POLİSİN GÜVENLİĞİ SAĞLANMADAN TOPLUMUN GÜVENLİĞİ SAĞLANABİLİR Mİ?

POLİSİN GÜVENLİĞİ SAĞLANMADAN TOPLUMUN GÜVENLİĞİ SAĞLANABİLİR Mİ?

Toplumun huzuru, güveni ve düzeni büyük oranda emniyet güçlerinin omuzlarında taşınır.
Bir devletin bekası, bir milletin selameti, bir şehrin huzuru; çoğu zaman sessiz, yorgun ama dimdik duran bir polisin nöbetinde saklıdır.
Fakat şu soru, artık vicdanları kanatacak kadar derin bir yara hâline gelmiştir:
“İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü, polisini gerçekten koruyor mu?”
Ne acıdır ki, her gün suçlulara karşı canını siper eden bir polis, kendi can güvenliğini düşünür hâle gelmiştir.
Korkularla, belirsizliklerle, “ya suçlu sayılırsam?” endişesiyle görev yapan bir emniyet mensubu, hangi motivasyonla görevini yapabilir?
Bir tarafta elinde silahıyla teröriste, katile, caniye karşı duran; diğer tarafta ise açığa alınma, soruşturma, hatta medya linci korkusuyla tetiğe dokunamayan bir polis profili…
Bu çelişki, sadece bireysel değil, kurumsal bir zafiyetin göstergesidir.

Bir Müdürün Şehadeti ve Sorgulanan Güven

Yakın zamanda İzmir Balçova’da yaşanan olay, yürekleri bir kez daha yaktı.
Henüz 16 yaşında bir saldırgan, eline pompalı tüfek alıp bir polis merkezine ateş açtı.
1. Sınıf Emniyet Müdürü, Polis Başmüfettişi Muhsin Aydemir ile Polis Memuru Hasan Akın şehit oldu.
Olay anına dair görüntülerde, bir anlık tereddüt, bir saniyelik gecikme, bir ömürlük acıya dönüştü.
Belki de ikinci polis, silahını çekmeden önce iki kere düşündü:
“Ya yanlış anlarsalar?” “Ya görevden alınır, açığa alınırsam?” “Ya haksız yere yargılanırsam?”
Katil düşünmedi…
Ama o düşündü.
İşte o an, bir devletin kendi güvenlik gücünü nasıl koruyamadığının en acı fotoğrafı çekildi.

Korkunun Gölgesinde Görev Yapmak

Polis, her gün sokakta, suçun kalbinde, karanlığın ortasında görev yapıyor.
Elinde dosyalar değil, hayatlar taşıyor.
Her kapıyı çaldığında neyle karşılaşacağını bilmiyor.
Bir öğretmen, bir densiz öğrenci yüzünden aylarca stres yaşarken, bir polis her gün onlarca suçlu, tehdit, baskı ve belirsizlikle mücadele ediyor.
Fakat bu mücadelede yalnız…
Hukuken, psikolojik olarak, sosyal destek bakımından yalnız.
Tüm toplumun güvenliği için nöbet tutan bir emniyet mensubu, kendi iç güvenliğini yitirmiş durumda.

İntiharlar: Sessiz Çığlıkların Toplu Yankısı

Resmî rakamlar dehşet verici:
Sadece 2024 yılında 67 polis intihar etti.
2025’in ilk aylarında ise bu sayı 51’e ulaştı.
Bu, her 4 günde bir polisin intiharı demek.
Yani her 4 günde bir ocak sönüyor, bir aile dağılıyor, bir evde sessizlik çöküyor.
İçişleri Bakanlığı açıklaması genelde hep aynı:
“Elim olayla ilgili iki müfettiş görevlendirilmiştir.”
Ama problem müfettiş sayısı değil, ihmalin sistemleşmesi.
Her intiharın ardında bir yorgunluk, bir yalnızlık, bir adaletsizlik, bir korunamama duygusu var.

Toplumun Güvencesi, Polisinin Güvencesidir

Bir toplum, güvenliği sağlayan polisini koruyamıyorsa;
O toplumun güvenliği de kalıcı olamaz.
Çünkü “güven” duygusu, yalnızca vatandaşa değil, o güveni sağlayan memura da verilmelidir.
Polis, görevi başında hata yaptığında;
önce medya, sonra sosyal linç, ardından da idari baskı geliyor.
Oysa bir güvenlik personelinin doğru karar verebilmesi için, arkasında devletin adil, net ve cesur durması gerekir.
Aksi takdirde polis, “kendi görevini yaparken bile suçlu sayılan” bir konuma düşer.

Çözüm: Kalkanı Yorgun Olana Kalkan Olmak

Polis için gerçek koruma; yalnızca çelik yelekle, silahla, nöbetle olmaz.
• Psikolojik destek sistemleri kurmak,
• Hukuki güvence mekanizmalarını güçlendirmek,
• Medyatik linçlere karşı kurumsal koruma sağlamak,
• Mesai düzenini insanî hâle getirmek,
• Ve en önemlisi, “polis hata yapamaz” değil, “polis de insandır” gerçeğini kabullenmek gerekir.
Çünkü unutmamak gerekir:
Yorgun bir polis, güvensiz bir toplum doğurur.
Kendini güvende hissetmeyen bir emniyet mensubu, kimseye güven veremez.

Son Söz

Her 4 günde bir canını yitiren bir meslek grubunun, artık istatistik değil, insan olarak görülmesi gerekir.
O şehit olan, o intihar eden, o nöbette yorgun düşen her bir polis;
toplumun huzuru için kendi huzurunu feda eden birer sessiz kahramandır.
Onları korumak, yalnızca devletin değil, milletin de vicdan borcudur.
Çünkü polis, milletin evladı;
devletin eli;
adaletin ilk kapısıdır.
Ve unutmayalım:
Polisini korumayan bir devlet, güvenini de koruyamaz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 12th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 38 –

BERCESTE VE İZAHI – 38 –

Makale 1: Kanaat Hırkasını Giymek: Varlığın Gerçek Zenginliği
İktibas:
“Nân-ı huşk ile kanâ’at gibi bir ni’met mi var
Kûnc-i istiğnâ gibi bir gûşe-i râhat mı var”
Şeyhülislâm Yahyâ
(Günümüz Türkçesiyle: Kuru ekmekle yetinmek gibi bir nimet var mıdır? Tokgözlülük ve kimseye minnet etmeme köşesi gibi bir huzur mekanı var mıdır?)
İzah ve Açıklama: Şeyhülislâm Yahyâ, bu beyitinde materyalist dünyanın sonsuz istek ve arzularına karşı manevi bir duruşu ve iç zenginliği övmektedir. Ona göre en büyük nimet, aza kanaat edebilmek, kuru bir ekmekle dahi mutlu olabilmektir. Gerçek huzurun ise, istiğna köşesinde, yani başkalarının elindekine göz dikmeden, tokgözlülük ve kendi kendine yetebilme hali içinde bulunabileceğini vurgular. Bu, yalnızca maddi bir fakirliği değil, aynı zamanda manevi bir bağımsızlığı ve özgürlüğü de ifade eder.
Makale: Huzurun Sığınağı Olarak İstiğna Köşesi
İnsanlık tarihi, bir yönüyle bitmek bilmeyen bir arayışın, daha fazlasına ulaşma hırsının ve sahip olma arzusunun tarihidir. Modern zamanların tüketim kültürüyle zirveye taşıdığı bu arzu, bireyi sürekli bir tatminsizlik ve anksiyete döngüsüne hapsetmektedir. Saraylar inşa edenler, hazineler biriktirenler ve dünyalara hükmedenler dahi, içlerindeki boşluğu dolduramadıklarında huzuru ıskalamışlardır. İşte tam bu noktada, Şeyhülislâm Yahyâ’nın asırlar öncesinden gelen sesi, bize unuttuğumuz bir hakikati fısıldar: Gerçek zenginlik sahip olduklarımızda değil, sahip olmadıklarımıza ihtiyaç duymama erdeminde gizlidir.
“Nân-ı huşk”, yani “kuru ekmek”, bu beyitte basitliğin, sadeliğin ve asgari düzeyde yaşamanın sembolüdür. Bu sembol, yoksulluk övgüsü değil, aksine bir özgürlük manifestosudur. İnsanın mutluluğunu ve huzurunu, karmaşık ve elde edilmesi zor hedeflere bağlamasının getirdiği ağır yükten kurtulma çağrısıdır. Kanaat, bir yoksulluk hali değil, bir varoluş ve bilgeliktir. Elindekinin kıymetini bilmek, şükürle lezzetlendirmek ve daha fazlasının esiri olmamaktır. Bu bilgelik, kişiyi dış dünyanın çalkantılarına karşı koruyan manevi bir zırh gibidir.
Beyitin ikinci mısrasında geçen “kûnc-i istiğnâ” yani “istiğna köşesi” ise bu makalenin kalbidir. İstiğna, müstağni olmaktan, yani ihtiyaç duymamaktan, tokgözlülükten gelir. Bu köşe, insanın kendi içine çekildiği, dış dünyanın alkışlarına, onayına ve maddi varlıklarına ihtiyaç duymadan kendi kendine yettiği bir sığınaktır. Tarih boyunca nice bilge, filozof ve derviş, bu köşede inzivaya çekilerek hakikatin ve huzurun tadına varmıştır. Diyojen’in Büyük İskender’e “Gölge etme, başka ihsan istemem,” demesi, tam da bu istiğna ruhunun en somut örneklerinden biridir. İskender dünyalara sahipken, Diyojen kendi iç dünyasının efendisi olduğu için ondan daha zengindi.
Sonuç olarak, Şeyhülislâm Yahyâ’nın bu hikmetli sözü, bizi modern dünyanın dayattığı sahte zenginlik düşüncesini sorgulamaya davet eder. Bize, mutluluğun biriktirmekte değil, arınmakta; rahatın kalabalıklarda değil, kendi istiğna köşemizde olduğunu hatırlatır. Kuru bir ekmeğin lezzetini alabilen ve kimseye minnet etmeden yaşayabilen bir ruh, dünyanın en değerli hazinelerine sahip demektir.
Özet: Bu makale, Şeyhülislâm Yahyâ’nın beytinden yola çıkarak, gerçek zenginliğin ve huzurun aza kanaat etmekte ve maddi dünyaya karşı tokgözlü bir duruş sergilemekte olduğunu savunmaktadır. “Kuru ekmekle yetinme” metaforu üzerinden sadeliğin erdemi, “istiğna köşesi” kavramı üzerinden ise manevi bağımsızlığın getirdiği iç huzur anlatılmaktadır.
Makale 2: Ömür Divanının Dağınık Sayfaları: Hata ve İnsan
İktibas:
“Nüsha-i âşüfte-i dîvân-ı ömrüm sorma hiç
Hat galat imlâ galat inşâ galat ma’nâ galat”
Lâedrî
(Günümüz Türkçesiyle: Ömrümün dağınık ve perişan divanının nüshasını hiç sorma! Yazısı yanlış, imlası yanlış, ifadesi yanlış, manası yanlış…)
İzah ve Açıklama: Şairi bilinmeyen (Lâedrî) bu dokunaklı beyit, geriye dönüp hayatına bakan bir insanın derin bir muhasebesini ve pişmanlığını dile getirir. Hayatını bir “divana” (şiir kitabına) benzeten şair, bu divanın her açıdan kusurlu olduğunu ifade eder. “Nüsha-i âşüfte”, yani “dağınık, perişan nüsha”, hayatının düzensizliğini ve heba edilmişliğini simgeler. Yazıdan imlaya, üsluptan anlama kadar her şeyin yanlış olması, yapılan hataların hayatın her alanına sirayet ettiğini, hem şekilde hem de özde büyük yanlışlar yapıldığını gösteren acı bir itiraftır.
Makale: Galatlarla Dolu Bir Ömrün Muhasebesi
Her insan, doğumuyla birlikte boş sayfaları olan bir defter, yazılmamış bir divan alır eline. Zaman mürekkebiyle, kararları ve eylemleriyle bu divanın sayfalarını bir bir doldurur. Kimi zaman zaferlerin altın harflerle yazıldığı, kimi zaman gözyaşlarıyla ıslanmış satırların bulunduğu bu divan, ömrün sonunda sahibinin yegâne eseridir. Lâedrî’nin beyti, işte bu eserin sonuna gelmiş bir yazarın, kendi divanına baktığında gördüğü hazin manzarayı resmeder: Baştan sona yanlışlarla dolu, dağınık bir müsvedde.
“Ömrümün divanını sorma hiç” nidası, derin bir utancın ve anlatılamayacak bir kederin ifadesidir. Bu, hatalarıyla yüzleşen insanın, o hataların ağırlığı altında ezilirken hissettiği çaresizliktir. Şair, hayatını estetik ve anlam açısından değerlendirir ve her alanda sınıfta kaldığını itiraf eder. “Hat galat” derken, belki de hayatına çizdiği yolun, istikametin yanlış olduğunu; “imlâ galat” ile attığı adımların, yaptığı tercihlerin usulsüzlüğünü; “inşâ galat” ile kurduğu ilişkilerin, inşa ettiği hayat yapısının temelsizliğini ve nihayet “ma’nâ galat” diyerek tüm bu ömrün gayesinin, anlamının ve sonucunun yanlış olduğunu söyler. Bu, trajik bir bütüncül başarısızlıktır.
Ancak bu beyit, sadece bir karamsarlık ve yeis tablosu sunmaz. Aynı zamanda, insanoğlunun en temel özelliklerinden birine, “hata yapabilme” ve bu hatalarla yüzleşebilme cesaretine de işaret eder. İnsanı melekten ayıran temel vasıf, günah işleyebilmesi ve ardından tövbe edebilmesidir. Kendi divanının yanlışlarını görebilmek, büyük bir erdem ve bir başlangıç noktasıdır. Belki de ömür divanının son sayfasına yazılacak en anlamlı cümle, o divanın yanlışlarını itiraf edebilmektir. Tarih, hatalarından ders çıkaran ve küllerinden yeniden doğan nice “hatalı” kahramanın hikâyesiyle doludur. Augustinus’un “İtiraflar”ı, Gazzâlî’nin arayışları, hepsi de kendi “galat” divanlarıyla yüzleşip, sonunda manayı bulan ruhların yolculuklarıdır.
Lâedrî’nin bu beyti, her birimize kendi ömür divanımızın sayfalarını daha dikkatli çevirmemiz gerektiğini hatırlatan ibretli bir uyarıdır. Hayatın sonuna gelindiğinde, “keşke”lerin pişmanlığıyla dolu, anlamı kaybolmuş bir eser bırakmamak için, her satırı, her kelimeyi hikmet ve basiretle yazmak gerekir. Zira bu divanın ikinci bir nüshası yoktur.
Özet: Bu makale, Lâedrî’nin beytini merkeze alarak, insan hayatının bir “ömür divanı” olarak metaforlaştırılmasını inceler. Beyitteki “hat, imlâ, inşâ, mana” yanlışlıkları üzerinden, bir ömrün muhasebesi, yapılan hatalarla yüzleşmenin ağırlığı ve bu özeleştirinin aynı zamanda bir erdem olduğu vurgulanır. Makale, okuyucuyu kendi hayatının anlamını ve doğruluğunu sorgulamaya davet eden düşündürücü bir perspektif sunar.
Makale 3: Aklın Sınırında Aşkın Deliliği: Mecnun’a Öykünmek
İktibas:
“Be-hakk-ı hazret-i Mecnûn izâle eyleye Hak
Serimde derd-i hıredden bir az eser kaldı”
Keçecizâde İzzet Molla
(Günümüz Türkçesiyle: Mecnun hazretlerinin hakkı için, Allah bu durumu ortadan kaldırsın! Çünkü başımda akıl derdinden bir parça eser kaldı.)
İzah ve Açıklama: Keçecizâde İzzet Molla, bu sıra dışı beyitinde, alışılmışın aksine akıldan şikâyet etmekte ve ondan kurtulmak için dua etmektedir. Aklı bir “dert” olarak gören şair, tam anlamıyla kendini aşka teslim edememesinin sebebini, zihninde kalan bu küçük akıl kırıntısına bağlar. Aşkın zirvesi ve sembolü olan “Mecnun”u bir şefaatçi gibi görerek, onun hatırına Allah’tan aklın son kalıntısını da almasını ister. Bu, aklın ve mantığın kurallarını aşan, ilahi aşk yolunda fani olmak isteyen bir ruhun feryadıdır.
Makale: Akıl Belasından Kurtulma Duası
Düşünce tarihi boyunca “akıl”, insanı diğer varlıklardan ayıran en yüce melekelerden biri olarak kabul edilmiştir. Mantık, muhakeme ve sağduyu, medeniyetin temel taşları, bilimin itici gücü olmuştur. Ancak insanlık tarihinde bir de aklın prangalarından kurtulup kalbin ve aşkın sonsuz okyanusuna dalmak isteyenlerin, aklı bir engel, bir “dert” olarak görenlerin yolu vardır. Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, bu ikinci yolun en cesur ve en edebi ifadelerinden biridir.
Şairin başındaki “derd-i hıred”, yani “akıl derdi”, modern insanın kolayca anlayamayacağı bir ıstıraptır. Bu dert, hesap kitap yapmanın, kar-zarar hesabı gütmenin, “elalem ne der?” diye düşünmenin, her şeyi mantık süzgecinden geçirmenin derdidir. Bu akıl, ilahi aşkın coşkun seline kapılıp gitmeye engel olan, ayağı yere basan ama göğe yükselemeyen bir ağırlıktır. Şair, bu ağırlıktan kurtulmak, aşk sarhoşluğunu tam manasıyla yaşamak, varlığından vazgeçip mutlak Varlık’ta yok olmak istemektedir. Ancak zihninin bir köşesinde kalmış o küçük “eser”, bu külli teslimiyete mani olmaktadır.
Bu teslimiyetin nihai örneği ise “Hazret-i Mecnun”dur. Mecnun, kelime anlamıyla “cinlenmiş, aklını yitirmiş” demektir. Leyla’nın aşkıyla aklını kaybetmiş, çöllere düşmüş, toplumun ve aklın kurallarının tamamen dışına çıkmıştır. Ancak tasavvufi ve edebi gelenekte Mecnun, aklını kaybetmiş bir deli değil, beşeri aşk köprüsünden geçerek ilahi aşka ulaşmış, fani varlığından soyunarak hakikatin zirvesine ermiş bir “veli”dir. O, aklın dar kalıplarını kırarak aşkın sonsuz özgürlüğüne kavuşmuştur. İzzet Molla, işte bu mertebeye ulaşmak istemekte, Mecnun’u kendisine bir rehber ve Allah katında bir vesile kılmaktadır. Onun yaşadığı o mutlak adanmışlığı, o hesapsız ve çıkarsız sevgiyi arzulamaktadır.
Bu beyit, bize akıl ve aşk arasındaki kadim gerilimi hatırlatır. Akıl, dünyanın imarı için ne kadar gerekliyse, manevi yolculukta da o kadar engelleyici olabilir. Zira aşk, aklın bittiği yerde başlar. İbrahim’in (a.s.) oğlunu kurban etmeye götürürken aklın mantığını değil, ilahi emrin aşkını dinlemesi gibi, tarihteki büyük adanmışlık anları hep aklın sınırlarının aşıldığı anlardır. İzzet Molla da kendi küçük kurbanını, aklının son kırıntısını, aşk uğruna feda etmek için yalvarmaktadır.
Özet: Keçecizâde İzzet Molla’nın beytini analiz eden bu makale, şairin “aklı” bir dert olarak görmesinin ardındaki düşünceyi inceler. Aklın, ilahi aşka tam teslimiyette bir engel teşkil ettiği düşüncesi, Mecnun figürü üzerinden somutlaştırılır. Makale, aklın ve mantığın ötesindeki bir varoluş tecrübe olan aşkın, bazen akıldan vazgeçmeyi gerektiren yüce bir “delilik” hali olduğunu edebi ve tasavvufi bir dille anlatır.
Makale 4: En Büyük Sığınak: İlahi Güvence ve Teslimiyet
İktibas:
“Senden erişmezse emân
Olur kamu işler yaman
Yâ sâhib-i kevn ü mekân
Yessir lenâ hayre’l-umûr”
İkbâlî (2. Mustafa)
(Günümüz Türkçesiyle: Eğer Senden bir güvence, bir koruma gelmezse, bütün işler kötüye gider. Ey varlığın ve kâinatın sahibi! Bizim için işlerin hayırlısını kolaylaştır.)
İzah ve Açıklama: Padişah şairlerden Sultan II. Mustafa’ya (İkbâlî mahlasıyla) ait bu kıta, derin bir acziyet itirafı ve mutlak bir teslimiyet duasıdır. Şair, insan olarak kendi gücünün ve iradesinin sınırlılığını kabul etmekte, gerçek güvenliğin ve başarının ancak Allah’tan gelecek bir “emân” (güvence, emniyet) ile mümkün olacağını belirtmektedir. Kâinatın tek sahibine seslenerek, O’ndan işlerin zor olanını değil, hayırlı olanını kolaylaştırmasını niyaz eder. Bu, kulun Rabbi karşısındaki duruşunun en saf ve samimi ifadelerinden biridir.
Makale: Varlığın Sahibine Sığınma Sanatı: Tevekkül
İnsan, hayat yolculuğunda sayısız plan yapar, hedefler belirler ve bu hedeflere ulaşmak için var gücüyle çabalar. Kendi aklına, gücüne ve yeteneklerine güvenir. Ancak tarih ve gündelik hayat, en ince hesapların dahi bir anda altüst olabildiğini, en sağlam kalelerin yıkılabildiğini ve en güçlü iradelerin kırılabildiğini sayısız örnekle bize gösterir. İşte bu kırılma anlarında insan, kendi acziyetinin farkına varır ve kendisinden daha büyük bir güce sığınma ihtiyacı hisseder. Sultan II. Mustafa’nın bu duası, bir padişahın bile ulaşabileceği en yüksek makamda dahi hissettiği bu temel insani ihtiyacın, bu teslimiyet arzusunun bir yansımasıdır.
“Senden erişmezse emân, olur kamu işler yaman” dizesi, tevekkül düşüncesinin temelini oluşturur. Tevekkül, tembellik veya miskinlik değil, elinden gelen tüm çabayı gösterdikten sonra sonucunu kâinatın sahibinin iradesine bırakma bilgeliğidir. Çünkü insan ne kadar plan yaparsa yapsın, sayısız değişkenin ve kendi kontrolü dışındaki güçlerin etkisine açıktır. Gerçek “emân”, yani güvenlik ve huzur, bu kontrol edilemeyen değişkenlerin sahibinin Allah olduğu bilincine varmakla başlar. Bu bilinç, kişiyi sürekli bir endişe ve korku hali içinde yaşamaktan kurtarır. İşlerin “yaman” gitmesi, yani kötüleşmesi ihtimali her zaman vardır, ancak ilahi güvenceye sığınan bir kalp için bu ihtimal, bir yıkım değil, bir imtihan veya daha hayırlı bir kapının habercisi olabilir.
Şairin, Allah’a “Yâ sâhib-i kevn ü mekân” (Ey varlığın ve mekânın sahibi) diye seslenmesi de oldukça anlamlıdır. Bu hitap, her şeyin mutlak mülkiyetinin ve kontrolünün O’na ait olduğunun bir ikrarıdır. Zamanın ve mekânın sahibi olan, her zerreye hükmeden bir kudret karşısında, kulun yapabileceği en akıllıca eylem, O’na sığınmak ve O’ndan yardım istemektir. “Yessir lenâ hayre’l-umûr” (İşlerin hayırlısını bize kolaylaştır) duası ise bu sığınmanın en somut talebidir. Bu dua, “her istediğimi ver” duası değildir; aksine “benim için neyin hayırlı olduğunu en iyi Sen bilirsin, o hayırlı olanı bana nasip et ve o yolda karşıma çıkan zorlukları kaldır” anlamına gelen derin bir teslimiyet içerir.
Neticede, bu dörtlük sadece bir padişahın değil, her insanın dilinden dökülebilecek evrensel bir yakarıştır. İnsanın kibrini ve kendine aşırı güvenini bir kenara bırakıp, varoluşun kaynağına dönerek güç, huzur ve güvenlik arayışının en güzel ifadesidir. Çünkü bilir ki, O’ndan bir güvence gelmedikçe, bütün kaleler fethedilse bile iç huzur kalesi daima tehdit altında kalacaktır.
Özet: Bu makale, Sultan II. Mustafa’nın dörtlüğünden hareketle tevekkül ve Allah’a teslimiyet konularını ele almaktadır. İnsanın kendi gücünün sınırlılığını ve gerçek güvenliğin ancak ilahi bir güvenceden gelebileceğini vurgular. “İşlerin hayırlısını kolaylaştır” duasının, basit bir istekten öte, Allah’ın bilgisine ve iradesine duyulan derin bir güveni ve teslimiyeti ifade ettiği anlatılmaktadır.
Makale 5: Zor Zamanlarda Bir Erdem Olarak Sadakat
İktibas:
“İnsâna sadâkat yaraşır görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”
Ziyâ Paşa
(Günümüz Türkçesiyle: İnsan, tiksinti verici şeyler görse bile (zorlukla, kötülükle karşılaşsa bile) ona sadakat göstermek yaraşır. Çünkü Allah, doğruların yardımcısıdır.)
İzah ve Açıklama: Tanzimat döneminin önemli devlet adamı ve şairi Ziyâ Paşa, meşhur “Terkib-i Bend”inde yer alan bu beyitle, ahlaki bir duruşun temel ilkesini ortaya koyar. “İkrâh”, tiksinme, iğrenme, zorlanma gibi anlamlara gelir. Paşa’ya göre insan, çevresinde ne kadar ahlaksızlık, hile ve kötülük görürse görsün, ne kadar zorlanırsa zorlansın, kendisine yakışan tavır, sadakatten ve doğruluktan ayrılmamaktır. Bu ahlaki sebatın karşılıksız kalmayacağını, çünkü nihayetinde Allah’ın her zaman doğruların yanında olacağını ve onlara yardım edeceğini güçlü bir inançla belirtir.
Makale: Doğruluğun Sarsılmaz Kalesi: Sadakat
Toplumların ve medeniyetlerin temelini oluşturan görünmez harç, güvendir. Güvenin mayası ise sadakattir. Sadakat, sadece bir kişiye veya kuruma bağlılık değil, aynı zamanda bir ilkeye, bir söze, bir değere ve en önemlisi kişinin kendi vicdanına ve karakterine olan bağlılığıdır. Ancak bu erdemin en zor sınandığı zamanlar, doğruluğun prim yapmadığı, ahlaksızlığın ve hilenin hüküm sürdüğü “ikrâh” zamanlarıdır. Ziyâ Paşa, tam da bu zor zamanlarda karakterin nasıl ortaya konulacağını iki dizede özetlemiştir.
“İnsâna sadâkat yaraşır görse de ikrâh” mısraı, ahlakın göreceli olmadığını, şartlara göre eğilip bükülemeyeceğini ilan eder. Çoğunluğun yanlış yolda olması, yanlışı doğru kılmaz. Çevredeki yozlaşma, kişinin kendi ahlaki pusulasını bozması için bir mazeret teşkil etmez. Aksine, gerçek karakter, etrafı saran karanlığa rağmen bir mum gibi ışık saçmaya devam edebilmektir. Sadakat, iyi günde bir vefa gösterisi olmaktan çok, kötü günde sergilenen bir duruş meselesidir. Vatanına, ilkelerine, dostlarına ve inancına, en umutsuz ve en tiksindirici anlarda bile bağlı kalabilen insan, gerçek anlamda sadıktır. Bu, rüzgâra göre yön değiştiren bir fırıldak değil, fırtınalara direnen bir ulu çınar olmaktır.
Beyitin ikinci mısrası ise bu zorlu ahlaki duruşun arkasındaki manevi güvenceyi ve nihai müjdeyi verir: “Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”. Bu, bir inanç manifestosudur. Doğruluk ve sadakat yolunun yalnız, çileli ve zorlu bir yol olabileceğini, bu yolda yürüyenlerin dünyevi olarak kayıplara uğrayabileceğini zımnen kabul eder. Ancak bu yolun yolcusunun asla yalnız olmadığını, en büyük yardımcının, mutlak adaletin sahibi olan Allah olduğunu müjdeler. Bu inanç, doğru kalmaya çalışan insana, karşılaştığı tüm “ikrâh”lara rağmen dayanma gücü verir. Tarih, inandıkları değerler uğruna her türlü zorluğa göğüs geren ve sonunda ilahi yardımın tecellisiyle zafere ulaşan veya isimleri ebedileşen nice doğruluk abidesinin hayat hikâyeleriyle doludur.
Ziyâ Paşa’nın bu beyti, günümüz insanına da güçlü bir mesaj vermektedir. Çıkar ilişkilerinin, ilkesizliğin ve vefasızlığın yaygınlaştığı bir çağda, bize insanın asıl değerinin, zor şartlar altında sergilediği karaktere bağlı olduğunu hatırlatır. Sadakat, bir tercih meselesidir ve bu tercihi doğruluktan yana kullananlar, eninde sonunda hem vicdani huzura hem de ilahi yardıma nail olacaklardır.
Özet: Ziyâ Paşa’nın beytinden yola çıkan bu makale, sadakat erdemini, özellikle zor ve ahlaki yozlaşmanın yaşandığı zamanlarda sergilenmesi gereken bir karakter duruşu olarak ele alır. Sadakatin, şartlar ne olursa olsun doğruluktan ayrılmamak anlamına geldiği ve bu yolda sebat gösterenlerin nihai yardımcısının Allah olduğu inancı vurgulanır. Beyit, ahlaki bütünlüğün ve ilahi adalete olan güvenin önemini anlatan evrensel bir ilke olarak sunulmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
08/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 37 —

BERCESTE VE İZAHI – 37 —

Bu beş nadide beyitten hareketle, insanın varoluş serüvenini, iç ve dış dünyası arasındaki çekişmeleri, teslimiyetin huzurunu ve aşkın yüceliğini konu alan, hikmetli ve düşündürücü bir makale aşağıdadır.
Varlık ve Sır: Gönül Yolu ve Tevekkül Makamı
Edebiyatın Mirasında İnsan Olmanın İbretleri
Kadim medeniyetimizin ve irfan geleneğimizin en derin izleri, şairlerin ve mütefekkirlerin süzgecinden geçmiş olan berceste beyitlerde saklıdır. Bu beyitler, sadece birer sanat eseri değil, aynı zamanda hayatın karmaşası içinde kaybolan insana yol gösteren birer hikmet meşalesidir. Gönül dünyamızın en mahrem köşelerine seslenen bu mısralar, bize, hem içimizdeki sırrı hem de kâinatın büyük düzenini işaret eder. Ele alacağımız bu beş beyit, varlık, teslimiyet, aşk ve tecerrüd (dünyadan el çekme) gibi temel konular etrafında örülmüş, birbirini tamamlayan bir bütünlük sunar.
1. Nâbî: Dünyanın Gavgâsı ve Ferâğat Köşesi
İlk ibret dersi, Hikemî tarzın öncüsü Nâbî’den gelir. O, toplumun değer yargılarını eleştirirken, gerçek huzurun nerede olduğunu sorgular:
> Künc-i ferâğın anlamayanlar safâsını,
> Devlet komuşlar adını gavgâ-yı âlemin.
> (Ferâgat köşesinin (inziva ve huzurun) safasını idrak edemeyenler, bu dünya kavgasının, karmaşasının adını ‘devlet’ (iktidar, talih, mutluluk) koymuşlar.)
>
Nâbî bu beyitte, asıl mutluluğun ve zenginliğin (safânın ve devletin), dünya hırsının oluşturduğu kargaşada değil, ferâğat köşesinde yani gönül sükûnetinde, kanaatte ve inzivada olduğunu çarpıcı bir tezatla ortaya koyar. İnsanlar, mal, mevki ve şöhret peşindeki bitmek bilmez mücadeleyi, yani “gavgâ-yı âlemi”, ulaşılması gereken en yüce mertebe (“devlet”) zannederler. Bu ibretlik tespit, modern insanın da bitmeyen koşuşturmacasına bir ayna tutar: Dışarıdaki gürültüde ‘iyi bir hayat arayışı, çoğu zaman asıl ‘iyi hayat olan iç huzurun kaybıyla sonuçlanır. Gerçek “devlet”, insanın kalbinde kurduğu sükûnet krallığıdır.
2. III. Murâd: Kalpten Kalbe Giden Yol
Sultan ve şair Murâdî (III. Murâd), Nâbî’nin iç huzur çağrısını, aşk ve ilahi irtibat boyutuyla derinleştirir:
> Elbette bu hâlimden o yârin haberi var,
> El-kalbu mine’l-kalbi ile’l-kalbi sebîlu.
> (O yârin (Sevgili’nin/Allah’ın) benim bu hâlimden elbette haberi var. Kalpten kalbe yol vardır.)
>
Bu beyit, ilahi aşka duyulan güvenin ve samimiyetin en güzel ifadesidir. Âşık, kendi dertlerini, suskunluğunu ve içindeki yangını, Sevgili’ye (Cânân’a veya doğrudan Hakk’a) anlatmaya gerek duymaz. Çünkü “El-kalbu mine’l-kalbi sebîlu” (Kalpten kalbe bir yol vardır) sırrı, iki kalp arasında aracısız bir iletişim olduğunu fısıldar. Bu, sadece beşerî aşk için değil, bilhassa kul ile Rab arasındaki manevi bağ için de geçerlidir. Kulun gizli yakarışları, dertleri, sevinçleri; O’nun ilmindeydi ve O’nun sonsuz merhametine giden yol, sözlerden çok kalbin kendisiydi. Bu, aynı zamanda hâl diliyle konuşmanın, söz dilinden daha tesirli olduğunu gösteren tasavvufi bir ilkedir.
3. Enderunlu Vâsıf: Tevekkülün Rahatlığı
İnsan, kalpten kalbe olan bu ilahi irtibatın farkına vardığında, Vâsıf’ın işaret ettiği tevekkül makamına ulaşır:
> Gelir elbette zuhûra ne ise hükm-i kader,
> Hakk’a tefvîz-i umûr et ne elem çek ne keder.
> (Kaderin hükmü her ne ise elbette meydana gelecek odur. Sen bütün işlerini Hakk’a havale et (tefvîz et), ne elem çekersin ne de keder.)
>
Bu mısralar, Tevekkül ve Rıza mertebesinin özlü bir ifadesidir. Şair, insanın olaylar karşısındaki çaresizliğini değil, tam tersine, Kader’in değiştirilemez hükmüne teslim olmanın verdiği huzuru vurgular. “Hakk’a tefvîz-i umûr et” emri, tedbiri elden bırakmak değil; elinden geleni yaptıktan sonra sonucu Allah’a bırakmak, yani teslimiyetin zırhını giymektir. Bu teslimiyet, acziyetten değil, mutlak güce olan sarsılmaz imandan kaynaklanır. Hayatın getirdiği her türlü sıkıntı ve felaket, bu derin teslimiyet sayesinde ne bir elem kaynağı ne de bir keder sebebi olmaktan çıkar. Çünkü ârif kişi, her işte ilahi bir hikmet olduğuna inanır.
4. Hz. Mevlânâ: İnsanın Hakikati
Bu manevi yolculuğun temelinde, Hz. Mevlânâ’nın asırlar öncesinden yankılanan ve insanın özüne dair en büyük hakikati dile getiren nasihati yatar:
> Ey berâder to hemân endîşeî,
> Mâ bakî to ustuhân u rîşeî.
> (Ey kardeş! Sen ancak düşünceden (fikir ve manadan) ibaretsin. Geriye kalan varlığın ise kemik ve deriden başka bir şey değildir.)
>
Mevlânâ, insanı ‘düşünce’ (endîşe) ile özdeşleştirerek, onun asıl varlığının fiziksel beden (kemik ve deri) değil, ruh, akıl ve mânâ olduğunu vurgular. Bu, bir nevi “özü sözü bir olma” veya “nefsini bilme” çağrısıdır. İnsan, kendini bedensel arzularla, dünyevi heveslerle tanımladığı sürece hayvanî bir varoluşun ötesine geçemez. Ancak varlığını, düşünceleri, niyetleri ve idrakiyle kurduğu zaman, kâinattaki yerini ve üstünlüğünü idrak edebilir. Bu beyit, Vâsıf’ın tevekkül ve Nâbî’nin ferâğat çağrısının da temelini oluşturur: Gerçekten ne olduğumuzu anlarsak, neye değer verip neyin peşinden koşacağımız da kendiliğinden netleşir.
5. Şeyh Gâlib: Tecerrüd ve Kurbân
Son durağımız, divan şiirinin zirve isimlerinden Şeyh Gâlib’in, manevi arayışın ve özden geçişin en zorlu şartını anlatan beytidir:
> Tecerrüdse murâdın kûy-ı cânânda fedâ kıl cân,
> Çıkılmaz câme-i ihrâmdan sa’y etme kurbânsız.
> (Eğer maksadın (murâdın) tecerrüd (dünyadan tamamen soyutlanma, saf ve temiz bir hâle gelme) ise, Sevgili’nin (Allah’ın) yolunda canını feda et. İhrâm elbisesinden kurbansız çıkılmaz, boş yere uğraşma.)
>
Tecerrüd, tasavvufi bir terim olup, maddeden, heveslerden ve benlikten soyutlanarak yalnızca Hakk’a yönelmeyi ifade eder. Şeyh Gâlib, bu yüksek mertebeye ulaşmanın sıradan bir çabayla (“sa’y etme”) mümkün olmadığını, büyük bir bedel gerektirdiğini söyler. Hacda giyilen ihrâm elbisesinden çıkmak için bir kurban kesilmesi şart olduğu gibi, dünya zevklerinden soyutlanma yolculuğunda (tecerrüd) da kişinin nefsini, benliğini ve dünyalık tüm bağlarını kurban etmesi gerekir. “Canını feda et” çağrısı, fiziki ölümden öte, nefsin ve enaniyetin öldürülmesine işaret eder. Bu, gerçek aşka ve manevi arınmaya ulaşmanın, fedakârlıkla mümkün olacağını bildiren son ve en çetin ikazdır.
Makale Özeti
Bu beş beyit, bizi deruni bir yolculuğa çıkarır. Nâbî, hakiki huzuru (ferâğat) dış dünyanın kargaşasında (gavgâ-yı âlem) arayanları eleştirir. III. Murâd, bu huzura giden yolun, Sevgili’yle (Hakk’la) kurulan kalpten kalbe olan derin bir manevi bağdan geçtiğini hatırlatır. Vâsıf ise, bu bağlılığın getirdiği tevekkül makamını tarif eder: Kaderin hükmüne teslim olmak, her türlü elem ve kederden kurtuluştur. Hz. Mevlânâ, bütün bu arayışın temeline inerek, insanın gerçekte bedenden ibaret olmadığını, asıl varlığının düşünce, ruh ve mânâ olduğunu haykırır. Son olarak Şeyh Gâlib, manevi arınma (tecerrüd) yolunun, nefsin kurban edilmesi gibi çetin bir bedel ödenmeden tamamlanamayacağını kesin bir dille ifade eder. Bu mısralar, kadim hikmetin çağlar ötesinden gelen ve insanın hem dünyasını hem de ahiretini imar etme potansiyeli taşıyan evrensel dersleridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 36 —

BERCESTE VE İZAHI – 36 —

Bu metin, yüklemiş olduğunuz beş ayrı beytin (şiir dizeleri) detaylı bir analizini, izahını ve her biri için ayrı ayrı kaleme alınmış, uyum ve bütünlük içinde, hikmetli, edebi, tarihi, ibretli ve düşündürücü makaleleri ihtiva etmektedir.
I. Ziyâ Paşa – Terbiye ve Disiplin Üzerine Hikmetli Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Osmanlıca/Edebi Metin:
نصح ایله یوله کلمینى اتملی تکدیر
تکدیر ایله اوسلانمایانڭ حقّی کوتکدر
Transliterasyon/Beyit:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir
Müellif: Ziyâ Paşa
İzah ve Açıklaması:
Ziyâ Paşa bu beytinde, bir insanın terbiye edilme aşamalarını ve disiplin yöntemlerini sıralamaktadır. Öncelikle kişinin nasihatle, güzel sözle (nush) yola getirilmesi gerektiğini, eğer bu ilk aşama sonuç vermezse bir sonraki aşama olarak azarlama (tekdîr) yöntemine başvurulması gerektiğini ifade eder. Son olarak, azarlamayla da akıllanmayanın (uslanmayanın) ve doğru yolu bulmayanın hakkının dayak (kötek) olduğunu, yani fiziksel cezayı hak ettiğini belirtir. Bu, geleneksel eğitim felsefesindeki “önce söz, sonra baskı, en son ceza” ilkesinin sert bir ifadesidir.
Nush, Tekdîr ve Kötek: Terbiyenin Üç Aşamasında İnsanın Islahı
Makale
Edebiyatımızın müstesna simalarından, Tanzimat Dönemi’nin önemli düşünürlerinden Ziyâ Paşa’nın bu keskin beyti, asırlar boyunca insan yetiştirme, terbiye ve ıslah etme sanatının derinlikli ve yer yer tartışmalı dinamiklerini gözler önüne serer. Paşa, toplumsal düzenin ve bireysel ahlakın korunması adına, cezanın bir zorunluluk, hatta bir hak olduğunu dile getirirken, bu süreci basamaklı bir metodolojiye oturtur:
> Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr
> Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir
>
Bu iki mısra, bir eylem planının ve bir disiplin hiyerarşisinin özüdür. Her şeyden evvel, eğitimin temelinde sevgiye dayalı, yumuşak bir yaklaşım olan nasihat (nush) bulunur. İnsanoğlu, yaratılış itibarıyla unutkanlığa ve hataya meyillidir; bu yüzden ona doğru yolu göstermek, hatasını tatlı dille izah etmek, toplumsal ve bireysel sorumluluğu hatırlatmak ilk ve en erdemli yoldur. Tarihi hikmet kaynakları, Lokman Hekim’den Sadi-i Şirazi’ye kadar daima sözün, yani nasihatin gücünü vurgulamıştır. Zira gönül, zorla değil, lütufla açılır.
Ancak, Ziyâ Paşa’nın da keskinlikle belirttiği gibi, öyle fıtratlar vardır ki, söz kulağa girmez, gönül kapısı kilitlenmiştir. Bu noktada, terbiye makamının bir üst vitesine geçilir: azarlama (tekdîr). Tekdîr, kişiye yapılan yanlışı, verilen zararı ve içine düşülen hatanın ciddiyetini bir otorite sesiyle, biraz daha yüksek perdeden hissettirmektir. Bu, bireyin sosyal baskı ve kınama hissiyle, yani utançla yola gelmesini hedefleyen psikolojik bir disiplin yöntemidir. Bu aşamada, kişinin kendi eylemlerinin ağırlığını idrak etmesi beklenir.
Ne var ki, Paşa’ya göre, tekdîr ile dahi uslanmayan, yani ne sözden ne de azardan ders alıp halini düzeltmeyen kişi, toplum düzeni için bir tehdit, kendi nefsine karşı ise aşılmaz bir engel teşkil eder. İşte bu son kertede, fiziksel ceza (kötek) bir hak olarak ortaya çıkar. Bu ifade, elbette ki modern pedagojinin şiddetle reddettiği bir yöntemdir. Ancak Klasik Osmanlı toplum ve devlet felsefesinde, kötülüğün kökünü kazımak ve bireyi son çare olarak bedeni ıslaha zorlamak, toplumsal ahengi korumanın bir aracı olarak görülmüştür. Bu, bir lütuf değil, kişinin eylemlerinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak addedilir. Ziyâ Paşa’nın bu tavrı, Tanzimat aydınlarının Batı’nın ilerici fikirleriyle tanışmasına rağmen, eski düzenin terbiye ve tedip (yola getirme) anlayışından tamamen kopamadığını gösteren düşündürücü bir örnektir. Beyit, insanın ıslah sürecinde sabrın tükenişini, erdemli sözden zorlu eyleme geçişin tarihi bir kaydıdır.
Özet
Ziyâ Paşa’nın beyti, insan eğitimindeki disiplin hiyerarşisini, yani nasihat (nush), azarlama (tekdîr) ve nihayet ceza (kötek) üçlemesini sistematik bir şekilde ifade eder. Makale, önce sözün erdemiyle başlanan terbiye sürecinde, sözden anlamayan bireyin toplumsal düzeni koruma adına nasıl kademeli bir sertliğe muhatap kılındığını ele alır. Beyit, modern pedagoji ile çatışsada, klasik dünya görüşünün bireyin ıslahına dair katı ve zorunlu gördüğü yöntemlerin tarihsel bir özetidir.
II. Yenişehirli Avnî – Bitmeyen Muhabbetin Sonsuz Kârı Üzerine Edebi Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Osmanlıca/Edebi Metin:
عمر آخر اولور صحبت دلداره طویولماز
بازار محبت بوزولور کاره طویولماز
Transliterasyon/Beyit:
Ömr âhir olur sohbet-i dildâra doyulmaz
Bâzâr-ı muhabbet bozulur kâra doyulmaz
Müellif: Yenişehirli Avnî
İzah ve Açıklaması:
Şair, bu beytinde, fani olan ömür ile baki olan manevi lezzetlerin tezatını işlemektedir. İlk mısra, ömrün sona ereceğini (âhir olur) fakat sevgili ile yapılan sohbete (sohbet-i dildâr) asla doyulamayacağını ifade eder. Maddi hayatın kısıtlılığına karşı manevi zenginliğin, yani aşkın ve sohbetin sınırsızlığını vurgular. İkinci mısra ise, aşkın dünyasını bir pazar (bâzâr-ı muhabbet) metaforuyla anlatır. Bu sevgi pazarının bozulabileceğini, dağılabileceğini söyler; ancak bu pazardan elde edilen kâra, yani aşkın hazzına, feyzine, manevi tatminine yine de doyulmayacağını belirtir. Aşkın kazancının her türlü maddi kayıp ve yok oluşa rağmen tatmin edilemez bir arzu ve sonsuz bir lezzet kaynağı olduğunu ortaya koyar.
Fani Ömürde Baki Lezzet: Aşk Pazarı ve Doyulmaz Sohbet
Makale
Divan şiirinin incelikli şairlerinden Yenişehirli Avnî, bu çarpıcı beytinde, hayatın en büyük tezadını, yani zamanın tükenişi karşısında manevi hazzın sonsuzluğunu ele alır. Beyit, insanın gönül dünyasındaki en büyük arayışın, “yetinme” kavramının geçersiz kaldığı aşk ve muhabbet olduğunu ustalıkla ifade eder:
> Ömr âhir olur sohbet-i dildâra doyulmaz
> Bâzâr-ı muhabbet bozulur kâra doyulmaz
>
İnsanoğlunun en trajik gerçekliği, ilk mısrada yalın bir şekilde dile getirilir: “Ömr âhir olur”. Hayat, bir soluklanma süresidir, kaçınılmaz bir sona doğru hızla akar. Lakin bu fani zaman diliminde kazanılan öyle bir manevi tecrübe vardır ki, o da **”sohbet-i dildâr”**dır, yani Sevgili ile yapılan sohbettir. Bu sevgili, bazen dünyevi bir aşkın merkezindeki kişi, çoğu zaman ise Sufi geleneğin ışığında Sevgili (Hakikat/Allah) olarak tecelli eder. Şairin ifadesiyle, dünya varlık âlemindeki her şeyden, yemekten, uykudan, paradan doyulabilir; ancak Sevgili’nin zikri, onunla kurulan manevi bağın lezzeti, ne kadar uzun sürerse sürsün, asla doyumluğa ulaşmaz. Bu, ezelden ebede uzanan bir hasretin ve arayışın bitmeyen ateşidir.
İkinci mısra, aşkı bir iktisadi alan, bir “Bâzâr-ı muhabbet” (aşk pazarı) olarak imajinize eder. Pazarlar, ticari ilişkilerin değiştiği, bazen kâr edildiği, bazen de zarar edildiği, nihayetinde dağılıp bozulmaya mahkûm yerlerdir. Avnî, aşkın bu dünyevi platformunun, yani aşkın etrafındaki dünyevi koşulların, engellerin veya ilişkilerin bütünüyle dağılabileceğini (bozulur) kabul eder. Aşkın kendisi bir fırtına, bir yıkım getirebilir. Ancak, tüm bu yıkıma rağmen, bu pazardan elde edilen manevi kazanç, yani “kâr” (aşkın feyzi, vuslatın hazzı, ilahi tecelli) o kadar büyüktür, o kadar özeldir ki, bu kazancın lezzetine de doyulmaz.
Bu beyit, edebi açıdan, aşkı maddi bir metaforla (pazar, kâr) anlatırken, onun özündeki sonsuzluğu ve aşkın dünyevi koşullardan bağımsızlığını vurgular. Aşkın lezzeti, zamanın ve mekânın sınırlarını aşar; o, biten ömrün ve bozulan pazarın ötesinde, ruha nakşolmuş ezeli bir tatmin arayışıdır. Bu, insanın fani hayatta baki olana, sınırlı zamanda sonsuz olana duyduğu edebi ve ibretli bir hasretin en güzel anlatımıdır.
Özet
Yenişehirli Avnî, ömrün fani olmasına karşı Sevgili ile sohbetin (sohbet-i dildâr) lezzetinin sonsuzluğunu dile getirir. Beyit, aynı zamanda Aşk Pazarı’nın (Bâzâr-ı muhabbet) bozulabileceği, yani dünyevi koşulların değişebileceği, lakin bu aşktan elde edilen manevi kâra (hazza) asla doyulamayacağı fikri üzerine kuruludur. Makale, aşkın, zaman ve mekan sınırlarını aşan, insanın ruhuna nakşolmuş ezeli bir lezzet ve tatmin arayışı olduğunu, dolayısıyla fani olan her şeye rağmen baki kalacak yegâne değer olduğunu vurgular.
III. Hz. Mevlânâ – Dünyanın Fâniliği ve Dikişsiz Elbise Üzerine İbretli Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Farsça/Edebi Metin:
ای به زربفت و کمر آموخته
آخرست جامه نادوخته
Transliterasyon/Beyit:
Ey be-zerbeft ü gumar âmûhte
Âhirest câme-i nâ-dûhte
Müellif: Hz. Mevlânâ
İzah ve Açıklaması:
Hz. Mevlânâ, Farsça kaleme aldığı bu kısa ve çarpıcı beyitte, dünya malına ve lükse düşkün olan insanı uyarmaktadır. Beytin ilk mısrası, muhatabına seslenir: “Ey altın işlemeli elbiselere (zerbeft) ve altın kemerlere (gumar) alışmış, kendini kaptırmış olan kişi!” diyerek dünya nimetlerine olan tutkuyu işaret eder. İkinci mısrada ise bu lüks ve ihtişamın kaçınılmaz sonunu hatırlatır: “Sonun, dikişsiz elbisedir (câme-i nâ-dûhte)”. Buradaki “dikişsiz elbise”, İslam kültüründe ölen kişinin kefenini sembolize eder. Kefen, hiçbir dikişi olmayan, tüm dünya malından arınmış, basit ve son giysidir. Beyit, dünyanın geçiciliğini ve tüm ihtişamın ölüm karşısında anlamsızlığını, ibretlik bir şekilde yüzümüze vurur.
Kefenin Hikmeti: Zerbeftten Dikişsiz Elbiseye Fani Hırsın Sonu
Makale
Yüzyıllardır gönüllere ışık saçan büyük mutasavvıf Hz. Mevlânâ, Farsça kaleme aldığı bu hikmet dolu beyitle, insanlığın evrensel zaafına, yani dünya malına ve gösterişe olan hırsına dikkat çeker. Mevlânâ’nın dili, bir uyarıcı peygamberin sesi kadar keskin ve bir bilge sufinin sözü kadar derindir:
> Ey be-zerbeft ü gumar âmûhte
> Âhirest câme-i nâ-dûhte
>
Makalenin muhatabı, “altın sırmalı elbiselere ve kemerlere alışmış” kişidir. Bu kişi, sadece zengin veya yönetici değil, aynı zamanda ruhunu geçici dünya süslerine adamış, gösterişi hayatının gayesi haline getirmiş her fanidir. Mevlânâ, bu kişiye, sadece bir ayna tutmakla kalmaz, aynı zamanda tarih boyunca nice imparatorlukların, nice servetlerin nasıl toz olup gittiğini de hatırlatır. Tarih, zerbeft (altın sırma) giyenlerin bir zamanlar ihtişamla dolaştığı sarayların bugün sessiz harabelerden ibaret olduğunu gösteren ibret levhalarıyla doludur. Dünyanın fani cazibesi, insanı adeta bir uyuşturucu gibi kendine alıştırır (âmûhte), ruhu yüce gayelerden uzaklaştırır.
Ancak, dervişane bir sükûnetle gelen ikinci dize, bu ihtişamın son perdesini açar. Tüm ihtişamın, tüm dikişli, süslü, gösterişli giysilerin sonu: **”câme-i nâ-dûhte”**dir, yani dikişsiz elbise. Kefen, İslam ve birçok dinde, eşitliğin, yoksulluğun ve arınmışlığın son sembolüdür. Kefenin dikişsiz oluşu, dünya ile olan tüm bağların kesildiğini, artık hiçbir meslek, unvan, zenginlik veya mevkiinin geçerli olmadığını gösteren çarpıcı bir metafordur. O an, kişi sadece amelleriyle baş başadır.
Bu beyit, edebi ve düşünce açısından bir tasavvuf dersidir. Mevlânâ, insanı, kendisini ölümsüz zanneden nefsinin gafletinden uyandırmaya çalışır. Asıl yatırımın altın sırma ve kemere değil, ruha yapılması gerektiğini; asıl yolculuğun bu dikişsiz elbiseyi giydikten sonra başlayacağını işaret eder. Beyit, fani dünyanın aldatıcı yüzüne karşı en hikmetli, en düşündürücü ve en edebi reddiyelerden biridir.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın beyti, altın sırmalı lüks giysilere (zerbeft) düşkün olan insanı, ölümün kaçınılmaz sonu olan dikişsiz elbise (kefen) gerçeğiyle yüzleştirir. Makale, bu dikişsiz elbisenin, dünyevi ihtişamın anlamsızlığını ve ölüm karşısındaki mutlak eşitliği simgeleyen en güçlü ibret dersi olduğunu vurgular. Tasavvufi açıdan, asıl yatırımın ruha yapılması gerektiğini öğütleyen, lüks ve gösteriş hırsına karşı yazılmış edebi ve derin bir uyarıdır.
IV. Fuzûlî – Derd’e İstek ve Kerem’e Liyakat Üzerine Düşündürücü Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Osmanlıca/Edebi Metin:
قهردن اکراه ایدلنر لطفه اولماز مستحق
مستعد درد اولانلر قابل درمان اولور
Transliterasyon/Beyit:
Kahr-ıdan ikrâh edenler lutf-a olmaz müstahak
Müsta’idd-i derd olanlar kâbil-i dermân olur
Müellif: Fuzûlî
İzah ve Açıklaması:
Aşkın ve ızdırabın büyük şairi Fuzûlî, bu beytinde tasavvufi bir derinlik ve acının kutsallığı temasını işler. İlk mısra, sıkıntıdan, zorluktan, hatta sevgili (Allah) tarafından gönderilen gazaptan (kahr-ıdan) nefret edip kaçınanların, lütfa ve ihsana (lutf) layık olamayacağını (müstahak olmaz) ifade eder. Lütuf, kolay yoldan elde edilmez; çileye katlanmayı gerektirir. İkinci mısra ise, derdi çekmeye hazır olanların, onu arzulayanların (müsta’idd-i derd olanlar), yani dert çekmeyi bir olgunlaşma aracı olarak görenlerin, ancak o zaman dermana (kâbil-i dermân olur) layık olacağını belirtir. Fuzûlî’ye göre, dert çekmek bir kabiliyettir, bir erdemdir ve bu kabiliyete sahip olanlar için derman, yani kurtuluş ve lütuf, her zaman mümkündür.
Derdin İkramı, Lütfun Bedeli: Fuzûlî’de Aşkın Metafiziği
Makale
Aşkın ıstırabını sanatının merkezine yerleştiren, şairlerin sultanı Fuzûlî, bu edebi ve hikmetli beytiyle, tasavvufi düşüncenin en temel taşlarından birini, yani derd (sıkıntı, ıstırap) ve lütuf (iyilik, kerem) arasındaki kaçınılmaz bağıntıyı ortaya koyar:
> Kahr-ıdan ikrâh edenler lutf-a olmaz müstahak
> Müsta’idd-i derd olanlar kâbil-i dermân olur
>
İnsan ruhunun tekâmül yolculuğunda, karşılaşılan sıkıntı ve zorluklar, yani ilahi takdirin bir parçası olan kahr (keder, zorluk), bir imtihan vesilesidir. Fuzûlî, bu kahırdan tiksinen, onu hayatından dışlamaya çalışan, kolay ve rahat yolu arayan sıradan ruhların, Hak’tan gelecek olan lütuf ve kereme asla erişemeyeceklerini söyler. Bu, tarihi bir gerçeği de yansıtır: Büyük başarılar, büyük zorlukların altından çıkanların eseri olmuştur. Lütuf, bedelini ödemeyenlere sunulmaz; o, çilenin ve sabrın meyvesidir.
Asıl hikmet, beytin ikinci mısrasında gizlidir. Şair, “Müsta’idd-i derd olanlar” tabiriyle, dert çekmeye sadece katlananları değil, onu ruhsal olgunlaşmanın bir ön koşulu olarak kabul edenleri ve hatta arzulayanları kasteder. Klasik İslam ve Sufi düşüncesinde, dert çekmek, nefsin terbiye edilmesi ve ruhun cilalanması için bir zorunluluktur. Şair, derdi bir yük olarak değil, bir yetenek ve bir liyakat belgesi olarak görür. Bir kişi, dert çekme konusunda ne kadar istekli ve donanımlıysa, yani ne kadar sebatkâr ve teslimiyetliyse, o kişi dermana (şifa, kurtuluş, ilahi tecelli) o kadar yakındır. Dert, dermanın anahtarıdır.
Bu edebi ifade, sadece aşk şiirinin bir teması değil, aynı zamanda insanın hayatı yorumlama biçimini kökten değiştiren düşündürücü bir hikmettir. Hastalık olmadan şifanın kıymeti bilinmez, karanlık olmadan aydınlığın anlamı yoktur. Fuzûlî, bize acıyı bir düşman olarak görmeyi bırakıp, onu bir öğretmen olarak kabul etmemizi öğütler. Zira asıl derman, acı çekme potansiyelini cesaretle kucaklayan kalpler için her zaman mümkündür.
Özet
Fuzûlî’nin beyti, kahır ve sıkıntıdan kaçınanların lütfa layık olamayacağı, aksine derdi (ıstırabı) kabullenmeye ve çekmeye hazır olanların (müsta’idd-i derd) dermana (şifa, kurtuluş) ulaşacağını savunur. Makale, bu düşüncenin, tasavvufi teslimiyetin ve ruhsal olgunlaşmanın temelini oluşturduğunu, acıyı bir engel değil, ilahi lütfa erişim için gerekli bir yetenek olarak görmenin hikmetini ve edebi derinliğini vurgular. Dert, dermanın koşuludur.
V. İbnü’l-Fâriz – Şarap ve Sarhoşluğun Ezeli Sırrı Üzerine Tasavvufi Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: (Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün – Muhtemel)
Arapça/Edebi Metin:
شربنا على ذکر الحبیب مُدامة
سکرنا بها من قبل أن یخلق الکرم
Transliterasyon/Beyit:
Şeribnâ alâ-zikri’l-habîbi mudâmeten
Sekirnâ bihâ min-kabli en yuhleka’l-keremu
Müellif: İbnü’l-Fâriz
İzah ve Açıklaması:
Arap tasavvuf şiirinin büyük ustalarından İbnü’l-Fâriz, bu beytinde, mistik sarhoşluğun (sekr) ve ilahi aşkın ezeli (yaratılış öncesi) doğasını anlatır. İlk mısra, “Sevgiliyi (Habîb) zikrederek şarap (mudâmeten) içtik ve sarhoş olduk” der. Buradaki şarap ve sarhoşluk, mecazidir; İlahi Aşkın ve Hakikat’in tecellisinin manevi hazzını ifade eder. İkinci mısra ise bu sarhoşluğun zamanını tarif eder: “Biz bu şarapla sarhoş olduğumuzda, henüz üzüm (kerem) yaratılmamıştı (min-kabli en yuhleka’l-keremu)”. Bu, şarabın kaynağı olan üzümün bile yaratılmasından önce, yani ezelde (yaratılış öncesinde), şairin/aşıkın ruhunun, o ezeli aşkın tecellisiyle sarhoş olduğunu belirtir. Bu, tasavvufta ruhların yaratılışından önceki “Kâlû Belâ” (Misak) anına, yani ruhların Allah’ın ezeli nuruna şahit olduğu zamana yapılan güçlü bir göndermedir.
Kâlû Belâ’nın Şarabı: Ezeli Sarhoşlukta Aşkın Tarihi
Makale
İslam edebiyatının, bilhassa Arap tasavvuf şiirinin zirve isimlerinden İbnü’l-Fâriz’in bu mübarek beyti, şeriatın zahiri ile hakikatin batıni anlamlarının çarpıcı bir sentezini sunar. Şair, şarap metaforunu kullanarak, beşeri idrakin ötesindeki İlahi Aşk’ın zaman ve mekân üstülüğünü, yani ezeliyetini dile getirir:
> Şeribnâ alâ-zikri’l-habîbi mudâmeten
> Sekirnâ bihâ min-kabli en yuhleka’l-keremu
>
Bu mısralardaki “şarap” (mudâmeten) ve “sarhoşluk” (sekr), kesinlikle haram olan içkinin dünyevi anlamı değildir. Bu, mutlak hakikatin, yani Habib’in (Allah’ın) zikriyle gönle dolan ilahi feyzin, aşkın ve cezbenin tadıdır. Bu, bir dervişin zikir meclisinde ulaştığı vecd hali, bir arifin Hakikat’le bütünleştiği anın manevi hazzıdır. Tasavvufta şarap, ruhu nefsani bağlardan koparan, hakikate ulaştıran cezbe halinin simgesidir.
Beytin asıl sırrı ve düşündürücü yönü, ikinci mısradaki ezeli vurgudadır. Şair, bu sarhoşluğun zamanını, “üzümün (kerem) henüz yaratılmasından önce” diye tanımlar. Bu ifade, İslam mistisizminde Kâlû Belâ (Misak) anına, yani ruhların bedenlenmeden çok önce, Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet (Belâ)” diyerek şahitlik ettiği ana bir göndermedir. Âşık, o yaratılış öncesi anda, henüz dünya ve onun sebepleri (üzüm) yokken, İlahi Aşk’ın tecellisiyle, yani Habîb’in zikriyle sarhoş olmuştur.
Bu beyit, tarihi ve edebi açıdan, İbnü’l-Fâriz’in Vahdet-i Vücûd (varlığın birliği) düşüncesini de destekler. Aşk, zamanla başlamış bir duygu değil, yaratılıştan önce var olan, ezelî bir ruhi tecrübedir. İnsan, bu dünyada sadece o ezelî sarhoşluğun hatırasını aramakta ve zikirle o hale geri dönmeye çalışmaktadır. Sarhoşluk hali (sekr), bu ezeli birliği idrak etmenin en yüksek halidir. Bu, İbnü’l-Fâriz’in kaleminden, ilahi aşkın sınırsızlığını, sonsuzluğunu ve zamanlar üstülüğünü anlatan, ibretli, edebi ve derin bir tasavvufi manifesto niteliğindedir.
Özet
İbnü’l-Fâriz’in beyti, İlahi Aşkın vecdini şarap (mudâmeten) ve sarhoşluk (sekr) metaforlarıyla anlatır. Makale, bu sarhoşluğun dünyevi değil, ezeli olduğunu; zira şairin, şarabın kaynağı olan üzüm (kerem) yaratılmadan önce sarhoş olduğunu söyleyerek, Aşkın Kâlû Belâ (Misak) anına ait zamanlar üstü bir tecrübe olduğunu vurgular. Bu, ilahi aşkın sonsuzluğunu ve ruhun ezeli birliğe olan hasretini anlatan, tasavvufi açıdan derin ve düşündürücü bir metindir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 35 –

BERCESTE VE İZAHI – 35 –

Osmanlı ve Tasavvuf Şiirinin Derinlikleri: Beş Beyitte Gizlenen Hayat Hikmetleri
Divan şiiri, sadece estetik bir sanat değil, aynı zamanda derin düşüncelere ve tasavvufi düşüncelerin, hayat derslerinin ve insan ruhunun çalkantılarının yansıtıldığı bir aynadır. Sunulan bu beş berceste beyit, beş farklı şairin kaleminden süzülmüş, her biri kendi konusunda bir zirve noktası teşkil eden hikmet damlalarıdır. Bu makale, bu nadide beyitleri ayrı ayrı ele alarak, taşıdıkları anlam katmanlarını, edebi ve tasavvufi derinliklerini ortaya koymayı ve modern insana seslenen ebedi derslerini izah etmeyi amaçlamaktadır.
I. Fuzûlî: Mutlak Aşka Giden Yolun Bedeli
Beyit:
> Ey gönül yârı iste cândan geç
> Ser-i kûyun gözet cihândan geç
> Fuzûlî
>
İzah ve Açıklama:
Fuzûlî, bu meşhur beytinde, gönlüne seslenerek hakiki sevgiliye ulaşmanın tek şartını ve bedelini ortaya koyar. Buradaki “yâr” kavramı, tasavvufi şiir geleneğinde genellikle Mutlak Varlık olan Allah’ı temsil eder. Şair, gönüle hitaben, eğer sevgiliye (Hakk’a) kavuşmak istiyorsan, ilk olarak canından, yani nefsinden ve benliğinden vazgeçmelisin der. Can, bu bağlamda hem dünyevi varlığı hem de insanın en aziz kabul ettiği “ben”lik duygusunu ifade eder. İkinci mısrada ise, “Ser-i kûyun gözet cihândan geç” diyerek bu vazgeçişin kapsamını genişletir. Sevgilinin mahallesinin başını (ser-i kûy) gözetmek, hedefine odaklanmak, yüzünü sadece ona çevirmek demektir. Buna karşılık, “cihândan geç” emri gelir ki bu da sadece dünyevi mal ve mülkten değil, dünya ve ahiret gibi iki cihanın alakasından, yani masivadan (Allah dışındaki her şeyden) tamamen yüz çevirmeyi gerektirir. Bu beyit, “fenâ fillâh” makamına, yani mutlak varlıkta yok oluşa ulaşmanın ön şartının “terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî” (dünyayı, ahireti ve varlığı terk etmek) olduğunu tarihi ve edebi bir dille ifade eden bir hikmet dersidir. Vahdete (birliğe) erişmek için, önce kesretten (çokluktan) ve benlikten geçmek elzemdir.
II. Bâkî: Vaktin Sultanı Olmak
Beyit:
> Vaktine mâlik olan dervîşdir sultân-ı vakt
> İzz ü câh-ı saltanat değmez cihân gavgâsına
> Bâkî
>
İzah ve Açıklama:
Bâkî, divan şiirinin “Sultanü’ş-Şuârâ”sı olarak bilinir ve şiirlerinde hem dünyevi ihtişamı hem de tasavvufi olgunluğu yansıtır. Bu beytinde, “Vakt” kavramını merkeze alır. Tasavvufta “vakit”, sâlikin (yolcu) içinde bulunduğu anlık hâli, tecelliyi veya ilahi lütfu ifade eder. “Vaktine mâlik olan dervîş”, o anın ve o hâlin bilincinde olan, onu en güzel şekilde değerlendiren, ne geçmişin pişmanlığına ne de geleceğin kaygısına kapılan, sadece “ân”ı yaşayan kişidir. Böyle bir derviş, dünyevi bir hükümdardan daha üstün, “sultân-ı vakt” yani zamanın sultanıdır.
İkinci mısra, bu tasavvufi yüceliğin karşısına dünyevi ihtirası koyar: “İzz ü câh-ı saltanat değmez cihân gavgâsına.” İzz (saygınlık), câh (makam) ve saltanat (hükümdarlık) gibi dünyevi değerler, uğruna çekilen “cihân gavgâsına” (dünya kavgasına, çekişmesine) değmez. Bâkî, zahiren saray şairi olmasına rağmen, bu beyitle dervişliğin ve anı yaşamanın getirdiği iç huzurun, dış dünyanın çekişmeli makam ve mevki hırsından çok daha değerli ve yüce bir makam olduğunu veciz bir şekilde dile getirir. Hikmet, dışarıda değil, vakte sahip olma iradesindedir.
III. Salih Baba: Aşk ve Öz Kaynağına Dönüş
Beyit:
> Nakş-ı cemâlinden kesmem gözümü
> Sende buldum ma’denimi özümü
> İster ver Şîrîn’im güldür yüzümü
> İster kûhîstânda Ferhâd et beni
> Salih Baba
>
İzah ve Açıklama:
Salih Baba’nın bu coşkulu beyti, derin bir ilahi aşk (aşk-ı ilahi) teslimiyetini ve öz arayışını dile getirir. İlk mısrada, “Nakş-ı cemâlinden kesmem gözümü” ifadesiyle, âşık, Sevgilinin (Allah’ın) “cemâlinin nakşından” yani kâinattaki bütün güzellik tecellilerinden (eserlerinden) gözünü ayırmayacağını söyler. Kâinattaki her güzellik, O’nun güzelliğinin bir izi, bir tecellisidir.
İkinci mısrada, bu odaklanmanın sonucunu belirtir: “Sende buldum ma’denimi özümü.” “Ma’den” (maden, kaynak) ve “öz” (asıl) kelimeleri, insanın fıtratındaki ilahi cevheri ve yaratılış gayesini simgeler. Âşık, kendine ait olanı, yani “ene” (ben) olarak bildiği hakikatini ancak Sevgilide (Mutlak Varlıkta) yok olarak bulduğunu ifade eder. Bu, vahdet-i vücud (varlığın birliği) düşüncesinin bir yansımasıdır.
Sonraki iki mısra, Şirin ve Ferhâd hikayesine telmihte bulunarak (gönderme yaparak) tam bir teslimiyeti dile getirir. Âşık, Sevgiliye (Hakk’a) seslenir: “İster ver Şîrîn’im güldür yüzümü, İster kûhîstânda Ferhâd et beni.” İster ona kavuşmayı nasip edip yüzünü güldürsün (Şirin’e kavuşmak gibi), isterse aşk yolunda Ferhâd gibi dağları delmeye (külüng vurmaya) mahkûm ederek ıstırapla sınasın. Her iki durumda da O’ndan gelene razıdır. Burada vurgulanan, aşk yolunda cefa (sıkıntı) ve vefa (kavuşma) arasında bir ayrım gözetmeksizin, her hâlde Hakk’a kul olmanın yüce teslimiyetidir.
IV. İkbâlî: Aşkın Hükmü ve Tesir Alanı
Beyit:
> Başımızdan hiç hevâ-yı zülf-i yâr eksik değil
> Mürtefi’ yerdir ânınçün rûzgâr eksik değil
> İkbâlî (II. Mustafa)
>
İzah ve Açıklama:
Sultan II. Mustafa’nın mahlası olan İkbâlî’ye ait bu beyit, hem edebi zarafeti hem de mecazi derinliği ile dikkat çeker. Beyitte, sevgilinin saçı (zülf) ve onun yaydığı hava (hevâ) ile yüksek yer (mürtefi’ yer) ve rüzgâr (rûzgâr) arasında bir ilişki kurulur.
“Başımızdan hiç hevâ-yı zülf-i yâr eksik değil” mısrası, “yâr”in (sevgilinin) zülfünün hevâsının (havasının/sevdâsının/düşüncesinin) başlarından asla eksik olmadığını belirtir. “Hevâ” kelimesi hem “hava, esinti” hem de “istek, sevda” anlamlarını taşır. Yani sevgilinin saçının esintisi başımızdan ayrılmaz; mecazi olarak da onun aşkının ve sevdâsının düşüncesi sürekli zihnimizde ve gönlümüzde canlıdır.
İkinci mısra bu durumu mantıki bir gerekçeye bağlar: “Mürtefi’ yerdir ânınçün rûzgâr eksik değil.” Başın, yani gönlün sevgilinin aşkıyla yüceldiği yer “mürtefi’ yer” (yüksek yer) olduğu için, orada “rûzgâr” (rüzgâr/dünya işleri/talih) eksik olmaz. Bu, hem fiziksel bir gerçeğe (yüksek yerde rüzgâr çok olur) işaret eder hem de mecazi bir anlam taşır: Yüksek makamda olanların veya büyük aşkın etkisine girenlerin, sürekli büyük olaylara, sıkıntılara (rüzgâr) maruz kalmaları kaçınılmazdır. Bu beyit, aşkın insanı yücelttiğini, ancak bu yüce makamın getirdiği zorlukların da sürekli olacağını, bu durumun aşkın doğasının bir gereği olduğunu zarif bir dille anlatır.
V. Keçecizâde İzzet Molla: Fırsatları Kaçırmanın Hayıflanması
Beyit:
> Gonçe-i hurşîdine şebnem kadar bâr olmadık
> Biz bu bâğ-ı âleme bilmem neden yâr olmadık
> Keçecizâde İzzet Molla
>
İzah ve Açıklama:
Keçecizâde İzzet Molla’nın bu beyiti, içinde bulunulan dünyaya karşı bir yabancılık hissini ve bir hayıflanmayı ifade eder. Şair, bir gül goncası imajını kullanarak derin bir tefekkür sunar.
İlk mısrada, “Gonçe-i hurşîdine şebnem kadar bâr olmadık” der. “Gonçe-i hurşîd” (güneşin goncası), mecazi olarak yaratılışın en parlak ve güzel tecellisini, yani kâmil insanı veya bizzat Mutlak Varlığı sembolize edebilir. “Şebnem” (çiğ tanesi) ise küçük, geçici bir varlığı ifade eder. “Bâr olmak” ise hem “yük olmak” hem de “olgunlaşmak, yetişmek” anlamına gelir. Şair, yaratılışın bu muazzam güzelliğine, güneşin goncasına, bir çiğ tanesi kadar bile “yük olamadığını” ya da “yetişip olgunlaşamadığını” söyler. Yani bu büyük güzelliğin yakınında, ona layık bir varlık seviyesine erişememiştir.
İkinci mısradaki hayıflanma daha açıktır: “Biz bu bâğ-ı âleme bilmem neden yâr olmadık.” “Bâğ-ı âlem” (âlem bağı), dünyayı veya genel olarak kâinatı temsil eder. Bu dünya, bir bağ, bir bahçe kadar güzel ve verimli olmasına rağmen, şair neden bu güzelliğe “yâr” (dost, âşık) olamadığını, neden onunla bütünleşip ona layık bir şekilde yaşayamadığını bilmediğini dile getirir. Bu beyit, hayatın sunduğu manevi ve estetik fırsatları kaçırmış olmanın hüznünü, evrenin güzelliğine ve asıl hakikatine hakkıyla vâsıl olamamış olmanın derin pişmanlığını edebi bir dille ifade eden, okuyanı düşündürmeye sevk eden bir ibret dersidir.
Makale Özeti
Bu makale, Divan şiirinin beş usta ismine ait (Fuzûlî, Bâkî, Salih Baba, İkbâlî, Keçecizâde İzzet Molla) beş berceste beyiti, taşıdıkları edebi, tarihi ve tasavvufi derinlikler açısından ayrı ayrı incelemiştir. Fuzûlî’nin beytinde, hakiki aşka ulaşmanın yolu, can ve cihan dâhil tüm masivadan vazgeçmek olarak gösterilmiş, fenâ makamının önemi vurgulanmıştır. Bâkî ise, dervişliğin ve ânı (vakti) yaşamanın getirdiği iç huzurun, dünyevi saltanatın getirdiği kavgadan çok daha değerli olduğunu belirterek, “sultân-ı vakt” olma makamını övmüştür. Salih Baba’nın beyti, kâinattaki tecellilere odaklanarak asıl özünü Sevgilide bulmanın coşkusunu ve aşk yolunda cefa ile vefa arasında ayrım gözetmeyen tam bir teslimiyeti Şirin ve Ferhâd telmihiyle dile getirmiştir. İkbâlî’nin beyti, sevgilinin aşkının insanı yücelttiğini (mürtefi’ yer), ancak bu yüce makamın beraberinde sürekli zorlukları ve sınanmaları (rûzgâr) getireceğini zarif bir gerekçeyle açıklamıştır. Son olarak, Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, dünyanın sunduğu manevi ve estetik güzelliklere (bâğ-ı âlem) karşı bir çiğ tanesi kadar bile olgunlaşamamış olmanın, hayatın hakikatine vâsıl olamamanın derin hayıflanmasını ifade etmiştir. Toplamda, bu beyitler, aşk, teslimiyet, vaktin kıymeti ve öz arayışı gibi evrensel temalar üzerinden insan hayatına dair hikmetli ve ibretli dersler sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 34 —

BERCESTE VE İZAHI – 34 —


​1. Konu: Peygamber Sevgisi ve Yerin Şerefi
​Beyit (Arap Harfli Metin):
اول رسول مجتبا هم رحمة للعالمین
بنده مدفوندور دیو افلاکه فخر ایلرم زمین
​Transkripsiyon ve Vezin:
Ol resûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn
Bende medfûndur deyu eflâke fahreyler zemîn
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Şair: Lâedrî
​Modern Türkçe Açıklama ve İzah:
Toprak, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş ve seçilmiş Peygamber bende yatıyor diye gökyüzüne karşı övünmektedir.
​Bu beyit, İslâm medeniyetinin temel direği olan Peygamber sevgisini (Aşk-ı Nebî) ve bu sevginin maddi âlem üzerindeki yansımasını dile getirir. Şair, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “seçilmiş elçi” (resûl-i müctebâ) ve Kur’an’daki ifadesiyle “âlemlere rahmet” (rahmeten li’l-âlemîn) olma vasfını vurgular. Beyitteki asıl vurgu, yer (zemîn) ile gök (eflâk) arasındaki kadim rekabete metafizik bir boyut kazandırmaktır. Normalde gökler, yıldızları, melekleri ve arşı barındırması sebebiyle daha şerefli kabul edilirken; bu mısra, Yerin, Hz. Peygamber’in mübarek naaşını (medfûn) barındırması sebebiyle göklere karşı üstünlük tasladığını ve övündüğünü dile getirir. Bu, yeryüzünün, O’nun varlığı sayesinde ulaştığı en yüksek manevi mertebedir.
​2. Konu: Dini Hor Görmenin Sonu
​Beyit (Arap Harfli Metin):
دینی تحقیر ایتمکی هر کم که عد ایلر مباح
عاقبت دوچار اولور بر نکبته بولماز فلاح
​Transkripsiyon ve Vezin:
Dîni tahkîr etmeyi her kim ki addeyler mübâh
Âkıbet dûçâr olur bir nekbete bulmaz felâh
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Şair: Lâedrî
​Modern Türkçe Açıklama ve İzah:
Dini hakir görmeyi, aşağılamayı mübah (izin verilmiş) görenler, sonunda bir musibete, felakete uğrarlar. Selâmet yüzü görmezler.
​Bu beyit, inancın kutsallığına ve ona saygısızlık etmenin getireceği kaçınılmaz akıbete dair kesin bir uyarı ihtiva eder. Dini küçümsemeyi, hiçe saymayı (tahkîr) ya da bunu meşru (mübâh) saymayı alışkanlık edinenlerin sonunun felaket (nekbet) olacağını bildirir. Beyit, sadece inananların değil, toplumun huzurunun da dinin getirdiği ahlaki ve manevi düzene bağlı olduğunu ima eder. Zira bu kutsalı reddedenler, ahiretteki azaptan önce, dünyada bile necat (felâh) yani kurtuluş, başarı ve selâmet bulamayacaklardır. Bu, manevi otoriteye karşı gelmenin evrensel bir sonuçsuzluk getireceği hikmetidir.
​3. Konu: Nefs Terk ve Kurban
​Beyit (Arap Harfli Metin):
بلی کیم ترک نفس ایلر بولور گنج
تنی کیم ایلمز قربان چکر رنج
​Transkripsiyon ve Vezin:
Belî kim terk-i nefs eyler bulur genc
Tenî kim eylemez kurbân çeker renc
Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Fe’ûlün
Şair: Zerefşân
​Modern Türkçe Açıklama ve İzah:
Kim nefsanî arzularını terk ederse bu dünyada bir hazine bulmuş gibi olur, eyvallah. Kim de maddî varlığı olan tenini Hakk’a kurban etmezse sıkıntı çeker.
​Zerefşân mahlaslı şair, tasavvuf yolunun en temel ilkesini, nefs ile mücadeleyi ve kurbân (fedakârlık) kavramını iki mısraya sığdırmıştır. Nefs-i emmâreyi, yani kötü arzuların kaynağı olan egoyu terk eden kişi (terk-i nefs), dünyada paha biçilmez bir hazineye (genc) kavuşur ki bu, gönül zenginliği, huzur ve manevi fethin simgesidir. İkinci mısra ise bu terk etmenin bedelini açıklar: Bedenini (ten) geçici hevesler yerine ebedi olan Hak yoluna adamayan (kurbân eylemez) kişi, kaçınılmaz olarak dert, elem ve sıkıntı (renc) çekecektir. Gerçek özgürlük, maddi varlığı Hakk’a feda edebilme iradesinde yatar.
​4. Konu: İlmin Kutsiyeti ve Cahil Elinden Korunma
​Beyit (Arap Harfli Metin):
قلم فریاد ایدر آغلار مرکب
بنی نادان النه ورمه یا رب
​Transkripsiyon ve Vezin:
Kalem feryâd eder ağlar mürekkeb
Beni nâ-dân eline verme yâ Rab
Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Fe’ûlün
Şair: Lâedrî
​Modern Türkçe Açıklama ve İzah:
Kalem feryat eder, mürekkep de ağlar. Ey Rabbim! Beni bilgisiz, cahil insanın eline verme.
​Bu mısra, bilginin, sanatın ve ilmin kutsallığını kişileştirme (teşhis) sanatı ile ifade eder. Kalem ve mürekkep (mürekkeb), basit araçlar değil, ilahi sırları ve hikmetleri kaydeden kutsal emanetlerdir. Bu kutsal emanetler, kendilerini cahil ve bilgisiz (nâ-dân) birinin elinde görmekten korkar, hatta bu durum onlara acı verir (feryâd eder, ağlar). Çünkü nâ-dân elinde kalem, hakikati tahrif edebilir, fitne yayabilir veya kötü amaçlara hizmet edebilir. Bu, bir bilgelik duasıdır: İlmin ve sanatın, ehil ve liyakatli kişilerin himayesinde kalması gerekliliğini vurgular.
​5. Konu: Âşık-ı Sâdıkın Sırrı ve Derdi
​Beyit (Arap Harfli Metin):
کیمسه بیلمز باعث سوز دل غالب بنم
درد نامعلوم ایکن هر گاه آه ایتمکده کوچ
​Transkripsiyon ve Vezin:
Kimse bilmez bâ’is-i sûz-i dilim Gâlib benim
Derd nâ-ma’lûm iken her gâh âh etmek de güç
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Şair: Şeyh Gâlib
​Modern Türkçe Açıklama ve İzah:
Ey Gâlib! Hiç kimse benim gönül yangınımın sebebini bilmez. Derdin ne olduğu tam olarak bilinmiyorken her zaman âh etmek de güç.
​Divan şiirinin son büyük üstadı Şeyh Gâlib’in bu beyti, mistik aşkın ve derin tasavvufi tecrübenin mührünü taşır. Şair, kendi mahlasını (tehâllus) kullanarak gönlünün yanışının (sûz-i dil) sebebini kimsenin idrak edemediğini söyler. Bu sûz-i dil, maddi bir acı değil, İlahi Aşk’ın yakıcılığıdır. İkinci mısrada, bu derdin tanımlanamaz (nâ-ma’lûm) oluşu, acıyı daha da derinleştirir. Zira bir derdin kaynağı bilinirse, tedavisi veya tesellisi de bulunur. Oysa Gâlib’in derdi, idrak sınırlarını aşan bir sırdır; bu yüzden sürekli inlemek (âh etmek) bile zor, yorucu bir eylemdir. Bu beyit, Sebk-i Hindî (Hint Tarzı) akımına özel, ince ve girift anlam katmanlarına sahip bir derinliği yansıtır.
​II. Makale: Kemalât Yolunun Beş Durağı: Hürmet, Mücadele ve Aşkın Sırrı
​Gönül Yangınını Arındıran Hikmet Pınarları
​Osmanlı-İslâm irfan geleneği, çağları aşan bir hikmet birikimini, kısa ve özlü beyitler aracılığıyla gelecek nesillere miras bırakmıştır. Bu “berceste beyitler,” tıpkı bir seyr-ü sülûk (manevi yolculuk) haritası gibi, insan-ı kâmil olmanın yollarını işaret eder. Karşımızdaki beş mısra da, başlangıçtaki yüce hürmetten, yoldaki nefs mücadelesine ve nihayetindeki derin aşk acısına dek, Kemalât Yolunun Beş Durağını tarif eden birbirinden değerli pınarlardır. Bu mısralar, yalnızca edebi haz değil, aynı zamanda tarihi, ibretli ve düşündürücü birer ahlak dersi sunar.
​1. Hürmet: Yolun Başlangıcı ve Şeref Kaynağı
​Her manevi yolculuk, bir hürmet ve tazim noktasıyla başlar. Bu gelenekte en yüce hürmet, âlemlere rahmet olarak gönderilen son Nebî’yedir. Lâedrî’nin şu beyti, bu başlangıcı en çarpıcı şekilde ortaya koyar:
​Ol resûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn
Bende medfûndur deyu eflâke fahreyler zemîn

​Bu beyit, Yerin, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mübarek bedenini barındırmasıyla tüm göklere karşı övünmesini resmederek, Yüce Makam’ın mutlak şeref kaynağını gösterir. Bu, tasavvufi edebiyatta Yaratıcı’nın eseri olan kâinata dahi, O’nun nuru aracılığıyla nasıl bir kutsiyet yüklendiğinin edebi bir izahıdır. Toprağın bu övüncü, beşer olarak bizlere de, O’nun getirdiği prensiplere sarılmanın manevi şerefini ve izzetini hatırlatır.
​2. İnancın Sınırı: Felaket ve Selâmet
​Hürmetle atılan ilk adımdan sonra, yolda karşılaşılacak en büyük tehlikeye, yani inancın kutsallığını hafife almaya dair ibretli bir uyarı gelir. Manevi rehberlikten mahrum kalan veya bilerek onu hiçe sayan kişinin akıbeti, felah bulamayıştır. Diğer bir Lâedrî beytinde bu kesin hüküm dile getirilir:
​Dîni tahkîr etmeyi her kim ki addeyler mübâh
Âkıbet dûçâr olur bir nekbete bulmaz felâh

​Bu mısra, inanç ve ahlak sistemini küçümsemenin, sadece manevi değil, aynı zamanda dünyevi bir nekbet (felaket) getireceği tarihsel tecrübesini yansıtır. Zira din, birey ve toplum için bir nizam, bir vicdan ve bir güvenlik ağıdır. Bu ağı yırtanlar, er ya da geç bu boşluğun ve sahipsizliğin bedelini öderler; necat (kurtuluş/felâh) kapısı onlara kapanır.
​3. İç Savaş: Nefsi Kurban Etmek ve Gerçek Hazine
​Dış tehditlerden sakınan yolcu, şimdi içindeki en büyük düşmanla, nefs ile yüzleşmek zorundadır. Zerefşân’ın beyti, insanlığın en kadim mücadelesi olan nefs terbiyesine bir çözüm sunar:
​Belî kim terk-i nefs eyler bulur genc
Tenî kim eylemez kurbân çeker renc

​Şair, ruhani zenginliğin (genc), bedenin ve nefsanî arzuların geçici hazlarına sırt çevrilmesiyle (terk-i nefs) elde edileceğini vurgular. Maddi varlığı (ten) kalıcı hakikat uğruna feda etmeyenler ise dünya hayatında sürekli bir dert, sıkıntı (renc) ve huzursuzluk içinde kalacaktır. Bu, Divan şairlerinin “ölmeden önce ölmek” düsturunun, tasavvufi bir iktisat dersine dönüşmesidir: Kurban edilen her nefs arzusu, manevi sermayeye eklenir.
​4. İlmin Koruyucusu: Kalem ve Nâ-dân Tehlikesi
​Nefs arındırıldıktan sonra elde edilen bu hazineyi doğru kullanmak ve yaymak için ilim ve hikmet gereklidir. Ancak ilim, ehil ellerde bereket bulur. Lâedrî’nin dördüncü beyti, ilmin araçları olan kalem ve mürekkebi kişileştirerek, bilginin cahil elinde ne kadar tehlikeli olabileceğini feryat ile anlatır:
​Kalem feryâd eder ağlar mürekkeb
Beni nâ-dân eline verme yâ Rab

​Bu mısra, sadece bir dua değil, aynı zamanda ilim ve sanatın liyakate dayalı olması gerektiğine dair derin bir tarihi ve edebi uyarıdır. Kalem, Hakk’ın kelamını ve hikmeti kaydederken, nâ-dân (bilgisiz, cahil) elinde bir iftira, bir bozgun aracı haline gelebilir. İslâm irfanının en temel kaygısı, bilginin, kötü niyetle veya ehliyetsizlikle yanlış kullanılarak hakikatin zedelenmesidir.
​5. Aşkın Nihayeti: Nâ-ma’lûm Derdin Sırrı
​Tüm bu aşamalardan geçen, hürmeti yücelten, nefsini kurban eden ve ilimle yolunu aydınlatan yolcunun son durağı, Şeyh Gâlib’in beytinde gizlenir. Bu, sadece bir âşığın değil, insan-ı kâmilin de eriştiği, kimseye anlatılamayan aşk halidir.
​Kimse bilmez bâ’is-i sûz-i dilim Gâlib benim
Derd nâ-ma’lûm iken her gâh âh etmek de güç

​Şeyh Gâlib’in gönül yangınının (sûz-i dil) sebebi, sıradan bir dünya derdi değil, İlahi Aşk’ın yakıcı tecellisidir. Bu dert nâ-ma’lûm’dur (bilinmez), zira sadece onu yaşayanın kalbi bilir. Tasavvufi aşkın bu yüceliği, onu yaşayanı yalnızlığa mahkûm eder. Çünkü o, artık nefsini kurban edip, dünya kaygılarının ötesine geçmiştir. O’nun derdi, O’nun şerefidir ve bu yükü taşımak bile büyük bir erdem gerektirir.
​Sonuç
​Bu beş berceste beyit, Divan şiirinin estetiğiyle örülmüş, bütün bir kemalât programı sunar. Peygamber’e hürmetle başlar, dinin sınırlarına saygıya vurgu yapar, nefs terbiyesiyle iç gücü artırır, ilmin kutsiyetini gözetir ve son olarak Aşk-ı İlahi’nin anlatılmaz sırrına erişerek kemale erer. Her mısra, kendi başına birer hikmet manifesto iken, bir araya geldiklerinde hakikat yolcusu için uyumlu ve kapsamlı bir rehber oluşturur.
​Özet
​Sunulan beş berceste beyit, İslâm irfan geleneğinin temelini oluşturan beş ayrı konuyu ele alarak Kemalât Yolunun ana hatlarını çizer. Birinci beyit, Hz. Peygamber’in (rahmeten li’l-âlemîn) naaşını taşıyan Yerin göklere karşı duyduğu Hürmet ve Şeref ile manevi yolculuğun başlangıcını işaret eder. İkinci beyit, Dini Küçümsemenin Nekbetle Sonuçlanacağı uyarısıyla inancın kutsallığını korumayı emreder. Üçüncü beyit, Nefsin Terk Edilmesi ve Bedenin Hakk’a Kurban Edilmesiyle gerçek manevi zenginliğe (genc) ulaşılabileceğini anlatır. Dördüncü beyit, Kalem ve Mürekkebin Feryadını aktararak bilginin ve sanatın cahil eline düşme tehlikesine karşı Liyakat ve İlim çağrısı yapar. Son olarak, Şeyh Gâlib’in beyti, tüm bu aşamalardan geçen Âşık-ı Sâdıkın Derin ve Tanımlanamayan Gönül Yangınını (sûz-i dil) tasvir ederek, manevi yolculuğun ulaşılabilecek en yüksek ve sırlarla dolu mertebesini özetler. Tüm bu mısralar, okuyucuyu Hikmet, İbret ve Aşk temelinde düşünmeye sevk eden edebi bir bütünlük arz eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 33 —

BERCESTE VE İZAHI – 33 —

Gönül İkliminden Beş Bîr Beyit: Aşk, Vefa, Fena ve Hakikat
Kadim şiir geleneğimizin en değerli hazinelerinden süzülüp gelen, her biri derin bir mana ve hikmet taşıyan bu beş berceste beyit, okuyucuyu farklı bir iç yolculuğa davet ediyor. Bu beyitler, aşkın sırrından dünyanın faniliğine, vefanın yüceliğinden hakikatin idrakine kadar uzanan temaları işleyerek, yüzyıllar ötesinden bize seslenen manevi bir miras niteliğindedir.
İşte ele aldığımız beş beyit ve onların derinlikli izahları:
1. Vefanın Kaynağı: Mecnûn’un Çobanı (Hayâlî Bey)
| Özgün Beyit (Arap Harfli) | Transkripsiyon ve Şair | Vezin | Günümüz Türkçesiyle Açıklama |
|—|—|—|—|
| ايدوب در پوست مجنونى كچيرمش دوست يانندن
وفا أئينى اوكرن كونل ليلى چوبانندن | Edip der-post Mecnûn’u geçirmiş dost yanından
Vefâ âyinini öğren gönül Leylî çobanından
Hayâlî Bey | Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün | Çoban, Mecnûn’un postunu içine alarak dostunun yanından geçirmiş. Ey gönül! Vefanın nasıl bir şey olduğunu sen Leylâ’nın çobanından öğren. |
İzah ve Açıklama
Hayâlî Bey’in bu beyti, vefa kavramına dair alışılmadık ve çarpıcı bir bakış açısı sunar. Klasik edebiyatta Leylâ ve Mecnûn, ilahi aşkın ve sonsuz vefanın sembolleridir. Ancak Hayâlî, vefanın doruk noktasını Mecnûn’da değil, Leylâ’nın adsız çobanında bulur. Hikâyeye göre çoban, Mecnûn’un derisinden yapılmış postunu (eski bir eşyasını veya kalıntısını) dahi dostunun yanından (muhtemelen Leylâ’dan) esirgememiş, ona ulaştırmıştır.
Hikmeti ve İbreti: Beyit, vefanın sadece büyük aşıkların kalbinde değil, en sıradan görünen insanda ve en küçük jestte de bulunabileceğini gösterir. Gerçek vefa, bir beklenti olmadan, sadece sevgi ve dostluk uğruna gösterilen fedakârlıkta yatar. Gönlümüzü, sadece Mecnûn’un tutkusuna değil, çobanın sessiz ve samimi sadakatine çevirmemiz gerektiğini hatırlatır. Bu, edebî bir açıdan, ikinci karakterler üzerinden derin anlamlar yapma yeteneğinin de güzel bir örneğidir.
2. Dünyanın Faniliği: Çıplak Gelen Çıplak Gider (Hatâyî)
| Özgün Beyit (Arap Harfli) | Transkripsiyon ve Şair | Vezin | Günümüz Türkçesiyle Açıklama |
|—|—|—|—|
| اكر درويش اكر مير و سلاطين
بو بش كون دنياده مهمان دكلى
جهانه عشق ايله عريان كلنلر
كيدنده هم يينه عريان دكلى | Eğer derviş eğer mîr ü selâtîn
Bu beş gün dünyâda mihmân değil mi
Cihâna aşk ile üryân gelenler
Gidende hem yine üryân değil mi
Hatâyî | Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Fe‘ûlün | Derviş, reis, sultan da olsan, bu beş günlük dünyada misafir değil misin? Bu dünyaya hiçbir varlığa sahip olmadan çıplak bir şekilde gelen insanlar, ahirete yine yanlarına hiçbir şey almadan çıplak bir şekilde gitmeyecekler mi? |
İzah ve Açıklama
Şah İsmail Hatâyî’ye ait olan bu beyit, tasavvufî düşüncenin temel taşlarından biri olan dünyanın faniliği (fenâ) temasını işler. Hayat, sadece beş günlük bir misafirlik olarak görülür. Makam, mevki, zenginlik (mîr ü selâtîn) ile manevi yolun yolcusu (derviş) arasında bu fanilik karşısında bir fark yoktur.
Hikmeti ve Düşündürücülüğü: İnsan, dünyaya çıplak (üryân) gelir ve buradan ayrılırken de yine çıplak gider. Bu, malın, mülkün, şöhretin ve dünyevi bağlılıkların geçiciliğini vurgulayan güçlü bir imgedir. Beyit, okuyucuyu, ölüme götürülemeyecek geçici hevesler yerine, sadece ruhun ve aşkın (ilahi aşk) kalıcı olduğunu idrak etmeye davet eder.
3. Hakikatin İdrakı: Ne Senin Ne Benim (Fuzûlî)
| Özgün Beyit (Arap Harfli) | Transkripsiyon ve Şair | Vezin | Günümüz Türkçesiyle Açıklama |
|—|—|—|—|
| جانى جانان ديامش ويرمك اولماز اى دل
نه نزاع ايليم اول نه سنكدر نه بنم | Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ‘ eyleyelim ol ne senindir ne benim
Fuzûlî | Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün | Ey gönül! Maddi varlığımız olan canı, canan almak istemiş, vermemek olmaz. Tartışıp anlaşmazlığa düşmeye gerek yok. Çünkü hakikatte o can ne senindir ne de benim. |
İzah ve Açıklama
Aşk ve ıstırap şairi Fuzûlî’nin bu beyti, Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) düşüncesine gönderme yapar. Cânân (sevgili, yani mutlak hakikat, Yaratıcı) insanın cânını (can, ruh, hayat) talep etmiştir. Şair, buna itiraz etmenin anlamsızlığını belirtir.
Hikmeti ve Edebi Gücü: Beytin zirvesi son mısradır: “Ne tartışma çıkaralım, o ne senindir ne benim.” Bu ifade, yalnızca ölüm karşısındaki acziyeti değil, aynı zamanda insanın varoluşunun emanet olduğu gerçeğini de vurgular. Bize ait sandığımız can ve varlık, aslında sahibine (Cânân’a) aittir. Bu idrak, hem dünya malı üzerindeki mülkiyet iddialarının hem de hayatın kendisi üzerindeki kibriyetin boşluğunu gösterir. Canı seve seve, rıza ile teslim etme erdemine davet eder.
4. Vefalı Gam: Sevgiliden Daha Sadık Izdırap (Şâh Tahmasb)
| Özgün Beyit (Arap Harfli) | Transkripsiyon ve Şair | Vezin | Günümüz Türkçesiyle Açıklama |
|—|—|—|—|
| گرچه سن كتدك حبيبم دلدن كمك
اى وفاسز دلبرم سندن وفاليش كمك | Gerçi sen gitdin habîbim gitmedi dilden gamın
Ey vefâsız dilberim senden vefâlıymış gamın
Şâh Tahmasb | Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün | Gerçi sen gittin sevgili, fakat gönlümden gamın türlü gitmedi. Ey vefasız dilberim! Gamın senden daha vefalıymış. |
İzah ve Açıklama
Safevî Hükümdarı Şâh Tahmasb’a atfedilen bu beyit, klasik şiirde sıkça rastlanan “rakip vefalı” temasının çarpıcı bir varyasyonunu sunar. Sevgili (habîb) gitmiştir ve bu haliyle vefasızdır. Ancak onun geride bıraktığı gam (hüzün, keder, ıstırap) şairin gönlünden zerre kadar ayrılmamıştır.
Hikmeti ve Edebi Gücü: Şair, acının ve hüznün, sevgilinin kendisinden daha vefalı olduğunu ilan ederek, bir zıtlık oluşturur. Bu, edebî bir sanattır. Acı, bir varlık gibi kişileştirilir ve sevgilinin terk edişine karşılık, gönülde kalma sadakatini gösterir. Sevginin oluşturduğu ıstırap (gam), artık sevgilinin yerine geçerek şairin tek ve daimi yoldaşı haline gelmiştir. Bu durum, aşkın bitse de acısının kalıcı olduğunu ve bu kalıcılığın bir tür vefa olarak anlaşıldığını gösteren derin bir psikolojik ve edebi ifadedir.
5. Tevbenin Kolaylığı: Allah Demenin Bereketi (Süleyman Çelebi)
| Özgün Beyit (Arap Harfli) | Transkripsiyon ve Şair | Vezin | Günümüz Türkçesiyle Açıklama |
|—|—|—|—|
| بركز الله ديسه عشق ايله لسان
دوكولور جمله كناه مثلالله خزان | Bir kez Allâh dese aşk ile lisân
Dökülür cümle günâh mîsl-i hazân
Süleymân Çelebi | Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün | Dil bir kez aşk ile Allah dese, sonbaharda yaprakların savrulup dökülmesi gibi insanlardan da günahlar dökülür gider. |
İzah ve Açıklama
Mevlid’in müellifi Süleymân Çelebi’ye ait olan bu beyit, tevbe ve zaman (Allah’ı anma) kavramlarının önemini en sade ve etkili biçimde anlatır. Günahların affedilmesi için uzun ritüellere değil, gönülden, aşk ile söylenen tek bir söze ihtiyaç vardır: Allah.
Hikmeti ve İbreti: Beyit, ilahi merhametin sınırsızlığını ve affediciliğini vurgular. Günahların dökülüşü, sonbaharda yaprakların dökülmesine (mîsl-i hazân) benzetilir. Bu doğal, hızlı ve engellenemez bir süreçtir. Bu benzetme, tevbenin ne denli kolay ve erişilebilir olduğunu, samimiyetin yeterli olduğunu gösterir. Bütün günahlar, bir anda ve kolaylıkla silinir. Bu, okuyucuya umut veren ve Allah’a yönelmeyi teşvik eden, ibret dolu ve düşündürücü bir maneviyat dersidir.
Makale Özeti
Bu makalede incelenen beş berceste beyit; Hayâlî Bey’in Vefayı Mecnûn’un çobanında buluşu, Hatâyî’nin dünyanın bir Misafirlik olduğu ve her şeyin fani olduğu hakikatini vurgulayışı, Fuzûlî’nin Canın Emanet oluşu ve mülkiyet tartışmasının boşluğu, Şâh Tahmasb’ın Gamın Vefası ile acıyı dahi bir dosta dönüştürüşü ve Süleymân Çelebi’nin Aşk ile Zikirin günahları sonbahar yaprakları gibi döktüğü yönündeki derin inancını ortaya koymaktadır. Her bir beyit, kendi içinde bir konuyu ayrı ayrı ele alırken, beşinin birleşimi insanın varoluş yolculuğunu; aşk, sadakat, fanilik, sahiplik ve ilahi merhamet eksenlerinde ele alan bütünlüklü, edebi ve hikmetli bir düşünce manzumesi sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 32 —

BERCESTE VE İZAHI – 32 —

Bu makalede, Doğu edebiyatının ve düşünce tarihinin zirve isimlerinden Şeyh Gâlib, Hz. Mevlânâ, Ziyâ Paşa ve Lâedrî’ye ait olan ve insanın kâinatla, dinle, nefsle ve hakikatle olan karmaşık ilişkisini ele alan beş farklı beyiti derinlemesine inceleyeceğiz. Her bir beyit, kendi içinde büyük bir hikmeti barındırarak okuyucuya manevi bir yolculuk ve düşündürücü bir perspektif sunmaktadır.
1. Teslimiyet ve Takdir: Şeyh Gâlib’den Kader Bilinci
İlk olarak, Şeyh Gâlib’in derin bir tevekkül ve teslimiyet dusuncesini dile getiren beyti ve izahı:
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| تدبيري ترك ايله تقدير خداّندر | Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındır | Ey insan! Sen aldığın tedbirlerle asla bel bağlama. Başına her ne gelirse Allah’tandır. |
| سن يوقسون او بنكلر هب وهم و كانلدر | Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır | Hakk’a büyük bir teslimiyetle bağlı olan kullarda benlik olmaz, onlar hep senin zannındır. |
| برددن بره يول عشقي بو تحفه بولاندر | Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır | Sen aşkı birden bire bulmaya bak. Bu aşk hediyesi ancak bulanındır. |
| دورت اولان درن ارباب صفالدر | Devrân olalı devrân erbâb-ı safânındır | Devran devran olalı safa ehli olan âşıklarındır. |
| عا شقلده كدر نيلرغم خلق جهاندر | Âşıkda keder n’eyler gam halk-ı cihânındır | Âşıkta dünyevî gailelerden doğan bir dert, keder olmaz. Bu sıkıntılar avam içindir. |
| قوعا قدحي الدن سوز بير مغاندر | Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır | Sen kadehini sakın elinden bırakma. Söz, Allah Teâlâ’nın tecellîlerine mazhar olan kâmil insanındır. |
Derinlemesine İnceleme
Şeyh Gâlib, bu beyitleriyle tasavvufi düşüncenin temel taşı olan tevekkül ve teslimiyet kavramlarını en edebi biçimde işler. İlk mısra, insanın cüzi iradesiyle yaptığı tedbirin sınırlarını çizerek nihai hüküm ve takdirin Allah’a (Hudâ) ait olduğunu vurgular. İnsana düşen, elinden geleni yaptıktan sonra neticeyi yaratıcısına havale etmektir. Aksi takdirde, tedbire aşırı güvenmek bir tür kibir ve vehme (kuruntuya) dönüşebilir.
İkinci mısra, ‘Sen yoksun’ diyerek vücûd-ı mutlak karşısındaki insan benliğinin (ene) ne kadar hiç olduğunu belirtir. Kişinin kendi varlığını ve yaptıklarını ön plana çıkarması, yalnızca bir “vehm ü gümân” (kuruntu ve şüphe) ibarettir. Gerçek varoluş, benliğin ortadan kalktığı fenâ mertebesinde başlar.
Beyit, aşkı anîden bulanların bu tuhfeye (hediyeye) layık olduğunu söylerken, ilahi aşkın akılla, planla değil, bir lütuf olarak kalbe doğduğunu işaret eder. Bu aşkı taşıyan, safa ehli olan âşıklar ise dünya derdinden, kederinden azade olmuşlardır. Çünkü onların kalbi, bütün cihanın derdini içine alan İlahi Aşk ile meşguldür. Son mısra, “pîr-i mugânın” (meyhane piri/mürşidi kâmil) sözüne uyarak kadehi (aşk ve marifet dolu gönül) elden bırakmamayı tavsiye eder. Bu, kesintisiz bir hâl ve zikir içinde kalma öğüdüdür. Gâlib’in bu tavsiyesi, insanın kâmil insan mertebesine ulaşabilmesi için gerekli olan sürekli manevi uyanıklık ve teslimiyeti öğütler.
2. Aşkın Maddi Kaynakları: Ziyâ Paşa’dan Sosyal Eleştiri
İkinci mısrada, Tanzimat döneminin önemli şairi Ziyâ Paşa’nın toplumsal değer yargılarını eleştiren meşhur beyti yer alır.
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| إيمان ايله دين آنجه در ارباب غناده | Îmân ile dîn akçedir erbâb-ı gınâda | Zengin insanlar için din, iman gibi konular gerektiğinde kullanılmak üzere duran geçerli bir akçe gibidir. |
| ناموس و حيت سوزى قالدى فقراراده | Nâmûs u hamiyyet sözü kaldı fukarâda | Namus, haysiyet gibi yüce duygular fakirlerde kaldı. |
Derinlemesine İnceleme
Ziyâ Paşa, bu hiciv dolu beyitlerinde, dönemin içtimaî ahlak çöküntüsünü ve sınıfi adaletsizliği sert bir dille eleştirir. Şair, maddi zenginliğin (erbâb-ı gınâ) manevi değerlerin önüne geçtiği bir toplum portresi çizer.
“Îmân ile dîn akçedir erbâb-ı gınâda” mısrası, zengin sınıfın dini ve imanı, ihtiyaç duyduklarında kullanmaktan çekinmeyecekleri bir meta (akçe/para) olarak gördüğünü ifade eder. Yani din, hakiki bir inanç veya hayat biçimi olmaktan çıkmış, sosyal statüyü korumak, ticari ilişkileri düzenlemek veya eleştirilerden kaçınmak için gerektiğinde piyasaya sürülen bir araç haline gelmiştir. Bu, Ziyâ Paşa’nın ikiyüzlülüğe yaptığı en keskin atıftır.
Buna karşılık, “Nâmûs u hamiyyet sözü kaldı fukarâda” dizesiyle, namus (ahlaki temizlik, iffet) ve hamiyyet (ulusal onur, haysiyet) gibi yüksek insani erdemlerin sadece fakir (fukarâ) ve yoksul kesimde kaldığını belirtir. Zenginliğin getirdiği güç ve imtiyaz, bu zümrenin ahlaki hassasiyetlerini köreltirken, fakirler için sahip oldukları tek değer, haysiyetleri ve namuslarıdır. Paşa, bu beyit ile paranın ve gücün yozlaştırıcı etkisine dikkat çekerek, gerçek ahlakın maddi varlıktan bağımsız, hatta maddi yoksunlukta daha saf bir biçimde korunduğuna dair derin bir sosyal bakış sunar. Bu, Tanzimat aydınlarının toplumu ayna tutma çabalarının en çarpıcı örneklerindendir.
3. Beden ve Can Çatışması: Hz. Mevlânâ’dan Nefis Terbiyesi
Üçüncü beyit, tasavvuf ve irfan ehlinin en büyük ismi Hz. Mevlânâ’ya ait olup, ruh (can) ve beden (nefis) arasındaki ebedi mücadeleyi simgesel bir dille anlatır.
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| خردن تن مانع اين خردن است | Horden-i ten mâni’-i în hordenest | Sadece bedenin yiyip içiyor olması, manevi yemeğe manidir. |
| جان چو بازرگان و تن چون رهزن است | Cân çü bâzergân u ten çün reh-zenest | Can tacirdir, bedense yol kesen bir haydut gibidir. |
Derinlemesine İnceleme
Hz. Mevlânâ, bu Farsça beyitlerinde, insanın iki temel boyutu olan ruh (cân) ve madde (ten) arasındaki ilişkiyi alegorik bir anlatımla ortaya koyar.
İlk mısra, bedenin (nefsin) maddi zevklere olan düşkünlüğünün (horden-i ten), ruhun manevi gıdasını (în hordenest) almasına engel olduğunu belirtir. Yani nefsin doymak bilmez arzuları, kalbin Allah ile olan irtibatını, yani manevi zenginleşmeyi engeller. Dünya lezzetlerine dalmak, ahiret yolculuğunda ruhun aç kalmasına neden olur.
İkinci mısrada bu çatışma, çarpıcı bir metaforla açıklanır: Can (ruh) bir bâzergân (tacir), ten (beden) ise bir reh-zen (yol kesen haydut) gibidir.
* Bâzergân (Can): Ruh, bu dünyaya manevi sermayesini (imân, ibadet, ahlak) artırmak için gelmiş bir tacirdir. Amacı, ahiret pazarına değerli mallarla ulaşmak, yani ebedi saadeti kazanmaktır.
* Reh-zen (Ten): Beden ise bu tacirin yolunu kesen, sermayesini (ömrünü ve sağlığını) çalan bir hayduttur. Bedenin aşırıya kaçan şehvetleri, tembelliği, dünyevi lezzet peşinde koşması, ruhun asıl ticaretini yapmasını engeller ve onu manevi iflasa sürükler.
Mevlânâ, bu beyitle nefis terbiyesinin zorunluluğunu ve dünya hayatının bir imtihan olduğu gerçeğini hatırlatır. İnsanı kâmil eden yol, tacir olan ruhun, haydut olan bedene boyun eğmek yerine onu kontrol altına almasıyla mümkündür.
4. İki Cihanda Murâd: Lâedrî’den Şefaat Ümidi
Dördüncü metinde, şairinin belli olmadığı (Lâedrî) bir beyit ile Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e duyulan derin bağlılık ve şefaat ümidi dile getirilir.
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| بنم ايكى جهان ايجره مرادم اول خداوندر | Benim iki cihân içre murâdım ol Hudâdandır | Ben hem dünyada hem de ahirette muradımı Allah Teâlâ’dan isterim. |
| اميدم روز محشرده محمد مصطفاوندر | Ümîdim rûz-ı mahşerde Muhammed Mustafâ’dandır | Bütün insanların dünyada yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah’ın huzurunda toplandıkları mahşer gününde Muhammed Mustafa’nın bana şefaat edeceğini ümit ediyorum. |
Derinlemesine İnceleme
Bu naif ve içten beyit, İslam inancının merkezinde yer alan iki temel dayanağı özetler: Tevhid (Allah’a yönelme) ve Şefaat (Peygambere bağlılık).
İlk mısra, “Benim iki cihân içre murâdım ol Hudâdandır,” diyerek şairin tevhid inancındaki kesinliğini gösterir. Şair, hem dünya (bu cihân) hem de ahiret (iki cihânın tamamı) için ne isterse, dilek ve maksadının kaynağının yalnızca Allah Teâlâ olduğunu beyan eder. Bu, İslâmî bir hayat felsefesinin temelidir: Her türlü isteği ve ihtiyacı doğrudan Yaratıcıdan talep etmek.
İkinci mısra, “Ümîdim rûz-ı mahşerde Muhammed Mustafâ’dandır,” ifadesiyle bu tevhidin yanında büyük bir ümit kapısını açar. Rûz-ı mahşer (kıyamet günü) herkesin hesaba çekileceği o zorlu günde, şairin tek ümidi, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nın kendisine şefaat etmesidir. Şefaat inancı, Peygamber’in Allah katındaki yüce mertebesine olan güvenin ve ona duyulan sevginin bir yansımasıdır. Bu beyit, müminin Allah’tan istemenin ve Peygamberin yardımına sığınmanın denklemini kurarak, ruhaniyat ve teslimiyetin en güzel birleşimi sunar. Bu, Osmanlı ve divan şiirinde yaygın olan Naat (Peygamberi öven şiir) geleneğinin bir parçasıdır ve büyük bir teselli kaynağıdır.
5. Mübarek Ayak İzi: Lâedrî’den Peygamber Aşkı ve Kutsallık
Son beyit, yine Lâedrî’ye ait olup, Peygamber Efendimiz’in yeryüzündeki varlığının kutsallığını tasavvufi bir derinlikle anlatır.
İktibas
| Arap Harfli Metin | Osmanlı Türkçesi (Harf Çevirisi) | İzah ve Açıklama |
|—|—|—|
| باصماسه مبارك قدمك روى زمينه | Basmasa mübârek kademin rûy-i zemîne | Eğer mübarek ayağın yeryüzüne basmasaydı, |
| پاك ايتمز ايدي كيمسينى خاك ايله تيمم | Pâk etmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm | Toprakla alınan teyemmüm abdesti kimseyi temiz bir hâle getirmezdi. |
Derinlemesine İnceleme
Bu beyit, Peygamber sevgisini (Aşk-ı Nebevî) ve onun fiziki varlığının dahi kâinata kattığı manevi değeri en çarpıcı biçimde dile getirir. Beyit, fıkhi bir mesele olan Teyemmüm (su bulunmadığında toprakla alınan abdest) üzerinden manevi bir anlam katmanı oluşturur.
Teyemmüm, toprak veya toprak cinsi bir madde ile abdest almayı sağlayan, İslam hukukunda temizliği ve ibadeti mümkün kılan bir ruhsattır. Normalde toprak (hâk) temizleyici bir unsur olarak görülmez; ancak dinî emirle bu özelliğe sahip kılınmıştır.
Şairin iddiası şudur: “Eğer Peygamberin mübarek ayağı (kadem) yeryüzüne (rûy-i zemîne) basmasaydı, o toprak hiçbir kimseyi teyemmüm yoluyla temizleyemezdi.” Bu ifade, Peygamber Efendimiz’in bedeninin ve onun temas ettiği her şeyin (bu durumda yeryüzü toprağının) kutsallığına vurgu yapar. Toprak, Peygamber’in varlığı ve ayak izlerinin bereketi sayesinde manevi bir temizleyici güç kazanmıştır.
Bu, sadece bir teyemmüm yorumu değil, aynı zamanda Peygamber’in “Rahmeten lil-âlemîn” (âlemlere rahmet) oluşunun tasavvufi bir tefsiridir. Onun varlığı, maddi olanı manevi olarak arındıran, kirli olanı paklayan bir kaynaktır. Beyit, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kâinatın yaratılış sebebi ve en büyük bereketi olduğu inancını edebi ve güçlü bir şekilde özetler.
Makale Özeti
Bu makale, Şeyh Gâlib, Ziyâ Paşa, Hz. Mevlânâ ve Lâedrî’nin beş seçkin beyti üzerinden Doğu irfanının temel konularını incelemiştir:
* Şeyh Gâlib, tedbirin ötesinde İlahi Takdire Teslimiyet’i ve dünya kaygılarından arınmış Âşıkların Safası’nı ele alarak kâmil insan olmanın yolunu gösterir.
* Ziyâ Paşa, Din ve Namus gibi yüksek erdemlerin zenginler için bir araç (akçe) haline geldiğini, gerçek ahlaki değerlerin ise fakir kesimde kaldığını söyleyerek toplumsal yozlaşmaya ayna tutar.
* Hz. Mevlânâ, Canı Tacire, Bedeni Hayduta benzeterek, maddi arzuların (nefsin) ruhun manevi ticaretini engellediği Nefis Terbiyesi mücadelesini metaforik olarak açıklar.
* Lâedrî’ye ait iki beyit ise Peygamber Sevgisi’ni merkezine alır: İlkinde, bütün isteklerin kaynağı olarak Allah gösterilirken, mahşer günündeki tek ümidin Hz. Muhammed’in Şefaati olduğu dile getirilir. İkincisinde ise, yeryüzünü teyemmüm için temiz kılan gücün, Peygamberin Mübarek Ayak İzi’nin bereketi olduğu ifade edilerek manevi kutsallığa derin bir gönderme yapılır.
Makale, bu beyitler aracılığıyla okuyucuyu teslimiyet, ahlak, nefis mücadelesi ve peygamber sevgisi gibi ebedi konular üzerine düşünmeye davet eden, hikmet ve ibret dolu bir manevi yolculuk sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 31 —

BERCESTE VE İZAHI – 31 —

​Her bir beyit, Türk ve İslam edebiyatının derinliklerinden gelen bir ses olup, aşk, ilahi hakikat, kahramanlık ve dostluk gibi evrensel temaları işlemektedir.

​Edebi Mirasın Işığında Beş Beyit: Aşkın Istırabı, Hikmetin Aynası ve Kahramanlığın Sesi

​Bu makale, Klasik Türk ve Fars edebiyatının en seçkin örneklerinden modern Türk şiirine uzanan bir yelpazede, beş farklı şaire ait, aşk, ilahi arayış, fedakârlık ve dostluk temalarını işleyen beş beyitin derinlikli incelemesini sunmaktadır. Her bir beyit, sahibinin ruh halini, dönemin düşünce yapısını ve insana dair evrensel hakikatleri yansıtan birer edebi pırlantadır.

​1. Fuzûlî: Hicranın Ateşinde Vuslat Arzusu

​İktibas ve Açıklama
​Orijinal Metin (Osmanlıca ve Latin Harfleriyle):
​یاندی جانم هجر ایله وصل رخ یار ایستر
دردمندم فرقتم درمان دیدار ایستر
​Yandı canım hicr ile vasl-ı ruh-ı yâr isterem
Derdimend-i firkatem dermân-ı dîdâr isterem
​Şair: Fuzûlî
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Canım ayrılık ateşiyle yandı, sevgilinin yanağına, sevgiliye kavuşmayı istiyorum.
Ayrılıktan dolayı dertliyim, sevgilinin yüzünü görmekle derman bulmak istiyorum.
(Mecnûn, Leylâ öldüğünde onun kabri başında bu beyti okumuştur.)

​İzah ve Açıklama:
Bu beyit, Fuzûlî’nin lirik dehasının ve ızdırap merkezli aşk anlayışının en çarpıcı örneklerindendir. “Hicr” (ayrılık) ve “vasl” (kavuşma) Klasik edebiyatta aşkın iki kutbunu temsil eder. Şair, canının ayrılık ateşiyle yandığını, bu yangının tek ilacının ise “yârın yüzü” (didâr) olduğunu dile getirir.
​Edebi ve Hikmetli Boyut:
Fuzûlî’de aşk, huzur veren bir duygudan ziyade, insanı olgunlaştıran, yakıp eriten bir ateştir. Bu ateşe talip olmak, dünyevi acılardan geçerek ilahi aşka ulaşmanın bir metaforudur. Mecnun’un Leyla’nın kabri başında bu beyti okuması, aşkın ölümü dahi aşan, sonsuz bir bağlılık olduğunu gösterir. Dert (firkat) ve derman (didâr) arasındaki bu tekrar, beşeri aşkın ilahi aşka dönüşümünün, yani insanın kâmil insan olma yolculuğunun sembolüdür. Istırap çekmek, âşığın en yüce mertebesidir, zira dert, onu sevgiliye yakın tutan yegâne bağdır.

​2. Mîslî: Boşa Geçen Ömrün Pişmanlığı ve Yeni Yöneliş

​İktibas ve Açıklama
​Orijinal Metin (Osmanlıca ve Latin Harfleriyle):
​بونجه دم بیهوده کچدی قال و قیل ایله نفس
شیمدی بوندن بویله نطقم یاد یار ایتسم کرک
​Bunca dem beyhûde geçti kâl ü kîl ile nefes
Şimdi bundan böyle nutkum yâd-ı yâr etsem gerek
​Şair: Mîslî
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Ey Misli! Hayatım bu zamana kadar boş lâfla, dedi-kodu ile geçti.
Artık bundan böyle sözlerimde sürekli sevgiliden bahsetmeliyim.

​İzah ve Açıklama:
Mîslî’ye ait bu beyit, bir iç hesaplaşma ve yönelme şiiridir. Şair, ömrünün önemli bir kısmını “kâl ü kîl” (boş söz, dedikodu, gereksiz meşguliyetler) ile geçirdiği için pişmanlık duymaktadır. Bu pişmanlık, bir uyanışa ve hayatın kalanını anlamlı bir şeye adamaya, yani “yârı yâd etmeye” (sevgiliyi anmaya) karar vermeye dönüşür.
​İbretli ve Düşündürücü Boyut:
Bu beyitteki “yâr”, hem dünyevi sevgiliyi hem de, daha derin bir anlamda, İlahi Sevgili’yi (Hakk’ı) temsil eder. Beyit, hikmetli bir sorgulamayı barındırır: “Ömür nasıl geçirilmeli?” Şair, asıl görevin boş sözler ve dünyevi çekişmeler yerine, hakikati ve güzelliği (yârı) anmak olduğunu fark etmiştir. Bu, her insanın belli bir yaşta yaşadığı, hayatın anlamını sorgulama ve maneviyata yönelme anının edebi ifadesidir. İbret odur ki, insan ne kadar geç olursa olsun, gafletten uyanıp asıl amacına yönelmelidir.

​3. Mehmet Âkif Ersoy: Şehadetin Yüceliği

​İktibas ve Açıklama
​Orijinal Metin (Osmanlıca ve Latin Harfleriyle):
​ای شهید اوغلی شهید ايسته مه بندن مقبر
سكا آغوشنی آچمیش طوريور پیغمبر
​Ey şehîd oğlu şehîd isteme benden makber
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber
​Şair: Mehmet Âkif Ersoy
Vezin: Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Ey şehit oğlu şehit! Benden senin için bir kabir yapmamı isteme.
Senin kabrin Hz. Peygamber’in kucağıdır. O, ellerini açmış, seni bekliyor.

​İzah ve Açıklama:
İstiklal Şairi Mehmet Âkif Ersoy’a ait bu mısralar, onun İslamcılık ve kahramanlık ideolojisini en güçlü şekilde yansıtan örneklerdendir. Beyit, şehidin dünyevi bir kabre, fani bir anıta ihtiyacı olmadığını vurgular. Şehidin ödülü ve ebedi makamı, bizzat Hz. Peygamber’in (S.A.V.) kucağıdır (âğûşudur).
​Tarihi ve Kahramanlık Boyutu:
Bu şiir, özellikle Çanakkale gibi büyük fedakârlıkların yaşandığı savaş yıllarında, şehitlik mertebesini yüceltmek ve milleti manevi olarak diri tutmak amacıyla yazılmış destansı bir sestir. Mehmet Âkif, mezar taşından, toprak bir kabirden daha yüce bir mertebenin varlığını göstererek, ölümü bir yok oluş değil, ebedi bir başlangıç ve şefaat kapısı olarak resmeder. Bu, ölüm korkusunu yenmek, fedakârlığı kutlu kılmak ve vatan savunmasını en üstün değer haline getirmek için kullanılan edebi bir tekniktir. Şehidin değeri, dünyevi makamlarla ölçülemez; o doğrudan manevi mertebelerin en yükseğine yükselmiştir.

​4. Hz. Mevlânâ: Kendinde Olana Dönüşün Hikmeti

​İktibas ve Açıklama
​Orijinal Metin (Osmanlıca ve Latin Harfleriyle):
​ای نسخه نامه الهی که تویی
و ای آئینه جمال شاهی که تویی
بیرون ز تو نیست هر چه در عالم هست
در خود بطلب هر آنچه خواهی که تویی
​Ey nüshe-i nâme-i ilâhî ki toyî
Vey âyîne-i cemâl-i şâhî ki toyî
Bîrûn zî-to nîst, her çi der-âlem hest
Der-hod be-teleb her ân-çi hâhî ki toyî
​Şair: Hz. Mevlânâ
Vezin: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûl

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​İlâhi kitabın nüshası sensin.
Cenab-ı Hakk’ın cemâline ayna olan sensin.
Âlemde ne varsa senin dışında değildir.
Her neyi istiyorsan onu kendinde ara.

​İzah ve Açıklama:
Bu Farsça rubai, Hz. Mevlânâ’nın tasavvufi hikmetin ve Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) anlayışının özünü damıtır. İnsan, “nâme-i ilâhînin nüshası” ve “cemâl-i şâhînin aynası” olarak tanımlanır. Bu, insanın mikrokozmos olarak makrokozmosu, yani kâinatı ve İlahi tecelliyi içinde barındırdığı anlamına gelir.
​Hikmetli ve Düşündürücü Boyut:
Mevlânâ’nın bu sözü, dışa dönük arayışın beyhudeliğini ilan eder. İnsan, aradığı hakikati, ilmi, aşkı ve hatta Yaratıcı’nın tecellisini kendi dışında değil, kendi içinde aramalıdır. Son mısra, “Der-hod be-teleb her ân-çi hâhî ki toyî” (Her neyi istiyorsan onu kendinde ara), bir hayat hikmeti olarak, insanın kendi özünü keşfetmesi, nefsini arındırması ve benliğinde saklı olan ilahi sırrı açığa çıkarması gerektiğini söyler. Bu, bireyi derin bir iç yolculuğa ve benlik bilincine davet eden en büyük tasavvufi düsturlardan biridir.

​5. Lâedrî: Dostluk ve Mutluluğun Formülü

​İktibas ve Açıklama
​Orijinal Metin (Osmanlıca ve Latin Harfleriyle):
​جهانده جنت المأوى موافق یاریله همدمدو
مخالف شخصه یار دوشمك بو عالمده جهنمدو
​Cihânda Cennetü’l-Me’vâ muvâfık yârla hem-demdir
Muhâlif şahsa yâr düşmek bu âlemde cehennemdir
​Şair: Lâedrî (Şairi bilinmeyen)
Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Bu dünyada cennet gibi bir hayat yaşamak ancak uygun bir dostla mümkündür.
İnsanın, gönlünü tam olarak anlamayan, müşterek hissiata sahip olmayan birisiyle birlikte yaşamak zorunda kalması bu dünyada cehennem yaşaması demektir.

​İzah ve Açıklama:
Bu beyit, Lâedrî (şairi belli olmayan) olarak kaydedilmiş olmasına rağmen, Klasik Türk Edebiyatının toplumsal hikmet anlayışını yansıtır. Beyit, mutluluğun ve huzurun formülünü basitçe uyumlu bir eş veya dost (muvâfık yâr) ile birlikte olmakta bulur.
​İbretli ve Toplumsal Boyut:
Beyit, mutluluğun dış dünyada, zenginlikte veya şöhrette değil; insanın en yakın ilişkisinin kalitesinde yattığına dikkat çeker. “Muvâfık yârla hem-dem olmak” (uygun dostla bir arada olmak), dünyayı adeta Cennetü’l-Me’vâ’ya (barınılacak cennet) çevirir. Tersi durumda, yani “muhâlif şahsa yâr düşmek” (uyumsuz biriyle ilişki kurmak) ise hayatı cehenneme çevirir. Bu, ilişki kurarken gösterilmesi gereken basiretin ve uyumun hayat kalitesi üzerindeki belirleyici rolünü anlatan, günümüzde dahi geçerliliğini koruyan ibret verici bir derstir. İlişkiler, ya cennetin huzurunu ya da cehennemin ıstırabını beraberinde getirir.

​Makalenin Özeti

​Bu beş beyit, insan ruhunun temel arayışlarını ve deneyimlerini özetler: Fuzûlî, aşkın acı veren yakıcılığını ve ilahi vuslat arzusunu dile getirirken; Mîslî, boş geçirilen zamana dair pişmanlığı ve hayatın kalanını maneviyata adama kararını sunar. Mehmet Âkif Ersoy, şehadeti en yüce mertebe olarak kutlayarak, fani dünyadan ebediyete geçişin ulviyetini vurgular. Hz. Mevlânâ, hakikatin dışta değil, insanın kendi özünde aranması gerektiğini öğreterek bir benlik bilinci hikmeti sunar. Son olarak Lâedrî beyiti, dünyevi mutluluğun en temel şartı olarak, uyumlu bir dost/eş ile kurulan ilişkinin hayati önemini ve bu ilişkinin yokluğunun getirdiği ıstırabı ortaya koyar.
​Bu seçkin beyitler, farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda yazılmış olsalar da, hepsi insanın aşk, varoluş anlam, fedakârlık ve huzur arayışının evrensel dilini konuşmakta ve okuyucusunu derin bir tefekküre davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
07/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 30 —

BERCESTE VE İZAHI – 30 —

Berceste Beyitlerin Derinliklerinde: Varoluş, Tevazu, Hakikat ve Aşkın Sırları

​Edebiyat tarihimizin süzgecinden damıtılarak günümüze ulaşan berceste beyitler, sadece birer şiir mısrası değil; aynı zamanda asırların tecrübesini, irfanını ve derin düşüncesini iki mısra arasına sığdıran hikmet pınarlarıdır. Taşlıcalı Yahyâ’dan Şeyh Gâlib’e, Âşık Yûnus’tan Şeyyâd Hamza’ya uzanan bu değerli mısralar, insana, kâinata ve Hakikat’e dair bütün bir bakış açısı sunar. Her biri ayrı bir konuya ışık tutsa da, hepsi varoluşun temel meselelerinde birleşerek, okuyucuyu hem tarihî hem de mânevî bir yolculuğa davet eder. Bu makalede, omuzlarında taşıdıkları büyük anlam yüküyle bizi düşündüren beş berceste beyiti, kendi konusu içerisinde genişçe ele alacağız.

​1. Varoluşun Çıplak Hakikati ve Fani Dünya Macerası (Taşlıcalı Yahyâ)

​İktibas:
• ​Âdemoğlu âleme uryân gelir uryân gider
• ​Nâle vü efgân ile giryân gelir giryân gider
​İzah ve Açıklama (Birebir İktibas):
İnsanoğlu bu dünyaya çıplak gelir ve dünyadan yine çıplak olarak gider. Acı ve ıstırap ile ağlayarak dünyaya gözlerini açar. Yine ağlayarak bu dünyadan gider.
​Genişçe Ele Alınışı (Hikmetli ve İbretli):
Taşlıcalı Yahyâ, bu beytinde insan hayatının başlangıcını ve sonunu yalın bir hakikatle özetler: Çıplak gelip çıplak gitmek. Dünyalık tüm unvanlar, servetler ve mevkiler, hayatın sonunda üzerimizden sıyrılan birer elbiseden farksızdır. Bu, dünya hayatına haddinden fazla bağlanmanın anlamsızlığını vurgulayan en çarpıcı ibretli derslerden biridir. İnsan, doğumda ve ölümde aynı acziyetle, “ağlayarak” (giryân) gelir ve gider. İlk nefesi bir çığlık (nâle vü efgân), son nefesi ise tüm vedaların hüznünü taşıyan derin bir ahdır. Beyit, fânîliğin kabulüyle birlikte, hayatı bir emanet olarak görme bilincini yerleştirir. Mesele, bu iki ağlama arasındaki süreçte elde edilen geçici zenginlikler değil; ruhun ve kalbin çıplak olarak Hak divanına sunulacak hazırlığıdır.

​2. Tevazunun Sırrı ve Rahmetin Kapısı (Lâedrî)

​İktibas:
• ​Neşv ü nemâ bulamaz düşmeyicek hâke nebât
• ​Mütevâzı’ olanı rahmet-i Rahmân büyütür
​İzah ve Açıklama (Birebir İktibas):
Bir bitki, henüz tohum hâlindeyken tevazu ile toprağa düşmedikçe gelişip büyüyemez. Zira, alçakgönüllü olanı Allah’ın rahmeti büyütür.
​Genişçe Ele Alınışı (Düşündürücü ve Hikmetli):
Bu hikmetli beyit, kâinattaki bir kanunu, mânevî bir ilke ile birleştirir. Bir tohumun filizlenebilmesi için, önce katı ve gururlu yapısından vazgeçip toprağın karanlığına boyun eğmesi (tevazu ile düşmesi) gerekir. Tohum kendini feda etmeden yeşerme ve büyüme (neşv ü nemâ) imkânı bulamaz. Bu, insan için de geçerlidir. Yükseklenmenin sırrı, alçalmakta gizlidir. Alçakgönüllü (mütevâzı’) olan kişi, kibir perdesini kaldırır ve İlâhî rahmetin (rahmet-i Rahmân) onu büyütmesine, geliştirmesine izin verir. Bitkiler aleminden alınan bu metafor, bireyin manevi yolculuğunda egoyu terk etme, nefsini terbiye etme zorunluluğunu en çarpıcı şekilde ortaya koyar. Tevazu, zayıflık değil, kemalete ulaşmanın anahtarıdır.

​3. Gafletten Uyanmak ve Hak Divanındaki Hesap (Âşık Yûnus)

​İktibas:
• ​Gaflet ile Hakk’ı buldum diyenler
• ​Er yarın Hak dîvânında bell’olur
• ​Âhiret tedârikin gördüm diyenler
• ​Er yarın Hak dîvânında bell’olur
​İzah ve Açıklama (Birebir İktibas):
Gaflet içerisinde yüzerken “Ben Hakk’ı buldum.” diyenler. Gerçek er Allah’ın huzuruna çıkınca belli olur. “Âhiret için hazırlığım var, gerekli amelleri yaptım.” diyenler. Gerçek er Allah’ın huzuruna çıkınca belli olur.
​Genişçe Ele Alınışı (Düşündürücü ve İbretli):
Âşık Yûnus, dinî ve mânevî iddiaların ciddiyetini vurgularken, yüzeysel dindarlığın ve gafletin tehlikesine dikkat çeker. Bu beyitler, söz ile eylemin, iddia ile ispatın ayrımını yapar. “Hakk’ı buldum” ya da “âhiret tedâriğimi gördüm” gibi büyük sözler söyleyenler, bu sözlerinin doğruluğunu ancak Hak Dîvânı’nda, yani Yüce Yargı Günü’nde ispat edebileceklerdir. O gün, gerçek “er” (yiğit, kâmil insan) ile kendini aldatanlar birbirinden ayrılacaktır. Amel defterleri açıldığında, dünya hayatında gösterilen gösterişli çabalar değil, kalpteki samimiyet ve fiiliyatta gösterilen sâlih amellerin kıymeti belli olur. Bu, insanı kendi iç hesaplaşmasına davet eden, düşündürücü bir uyarıdır: Önemli olan, bugün ne söylediğimiz değil, yarın hesap günü neyi gösterebileceğimizdir.

​4. Bütün Kainatın Tek Ölçütü: Nebevi Sünnet (Şeyyâd Hamza)
​İktibas:

• ​Ay u güneş yedi yıldız seni över kamu düpdüz
• ​Senin sözünden ayruk söz hatâdır yâ Resûlallâh
​İzah ve Açıklama (Birebir İktibas):
Ay, güneş, yedi yıldız ve diğer her şey daima seni över. Ey Allah’ın resulü! Senin sünnetinden ve seni anmanın dışında konuşulan her söz hatadır.
​Genişçe Ele Alınışı (Edebi ve Tarihi):
Bu beyit, Divan Edebiyatımızın köklü ve tarihi bir türü olan Na’t geleneğinin en güzel örneklerindendir. Şeyyâd Hamza, kozmik bir manzara çizerek, Ay’ın, Güneş’in ve tüm yıldızların (yedi yıldız, yedi kat semaya gönderme) bile Hz. Muhammed’i (s.a.v) övdüğünü belirtir. Bu, Peygamberin sadece insanlık için değil, tüm kâinatın nizamı için bir rahmet kaynağı olduğunun mistik bir ifadesidir. Beytin ikinci mısrası ise hakikati ve doğru yolu tayin eden kesin ölçüyü koyar: “Senin sözünden ayruk söz hatâdır yâ Resûlallâh.” Peygamberin sözünden ve sünnetinden sapmanın, doğru yoldan çıkış olduğu, yanlış (hatâ) olduğu net bir şekilde ifade edilir. Bu, hem edebi bir derinlik hem de İslâm düşüncesinde Sünnet’in merkeziyetini vurgulayan güçlü bir inanç beyanıdır.

​5. Kalpteki İlahi Emanet ve Aşkın Sırrı (Şeyh Gâlib)

​İktibas:
• ​Çâk eyleyemem sînemi her dilbere zîrâ
• ​Sultânıma â’id bir emânet var içinde
​İzah ve Açıklama (Birebir İktibas):
Ben, her güzele gönlümü açıp gösteremem; zira onun içinde sultanıma ait bir emanet var.
​Genişçe Ele Alınışı (Edebi ve Mistik):
Osmanlı’nın son büyük divan şairi Şeyh Gâlib’in bu edebi beyti, Tasavvufî Aşk (Aşk-ı İlâhî) anlayışının zirvesidir. Şairin “gönül” (sîne), sıradan bir duygu merkezi değil, İlâhî bir sırrın muhafaza edildiği kutsal bir mekândır. “Dilber,” zahirde sevgili anlamına gelse de, Gâlib’in lisanında asıl maksat, geçici dünya güzelleri değil, bu güzelliklerin kaynağıdır. Şair, her göğsü açıp gösterememesinin (çâk eyleyemem) sebebini açıklar: Kalbinde, mutlak güzellik ve kudret sahibi olan Sultan’a (Allah’a) ait bir emanet bulunmaktadır. Bu emanet, ruhun özü, ilâhî aşkın tohumu veya bizzat Allah’ın sırrı olabilir. Bu, gönlün ne denli kıymetli olduğunu, dünya heveslerinden korunması gerektiğini ve gerçek aşkın ancak tek bir kaynağa yönelebileceğini anlatan derin ve mistik bir bakış açısıdır.

​Sonuç

​Taşlıcalı Yahyâ’nın fânîlik uyarısı, Lâedrî’nin tevazu erdemi, Âşık Yûnus’un samimiyet çağrısı, Şeyyâd Hamza’nın nebevî hakikat ölçüsü ve Şeyh Gâlib’in gönüldeki ilâhî sırrı, bir araya gelerek uyumlu ve bütünlük içinde bir varoluş manifestosu sunar. Bu beyitler, bize sadece edebî lezzet sunmakla kalmaz; aynı zamanda hayatın başlangıcını ve sonunu (Yahya), yolda büyüme şeklimizi (Lâedrî), varış noktasındaki gerçek değerimizi (Yûnus), rehberimizi (Hamza) ve kalbimizin nihai adresini (Gâlib) gösterir. Klasik Türk Edebiyatı’nın bu nadide örnekleri, asırlar sonra bile insanı kendi derinliğiyle yüzleştiren, eskimeyen bir bilgelik hazinesidir.

​Özet

​Bu makalede, Klasik Türk Edebiyatı’nın beş değerli berceste beyiti, iktibas ve izah edilerek, hikmetli, edebi, tarihi, ibretli ve düşündürücü yönleriyle incelenmiştir. Taşlıcalı Yahyâ’nın beyti, insanın dünyaya çıplak gelip çıplak gidişinin fânîliğini ve hayatın bir ıstırap tekrarı olduğunu vurgulayarak ibret dersi verir. Lâedrî’nin mısraları, tohum metaforuyla alçakgönüllülüğün (tevazu) ilahi rahmetle büyümenin (neşv ü nemâ) temel şartı olduğunu gösteren hikmetli bir prensip sunar. Âşık Yûnus, gaflet içerisindeki iddialı sözlerin geçersizliğini belirterek, gerçek değerin ancak Hak Dîvânı’nda amellerle ortaya çıkacağını beyan ederek düşündürücü bir ikazda bulunur. Şeyyâd Hamza’nın Na’tı, Ay’dan Güneş’e bütün kâinatın Hz. Peygamber’i övdüğünü belirtir ve Nebevi Söz’ün mutlak hakikat ölçüsü olduğunu koyarak tarihi ve edebi bir kıstası öne sürer. Son olarak Şeyh Gâlib’in beyti, gönlün sıradan aşklara açılmaması gereken, Sultana (Allah’a) ait bir emaneti taşıdığı mistik ve edebi derinliği ortaya koyar. Bu beyitler, insana varoluş, tevazu, hakikat ve aşk yolculuğunda uyum ve bütünlük içinde bir rehberlik sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

İSRAİL’İN TECRİDİ: ZULMÜN SON PERDESİ VE GAZZE’NİN ZAFERİ

İSRAİL’İN TECRİDİ: ZULMÜN SON PERDESİ VE GAZZE’NİN ZAFERİ

İsrail dünyadan tecrid ediliyor.
Her yerden kovuluyor.
Dünyada dolaşacak yüzleri kalmadı.
Türkiye’den İsrâil’in yanında savaşmaya giden 4 bin İsraillinin Türkiye’de de, dünyanın hiçbir yerinde de yeri yok.
Maskeler düştü, gerçek yüz ortaya çıktı.
İsrail sadece Gazze’de degil, dünyada kaybetti.
Bitti.
İnsanlığı gitti.
Allah’ın seçkinler değil, kovulmuşlari oldular.
Her milletten nefret kazandılar.
Menfur bir millet oldular.
Gidecekleri yerleri kalmadı, bir daha zillet damgasını yediler.
İsrail güvenini tam kaybetti.
Dünyanın en güvensiz ülkesi ilan edildi.
Zulmün en karanlık hali, işte İsrail Zulmü.
Yetmiş yıllık İsrail zulmünden Gazze’den daha çok dünya kurtuldu.
Kurtaran Gazze’nin duruşu, izzeti ve imanı oldu.
Gazze israilin zulüm zincirini kırdı, kurduğu boyunduruğu çözdü.

********

Tarih bazen susar, bazen haykırır.
Ve bugün, tarih haykırıyor:
“Zulümle abad olunmaz!”
İsrail, bir zamanlar “seçilmişlik” iddiasıyla çıktığı yolda, insanlığın dışına düşerek kendi eliyle kendini mahkûm etti. Gazze’de akan kan, sadece mazlumun değil, zalimlerin maskesini de çıkarıp attı. Her şey apaçık oldu artık.

🌍 DÜNYA TECRİDİ VE TARİHÎ HÜKÜM

Artık hiçbir yerde tutunamıyor İsrail.
Ne diplomatik sofralarda bir sandalyesi kaldı,
ne vicdanlarda bir yeri,
ne de mazlumların dualarında bir adı.
Birleşmiş Milletler kürsüsünde bile soğuk bir sessizlikle karşılanıyor.
Avrupa şehirlerinde protestolar, üniversitelerde boykotlar, ticaret yollarında ambargolar…
İsrail’in yalnızlığı derinleşiyor.
“Seçilmiş millet” söylemi, “menfur millet” gerçeğine dönüşüyor.
Kur’ân, bu hâli asırlar öncesinden haber veriyordu:
“Böylece onların üzerine alçaklık ve aşağılık damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar.”
(Bakara Sûresi, 61. âyet)
O damga bugün yeniden okunuyor.
Zilletin adı artık İsrail oldu.

⚔️ MASKELERİN DÜŞÜŞÜ VE 4 BİN YÜZSÜZ

Bugün Türkiye’den gidip İsrail saflarında savaşan 4 bin kişinin maskesi düştü.
Kimin kim olduğu, kimden yana durduğu artık belli.
Bu sadece bir savaş değil, imanla inkârın, insanlıkla vahşetin ayrışmasıdır.
Kendini Türk zanneden ama kalbini siyonizme satan bu güruh,
tarihin en büyük utancını taşıyacak.
Ne bu topraklarda,
ne dünyanın hiçbir yerinde artık bir yer bulamayacaklar.
Çünkü ihanet, en ağır yalnızlıktır.

🕊️ GAZZE: DİRENİŞİN VE İZZETİN MİHENGİ

Gazze…
Küçük bir şehir ama büyük bir şeref.
Taşla tankı durdurdu, sabırla zulmü yıktı.
Onun direnişi sadece İsrail’in zincirini kırmadı;
tüm dünyanın boynuna vurulmuş sessizlik zincirini de çözdü.
Gazze, ümmete yeniden izzet, iman ve onur öğretti.
“Biz rızık için değil, rıza için yaşarız.” diyen bir nesil yetiştirdi.
Onlar kaybederek kazandılar;
İsrail ise kazandıkça kaybetti.

⚖️ ZULMÜN EN KARANLIK HALİ VE ALLAH’IN KANUNU

İsrail, zulmün karanlığında boğuluyor.
Gazze’yi yıkarken, kendi ruhunu yıktı.
Çocukları öldürürken, geleceğini öldürdü.
Mabetleri yıkarken, merhameti yok etti.
Ama Allah’ın bir kanunu vardır:
“Zalimler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bileceklerdir.”
(Şuarâ Sûresi, 227. âyet)
İşte o inkılâbın başlangıcındayız.
İsrail artık güvenin, adaletin ve insanlığın mezar taşıdır.

🕯️ SONUÇ: ZİLLETİN SON PERDESİ

Yetmiş yıldır dünyaya korku salan bir yapı,
şimdi korkunun kendisi oldu.
Gazze kazandı; çünkü bu durum imanını ve imanları arttırdı.
İsrail kaybetti; çünkü kaybedeceği her şeyi dünyalığa bağlamıştı.
Artık hiçbir pasaport, hiçbir propaganda, hiçbir güç
bu tecridi kaldıramaz.
Çünkü bu, insanlığın hükmüdür:
Zalim, sonunda kendi zulmünde boğulur.
Tarih yazdı: Gazze izzetle direndi,
İsrail zilletle çöktü.
Ve artık biliyoruz:
“Zulüm payidar olamaz.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

SAPI BİZDEN PASLI BALTA

SAPI BİZDEN PASLI BALTA

Evet maalesef, Sapı bizden paslı balta.
İsrailde bulunan 4 bin çift pasaportlu Türk vatandaşı
Kripto.
Hain.
İpsiz, sapsız takımı.
Kripto hainler bizde.
Burada darbe yapıyor, başörtüsünü yasaklıyor ve dine yani İslamiyete düşman.
Kıbrısa gidiyor, orada da ihanetini sürdürüp, başörtüsüne düşmanlığını devam ettiriyor.
İsraile gidip Sumud filosundakilere eziyet ediyor, Gazze’deki Müslümanları öldürüyor.
Batıya da gitse orayı da İslam’ın aleyhine yönlendiriyor.
Tam bir münafık yapı.
Gizli dinsiz komite.
Mason komitesi.
İçimizdeki Truva atları

*****

İçimizdeki Truva Atları ve Kripto Hainlerin Tarih Boyunca Bitmeyen İhaneti

Tarih, kimi zaman dış düşmanların değil, içimizde saklanan gizli ellerin, “bizden görünen” hainlerin kaleminden yazılmıştır.
Her çağın kendi “Truva Atı” olmuştur. Görünüşte bizim olan, dilimizle konuşan, aynı sofrada oturan, aynı bayrak altında nefes alan… ama kalbi başka yöne atan o paslı baltalar…
Sapı bizden, başı düşmandan kesilmiş baltalar!

Bir Baltanın Hikmeti

Bilir misiniz? Paslı balta, en çok kendi sahibine zarar verir. Çünkü sapı bizdendir; elin kuvvetiyle kendi kökünü keser.
Bugün Filistin’de, Gazze’de akan kanın bir kısmı, sadece dışarıdan gelen mermilerin değil; içeriden gönderilen ihanetin, paslı baltaların eseridir.
Kudüs’te bir taş yerinden oynasa, gölgesi Ankara’ya düşer.
Zira ihanetin ağı, görünmez bir örgü gibidir — tel tel bizden örülmüş, ama ucu şeytanî merkezlere bağlıdır.

Kriptoların Maskesi

İsrail’de, batının göbeğinde, iki yüzlü bir kimlikle yaşayan binlerce “çift pasaportlu” kimseler…
Onlar sadece birer vatandaş değil, iki dünyalı birer rol oyuncusudur.
Bir yüzü bizimle, bir yüzü düşmanla…
Bir elinde Türk kimliği, diğer elinde ihanet senedi.
Burada başörtüsüne düşmanlık eder, ezanı susturmaya çalışır; orada Gazze’de mazluma kurşun sıkar.
Kıbrıs’a gider, orada da İslam’a kin kusar.
Batıya varır, İslam’ı karalamak için masa başı projelere imza atar.
Hepsinde ortak bir hedef: İslam’ı yeryüzünden silmek.

Masonik Ruhun Gölgeleri

Bu yapı, bir “gizli dinsiz komite”dir.
Bu yapı yani Dinsizlik komitesi, gizli bir surette teşekkül etmiş. Maksadı, İslam’ın nurunu söndürmek, iman hakikatlerini karartmaktır.
Bu komite, bazen kalemle saldırır, bazen kılık değiştirir, bazen de din perdesi altında dinsizliği yayar.
En tehlikelisi budur.
Çünkü düşman yüzünü gösterdiğinde savaş kolaydır; ama dost kılığındaki hainin hançeri sinsice saplanır.

İhanetin Kökü: Kalpsiz Akıl

Bu kripto zihniyet, aklını şeytana kiralamış, kalbini küfre satmıştır.
Ne vicdanı vardır ne de vatan sevgisi.
Onlar için iman bir sembol, menfaat bir dindir.
Dünya onların kıblesi, makam onların mabedidir.
Ve ne acıdır ki; bu virüs, bazen devletin, milletin, hatta ümmetin damarına kadar sızar.
Kökü dışarıda, dalları bizdedir.

Tarihten Ders: Dönmelerin ve Truva Atlarının Sonu

Tarih boyunca, bu sinsi zümre hep vardı:
• Endülüs’ü içerden çökerten dönmeler,
• Osmanlı’yı zayıflatan mason locaları,
• Cumhuriyet’in ilk yıllarında din düşmanlığını “ilericilik” diye pazarlayanlar…
Hepsi aynı soydan, aynı ruhtan, aynı karanlıktan doğmuştur.
Ve her biri sonunda kendi ihanetinin altında kalmıştır.
Zira Allah, “Hile yapanların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 3/54)

Son Uyarı: İhanetin Pasını Temizlemek

Pas, temizlenmedikçe baltayı çürütür.
İçimizdeki kriptolarla, ihanet şebekeleriyle yüzleşmek, sadece bir güvenlik meselesi değil, bir iman meselesidir.
Zira Kur’an buyurur:
“Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük etmekten geri durmazlar.”
(Âl-i İmrân, 3/118 )
Bu ayet, çağlar ötesinden bugüne bir haykırıştır.
Bizim görevimiz; pası kazımak, baltayı temizlemek ve sapı sağlam tutmaktır.
Yoksa kendi elimizle kendi dalımızı keseriz.

Son Söz

Unutmayalım:
İhanet, pas tutmuş baltayla başlar; iman ise o pası kazıyacak iradeyle.
Bugün bize düşen;
dostu dost, düşmanı düşman bilmek,
imanın nuruyla hakikati görmek,
ve sapı bizden olan baltaları tanıyıp kenara atmaktır.
Çünkü tarih bir kez daha yazılıyor…
Ve bu kez ya baltayı temizleyeceğiz,
ya da baltanın önüne düşüp tarihin en acı sayfasına ismimizi yazdıracağız.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

Kur’an’da Tefekkür

Kur’an’da Tefekkür

Kur’an-ı Kerim’de, akıl sahiplerinin göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür etmeleri emredilir. Tefekkür, sadece bir düşünme faaliyeti değil, aynı zamanda idrak etme, ibret alma ve iman bağını kuvvetlendirme vesilesidir. Yüce Allah, kâinattaki muazzam düzeni, gecenin gündüze, gündüzün geceye dönüşümünü, yaratılışın inceliklerini ve varlıkların işleyişini, tefekkür edenler için birer ayet (delil) olarak sunar.
İnsan, bu kâinat kitabını tefekkür nazarıyla okudukça, her şeyin bir hikmetle ve gayeyle yaratıldığını anlar. Bu idrak, fani olan dünyaya olan bağlılığı azaltır ve kalbi, ebedi olana yönlendirir.
İşte tefekkür kavramının Kur’an’daki yeri ve önemi hakkında bir ayet:
> “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler. (Ve derler ki): Ey Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.” (Âl-i İmrân, 3/190-191)
>
Risale-i Nur’da Tefekkür

Risale-i Nur Külliyatı, Kur’an’ın bu tefekkür emrini asrın idrakine sunar. Üstad Bediüzzaman Said Nursî, tefekkürü imanî bir ders ve manevi bir terakki aracı olarak anlatır. O’na göre, sadece ilimle kuru bir bilgi elde etmek yerine, manevi bir yolculuk olan tefekkür ile kalbi ve ruhu nurlandırmak elzemdir.
Tıpkı, kâinattan Halıkını soran bir seyyahın müşahedatı, gibi.
Bir hadiste;bir saatlik tefekkürün bir senelik nafile ibadetten daha hayırlı olduğu, ifade edilir.
Bu, kuru bir tefekkürden ziyade, imanı kuvvetlendiren ve marifete ulaştıran bir tefekkürdür.
>
Kelime Tahlili: Tefekkür ve İhtiva Ettikleri

Tefekkür kelimesi, f-k-r kökünden türemiştir. Fikr kelimesi, bir şeyin hakikatini idrak etmek için akıl yürütme, düşünme anlamına gelir. Tefekkür ise, bu düşünme faaliyetini daha derin ve etraflı bir şekilde, neticeye ulaşma gayesiyle yapmayı ifade eder. Bu, sadece bir anlık düşünce değil, bir süreçtir.
Türkçe’deki karşılıklarından olan ‘düşünme’ kelimesiyle kıyaslandığında, tefekkür kelimesi daha derin, gayeli ve maneviyatla bağlantılı bir muhtevayı ihtiva eder. Bu kelime, sadece zihinsel bir aktiviteyi değil, aynı zamanda kalbî bir yönelişi de belirtir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

SADECE İŞGALCİ İSRAİL Mİ ?

SADECE İŞGALCİ İSRAİL Mİ ?
YA ORTAKLARI ?

İşgalci sadece israil mi?
Elbette değil.
Başta ABD her türlü silah, para, ordu ve devlet olarak öldürmesi için maddi manevi desteği sağlamıştır.
Hatta savaşın devam edip durmaması ve israilin öldürmesi için veto hakkını kullanmış, savaşın bitmesini istememiştir.
Diğer İngiltere, Almanya gibi Avrupa ülkeleri de aynı şekilde devlet olarak her türlü desteği vermişlerdir.
Böylece İsrail, ABD ve batı devlet olarak top yükün işgale ortaktırlar.
Hiroşimaya atılan bombaların en az 13 katı bombalama bulunmuş, 680 bin insanın ölümüne sebep olmuş, 20 binden fazla çocuk ve Gazze’nin % 90 kadarı harabeye dönmüştür.
Dünya tarihinde işgalin en dehşetli hali yaşanmıştır.
Tüm failler sorgulanmalı ve ağır bir şekilde cezalandırılıp, tazminata çarptırılmalıdır..

******

İstatistikler: Son ~2 Yılda Gazze’de Yaşanan Yıkım
• Can kayıpları, yaralanmalar
• Gazze Sağlık Bakanlığı verilerine göre, savaş nedeniyle on binlerce kişi öldü; yüz binlerce kişi yaralandı.
• Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar arasında ölüm ve yaralanmalar oranı çok yüksek.
• Bina ve altyapı zararları
• Yaklaşık 360.000 yapı Gazze’de ya tamamen tahrip edilmiş ya da kısmen zarar görmüş durumda.
• Sivil altyapının (evler, okullar, hastaneler, yollar, su ve kanalizasyon ağları vb.) büyük kısmı ya zarar görmüş ya da kullanılamaz hale gelmiş. Örneğin %70’in üzerinde altyapı ciddi zarar görmüş ya da yok edilmiş durumda.
• Sağlık tesislerinin büyük kısmı faaliyetini yitirdi: Hastaneler ve sağlık kuruluşlarının büyük bir kısmı ya hasar aldı ya kapandı.
• Eğitim kurumları da ağır darbe aldı: birçok okul ve üniversite ya yıkıldı ya kullanılamaz hale geldi.
• Ekonomik kayıplar, maliyetler
• Kritik altyapı zararlarının maliyeti ≈ 18,5 milyar USD kadardır (Ekim 2023 — Ocak 2024 dönemi).
• Evlerin, kamu hizmetlerinin (su, sağlık, eğitim) ve ticari / sanayi binalarının zarar oranları, toplam maliyet içinde büyük pay almakta. Konut hasarı maliyetin yaklaşık %70+’ini oluşturuyor.
• Hayat koşulları, temel hizmetlerin çöküşü
• Su, kanalizasyon, elektrik altyapıları büyük zarar gördü; su ve sanitasyon sistemleri neredeyse çökme noktasına geldi.
• Doktor, ilaç, tıbbi malzeme eksikliği; sağlık hizmetleri sınırlı çalışıyor.
• Okullar kapanmış durumda ya da kullanılamaz durumda. Çocukların eğitime erişimi büyük ölçüde engellenmiş.
• Çevre ve uzun vadeli etkiler
• Tahminen 26 milyon ton enkaz ve yıkıntı oluşmuş durumda (raporlara göre bu rakam daha da yüksek olabilir).
• Doğal Hayat alanları ve tarım alanları zarar görmüş, su ve toprak kirliliği riski artmış durumda.
• Ekonomik gerileme, işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmış durumda. UNCTAD raporu gibi kaynaklar, Gazze ekonomisinin yıllara yayılan onarımlar ve yatırımlar olmadan eski haline dönmesinin çok uzun süreceğini belirtiyor.

******

Her zulüm karanlığında bir ışık vardır; her yıkımın karşısında bir yeniden doğuş umudu vardır. Ancak Gazze’de yaşananlar, yalnızca siyasi bir hesaplaşma değil, insanlığın kendisiyle olan sınavıdır. İnsanların evsiz kaldığı, çocukların geleceklerinden mahrum bırakıldığı, ibadethanelerin, okulların, hastanelerin harabe haline geldiği bir coğrafyada “insan olmak” yeniden düşünülmelidir.

Tarihi ve Hikmetli Perspektif

İnsanlık tarihi, işgal, savaş, zulüm tablolarıyla doludur. Musa’nın Fir’avn karşısındaki mücadelesi, Ashab-ı Kehf’in zulüm altında sabrı, Karun’un kibri ve halkına zulmü… Bu örnekler bizlere gösterir ki adalet; sözle değil, fiille; er ya da geç; dünyada ya da ahirette tecelli eder.
Kur’an’ın bir âyetinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah, zalimlere zulmetmez; insanlar kendi nefslerine zulmederler.” (Âl-i İmrân, 3/182)
Bu âyet bize öğretir ki zulmün yükü önce yapanadır; fakat zulme uğrayanların sabrı, diriliş umudunun ışığıdır. Zulüm karşısında susmak değil, hakkı söylemek esastır.

Gazze’de Yaşananlar: İnsanlık Onuru Üzerine Bir İtirafname

Evler sadece duvar değildir; içinde hayat, umut, çocuk kahkahaları, dua yankıları saklıdır. Bir okul yıkıldığında, yalnız bir bina değil; geleceğe açılan pencere kapanır. Bir hastane harap olduğunda, yalnızca binalar değil; acı çığlıkları duyulamayan çocukların, annelerin, yaralıların umutları yok olur.
• Bir evin enkazında yatan çocuk, belki de bir öyküyü tamamlayamadan koparılmıştır.
• Bir annenin susan duası, artık hiçbir kulak duymayacak kadar sessizdir; çünkü ses, bombanın gölgesinde boğulmuştur.
• Bir sokağın harabeleri, insanın yönünü kaybettiği yerde yalnızlığın resmi gibidir.

Hukukî ve Ahlakî Sorumluluk

Her ulus, devlet ve kişi; yaptığı eylemlerle ölçülür. Uluslararası hukuk, savaş hukuku, insani hukuk şu hususları emreder:
• Sivil halkın korunması; ev, okul, hastane gibi yerlerin hedef alınmaması.
• Yardımın, sağlık hizmetlerinin, temiz suyun, barınmanın sağlanması.
• Zulüm ve haksızlığın, devletlerin eylemlerinin hesap vermesi; uluslararası mekanizmalarca soruşturulması.

İbret ve Umut

Her karanlık gecenin sabahı vardır. Gazze’de düşmanlıklarla, barikatlarla, bombalarla yerle bir edilen şehirlerin altında kalan umut, yeniden filizlenmeye hazırdır.
• Direniş, sadece silahla değil; insanlığı yaşatma, çocuğun gülüşünü geri getirme çabasında beden bulur.
• Barış, yıkılan evlerin yerine yeniden inşa edilecek evlerle başlayacak; eğitimin yeniden canlandığı sınıflarla; hastanenin kapısının yeniden açık kaldığı günlerle yeşerecek.

Sonuç

İşgalci yalnızca görünen cephede değildir; işgalci zulmün kaynağına ses çıkarmayan, göz yuman, vicdanı susturan her ferdin içinde de vardır.
Gazze’de yaşananlar, zulüm değildir yalnızca; insanlıktan kopuşun da bir göstergesidir. Bu tablo karşısında sessiz kalmak mümkün değil: hakikati söylemek, failleri teşhir etmek, mazlumun sesi olmak iman gereğidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 11th, 2025

BERCESTE VE İZAHI – 29 —

BERCESTE VE İZAHI – 29 —

Beş Beyitlik Bir Ayna: Aşk, Tövbe, Değişim, Ayrılık ve Hakikat Yolu
Edebiyatın ve irfanın süzgecinden damıtılmış, asırlar ötesinden seslenen berceste beyitler, birer ayna işi görür; hem söylendiği dönemi hem de ebedî insanlık hallerini yansıtır. Sunulan beş kıymetli beyit, Divan şiirinin zenginliğini, tasavvufî derinliğini ve hayatın temel meselelerine olan asil yaklaşımını gözler önüne sermektedir. Bu beyitler; Aşkın Hasreti, Vazgeçişin Büyüklüğü, Değişimin Zorunluluğu, Pişmanlık ve Tövbe ile Gönlün Aydınlığı temaları etrafında birleşerek, kâmil bir insan olmanın yol haritasını çizer.
I. Fuzûlî: Aşkın Habercisi ve Hasretin Dili
(Görsel 173’ten İktibas)
| Eski Yazı (Osmanlıca) | Yeni Yazı (Transkripsiyon) | Vezin (Aruz) |
|—|—|—|
| صبا كوينه ددلرك نه در افتاده لر حالى | Sabâ kuyında dildârın nedir üftâdeler hâli | Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün |
| بزم يردن كليرسك بر خبر وير آشنا لردن | Bizim yerden gelirsen bir haber vir âşinâlardan | Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün |
Anlamı (Şerh):
Ey sevgilinin semtinden esen sabah rüzgârı (sabâ)! Sevgilinin mahallesinde (kuyında) düşkün âşıkların (üftâdeler) hâli nedir? Eğer bizim bulunduğumuz bu yerden (ayrılık diyârından) oraya, sevgilinin diyarına gidersen, dostlarımızdan (âşinâlardan) bize bir haber getir.
İzah ve Yorum:
Fuzûlî’nin bu beyti, aşkî hasretin ve gurbette kalmışlığın en zarif ifadelerindendir. Şair, modern iletişimin yokluğunda bile varlığı ile coğrafyalar arası bir köprü kuran sabâ rüzgârını adeta bir ulak (haberci) kabul eder. Bu rüzgâr, sevgiliye ve sevgiliyi çevreleyen dostlara duyulan derin özlemin taşıyıcısıdır. Buradaki “bizim yer”, âşığın ayrılık ve elem çektiği mekânı; “dildârın kuyı” ise manevî huzurun, vuslatın ve hakikatin bulunduğu semti temsil eder. Beyit, sadece beşerî bir aşkı değil, aynı zamanda Hak yolunda çile çeken dervişin, mâşuk-ı hakikîye duyduğu sonsuz iştiyakı da fısıldar. Âşık, kendi hâlini anlatmak yerine, sevgilinin etrafındakilerin (hakikat yolundaki derttaşlarının) hâlini sorarak, dolaylı yoldan kendi perişanlığının dile gelmesini sağlar.
II. Lâedrî: Karşılıksız Aşkın ve Kısmetin Acısı
(Görsel 174’ten İktibas)
| Eski Yazı (Osmanlıca) | Yeni Yazı (Transkripsiyon) | Vezin (Aruz) |
|—|—|—|
| كول كول ديدى بلبل كله كل كوله دى كيتدى | Gül gül dedi bülbül güle gül gülmedi gitdi | Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün |
| بلبل كله كل بلبله يار اولمادى كيتدى | Bülbül güle gül bülbüle yâr olmadı gitdi | Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün |
Anlamı (Şerh):
Bülbül (âşık), Gül’e (mâşuk) “Gül, gül!” diye yalvardı, ama Gül ona gülümsemedi ve gitti. (Sonunda) Bülbül, Gül’e; Gül de Bülbül’e yâr (dost, sevgili) olamadı ve ayrıldılar.
İzah ve Yorum:
Lâedrî (şairi bilinmeyen) bu beyit, Divan şiirinin klasik metafor çifti olan Gül-Bülbül üzerinden karşılıksız sevginin, tek taraflı bağlılığın ve nasipsizliğin acısını anlatır. Bülbül’ün feryadı (Gül’e “gül” demesi), onun büyük aşkının ve vuslat arzusunun ifadesidir. Ancak Gül’ün kayıtsızlığı (gülmemesi), mâşukun nazını, erişilmezliğini ve aşkın imkânsızlığını simgeler. Beytin en acı kısmı, aradaki uyumsuzluğun ve karşılıksızlığın ebedîleşmesidir: “yâr olmadı gitdi.” Bu, kader, kısmet ve nasipsizlik temalarını hatırlatır. Bazen en derin aşklar bile, ilahî takdir gereği karşılık bulmaz ve bu ayrılık, bülbülün ebedî feryadına (şiirine) sebep olur. Bu hikâye, insan hayatındaki gerçekleşememiş idealleri ve kırık gönülleri temsil eder.
III. Ayaşlı Muallim Şâkir: Kalp Kıblesindeki Yüce Değişim
(Görsel 177’den İktibas)
| Eski Yazı (Osmanlıca) | Yeni Yazı (Transkripsiyon) | Vezin (Aruz) |
|—|—|—|
| بوزولمش بزم ياران چشنى مى دكشـمشدر | Bozulmuş bezm-i yârân çeşnî-i mey değişmiştir | Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün |
| طربكاه جهانده نغمه ى هى هى دكشـمشدر | Tarabgâh-ı cihânda nağme-i hey hey değişmiştir | Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün |
| بوكون بنجه خلاصه قبله ى قلبم محمد له | Bugün bence hülâsa kıble-i kalbim Muhammed’le | Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün |
| خداى لم يزلدن ماعدا هر شي دكشـمشدر | Hüdâ-yı Lem-yezel’den mâ‘adâ her şey değişmiştir | Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün |
Anlamı (Şerh):
Dost meclisi (bezm-i yârân) dağılmış, şarap (aşk şarabının) tadı değişmiştir. Cihanın eğlence yeri (tarabgâh-ı cihân) olan dünyada bile neş’e nağmeleri değişmiştir. Kısacası, bugün benim için kalp kıblesi Hazret-i Muhammed (s.a.v.) ile; ezelî ve daimi olan Allah’tan (Hüdâ-yı Lem-yezel’den) başka her şey değişmiştir.
İzah ve Yorum:
Bu kıta, Ayaşlı Muallim Şâkir Efendi’nin hayatındaki büyük bir manevî dönüşümü (tebeddülü) anlatan, tasavvufî ve dramatik açıdan en güçlü beyitlerdendir. İlk iki mısra, şairin eski dünyasını, zevk ve eğlenceye (mecazî veya hakikî anlamda) dayalı hayat tarzını anlatır ve bu dünyanın artık bozulduğunu, tadının kalmadığını bildirir. Ancak asıl vurgu son iki mısradadır: Dünya zevklerinin geçiciliğini idrak eden şair, mutlak ve kalıcı bir merkeze yönelmiştir. “Kıble-i kalbim Muhammed’le” ifadesi, O’nu Rehber-i Kâmil (Kâmil Mürşid) olarak kabul etmenin, nefsin arzu ve isteklerinden sıyrılıp Sünnet-i Seniyye yoluna girmenin sembolüdür. Son mısra ise bu dönüşümün nihai sonucudur: Allah’ın (Hüdâ-yı Lem-yezel) ezelî ve ebedî varlığından başka, hayata dair ne varsa, tüm öncelikleri ve değer yargıları kökten değişmiştir. Bu, fenâdan bekâya geçişin, dünyevî olandan uhrevî olana yönelişin ilanıdır.
IV. Veysel Öksüz: Gönül Karanlığı ve Neş’esizlik
(Görsel 497’den İktibas)
| Eski Yazı (Osmanlıca) | Yeni Yazı (Transkripsiyon) | Vezin (Aruz) |
|—|—|—|
| بر قارانلق ير بو عالم آفتابك اولمادن | Bir karanlık yer bu âlem âfitâbın olmadan | Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün |
| دلده غم كروانى واركن نشئه مهمان اولمابيور | Dilde gam kervânı varken neş’e mihmân olmuyor | Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün |
Anlamı (Şerh):
Ey Sevgili! Eğer senin güneşe (âfitâb) benzeyen yüzün olmasa, bu dünya karanlık bir yer haline gelir. Gönülde (dil) keder kervanı (gam kervânı) varken, neşe (sevinç), o gönüle misafir (mihmân) olamıyor.
İzah ve Yorum:
Veysel Öksüz’ün bu beyti, aşkın, hayatın ışığı ve kaynağı olduğu fikrini işler. İlk mısra, sevgilinin yüzünü âfitâba (güneşe) benzeterek, onun varlığının âlemi aydınlatan yegâne kaynak olduğunu dile getirir. Sevgili (mâşuk-ı hakikî), aynı zamanda Hakikat’in Nuru olarak anlaşılabilir; bu Nur yoksa, dünya bir zindan, bir karanlık yerdir. İkinci mısra, iç dünyaya odaklanır. “Gam kervânı” metaforu, ardı arkası kesilmeyen, sürekli ve ağır bir hüznü ifade eder. Gönül, bu denli büyük bir keder yüküyle doluyken, neş’e (mutluluk), o gönle huzurla yerleşen bir misafir (mihmân) olamaz. Bu beyit, iç huzurun, dışarıdaki güzellikler (Sevgili’nin Nur’u) ve içerideki ruh hâli (kederin yokluğu) ile mümkün olabileceğini gösterir. Dertle dolan bir gönle, neşe girme izni bulamaz.
V. Abdurrahim-i Merzifoni: Samimi Tövbe ve Pişmanlık
(Görsel 501’den İktibas)
| Eski Yazı (Osmanlıca) | Yeni Yazı (Transkripsiyon) | Vezin (Aruz) |
|—|—|—|
| تو به يا ربى خطا راهنه كيتدكر مه | Tövbe yâ Rabbî hatâ râhına gitdiklerime | Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün |
| بيلوب ايتدكر مه بيلميوب ايتدكر مه | Bilip etdiklerime bilmeyip etdiklerime | Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün |
Anlamı (Şerh):
Ey Rabbim! Hata yoluna (hatâ râhına) gidip yaptıklarıma tövbe ediyorum. Bilerek yaptığım hatalara da, bilmeyerek yaptığım hatalara da tövbe ediyorum.
İzah ve Yorum:
Abdurrahim-i Merzifoni’ye ait bu yalın ve samimi beyit, tevbenin hikmetini özetler. Şair, hayat yolculuğunda düşülen hatâ râhından geri dönüşün, ancak Allah’a sığınmakla mümkün olacağını idrak etmiştir. Beytin gücü, tevbenin kapsamını mutlak olarak genişletmesindedir. “Bilip etdiklerime bilmeyip etdiklerime” ifadesi, pişmanlığın ne denli köklü ve samimi olduğunu gösterir. İnsan, sadece kasıtlı günahlarından değil, unuttuğu, farkında olmadığı veya ilmine ulaşamadığı kusurlarından dolayı da af diler. Bu, Kul hakkı ve Hakkullah’ın tüm veçhelerini kuşatan, ihlaslı ve kapsayıcı bir teslimiyettir. Beyit, her ne kadar hata yaparsa yapsın, Allah’ın rahmetinin kulun günahından daha büyük olduğunu bilen bir müminin gönül huzurunu ve ümidini yansıtır.
Makale Özeti
Bu beş beyit, aşkın, ayrılığın, değişimin, kederin ve nihayet tevbenin dairesinde, kâmil insan olma yolculuğunun temel duraklarını işaret eder. Fuzûlî’nin sabâ rüzgârından haber beklemesi, sevgiliye duyulan sonsuz hasreti anlatır. Lâedrî’nin Gül-Bülbül hikâyesi, nasipsizliğin ve karşılıksız aşkın insanın ruhunda açtığı derin yarayı gösterir. Ayaşlı Muallim Şâkir, bu dünyevî zevklerin boşluğunu idrak ederek kalbin kıblesini Hz. Muhammed’e (s.a.v.) çevirmekte ve mutlak manevî değişimi ilan etmektedir. Veysel Öksüz ise, iç huzurun yalnızca Sevgili’nin (Hakikat’in) nuruyla mümkün olduğunu, aksi takdirde gönülde keder kervanı varken neşenin misafir olamayacağını vurgular. Son olarak Abdurrahim-i Merzifoni’nin samimi tövbesi, insanın fânî yolculuğundaki hatalarından, ister bilerek ister bilmeyerek olsun, mutlak bir teslimiyetle arınma isteğini dile getirir. Bu beyitler, insanın aşkla başlayıp, acıyla olgunlaşan, büyük bir dönüşümle Hakikate yönelen ve daima tevbeyle temizlenen irfan yolculuğunun özlü bir haritasıdır.
Makalenin Özeti:
Beş farklı şaire ait bu beyitler, insan-ı kâmil olma yolculuğunun temel aşamalarını ve ruh hallerini beş ana tema etrafında birleştirir: Aşkî Hasret (Fuzûlî), Karşılıksızlık ve Kısmet (Lâedrî), Manevî Dönüşüm ve Kıble (Ayaşlı Muallim Şâkir), Gönül Karanlığı ve Nur İhtiyacı (Veysel Öksüz) ve Kapsamlı Tövbe ve Teslimiyet (Abdurrahim-i Merzifoni). Beyitler, dünyevî zevklerin geçiciliğini ve kalp kırıklıklarını (Gül-Bülbül), bu gelip geçici hallerden sonra kalbi ebedî olana (Hz. Muhammed ve Allah) yönlendirmenin elzemiyetini ve nihayet bu yolda yapılan her türlü hatadan (bilinçli veya bilinçsiz) tövbe ile arınma gerekliliğini vurgular. Özünde bu beyitler, aşk, ibret, değişim ve teslimiyet ile örülmüş, evrensel bir irfan dersi sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025

 

Loading

No ResponsesEkim 10th, 2025