Gazze: Bir Damarda Akan Kan, Bir Vicdanda Çarpan Sızı
Gazze’de yaşanan katliam her geçen gün yeni bir acıyla derinleşiyor. Filistin Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı son rakamlar yürek dağlıyor: 64 bin 368 şehit, 162 bin 367 yaralı. Bu sayılar, bir istatistiğin ötesinde; her biri bir hayat, bir çocuk gülüşü, bir anne duası, bir baba umudu demektir.
Gazze’nin Çığlığı, Ümmetin Sınavı
Bir yanda Gazze’de göç yollarına düşen, sahil kenarında son sığınağını arayan yüzbinlerce mazlum; diğer yanda İstanbul Üsküdar’da yüz binlerin katıldığı Gazze yürüyüşü… Sumud Filosu’na verilen destek, ümmetin hâlâ vicdanı diri tuttuğunu gösteriyor. Fakat şu da bir hakikat ki: Vicdanı diri tutmak yeterli değildir, adaletin ikamesi ve zulmün durdurulması için fiilî, siyasî ve iktisadî adımlar da gereklidir.
Bir Asır Önce Gelen Uyarı
Bugün yaşanan bu facianın kökleri, bir asır öncesine kadar uzanıyor. Filibeli Ahmed Hilmi 1911’de yazdığı yazılarla Osmanlı’yı ve ümmeti siyonizm tehlikesine karşı uyarmış, Filistin’in hedef alındığını haber vermişti. O gün dinlenmeyen uyarılar, bugün kanlı bir hakikat olarak önümüzde duruyor. Tarih, ibret alınmadığında kendini acı bir şekilde tekrar ediyor.
Tarihin Tekerrürü ve İngiliz İzi
Haydarpaşa Garı’ndaki sabotaj, Filistin-Suriye cephesinin düşmesine sebep olmuştu. Osmanlı, sırtından hançerlenmişti. Bugün de farklı isimlerle, farklı maskelerle fakat aynı zihniyetle benzer planlar yürütülüyor. Bir söz vardır:
“Bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, mutlaka oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.”
Bugün Ortadoğu’daki fitnelerin, savaşların, işgallerin arkasında yine aynı elleri görmek şaşırtıcı değildir.
Ayşenur’un Şahitliği
Ayşenur Ezgi Eygi’nin şehadeti, bu davanın bir “Filistin meselesi” değil, bir “insanlık meselesi” olduğunu gösterdi. Filistin’de zulme uğrayan her mazlum, aslında insanlığın onurunu temsil ediyor. Türkiye’nin onu rahmetle anması, bu davanın sınırları aşan bir vicdan mücadelesi olduğunun delilidir.
İbret ve Hikmet
Gazze’nin çığlığı, sadece bir bölgenin dramı değil; insanlığın aynasıdır. Her rakamın arkasında bir yürek vardır. Her yıkılan bina, aslında insanlığın utancına dikilmiş bir anıttır. Bir zamanlar Osmanlı’nın gölgesinde huzur bulan Kudüs, bugün fitnenin, işgalin ve gözyaşının merkezi olmuştur.
Ama unutulmamalıdır: Zulümle abat olunmaz. Tarih boyunca hangi güç zulmünü kalıcı sanmışsa, sonunda enkazı altında kalmıştır. Firavun’dan Nemrut’a, Haçlılardan Moğollara kadar… Bugün de İsrail, zulmünü ebedîleştireceğini sanıyor. Oysa her zulüm, kendi sonunu hazırlar.
Sonuç: Gazze Bir Sınavdır
Gazze bugün, dünyanın vicdanını imtihan ediyor.
Zulmün karşısında susanlar, zulme ortak oluyor.
Mazlumun yanında duranlar, insanlığın şerefini koruyor.
Bir damarda akan kan, bir vicdanda çarpan sızıya dönüşmeli. Çünkü Gazze’deki her çocuk, insanlığın çocuğudur. Ve şehit olan her can, bize şunu haykırıyor:
“Biz kanla yazıyoruz, siz kalemle devam ettirin.”
Bu üç kadim soru, insanlık var olduğundan beri akılları meşgul eden, kalplere huzursuzluk veren ve bireyi sürekli bir arayışa iten temel sorulardır. Bu sorular, fani dünyanın gelgeç telaşları arasında kaybolmamak ve varoluşumuzun gerçek anlamını idrak etmek için bize birer pusula görevi görür. Kendimizi ve evreni sorguladığımız bu anlar, aslında kısa bir misafirliğin bilincine varış anlarıdır.
“Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır. Ve vazifesi çok bir misafirdir. Ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir.”
Bu hikmetli söz, dünya hayatının geçiciliğini ve insanın bu dünyadaki rolünü açıkça ortaya koyar. Bizler, dünya sahnesinde sadece birer misafiriz. Misafirliğimizin süresi kısadır ve bu kısa süredeki görevimiz çok büyüktür: Sonsuzluğa uzanan bir yolculuk için gerekli olan azığı hazırlamak. Bu azık, sadece maddi birikimlerden ibaret değildir. Asıl azık, kalpten yapılan dualar, samimiyetle kılınan ibadetler, ahlaklı bir yaşam ve insanlığa bırakılan kalıcı eserlerdir.
İnsanın bu fani hayattaki en büyük yanılması, dünyada bıraktığı maddi eserlere aşırı kıymet vermesidir. Oysa tarih, bu yanılmanın sayısız örneğiyle doludur. Yüzyıllarca hüküm sürmüş imparatorlukların görkemli yapıları, zengin krallıkların hazineleri, bugün sadece birer harabe olarak karşımızda durmaktadır. Bu fani eserler, ne sahiplerini ebedi kılmıştır ne de onlara ahiret yurdunda bir fayda sağlamıştır.
Tam da bu noktada,
“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!” sözü, bize bu gerçeği tokat gibi çarpar.
Bu söz, dünyaya sırt çevirmekten ziyade, dünyaya ve eserlerine bakış açımızı değiştirmemiz gerektiğini söyler. Asıl eser, ahiret yurdunu mamur kılacak, sonsuzlukta bize yoldaş olacak ameldir. Bir yetimin başını okşamak, bir ilim talebesine yol göstermek, bir garibanın derdine derman olmak; işte bunlar, baki kalacak eserlerdir. Dünya malıyla yapılan köprüler, camiler ve çeşmeler ancak onları inşa edenlerin niyetleri halis ise ahiret eserine dönüşür.
Her gün, her hafta, her yıl, ahiret yurduna doğru bir adım daha atarız. Önemli olan, bu adımların boşuna atılmaması ve her adımda geride, sonsuzluğa uzanan kalıcı bir eser bırakılmasıdır.
Makale Özeti
Bu makale, insanın varoluş soruları olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” ile başlar ve hayatın amacına odaklanır.
Hayatın, kısa bir misafirlik olduğu ve insanın bu misafirhanede “hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükellef” olduğu anlatılır.
Makale, bu misyonu, fani dünyada bırakılan eserlerin asıl değerinin, “ahirette seni kurtaracak bir eser” olmasında yattığı fikriyle derinleştirir.
İnsanın dünyaya ait maddi eserlere aşırı kıymet vermesinin bir yanılma olduğu, asıl kalıcı ve değerli eserlerin salih ameller ve hayırlı işler olduğu anlatılır.
Son olarak, bu mübarek vakitlerin, bu düşünceleri yeniden gözden geçirmek ve hayatın amacına dönük bir muhasebe yapmak için bir fırsat olduğu belirtilir.
Bu metin, hem dünya hayatının geçiciliğini hem de ahiret yurduna hazırlığın önemini hatırlatarak, kişiyi derin bir tefekküre davet eder.
İnsanın ömrü, hakikatte bir göz açıp kapama kadar kısadır. İnsan dünyaya gözünü açar, “doğdu” derler. Bir gün gözünü kapar, “öldü” derler. Halbuki doğumla ölüm arasındaki o uzun sanılan yolculuk, aslında göz kapağının incecik mesafesi kadardır.
Bir bebek gözünü açtığında bütün âlem ona doğmuş sayılır. Gözünü kapattığında ise bütün dünyası kapanır, âlem onun için yok olur. Uykuda bunu tekrar tekrar yaşarız: Göz kapanır, dünya biter; göz açılır, dünya yeniden başlar. Demek ki hayat, uyanıklıkla uyku arasında gidip gelen bir perde oyunundan ibarettir.
Ömür bir nefesliktir. Nefes aldığında “yaşıyor” denir, nefes verildiğinde “öldü” denebilir. Hayat, nefes ile ölüm arasındaki ince bir çizgidir. Nefesin kesilmesiyle beden, ruhun yuvası olmaktan çıkar. Öyleyse insan, her nefeste aslında ölüme bir adım daha yaklaşmaktadır.
Bir dudak mesafesi kadar da ömür vardır: Dil dua ederse ömür bereketlenir; dil günaha kayarsa ömür ziyan olur. Dudaktan çıkan bir söz, bazen bir ömrün değerini belirler.
Hayat, sonsuzluk denizinde bir damladır. O damla, bazen şükürle bir okyanusa dönüşür; bazen gafletle kaybolur gider. İnsan kendine sorar: Bu damla, gerçekten çok mu? Çok mu uzun? Ne kadar uzun?
Bir asır yaşamış bir ihtiyar ile bir günlük bebek, kabirde aynı hakikatle karşılaşır: “Hayat, göz açıp kapayıncaya kadardı.” Çünkü zaman, insana göre uzun görünse de hakikatte bütün ömür, ebediyet karşısında bir an hükmündedir.
İnsanın ömrü kısadır; fakat o kısa ömrün içine ebediyet tohumu yerleştirilmiştir. Nefeslik hayat, sonsuz cennet veya sonsuz azap doğuracak bir tohum gibidir. İşte asıl ibret burada saklıdır: Bir göz açıp kapama kadar olan ömrünü kim nasıl değerlendirirse, sonsuz hayatını öyle kazanacaktır.
O halde insanın aklına şu gelir:
Ömür kısaysa vakit boşa harcanmamalı.
Nefes azsa her nefeste Rabbini anmalı.
Göz kapağı mesafesi kadar ömürde, gözünü hakikate açmalı.
Çünkü hayat, gerçekten de bir anlık. Ama o bir an, doğru kullanıldığında ebedî bir sermayedir.
ABD’nin İşgal Ettiği veya Askerî Müdahalede Bulunduğu Ülkeler ve Sonuçları
ABD’nin işgal ettiği ülkeler, genellikle “demokrasi götürme, özgürlük sağlama, güvenlik bahanesi” gibi gerekçelerle açıklanır. Fakat tarihî tecrübeler gösteriyor ki, çoğu zaman işgal edilen ülke yıkım, iç savaş, parçalanma ve toplumsal travma ile karşılaşmıştır.
Vietnam (1955–1975)
Amaç: Komünizmin yayılmasını engellemek.
Sonuç: ABD ağır kayıplar verdi (58 bin asker öldü). Vietnam halkından milyonlarca kişi hayatını kaybetti. ABD büyük prestij kaybına uğradı, sonunda çekilmek zorunda kaldı.
Afganistan (2001–2021)
Amaç: 11 Eylül saldırıları sonrası El Kaide’yi ve Taliban’ı bitirmek.
Sonuç:
20 yıl süren işgal sonrası ABD kaçarcasına çekildi.
Taliban yeniden yönetimi ele geçirdi.
ABD 2 trilyon dolara yakın masraf yaptı, 2500 askerini kaybetti.
Afgan halkından 200 binden fazla can kaybı oldu.
Ortada yıkılmış şehirler ve göç eden milyonlar kaldı.
Irak (2003–2011 / sonrası etkiler)
Amaç: Saddam Hüseyin’i devirmek, “kitle imha silahları” bahanesi.
Sonuç:
Saddam devrildi ama Irak kaosa sürüklendi.
Mezhep savaşları başladı, milyonlarca insan öldü veya göç etti.
DEAŞ ortaya çıktı.
ABD yaklaşık 5 bin asker kaybetti, 2 trilyon dolardan fazla harcama yaptı.
Irak, siyasi bağımsızlığını kaybetti; İran etkisi arttı.
Libya (2011, NATO operasyonu)
Amaç: Kaddafi rejimini devirmek.
Sonuç:
Kaddafi linç edilerek öldürüldü.
Ülke iç savaşa sürüklendi, kabileler ve milisler arasında parçalandı.
Devlet düzeni tamamen çöktü.
Bugün hâlâ istikrarsızlık devam ediyor.
Suriye (2011’den itibaren, dolaylı işgal ve müdahaleler)
Amaç: Esad rejimini devirmek, terörle mücadele.
Sonuç:
ABD doğrudan işgal etmedi, ama askerî üsler kurdu.
PKK/YPG’yi destekledi.
DEAŞ’a karşı operasyon bahanesiyle Suriye’nin kuzeyinde fiilî hâkimiyet sağladı.
Sonuç: Suriye parçalandı, 10 milyon göçmen ortaya çıktı, büyük insanî kriz yaşandı.
Diğer Müdahaleler
Kore (1950–53): Yarımada ikiye bölündü (Kuzey–Güney).
Panama (1989): Noriega devrildi, ülke ABD kontrolüne girdi.
Grenada (1983): Küba etkisi kırıldı, ABD üs kurdu.
Somali (1990’lar): Başarısız müdahale, ABD askerleri halk tarafından linç edildi.
Latin Amerika ülkeleri (20. yy boyunca): Darbeler, gizli operasyonlar, ekonomik sömürgecilik.
📌 Genel Sonuçlar
ABD’nin işgal ettiği ülkelerde demokrasi değil, kaos ve iç savaş çıktı.
ABD trilyonlarca dolar kaybetti, ama silah şirketleri kazandı.
İşgal edilen ülkeler uzun vadede parçalandı, ekonomik olarak çökertildi.
ABD’nin itibarı özellikle Irak ve Afganistan sonrası ciddi şekilde sarsıldı.
Ortadoğu’da ABD’nin açtığı boşlukta yeni aktörler (İran, Rusya, Çin, Türkiye) öne çıktı.
ABD’nin İşgal Ettiği veya Askerî Müdahalede Bulunduğu Ülkeler ve Sonuçları
ABD’nin işgal ettiği ülkeler, genellikle “demokrasi götürme, özgürlük sağlama, güvenlik bahanesi” gibi gerekçelerle açıklanır. Fakat tarihî tecrübeler gösteriyor ki, çoğu zaman işgal edilen ülke yıkım, iç savaş, parçalanma ve toplumsal travma ile karşılaşmıştır.
Vietnam (1955–1975)
Amaç: Komünizmin yayılmasını engellemek.
Sonuç: ABD ağır kayıplar verdi (58 bin asker öldü). Vietnam halkından milyonlarca kişi hayatını kaybetti. ABD büyük prestij kaybına uğradı, sonunda çekilmek zorunda kaldı.
Afganistan (2001–2021)
Amaç: 11 Eylül saldırıları sonrası El Kaide’yi ve Taliban’ı bitirmek.
Sonuç:
20 yıl süren işgal sonrası ABD kaçarcasına çekildi.
Taliban yeniden yönetimi ele geçirdi.
ABD 2 trilyon dolara yakın masraf yaptı, 2500 askerini kaybetti.
Afgan halkından 200 binden fazla can kaybı oldu.
Ortada yıkılmış şehirler ve göç eden milyonlar kaldı.
Irak (2003–2011 / sonrası etkiler)
Amaç: Saddam Hüseyin’i devirmek, “kitle imha silahları” bahanesi.
Sonuç:
Saddam devrildi ama Irak kaosa sürüklendi.
Mezhep savaşları başladı, milyonlarca insan öldü veya göç etti.
DEAŞ ortaya çıktı.
ABD yaklaşık 5 bin asker kaybetti, 2 trilyon dolardan fazla harcama yaptı.
Irak, siyasi bağımsızlığını kaybetti; İran etkisi arttı.
Libya (2011, NATO operasyonu)
Amaç: Kaddafi rejimini devirmek.
Sonuç:
Kaddafi linç edilerek öldürüldü.
Ülke iç savaşa sürüklendi, kabileler ve milisler arasında parçalandı.
Devlet düzeni tamamen çöktü.
Bugün hâlâ istikrarsızlık devam ediyor.
Suriye (2011’den itibaren, dolaylı işgal ve müdahaleler)
Amaç: Esad rejimini devirmek, terörle mücadele.
Sonuç:
ABD doğrudan işgal etmedi, ama askerî üsler kurdu.
PKK/YPG’yi destekledi.
DEAŞ’a karşı operasyon bahanesiyle Suriye’nin kuzeyinde fiilî hâkimiyet sağladı.
Sonuç: Suriye parçalandı, 10 milyon göçmen ortaya çıktı, büyük insanî kriz yaşandı.
Diğer Müdahaleler
Kore (1950–53): Yarımada ikiye bölündü (Kuzey–Güney).
Panama (1989): Noriega devrildi, ülke ABD kontrolüne girdi.
Grenada (1983): Küba etkisi kırıldı, ABD üs kurdu.
Somali (1990’lar): Başarısız müdahale, ABD askerleri halk tarafından linç edildi.
Latin Amerika ülkeleri (20. yy boyunca): Darbeler, gizli operasyonlar, ekonomik sömürgecilik.
📌 Genel Sonuçlar
ABD’nin işgal ettiği ülkelerde demokrasi değil, kaos ve iç savaş çıktı.
ABD trilyonlarca dolar kaybetti, ama silah şirketleri kazandı.
İşgal edilen ülkeler uzun vadede parçalandı, ekonomik olarak çökertildi.
ABD’nin itibarı özellikle Irak ve Afganistan sonrası ciddi şekilde sarsıldı.
Ortadoğu’da ABD’nin açtığı boşlukta yeni aktörler (İran, Rusya, Çin, Türkiye) öne çıktı.
Dosdoğru Bir Hayatın Hikmeti: Kâinatın Şifresi ve Eşyanın Hakikati
Metinlerin her biri, insanın kâinatla olan ilişkisini, yaratıcısını tanımanın önemini ve dosdoğru bir hayat sürmenin gerekliliğini farklı açılardan ele alıyor.
İnsanoğlu, varoluşundan itibaren sürekli bir arayış içindedir. Bu arayışın temelinde, kâinatın sırlarını ve kendi varlığının anlamını çözme arzusu yatar.
İşte bu arayışın en temel adımı, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd Sûresi 112. Ayet) ilahi emrine uymaktır.
Dosdoğru olmak, sadece ahlaki bir duruş değil, aynı zamanda kâinatın işleyişine, varlığın hakikatine ve yaratıcının kudretine yönelik doğru bir bakış açısı kazanmaktır. Bu doğruluk, bizi hem deruni bir huzura hem de kâinatla uyumlu bir yaşama götürür.
Bu dosdoğru yolculukta, kâinatın her bir zerresi bize birer ayet (delil) olur.
Tıpkı şu hakikat gibi:
“Bir şeyden her şey yapar, hem her şeyden bir tek şey yapar.”
Bu derin hakikat, bir Kadîr-i Mutlak’ın, yani her şeye gücü yetenin eseri olduğunu gösterir. Örneğin, “nutfe suyundan ve hem içilen basit bir sudan, hesapsız a’zâ ve cihazat-ı hayvaniyeyi yapar.”
Sadece bir damla sudan, göz, kulak, kalp, beyin gibi sayısız organ ve sistemden oluşan mükemmel bir canlı yaratılır. Bu durum, basit bir sudan karmaşık bir canlı yaratmanın ancak sonsuz bir kudretin işi olabileceğini isbatlar. Aynı şekilde, bu sonsuz kudret, koca bir kâinattan bir damla gibi insanı yaratır. Bu durum, her şeyden bir tek şey yapma kudretini gösterir ve bizlere yaratıcının benzersiz gücünü haykırır.
Bu yaratılış hikmetine yakından bakmak için en basit örnekler bile yeterlidir.
Şöyle ki, “Pirinç, sulak arazide yetiştiği halde içinde bir gram sıvı bulundurmaz. Su ile irtibat kurmadan da onu yiyemezsiniz! Karpuz, kuru toprakta yetiştiği halde %90’ı sıvıdır ve Onun yanında da asla suya ihtiyaç duymazsınız!” Bu zıtlıklar ve mucizeler, tesadüflerin eseri olamaz.
Pirincin sulakta yetişip kuru kalması ve karpuzun kuraklıkta suya doyması, her bir eşyanın bir hikmetle, bir ölçüyle yaratıldığının isbatıdır.
Bu durum, kâinatın her bir parçasının, bizi yaratıcısını tanımaya davet eden birer tefekkür kapısı olduğunu gösterir.
Bütün bu tefekkürler bizi en önemli sonuca ulaştırır: Bu dünyadaki nimetler ve hikmetler, bize verilmiş birer hediyedir. Ancak bu hediyeleri getirenler, yani zahiri mün’imler (nimet verenler) olan anne babamız, öğretmenlerimiz, rızkımızın vesilesi olanlar, bizi asıl Mün’im-i Hakikî’den (gerçek nimet verenden) uzaklaştırmamalıdır.
“Bir padişahın kıymetdar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip, Mün’im-i Hakikî’yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.” Bu söz, bize nankörlüğün ve gafletin en tehlikeli halini gösterir. Bir hediyeyi getiren elden ziyade, hediyeyi asıl vereni, yani Allah’ı tanımak ve ona şükretmek gerekir.
Özetle, dosdoğru bir hayat yaşamak, sadece ahlaki bir erdem değil, aynı zamanda kâinatın eşsiz dengesini ve yaratıcının sonsuz kudretini idrak etmektir. Bir damla sudan bir insan yaratılmasını, pirincin ve karpuzun zıtlıklardaki mucizesini gören bir akıl, nimetleri getirene değil, asıl verene yönelmelidir. İşte bu idrak, bizi “belâhet” denilen gafletten kurtarır ve doğru bir yolda yürümemizi sağlar.
Makale Özeti
Bu makale, dört farklı metinden hareketle dosdoğru bir yaşamın hikmetli ve manevi temellerini inceler.
İlk olarak, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetini esas alarak, bu emrin sadece ahlaki bir duruş değil, aynı zamanda kâinatı anlama ve yorumlama biçimi olduğunu belirtir.
Ardından, “Bir şeyden her şey yapar, hem her şeyden bir tek şey yapar” sözüyle, yaratılıştaki kudretin ve hikmetin derinliğini ele alır.
Pirinç ve karpuz örnekleriyle, “sulamada yetişen pirincin kuru kalması ve kuru toprakta yetişen karpuzun sulu olması” mucizesi üzerinden, doğadaki zıtlıkların bile bir Yaratıcı’nın varlığına delil olduğunu anlatır.
Son olarak, “Mün’im-i Hakikî’yi unutmanın belâhet olduğu” sözüyle, nimetleri verenin asıl kaynağını tanımamanın büyük bir gaflet olduğunu ifade eder.
Makale, bu dört ana fikri bir araya getirerek, dosdoğru bir hayatın, kâinatı okuyarak ve nimetlerin asıl sahibini tanıyarak mümkün olabileceğini ortaya koyar.
Zulmün Karanlığına Karşı Vicdanın Aydınlığı: Gazze ve Sumud Filosunun Mesajı
“Şu testisi su yolunda kırılırmış. Belasını arayan da belasını bulurmuş.”
Gazze’de çocukları, kadınları ve sağlık çalışanlarını hedef aldığı bilinen İsrailli keskin nişancı Metan Yanas’ın, bombalı tuzakla öldürülmesi, zulmün kendi tuzağına düşeceğinin çarpıcı bir göstergesidir. Zira tarihin hakikatli şahitliği şudur: Zulüm ile abat olunmaz, zulümde ısrar edenler kendi zulümlerinde boğulurlar.
İsrail’in Bitmeyen Zulmü
Gazze’de binalar bombalanıyor, çocuklar yetim, kadınlar dul, şehirler harabeye dönüyor. Yüksek binaların vurulacağına dair “önceden yapılan tahliye uyarısı” bir insani hassasiyet değil, aksine zulmün bürokratik bir kılıfıdır. İnsanı insan yapan değerler çiğneniyor, mazlumların ahı gök kubbeyi sarsıyor.
Kur’an, “Zulmedenler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir” (Şuarâ, 227) diyerek tarihin akışında zulmün asla baki kalamayacağını bildiriyor.
Küresel Vicdanın Uyanışı
Tam bu sırada, Barselona’dan yola çıkan Küresel Sumud Filosu, denizlere yeni bir umut ve direniş iradesi taşıyor. “Bu gemiye binenlerin hiçbiri geri dönmeyi düşünmüyor” diyen gönüllüler, sadece Gazze’ye yardım götürmüyor; insanlığın ortak vicdanını da yeniden harekete geçiriyor.
İtalya liman işçilerinin, “Eğer gemilere dokunulursa limanları kapatırız” çıkışı, zulmün karşısında ekonomik bir silah olarak vicdanın gücünü ortaya koyuyor. İtalya’da Başbakan Giorgia Meloni’nin bile filosuna katılan vatandaşlarının güvenliğini temin için adım atması, 44 ülkeden destek bulması, Filistin meselesinin artık sadece bölgesel değil küresel bir adalet mücadelesine dönüştüğünü gösteriyor.
Roma’dan Pisa’ya, Milano’dan Bari’ye kadar meydanlara taşan kalabalıklar, “Hepimiz Filistinliyiz” sloganıyla zulmün karşısında insanlığın birleşebildiğini ilan ediyor.
Zulmün Maskesizliği ve Çaresizliği
Netanyahu’nun Gazze’deki soykırımın suçlusu olarak Mısır’ı işaret etmesi, zulmün akıl dışı, ahlak dışı ve çaresiz bir noktaya geldiğini gösteriyor. İsrail’in nokta atışı suikastlar için İran’daki güvenlik ağlarına dahi sızarak kullanması, zulmün sadece askeri değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküş yaşadığını gözler önüne seriyor.
Şehitlerin Çığlığı ve Ezanın Vicdana Dokunuşu
İsrail’in katlettiği Amerikalı Türk aktivist Ayşenur’un babasının “Dünya kızım kadar cesur olamadı” sözleri, insanlığın utanç vesikasıdır. Ancak aynı zamanda, bir kişinin cesurca direnişiyle dünyayı sarsabileceğinin de işaretidir.
İtalya’daki Sumud Filosu eğitiminde bir kilise salonunda okunan ezan ise farklı inançlardan insanların gözyaşlarını birleştirdi. Bu an, İslam’ın çağrısının sadece minarelerde değil, kalplerde yankı bulduğunu, zulmün duvarlarını aştığını gösterdi.
Sonuç: Zulmün Sonu, Direnişin Zaferi
Gazze’de yıkılan evlerin, kanlar içindeki çocukların görüntüsü, bize kıyamet sahnelerini hatırlatıyor. Ama aynı zamanda Sumud Filosunun dalgalarla yazdığı mesaj, insanlığa şunu hatırlatıyor:
Zulüm baki değildir.
Mazlumun duası, zalimin planlarını bozar.
Vicdanlar birleşirse, karanlık ne kadar derin olursa olsun bir gün mutlaka dağılır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi:
“Zalimler için yaşasın cehennem!”
Bugün Gazze’de zulüm devam ediyor olabilir. Fakat her vicdanlı ses, her cesur adım, her dua ve her destek dalgası, zalimin karanlık gemisini batıracak; mazlumun sabır ve direnişini zafer sahiline ulaştıracaktır.
Hayatın Yolu Ölümden Geçer: Tabiat ve İnsanî Mertebe Üzerine Hikmetli Bir Tefekkür
Hayat, varoluşun en temel gerçeğidir; ancak hayatın gerçek anlamını kavramak için ölümün kaçınılmazlığını anlamak gerekir. Çünkü hayat, her zaman bir dönüşüm içindedir ve ölüm, bu dönüşümün temel basamağıdır. Tıpkı bir tohumun toprağa gömülüp çürümeden filizlenememesi gibi, yaşam da ancak ölümle bir anlam kazanır.
İlahi Mucize: Ölüm ve Yeniden Doğuş
Hayat bize hayatın ve ölümün birbirine ne kadar bağlı olduğunu öğretir. Kış mevsiminin soğuk ve karlı günlerinde toprağa gömülen bir tohum, soğuk ve karın içinde adeta ölüme terk edilir. Ancak bu ölüm, baharın ilk ışıklarıyla birlikte hayatın kapılarını açar; tohum filizlenir, kök salar, yaprak ve çiçek verir. Aynı şekilde, gübreye karışan bitki artıkları, ölü bedenleriyle toprağa karışarak toprağın verimliliğini artırır ve yeni bir hayatın doğmasına vesile olur.
Burada ortaya çıkan hikmet şudur: Ölüm, yok oluş değil, hayatın daha yüksek bir mertebeye geçişidir. Tohum, karın ve gübrenin ölümüne rağmen baharda hayat bulur; her ölüm, yeni bir hayatın tohumunu taşır.
Hayvan ve İnsan: Mertebeler Arası Bağ
Tabiattaki bitki ve hayvanlar arasındaki ilişki, insanın varoluşuna dair derin bir hikmet taşır. Bitkiler hayvanlar tarafından tüketildiğinde, onların bedeninde bir tür “ölüm süreci” yaşar; bu ölüm, hayvanın yaşamına ve beslenmesine dönüşür. İnsan ise hayvanı tüketerek, onun enerjisini ve hayatını kendi insaniyet mertebesine yükseltir.
Bu ilişki, insanın sorumluluk ve şükran bilincini doğurur. Hayvanın ölümünden ve bitkinin yok oluşundan sağlanan enerji, insanın aklı, ruhu ve vicdanıyla bir anlam kazanır. Hayatın sadece var olmakla değil, yaratılmış olanı doğru değerlendirmek ve ondan hikmet almakla değerli olduğu anlaşılır.
Ölümün Hikmetî ve İbretli Yüzü
Ölüm, hem tabiatta hem de insan hayatında bir geçiştir. Tohum, hayvan ve insan arasındaki bu zincir, ölümün aslında bir mahiyet değiştirme ve olgunlaşma süreci olduğunu gösterir. Kışın soğuk toprağında ölen tohum, baharda çiçek açarak insanlara güzellik ve nimet verir. Hayvanın midesinde ölümle beslenen insan, hem beden hem ruh açısından olgunlaşır.
Bu durum bize şunu öğretir:
Ölüm bir kayıp değildir; hayatın daha yüksek bir mertebeye taşınmasıdır.
Her ölüm, bir hikmet ve ibret taşır.
İnsan, yaratılış zincirinde hem bir tüketici hem de sorumluluk sahibi olarak, ölenin hayatını bilinçle ve şükürle kullanmalıdır.
Sonuç: Hayat ve Ölüm Arasındaki Dengede İnsan
Hayat, ancak ölümle anlam kazanır; varlık, yoklukla bütünleşir. Tohumun toprağa gömülmesi, bitkinin ve hayvanın insan için hayat kaynağı olması, bize şunu hatırlatır: Hayatın yolu ölümden geçer. İnsan, bu farkındalıkla yaşadığında hem tabiatla uyumlu olur hem de ruhî olgunluğa ulaşır.
Öyleyse, her ölümde bir hikmet aramak, her kayıpta bir hayat tohumu görmek ve her hayat anında şükretmek gerekir. Çünkü hayatın kendisi, ölümle yoğrulmuş bir mucizedir; her nefeste, her tohumda ve her canlıda, bize insan olmanın ve hikmetle yaşamanın sırlarını fısıldar.
Terörü Besleyen Zihniyet ve Mazlumların Direnişi: Gazze Örneği
Dünya sahnesinde yaşanan olaylar, terörün ve işgallerin ardındaki zihniyetleri gözler önüne sermektedir. ABD ve İsrail’in politikaları, bölgedeki mazlum halklara karşı yürütülen planlı saldırılar ve vekâlet savaşları, sadece fizikî değil, zihnî ve psikolojik bir kuşatma niteliğindedir. CENTCOM Komutanı Brad Cooper’ın PKK/YPG/SDG lideri “Mazlum Kobani” ile Suriye’deki görüşmesi, terör örgütlerine uluslararası destek sağlama pratiğinin en somut örneklerinden biridir. Bu tür iş birlikleri, sahada masum halkın acısını derinleştirirken, barışın önündeki en büyük engellerden biri olarak ortaya çıkmaktadır.
Terörü Besleyen Küresel Ortaklık
Terör baronları ve onların uluslararası destekçileri, çatışmaları uzatmak ve politik kazanımlar sağlamak amacıyla stratejik hamleler yapmaktadır. ABD’nin ve Batılı güçlerin insani yardım ve barış çağrılarını görmezden gelmesi, tarafsızlık maskesi altında yürütülen bir manipülasyon ve siyasî çıkar planıdır.
Sumud Filosu’nun Gazze’ye ulaşma girişimleri, bu manipülasyonlara karşı insanî vicdanın verdiği güçlü bir cevaptır. Filo gönüllülerinin söylediği gibi, “İnsani yardımın en temel ilkesi ayrım gözetmeden tüm insanların onurunu ve yaşam hakkını korumaktır.” İşte tam da bu bilinç, küresel politikanın adaletsizliğine karşı bir direnç ve vicdanın sesi olarak öne çıkmaktadır.
İşgal ve Direniş: Gazze’de İnsanlık Mücadelesi
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları, özellikle Müşteha Kulesi gibi sivil alanları hedef alması, insanlığa karşı işlenen suçların somut örneklerindendir. Abluka altında yaşayan binlerce mazlum, günlük yaşamlarını sürdürmekte zorlanırken, işgalci güçler savaş stratejilerini masum insanların üzerinde uygulamaktadır. Bu durum, terör ve şiddetin sadece askerî değil, psikolojik ve toplumsal boyutlarını da gözler önüne sermektedir.
Direnişin gücü, mücahidlerin yarı otomatik lazer güdümlü tanksavar füzeleri ve makineli tüfeklerle İsrail ordusuna karşı geliştirdiği yeni savunma stratejilerinde kendini göstermektedir. Bu silahlar ve yeraltı tünelleri, Gazze halkının özgürlük ve varoluş mücadelesinin sembolleridir. Mazlum halk, kendi yaşam alanlarını korumak ve adaletsizliğe karşı direnmek için stratejik ve fedakâr bir direniş sergilemektedir.
Zihniyetin İflası ve Vicdanın Gücü
Batının “hümanizm” söylemleri, pratikte çökmüş ve yerini çıkar ilişkilerine bırakmıştır. ABD ve İsrail’in politikaları, savaşın uzamasına ve sivillerin acılarının derinleşmesine yol açmaktadır. Ancak bu politikalar, küresel vicdanın ve insani yardım hareketlerinin önünü kesememektedir.
Sumud Filosu ve bölgedeki gönüllülerin çabaları, insanlığın adalet ve vicdan ile direndiğinin en önemli göstergesidir. Fransız aktivist Mahe’nin ifadesiyle, sahip olunan imkânları mazlumlar için kullanmak, gerçek insanî bilincin tezahürüdür. İnsanlık, ancak bu tür fedakâr ve bilinçli duruşlarla terör ve zulme karşı ayakta kalabilir.
Geleceğe Dair Hikmetli Dersler
İsrail’in işgali ve ABD’nin vekâlet savaşları, tarihin tekerrür eden bir oyununu hatırlatmaktadır: Güç, her zaman haklıyı korumaz; mazlumun direnişi, çoğu zaman yeryüzünde gerçek adaletin teminatıdır.
Terörü besleyen zihniyet, güç ve çıkar ilişkileri üzerine kuruludur.
Mazlumun direnişi, sadece silah gücüyle değil, vicdan ve fedakârlıkla da mümkündür.
İnsanî yardım ve dayanışma, zulmün karşısında en etkili siperlerden biridir.
Gazze’deki direniş, hem günümüz hem de gelecek nesiller için bir ibret ve ders niteliğindedir. İnsanlık, ancak adalet, vicdan ve fedakârlıkla varlığını sürdürebilir; zulüm ve işgal zihniyetleri ise eninde sonunda iflas edecektir.
Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu daha çok dağdaki eşkıya ile mücadele etti.
Dağdaki kanalizasyonu patlattı.
Kokusu çok farklı yerlerden çıkmaya başladı.
Şimdiki İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ise; daha çok içerideki eşkıya ve eşkıya kılıklı sahtekarlarla mücadele etti.
İçerideki kanalizasyonlari patlattı.
Kokusu ise içeri ve dışarı her yerden çıkmaya başladı.
Ancak meğer ne kadar da çok pislik varmış.
Dağın pislikleri bile biterken, içerideki pislikler bir türlü bitmiyor.
Demek ki dağ şehirden besleniyormuş.
*****
Tarih bize gösteriyor ki, devletlerin ve milletlerin asıl imtihanı yalnızca dışarıdan gelen saldırılarla değil, içeriden sızan ve kök salan çürüme ile olur. Dışarıdaki eşkıya, dağ başında kurşun sıkar; içerideki eşkıya ise şehrin ortasında kalplere ve vicdanlara kurşun sıkar.
Bir dönem, dağdaki eşkıya milletin huzurunu kaçırıyor, yolu kesiyor, köyü basıyor, masum canlara kıyıyordu. O vakit devlet, bütün kudretiyle dağlara yöneldi. Dumanlı tepelerde, mağaralarda, kar kış demeden mücadelesini verdi.
Ve neticede, dağın kanalizasyonu patladı; dağ başındaki zulüm ve fitne söndürüldü.
Fakat bu defa başka bir hakikat çıktı ortaya:
Dağdaki eşkıyayı besleyen damarlar, şehrin içindeymiş.
Dağın gölgesi şehirden doğuyormuş.
Şehir temizlenmeyince dağ temiz kalsa da yeni eşkıyalar türemeye devam ediyormuş.
Bugün, içerideki eşkıya ile mücadele başladı. Bu kez kurşun değil, sahte imzalar, kirli hesaplar, ikiyüzlü maskeler devrede. Bürokrasiye çöreklenenler, ticaretin içine sızanlar, adalet terazisini eğip bükenler, şehri bir ağ gibi sarmış. İşte şimdi içerideki kanalizasyon patlıyor.
Fakat görülüyor ki, şehirdeki pislik dağdakinden daha inatçı, daha derin köklü.
Buradan alınacak ders çok büyüktür:
Bir milletin düşmanı yalnızca hudutlarının dışında değildir. Asıl düşman, içeride adaletin çürümesine göz yuman, haksızlığa ses çıkarmayan, çıkar uğruna hakikati eğip büken, dost görünümlü münafıklardır.
Dağdaki eşkıyaya mermi yeter; içeridekine ise ilim, adalet ve basiret gerekir.
Dağdaki mağara bombayla kapanır; şehirdeki karanlık ise ancak hakkaniyet güneşiyle dağılır.
Bugün anlaşılıyor ki, dağ şehirden beslenmiştir.
Şehir temiz olsaydı, dağda eşkıya barınamazdı.
O halde asıl vazife, önce şehri temizlemektir. Çünkü şehir nizam buldu mu, dağ kendiliğinden susar.
Tarih bize gösteriyor: Adalet terazisi eğildiği gün, dağ başında kurşun patlar.
Fakat adalet dosdoğru durduğu vakit, dağın da şehrin de huzuru temin olur.
📌 Sonuç:
Dışarıdaki fitneye karşı tedbir almak kadar, içerideki pası ve kiri temizlemek de bir devlet ve millet için elzemdir. Çünkü en büyük zafer, önce içerdeki eşkıyaya karşı kazanılır.
İlahi Hikmet ve Semavî Musibetler: Kıssalardan Günümüze Dersler
Allah kâinatı hikmetle çeviriyor.
Meşieti İlahiye asıldır.
İnsanların iradelerini ellerinden almıyor.
Kötüleri hemen cezalandırmıyor.
Eğer her kötülük yapanı anında cezalandırsaydı imtihanın sırrı ortadan kalkardı.
Umumi beka ve fitnelerde mazlumlarda musibete düşüyor.
Ancak bununla beraber Fil olayı gibi ve siyah bulutların gök yüzünde helak sebebi olması gibi veya gök yüzünden taşların yağması gibi bazı musibetler zahir oluyor.
Ancak yine de insanlar tam uyanmıyor ve zamanla da bunu unutuyorlar.
İşte günümüzde başta ABD’nin başına gelen semavi ve arzî musibetlerden ders çıkarmayıp dünyanın her yerinde terör estiriyor.
Bunlardan ders çıkarmıyorlar.
İsraile Fil olayı gibi bir bela zahir bir şekilde neden gelmesin?
Gelse bile gerek onlar ve gerekse ortakları mutlaka bir bahane bulup ders çıkarmayacaklardır.
Konuyu biraz daha açacak olursak;
****
“Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle hemen cezalandırsaydı, yerin üzerinde kıpırdayan hiçbir canlı varlık bırakmaz hepsini yok ederdi; fakat onları belli bir süreye kadar ertelemektedir. Süreleri dolduğu zaman artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.” (Nahl, 61)
İlahi takdir ve meşîet, kâinatın işleyişinde en büyük esastır. Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkatı hikmetle çevirir; her şeyi belli bir ölçü ve dengeyle yürütür. İnsanlara ise imtihan sırrı gereği cüz’î irade verilmiştir. Bu irade ellerinden alınmamış, hayır ve şerri seçmekte serbest bırakılmışlardır.
Eğer her kötülük yapan anında helâk edilseydi, ne imtihanın sırrı kalırdı, ne de özgür iradenin bir anlamı olurdu. İşte bundan dolayıdır ki zalimler, fasıklar, isyankârlar hemen cezalandırılmıyor; mühlet verilerek hakikatin tecellisi erteleniyor.
Kur’an Kıssaları: İlahi Adaletin Misalleri
Kur’an-ı Kerim’de geçmiş kavimlerin kıssaları bu hakikati gösteren en büyük delillerdir.
Fil Olayı: “Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?” (Fil, 1). Kâbe’yi yıkmaya azmeden Ebrehe ordusu, gökten gönderilen taşlarla helâk edildi. Burada ilahi ikaz, zahir bir musibet şeklinde gerçekleşti.
Âd ve Semûd Kavimleri: “Âd’a da Semûd’a da azap açıkça geldi.” (Furkan, 38). Onlar da peygamberlerine isyanın cezasını semavî ve arzî musibetlerle gördüler.
Bu kıssalar bize gösteriyor ki, zaman zaman Allah zulmü ve tuğyanı açık musibetlerle cezalandırır. Ancak bu, sürekli bir sünnet değildir; hikmete bağlı olarak belli dönemlerde tecelli eder.
Günümüz Dünyasına Bakan Yönü
Bugün de semavî ve arzî musibetler dünyayı sarsmaktadır. Depremler, seller, kasırgalar, kuraklıklar, salgınlar… İnsanlık bunlardan ders almadıkça, zulüm ve tuğyanla yeryüzünü ifsad ettikçe bu musibetlerin manevî ikaz olduğu unutulmamalıdır.
Özellikle güç ve kudretine güvenen devletler —başta Amerika ve onunla ittifak edenler—, dünyayı kan ve gözyaşıyla doldurmakta, mazlumları ezmektedir. Tarihte Ebrehe’nin ordusuna gelen musibet, nasıl zahir ve ibretli bir ikaz olduysa; bugün de zalimler için benzeri ikazların gelmesi mümkündür.
Ancak “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimi anlamaktan uzaklaştıracağım. Çünkü onlar her ne mûcize görseler, ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Buna karşılık azgınlık ve taşkınlık yolunu görseler hemen onu uyulacak yol olarak benimserler. Bunun sebebi, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve bunları anlamaktan büsbütün uzak durmalarıdır.” (A’râf, 146) sırrınca, çoğu zaman insanlar ders almaz, unutur ve yine zulümlerine devam ederler.
Hikmetli Bir Hatırlatma
İmtihan sırrı gereği Allah zalimleri mühletle bırakır, hemen cezalandırmaz. Ama mühlet, ihmal demek değildir. Kur’an bu hakikati şöyle ifade eder:
“ (Zalimler) İnkâr edenler, sakın kendilerine mühlet vermemizin haklarında hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 178)
Demek ki mühlet, ilahi adaletin ertelenmesidir. Vakti geldiğinde ise hakikat tecelli eder, zulüm payidar olmaz.
Sonuç: İbret Alan Kurtulur
Geçmişte helâk edilen kavimler, günümüzde de zalim güçler için ibret levhasıdır. İnsanlık bunlardan ders almadıkça, tarih tekerrür eder.
İnsanlık zulmü bırakmazsa musibetler artar.
Mazlumlara sabır, zalimlere ise mühlet vardır.
İlahi adaletin tecellisi mutlaktır; zamanını yalnız Allah bilir.
Bugün Fil suresini okuyup geçmişteki ibreti sadece tarihi bir hadise gibi görmek yerine, onun günümüz zalimlerine de işaret ettiğini anlamak gerekir. Çünkü Kur’an kıssaları birer ibret aynasıdır.
İnsanın Dört Temel Meselesi: Aşk, Terbiye, Ahlak ve Hayatın Amacı
Dünya ve Dinin Kesişimi
> “Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz. ‘Dinsiz dünyada hayır yoktur.'”
>
Bu söz, dinin hayatın her alanından ayrı tutulması gerektiğini savunan modern görüşün aksine, dinin hayatın tam merkezinde olması gerektiğini savunur. Din, sadece ibadetten ibaret bir olgu değil, aynı zamanda hayatın tamamına yön veren bir değerler bütünüdür. Tarihte, dinin yol göstericiliğinde kurulan medeniyetler, bilimde, sanatta ve ahlakta büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Ancak dinin hayattan çekildiği toplumlar, genellikle bir kaosa ve anlamsızlık boşluğuna düşmüştür.
“Dinsiz dünyada hayır yoktur” sözü, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ifade eder. Hayır, yani iyilik, adalet ve fayda; ancak manevi bir temel üzerine inşa edilebilir. Eğer dünya, sadece geçici menfaatler ve şahsi çıkarlar için yaşanıyorsa, bu durum bencil ve yıkıcı bir rekabeti beraberinde getirir. İnsan, dinin getirdiği ahlaki değerler olmadan, başkalarının hakkına riayet etmez, dürüstlükten uzaklaşır ve toplumsal düzen bozulur. Bu yüzden, dünyayı din için sevmek, onu bir amaç değil, daha yüce bir amaca, yani Allah’ın rızasına ve insanın ebedi hayatına hizmet eden bir araç olarak görmektir. Bu bakış açısı, dünyayı hor görmek değil, aksine onu daha anlamlı, daha değerli ve daha bereketli bir hale getirmektir.
Terbiyenin Kaynağı ve Şükür Bilinci
> “Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lazım olan bütün levazımatı veren odur. Onun o nimetlerine şükür lazımdır.”
>
İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri terbiye, yani kendini geliştirme ve olgunlaştırma çabasıdır. Modern psikoloji ve eğitim bilimleri, insanın doğuştan getirdiği potansiyelin geliştirilmesi gerektiğini söyler. Ancak bu terbiye sürecinin asıl kaynağı nedir? Bu söz, terbiyenin nihai kaynağının Rab olduğunu, yani her şeyin sahibi ve yöneticisi olan Allah olduğunu anlatır.
İnsan, sadece bedeni ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz; aynı zamanda zihni, duygusal ve ruhi olarak da beslenmeye ihtiyaç duyar. İlim, akıl, his ve irade gibi tüm manevi “levazımatlar” (gereçler), insana Allah tarafından verilmiştir. Bu nedenle, insan daima Allah’a muhtaçtır. Bu muhtaçlık, bir zillet veya acizlik değil, aksine insana güç veren bir bağdır. Çünkü insan, terbiye ve gelişimini, kendi gücüne değil, sınırsız bir kudretin rehberliğine bırakır. Bu durum, insanı şükretmeye sevk eder. Aldığı her nefese, öğrendiği her bilgiye ve yaşadığı her olgunlaşmaya şükretmek, onun manevi hayatını zenginleştirir ve onu daha iyi bir insan yapar.
Kalbi Esaretten Kurtarmak: Kelime-i Tevhid’in Gücü
> “Kelime-i Tevhid’in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirmektir.”
>
İnsan, çoğu zaman farkında olmadan kalbini sayısız şeye bağlar. Para, şöhret, statü, hatta bir insan… Bunlar, ilk başta masum görünebilir. Ancak bu bağlar, zamanla kalbi bir esarete sürükler ve onu “sanem”, yani put haline getirir. Kalbi bu putlara bağlamak, bir insanın kendini ve özgürlüğünü kaybetmesidir.
“Lâ ilâhe illallah” kelimesi, yani Kelime-i Tevhid, bu putları birer birer yıkmak için bir ilahi anahtardır. Bu kelimeyi tekrar etmek, sadece bir dil alıştırması değil, aynı zamanda kalbin derinliklerinde bir temizlik hareketidir. Bu temizlik, insanın kalbini bağlayan dünyevi “ipleri” ve “bağları” tek tek keser. Bu, bir insandan para kazanmaktan vazgeçmesini istemek değildir; aksine, paraya tapmaktan, onu hayatın tek amacı haline getirmekten vazgeçmesini istemektir. Bir insana olan sevgiyi reddetmek değil, o sevginin putlaşmasını engellemektir. Kelime-i Tevhid, insanın kalbini özgürleştirerek, onu sadece ve sadece her şeyin yaratıcısına bağlar ve böylece ona gerçek bir huzur ve bağımsızlık kazandırır.
Günahların Yedi Büyük Kökü ve Toplumsal Yıkım
> “Kebâir çoktur, fakat ekber-ül kebâir ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: ‘Katil, zina, şarab, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şahadetlik, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak’tır.”
>
Tarihin en büyük yıkımları, genellikle toplumların ahlaki çöküşüyle başlar. Bu çöküşler ise, bireylerin işlediği günahların birikimiyle meydana gelir. Bu söz, toplumsal düzeni ve ahlakı en çok bozan yedi büyük günahı (mubikat-ı seb’a) listeler. Bu günahlar, sadece kişisel bir hata değil, aynı zamanda toplumu derinden etkileyen ve çürüten birer zehirdir.
Katil, bir canı yok etmekle, toplumun en temel değeri olan yaşam hakkını ortadan kaldırır. Zina ve şarap, aile kurumunu ve toplumsal ahlakı yozlaştırır. Ukuk-u vâlideyn, yani anne babaya isyan, aile bağlarını zayıflatarak toplumsal birliği bozar. Kumar, kolay yoldan kazanç hırsını teşvik ederek toplumsal güveni sarsar. Yalancı şahitlik, adaletin temeli olan güveni yok eder.
Son olarak, dine zarar veren bid’atlara (dine sonradan katılan yanlış uygulamalar) taraftar olmak, dinin saflığını bozarak inancın temelini sarsar. Bu yedi günah, tarihte nice medeniyetlerin sonunu getirmiş ve toplumsal düzeni yıkmıştır. Bu yüzden, bu büyük günahlardan kaçınmak, sadece kişisel bir sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal bir görevdir.
Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insan hayatının temel sorunlarına ve çözüm yollarına değinmektedir.
İlk olarak, dinin hayatın her alanını kapsadığını ve dinsiz bir dünyanın hayırdan yoksun olacağını anlatır. İkinci olarak, insanın terbiye ve gelişiminin kaynağının Rab olduğunu ve bu nimetlere şükretmenin önemini belirtir. Üçüncü olarak, Kelime-i Tevhid’in kalbi dünyevi bağımlılıklardan kurtaran bir anahtar olduğunu anlatır.
Son olarak, toplumu yıkan yedi büyük günahı listeler ve bu günahlardan kaçınmanın sadece kişisel bir sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal bir görev olduğunu ifade eder.
Bu dört ana fikir, birbiriyle bütünlük içerisinde, insanın manevi yaşamına yön veren temel prensipler üzerine düşündürücü bir perspektif sunar.
Muhabbetin Kaynağı ve Kâinatın Anlamı
> “Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever.”
>
İnsan fıtratı, sevgi üzerine kurulmuştur. Doğduğumuz andan itibaren ailemizi, arkadaşlarımızı, sahip olduğumuz eşyaları ve tabiatı severiz. Ancak bu sevgiler, çoğu zaman bir heves gibi gelip geçer veya bir çıkar ilişkisine dönüşebilir. Kalbimiz, ne kadar çok sevgi biriktirirse biriktirsin, sürekli yeni bir şeyler arar ve tatminsiz kalır. Bu durumun en temel nedeni, sevginin asıl kaynağını bulamamış olmamızdır.
Bu hikmetli söz, sevginin asıl merkezini işaret ediyor: Allah’a duyulan muhabbet. Bir insan, kalbini öncelikle Yaratıcısına bağlarsa, bu sevgi, kâinattaki her şeyi kapsayan bir sevgiye dönüşür. Tıpkı bir ağacın, köklerinden beslenerek tüm dallarını ve meyvelerini beslemesi gibi, Allah’a duyulan sevgi de kalbi besler ve o kalp, Allah’ın yarattığı her şeye merhametle ve hayranlıkla bakar. Bir peygamberin merhametini, bir bilgenin ilmini, bir çiçeğin güzelliğini sevmek, aslında Allah’ın tecellilerini sevmektir. Böyle bir insan, dünyada yalnız kalmaz, çünkü her şeyde sevginin bir yansımasını bulur. Onun için acı da bir tecelli, güzellik de bir tecellidir. Bu sevgi, kalbi daraltmaz; aksine onu genişleterek, her şeyi kucaklamasına izin verir.
Ölümün Hakikati ve Genç-Yaşlı Ayrımı
> “Ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor. Ve genç ihtiyar farkı yoktur.”
>
İnsanoğlu, zamanın bir illüzyon olduğunu ve ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu bilmesine rağmen, genellikle onu bir şekilde erteler veya unutur. Yaşlılık, genellikle ölümle ilişkilendirilirken, gençlik sanki ölümsüzlükle eşdeğer tutulur. Tarihte nice güçlü imparatorlar, genç yaşta vefat eden nice dâhiler ve umut dolu askerler vardır. Bu durum, bize zamanın ve ölümün, gençlik veya yaşlılık ayrımı yapmadığını hatırlatır. Ölüm, her an kapımızı çalabilir ve buna hazırlıklı olmak, hayatın en büyük hikmetlerinden biridir.
Bu söz, bizi ölümün gizemli ve aniden gelen doğası üzerine düşünmeye davet ediyor.
Ölüm, “her vakit başını kesmek için gelebiliyor” diyerek, onu bir düşman gibi değil, aksine hayatın her anında mevcut olan bir gerçeklik olarak tasvir ediyor. Bu, karamsarlığa kapılmak anlamına gelmez; aksine, hayatın her anını daha bilinçli, daha değerli ve daha anlamlı yaşamaya teşvik eder. Eğer ölüm her an gelebilirse, bugünü ertelememek, sevdiklerimize olan sevgimizi yarınlara bırakmamak ve iyi amelleri yarına saklamamak gerekir. Bu yüzden, genç veya yaşlı olmak fark etmeksizin, hayatımızı bir misafir gibi yaşamalı ve ebedi hayata hazırlıklı olmalıyız.
Manevi Zenginlik ve Batı Medeniyeti
> “Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe illallah ve Allahu Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi?”
>
Bu söz, modern çağın getirdiği maddiyatçı ve tüketimci yaşam tarzının, insanın manevi değerlerini nasıl arka plana ittiğini eleştiriyor. Günümüzde, insanlar yabancı bir dil öğrenmek, mesleki becerilerini geliştirmek veya dünyevi çıkarlar elde etmek için büyük bir çaba sarf ediyorlar. Bu çaba, takdire şayan olabilir. Ancak bu söz, bu çabanın bir dengeye oturması gerektiğini anlatıyor.
Eğer bir insan, sadece geçici dünya menfaatleri için çabalıyorsa, bu çabası ne kadar büyük olursa olsun, ruhsal açıdan bir kayıp yaşamaktadır. Sürekli tekrar edilen “Sübhanallah, Elhamdülillah, Lâ ilâhe illallah, Allahu Ekber” gibi kutsal kelimeler, sadece sözler değil; onlar, insanın ruhunu besleyen, kalbini arındıran ve onu yaratıcısına yaklaştıran manevi gıdalardır. Eğer insan, bu manevi gıdaları ihmal ederse, sadece maddi kazanımlarla yetinirse, o zaman bir hayvan gibi sadece yeme, içme ve üreme duygularıyla yaşayan bir varlığa dönüşmez mi? Bu söz, bizi, hayatın asıl amacının sadece maddi zenginlikler olmadığını ve manevi birikimin en büyük zenginlik olduğunu hatırlatıyor.
Dindarlık ve Sorumluluk Bilinci
> “Dindar bir adam; din muhabbeti için ‘Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir’ der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derecede haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. ‘femen azlemü mimmen kezebelâllah’ düsturundan titrer.”
>
Gerçek dindarlık, sadece belli ibadetleri yerine getirmekten ibaret değildir. O, aynı zamanda büyük bir sorumluluk bilinci taşımaktır. Bu söz, bir dindarın sahip olması gereken en önemli ahlaki ilkeyi ortaya koyuyor: Allah adına konuşmamak.
Tarihte, dinin adını kullanarak kendi çıkarlarını meşrulaştıran, kendi keyiflerine göre fetvalar veren, insanları Allah adına korkutan nice sahte dindarlar ortaya çıkmıştır. Oysa gerçek dindar, Allah’ın emirlerini kendi keyfine göre yorumlamaz. O, sadece “Hak böyledir, Hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der ve bu konuda haddini bilerek, Allah’ın yerine konuşmaktan titrer. “Femen azlemü mimmen kezebe alâllah” yani “Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?” ayeti, bu sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu gösterir. Gerçek dindarlık, Allah’a olan sevgi ve saygının bir yansıması olarak, O’nun adına konuşmaktan sakınmaktır. Bu, hem dindarın kendi nefsini terbiye etmesi hem de dini değerlerin toplum içinde yozlaşmasının önüne geçmek için hayati bir önem taşır.
Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insanın manevi yaşamına dair temel konuları ele almaktadır. İlk olarak, sevginin asıl kaynağının Allah’a duyulan muhabbet olduğunu ve bu sevginin kâinattaki her şeyi kapsadığını anlatır.
İkinci olarak, ölümün genç ve yaşlı ayrımı yapmadığını, bu gerçeğin hayatı daha bilinçli yaşamaya teşvik ettiğini belirtir. Üçüncü olarak, dünyevi menfaatler için çaba sarf ederken manevi değerleri ihmal etmenin, insanı hayvani bir seviyeye düşürebileceğini anlatır.
Son olarak, gerçek dindarlığın, Allah’ın yerine konuşmak yerine, O’nun emirlerine sadık kalmakla mümkün olduğunu ifade eder.
Bu dört ana fikir, birbiriyle bütünlük içerisinde, kişiye hayatın anlamı, ölümün hakikati, manevi zenginlik ve gerçek dindarlık üzerine derin ve düşündürücü bir perspektif sunar.
Terörü Besleyen Zihniyet ve CENTCOM’un Tartışmalı Ziyareti: Bölgesel Dinamikler ve Küresel Çıkarlar
**Giriş**
Ortadoğu, tarih boyunca jeopolitik mücadelelerin merkezi olmuş, küresel güçlerin çıkar çatışmalarına sahne olmuştur. Bu açıdan, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) Komutanı Amiral Brad Cooper’ın, Suriye’de PKK/YPG/SDG elebaşı “Mazlum Kobani” kod adlı Ferhat Abdi Şahin ile görüşmesi, bölgesel dinamikleri ve terörü besleyen zihniyetleri bir kez daha tartışmaya açmıştır. Bu ziyaret, hem Türkiye’nin ulusal güvenliği hem de Ortadoğu’daki istikrarsızlıkların arka planındaki küresel çıkarları sorgulayan bir olay olarak öne çıkmaktadır.
Aynı zamanda, Gazze’deki insani kriz, İsrail’in işgal politikaları ve Hamas’ın direnişi gibi bölgesel meseleler, terörü besleyen zihniyetlerin karmaşık yapısını gözler önüne sermektedir. Bu makale, Cooper’ın ziyareti, Gazze’deki durum ve terörü besleyen zihniyetlerin küresel bağlamını analiz ederek, bölgedeki aktörlerin rollerini ve niyetlerini ele alacaktır.
#### **CENTCOM’un Tartışmalı Ziyareti ve PKK/YPG/SDG ile İlişkiler**
ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM), Ortadoğu’daki Amerikan askeri operasyonlarının koordinasyonundan sorumlu bir yapıdır. Amiral Brad Cooper, 8 Ağustos 2025’te CENTCOM komutanlığına atanmış ve bölgedeki stratejik operasyonları yönetmeye başlamıştır. Cooper’ın, PKK/YPG/SDG elebaşı Mazlum Kobani ile Suriye’de bir araya geldiği haberi, özellikle Türkiye açısından büyük bir tepki çekmiştir. PKK, Türkiye, ABD ve Avrupa Birliği tarafından terör örgütü olarak tanınırken, YPG ve SDG, ABD tarafından “IŞİD’e karşı mücadelede ortak” olarak görülmektedir. Ancak YPG’nin, PKK’nın Suriye kolu olduğu ve Mazlum Kobani’nin PKK ile organik bağları bulunduğu, Türkiye tarafından defalarca belirtilmiştir
**Ziyaretin Anlamı ve Tepkiler**:
Cooper’ın ziyareti, ABD’nin Suriye’deki 900’e yakın özel kuvvet askeriyle YPG/PKK’yı desteklemeye devam ettiğini göstermektedir. Türkiye, bu desteği, kendi ulusal güvenliğine tehdit olarak anlamakta ve ABD’nin “terörle mücadele” söyleminin samimiyetini sorgulamaktadır. X platformunda paylaşılan bir gönderide, “ABD : Korudu, kolladı, silah ve destek verdi, önünü açıp Şam’da tahta oturttu” ifadeleri, bu ziyarete yönelik öfkeyi ve ABD’nin çifte standartlı politikalarına duyulan tepkiyi yansıtmaktadır. Bu durum, terörü besleyen zihniyetin, küresel güçlerin stratejik çıkarları doğrultusunda şekillendiği görüşünü güçlendirmektedir.
**Terörü Besleyen Zihniyet**:
ABD’nin YPG/PKK’ya desteği, “IŞİD’le mücadele” gerekçesiyle meşrulaştırılmaya çalışılsa da, bu ilişki, bölgesel istikrarsızlığı derinleştirmektedir. PKK/YPG, Suriye’de özerk bir yapı kurma hedefiyle hareket ederken, bu durum Türkiye’nin sınır güvenliğini tehdit etmekte ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne zarar vermektedir. ABD’nin bu desteği, terörü besleyen bir zihniyet olarak değerlendirilebilir; çünkü stratejik çıkarlar, ahlaki ve hukuki normların önüne geçmektedir. Cooper’ın ziyareti, bu politikanın bir devamı olarak görülmekte ve “terör baronları” ile “destekçileri” arasındaki bağları gözler önüne sermektedir.
#### **Gazze’deki İnsanlık Krizi ve İsrail’in Politikaları**
Gazze Şeridi, İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana devam eden saldırılarıyla bir insanlık dramına sahne olmaktadır. İsrail’in, Müşteha Kulesi’ni ve çevresindeki çadır alanlarını bombalaması, binlerce yerinden edilmiş Filistinlinin hayatını tehlikeye atmıştır. Bu saldırılar, “soykırım” olarak nitelendirilmekte ve uluslararası toplumun tepkisini çekmektedir. CNN TÜRK’e konuşan ABD’li müzakereci Dr. Bishara Bahbah, “Gazze’deki soykırımı inkar edemem” diyerek, İsrail’in eylemlerinin savaş suçu teşkil ettiğini söylemiştir. Ancak, ABD’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek, bu suçların devamına imkan sağlamaktadır.
**İsrail’in “Büyük İsrail Projesi” İddiaları**:
Arap Birliği, İsrail’in “Büyük İsrail Projesi”ni hayata geçirme çabalarını kınamış ve uluslararası toplumu İsrail’e baskı yapmaya çağırmıştır. Bu proje, İsrail’in Arap topraklarındaki işgalini genişletmeyi amaçladığı iddiasını taşımaktadır. İsrail Savunma Bakanı Israel Katz’ın “Cehennemin kapılarını açtık” sözleri, Gazze’deki yıkımı ve İsrail’in agresif politikalarını açıkça ortaya koymaktadır. Bu söylemler, terörü besleyen zihniyetin bir başka yüzünü göstermektedir: İşgal ve baskı politikaları, direnişi körüklemekte ve bölgeyi bir şiddet sarmalına sürüklemektedir.
**Hamas ve Direniş**:
Hamas’ın askeri kanadı Kassam Tugayları ve İslami Cihad’ın Kudüs Seriyyeleri, Gazze’de İsrail işgaline karşı direnişlerini sürdürmektedir. Kassam Tugayları’nın Zeytun mahallesindeki operasyonları, makineli tüfekler ve tanksavar füzeler gibi yeni silahlarla desteklenmiştir. Bu direniş, İsrail’in Gazze’yi topyekûn işgal etme planına karşı bir “kurtuluş savaşı” olarak nitelendirilmektedir. Hamas’ın eylemleri, bazı çevrelerce “terör” olarak damgalansa da, Filistinliler için bu, bir varoluş mücadelesidir. Terörü besleyen zihniyet, yalnızca silahlı gruplarla sınırlı değildir; işgal ve baskı politikaları, direnişin temel nedenlerinden biridir.
#### **Sumud Filosu ve Küresel Vicdan**
Gazze’deki insani krize dikkat çekmek amacıyla yola çıkan Sumud Filosu, küresel vicdanın bir yansımasıdır. İspanya, İtalya, Yunanistan ve Tunus’tan teknelerle oluşan bu filo, Gazze ablukasını kırmayı ve insani yardım ulaştırmayı hedeflemektedir. Yeni Şafak İnternet Yayın Yönetmeni Ersin Çelik, filonun hazırlıklarını ve aktivistlerin motivasyonlarını aktarmıştır. Fransız aktivist Mahe’nin “Gazze’de olup bitenlere sessiz kalamam” sözleri, filonun “vicdan rotası”nı temsil ettiğini göstermektedir.
**Batı’nın Hümanizm Yalanı**:
Sumud Filosu, Batı’nın “hümanizm” söyleminin çelişkilerini ortaya koymaktadır. Ersin Çelik’in ifadesiyle, “Batının hümanizm yalanı çöktü.” Batılı ülkeler, Gazze’deki soykırıma karşı sessiz kalırken, Sumud Filosu gibi sivil inisiyatifler, insanlık onurunu ve dayanışmayı savunmaktadır. Bu durum, terörü besleyen zihniyetin bir başka boyutunu gösterir: Batı’nın çifte standartlı politikaları, insani krizleri görmezden gelerek bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirmektedir.
#### **Türkiye’nin Duruşu ve Bölgesel Dinamikler**
Türkiye, hem PKK/YPG’ye verilen destek hem de Gazze’deki soykırım karşısında net bir duruş sergilemektedir. Diyarbakır’da düzenlenen “Kur’an’ın Yolundayım, Gazze’nin Yanındayım” temalı program, Türkiye’nin Filistin davasına verdiği desteği göstermektedir. Ayrıca, İsrailli emekli Albay Eran Lerman’ın “Türk ordusuyla savaşmak için hazır değiliz” açıklaması, Türkiye’nin bölgesel gücünü ve caydırıcılığını ortaya koymaktadır. Lerman, Türkiye ile doğrudan bir çatışmadan kaçınılması gerektiğini belirtmiş ve Suriye’deki vekâlet savaşlarının devam edeceğini ima etmiştir.
**Türkiye ve 15 Temmuz**:
Lerman’ın “ABD ile darbe zemini hazırlığı” iddiası, Türkiye’nin 15 Temmuz darbe girişimini hatırlatmaktadır. Türkiye, bu girişimi bertaraf etmiş ve “yüz yıllık planın suya düştüğünü” göstermiştir. Ancak, iç ve dış aktörlerin bu tür girişimleri tekrar deneyebileceği uyarısı, terörü besleyen zihniyetin devam ettiğini göstermektedir. Türkiye’nin güçlü duruşu, hem PKK/YPG’ye karşı hem de Gazze’deki soykırıma karşı sesini yükseltmesi, bölgesel istikrar için kritik bir rol oynamaktadır.
#### **Terörü Besleyen Zihniyetin Kaynakları**
Terörü besleyen zihniyet, yalnızca silahlı gruplarla sınırlı değildir; bu zihniyet, küresel güçlerin çifte standartlı politikaları, işgal ve baskı rejimleri, ekonomik sömürü ve ideolojik manipülasyonlarla şekillenmektedir. Aşağıdaki unsurlar, bu zihniyetin temel kaynaklarıdır:
**Çifte Standartlı Politikalar**: ABD’nin PKK/YPG’yi desteklemesi ve İsrail’in Gazze’deki eylemlerine göz yumması, terörü ve istikrarsızlığı körüklemektedir. Dr. Bishara Bahbah’ın “ABD istese savaşı hemen durdurabilir” sözü, bu çifte standardı açıkça ortaya koymaktadır.
2. **İşgal ve Baskı**: İsrail’in Gazze’yi işgal girişimleri ve Filistinlilere yönelik soykırım politikaları, direnişi doğuran temel nedenlerdir. Müşteha Kulesi’nin bombalanması, bu politikaların bir örneğidir.
3. **Ekonomik Sömürü**: Faiz sistemi, servetin zalimlerde birikmesine yol açarken, İslam’ın zekât ve adil paylaşım ilkeleri, bu sömürüye çözüm sunar. Bediüzzaman’ın Anglikan Kilisesi’ne cevabında vurguladığı gibi, “Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz.”
4. **İdeolojik Manipülasyon**: Batı’nın “hümanizm” söylemi, Gazze’deki krize sessiz kalırken çökmüştür. Sumud Filosu, bu manipülasyonlara karşı bir vicdan hareketidir.
#### **Sonuç ve Öneriler**
CENTCOM Komutanı Brad Cooper’ın Mazlum Kobani ile görüşmesi, terörü besleyen zihniyetin küresel çıkarlarla nasıl şekillendiğini göstermektedir. ABD’nin YPG/PKK’ya desteği, Türkiye’nin güvenliğini tehdit ederken, İsrail’in Gazze’deki soykırım politikaları, bölgesel istikrarsızlığı derinleştirmektedir. Sumud Filosu gibi insani girişimler, küresel vicdanın uyanışını temsil etse de, Batı’nın çifte standartları bu çabaları gölgelemektedir.
**Öneriler**:
1. **Uluslararası Baskı**: Arap Birliği’nin çağrısı doğrultusunda, uluslararası toplum, İsrail’in işgal politikalarına karşı daha etkin bir baskı oluşturmalıdır.
2. **Türkiye’nin Rolü**: Türkiye, hem PKK/YPG’ye karşı hem de Filistin davasında lider bir rol üstlenerek bölgesel istikrarı güçlendirmelidir.
3. **İnsani Dayanışma**: Sumud Filosu gibi inisiyatifler desteklenmeli, Gazze’deki ablukaya karşı küresel farkındalık artırılmalıdır.
4. **Adil Politikalar**: ABD ve diğer Batılı güçler, terörü besleyen çifte standartlı politikalarını gözden geçirmeli, adil ve ahlaki bir dış politika benimsemelidir.
Terörü besleyen zihniyet, yalnızca silahla değil, adaletsizlik, işgal ve manipülasyonla mücadele edilerek yok edilebilir. Gazze’deki direniş, Sumud Filosu’nun vicdan rotası ve Türkiye’nin kararlı duruşu, bu mücadelenin umut ışıklarıdır.
İnsanın Sonsuzluk Arayışı ve Manevi Yükselişi
Devamlılık Arayışı ve Zikr-i Dâim
> “Ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zât’ın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesîm-i zikrine beden ol ki, hayatdar olasın. Esma-i İlâhiyeden birisinin hayt-ı şuâyla temessük et ki, adem deryasına düşmeyesin.”
>
İnsan, fıtratı gereği sonsuzluğu arar ve devamlılığı arzular. Genç kalmak, güçlü olmak, sevdiklerini kaybetmemek… Bütün bunlar, insanın içindeki “devam” arzusunun yansımalarıdır. Ancak dünya hayatı, gelip geçici ve fani bir hanedir. Bir anlık hevesler, anlık mutluluklar ve geçici lezzetler, insanın devamlılık arzusunu doyurmaya yetmez. İşte bu noktada, “Daimî olan bir Zât’ın zikrine devam eyle ki, devam bulasın” sözü, bu arayışa bir cevap sunar.
Bu söz, insanın asıl devamlılığının, fani şeylerde değil, ancak “Daimî” olan Allah’a bağlanmakla mümkün olacağını anlatır. O’nun zikri, yani O’nu anmak, bir ışık kaynağına bağlanmak gibidir. Ondan nur almak, hayatın karanlıklarında sönmemeyi, kaybolmamayı sağlar. O’nun kudretinin bir parçası olmak, O’nun cevherine bir zarf olmak, insana gerçek bir kıymet ve değer katar. Bu, bir sanatçının eserinin değerinin, sanatçısının büyüklüğüne bağlı olması gibidir. Kendi başına bir hiç olan insan, Yaratıcısına yaklaştıkça değer kazanır. Zikir, sadece bir ibadet değil, aynı zamanda ruhun hayat kaynağıdır. Tıpkı bir çiçeğin güneşe yönelmesi gibi, insan da ruhunun diriliği için O’nun zikrine yönelmelidir. Aksi halde, maneviyattan yoksun bir hayat, bir hiçlik okyanusunda boğulmak gibidir.
Kelime-i Tevhid ve Kalbin Huzuru
> “Tevhidde cemal ve kemal-i İlâhînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan “Lâ ilahe illallah” zikrinde ve tekrarında buluyorlar.”
>
Tevhid, yani Allah’ın birliğine inanmak, sadece kuru bir bilgi değildir. O, bir ilahi hakikatin kalpte hissedilmesi ve ruhta yaşanmasıdır. Tarihte nice evliyalar ve düşünürler, hayatlarının en büyük huzurunu ve mutluluğunu “Lâ ilâhe illallah” kelimesinin tekrarında bulmuşlardır. Bu kelime, sadece bir cümle değil, aynı zamanda kalbin kapısını açan bir anahtardır.
Hayat, karmaşık ve çelişkilerle dolu görünebilir. İnsan, kendi zihninde ve çevresinde sayısız ilahlar yaratır: para, güç, şöhret, statü… Bütün bu sahte ilahlar, insanın ruhunu bölüp parçalar, ona sahte bir tatmin sunar ve sonunda onu büyük bir boşluğa iter. “Lâ ilâhe illallah” cümlesi ise, bu sahte ilahların tamamını reddederek, kalbi sadece tek bir noktaya odaklar. Bu odaklanma, ruha öyle büyük bir huzur ve tatmin verir ki, bütün dünyevi lezzetler yanında sönük kalır. Bu kelime, kalbi bütün endişelerden, korkulardan ve bağımlılıklardan özgürleştirir. Bu nedenle, tevhid inancı, sadece bir itikadın temeli değil, aynı zamanda insan ruhunun en büyük manevi gıdası ve en tatlı rızkıdır.
Kâinatın Dili ve Kur’an’ın Anlamı
> “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim.”
>
Kâinat, yani evren, sadece cansız bir madde yığını değildir. Her bir atomu, her bir galaksisi, her bir canlısı ile ilahi bir düzenin eseridir. Tıpkı bir kitabın her bir harfinin bir anlam taşıması gibi, evrendeki her şey de bir anlam taşır. İşte bu anlamlar, Kur’an-ı Kerim’in diliyle okunabilir. Kur’an, kâinatın dilini çözmek, onun bize ne söylediğini anlamak için gönderilmiş bir kitaptır.
İnsanoğlu, bu büyük evrenin içerisinde kaybolmadan, onun anlamını keşfederek yaşamak ister. Bunun için de kâinatın sırrını çözmesi gerekir. Bu sırrı ise en doğru şekilde “Kur’an kâinatı okuyor” cümlesi açıklar. Kâinatı doğru okumak, onun bize gösterdiği mucizeleri ve ayetleri idrak etmek, ancak Kur’an’ın rehberliğiyle mümkündür. Kur’an’dan aldığımız bu nurla nurlanmak, hayatın karanlıklarında yolumuzu aydınlatır. Onun hidayetine göre yaşamak, hayatımızı anlamlı kılar. Bu yüzden Kur’an, sadece okuyup bir kenara bırakılacak bir metin değil, sürekli üzerinde düşünülecek ve yaşanacak bir kılavuzdur.
Zulüm ve Adaletin İnce Dengesi
> “Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin te’dibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”
>
Bu söz, toplumun vicdanını en çok sarsan meselelerden birine, yani zalimin cezasız kalmasına ve mazlumun acı çekmesine değiniyor. İnsanlık tarihi boyunca, adalet her zaman en çok aranan ve en çok eksikliği hissedilen değer olmuştur. Zalimler, çoğu zaman güç ve makamları sayesinde yaptıkları kötülüklerin karşılığını görmeden bu dünyadan ayrılmışlardır. Mazlumlar ise, yaşadıkları acılarla ve haksızlıklarla bu dünyadan göçüp gitmişlerdir. Bu durum, vicdan sahibi her insanı derinden yaralar ve bir adaletsizlik duygusu oluşturur.
Ancak bu durum, adaletin olmadığı anlamına gelmez. Eğer bu dünyada adalet tam olarak tecelli etmiyorsa, bu mantıksal olarak adaletin tecelli edeceği daha büyük bir mahkemenin, yani “Mahkeme-i Kübra”‘nın varlığını zorunlu kılar. Bu düşünce, zalimi yaptığına karşı uyarırken, mazluma da umut verir. Zalimin sahip olduğu “izzet”, aslında bir yanılmadan ibarettir, çünkü o izzet o büyük mahkemede en büyük zillete dönüşecektir. Mazlumun çektiği “zillet” ise, sabır ve direnişle ebedi bir izzete dönüşecektir. Bu düşünce, sadece bir inanç meselesi değil, aynı zamanda toplumun ahlaki düzeni için de hayati bir önem taşır.
Makale Özeti
Bu makale, dört farklı başlık altında, insanın manevi hayatına yön veren temel ilkeleri ele almaktadır. İlk olarak, insanın sonsuzluk arayışına karşılık, bu arzusunun ancak “Daimî” olan Allah’a yönelmekle gerçekleşeceğini anlatır.
İkinci olarak, tevhid inancının sadece bir bilgi değil, aynı zamanda kalbe huzur veren ve sahte ilahlardan kurtaran bir manevi rızık olduğunu anlatır. Üçüncü olarak, kâinatın dilinin Kur’an ile okunabileceğini belirterek, bu büyük kitabın hayatı anlamlandırmak için bir rehber olduğunu ifade eder.
Son olarak, zalimin zulmü ve mazlumun acısının bu dünyada tam karşılık bulmamasının, ahiretteki “Mahkeme-i Kübra”nın varlığını zorunlu kıldığını ve adaletin nihai olarak orada tecelli edeceğini işler. Bu dört konu, birbiriyle bütünlük içinde, insanın hem dünyevi hem de manevi hayatında doğru bir yol bulması için derin ve düşündürücü bir perspektif sunmaktadır.