Avrupa’dan kalkıp Tunus’ta coşkuyla karşılanan gemiler, aslında sadece fiziki bir abluka kırma girişimi değil, ümmetin ve vicdan sahibi insanların bir araya geldiğini gösteren sembolik bir mesaj.
Sumud kavramı (sebat, sarsılmaz irade), Filistinlilerin yarım asırdır işgale karşı ortaya koyduğu en güçlü duruş.
İsrail’in Katliam ve İşgal Stratejisi
Çok katlı binaların hedef alınması, sadece askeri değil; toplumsal hafızayı, aile yapısını ve şehir hayatını yok etme girişimidir.
“Cehennemin kapıları açıldı” gibi tehditler, psikolojik savaşın bir parçası.
Hamas’ın çıplak yumruk misali direnişi, ümmetin çelik yumruğu vurgusuyla birleşiyor. Bu, Filistin meselesinin artık sadece bölgesel değil küresel bir adalet meselesi olduğunu ortaya koyuyor.
Kültürel ve Siyasi Cephe
Venedik ve Toronto’daki Filistin temalı filmlerin ayakta alkışlanması, dünyanın vicdanının hâlâ canlı olduğuna işaret.
Arjantin’de Milei’nin seçim yenilgisi ve İspanya’nın 9 maddelik ambargosu, İsrail’in uluslararası tecridine işaret ediyor.
ABD ve Batı Dünyasının İkilemi
Trump’ın Yahudi-Hristiyan değerleri söylemi ve damadı Kushner’e Gazze planı hazırlatma girişimi, “barış” adı altında yeni bir sürgün ve demografik mühendislik planı şüphesini doğuruyor.
Microsoft’un verileri İsrail’e aktarması, işin teknolojik boyutunun da bir tür “dijital soykırım” olduğunu gösteriyor.
Halkların Tepkisi
Avustralya, İspanya, Türkiye ve dünyanın dört bir yanında yapılan gösteriler, siyasi elitlerin ötesinde halkların kalbinin Filistin’le olduğunu ortaya koyuyor.
📌 Genel çerçevede şunu söylemek mümkün:
İsrail artık sadece Gazze’yi değil, dünya kamuoyunu da kaybediyor. Dünyanın dört bir yanında sanatçılar, siyasetçiler, halk kitleleri ve hatta devletler tepkilerini koymaya başladı.
Bundan sonrası için iki ana eksen beliriyor:
Bir yanda Filistin direnişi, Sumud ruhu ve ümmetin çelik yumruğu.
Öte yanda ise İsrail’in hem askeri hem ideolojik olarak duvara sıkışmış hali.
İlahi Teveccüh ve İnsanların Teveccühü Arasındaki Fark
Hakiki değerin ve itibarın kaynağı neresidir? İnsanların beğenisi mi, yoksa ilahi rıza ve teveccüh mü? Bu soru, asırlar boyunca hikmet ve dinin temel meselelerinden biri olmuştur. İlk metinde yer alan yazı, bu konuya net ve derinlikli bir bakış açısı sunar.
> “Rıza-yı İlahî ve ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in’ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir şey değildir.” – R. Nur Külliyatı, B. Said Nursi
>
Bu metin, ilahi rızayı, Rahman’ın iltifatını ve Rab’bin kabulünü, insanlığın teveccühünden kat kat üstün bir mertebe olarak tanımlar. İnsanların beğenisi ve takdiri, bu ilahi makama kıyasla bir “zerre” hükmündedir. Bu zerre, varlığını ve değerini, asıl kaynaktan, yani ilahi rahmetin yansımasından alır.
Tarih, bu gerçeği defalarca ispatlamıştır. Yüzyıllarca alkışlanan, övülen nice lider, sanatçı ve düşünür, zamanın süzgecinden geçememiş ve unutulup gitmiştir. Firavunlar, Nemrutlar, Roma imparatorları… Hepsi kendi dönemlerinde insanların hayranlığını kazanmış, ancak ilahi rızadan mahrum kaldıkları için tarihin utanç sayfalarında yerlerini almışlardır. Oysa mütevazı bir yaşam süren, insanlardan fazla itibar görmeyen, ancak hayatını Allah’ın rızasını kazanmaya adayan nice evliya ve alim, vefatlarından sonra bile gönüllerde taht kurmuştur. Onların eserleri, sözleri ve hikmetleri asırlara ışık tutmaya devam etmektedir.
İnsanların beğenisi, fani ve değişkendir. Bugün alkışlayanlar yarın sırtını dönebilir. Bu yüzden gerçek bir teveccüh arayan kişi, gönlünü Allah’a çevirmelidir. İnsanların teveccühü, ancak ilahi rahmetin bir yansıması olarak görüldüğünde anlam kazanır. Eğer bu teveccüh, kişiyi gurur ve kibre sevk ediyorsa, asıl maksattan uzaklaştırıyorsa, o zaman arzu edilecek bir şey değil, aksine bir imtihan vesilesidir. Hakiki mümin, ilahi rahmetin tecellisi olarak kendisine yönelen teveccühe şükreder, ancak kalbini asla bu faniliğe bağlamaz.
Hayatın Değeri ve Vazifelerin En Kıymetlisi
Hayatın anlamı nedir? Niçin yaşarız? İnsanlığın bu en temel sorusu, her devirde farklı cevaplar bulmuştur. Maddiyatı her şeyin üstünde tutanlar, haz peşinde koşanlar ve maneviyatı önceleyenler, hayata dair bambaşka tanımlar yapmıştır.
İkinci metin, bu konuya dair eşsiz bir bakış açısı sunar.
> “Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettar, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir.” – Tarihçe-i Hayat
>
Bu hikmetli söz, öncelikle varlık âlemi içindeki en değerli şeyin hayat olduğunu belirtir. Hayat, sadece nefes alıp vermek değil, Allah’ın bize bahşettiği en büyük emanettir. Bu emanetin kıymetini bilmek, onu en iyi şekilde değerlendirmekle mümkündür.
Hayatın kıymetini anladıktan sonra, bir sonraki aşama vazifelerin en kıymetlisidir. Bu da hayata hizmet etmektir. Hayata hizmet, sadece kendi hayatımızı sürdürmek değil, aynı zamanda başkalarının hayatına dokunmak, onlara faydalı olmak ve tüm canlıların yaşamına saygı duymaktır. Bir hekimin hastalara şifa olması, bir öğretmenin genç beyinleri aydınlatması, bir çiftçinin toprağı bereketlendirmesi bu hizmetin farklı tezahürleridir.
Ancak metin, bu hizmetin de ötesinde, en kıymetli hizmetin ne olduğunu vurgular: fani hayatı baki hayata çevirmek için çabalamak. Bu, basit bir yaşam mücadelesinden manevi bir gayeye yükseliştir. İnsan, bu dünyada geçici bir yolcudur. Sahip olduğu her şey, makam, mal, mülk, hepsi bu fani hayatla sınırlıdır. Oysa asıl ve ebedi olan, ahiret hayatıdır. Bu yüzden en değerli çaba, bu fani hayatı, Allah’ın rızasına uygun amellerle doldurarak baki hayata bir köprü haline getirmektir. Bu anlayış, hayata bambaşka bir anlam ve derinlik kazandırır. Zira yapılan her iş, söylenen her söz, atılan her adım, ebedi bir karşılık bulacaktır.
Kendini Okuma ve Gerçek Kimliği Anlama
İnsan, kendini ne kadar tanıyor? Sadece bir beden ve akıldan ibaret mi, yoksa çok daha derin bir anlam mı taşıyor? Üçüncü metin, bu soruyu kısa ve öz bir şekilde cevaplar.
> “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku…” – Risale-i Nur, Sözler – 687
>
Bu çağrı, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda bir davettir. Kendini “insan” olarak tanımlayan her bireye, kendi varlığının derinliklerine inme, deruni bir yolculuğa çıkma çağrısıdır. Bu, aynaya bakıp fiziksel özelliklerini görmekle sınırlı değildir. Asıl maksat, insanın yaratılışındaki sırları, zaaflarını, potansiyelini ve Yaratan’la olan ilişkisini idrak etmesidir.
Tarih boyunca kendini okuyanlar, büyük dönüşümlere imza atmıştır. Mevlana, içine dönüp kendi varlığındaki evreni keşfettiğinde, “Ne olursan ol yine gel” diyen bir aşk deryasına dönüşmüştür.
Yunus Emre, “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir” diyerek bilginin zirvesinin, insanın kendi özünü tanıması olduğunu vurgulamıştır.
Sokrates “Kendini bil!” demiş ve bu sözüyle batı felsefesinin temelini atmıştır.
Kendini okumak, insana haddini bildirir. Zayıflığını ve acizliğini fark eden kişi, kibre kapılmaz. Gücünün ve yeteneklerinin kaynağının Allah olduğunu anlayan kişi, şükreder. Kendini okuyan bir insan, içindeki iyilik ve kötülük mücadelesini daha net görür. Kendi nefsiyle yüzleşir, hatalarından ders alır ve her geçen gün daha iyi bir insan olmaya gayret eder. Bu okuma, bir ömür sürer ve her anı, yeni bir keşfe gebedir.
Dünyevi Zevklerin Geçiciliği ve Ahirete Hazırlık
İnsan fani dünyaya neden bu kadar düşkün olur? Mal, mülk, evlat, gençlik gibi değerlere neden bu kadar tutkuyla bağlanır?
Dördüncü metin, bu soruların cevabını ibret dolu bir şekilde verir.
> “O kadar sevdiğin mal ve evlat ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.” – Risale-i Nur, Sözler – 28
>
Bu metin, dünya hayatının en cazip unsurlarının, yani mal, evlat, gençlik ve nefsani arzuların geçiciliğini ve fani oluşunu vurgular. İnsan, bu değerlere tutkuyla bağlanır, onları kaybetme korkusuyla yaşar. Ancak zaman, hepsini tek tek alıp götürecektir. Bir gün malını kaybedecek, evladından ayrılacak, gençliği elden gidecek ve nihayetinde hayatı son bulacaktır.
Bu ayrılık, sadece fiziksel bir ayrılık değildir. Metin, asıl dramatik olanı son cümlede ifade eder:
“Günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.” İnsan, bu fani zevklere ulaşmak için işlediği günahların, yaşadığı acıların yükünü omuzlarında taşıyacaktır. Mal hırsıyla kul hakkına giren, evladının geleceği için haram kazanan, gençliğini heva ve heves peşinde zayi eden kişi, bu fani zevklerin kendisinden ayrıldığı anda, onların yol açtığı günahlarla baş başa kalacaktır. Bu, derin bir vicdan azabı ve ahiret azabıdır.
Bu durum, insanı bir kez daha fani ve baki olanı ayırmaya çağırır. Dünya nimetlerinden faydalanmak haram değildir, ancak onlara taparcasına bağlanmak ve ahiret hayatını unutmak büyük bir hatadır. Gerçek akıl, bu geçici zevkleri ebedi saadetin bir aracı olarak kullanmaktır. Gençliğini Allah’a ibadetle, malını zekat ve sadakayla, evladını salih birer kul olarak yetiştirmekle değerlendirenler, bu fani nimetleri baki birer sermayeye dönüştürmüş olurlar.
Hakikatlerin Kıymeti ve Değersiz Ellerdeki Durumu
Son metin, hakikatlerin ne kadar narin ve kıymetli olduğunu, aynı zamanda bu hakikatlerin yanlış ellere düştüğünde nasıl bir değersizliğe maruz kaldığını anlatır.
> “Biçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.” – Risale-i Nur Külliyatı’ndan
>
Hakikatler, Allah’ın kainata serpiştirdiği, yaratılışın ve varlığın sırlarıdır. Onlar, insanlığa doğru yolu gösteren fenerlerdir. Ancak bu fenerlerin ışığı, onları taşıyan ellerin temizliği ve samimiyetiyle doğru orantılıdır.
Bu metin, hakikatlerin kendi başına değerini yitirmediğini, ancak onu taşıyanın niteliği nedeniyle değersizleştiğini söyler. Örneğin, Kur’an gibi ilahi bir hakikat, onun anlamını bilmeyen veya hayatına yansıtmayan birinin elinde sadece bir kağıt ve mürekkep yığınına dönüşür. Hakikati sadece kendi nefsine hizmet etmek için kullanan, onu siyasi çıkarlara alet eden veya ticari bir meta haline getiren kişi, o kutsal hakikati değersizleştirir.
Tarih, bu durumun acı örnekleriyle doludur. Yüzyıllar önce indirilen ilahi kitaplar, onu taşıyan toplumların yanlış ellerine geçtiğinde, tahrif edilmiş, asıl anlamından uzaklaştırılmış ve birer efsaneye dönüşmüştür. Bugün de aynı durumla karşılaşılmaktadır. Manevi değerler, felsefi ilkeler veya bilimsel gerçekler, onları doğru anlamayan, sindiremeyen veya art niyetle kullanan kişiler nedeniyle toplumun gözünde itibarını yitirebilir.
Bu nedenle, hakikatlerin kıymetini korumak, sadece onları bilmekle değil, aynı zamanda onları hakkıyla taşımakla mümkündür. Hakikati samimiyetle, dürüstçe ve fedakarlıkla sahiplenenler, o hakikati yüceltir ve ona değer katarlar. Onlar, hem kendilerini hem de çevrelerini aydınlatır.
Makale Özeti
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden derlenen beş farklı metni ele almıştır. Her bir metin, hayatın farklı bir yönüne ışık tutar ve derin bir hikmet barındırır.
İlk olarak, ilahi rızanın insanların teveccühünden kat kat üstün olduğu vurgulanmıştır. Gerçek itibarın kaynağının fani insanlar değil, baki olan Allah olduğu anlatılmıştır. İnsanların beğenisi, ancak ilahi rahmetin bir yansıması olduğunda kıymetli hale gelir.
İkinci olarak, hayatın varlıklar içindeki en değerli şey olduğu ve vazifelerin en kıymetlisinin ona hizmet etmek olduğu belirtilmiştir. Bu hizmetin zirvesi ise, fani hayatı baki hayata çevirmek için yapılan çabadır.
Üçüncü metinde, insanın en önemli görevinin “kendini okumak” olduğu ifade edilmiştir. Kendini tanıyan, haddini bilen ve potansiyelini keşfeden bir bireyin manevi bir uyanışa erişeceği anlatılmıştır.
Dördüncü olarak, dünyevi zevklerin geçiciliği ele alınmıştır. Mal, evlat ve gençlik gibi değerlerin bir gün elden çıkacağı, ancak onlar uğruna işlenen günahların ve yaşanan acıların baki kalacağı hatırlatılmıştır.
Son olarak, hakikatlerin kıymetinin, onu taşıyanların samimiyeti ve temizliğiyle doğrudan ilişkili olduğu vurgulanmıştır. Değersiz ellere düşen hakikatlerin kendi kıymetini koruyamayacağı ve değersizleşeceği ifade edilmiştir.
Bu metinler, insanı fani olanın peşinden koşmaktan vazgeçirerek, baki olanı hedeflemeye, kendini tanımaya ve hakikatlere sahip çıkmaya çağıran bir bütünlük içindedir.
Gazze sadece küçücük bir toprak parçası değil, ümmetin kalbi, insanlığın vicdanıdır. Bugün orada yükselen ses, sadece bir halkın özgürlük çığlığı değil; ümmetin çelik yumruğu hâline gelmiş bir direnişin sembolüdür.
Sumud: Sebat ve Sarsılmaz İrade
Filistinliler yarım asırdır en ağır işgallere, en zalim kuşatmalara rağmen “sumud” yani sebat kelimesiyle tarihe geçtiler. Sumud Filosu, Tunus’ta coşkuyla karşılandığında aslında sadece abluka kırılmaya çalışılmıyordu; ümmetin parçaları, adalet isteyen halklar ve vicdanlı insanlar bir araya gelerek “Gazze yalnız değil” mesajı veriyordu.
İsrail’in Çöken İmajı
7 Ekim sonrası dünya bir hakikati gördü: “Yenilmez ordu” ve “mükemmel istihbarat” imajı çöktü. Çok katlı binaları hedef almak, çocukları ve sivilleri bombalamak, sadece bir askeri taktik değil; toplumun hafızasını yok etme girişimiydi. Ancak bu katliamlar, Gazze halkının iradesini kıramadı; aksine ümmetin çelik yumruğu daha da sertleşti.
Küresel Vicdanın Uyanışı
Dünyanın dört bir yanında yükselen sesler, İsrail’in yalnızlaştığını gösteriyor.
İspanya’nın 9 maddelik ambargosu,
Arjantin’de İsrail yanlısı Milei’nin seçim yenilgisi,
Venedik ve Toronto’da ayakta alkışlanan Filistin temalı filmler,
Avustralya, Türkiye ve daha nice ülkede meydanları dolduran halk…
Bütün bunlar, Filistin meselesinin artık sadece Ortadoğu’nun değil, insanlığın meselesi olduğunu ilan ediyor.
Sonuç: Gazze Kalptir
Gazze’de direniş, ümmetin kalbinden doğan bir iradenin sembolüdür. Bu kalp attıkça, ümmetin çelik yumruğu dünyaya adalet mesajı vermeye devam edecektir. Çünkü Gazze sadece Gazze değildir; ümmetin şerefi, insanlığın vicdanıdır.
Halifetullah ve Gazze: Meleklerin Endişesinden İlâhî Hikmete
Aziz kardeşlerim,
Kur’ân-ı Hakîm bize büyük bir hakikati haber veriyor:
> “Rabbin meleklere dedi ki: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.
Melekler dediler: Orada fesat çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?
Hâlbuki biz seni tesbih ve takdis ediyoruz.
Allah buyurdu: Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”
(Bakara, 2/30)
Meleklerin bu suali boşuna değildi. Çünkü onlar insanın üç kuvvesini biliyordu: akıl, şehvet ve gadap… Eğer terbiye edilmezse, bu duygular dünyayı kana bulayacaktı. Nitekim insandan önce yaratılan cinlerin çıkardığı fesadı görmüşlerdi. Levh-i Mahfuz’da yazılı mukadderatın işaretlerini de biliyorlardı.
Ama Allah, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu. Yani insanda sadece fesat değil; iman, marifet, ubudiyet ve şefkat gibi melekleri bile geride bırakacak cevherler vardı.
Kardeşlerim,
Tarih bu iki yönü bize defalarca gösterdi. Bir yanda Firavunlar, Nemrutlar, zalimler; diğer yanda Musa’lar, İbrahim’ler, Muhammed Mustafa (asm) ve nice evliyalar, şehitler…
İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya ettikleri cefalar, dokuz defa başlarına gelen belalar Kur’ân’da anlatılır (A‘raf, 7/133). Ve işte bugün, Gazze’de yaşanan zulüm de bu hakikatin canlı şahididir. Çocukların kanı, kadınların feryadı, masumların şehadeti… Meleklerin endişesi adeta gözlerimizin önünde tecelli ediyor.
Ama unutmayalım: Allah, zalimleri imhal eder, fakat ihmal etmez.
Kur’ân buyuruyor ki:
“Kim bir canı haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Mâide, 5/32)
“Yeryüzünde fesat çıktı; Allah fesadı sevmez.” (Bakara, 2/205)
“Fesat çıkaranların akıbeti pek çetin olacaktır.” (Rum, 30/41)
Ey kardeşlerim,
Gazze’de fesat çıkaranlar meleklerin endişesini doğruluyor; ama Gazze’de sabırla, sebatla, imanla direnenler de Allah’ın “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” sırrını gösteriyor. Çünkü mazlumun duası, şehidin kanı, sabreden müminin imanı, meleklerin bilmediği yüce bir hakikattir.
Son söz olarak:
Melekler kan dökücü insanı görmüştü. Allah ise secde eden, şükreden, sabreden, imanla direnen insanı bildi. İşte Gazze’nin çocukları, şehitleri ve yiğitleri o sırrın bugünkü tezahürüdür.
> “Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sabit söz üzere sabit kılar.”
(İbrahim, 14/27)
> “Hani Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Hâlbuki biz seni tesbih ve takdis ediyoruz’ dediler. Allah da buyurdu: ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.’”
(Bakara, 2/30)
Bu âyet, insanın yaratılışındaki sır ve hikmeti açan temel bir düsturdur. Meleklerin korkusu boşuna değildi; çünkü insanda üç kuvve (akıl, şehvet, gadap) sınırsız bırakılmış, terbiye edilmezse büyük fesatlara yol açacağı bildirilmişti.
Meleklerin Endişesi
Meleklerin “fesat ve kan dökme” endişesi üç kaynaktan doğuyordu:
Levhi Mahfuz’da yazılı mukadderat – İnsanlığın tarihinde işlenecek zulümler, cinayetler ve savaşların bilgisi.
Cinlerin tecrübesi – İnsanlardan önce yaratılan cinler, fesat çıkarıp kan dökmüş, helâk edilmişti. İnsan ise onlardan üç kat daha gelişmiş bir yapıya sahipti.
İnsanın duygularının sınırsızlığı – Özellikle gadap, kin, şiddet, ihtiras ve nefret duygularının terbiye edilmediğinde yeryüzünü kana bulayacağı hakikati.
Bu yüzden melekler sormuştu. Fakat Allah Teâlâ’nın “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” cevabı, insanın sadece fesat potansiyeli değil, aynı zamanda iman, marifet, adalet ve ubudiyet ile meleklere bile üstün olacak bir makam kazanabileceğini beyan ediyordu.
Tarihin Şahitliği
İnsanlık tarihi, meleklerin endişesini haklı çıkaran sayısız kanlı sahneyle doludur. Firavunların zulmü, Nemrutların kibri, zalim kralların ve diktatörlerin kanlı saltanatları hep bu ayetin bir yansımasıdır.
Nitekim İsrailoğulları’nın tarihte defalarca peygamberlerine isyanı, fitne ve fesatla nice belalara dûçar oluşları, meleklerin işaret ettiği endişenin canlı misalleridir. Hz. Musa’ya çektirdikleri sıkıntılar, dokuz defa başlarına bela gelen ilahî ikazlar bunun delilidir (A‘raf, 7/133).
Ve bugün Gazze’de, gözlerimizin önünde yaşanan soykırım; masumların kanını döken bir zihniyetin, meleklerin asırlar önce sorduğu sorunun acı bir cevabı gibidir.
Kur’ân’ın İkazı
Kur’ân, yeryüzünde fesat çıkaranları şöyle tasvir eder:
“Arkasını dönüp gidince veya bir işin başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmak, ürünleri ve nesileri yok etmek için koşturur durur. Oysa Allah, bozgunculuğu asla sevmez.” (Bakara, 2/205)
“Kim bir canı haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Mâide, 5/32)
“İnsanların işledikleri kötülükler yüzünden karada ve denizde karışıklık ortaya çıktı, düzen bozuldu. Böylece Allah, belki doğru yola dönerler diye, yaptıklarından bir kısmının kötü sonuçlarını onlara tattırıyor.” (Rum, 30/41)
Bugün Gazze’de akan kan, işte bu ayetlerin somut bir tefsiri gibidir.
Hikmet ve İbret
Melekler insanın fesat potansiyelini görmüştü. Allah ise insanın marifet, adalet, şefkat ve ubudiyetle yükselişini murad etmişti. İnsanın şerefi, fesadı değil; emaneti yüklenmesi, hakka teslimiyeti ve mazlumun yanında durmasıdır.
Gazze’de akan kan, zalimlerin fesadını gösterse de; direnen, sabreden ve şehadetle yücelen müminler, insanoğlunun en yüksek mertebesini ispat etmektedir. İşte bu, meleklerin bilmediği; Allah’ın bildiği sırdır.
Sonuç
Evet, meleklerin korkusu tahakkuk etti: İnsan yeryüzünde kan döktü. Ama aynı insan, peygamberlerle, velilerle, şehitlerle, mazlumların sebatıyla meleklere rahmet dersi verdi. Gazze’nin direnişi bu hakikatin canlı şahididir.
> “Allah, iman edenleri, inanıp ikrar ettikleri o değişmez söz sebebiyle dünyada da âhirette de sapasağlam tutar ve ayaklarını kaydırmaz. Zâlimleri ise şaşırtır, onların doğru yoldan çıkmasına fırsat verir. Allah dilediğini yapar.”
(İbrahim, 14/27)
itminânla beraber; iz’an, yüksek iman, kanaat, ciddiyet, müncezibâne keşfiyat, hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve mâneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki, samimî incizaplar, istirahat-i kalb, efkara, inkişaf-ı iman, ve nüfusa, teslim-i rıza ve can, bir iman ile o sıfat ve esmayı tasdik, bir itimad, nihayet vüsûk, kuvvet-i itminan, Rabb-i Rahîmine itimad, kemâl-i imân, öyle bir sıdk ve sadâkati, öyle bir sebat ve metâneti, öyle bir ihlâs, kemal-i sıdk ve itikad hakikatleri.
*******
Hepsi Risale-i Nur’un sıkça işlediği imanın kalpte kökleşme mertebeleri ve marifetullah yolculuğunun istasyonları gibidir.
İtminân-ı kalb
Kalbin tam sükûnete ermesi, huzur bulmasıdır.
Delil ve burhanlarla şüphelerden arınmış, Rabbine güvenip teslim olmuş bir kalp hâlidir.
Kur’an’daki:
> “اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ” (Ra’d, 28)
“Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer.”
âyeti bunun en veciz ifadesidir.
“İbrâhim de bir zaman: “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Rabbi ise: “Yoksa inanmıyor musun?” buyurdu. İbrâhim: “Elbette inanıyorum, fakat kalbim iyice kanaat getirip yatışsın diye bunu istiyorum” dedi. Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: “Öyleyse dört kuş yakala, onları kendine meylettir, alıştır, iyice tanı; sonra onları kesip hamur yaparak her bir dağın tepesine ondan bir parça bırak. Sonra onları çağır, bak nasıl koşarak sana gelecekler. Şunu iyi bil ki, Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Bakara.260.)
İtminân-ı vicdan
Vicdanın dört temel rüknü (şuur, irade, his, latife-i Rabbâniye) imanla uyumlu ve mutmain hâle gelir.
İnsanın iç âleminde çelişki kalmaz, vicdan huzura erer.
İtminân-ı nefs
Nefsin terbiye edilerek kalple uyumlu hâle gelmesidir.
Kur’an’da “يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ” (Fecr, 27)
” Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!”
ifadesi bu mertebeyi anlatır.
Artık nefs hevâ ve hevesine değil, Rabbine yönelir.
İz‘an
Delillere dayanarak elde edilen yakîn; sadece taklit değil, tahkikî bir kabullenmedir.
Kalbin ikna olmasıdır.
Yüksek iman
Sadece inanmak değil, imanın derecesinin artmasıdır.
Yakîn mertebeleriyle (ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn) yükselen iman.
Kanaat
Maddî ve manevî her şeyde rızaya razı olmak.
İmanın verdiği zenginlik ve huzur.
Ciddiyet
İman yolunda lakayt olmamak.
Dinî meselelerde samimiyet ve gayret göstermek.
Müncezibâne keşfiyat
Ruhun ilahî hakikatlere cezbolunması;
iman nuruyla açılan derin idrakler.
Hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi
İmanın kesinlik kazanması.
Zihin bulanıklığına yer bırakmayan yakin.
Meratib-i imaniyede terakki
İmanın derece derece artması; taklidden tahkike, ilmelyakînden hakkalyakîne ilerlemesi.
Samimî incizaplar
Kalbin hakikate sevgi ve cezbe ile yönelmesi.
İstirahat-i kalb
Kalbin Allah’a imanla huzura ermesi.
Efkâra (fikirlere) inkişaf-ı iman
Akılda iman hakikatlerinin inkişaf etmesi,
düşüncenin imanla nurlanması.
Nüfusa, teslim-i rıza ve can
Nefsin rızaya razı olması, her hâlde Allah’a teslim olması.
Bir iman ile o sıfat ve esmâyı tasdik
Allah’ın sıfatlarını ve isimlerini imanla kabul etmek.
Tevhid ve marifetullahın temel esası.
Bir itimad, nihayet vüsûk, kuvvet-i itminan
İmanla Allah’a güvenmek, dayanmak;
tam bir emniyet ve huzur bulmak.
Rabb-i Rahîmine itimad
Rabbine güvenmek; dünya ve ahirette Ona dayanmak.
Kemâl-i iman
Olgun, sarsılmaz, tahkikî iman.
Öyle bir sıdk ve sadâkat
Hakikate tam bağlılık,
imanında samimiyet ve doğruluk.
Sebat ve metanet
Zorluklar karşısında imanını muhafaza etmek,
sebatla hak yolda kalmak.
📌 Sonuç:
Bütün bu kavramlar aslında imanın derinleşmesi, kökleşmesi ve huzur vermesinin farklı yönlerini ifade ediyor.
Kalb, vicdan, nefs, akıl ve ruh aynı merkezde birleştiğinde; insan en küçük bir vesvese, şüphe veya zaaf hissetmez.
Bu hâl, “iman-ı tahkikî”nin kemal noktasıdır.
******
İman Yolculuğu ve İtminân Mertebeleri
Mertebe / Kavram / Mânâsı ve Açıklaması
Başlangıç İz‘an / Delile dayalı ikna, kalbin tatmin olması, taklidîden tahkikîye geçiş.
Yüksek iman / Yakîn mertebeleriyle kuvvetlenen iman (ilmelyakîn → aynelyakîn → hakkalyakîn).
Ciddiyet / İman yolunda samimiyet ve gayret; lakaytlıktan uzak olmak.
Kalp Mertebesi / İtminân-ı kalb / Kalbin sükûnete ermesi, huzur bulması, şüphelerden arınması.
Kanaat / İmanla gelen zenginlik ve tatmin, rızaya razı olmak.
İstirahat-i kalb / Allah’a iman ile kalbin rahat bulması.
Vicdan / Mertebesi İtminân-ı vicdan / Vicdanın dört rüknünün imanla uyumlu hale gelmesi; iç âlemin huzuru.
Efkâra inkişaf-ı iman / Akılda ve fikirlerde imanın inkişaf etmesi, nurlar saçması.
Nefs Mertebesi / İtminân-ı nefs / Nefsin terbiye edilip Rabbine yönelmesi; “Nefs-i mutmainne” makamı.
Teslim-i rıza ve can / Nefsin rızaya razı olması, Allah’a tam teslimiyet.
Terakki ve Keşif / Meratib-i imaniyede terakki / İmanın derece derece yükselmesi, tahkikten marifete çıkması.
Müncezibâne keşfiyat / Ruhun ilahî hakikatlere cezbolunması, manevî açılımlar.
Samimî incizaplar / Hakikate sevgi ve cezbe ile yöneliş.
Kuvvet ve Emniyet / Hiçbir şüphe/tereddüt vermemesi / İmanın kesinlik kazanması, vesveseden korunma.
Bir itimad ve nihayet vüsûk / Allah’a güven, emniyet ve sarsılmaz bir dayanış.
Rabb-i Rahîmine itimad / Rabbine dayanmak, Ona tam tevekkül.
Kemal Noktası
Kemâl-i iman / Olgun ve tahkikî iman, şüpheden arınmış sarsılmaz iman.
Sıdk ve sadâkat / Hakikate tam bağlılık, doğruluk ve sadakat.
Sebat ve metanet / Zorluklar karşısında imanını muhafaza etmek.
İhlâs, kemal-i sıdk, itikad / Amelde ihlâs, sözde doğruluk, itikatta sağlamlık.
📌 Bu tablo bize şunu gösteriyor:
Başlangıç delile dayalı iz‘an ile olur.
Kalp, vicdan ve nefis sırayla huzura kavuşur.
İman inkişaf ettikçe keşif, emniyet ve kemal mertebeleri yaşanır.
Nihayetinde kul, ihlâs, sıdk, metanet ve kemal-i iman ile Rabbine tam teslim olur.
Gazze Ablukasını Kırmak İçin Sumud Filosu: Uluslararası Dayanışma ve İsrail’in Gazze İşgali Karşısında Yükselen Gerilim
**9 Eylül 2025, Tunus Limanı – Gazze’ye Doğru Bir Umut Işığı**
Filistin halkının uzun yıllardır süren ablukası altında ezilen Gazze Şeridi, son aylarda İsrail’in artan askeri operasyonlarıyla daha da karanlık bir döneme girdi. Bu ortamda, uluslararası sivil toplum örgütleri ve aktivistler tarafından organize edilen “Sumud Filosu” – Arapça’da “kararlılık” veya “sarsılmaz azim” anlamına gelen bu kavram, Filistin direnişinin sembolü haline gelmiş – yola çıkarak ablukayı kırmak için önemli bir adım attı. Bugün akşam saatlerinde Tunus’un Sidi Busaid Limanı’na ulaşan filo, Avrupa’dan (özellikle İspanya ve İtalya’dan) gelen gemilerle coşkuyla karşılandı. Filo, yarın (10 Eylül) Gazze’ye doğru rotasını çevirmeyi planlıyor ve Tunus’tan katılacak gemilerle güçlenecek.
Sumud Filosu, 1967 Altı Gün Savaşı’ndan beri Filistinlilerin topraklarında kalma, kültürel kimliklerini koruma ve şiddet olmayan sivil itaatsizlik yöntemleriyle direnişlerini sürdürme mücadelesini temsil ediyor. Filodaki aktivistler, zeytin ağaçları ve hamile köylü kadınlar gibi sembollerle Filistin direnişini somutlaştırarak, ablukayı delmek ve insani yardım ulaştırmak amacıyla yola çıktı. Ancak bu umut dolu girişim, İsrail’in Gazze’ye yönelik yoğunlaşan işgal planlarıyla gölgeleniyor.
İsrail ordusu, Gazze kentini işgal planını devreye sokarak, kentin batısında Filistinlilerin sığındığı çok katlı binaları hedef almaya devam ediyor. Son üç günde gerçekleştirilen hava saldırılarında, Beyrut Caddesi’ndeki El-Maliyye Kavşağı’nda bulunan 7 katlı “Er-Ruya” binası –ki bu bina 30 daireye ev sahipliği yapıyordu– yerle bir edildi. İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz, saldırılardan önce “Cehennemin kapıları açıldı” diyerek Gazze’nin işgali için saldırıları şiddetlendireceklerini tehdit etmişti. Daha önce “Müşteha” ve “Es-Susi” binalarını hedef alan İsrail, kent içindeki çok katlı yapıları sistematik olarak yıkarak, yüzlerce Filistinlinin evsiz kalmasına neden oldu.
Son 24 saatte ise İsrail, Gazze’de bir günde 50 binayı tamamen, 100 binayı kısmen yıktığını duyurdu. Başbakan Binyamin Netanyahu, Gazze halkına yönelik küstah bir dille “Orayı terk edin” çağrısı yaparak, bu yıkımların saldırıların başlangıcı olduğunu belirtti. Uluslararası gözlemcilere göre, bu eylemler bir etnik temizlik ve soykırım girişimi olarak nitelendiriliyor. Gazze’den gelen haberlere göre, son saldırılarda 62 bin sivil hayatını kaybetti, 10 bin kişi kayıp veya enkaz altında, ve bunlardan 20 bini çocuk.
Ayrıca, İsrail ordusu Gazze’deki mülteci kamplarının yakınındaki “Barış” binasını –yüzlerce Filistinlinin ve kanser hastalarının sığındığı bir yer– üç füzeyle bombaladı. Bu saldırı, İsrail’in sivil nüfusu hedef alan politikalarının en somut örneklerinden biri olarak uluslararası kamuoyunda infial yarattı. Filistinli gruplar, bu eylemleri “soykırım” olarak tanımlarken, Gazze halkı “Terk etmeyeceğiz” diyerek direnişlerini sürdürüyor.
### Uluslararası Tepkiler ve Dayanışma Hareketleri
Sumud Filosu’nun Tunus’taki coşkulu karşılanması, küresel dayanışmanın bir yansıması. Ancak filo, daha yola çıkmadan tehditlerle karşılaştı. Birleşmiş Milletler Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese, İspanyol gemisine Tunus limanında drone saldırısı düzenlendiğini duyurdu. Saldırıda geminin bir kısmı alev aldı ve aktivistler, bir drondan yangın çıkarıcı bir maddenin fırlatıldığını belirtti. Bu olay, İsrail’in sivil girişimlere yönelik sabotaj girişimlerini gözler önüne seriyor.
Dünyada ise İsrail’e karşı tepkiler giderek sertleşiyor. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, İsrail’e 9 maddelik ambargo kararı aldıklarını açıkladı ve “Gazze’de olanlar soykırımdır” diyerek, gerekirse daha fazla yaptırım uygulanacağını belirtti. İspanya Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den çıkarılması çağrısı da yükseliyor. Avustralya’da Melbourne’de binlerce kişi İsrail’e yaptırım talebiyle sokağa döküldü. Arjantin’de ise Cumhurbaşkanı Javier Milei’nin desteklediği politikalar, parlamento seçimlerinde büyük bir yenilgiyle karşılaştı – Peronist muhalefet, Buenos Aires eyalet seçimlerini ezici farkla kazandı.
Kültürel alanda da Filistin dayanışması ön planda. 82. Venedik Film Festivali’nde “Hind Receb’in Sesi” filmi Jüri Büyük Ödülü’nü aldı; bu film, İsrail saldırısında ölen 5 yaşındaki Filistinli çocuk Hind Receb’in hikayesini anlatıyor. Toronto Film Festivali’nde ise Annemarie Jacir’in “Palestine 36” filmi, “Özgür Filistin” sloganlarıyla 15 dakika ayakta alkışlandı. Ünlü oyuncular, yönetmenler ve film yapımcılarından oluşan 1300’den fazla isim, İsrailli film kurumlarıyla çalışmayı reddettiklerini duyurdu.
Türkiye’den gelen dayanışma da güçlü. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kabine Toplantısı sonrası Netanyahu’yu “iyice zıvanadan çıktı” diye eleştirdi ve Türkiye’nin Gazze’nin yanında olacağını vurguladı. AK Parti Gençlik Kolları, 81 ilde “Boş Sıralar” etkinliği düzenleyerek, İsrail’in katlettiği Gazzeli çocuklar için dikkat çekti. Üsküdar esnafı, bir günlük kazancını Gazze’ye bağışlayacak. Cumhur İttifakı heyeti ise Refah Sınır Kapısı’nı ziyaret ederek, İsrail’in soykırımını kınadı. Hakkari’den bir konuşmacı, “Ümmetin çelik yumruğunu kullanması lazım” diyerek direniş çağrısı yaptı.
### Diplomatik Gelişmeler ve Teoriler
Diplomatik cephede, Hamas ABD Başkanı Donald Trump’ın ateşkese ilişkin teklifine cevap verdi: “Gazze’den tamamen çekilme ve bağımsız Filistin komitesi karşılığında mahkumların serbest bırakılması için müzakereye hazırız.” Ancak Trump’ın damadı Jared Kushner, Gazze’deki Filistinlilerin sürülmesini savunan bir plan hazırlıyor – İsrail basınında “Gazze planı o isme verilmiş” olarak geçen bu proje, Filistinlileri Mısır’a veya Negev Çölü’ne sürmeyi içeriyor. Kushner, Gazze’yi “su kıyısı mülkiyet potansiyeli” olarak nitelendirerek, İsrailli yöneticilerin insanları çıkarmasını önermişti.
Çinli eğitimci Jiang Xueqin ise sosyal medyada çarpıcı bir teori paylaştı: İsrail’in Gazze’deki eylemleri kasıtlı olarak dünyayı kendine düşman etmek için tasarlanmış, Yahudi eskatolojisine dayalı bir “dünyanın sonu” kehanetini hızlandırmayı amaçlıyor. Xueqin, İsrail’in gizli yöntemler yerine açıkça soykırım yapmasını, Çin askeri stratejisindeki “arkaya nehri alma” taktiğine benzetti – burada “nehir” ise çocukları öldürmenin oluşturduğu tabu.
Diğer gelişmelerde, Yunanistan İsrail’den silah alımlarını askıya aldı. İtalya Milli Takımı Teknik Direktörü Gennaro Gattuso, bir İsrailli futbolcuya “Çeneni kapat” diye bağırarak Filistin katliamlarına tepki gösterdi. Microsoft’un Azure bulut sistemi –ki İsrail’e Filistin verilerini sızdırdığı iddia ediliyor– kabloları kesilerek sabotajlandı. İsrail ise Suriye’nin Humus’una hava saldırısı düzenledi.
### Sonuç: Zafer Kaçınılmaz mı?
7 Ekim 2023 Aksa Tufanı’ndan beri değişen tablo, İsrail’in “karşı konulmaz” imajını yerle bir etti. Hamas’ın direniş iradesi, ümmetin “çelik yumruğu” ile birleşirse, Mescid-i Aksa’nın özgürlüğü yakın olabilir. Önder Genel Başkanı Abdullah Ceylan’ın dediği gibi: “Zafer kaçınılmazdır, o gün hakkıyla sevinebilmek için bugün Filistin’in yanında olmalıyız.” Sumud Filosu’nun Gazze’ye ulaşması, karadan, denizden ve havadan süren mücadelenin bir parçası. Dünya, Gazze’nin çığlığını duyana kadar bu direniş sürecek. Tarih, duyarsız kalanları yargılayacak.
Kaht-ı Ricalden Dirilişe: Tarihin Seyri ve Geleceğe Bakan Işık – 2 –
Tarih, milletlerin aynasıdır. O aynaya bakmayı bilmeyen, kendi yüzünü de göremez. Biz bugün öyle bir dönemdeyiz ki, tarihin sıkça tekrar ettiği bir hâl ile karşı karşıyayız: kaht-ı rical, yani adam kıtlığı.
Ehliyetli olanların geri plana atıldığı, ehliyetsizlerin öne çıkarıldığı bir çağdayız. Şoför mahalline oturan eller, direksiyonu yanlış yöne çeviriyor; yol bozuluyor, kaza çoğalıyor. Bizans’tan miras kalan entrikalar, ayak oyunları sahneyi dolduruyor. Milletin evlatları küçük hesaplarla oyalanırken, dünyanın büyük meseleleri göz ardı ediliyor. Bu hâl, yalnızca bizde değil; bütün dünyada yaşanıyor.
Ama tarihin büyük kanununu unutmayalım: Zulüm payidar olmaz, karanlık baki kalmaz.
Tarihten İbretler
📌 Roma’nın Çöküşü
Roma İmparatorluğu çökerken, herkes dünyanın sonunun geldiğini düşündü. Fakat o çöküşün ardından, yeni bir çağ doğdu; Avrupa yeniden şekillendi. Çöküş, aynı zamanda yeni bir medeniyetin doğum sancısıydı.
📌 Moğol İstilası
13. yüzyılda Moğollar, İslâm dünyasının kalbine hançer gibi saplandı. Bağdat yakıldı, medreseler yıkıldı, alimler şehit edildi. Herkes İslâm’ın sona erdiğini sandı. Ama kısa süre sonra Moğollar Müslüman oldu. Yıkım, iman nuruna teslim oldu; harabelerden ilim ve hikmet yeniden filizlendi.
📌 Osmanlı’nın Yükselişi
Anadolu Selçukluları yıkıldığında, beylikler birbirine düştü. Herkes dağınıklığın felaket getireceğini düşündü. Fakat o dağınıklığın içinden Osmanlı doğdu. Küçük bir beylikten, cihanı saran bir devlet çıktı.
📌 Endülüs’ün İbret Dersi
Endülüs İslâm medeniyeti, bir zamanlar Avrupa’nın kalbinde bir ışık gibiydi. İlimde, sanatta, mimaride zirveye ulaştı. Fakat sonra ihtilaflar, zaaflar, günahlar galip geldi. Bu ihtişam söndü, geriye yalnızca eserler ve ibret kaldı.
Bu örnekler gösteriyor ki: Her çöküş, ya nihai bir helak olur ya da yeni bir doğuşa gebedir.
Bugünün Manzarası
Biz de bugün, tarihin buhranlı dönemlerinden birini yaşıyoruz. Adam kıtlığı, ehliyetsizlik, küçük hesaplarla büyük meselelerin gölgelenmesi… Millet, damlada boğulurken okyanusu unutuyor. Dünya büyük bir değişim sancısı geçiriyor; biz de onun içindeyiz.
Ama unutmamalıyız ki bu hâl, yeni bir doğuşun habercisi de olabilir. Çünkü karanlığın en koyu olduğu an, sabaha en yakın andır.
Geleceğe Bakan Işık
Eğer biz, kendi yetersizliklerimizle yüzleşirsek, günahlarımızı fark edip istiğfarla arınabilirsek, tarihin akışı bize yeniden kapılar açacaktır. Karanlıktan aydınlığa çıkış, yalnızca siyasetle olmaz; imanla, ilimle, hikmetle, ehliyetle olur.
Bugün belki rical kıtlığı vardır; fakat rical-i gayb vardır, yani görünmeyen kahramanlar. Tarihin her döneminde, millet en çaresiz anında dirilişin öncülerini bulmuştur.
Çünkü hakikat birdir: Allah’ın nurunu söndürmek isteyen çok olmuştur; ama hiçbir devirde muvaffak olamamışlardır.
Milletlerin kaderinde inişler ve çıkışlar vardır. Bizim için de karanlık günler, yeniden dirilişe açılan kapılar olabilir. Yeter ki gaflete dalmayalım, küçük meselelerde boğulmayalım, damlada kaybolmayıp okyanusa yönelelim.
Tarihin seyri bize şunu fısıldıyor: Bu karanlık, bir doğum sancısıdır. Ve sabah, çok yakındır.
Millet olarak kaht-ı rical hali yaşıyoruz.
Ayakların baş yapıldığı veya yapılmaya çalışıldığı, ehliyetsiz olanlara ehliyet verilip şoför mahalline geçirilmeye ve getirilmeye ve de kazaların çokça yaşanmaya, gayr-ı meşru Bizans ve ayak oyunlarının oynanmaya başlandığı devreden geçmekteyiz.
Belkide bu suyun bulanma durumu, inşallah durulma durumuna dönüşür.
Belli ki bu birazda hatta daha çok bizden.
Belkide yetersizliğimizden veya günahlarımızdan.
“Kemâ tekûnû yuvella aleyküm” (Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olurlar).
“A’malüküm ummalükum” (amelleriniz yönetcilerinizdir, onlar sizlerin eseridir) (bk. Acluni, I / 146; II / 127) denilmiştir.
“Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.” (En’am, 6/129)
“Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.” (Rad, 13/11)
“Allah her dönemin hükümdarını halkın kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek isterse salih birini, helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak gönderir.” (bk. İsra, 17/16)
“Allah’ım merhametsizleri bize musallat etme.” (Tirmizi, Daâvât, 79).[1]
Bu bulanma hali dünyanın genelinde de görülmektedir.
Bu da göstermektedir ki; dünya çok şeylere gebe.
Bizde ve dünyada bunun sancısını yaşıyoruz.
Dünyada okyanusa doğru yol alan bizler; maalesef bu yolculukta damlada çırpınmakta, derede bogulmaktayız.
Gündelik basit meseleler dünyanın en büyük meseleleri haline getirilmektedir.
Allah akibetimizi hayreylesin.
******
Tarih, yalnızca bir vakaların zinciri değildir. Tarih, aynı zamanda milletlerin kalplerinin attığı, ruhlarının iniş ve çıkışlarla yoğrulduğu büyük bir ibret kitabıdır. Bugün yaşadığımız kaht-ı rical hali, yani adam kıtlığı, yalnızca siyasî veya idarî bir mesele değildir; o, ruhlarda yaşanan bir kuraklığın dışa vurumudur. Zira ayakların baş, başların ayak yapıldığı bir dönemin sancısını çekiyoruz.
Bu sancı, sadece bize ait de değildir. Dünya da aynı buhranın içindedir. Ehliyetli olanların kenara itildiği, ehliyetsizlerin şoför mahalline geçirildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu sebepledir ki yollar karışıyor, direksiyon titriyor, kazalar artıyor. Bizans oyunları, hileler, gayr-ı meşru hesaplar tarihin her devrinde vardı, fakat bugün küresel bir virüs gibi bütün cihanı sarmıştır.
Lâkin tarihin bize gösterdiği büyük bir hakikat vardır: Karanlık, hiçbir zaman kalıcı değildir. Zulüm, fırtına gibi eser; fakat güneşin doğmasına mâni olamaz.
Nitekim insanlık tarihi, hep böyle dalgalanmalarla ilerlemiştir. Roma’nın çöküşünden sonra yeni bir medeniyetin doğuşu, Moğol istilasının ardından Anadolu’da yeşeren irfan, Osmanlı’nın zayıflamasından sonra yeniden doğacak İslâmî uyanış hep bu kanunun tezahürüdür.
Bugün de yaşadığımız bu bulanıklık, aslında durulmanın habercisidir. Çünkü her bulanıklık, hakikati aramanın sancısıdır. Bu sancı, insanı ya karanlığa mahkûm eder ya da aydınlığa çıkarır.
Tarih bize şunu öğretmiştir: Milletler, günahlarının yüküyle ağırlaştığında, basit meseleleri en büyük meseleler haline getirdiklerinde, okyanusa açılacakken derede boğulduklarında, ya helak olur ya da silkelenip yeniden doğrulurlar.
Bizim için de yol ayrımı budur. Ya bu gafletle oyalanacak, damlada boğulmaya devam edeceğiz; ya da tarihten ibret alıp, iman, ilim, hikmet ve ehliyetle yeniden şahlanacağız. Çünkü hakikat şudur ki: Allah’ın nurunu söndürmek isteyenler çok olmuştur; fakat hiçbir devirde muvaffak olamamışlardır.
Milletlerin kaderinde, bazen kaht-ı rical olur. Lâkin o rical-i gayb, o meçhul kahramanlar, bir gün zuhûr eder. Kararan gecenin sabahı, en parlak bir güneşi doğurur. Bizim de geleceğimiz, bu kanunun müjdesini içinde taşımaktadır.
Bugün sancısını yaşadığımız hâl, belki de yarının doğum sancısıdır. Tarih, böyle sancılarla yeniden yazılır. Yeter ki biz, kendi günahlarımızla yüzleşelim; kendi yetersizliklerimizi fark edip, ilahî rahmete yönelmesini bilelim.
Zira karanlıktan aydınlığa çıkış, yalnızca bir siyasî dönüşüm değil; bir ruhun, bir vicdanın, bir milletin yeniden dirilişidir. Ve bu diriliş, bir gün mutlaka gelecektir.
İman Terbiyesi ile Hukuk Terbiyesi Arasındaki Fark
“Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakikat bir zatın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine dedi.
“Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?”
Hane sahibi dedi: “Bizde hırsızlık olmaz.” Misafir dedi:
“Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor.”
Hane sahibi demiş: “Biz emr-i İlâhî namına ve adâlet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz.”
Misafir dedi: “Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.”
Hane sahibi dedi: “Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm.”
Misafir taaccüp etti, dedi ki: “Memleketimizde her g¸n elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor.”
Hane sahibi dedi:
“Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakkatin sırrı budur:
“Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.
Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.
“Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen, nefisten çıktıkça ’yasaktır’ der, tard eder, kaçırır.
“Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.
“Elhasıl: Had ve ceza, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit, hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mânâ içindir ki, elli senede bir ceza, sizin her gün müteaddit hapsinizden ziyade bize fayda veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit, millet, vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz’î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan-hususan ihtiyacı da varsa-kuvvetli bir meyelân galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlâhî ile olmadığından, o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki, Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.
“İşte bu cüz’î sirkat meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlâhiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki, saadet-i beşeriye dünyada adaletle olabilir. Adalet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir.”
Hikâyenin hülâsası bitti.
Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.”
******
İman Terbiyesi ile Hukuk Terbiyesi Arasındaki Fark
İman Terbiyesi:
İnsanın kalbinde daimi bir murakabe duygusu uyandırır. Allah’ın emrini hatırlatır. “Görülsem de görülmesem de Allah beni görüyor” şuurunu taşır. Bu, vicdanı uyandırır, nefsi frenler. Yolsuzluğa el uzatacak olan biri, “Allah’ın huzurunda bunun hesabını vereceğim” der, el çekmeye mecbur kalır.
Hukuk Terbiyesi (iman zayıfsa):
Sadece “yakalanırsam cezalandırılırım” korkusuna dayanır. İnsan gizliden hırsızlık yapabilir, makamını kullanarak rüşvet alabilir, “kimse görmezse sorun olmaz” diyebilir. Yani ceza, vicdana değil sadece dış görünüşe tesir eder.
Bu yüzden yolsuzluk, sistemin en üst tabakalarına kadar sirayet eder.
Günümüzde Belediyelerde Görülen Yolsuzluk ve Rüşvet
Vicdanın Çürümesi: İman hakikatiyle beslenmeyen vicdan, menfaat karşısında susar. Bu da toplumsal duygusuzluğa yol açar. Halkın hakkı yenir ama yapan kişi “herkes yapıyor” diyerek kendini teskin eder.
Sorumluluk Duygusunun Ölmesi: Emaneti ehline vermeyen, makamı rant kapısı gören zihniyet, toplumsal güveni yıkar. Böylece devlet-millet bağı çözülür.
Münafıklık ile İlgisi:
İman, “Allah görüyor” inancını diri tutar.
Münafıklık ise “insanlar görüyorsa dikkat et, görmüyorsa serbestsin” mantığını işletir.
Dolayısıyla rüşvet ve yolsuzluk, imanı zayıflamış veya münafıklığa kayan bir ruh halinin göstergesidir.
Yozlaşma ve Duygusuzlaşmanın Kaynağı
İman zayıfladıkça insanın ulvî yasakçısı susar.
Vicdan emir almamaya başlar.
Sadece kanun korkusu kalır. O da hilelerle aşılır.
Böylece toplumda “normalleşmiş günahlar” ortaya çıkar. Rüşvet “hediye”, yolsuzluk “iş bitirme” adı altında meşrulaştırılır.
İnsan vicdanına Allah’ın murakabesi yerleştirilmeli.
Emaneti Ehline Vermek:
Peygamberimizin (asm) ikazı: “Emanet ehil olmayana verildiği zaman kıyameti bekle.”
Belediyelerde, kamu kurumlarında liyakat ve adalet temel ölçü olmalı.
Hukuku İlahiyle Buluşturmak:
Sadece kanun korkusu değil, Allah korkusu hâkim olmalı.
Hukuk, maslahat perdesi altında garaz ve menfaatin oyuncağı olmaktan çıkarılmalı.
Vicdanî Yasakçıyı Harekete Geçirmek:
Toplum, “benim bir hakkım var” bilinciyle yetiştirilmeli.
“Kul hakkı” kavramı güçlü bir şekilde işlenmeli.
Mukayese Sonucu
İmanla beslenen toplumda: Elli senede bir el kesmek kâfi gelir; çünkü vicdan sürekli murakabe altındadır.
İmansız, sadece kanunla yönetilen toplumda: Her gün yüzlerce kişi hapse girse de yolsuzluk bitmez; çünkü kalpte yasakçı yoktur.
📌 Sonuç:
Bugün belediyelerde ve kamu kurumlarında yaşanan rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluklar, iman terbiyesinin zayıfladığını, münafıklık duygularının yayıldığını, adaletin maslahat perdesi altında şahsi menfaatlere kurban edildiğini gösteriyor.
Çözüm, adalet-i İlahiye namına hareket eden bir hukuk sistemi, imanla yoğrulmuş bir vicdan eğitimi ve emaneti ehline vermek ile mümkündür.
Özetleyecek olursak;
*******
İman Terbiyesi ve Hukuk Terbiyesi Arasındaki Fark:
Günümüz Belediyelerindeki Yolsuzluk ve Çözüm Yolları
Bediüzzaman Said Nursî’nin bir kıssasında anlattığı gibi, iman terbiyesinin hâkim olduğu bir toplumda, elli senede bir el kesmek yeterli olurken; imandan uzak bir toplumda, her gün yüzlerce hırsız hapse atılsa bile suç bitmez. Çünkü birinde vicdanî yasakçı iş başındadır, diğerinde ise yalnızca kanun korkusu kalmıştır. Bu hakikat, günümüzde belediyelerde görülen yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık vakalarıyla birebir örtüşmektedir.
İman ve Münafıklık Arasındaki İnce Çizgi
İman, “Allah görüyor” şuurunu diri tutar. Bu şuur, kişinin iç dünyasında sürekli bir murakabe duygusu doğurur.
Münafıklık ise “insan görüyorsa dikkat et, görmüyorsa serbestsin” mantığıyla hareket eder.
Belediyelerde rüşvet alan, yolsuzluğa bulaşan bir memur ya da yönetici, aslında fiilen münafıkça bir tavır sergilemektedir. Çünkü halka karşı dürüst, Allah’a karşı ise kayıtsız davranmaktadır.
Yozlaşmanın Sebepleri
Vicdanın Çürümesi: İman zayıfladığında vicdan menfaat karşısında susar.
Sorumluluk Duygusunun Kaybı: Makamı hizmet değil, ganimet olarak gören zihniyet, emaneti zayi eder.
Adaletin Maskeleşmesi: Adalet, maslahat perdesi altında şahsi çıkarların oyuncağına dönüşür.
Hukuk Terbiyesi vs. İman Terbiyesi
Hukuk Terbiyesi: Cezanın tesiri sadece görünürde kalır. Yakalanma ihtimali varsa kişi çekinir; yoksa suçu işler.
İman Terbiyesi: Vicdana Allah’ın murakabesini yerleştirir. Kişi yalnız kalsa dahi “Allah görüyor” diyerek elini kötülükten çeker.
Çözüm Yolları
İman Terbiyesini Canlandırmak:
Eğitimde ve toplumda “kul hakkı” bilincini yeniden tesis etmek.
Emaneti Ehline Vermek:
Liyakat ve adalet esaslı bir yönetim anlayışını hâkim kılmak.
Vicdanî Yasakçıyı Harekete Geçirmek:
Toplumsal şuur, bireysel murakabe ve manevî denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi.
Sonuç
Bugün belediyelerde ve kamu kurumlarında görülen rüşvet ve yolsuzluklar, aslında iman terbiyesinden kopuşun ve münafıklık damarının yaygınlaşmasının açık bir göstergesidir.
Gerçek adalet, sadece kanunla değil, imanla desteklenmiş vicdanın kontrolüyle mümkündür.
Yoksa cezalar, abdestsiz namaz gibi boşa gider; toplum yozlaşır, anarşi kapıyı çalar.
Gazze: İnsanlığın Vicdanını Sınayan Abluka ve Soykırım
Filistin toprakları bir asrı aşkın süredir işgal, zulüm ve gözyaşına şahitlik ediyor. Ancak özellikle 7 Ekim 2023’ten itibaren Gazze’de yaşananlar, sadece bölgesel bir çatışma değil; insanlığın ortak vicdanını, uluslararası hukuk ve ahlakın sınırlarını test eden bir soykırım gerçeği haline geldi.
Umudun ve Direnişin Adı: Asrın Kervanı
Gazze halkı, yıllardır süren abluka ve saldırılara rağmen umut kapılarını kapatmadı. “Asrın Kervanı” olarak adlandırılan Küresel Direniş Filosu, dünyanın farklı ülkelerinden aktivistleri, kadın-erkek özgürlük savaşçılarını bir araya getirerek Akdeniz’den yola çıktı. Gazze aşiretleri ve halk kesimleri bu kafileyi, evlerini ve gönüllerini açarak karşıladı. Bu tablo, Gazze’nin yalnız olmadığını, insanlığın ortak vicdanının hâlâ diri olduğunu gösteriyor.
Açlık, Ölüm ve Suskun Dünya
İsrail’in ağır ablukası sadece bombalarla değil, açlık ve susuzlukla da Gazze halkını kuşatıyor. Son 24 saatte biri çocuk olmak üzere 6 kişinin açlıktan hayatını kaybetmesi, kıtlığın hangi boyutlara ulaştığını ortaya koydu. Yardım dağıtım bölgelerine yönelik saldırılarda ölenlerin sayısı 2 bini geçti. Bu tablo, İsrail’in savaş stratejisinin, doğrudan sivilleri hedef alan bir kıtlık politikası üzerine kurulu olduğunu gösteriyor.
İletişim Güvenliği Skandalı: Whatsapp ve Meta İhaneti
Savaş sadece fiziki değil, dijital alanda da sürüyor. Meta’ya bağlı Whatsapp uygulamasının Filistinlilerin özel konuşmalarını İsrail ordusuna servis etmesi, işgalin sadece silahlarla değil, teknoloji tekelleri üzerinden de sürdürüldüğünü açığa çıkardı. Fransa, Çin ve İran’ın Whatsapp yasağı, bu işbirliğinin ne denli vahim sonuçlara yol açtığını teyit ediyor. Türkiye’nin de bu konuda hızla adım atması kaçınılmaz görünüyor.
Çocuklardan Öğrenilen Irkçılık: Ramallah’taki Saldırı
Ramallah’ta Yahudi yerleşimci çocukların Filistinli bir aileye saldırması, İsrail toplumunun geleceğe nasıl hazırlandığını gösteren karanlık bir tablo sundu. Çocukların erken yaşta şiddet, ırkçılık ve mesihçilik öğretileriyle yetiştirildiği, devletin de bu nefret kültürünü resmî ideoloji haline getirdiği ortadadır.
Gazze’nin Sessiz Çığlığı: Hastane Önünde İnleyen Otizmli Kız
Şifa Hastanesi önünde kaydedilen bir görüntüde, saldırılardan sağ kurtulan otizmli bir kız çocuğunun acı içinde titreyerek inlemesi, tüm dünyanın gözlerini yaşarttı. Bu sahne, rakamların ötesinde, soykırımın insani boyutunu en çıplak haliyle ortaya koyuyor.
Vahşetin Simgesi: Bombalanan Eşek
İsrail askerlerinin Gazze’de bir eşeği bombalayıp kahkahalarla sevinç çığlıkları atması, işgalci zihniyetin hangi korkunç boyuta ulaştığını gösterdi. Eşekler, abluka altında Gazze halkının son ulaşım araçlarından biriydi. Bu saldırı, sadece bir hayvanı öldürmek değil; Gazzelilerin hayata tutunma araçlarını da yok etmek anlamına geliyor. Askerlerin “Amelekleri öldürün” diyerek tahrif edilmiş kutsal metinlerden alıntı yapması ise vahşeti dini bir kisveye büründürme çabasıdır.
Küresel Ses ve Direniş
Gazze’nin çığlığı sadece Müslümanların değil, insanlığın ortak meselesi haline geldi. Avustralya’dan Norveç’e, Türkiye’den Yunanistan’a kadar dünyanın dört bir yanında sokaklara çıkan binler, yürüyüşler düzenleyen öğretmenler ve sanatçılar, Gazze için ayağa kalktı. Batılı ülkelerde bile İsrail’e yaptırım çağrıları yükseliyor. Bu küresel dayanışma, işgalin meşruiyetini zayıflatıyor.
İslam ve Tarihî Uyarı
Kur’an, zalimlerin dost edinilmemesi gerektiğini açıkça bildiriyor. Tarih de aynı gerçeği fısıldıyor: “İt iti ısırmaz, düşman dost olmaz.” Batı’nın demokrasi ve insan hakları söylemleri, İsrail’e gelince suskun kalıyor. Bu nedenle Gazze sadece bir coğrafya değil; dünya düzeninin ikiyüzlülüğünü ifşa eden bir ayna konumunda.
Sonuç
Gazze bugün sadece bombaların değil, kıtlığın, dijital gözetimin, çocuklara öğretilen nefretin ve küresel sessizliğin hedefi haline gelmiş durumda. Ancak aynı zamanda, “Asrın Kervanı” gibi girişimler, Gazze’nin sadece mazlumların değil, insanlığın ortak davası olduğunu hatırlatıyor.
Zulüm ne kadar büyürse büyüsün, Gazze direnişi bir hakikat olarak ayakta kalacak. Çünkü “Zulüm devam etmez.” İnsanlık, er ya da geç bu kara lekeden arınmak zorunda kalacak.
وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَائِرَهُ فِي عُنُقِهِ ۖ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنشُورًا
“Her insanın (amelini, sevabını günahını veya kaderini) kendi boynuna yükledik. Kıyamet günü onun için açılmış olarak bir kitap çıkaracağız.” (İsrâ 17/13)
📌 Bu âyet, insanın kader defterinin kendi gayretiyle şekillendiğini açıklar. İnsan ne niyet eder, ne ister, neye koşarsa; kader onu kendi defterine işler. Yani insanın gayreti kaderinin yazısına dönüşür.
Kader ve Gayret İlişkisi
Kader: Allah’ın ezelî ilminde her şeyi kuşatan takdiridir.
Gayret: İnsanın iradesiyle ortaya koyduğu çaba, azim ve sebatıdır.
Buradaki sır şudur: ➡ Gayret, kaderin açığa çıkmasına vesiledir. Yani kader bir tohum gibidir; gayret ise onu filizlendiren su, ışık ve topraktır. ➡ Allah kullarına “meccanen” verir, fakat ihsanını çalışana yazar. Bu yüzden Yunus Emre “Kader, gayrete âşıktır” der.
Gayretteki Sır
Gayret, iradenin kudretle buluşma noktasıdır. İnsan kendi iradesini ortaya koyar, Allah ise sonucu yaratır.
Gayret, sadece bedensel değil, ruhîdir de. Samimi niyet, ihlâs, azim ve dua, gayretin en derin besleyicileridir.
Osmanlı Arşivlerinin Hazin Serüveni: Satılan, Yakılan ve Saklanan Tarih
Tarih, sadece yaşanmış olayların toplamı değildir. Tarih, belgelerle, kayıtlarla, hatıralarla ayakta durur. Bir milletin hafızası, onun arşivleridir. İşte bu sebeple Osmanlı arşivlerinin serüveni, yalnızca evrakların değil, bir medeniyetin hafızasının trajedisidir.
Devasa Bir Arşivin Mirası
Osmanlı Devleti, altı asır boyunca üç kıtada hüküm sürmüş, milyonlarca belgenin üretildiği muazzam bir bürokratik yapıya sahipti. Fermanlar, ahidnameler, beratlar, tahrir defterleri, diplomatik yazışmalar… Bunlar sadece devletin idaresini değil, aynı zamanda toplumun hafızasını da kayıt altına alıyordu.
Satılan Belgeler: Kilo Kilo Tarih
Osmanlı’nın yıkılışından sonra arşivlerin başına gelenler ibretliktir. Hicaz’dan Rumeli’ye, Afrika’dan Kafkasya’ya uzanan belgeler, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde kilo hesabıyla hurdacılara satıldı. Kimi zaman matbaa kâğıdı olarak kullanıldı. Yabancı elçiler ve araştırmacılar, değerini bilenler olarak bu belgelerin bir kısmını parayla satın aldı. Böylece Osmanlı’nın resmi hafızasının bir bölümü Avrupa ve Amerika kütüphanelerine taşındı.
Yakılan Evraklar: Küller Altında Kalan Hatıralar
Bir kısım belgeler, “yer yok” bahanesiyle depolardan çıkarılıp yakıldı. İstanbul’un çeşitli bölgelerinde, kağıt yığınlarının ateşe verilmesiyle yüzbinlerce vesika kül oldu. Bu yakmaların bir kısmı “tasnif zorluğu” bahanesiyle, bir kısmı da kasıtlı olarak yapıldı. Zira Osmanlı geçmişiyle bağın koparılması, yeni rejim için bir tercihti.
Gömülen Belgeler: Toprağa Saklanan Hafıza
Bazı belgeler ise sahipsiz kaldı. Yağmurdan, rüzgârdan korunamayan evraklar çuvallarla toprak altına gömüldü. Anadolu’nun köylerinde hâlâ zaman zaman eski defterlere rastlanmasının sebebi budur. Toprak, belgelerin mezarı oldu.
İbretlik Vesikalar
Bugün elimizde kalan arşivler, yaşanan bu büyük tahribata rağmen hâlâ milyarlarca belgeden oluşuyor. Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki koleksiyonlar, devletin bürokratik ciddiyetinin bir şahidi olarak varlığını sürdürüyor. Ama kaybolan, satılan, yakılan, saklanan belgeler de tarihimize kara bir leke olarak kazındı.
Tarihî İbret
Osmanlı arşivlerinin başına gelenler bize iki büyük ibreti hatırlatıyor:
Geçmişine sahip çıkmayan millet, geleceğini kaybeder. Belgeler sadece kâğıt değil, kimliğin ta kendisidir.
Hafıza yok edilirse, toplumun yönü de yok olur. Geçmişini bilmeyen bir nesil, başkalarının yazdığı tarihle yaşamak zorunda kalır.
Sonuç
Bugün Osmanlı arşivleri hâlâ araştırmacılara eşsiz bir hazine sunuyor. Fakat satılan, yakılan ve gömülen belgeler bize şunu hatırlatıyor:
Tarih, kâğıt üzerinde değil; vicdanlarda korunur.
Arşivler, milletin hafızasıdır; onları kaybetmek, hafızasız kalmaktır.
Tarih, milletlerin çektiği acıların ve verdikleri mücadelenin şahididir. Türk milleti, yüzyıllar boyunca dıştan ve içten türlü saldırılarla yüz yüze gelmiş, nice imtihanlardan geçmiştir. Yunan mezaliminden Ermeni kıyımlarına, haçlı seferlerinden sömürgeci işgallere kadar türlü zulümler yaşandı. Her devirde bu topraklara göz dikilmiş, her fırsatta fitne ve fesat tohumları ekilmeye çalışılmıştır.
Yol Yorgunluğu Değil, İmtihan Yorgunluğu
Rahmetli dedemin anlattığı gibi, bir tabur askerin yarısı daha cepheye varmadan soğuktan, açlıktan ve bitten kırılıyordu. Çanakkale’de mermiden çok hastalık ve yokluk askeri tüketti. Sarıkamış’ta kurşun değil, soğuk vurdu. Yollarda düşenler, karargâha varanların imanına güç kattı. Bu milletin evladı, açlığa da, yokluğa da, dara da sabretti; ama asla boyun eğmedi.
Mazlum Milletin Ortak Kaderi
Yunan mezalimiyle köyler yakıldı, kadınlar ve çocuklar zulme uğradı. Ermeni çeteleri Anadolu’nun bağrına hançer sapladı. Fakat bütün bu kara günlere rağmen, milletin iradesi yıkılmadı. Zulme karşı direniş, mazlum milletlerin ortak Kaderidir. Anadolu, işte bu sabır ve imanla ayakta kalmıştır.
Tarihin Tekrar Eden Tehditleri
Bitmedi… Çünkü zulüm ve işgalin farklı versiyonları hep devam etti. Dün topla tüfekle gelenler, bugün ekonomiyle, medya ile, kültür ve inançlara saldırılarla gelmektedir. Dün düşman cepheden yürürdü, bugün içeriden fitne çıkararak yürümektedir. Dün milletin imanına kurşun sıkan vardı, bugün gençliğin aklına ve gönlüne şüphe tohumları serpenler var.
İbret ve Uyanış
Bu tarihî tecrübeler bize şunu öğretiyor: Bu millet ne kadar zor görürse görsün, imanını, vatanını ve hürriyetini korumak için direnir. Ancak zaaf gösterdiğinde, gaflete kapıldığında, tehdit hep kapıdadır. İşte bu yüzden, tarih sadece bir hatıra değil, geleceğe ışık tutan bir ikazdır.
Ecdadımız soğuk, açlık, bit ve kurşunla imtihan oldu. Bugün bizler ise ahlâksızlık, uyuşturucu, fitne ve kültürel yozlaşma ile imtihan oluyoruz. Dün bedenlerimiz yolda kırılıyordu, bugün ruhlarımız yozlaşma ve umursamazlıkla kırılma tehlikesi taşıyor.
Sonuç: İmtihan Bitmedi
Evet, bu millet çok harpler ve çok darpler gördü. Yıkılmadı, ayakta kaldı. Bugün de farklı suretlerde gelen tehditlerle mücadele devam ediyor. Tarihten alınacak en büyük ders şudur: Zafer, sabır ve sebatla kazanılır; yenilgi ise gafletle gelir.
Her nesil kendi imtihanını yaşar. Dedelerimiz soğukta ve yoklukta sınandı, biz ise bollukta ve konforda sınanıyoruz. Her ikisinin de bedeli vardır. Eğer biz bu ibretleri görmezsek, tarih tekerrür eder; ama görürsek, tarih bize yol gösterir.