyor…”

   – **Metnin Anlamı**: Gökleri dinle, “Ey haşmetli ve cemal sahibi Allah” diyor. Yeryüzünü dinle, “Ey güzel ve celal sahibi Allah” diyor. Hayvanlara dikkat et, “Ey merhametli, ey rızık veren” diyorlar. Baharı sor, birçok isim (Hannân: Şefkatli, Rahmân: Merhametli, Rahîm: Acıyan, Kerîm: Cömert, Latîf: İncelikli, Atûf: Sevgi dolu, Musavvir: Şekil veren, Münevvir: Aydınlatan, Muhsin: İyilik eden, Müzeyyin: Süslendiren) işiteceksin. İnsandan sor, tüm Esmâ-i Hüsnâ’yı okuyor ve yüzünde yazılı. Kainat, küçük nağmelerin büyüklerle karışarak haşmetli bir zarafet verdiği büyük bir zikir musikisidir.

   – **Detaylı İzah**:
– **Gök ve Yer**: Gök (semâ), genişliği ve sonsuzluğuyla “Celîl” (haşmetli) ve “Zülcemâl” (cemal sahibi) isimlerini davet eder. Yıldızlar, galaksiler gibi unsurlar, Allah’ın büyüklüğünü “söyler”. Yer (arz) ise güzellikleriyle (dağlar, nehirler) “Cemîl” (güzel) ve “Zülcelâl” (celal sahibi) der. Bu, ikili bir denge: Celal (korku veren büyüklük) ve cemal (sevgi veren güzellik).
– **Hayvanlar ve Bahar**: Hayvanlar, ihtiyaçlarını karşılayan rızıkla “Rezzâk”ı zikreder. Bahar, yenilenme ve çiçeklenme ile şefkat, merhamet, güzellik isimlerini yansıtır. Örneğin, bir çiçeğin açılması “Musavvir” (şekil veren) ve “Müzeyyin” (süsleyen) isimlerini gösterir.
– **İnsan**: İnsan, kainatın özeti gibidir (âlem-i ekber’in âlem-i asgarı). Yüzündeki ifadeler, duygular ve akıl, tüm isimleri “okur”. Bu, tefekkürle kainatı okumayı teşvik eder.
– **Musika Analojisi**: Küçük sesler (nağmeler), büyüklerle birleşince harmoni oluşur. Örneğin, bir orkestrada viyolonsel derin ses verir, flüt hafif; birlikte güzel olur. Kainatta da atomdan galaksiye her şey böyle zikreder.

#### 2. İktibas: “Küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile…”

   – **Metnin Anlamı**: Küçük bir insan, basit bir icatla (fonografın güzel çalışmasıyla) memnun olursa; Allah, kainatı bir müzik ve fonograf gibi yarattığında, yeryüzünü ve içindeki canlıları (özellikle insanın başını) ilahi bir fonograf ve müzik tarzında yapmış ki, insan hikmeti hayret eder.
– **Detaylı İzah**:
– **Fonograf Metaforu**: Fonograf (eski plak çalar), sesleri kaydedip çalar. Kainat da Allah’ın “icadı”dır; her varlık ses çıkarır ve O’nu zikreder. İnsan başı (beyin, kulak, dil), bu musikiyi anlayan bir cihaz gibidir.
– **Karşılaştırma**: İnsan basit bir buluşla gururlanırsa, Allah’ın sonsuz sanatı karşısında hayret etmeli. Bu, yaratılışın mucizesini anlatır: Kulaklar kainatın seslerini duyar, beyin anlamlandırır – hepsi ilahi tasarım.
– **Felsefi Derinlik**: Materyalizme eleştiri: Kainat rastgele değil, bilinçli bir sanat eseri. Hikmet-i beşer (insan aklı), bunu tam anlayamaz ama hayran kalır.

#### 3. İktibas: “Güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla…”
– **Metnin Anlamı**: Güneş ve Arş gibi büyük cisimler “Ey Celîl, ey Kebîr, ey Azîm” derken; sinek ve balık gibi küçük canlılar “Ey Cemîl, ey Rahîm, ey Kerîm” diyerek büyük musikiye zarif nağmeler katar, tatlılaştırır.
– **Detaylı İzah**:
– **Büyük ve Küçük Dengesi**: Büyük varlıklar (güneş: ısı ve ışık kaynağı; Arş: kainatın en üst katmanı), büyüklük isimlerini (Kebîr: Büyük, Azîm: Yüce) haşmetle söyler. Küçükler (sinek: hassas kanat çırpışı; balık: sualtı hareketi), güzellik ve merhamet isimlerini lütuf diliyle ekler.
– **Harmoni Oluşumu**: Bu, kainatın “haşmetli letafet”ini sağlar – ağır sesler hafiflerle dengelenir. Örneğin, bir senfonide davul derinlik, keman incelik verir.
– **Teolojik İmâ**: Allah’ın isimleri dengelidir; celal ile cemal, adalet ile rahmet. Küçük varlıklar bile vazgeçilmez; kainat onlarsız eksik olur.

#### 4. İktibas: “Evet, evet!.. eğer sivrisinek tantanasını kesse…”

   – **Metnin Anlamı**: Sivrisinek vızıltısını, bal arısı uğultusunu kesse, üzülmeyin. Kainatın ilahi musikisi durmaz, sürekli “güm güm” eder. Ezelî Sultan (Allah), Kur’an’la alemi doldurur; alimler, şeyhler ve hatiblerin zihinlerine vurur, sesleri dillerinden çıkar, İslam kitaplarını bir saz gibi çalar. Bu semavi sesi dinlemeyen, sivrisinek vızıltılarını mı duyacak?
– **Detaylı İzah**:
– **Küçük Seslerin Önemsizliği**: Küçük yaratıkların sesi dursa bile, kainatın musikisi devam eder. Asıl musiki, Kur’an’dır – alemi titreştirir.
– **Kur’an Metaforu**: Kur’an, bir ilahi müzik; alimlerin kalplerine iner, dillerinden yayılır, kitaplara yansır. “Güm güm” ifadesi, güçlü bir ritmi çağrıştırır.
– **Eleştiri**: Dünyevî sesleri (emirlerin tantanası, hükümet adamlarının vızıltısı) önemseyenler, asıl ilahi sesi kaçırır. Bu, maneviyata odaklanmayı teşvik eder.

#### 5. İktibas: “Ey mü’min-i kalb-i hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler…”

   – **Metnin Anlamı**: Ey uyanık kalpli mümin! Gözleri dinlendir, kulağı imana teslim et. Önceki yolda ölüm çığlıkları gibi görünen sesler, şimdi namaz, niyaz, tesbih. Havadaki uğultu, kuş cıvıltısı, yağmur şırıltısı, deniz gürültüsü, gök gürlemesi, taş tıktıkları anlamlı nağmeler. Hava terennümleri, gök gürlemeleri zikir; yağmur, kuş sesleri tesbih. Eşyadaki sesler “Ben varım” der. Sessiz sandığın kainat konuşur: “Bizi cansız sanma, ey boşboğaz insan!” Kuşlar, nimet lezzeti veya rahmet inişiyle söyler, şükürle uçarlar.
– **Detaylı İzah**:
– **Seslerin Dönüşümü**: Materyalist bakışta sesler “ölüm çığlığı” gibi; imanla “tesbih” olur. Örneğin, yağmur “zemzeme” (şırıltı) ile rahmeti zikreder.
– **Doğa Sesleri**: Her ses bir zikirdir – kuşlar şükürle, deniz gamgamıyla azameti anar. Bu, panteizme kaymadan (her şey Allah değil, O’nu yansıtır) tevhidi vurgular.
– **İnsan’a Uyarı**: Kainatı “câmid” (cansız) sananlara: Her şey “varım” der, zikreder. Kuşlar nimetle (yiyecek) veya rahmetle (yağmur) tesbih eder, şükürle uçar.

#### Geniş Açı ve Derinlikler
– **Tasavvufi Kökler**: Bu fikir, İbn Arabi gibi sufilerin “kainatın zikri” kavramından faydalanır. Nursi, modern bilime uyarlar: Atomlar titreşimle (kuantum fiziği gibi) zikreder.
– **Bilimsel Paraleller**: Günümüzde, evrenin “titreşimleri” (ses dalgaları, kozmik arka plan radyasyonu) bu metaforu destekler. Örneğin, kuş sesleri ekosistemi dengeler, rahmeti simgeler.
– **Eğitim Açısından Değer**: Tefekkürü teşvik eder; doğayı dinlemek imanı artırır. Pratik: Bir bahar yürüyüşünde çiçekleri “Musavvir” olarak gör.
– **Eleştiriler ve Genişletme**: Bazıları metaforik bulur, ama Nursi’ye göre literal: Kainat bilinçli zikreder.
Genişlet: Modern ekolojide her varlık rol oynar, harmoniyi bozmamak lazım.
– **Sonuç**: Kainat, ilahi bir senfoni; dinleyen mümin, bu musikide yer alır. Bu bakış, hayatı anlamlı kılar, depresyona karşı manevi kalkan olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

KÂİNAT BİR MUSİKA- İ İLAHİDİR – 1 –

KÂİNAT BİR MUSİKA- İ İLAHİDİR – 1 –

“Semâyı dinle; nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl” diyor. Ve arza kulak ver; nasıl “Yâ Cemîl-i Zülcelâl” diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl “Yâ Rahmân, yâ Rezzâk” diyorlar. Bahardan sor; bak nasıl, “Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin” gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor; bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen, okuyabilirsin. Güyâ, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.”

“küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.”

“güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla “Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm” dedikleri vakit, sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla “Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Kerîm” diyerek, o musika-i kübrâya lâtif nağamatlarını katıyorlar, tatlılaştırıyorlar.”

“Evet, evet!.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kainatı nağamatıyla raksa getiren ve hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsıka-i İlahiye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.
Padişahlar Padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’an denilen mûsıka-i İlahiyesiyle umum alemi doldurarak, kubbe-i asumanda şìddetli ses getirmekle sadef-i kehf-misal olan ulema ve meşayih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadası onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadalarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadanın tecessüm ve intıba’ıyla umum kütüb-ü İslamiyeyi bir tanbur ve kanûnun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’i ile onu îlan eden o sada-i semavî ve rûhanîyi kalbin kulağı ile işitmeyen veya dinlemeyen, acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin démdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?”

“Ey mü’min-i kalb-i hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imânın mübârek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.
Evvelki yolumuzda bir mâtem-i umumi, hem vâveylâ-i mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevâz ü namaz, birer âvâz ü niyaz, birer tesbihe âğâz.
Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevâz.
Terennümât-ı hava, naarât-ı ra’dıye, nağamât-ı emvâc, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecâz.
Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; “Ben de varım” derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: “Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”
Tuyûrları söylettirir ya bir lezzet-i ni’met, ya bir nüzûl-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar. Ni’met üstünde iner, şükür ile eder pervâz.”

*****

> “Güya, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor… Semâyı dinle; nasıl ‘Yâ Celîl-i Zülcemâl’ diyor. Ve arza kulak ver; nasıl ‘Yâ Cemîl-i Zülcelâl’ diyor… Bahardan sor; bak nasıl ‘Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm…’”
“Koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi… bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî… yapmış ki…”
“Güneş ve Arş… ‘Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm’… sinek ve semek… ‘Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Kerîm’ diyerek o musika-i kübrâya latîf nağamatlarını katıyorlar.”
“Kâinatı nağamâtıyla raksa getiren… mûsıka-i İlahiye hiç durmuyor… Kur’ân denilen mûsıka-i İlahiye… kütüb-ü İslamiyeyi bir tanburun bir teli hükmüne getirir.”
“Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; ‘Ben de varım’ derler… ‘Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!’”

Kâinatın “mûsıka-i zikriyesi” ne demek?

Öz fikir: Bediüzzaman, kâinatı baştan başa Allah’ın isimlerini (Esmâ-i Hüsnâ) ilan eden bir zikir orkestrâsı olarak okutur. Her varlık bir “nağme”, her hareket bir “ritim”, her mevsim bir “bestekâr değişimi” gibidir. Bu “müzik” kulak zarımıza değil, kalbin kulağına hitap eder; işitilmesi için iman ve tefekkür gerekir.

1) Esmâ’nın korosu: semâ, arz, hayvan, bahar, insan

Semâ (gökyüzü): Genişlik, haşmet ve düzeniyle Celâl isimlerini (Celîl, Kebîr, Azîm) okur. Yıldızların ordusu “kusursuz nizâm” ritmiyle tempo tutar.

Arz (yeryüzü): Renk, güzellik ve sanatıyla Cemâl isimlerini (Cemîl, Latîf, Müzeyyin, Musavvir) terennüm eder.

Hayvanât: Beslenme, doğum, barınma ekosistemiyle Rahmân, Rezzâk, Kerîm isimlerine ses olur.

Bahar: Bir sefere mahsus değil, her sene tekrarlanan mucizât-ı kudret konseridir; “Hannân, Rahmân, Rahîm, Kerîm…” isimlerinin sür’âtli icrası gibidir.

İnsan: “Bütün Esmâ-i Hüsnâ cephesinde yazılı” olduğu için koro şefi hükmündedir; aklıyla manayı çözer, diliyle ilan eder, ameliyle tescil eder.

2) Makrodan mikroya tek ses: Arş’tan sineğe

“Arş ve güneş” haşmet lisanıyla “Yâ Celîl, yâ Kebîr” derken; “sinek ve balık” rahmet lisanıyla “Yâ Cemîl, yâ Rahîm” der.
Ders: Büyüklük-küçüklük terennümü değiştirmez; her zerre, kendi ölçeğinde Esmâ’nın bir perdesidir. Orkestrada tuba ile flütün birlikte âhenk kurması gibidir.

3) Kur’ân: Musika-i İlahiye’nin “partitürü”

“Kur’ân denilen mûsıka-i İlahiye… kütüb-ü İslamiyeyi bir tanburun teli hükmüne getirir.”
Mânâsı: Kur’ân, kâinat konserinin nota defteridir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm… hepsi o ana temanın farklı tellerde, farklı makamlarla icrasıdır. Âlimlerin dimağ ve kalplerine çarpan sada-i semavî, onların dillerinden farklı ezgilerle yankılanır.

4) İnsan: “fonoğraf-ı Rabbânî”

İnsanın başı/zeka-kalp-lisan üçlüsü kayıt, çözüm ve ilan cihazı gibidir:

Aklı: Kâinattaki ritmi okur (hikmet).

Kalbi: O ritme duygusal iştirak eder (muhabbet, huşû).

Lisan ve amel: İşitilen hakikati tesbih ve ibadet olarak seslendirir.
Bu yüzden en küçük bir insan bile, icadsız, sırf idrak ve şuuruyla, koca kâinattaki musıkîye şahitlik eder.

5) Tabiatın sesleri: “demdeme, zemzeme, rakraka…”

Metindeki bu kelimeler “tabiat sesleri sözlüğü” gibidir:

Demdeme: Hava cereyanlarının uğultusu; azameti hissettirir.

Civcive: Kuşların cıvıltısı; rahmet ve şükür makamı.

Zemzeme: Yağmurun tıkırtısı; rahmetin hezecâtı (neş’eli ölçü).

Gamgama: Dalgaların iniltisi; emr-i İlâhî’ye inkıyad.

Rakraka: Gök gürültüsü; celâlin narası.
Hepsi “zikr-i azamet” ve “tesbih-i rahmet” olarak okunur. Yani doğadaki sesleri yalnız fizik değil, mana tarafından da işitmek gerekir.

6) “Savt-ı vücud”: Varlığın konuşması

“Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; ‘Ben de varım’ derler.”
İzah: Her varlık, var oluşuyla “Beni yaratan var” diyen bir delildir. Bu, “lisan-ı hâl” ile konuşmadır.

Varlık = ses

Nizam = ritim

San’at = melodi
Toplamı, Tevhid makamıdır.

7) İmanla işitmek: “kalbin kulağı”

“Gözler dinlensin; hassas kulağı imanın eline teslim et.”
Mesaj: Sırf çıplak duyular, kâinatı bazen “mâtem” zanneder (ayrılıklar, ölümler). İman ise aynı tabloyu **“nevâz ve niyaz”**a çevirir: Ölüm, terhis ve tahvîl; değişim, tazelenme ve tecdid-i halk olur. Böylece korku makamı, tesbih makamına döner.

8) “Sivrisinek tantanası”na karşı “Kur’ân sedası”

Geçici, gürültülü dünyevî sesler (siyaset, şöhret, polemikler) sivrisinek vızıltısı gibi kesilir. Kur’ân’ın sedası ve kâinat musıkîsi ise mütemâdîdir.
Pratik ders: Kalbi ve zihni ana ezgiye (Kur’ân-kâinat uyumu) sabitleyen bir mü’min, gündelik gürültülerle şevkini kaybetmez.

9) İtiraza kısa cevap: “Bunlar mecaz mı?”

Evet, temsil ve mecaz var; fakat mecaz hakikate penceredir.

Ses ve musıkî, nizâm + maksat + güzellik demektir.

Kâinatta görülen nizâm + maksat + güzellik, fail-i hakîm ve cemîl gerektirir.

Dolayısıyla musıkî benzetmesi, varlığın manalı dokusunu akla yaklaştırır; masalımsı değil, aklî-imanî bir okumadır.

10) Amelî sonuçlar: Tefekkür için “dinleme rehberi”

Günlük kısa pratik (5-10 dk):

  1. Semâya bak: “Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm” de; sonsuzluk hissini Tevhid’e bağla.
  2. Bir çiçeği izle: “Yâ Latîf, yâ Musavvir, yâ Müzeyyin” diyerek san’at ve inceliği tad.
  3. Rızka şahit ol: Sofranda “Yâ Rezzâk, yâ Kerîm” zikriyle şükür duy.
  4. Bir kuş sesi duyduğunda: “Bu, tesbih-i rahmettir” diye şuur ekle.
  5. Gök gürlediğinde: “Celâl de rahmetin hizmetkârıdır” diyerek huzurda kal.

Mevsimlik derinleşme:

Bahar: “İhyâ ve haşir provaları”nı oku; “Yâ Muhyî, yâ Bâis”.

Yaz: Rızkın coşkusunda “Yâ Rezzâk, yâ Vehhâb”.

Güz: Tebdil ve tahvilde “Yâ Hakîm, yâ Mukaddir”.

Kış: Sükûnet ve muhafazada “Yâ Hafîz, yâ Sabûr”.

11) Kısa özet

Kâinat zikir orkestrasıdır; her varlık Esmâ-i Hüsnâdan bir perde çalar.

Kur’ân, o orkestranın asıl notasını verir; İslâmî ilimler onun tel ve şeritleridir.

İnsan, “fonoğraf-ı Rabbânî”dir: akıl-kalp-lisanıyla bu hakikati okur, duyar, ilan eder.

İman, kâinatı “mâtem”den “namaz ve niyaz”a çevirir.

Geçici gürültüler susar; Kur’ân’ın sedası ve mûsıka-i İlahiye bâkîdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Hayatın Anlamı ve Kâinatın Kalbi

Hayatın Anlamı ve Kâinatın Kalbi

> “De ki: cenab-ı hak bana kafidir. madem o var, her şey var.”
>
Bu derin ve hikmetli söz, varoluşun en temel meselesine bir ışık tutar: İnsanın yeryüzündeki serüveni, bir yokluk duygusuyla değil, sonsuz bir varlığa yaslanmanın huzuruyla anlam kazanır. Tarih boyunca nice medeniyetler kurulmuş, nice imparatorluklar yükselmiş ve yıkılmıştır. Kimi hükümdarlar tüm dünyayı fethetmeyi arzularken, kimi bilginler kâinatın sırrını çözmeye çalışmıştır. Ancak bütün bu arayışlar, insanın içinde hissettiği o büyük boşluğu doldurmaya yetmemiştir. Ne mal, ne mevki, ne de şöhret, ruhun sonsuzluk özlemini dindirebilmiştir.

İşte tam bu noktada, “De ki: Cenab-ı Hak bana kâfidir” sözü, ruhun feryadına bir cevap olur. Zira insan, kendi gücünün ve varlığının sınırlı olduğunu idrak ettiğinde, bütün mevcudatın yegâne kaynağı olan bir kudrete sığınmanın rahatlığını bulur. Bu idrak, sadece bir inanç meselesi değildir; aynı zamanda bir hayat düşüncesidir. Madem ki yaratan ve yaşatan O’dur, o halde neyden korkmalı, neyi kaybetmekten endişe etmelidir? Bu düşünce, bir dervişin tekkesindeki sükûnetten, bir komutanın savaş meydanındaki cesaretine kadar her alanda kendini gösterir. Çünkü her şeyin dizgini elinde olan, bütün varlıkların tek sahibi olan bir Zat’a güvenmek, insana öyle bir güç ve itminan verir ki, dünya üzerindeki hiçbir tehdit onu sarsamaz.

İşte o zaman, “madem O var, her şey var” hakikati kalbe yerleşir ve hayat, anlamını bulur.

Ölüm: Bir Yok Oluş Değil, Bir Yurt Değiştirme

> “Mevt, idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”
>
Ölüm, insanlık tarihi boyunca en çok korkulan ve en çok merak edilen konulardan biri olmuştur. Antik Mısır’da piramitler, Romalıların mezar taşları, Türklerin yuğ törenleri… Hepsi, ölümün ardından bir şeylerin devam ettiğine dair bir inancın izlerini taşır. Ancak modern zamanın getirdiği maddiyatçı düşünce, ölümü bir son, bir yok oluş olarak tanımlama eğilimindedir. Oysa bu tarif, insan ruhunun derinliklerindeki sonsuzluk arzusunu açıklayamaz.
Bu pasaj, ölümü tamamen farklı bir açıdan ele alır: Ölüm, bir yok oluş değil, bir terhistir, yani bu dünyadaki görevinden azledilip yeni bir göreve veya yurda gönderilmedir. Hayat, sadece görünen bu âlemden ibaret değildir. Ölüm, ruhun bu bedenden ayrılıp, daha yüce ve daha gerçek bir âleme, yani ebediyet yurduna doğru bir yolculuğa çıkmasıdır. Bu, sevdiğinizle ayrıldığınız bir veda anı değil, aksine onlara kavuşacağınız bir kapıdır. Tıpkı bir ağacın, kışın yapraklarını döküp baharda yeniden yeşermesi gibi, ölüm de bir son değil, yeni bir başlangıcın habercisidir. Saadet-i Ebediye’ye bir sevkıyat, yani sonsuz mutluluğa doğru bir yolculuktur. Sevdiklerimizin %99’unun bulunduğu âlem-i berzaha (kabir âlemine) bir kavuşma kapısıdır. Bu düşünce, ölümü soğuk bir gerçeklik olmaktan çıkarıp, onu bir dostun evine dönmek gibi sıcak ve huzur dolu bir kavrama dönüştürür.

Günahın Kalbe Verdiği Yara ve Tövbenin Önemi

> “Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”
>
İnsan, fıtratı gereği iyiliğe ve kötülüğe meyyaldir. Tarihte nice düşüşler ve yükselişler, insanın bu ikileminden doğmuştur. Bir anlık gafletle işlenen küçük bir günahın, zamanla nasıl büyük bir felakete dönüştüğünü gösteren nice tarihi hikayeler vardır. Günah, başta önemsiz gibi görünse de, tıpkı bir zehir gibi kalbe işler ve onu yavaş yavaş karartır. Bu manevi kararma, en sonunda kalpteki iman ışığını söndürecek kadar tehlikeli bir duruma gelebilir.
Bu metin, günahın fiziki değil, manevi bir yara olduğunu anlatır.

Her bir günah, sanki küçük bir yılan gibi kalbi ısırır. Bu ısırık, zamanla kalbi katılaştırır ve ruhsal duyarlılığı yok eder. Ancak bu tehlikeli durumdan kurtulmanın da bir yolu vardır: tövbe ve istiğfar. İstiğfar, yani af dilemek, bu manevi zehri kalpten atmak için kullanılan bir panzehirdir. Bu, sadece geçmişteki bir hatayı telafi etmek değil, aynı zamanda gelecekteki kötü niyetlerden de arınmaktır. Tıpkı bir bahçenin düzenli olarak temizlenmesi gibi, kalbin de günahlardan arındırılması gerekir. Aksi halde, o küçük manevi yılan, kalbi tamamen sarar ve onu kurtarılması zor bir hale getirir. Bu nedenle, kalbi diri tutmak ve iman nurunu korumak için tövbenin sürekliliği büyük bir önem taşır.

Gençlik: Cennetin Anahtarı

> “Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i ilâhiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semâvî kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.”
>
Gençlik, insan hayatının en dinamik, en enerjik ve en umut dolu dönemidir. Nice büyük buluşlar, devrimler ve eserler gençliğin o coşkulu ruhuyla ortaya çıkmıştır. Tarih, genç komutanların zaferleriyle, genç liderlerin reformlarıyla doludur. Ancak bu dönem aynı zamanda, insanı en çok hataya sürükleyebilecek, nefsin ve heveslerin baskın geldiği bir dönemdir.
Bu metin, gençliği sadece bir geçiş dönemi olarak değil, aynı zamanda çok büyük bir nimet olarak tanımlar. İstikamet dairesinde yaşanmış bir gençlik, yani doğru ve dürüst bir yolda ilerlenmiş bir gençlik, dünyada olduğu kadar ahirette de büyük bir karşılık bulacaktır. Kuran ve diğer kutsal kitaplar, bu müjdeyi açıkça vermektedir. Gençlik, sadece bu dünyaya ait kısa bir heves değil, sonsuz bir gençliğin tohumlarını ekme fırsatıdır. Bu enerji ve kuvvet doğru yolda kullanıldığında, ahirette sahibine ebedi bir gençlik ve parlak bir gelecek sunacaktır. Bu nedenle gençlere düşen, bu paha biçilemez nimeti geçici heveslerin kurbanı etmemek, aksine onu kalıcı ve anlamlı bir geleceğe yatırım yapmak için kullanmaktır.

Makale Özeti
Bu makale, dört temel konuyu ele alarak insanın manevi yolculuğuna ışık tutmaktadır.

İlk olarak, “Madem O var, her şey var” sözüyle, insana sonsuz bir güce sığınmanın huzurunu ve bu sayede dünyevi korkulardan arınma düşüncesi sunar.

İkinci olarak, ölümün bir yok oluş değil, bir terhis ve yeni bir hayata geçiş olduğu fikrini işler ve bu durumun insan ruhuna nasıl bir dinginlik getireceğini açıklar.

Üçüncü olarak, günahın kalbi karartıcı etkisine ve bu manevi hastalıktan kurtulmanın tek yolunun tövbe ve istiğfar olduğunu anlatır.

Son olarak, gençlik dönemini sadece bir hevesler çağı olarak değil, doğru bir yolda kullanıldığında sonsuz bir gençliğe ve ahiret mutluluğuna vesile olacak paha biçilemez bir nimet olarak ele alır.

Bu dört farklı metin, uyum içinde bir bütünlük oluşturarak, okuyucuya hayatın anlamı, ölümün hakikati, manevi temizliğin önemi ve gençliğin değeri hakkında derin ve düşündürücü bir perspektif sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

İsrail ve Ortaklarının Yalnızlaşması: Zulmün Akıbeti ve Tarihî İbretler

İsrail ve Ortaklarının Yalnızlaşması: Zulmün Akıbeti ve Tarihî İbretler

“Zulmedenler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir.” (Şuarâ, 227)

Dünya tarihine bakıldığında zulüm, işgal ve haksızlık üzerine yükselen hiçbir gücün payidar olmadığı görülür. Firavun’un denizde boğuluşu, Nemrud’un küçücük bir sinek ile helâk olması, Ebrehe’nin ordusunun ebabil kuşlarıyla taşlanması… Bütün bu örnekler, zulmün karşılıksız kalmayacağını, fakat ilahî adaletin zamanı geldiğinde zahir olduğunu gösterir.

Bugün ise bu hakikat, Filistin’de ve özellikle Gazze’de yaşananlar üzerinden bütün dünyanın gözü önünde bir kez daha sahneye çıkmaktadır.

İsrail ve Ortaklarının Suç Ortaklığı

ABD’nin desteği olmadan İsrail’in zulmünü bu derece sürdürmesi mümkün değildir. Gazze’de işlenen soykırıma ABD’nin bizzat askerî, siyasi ve mali destek verdiği artık inkâr edilemez. Öyle ki, kendi ülkesinde dahi askerî yetkililer ve gaziler, bu zulme “suç ortaklığı” diyerek karşı çıkmakta ve protesto etmektedirler.

Ama ne gariptir ki, bu sesler susturulmakta, zulmün devamı için zorbaca yollar kullanılmaktadır. Tıpkı Kur’ân’ın şu ikazında olduğu gibi:

“O inkârcılar, illâ kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin azab emrinin gelip çatmasını mı bekliyorlar? Daha önceki kâfirler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.” (Nahl, 33)

Din Devleti Maskesi Altındaki Din Düşmanlığı

İsrail, kendisini “din devleti” olarak tanıtsa da, yaptığı işgal ve tahribat, aslında dine karşı düşmanlık ve ilahi değerleri çiğnemekten başka bir şey değildir. Batı Şeria’da bir caminin minaresini “ruhsatsız” bahanesiyle yıkmaları, Kudüs’teki Mescid-i Aksa baskınları ve diğer kutsallara saldırıları bunun en açık göstergesidir.

Kur’ân, böylelerini şöyle tarif eder:
“Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasını engelleyen ve onların yıkımına çalışan kimseden daha zalim kim olabilir?” (Bakara, 114)

İsrail ve ABD’nin Yalnızlaşması

Bugün dünyada İsrail ile beraber en fazla yalnızlaşan ülke ABD’dir. Avrupa’da dahi ilk kez bir komisyon başkan yardımcısı İsrail’in Gazze’de yaptıklarını “soykırım” olarak niteledi. Dünya şirketleri, varlık fonları, ABD’li dev firmalarla bağlarını kesmeye başladı. Venedik Film Festivali’nde küçük Hind Receb’in hikâyesinin ayakta alkışlanması, artık dünyanın vicdanında Filistin’in kazandığını, İsrail’in ise kaybettiğini gösteriyor.

Zulüm üzerine inşa edilen ittifakların bir gün çökeceği, tarihin en kesin hakikatlerinden biridir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, zalimlerin akıbetini şöyle beyan eder:

“Biz, halkı zulümde ileri gitmiş nice memleketi helâk ettik. Öyle ki şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor: Altı üstüne gelmiş harâbeler, körelmiş kuyular, kurumuş çeşmeler, yerle bir olmuş muhteşem saraylar…” (Hac, 45)

İsrail’in Fitne ve Planları

Sadece Gazze değil, İsrail’in planları Kıbrıs, Akdeniz ve Türkiye’ye kadar uzanıyor. Ada’da gizli arazi satın almaları, Doğu Akdeniz’deki enerji projeleri, Türkiye’ye yönelik dezenformasyonları, onların “ahtapot kolları” gibi her yere sızmaya çalıştığını gösteriyor.

Ancak ne kadar hile ve plan yaparlarsa yapsınlar, ilahî adalet onların hilelerini boşa çıkaracaktır. Çünkü Kur’ân açıkça buyuruyor:

“Onlar tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını boşa çıkardı. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 54)

Gazze’den Yükselen Umut

Bütün bu zulümlere rağmen, Gazze’deki mazlum çocukların bir pamuk şekerle yüzlerinde oluşan tebessüm, aslında zalimlerin kaybettiğini, mazlumların ise kazandığını gösteriyor. Çünkü imanla direnen bir millet, topyekûn silahla saldıran bir zalim ordudan daha güçlüdür.

Sumud Filosu gibi girişimler, halkların vicdanının hâlâ ayakta olduğunu, dünya vicdanının İsrail ve ortaklarını yalnızlığa ittiğini göstermektedir.

Sonuç: Zulüm Payidar Olamaz

Bugün İsrail ve ABD, tarihin en büyük yalnızlaşma sürecine doğru sürükleniyor. Zulümle ayakta durmaya çalışıyorlar, fakat mazlumların duası ve mücadelesi onların bütün planlarını bozmaktadır.

Zulüm sürse de ebedî değildir.

Mazlumun duası, zalimin ordusundan daha güçlüdür.

İlahî adalet mutlaka tecelli edecektir.

“Girecekleri cehennem ateşinden dolayı vay hâline o kâfirlerin!” (Sad, 27)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Gazze’de Zulmün Çöküşü: Esfeli Sâfilîn’den İnsanlığın İmtihanına

Gazze’de Zulmün Çöküşü: Esfeli Sâfilîn’den İnsanlığın İmtihanına

📌 İsrail’in Gazze’de aylardır sürdürdüğü saldırılar, artık sadece bir savaş değil, tarihe kara bir leke olarak geçen bir soykırım hâline geldi. Açlıktan ölen çocuklar, ablukayla dayatılan kıtlık, zulmün oyun ve eğlenceye dönüştürülmesi, Kur’ân’ın “esfeli sâfilîn” diye tarif ettiği hâlin açık tezahürüdür.

Zulmü Oyunlaştırdılar

Bir İsrailli geliştiricinin, Gazze’deki yıkımı bilgisayar oyunu hâline getirmesi tepki çekti.
🔹 Kur’an’ın “Onlar hayvanlar gibidir, belki daha da aşağıdadırlar” (A’râf, 179) ayeti, bu tabloyu en net şekilde anlatıyor.

Gazze’de Açlık ve Ölüm

Son 24 saatte 1’i çocuk 6 kişi daha açlıktan öldü. Açlıktan ölenlerin sayısı yüzlerceye ulaştı.
🔹 İsrail, gıdayı silah olarak kullanıyor. Bu durum, Kur’ân’daki Firavun’un halkına uyguladığı kıtlıkla benzerlik taşıyor.

Vicdanların Filosu: Sumud

44 ülkeden yüzlerce aktivistin katıldığı Küresel Sumud Filosu, Gazze ablukasını delmek için yola çıktı.
🔹 Filo, insanlığın vicdanî cevabı ve zulme karşı küresel dayanışmanın sembolü oldu.

İsrail Yalnızlaşıyor

Katar, İsrail’in barış niyetinin olmadığını ilan etti.

Türkiye, soykırımı en güçlü şekilde dünya gündemine taşıyor.

Trump bile, İsrail’in savaşı kazansa da “dünya kamuoyunu kaybettiğini” itiraf etti.

🔹 İsrail askeri alanda üstün görünse de, siyasi ve insani alanda “istenmeyen devlet” olma yolunda hızla ilerliyor.

Kur’anî Hakikat: Esfeli Sâfilîn

Kur’ân (Tin, 5), insana en güzel kıvamda yaratıldığını, ama zulüm ve inkâr ile aşağıların aşağısına düşebileceğini bildiriyor.
🔹 Gazze’de yaşananlar, bu ayetin canlı bir tefsiri hâline geldi.

Zulmün Akıbeti

Tarih boyunca zulüm ile abad olunmadı:

Firavun’un sarayları Nil’de boğuldu.

Nemrud sinekle helak oldu.

🔹 İsrail’in zulmü de onu yükseltmeyecek, tam aksine çöküşe götürecektir.

Sonuç: İnsanlığın Aynası

Gazze sadece Filistin’in değil, bütün dünyanın imtihanıdır.

Zulme karşı sessiz kalan, ortaklık etmiş olur.

Gazze’deki mazlumlar ise insanlığın onurunu taşımaktadır.

Gazze, insanlığın aynasıdır.
Bu aynada kimimiz edebi, vicdanı ve merhameti; kimimiz ise zulmü ve esfeli sâfilîni göstermekteyiz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

İlim ve Teknolojinin Ahir Zamandaki Yükselişi: Risale-i Nur’un İşaretleri ve Günümüz Gerçekleri

İlim ve Teknolojinin Ahir Zamandaki Yükselişi: Risale-i Nur’un İşaretleri ve Günümüz Gerçekleri

“Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: ‘Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.’ “

“Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâgat-ı Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: ‘Ulum ve fünûnun en parlağı olan belagat ve cezâlet, bütün envâıyla ahir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hatta insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını cezâlet-i beyandan ve en mukavemet-suz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”
bk. Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.

*****

Kur’ân-ı Kerîm’in mu’cizü’l-beyân üslubunu çözümleyen Bediüzzaman Said Nursî, geleceğin insanlık için hangi alanlarda şekilleneceğine dair dikkat çekici işaretler verir. Onun ifadesiyle:

> “Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”

Bugün, bu sözlerin gölgesinde yaşadığımız çağın manzarası nettir: İnsanlık tarihinde hiçbir dönemde ilim ve teknoloji, bugünkü kadar hayatın merkezine oturmamıştır. Devletlerin gücü, artık sadece askeri kuvvetle değil, sahip oldukları bilimsel birikim, teknolojik üstünlük ve inovasyon kabiliyetiyle ölçülmektedir.

Bilimin Elinde Hüküm ve Kuvvet

Geçmiş yüzyıllarda gücün kaynağı kılıç, toprak veya servet iken, bugün yapay zekâ, biyoteknoloji, nükleer enerji, uzay çalışmaları ve iletişim teknolojileri belirleyici bir güç unsuru hâline gelmiştir. En gelişmiş teknolojiye sahip olan ülkeler, küresel siyasetin yönünü tayin etmekte; ekonomilerini büyütmekte; toplumlarına refah sunmakta; hatta kültürel nüfuzlarını artırmaktadır.

Bu noktada, Bediüzzaman’ın ifadesi, yalnızca bir tesbit değil, aynı zamanda bir hakikati hatırlatır:
İlim ve teknolojiye yatırım yapan kazanır; geri kalanlar ise bağımlı hâle gelir.

Belâgat ve İletişim Çağı

Bir diğer işaret ise Kur’ân’ın belâgat vurgusudur:

> “İnsanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını cezâlet-i beyandan ve en mukavemet-suz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”

Bugünün dünyasında bu işaretin karşılığı çok açıktır: İletişim teknolojileri. İnternet, sosyal medya, dijital platformlar, yapay zekâ destekli iletişim araçları… Artık fikirler, ordulardan daha güçlüdür.
Bir “tweet”, bir “video” ya da bir “sanal söylem”, milyonlara ulaşarak toplumları yönlendirebilmektedir. Kamuoyu yönetimi, reklamcılık, medya savaşları ve diplomasi hep bu “belâgat çağının” ürünleridir.

Dolayısıyla günümüz insanı için sadece bilimsel üretim değil, aynı zamanda fikir ve ifade becerisini teknolojiyle birleştirebilmek de büyük önem taşımaktadır.

Günümüz İçin Dersler

İlim ve teknolojiye yatırım yapan kazanır: Bugün Amerika, Çin, Avrupa gibi güç merkezleri, teknolojideki yatırımlarıyla küresel rekabette öne çıkmaktadır.

İletişim silahı en az teknoloji kadar güçlüdür: Toplumlar, fikir ve ifade gücüyle yönlendirilmektedir. Medya üstünlüğü, askeri üstünlük kadar belirleyici olabilmektedir.

İslâm dünyası için mesaj: Müslüman ülkelerin geri kalmaması için, eğitim, ilim ve teknolojiye yoğun yatırım yapmaları şarttır. Aksi hâlde, sahip oldukları maddî kaynaklar bile başkalarının teknolojisine bağımlı kılacaktır.

Sonuç

Bediüzzaman’ın işaret ettiği hakikatler, bugün gözlerimizin önünde gerçekleşmektedir. İlmin elinde hüküm ve kuvvet toplanmış; belâgat ve ifade, toplumları yönlendiren en güçlü araç hâline gelmiştir. O hâlde bizim için en büyük vazife, bu hakikati görmezden gelmeyip, bilim ve teknolojiyi Kur’ân’ın rehberliğiyle bütünleştirerek insanlığın hizmetine sunmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Peygamber’in “verdiği şeyler

Peygamber’in “verdiği şeyler”

Haşir Suresi, 7. ayet şöyle buyuruyor:

> “Peygamber size ne verdiyse onu alın; size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan sakının. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşir, 59/7)

  1. Ayetin bağlantısı

Bu ayet aslında ganimet ve fey mallarının dağıtımı meselesiyle alakalıdır. Allah Teâlâ, bu malların kimlere verileceğini saydıktan sonra, işin ölçüsünü Rasûlullah’ın taksim ve tasarrufuna bağlamaktadır. Yani:

Peygamber neyi verirse, onu almak meşrudur.

Neyi yasaklarsa, ondan kaçınmak vaciptir.

Bu yönüyle ayet, sadece ganimet değil, genel olarak Peygamber’in emir ve yasaklarının bağlayıcılığını bildirmektedir.

  1. Peygamber’in “verdiği şeyler”

Kur’an-ı Kerim: En başta, Allah’tan aldığı vahyi ümmete vermesi.

Ganimet ve fey malları: Ayetin doğrudan bağlandığı konu. Rasûlullah bunları belirlenen sınıflara dağıtır.

Hüküm ve emirler: Farz ibadetler, zekâtın tarifi, namazın vakitleri, hac menasiki gibi detaylı uygulamalar.

Helâl kıldığı şeyler: Yenilmesine, kullanılmasına, yapılmasına izin verdikleri.

  1. Peygamber’in “nehyettiği şeyler”

Kur’an’da yasaklananlar: Şirk, haram yiyecekler, faiz, zina vb.

Sünnette yasakladıkları: Mesela; altın ve ipek erkeklere, şarap, kumar, kabirleri bayram yeri edinmek, bidat ve hurafeler.

Toplumsal düzeni bozan şeyler: Zulüm, haksızlık, israf, rüşvet, gıybet, nifak, fitne.

  1. Hikmeti

Bu ayet, ümmete şunu öğretmektedir:

Allah Rasûlü’nün sözü Kur’an’dan ayrı bir kaynak değil, Kur’an’ın canlı tefsiri ve tatbikidir.

Onun emir ve yasakları Allah’ın emri ve yasağı mesabesindedir.

Dolayısıyla, Rasûlullah’ın sünneti dinin ikinci ana kaynağıdır.

📌 Özetle:
Haşir 7’de geçen “Rasûl’ün verdikleri” Kur’an, ganimet/fey mallarının dağılımı, emir ve helâl kıldıklarıdır. “Nehyettikleri” ise Kur’an ve sünnetle yasakladığı haramlar, mekruhlar ve toplumsal düzeni bozan yasaklardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Gazze Katliamı, Küresel Direniş ve Çöken Siyonist Düzen

Gazze Katliamı, Küresel Direniş ve Çöken Siyonist Düzen

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Beştepe’de düzenlenen Mevlid-i Nebi Haftası Açılış Programı’nda yaptığı konuşmada, İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlara karşı sert bir çıkışta bulundu. “Bu Netanyahu denilen gaddarın, kafirin o kıyımına asla seyirci kalamayız” sözleri, Türkiye’nin Filistin davasına verdiği desteği bir kez daha ortaya koydu.

İsrail: İnsanlığın Düşmanı

Gazze’de aylardır süren soykırım saldırıları, yalnızca insanları değil, insanlığı hedef alıyor.

Ambulanslar yakılıyor, yaralıların kurtarılmasının önü kesiliyor.

Çocuklar su kuyruğunda katlediliyor.

Yerleşimci terörü Batı Şeria’da ev gasplarıyla sürüyor.

Siyonist siyasetçiler, “minimum nüfus, maksimum toprak” diyerek işgalin stratejisini açıkça ilan ediyor.

Bu tablo, İsrail’in sadece bir devlet değil; şeytani bir ideolojinin yeryüzündeki tezahürü olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Çöküşün İşaretleri: İsrail Ordusunda Moral Krizi

Gazze’de görev alan bir İsrailli askerin itirafı, ordudaki psikolojik çöküşün boyutunu gözler önüne serdi:
“Bu lanet savaş bitince İsrail’i büyük bir intihar dalgası bekliyor.”

Bu sözler, askeri güce dayalı düzenin içeriden çürüdüğünü gösteriyor. Her ne kadar tanklar, füzeler ve uçaklarla Filistin’i yok etmeye çalışsalar da, mazlumların duası ve adaletin yasası karşısında bu güçlerin uzun ömürlü olamayacağı anlaşılıyor.

ABD ve İsrail’i Sarsacak Skandal

İsrail’in arkasındaki en büyük destekçi ABD de çalkantıda. Jeffrey Epstein dosyalarının 33 bin sayfalık belgelerle yeniden gündeme gelmesi, küresel düzenin ahlaki çürümesini gözler önüne serdi. Batı’nın sözde “demokrasi ve özgürlük” sözlerinin ardında çocuk istismarı, sömürü ve karanlık ilişkiler olduğu bir kez daha açığa çıktı.

Küresel Sumud Filosu: Umudun Yelkenleri

Gazze’ye yönelik ablukayı kırmak için 44 ülkeden aktivistlerin katıldığı Küresel Sumud Filosu, insanlığın vicdanını harekete geçirdi. İtalya’dan İspanya’ya, Yunanistan’dan Türkiye’ye kadar yüzlerce gönüllü, “Gazze’ye yardım, özgürlüğe destek” sloganlarıyla yola çıktı. Katanya’da on binler, “Filistin’e özgürlük” nidalarıyla yürüdü.

Bu tablo, zalim düzenin karşısında küresel bir dayanışma bilincinin yükseldiğini gösteriyor.

Filistin’in Çığlığı: Sanat ve Vicdan

Gazze’de katledilen 5 yaşındaki Hind Receb’in hikâyesini anlatan film, Venedik Film Festivali’nde ayakta alkışlandı. Salon, “Özgür Filistin” sloganlarıyla inlerken, Filistin bayrağı bir sanat sahnesinde tüm dünyanın gözleri önünde yükseldi.

Bu, yalnızca bir film gösterimi değil; mazlum bir çocuğun çığlığının insanlığın ortak vicdanına ulaştığının işaretiydi.

Sonuç: Zalim Düzen Yıkılacak

Bugün Netanyahu ve ekibi kanlı saldırılarla ömrünü uzatmaya çalışıyor. Fakat zulmün her türlüsü, tarihte olduğu gibi çökmeye mahkûmdur. Filistin’in çocukları, şehitleri ve direnişçileri, bu hakikatin canlı şahitleridir.

Erdoğan’ın sözleri, bu hakikati İslam dünyasına yeniden hatırlattı:
“Dünyanın neresinde bir Müslüman varsa, gönlümüz, aklımız, ruhumuz oradadır.”

Bugün Gazze’nin kanı, bütün insanlığın vicdanında akıyor. Ve insanlık, zalimlerin değil mazlumların yanında saf tutarak yeni bir tarihe doğru yürüyor.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 6th, 2025

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında Manevî Kaleler ve Takva Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında Manevî Kaleler ve Takva Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın en mühim İslâm âlimlerinden biri olarak, Risale-i Nur Külliyatı ile modern çağın tahribatlarına karşı bir maneviyat kalesi inşa etmiştir. Hayatı boyunca sürgünler, hapishaneler ve baskılarla dolu bir mücadele veren Nursî, eserlerinde iman hakikatlerini, nefs muhasebesini ve ümmet birliğini derin bir hikmetle ele almıştır.
Bu makalede, onun dört mühim sözünü birebir iktibas ederek, her birini ayrı bir konu olarak inceleyeceğiz.
Bu sözler, takva ile tahribata direnişten, nefsin körlüğüne; heveslerin aldatıcılığından, Türkiye’nin İslâm dünyasındaki stratejik konumuna kadar uzanan bir bütünlük arz eder.

#### 1. Takva: Çağın Tahribatına Karşı En Büyük Esas

“Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” (Tarihçe-i Hayat, s. 303)

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözü, modern çağın manevi yıkımlarına karşı takvanın rolünü vurgulayan bir manifestodur. Takva, sadece bireysel bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir kalkandır. Tarihi perspektiften bakıldığında, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, dünya savaşları ve seküler akımların yükselişi gibi olaylar, “menfi cereyan” olarak adlandırılan yıkıcı akımları doğurmuştur. Nursî, kendi hayatında bu tahribatı bizzat yaşamış; Birinci Dünya Savaşı’nda esir düşmüş, Cumhuriyet döneminde sürgün edilmiş ve eserleri nedeniyle yargılanmıştır. Bu deneyimler, onun takvayı “en büyük esas” olarak görmesine zemin hazırlamıştır.

Edebi bir bakışla, takva bir kale gibidir; farzları yerine getirmek surları örmek, kebirelerden (büyük günahlardan) kaçınmak ise kapıları sağlamlaştırmaktır. Düşünün ki, bir gemi fırtınada yol alırken, kaptanın rotayı koruması gibi, takva da insanı manevi fırtınalardan korur. İbretli bir kıssa olarak, Hz. Yusuf’un zindanda takvasıyla kurtuluşunu hatırlayalım: O, farzları terk etmeyip büyük günahlardan kaçınarak, sonunda Mısır’a vezir olmuştur. Benzer şekilde, Nursî’nin talebeleri, zor zamanlarda takvayla direnmiş, Risale-i Nur’un yayılmasına vesile olmuşlardır.

Düşündürücü yanı ise şudur: Günümüzde teknoloji ve tüketim kültürü, tahribatı hızlandırmakta; sosyal medya gibi menfi cereyanlar, gençleri günahlara sürüklemektedir. Takva, bu akımlara karşı bir direniş manifestosudur. Genişçe ele alacak olursak, takva sadece ibadetlerle sınırlı değil; ahlakî, sosyal ve ekonomik boyutları da kapsar. Örneğin, tarihi bir ibret olarak, Endülüs’ün düşüşünde takva eksikliğinin rolü büyüktür – lüks ve hevesler, manevi surları zayıflatmıştır. Nursî, bu sözüyle bizi uyarır: Kurtuluş, farzları yapıp kebirelerden kaçınmakta yatar; bu, basit ama derin bir hikmettir. Böylece, birey ve toplum, tahribata karşı manevi bir kale inşa eder.

#### 2. Nefsin Körlüğü: Hakikat Güneşine Mani Bir Hicab

“Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük, vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicab olur. Evet, müşahedemele sabittir ki; kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taş bir za’fiyet görünürse, o kör olan nefs o kaleyi tamamen inkâr eder.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 82)

Nursî’nin bu iktibası, nefsin manevi körlüğünü edebi bir metaforla resmeder: Körlük, hakikat güneşini perdeleyen bir hicabdır. Tarihi bağlamda, Nursî’nin Eski Said’den Yeni Said’e geçişi bu körlüğün aşılmasına örnektir. Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul’un işgali ve kendi iç mücadelesi sırasında, nefsini muhasebeye çekmiş, Risale-i Nur’un temellerini atmıştır. Bu, bir âlimin nefisle savaşının hikmetli bir yansımasıdır.

Edebi olarak, nefis bir kale içindeki küçük bir taş gibidir; zaafiyet gösterirse, tüm kaleyi inkâr eder. Bu, Shakespeare’in Hamlet’inde “Bir çürük elma tüm sepeti bozar” deyişine benzer – küçük bir kusur, büyük hakikatleri yok sayar. İbretli bir örnek, Firavun’un hikâyesidir: Musa’nın mucizelerine rağmen, nefsin körlüğüyle inkâra sapmış, Nil’de boğulmuştur. Nursî, müşahedesiyle bunu doğrular; kendi hayatında, talebelerinin küçük zaafiyetlerle imanlarını sorguladığını görmüştür.

Düşündürücü yanı, modern psikolojide “bilişsel önyargı” olarak bilinen kavramla örtüşmesidir: İnsan, kusurlarını büyütürken hakikatleri küçültür. Genişçe inceleyecek olursak, nefis körlüğü bireysel değil, toplumsal bir sorundur. Tarihi olarak, Haçlı Seferleri’nde Batı’nın Doğu’yu inkârı, bu körlüğün bir tezahürüdür. Nursî, bizi uyarır: Hakikat kalesini korumak için, nefsin zerre kadar körlüğünü temizlemek şarttır. Bu, manevi bir arınma yolculuğudur; küçük zaafiyetler, büyük inkârlara yol açar. Böylece, hakikat güneşi, kalpte doğar.

#### 3. Heveslerin Peşinde Koşma: Fâni Lezzetlerin Aldatıcılığı

“Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma!” (Emirdağ Lahikası)

Bu söz, Nursî’nin nefs muhasebesini hevesler üzerinden ele alır; çocuksu hevesler, manevi olgunluğa engeldir. Tarihi açıdan, Nursî’nin sürgün yıllarında yazdığı lahikalar, talebelerine bu uyarıyı yapmıştır. 1940’ların zorluklarında, maddi lezzetlere kapılmamak, iman hizmetinin anahtarı olmuştur.

Edebi bir tasvirle, hevesler geçici bir oyuncağa benzer; çocuk gibi peşinde koşan, sonunda pişmanlık duyar.
Bu, Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki “Dünya bir oyundur” deyişini çağrıştırır. İbretli bir kıssa, Hz. Süleyman’ın hikâyesidir: Tüm zenginliğine rağmen, hevesleri aşmış, “Bu dünya bir hiçtir” demiştir. Nursî, kendi hayatında hevesleri terk ederek, Risale-i Nur’a odaklanmıştır; bu, bir âlimin manevi zaferidir.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüzde tüketim toplumu, hevesleri körükler; sosyal medya, anlık lezzetlerle manevi boşluk oluşturur. Genişçe ele alacak olursak, hevesler tarihi facialara yol açmıştır – Roma İmparatorluğu’nun çöküşünde lüks ve eğlence rol oynamıştır. Nursî, bizi düşünmeye sevk eder: Fâni lezzetler elemler bırakır, kalıcı olan ise uhrevî sevaplardır. Bu, olgunluk yolculuğudur; hevesleri aşmak, manevi lezzetlere kapı açar.

#### 4. Türkiye: İslâm Dünyasının Garbî Kalesi

“Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiye’siz İttihad-ı İslâm mümkün değildir.”” (Tarihçe-i Hayat, s. 720)

Nursî’nin bu sözü, Türkiye’nin jeopolitik ve manevi rolünü anlatır. Tarihi olarak, Osmanlı’nın son dönemlerinde Nursî, İttihad-ı İslâm’ı savunmuş; Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiştir. Bu, ümmet birliğinin hikmetli bir çağrısıdır.

Edebi bir metaforla, Türkiye bir kale gibidir; garbî konumunda İslâm’ı korur. Bu, kale savunmalarını hatırlatan destansı bir anlatımdır. İbretli bir örnek, İstanbul’un fethidir: Fatih’in zaferi, İslâm’ın garbî kalesini güçlendirmiştir. Nursî, Cumhuriyet döneminde bile bu vizyonu sürdürmüştür; Risale-i Nur, Türkiye üzerinden ümmete yayılmıştır.

Düşündürücü yanı, günümüz küresel siyasetindedir: Türkiye’siz bir İslâm birliği, eksik kalır. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi olarak, Selçuklu ve Osmanlı, garbî kale rolünü üstlenmiştir – Haçlılara karşı direniş bunun isbatıdır. Nursî, bizi uyarır: Bu kale zayıflarsa, ümmet dağılır. Bu, birlik ve direniş çağrısıdır; Türkiye, manevi bir misyon taşır.

### Makale Özeti
Bediüzzaman Said Nursî’nin dört sözü, manevi tahribata karşı takva, nefs körlüğü, heves aldatıcılığı ve Türkiye’nin kale rolünü ele alır. Takva kurtuluşun esasıdır; nefis körlüğü hakikati perdeler; hevesler fâni elemler getirir; Türkiye ise İslâm birliğinin anahtarıdır. Bu sözler, tarihi ibretlerle yoğrulmuş, düşündürücü bir bütünlük sunar: Çağın yıkımlarına karşı manevi kaleler inşa etmek, her müminin vazifesidir. Hikmetli bu tefekkür, okuyucuyu imanî bir yolculuğa davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında İhlâs, Meşru Daire, İmtihan ve Muhabbet Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmet Işığında İhlâs, Meşru Daire, İmtihan ve Muhabbet Yolculuğu

Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılın manevi mimarı olarak, Risale-i Nur Külliyatı ile insan ruhunu aydınlatan bir fener olmuştur. Hayatı imtihanlar, sürgünler ve mücadelelerle dolu olan Nursî, eserlerinde ihlâsı, meşru daireyi, dinin imtihan niteliğini ve muhabbetin sınırlarını derin bir hikmetle işlemiştir. Bu makalede, onun dört mühim sözünü birebir iktibas ederek, her birini ayrı bir konu olarak ele alacağız.
Bu sözler, ihlâstan başlayarak muhabbete uzanan bir zincir oluşturur; hepsi manevi bir bütünlük içinde, çağımızın ruhî yaralarına merhem olur.
Tarihi olaylar, edebi metaforlar, ibretli kıssalar ve düşündürücü tefekkürlerle genişleteceğimiz bu inceleme, okuyucuyu fıtratın derinliklerine davet eder. Her bölüm, Nursî’nin hikmetli bakışı ile yoğrulmuş olup, bireysel ve toplumsal kurtuluşa işaret eder.

#### 1. İhlâs: Sevabın ve Rıza-yı İlâhî’nin Anahtarı

“Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün.” (Risale-i Nur, Lem’alar)

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözü, amellerin değerini belirleyen ihlâsı, manevi bir pusula olarak sunar. İhlâs, sadece samimiyet değil, aynı zamanda rıza-yı İlâhî’ye odaklanan bir kalp duruşudur. Tarihi açıdan, Nursî’nin kendi hayatı bu hikmetin canlı bir örneğidir: Birinci Dünya Savaşı’nda cephede, sürgünlerde ve hapishanelerde, tüm hizmetini yalnız Allah rızası için yapmıştır. Risale-i Nur’un yazımı sırasında, maddi karşılık beklemeden, ihlâsı esas tutması, eserlerinin milyonlara ulaşmasına vesile olmuştur. Bu, bir âlimin tarihi direnişidir; Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in seküler baskıları karşısında, ihlâs manevi bir kale olmuştur.

Edebi bir tasvirle, ihlâs bir nehir gibidir; saf ve duru akar, rıza-yı İlâhî ise onun denize kavuştuğu sonsuz ufuktur. Sevap arayışı, bu nehirde yelken açmaktır – rüzgârı ihlâs olan yelkenli, fırtınalara direnir. İbretli bir kıssa olarak, Hz. İbrahim’in Nemrud’un ateşine atılırkenki hali hatırlanır: O, sevap için değil, yalnız Allah rızası için direnmiş, ateş gül bahçesine dönmüştür. Nursî, benzer şekilde, Denizli Hapishanesi’nde ihlâsla yazdığı meyveler, talebelerini kurtarmıştır.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüzde, sosyal medya ve şöhret tutkusu, ihlâsı zedeler; ameller gösterişe kurban gider. Genişçe ele alacak olursak, ihlâs tarihi zaferlerin sırrıdır – Endülüs’ün altın çağında âlimlerin samimiyeti, ilmi yükseltmiş; ancak ihlâs kaybı, çöküşe yol açmıştır. Nursî, bizi uyarır: Çok sevap istiyorsak, yalnız rıza-yı İlâhî’yi düşünelim; bu, kalbi kirlerden arındırır. Böylece, amellerimiz ebedî bir değere kavuşur, manevi bir miras bırakır.

#### 2. Meşru Daire: Ruh, Kalp ve Nefsin Hakiki Lezzetleri

“Madem meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bazen bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifat-ı Rahmaniyeyi kaybetmeye sebebdir.” (Gençlik Rehberi – 150)

Nursî’nin bu iktibası, meşru daireyi bir cennet bahçesi olarak resmeder; burada ruh, kalp ve nefs, helal lezzetlerle doyar. Gayr-ı meşru daire ise, zehirli bir meyve gibidir – anlık tat, sonsuz acılar doğurur. Tarihi perspektiften, Nursî’nin Gençlik Rehberi’ni yazdığı dönem, 1940’ların gençliğinin seküler akımlara kapıldığı yıllardır. O, kendi gençliğinde ilim peşinde koşarken, meşru daireyi keşfetmiş; bunu, talebelerine miras bırakmıştır.

İbretli bir örnek, Hz. Yusuf’un zindan tercihi: Gayr-ı meşru lezzete kapılmayıp, iltifat-ı Rahmanî’yi kazanmış, Mısır’a hükümdar olmuştur. Nursî, benzer şekilde, sürgünlerinde helal dairede kalmış, Risale-i Nur’un lezzetini tatmıştır.

Düşündürücü yanı, modern tüketim toplumunda belirgindir: Bağımlılıklar ve haram ilişkiler, anlık keyif için daimî elemler getirir. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi facialar bu hikmeti doğrular – Roma’nın çöküşünde gayr-ı meşru lezzetler rol oynamış, toplum manevi iltifattan mahrum kalmıştır. Nursî, bizi düşünmeye sevk eder: Meşru daire kâfidir; iltifat-ı Rahmanî, hakiki lezzettir. Bu, nefsi terbiye yolculuğudur; helal sınırlar, ruhu özgür kılar.

#### 3. Din: İmtihan ve Tecrübe Meydanı

“Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Ta, ervah-ı âliye ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın.” (Risale-i Nur Külliyatı’ndan)

Bu söz, dini bir arena olarak tanımlar; burada yüksek ruhlar (ervah-ı âliye) ile düşük ruhlar (ervah-ı sâfile), imtihanla ayrılır. Tarihi açıdan, Nursî’nin külliyatı, 20. yüzyılın materyalist fırtınalarına karşı yazılmıştır; dinin imtihan niteliği, inananları güçlendirmiştir. O, kendi hayatında bu tecrübeyi yaşamış – savaşlar, sürgünler, onun ruhunu âliye katmıştır.

Edebi bir metaforla, din bir müsabaka meydanıdır; teklif-i İlâhî, hakemin düdüğüdür – yüksek ruhlar zaferle ayrılır, düşükler mağlup olur. Bu, epik bir destan gibidir; kahramanlar imtihanla yükselir.
İbretli bir kıssa, Hz. Eyyub’un hikayesi: Hastalık imtihanıyla, ervah-ı âliye olduğunu göstermiş, mükâfatını almıştır.
Nursî, benzer şekilde, hapishanelerde talebeleriyle müsabaka etmiş, Risale-i Nur’un zaferini kazanmıştır.

Düşündürücü yanı şudur: Günümüz dünyasında, maddi başarılar imtihanı gizler; ancak din, ruhları sınıflar. Genişçe ele alacak olursak, tarihi olaylar bu ayrımı gösterir – Peygamberlerin mucizeleri, ervah-ı âliye’yi ortaya çıkarmış; inkârcılar sâfile kalmıştır. Nursî, bizi uyarır: İmtihan, ayrılık içindir; tecrübe, ruhu olgunlaştırır. Bu, varoluşun hikmetidir; müsabaka, ebedî mertebeleri belirler.

#### 4. Gayr-ı Meşru Muhabbet: Merhametsiz Azabın Kaynağı

“Gayr-ı meşru muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.”

Nursî’nin bu kısa ama derin sözü, meşru olmayan sevginin acı sonunu anlatır; muhabbet, yanlış yöne saparsa, azaba dönüşür. Tarihi olarak, Nursî’nin eserlerinde bu, nefsin tuzaklarına karşı bir uyarıdır; kendi hayatında, muhabbetini yalnız Allah’a hasretmiş, talebelerine örnek olmuştur.

Edebi bir tasvirle, gayr-ı meşru muhabbet bir zehirli ok gibidir; kalbe saplanır, merhametsiz azab doğurur. Bu, trajik bir aşk hikâyesine benzer – başlangıç tatlı, sonu felaket.
İbretli bir örnek, Kerbela vakası: Yanlış muhabbetler, Hüseyin’in şehitliğine yol açmış, azab getirmiştir. Nursî, modern çağda haram ilişkileri bu açıdan ele alır; muhabbeti helale yöneltmek, kurtuluştur.

Düşündürücü yanı, ilişkilerdeki kırılganlıktadır: Günümüzde, gayr-ı meşru sevgiler boşanma ve acıları çoğaltır. Genişçe inceleyecek olursak, tarihi edebiyatta bu tema yaygındır – Romeo ve Juliet’in trajedisi, meşru sınırların ihlalinden doğar.
Nursî, bizi düşünmeye iter: Muhabbet, merhametli olmalı; yoksa azab kaçınılmazdır. Bu, kalp eğitimidir; meşru muhabbet, ebedî saadete kapı açar.

### Makale Özeti
Bediüzzaman Said Nursî’nin dört sözü, manevi yolculuğun anahtarlarını sunar: İhlâs sevabın esasıdır; meşru daire hakiki lezzetleri barındırır; din imtihanla ruhları ayırır; gayr-ı meşru muhabbet azab getirir.
Bu sözler, tarihi ibretler ve edebi metaforlarla bütünleşir, düşündürücü bir uyum oluşturur: İhlâstan muhabbete, her adım rıza-yı İlâhî’ye yönelir. Hikmetli bu tefekkür, okuyucuyu nefis muhasebesine davet eder, çağın tahribatına karşı manevi direniş çağrısı yapar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025

Kuşların Tüy Yenilenmesi: Yaratılışın Hikmetli Bir Mucizesi

Kuşların Tüy Yenilenmesi: Yaratılışın Hikmetli Bir Mucizesi

Tabiatın derinliklerinde gizlenen mucizeler, insanoğlunu her daim düşündürmüş ve ilham vermiştir. Bu mucizelerden biri, kuşların tüylerini periyodik olarak yenilemesidir. Bu süreç, yalnızca biyolojik bir olay değil, aynı zamanda ilahi bir rahmetin, hikmetin ve düzenin tezahürüdür. Aşağıda, Risâle-i Nur Külliyâtı’ndan alınan bir metni birebir iktibas ederek, bu konuyu hikmetli, edebi, tarihi, ibretli ve düşündürücü yönleriyle ele alacağım.

#### Hikmetli Yönü: İlahi Düzenin ve Rahmetin Tezahürü

Metin şöyle der:
“Hâlık-ı Rahîm,
bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelenidiriyor;
o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder.
Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder.
Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.
Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik eder;
aynı kanunla Küre-i Arz’ı mecazî ve semavî kalkan melevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.”

Bu metin, kuşların tüy yenilenmesini, evrenin büyük düzenine bağlayan bir hikmet penceresi açar. Hikmetli yönüyle ele aldığımızda, bu süreç Allah’ın (c.c.) sonsuz rahmetinin bir yansımasıdır. Kuşların tüyleri, her yıl dökülüp yenilenirken, bu yalnızca korunma ve uçuş için değil, aynı zamanda yaratılışın sürekli tazelenmesinin bir delilidir. Düşünün ki, bir serçe veya papağanın tüyleri, soğuktan korunmak, su geçirmezlik sağlamak ve aerodinamik uçuş için tasarlanmış bir sanat eseridir. Bu yenilenme, biyolojik bir zorunluluktan öte, ilahi bir kanunun parçasıdır: Zerreden güneşe kadar her şey, aynı hikmetli yasalarla yönetilir. Bu, insana şu dersi verir: Hayatımızdaki zorluklar, tıpkı kuşun tüy dökümü gibi, yenilenme için bir fırsattır. Hikmet burada, küçük bir detayın büyük bir kozmik düzenle bağlantısında yatar; evrenin her atomu, bu ilahi senfonide rol oynar. Eğer kuşun tüyü bu kadar hassas bir dengede yenileniyorsa, insan ruhunun da manevi tazelenmeye ihtiyacı vardır – bu, hikmetin en derin katmanıdır.

#### Edebi Yönü: Şiirsel Bir Yaratılış Senfonisi
Metnin devamı şöyle:
“Hem hangi kanunla senin bedenindeki hücreyâtın zerrelerini tazelenidiriyor, tamir ve tahli ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir.
Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker.
Hem o Sâni’-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder;
aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlukatı da ihya eder.”

Edebi açıdan, bu metin bir şiir gibi akar; metaforlar ve benzetmelerle dolu bir edebiyat şaheseridir. Kuşların tüy yenilenmesi, “tüylü libas” olarak tasvir edilir – bu, giysi metaforuyla Tabiatın zarif bir elbise gibi değişimini hatırlatır. Edebiyat tarihinde, tabiat ifadeleri sıkça kullanılmıştır; örneğin, Wordsworth’ün romantik şiirlerinde tabiat, ruhun yenilenmesinin sembolüdür. Burada ise, kuşun tüyü, bir “libas” olarak, ilahi bir terzinin elinden çıkan bir sanat eseri gibi sunulur. Bu yenilenme, bahar mevsiminin çiçek açmasıyla paraleldir: Her bahar, dünya yeni bir “peçe” üstüne çeker, tıpkı kuşun tüylerinin tazelenmesi gibi. Edebi olarak, bu süreç bir senfoni gibidir – zerrelerin hareketi, hücrelerin tamiri, ağaçların canlanması… Hepsi, büyük bir şiirin mısralarıdır. Okuyucu, bu ifadelerde hayal gücünü harekete geçirir; bir kuşun kanadındaki renk cümbüşü, evrenin renkli bir tablosu olur. Bu edebi zenginlik, insanı sıradan bir biyolojik olaydan çıkarıp, mistik bir yolculuğa çıkarır, tıpkı Mevlana’nın Mesnevi’sindeki doğa alegorileri gibi.

#### Tarihi Yönü: Geçmişten Günümüze Yaratılışın İzleri
Tarihi perspektiften bakıldığında, kuşların tüy yenilenmesi, insanlık tarihinin tabiat bakışlarıyla iç içedir. Antik Mısır’da kuşlar, tanrı Horus’un sembolü olarak yenilenmeyi temsil ederdi; firavunlar, kuş tüylerini amuletlerde kullanarak sonsuz hayatı simgelerdi. Ortaçağ Avrupa’sında, Aristoteles’in doğa tarihine dair yazıları, kuşların mevsimsel değişimlerini incelemiş, bu yenilenmeyi Tanrı’nın düzeninin bir parçası olarak görmüştür. İslam tarihinde ise, İbn Sina gibi düşünürler, kuş anatomisini inceleyerek, bu süreçleri ilahi hikmetle bağdaştırmıştır.
Risâle-i Nur’un bu metni, 20. yüzyıl başlarında Bediüzzaman Said Nursi tarafından kaleme alınmış olup, modern bilimin doğa kanunlarını keşfettiği bir dönemde, bunları tevhid inancıyla bütünleştirmiştir. Tarihi ibret burada yatar: İnsanlık, kuşların tüy yenilenmesini binlerce yıldır gözlemlemiş, ancak bu gözlemler, materyalist bir bakışla sınırlı kaldığında anlamını yitirmiştir. Tarih bize gösterir ki, bu yenilenme, imparatorlukların yükseliş ve düşüşü gibi tekrarlıdır; Osmanlı’dan Roma’ya, her medeniyet doğanın bu dersini alarak ayakta kalmıştır. Bugün, ekoloji tarihiyle bağlantılı olarak, iklim değişikliği nedeniyle kuş göçleri ve tüy yenilenmesi etkilenmekte; bu, tarihi bir uyarıdır: Doğanın dengesini bozmak, kendi yenilenmemizi tehlikeye atar.

#### İbretli Yönü: Dersler ve Uyarılar
İbretli yönüyle, metin bize şu dersi verir: Kuşun tüyü dökülüp yenilenirken, acı çeker gibi görünse de, bu bir rahmettir. İbret burada, acıların ardındaki güzelliktedir – tıpkı kışın ardından baharın gelmesi gibi. Tarih boyunca, peygamber kıssalarında doğa mucizeleri ibret olarak anlatılır; örneğin, Hz. İbrahim’in kuşları diriltmesi, yenilenmenin ilahi gücünü gösterir. Bu süreç, insana ibret olur: Hayatımızdaki “dökülmeler” – kayıplar, hastalıklar – aslında yeni bir başlangıcın habercisidir. Eğer kuş, tüylerini yenilemeden uçamazsa, insan da manevi tazelenme olmadan yükselemez. İbretli bir hikaye olarak, Darwin’in evrim teorisinde kuş tüyleri adaptasyon olarak görülür, ancak bu metin bize daha derin bir ibret sunar: Bu adaptasyon, rastgele değil, hikmetli bir tasarımın sonucudur. Günümüzde, kuş popülasyonlarının azalması, çevre kirliliği nedeniyle tüy yenilenmesinin bozulması, bize ibret verir: Yaratılışa saygı duymazsak, kendi sonumuzu hazırlarız.

#### Düşündürücü Yönü: Felsefi ve Manevi Derinlik
Düşündürücü olarak, bu yenilenme süreci hikmetli soruları tetikler: Neden her şey tekrarlıdır?
Metin, zerreden kainata uzanan bir bağlantı kurarak, bizi tefekküre davet eder. Felsefede, Herakleitos’un “her şey akar” sözü gibi, bu tazelenme değişimin kaçınılmazlığını düşündürür. Manevi açıdan, haşir (diriliş) ile bağlantılıdır: Kuşun tüyü nasıl yenileniyorsa, ölümden sonra diriliş de öyle olacaktır. Bu, insanı düşündürür: Kendi hücrelerimiz her yedi yılda yenilenirken, ruhumuz neden tazelenmesin? Düşündürücü bir paradoks burada yatar: Küçük bir kuşun kanunu, evrenin kanunudur; bu, insanın acizliğini ve Yaratıcı’nın kudretini hatırlatır. Modern bilim, genetik ve epigenetikle bu süreçleri açıklar, ancak düşündürücü soru kalır: Bu kanunların kaynağı nedir? Bu tefekkür, okuyucuyu varoluşun derinliklerine çeker.

### Makalenin Özeti
Bu makale, Risâle-i Nur’dan iktibas edilen metin doğrultusunda, kuşların tüy yenilenmesini hikmetli (ilahi düzen), edebi (şiirsel ifadeler), tarihi (geçmiş gözlemler), ibretli (dersler) ve düşündürücü (hikmetli derinlik) yönleriyle incelemiştir. Her yön, metnin bütünlüğünü koruyarak ayrı ele alınmış; sonuçta, bu mucize, yaratılışın rahmet dolu bir tezahürü olarak sunulmuştur.
Özetle, kuş tüylerinin tazelenmesi, evrenin büyük kanunlarının küçük bir aynasıdır ve insana manevi yenilenmeyi hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025

Zalim Zulmünde Boğulacak: Gazze Direnişi ve Dünyanın Uyanışı

Zalim Zulmünde Boğulacak: Gazze Direnişi ve Dünyanın Uyanışı

Tarih, mazlum ile zalim arasındaki mücadelenin sahnesidir. Firavun’un zulmü karşısında Musa’nın (a.s.) asası nasıl bir direnişin sembolü olmuşsa, bugün Gazze’de yaşananlar da zalimlerin akıbetini ve mazlumların sebatını hatırlatıyor.

  1. Zalimlerin Yeni Oyunu: “Gideon’un Savaş Arabaları”

İsrail, “Gideon’un Savaş Arabaları” adı altında Gazze’yi bütünüyle işgal etmeyi planlıyor. On binlerce sivilin hayatını kaybettiği bu saldırılar, sadece bir askeri harekât değil, insanlık vicdanına vurulan büyük bir darbedir. Ancak zalimin hesabı, her zaman mazlumun duasıyla bozulmuştur. Tarih boyunca hiçbir işgal kalıcı olmamış, zorbalık üzerine kurulan yapılar er ya da geç kendi zulümlerinde boğulmuştur.

  1. ABD’nin Kirli Geçmişi ve İhaneti

ABD’nin desteği olmasa, İsrail’in bu derece pervasız olması mümkün değildir. Ancak Washington’un sicili de kirli: Jeffrey Epstein dosyasıyla ortaya çıkan çocuk istismarı ağları, savaşlarla milyonların kanına giren politikalar, kendi halkının vicdanında dahi telafi edilemez yaralar bırakmıştır. Bugün Gazze’de akan kanın arkasında, ABD’nin ikiyüzlü siyaseti ve çıkar merkezli tavrı vardır.

  1. Direnişin Yeni İsmi: Musa’nın Asası

Kassam Tugayları, operasyonlarına “Musa’nın Asası” adını vererek tarihe ve vahye atıf yapıyor. Bu isim, zalime karşı mazlumun Allah’a dayanarak ayağa kalkışının sembolüdür. Firavun’un sarayında büyüyen Musa’nın, sonunda o saraya meydan okuyarak mazlumları kurtarması, bugün Gazze’de yeniden okunuyor.

  1. Dünyada Uyanış: Vicdanların Dirilişi

Bir yanda zalimler İsrail’in yanında saf tutarken, öte yanda vicdanlar uyanıyor. İngiltere’de Lush mağazalarının kepenk indirmesi, Belçika’nın Filistin’i tanıması, İspanya’da halkın Filistin bayraklarıyla sokağa çıkması, küresel bir vicdan hareketinin yükseldiğini gösteriyor. Devletlerin çıkar hesaplarıyla sustuğu yerde, halkların yürekleri konuşmaya başladı.

  1. Zalimlerin Akıbeti

Bugün İsrail ordusunda intiharların artması, moral çöküntüsü ve umutsuzluk, zalimlerin yenilgisinin içerden başladığını göstermektedir. Zulüm, zalimi de zehirler; zulmün kanıyla beslenenler sonunda kendi kanlarında boğulurlar. Dün Sovyetler Birliği yıkıldı, bugün İsrail ve ABD’nin de zulüm üzerine kurdukları düzenin çöküşe doğru gittiği açıktır.

  1. İslam Dünyasının Mesuliyeti

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle, “Kafirin kıyamına seyirci kalmak” mümkün değildir. İslam dünyası birlik olup, sadece siyasi değil, ekonomik, kültürel ve manevi bir direniş göstermelidir. Çünkü Gazze sadece Gazze değildir; insanlığın şerefi, ümmetin onuru ve adaletin geleceği orada savunulmaktadır.

Sonuç

Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar ve zalim diktatörler tarih boyunca hep aynı akıbeti paylaştı: zulümlerinde boğulmak. Bugün İsrail ve ABD’nin kanla beslenen politikaları da er ya da geç aynı sonla yüzleşecektir.

Mazlumun duası, zalimin tankından güçlüdür. Zalim yenilecek, mazlum kazanacaktır. Çünkü tarih bize her defasında şunu fısıldar:

“Zalim zulmünde boğulacak, mazlum sabrında kurtulacaktır.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesEylül 4th, 2025