TUSIAD’IN ŞAİBELİ VE SİCİLİ İLE İLGİLİ BELGE VE UYGULAMALARI
TÜSİAD’ın Tartışmalı Geçmişi: Belgeler ve Uygulamalar Üzerinden Bir Değerlendirme
Türkiye Sanayici ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD), 1971 yılında kurulduğundan bu yana Türkiye’nin ekonomik ve siyasi yapısında önemli bir aktör olmuştur. Ancak, kuruluşundan itibaren TÜSİAD, sadece ekonomik büyümeye odaklanan bir iş dünyası örgütü olarak değil, zaman zaman siyasi süreçlere müdahale eden, hükümetlerle gerilim yaşayan ve halk nezdinde güven kaybına uğrayan bir yapı olarak da gündeme gelmiştir. Bu makalede, TÜSİAD’ın tartışmalı geçmişine, çeşitli dönemlerdeki uygulamalarına ve ortaya çıkan belgeler ışığında nasıl bir pozisyon aldığına dair ibretlik ve düşündürücü olayları ele alacağız.
1. TÜSİAD ve 12 Eylül Darbesi: Sermaye ve Siyaset İlişkisi
1980 askeri darbesi, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik yapısını kökten değiştiren bir dönüm noktası olmuştur. Darbe öncesinde iş dünyasının, özellikle de büyük sermaye sahiplerinin hükümet politikalarından duyduğu rahatsızlık biliniyordu. TÜSİAD, 1979 yılında dönemin Ecevit hükümetine karşı açıkça eleştirel bir tavır almış, gazetelere tam sayfa ilanlar vererek ekonomik krizden hükümeti sorumlu tutmuştu. Bu ilanlar, darbe sürecine giden yolu hızlandıran unsurlar arasında değerlendirilmiştir. 12 Eylül sonrasında ise TÜSİAD üyelerinin büyük çoğunluğu, darbenin getirdiği neoliberal ekonomik politikalar sayesinde servetlerini daha da artırmış, halk ise bu süreçte ağır bedeller ödemiştir.
2. 28 Şubat Süreci ve TÜSİAD’ın Rolü
1997’de yaşanan 28 Şubat süreci, askerlerin ve sivil toplum kuruluşlarının hükümet üzerinde baskı kurduğu postmodern bir darbe olarak tarihe geçmiştir. TÜSİAD, bu dönemde “laiklik ve demokrasi” vurgusuyla dönemin Refah Partisi liderliğindeki hükümete karşı açık bir tavır almıştır. TÜSİAD raporları ve açıklamaları, askerin müdahalesini meşrulaştıran söylemler arasında yer almış ve iş dünyasının hükümetin değişmesi yönündeki beklentisini ortaya koymuştur. Ancak, 28 Şubat sürecinin ardından Türkiye’de ekonomik krizler derinleşmiş, 2001’deki büyük krizle birlikte sermaye sahipleri krizi fırsata çevirirken, halk büyük mağduriyetler yaşamıştır.
3. 2001 Krizi ve IMF Politikalarına Destek
2001 ekonomik krizi, Türkiye’nin en büyük ekonomik buhranlarından biri olarak tarihe geçmiştir. Kriz sürecinde TÜSİAD, hükümetin IMF ile anlaşmalar yapmasını desteklemiş ve “kemer sıkma politikalarının” zorunlu olduğunu savunmuştur. Ancak bu politikalar, bankacılık sisteminde büyük bir tasfiye sürecine yol açarken, TÜSİAD üyesi büyük sermaye sahipleri kriz sonrası uygulanan özelleştirme politikaları sayesinde büyük kazanımlar elde etmiştir. TÜSİAD’ın o dönemdeki önerileri, halk için daha fazla işsizlik ve yoksulluk anlamına gelmiştir.
4. TÜSİAD ve 2013 Gezi Olayları
2013 yılında Gezi Parkı protestoları, Türkiye’nin en büyük kitlesel hareketlerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. TÜSİAD, bu süreçte hükümeti eleştiren bir pozisyon almış ve toplumsal taleplerin dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır. Ancak bu olaylar sırasında sermaye çevrelerinin bazı grupları finanse ettiğine dair iddialar ortaya atılmış, TÜSİAD’ın olaylara yaklaşımı iş dünyasında bölünmelere neden olmuştur. TÜSİAD, hükümet ile olan gerilimleri nedeniyle bir süre dışlanmış, ancak ilerleyen yıllarda ilişkilerini yeniden düzenlemiştir.
5. TÜSİAD’ın Günümüzdeki Konumu: Hangi Çıkarlar Öncelikli?
Bugün TÜSİAD, bir yandan demokrasiyi ve hukuk devletini savunduğunu söylerken, diğer yandan sermaye sahiplerinin çıkarlarını önceleyen bir politika izlemeye devam etmektedir. TÜSİAD’ın açıklamaları, çoğu zaman halkın gerçek ekonomik sorunlarından uzak, büyük sermaye sahiplerinin çıkarlarını koruma refleksiyle şekillenmektedir. Son yıllarda ekonomi politikalarına dair eleştirileri artmış olsa da, bu eleştirilerin ana motivasyonunun halkın refahı mı yoksa büyük şirketlerin kazançlarını artırma hedefi mi olduğu konusunda ciddi soru işaretleri bulunmaktadır.
Sonuç: İbretlik Bir Tablo
TÜSİAD’ın geçmişi incelendiğinde, ekonomik büyüme ve demokratikleşme söylemlerinin ötesinde, büyük sermayenin çıkarlarını koruma refleksiyle hareket eden bir yapı olduğu açıkça görülmektedir. TÜSİAD, askeri darbelerden ekonomik krizlere, hükümet değişikliklerinden toplumsal hareketlere kadar birçok süreçte aktif rol oynamış ve genellikle sermaye sahiplerinin lehine pozisyon almıştır. Bu durum, halkın gözünde TÜSİAD’ın güvenilirliğini zaman zaman sorgulanan bir noktaya taşımıştır.
Tarih bize gösteriyor ki, ekonomik ve siyasi süreçlerde belirleyici olan yalnızca hükümetler değil, aynı zamanda büyük sermaye gruplarıdır. TÜSİAD gibi yapılar, kendi çıkarlarını önceliklendirirken, halkın gerçek sorunlarına ne kadar duyarlı oldukları sorusu hep gündemde kalacaktır. Bu yüzden, TÜSİAD’ın geçmişi, sadece bir iş dünyası örgütünün değil, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik dengelerinin nasıl şekillendiğini anlamak açısından da dikkatle incelenmesi gereken bir örnek sunmaktadır.
@@@@@@@
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan ve Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras, Olağan Genel Kurulu’ndaki siyasi mesajlarla dolu konuşmasının ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 2021 yılında İlim Yayma Vakfı tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlen programdaki TÜSİAD ile ilgili ifadeleri yeniden gündem oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan 3 yıl önceki konuşmasında, “Ey TÜSİAD ve yavruları sizin tek göreviniz var, yatırım, istihdam ve büyüme. Kalkıp da hükümete saldırmanın yollarını aramayın bizimle mücadele edemezsiniz. Sizin cinsinizi de cibilliyetinizi de iyi biliyoruz.” sözlerini sarf etmişti.
VEN NAZİATİ ĞARKEN AYETINDE BELİRTİLEN KİŞİNİN ÖLÜM HALİ
“Ve’n-Nâzi’âti Ğarkâ”: Günahkâr Ruhun Azap Dolu Çıkışı
“وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا” (Nâziât, 79/1) ayetinde Allah Teâlâ, ruhu şiddetle ve zorlukla çekip alan meleklerden bahsetmektedir. Bu ayet, inkar eden, isyanda ısrar eden ve Allah’ın rızasına aykırı bir hayat süren kimselerin ölüm anındaki acı dolu hâlini tasvir eder. Ruhları, bedenlerinden âdeta çekilip koparılırken, bu kişiler büyük bir korku ve pişmanlık içinde olur.
Ölüm: İnkar Edenlerin Korkulu Gerçeği
Dünya hayatı, insana ebedî bir imtihan olarak verilmiştir. Bu hayat, Allah’a kulluk etmek, O’nun rızasına uygun bir yaşam sürmek için bir fırsattır. Ancak inkar eden ve dünya hayatının aldatıcı süsüne aldananlar, bu fırsatı heba ederler. İşte “Ve’n-Nâzi’âti Ğarkâ” ayeti, böyle kimselerin ölüm anında karşılaştıkları zorlukları ve ruhlarının melekler tarafından şiddetle çekilip alınışını anlatır.
Ruhun Azap Dolu Çıkışı
Ayette geçen “Nâzi’ât”, insanın ruhunu zorla ve acı vererek çeken meleklerdir. Bu durum, günahkâr ve isyankâr ruhların dünya hayatında sergiledikleri kötü davranışların bir sonucu olarak yaşanır. Allah’a iman etmeyen ve ahiret gerçeğini inkâr eden bu kimseler, ölüm anında korku ve dehşet içinde kalırlar. Ruhları, âdeta bir dikenli dalın içinden çekilircesine bedenlerinden koparılır. Bu şiddet, onların dünya hayatında işledikleri kötülüklerin bir yansımasıdır.
Peygamber Efendimiz (sav), inkar edenlerin ölüm anını şöyle tarif etmiştir: “İnkar edenin ruhu, dikenlerle dolu yaş bir dalın içinden çıkar gibi alınır. Bu esnada damarlar ve sinirler koparcasına acı çeker.”
Günahkârların Pişmanlığı
“Ve’n-Nâzi’âti Ğarkâ” ayeti, aynı zamanda inkar edenlerin ölüm anında yaşadıkları pişmanlığı da hatırlatır. Dünya hayatında Allah’a ve ahiret gününe inanmadıkları için geri dönüşü olmayan bir sona ulaşırlar. Ancak bu pişmanlık, artık fayda sağlamaz. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “Sonunda onlardan birine ölüm gelince, ‘Rabbim, beni geri döndür! Belki terk ettiğim salih amelleri işlerim’ der. Hayır! Bu, onun söylediği boş bir sözden ibarettir.” (Müminun, 23/99-100).
İbretler ve Dersler
Bu ayet, insanlara dünya hayatında nasıl bir yaşam sürmeleri gerektiği konusunda önemli mesajlar verir. Çıkarmamız gereken ibretler şunlardır:
1. Dünya Hayatının Geçici Olduğu: İnsan, dünya hayatını ebedî sanıp kendini aldatmamalıdır. Gerçek hayat, ahiret yurdudur.
2. İsyanın ve Günahın Bedeli: Allah’ın emirlerine sırt çeviren ve ahireti unutan kimseler, ölüm anında büyük bir pişmanlık ve acı çekerler.
3. Hesap Günü Gerçeği: İnsan, dünyada yaptıklarından mutlaka sorguya çekilecektir. Bu sebeple her an, Allah’ın huzurunda hesap vereceğimiz bilinciyle yaşamalıyız.
4. Rahmet ve Azap Arasında Tercih: Allah, kullarını hem rahmetiyle hem de adaletiyle kuşatmıştır. İnsan, kendi seçimleriyle ya rahmeti ya da azabı hak eder.
Sonuç
“Ve’n-Nâzi’âti Ğarkâ” ayeti, inkar edenlerin ölüm anındaki zorluğunu ve ruhlarının azap içinde çekilip alınışını tasvir ederek insanlara uyarıda bulunur. Bu ayet, ölüm gerçeğini ciddiyetle düşünmeye ve hayatı Allah’ın emirlerine uygun bir şekilde yaşamaya teşvik eder.
İnsan, dünya hayatında her anını ahireti düşünerek değerlendirmeli ve kendisini Allah’ın huzuruna yüz akıyla çıkaracak bir hayat sürmelidir. Zira ölüm, kişinin dünya hayatındaki tercihlerinin bir yansımasıdır. “Ve’n-Nâzi’âti Ğarkâ” ayetinde tasvir edilen acı dolu ölümden kurtulmanın yolu, Allah’a iman etmek, O’nun emirlerini yerine getirmek ve insanlara karşı adil ve merhametli olmaktan geçer.
Tarih, dalgalar gibi yükselen ve alçalan medeniyetlerin hikâyesidir. İslam dünyası da bir zamanlar bilginin, adaletin, ahlakın ve insanlığın kalesiydi. Ancak uzun süredir uykuya dalmış, kendini unutmuş, köklerinden kopmuş bir haldeydi. Fakat tarihin akışı değişmek üzere… Çünkü bir ruh uyanıyor. İslam dünyasında uyanan o ruh, zulme boyun eğmeyen, adaleti yeniden inşa eden ve hakkı savunan ruhtur.
Bu makalede, İslam dünyasında uyanışın belirtilerini, nedenlerini ve geleceğini ele alacağız.
1. Uyanışın Belirtileri: Sessizliğin Bozulduğu An
Uyuyan bir toplum, olan biteni seyreden bir toplumdur. Fakat artık İslam dünyasında sadece seyreden değil, sorgulayan, direnen, yeniden inşa eden bir nesil yetişiyor.
Bilgiye ve bilince dönüş: Geçmişte ilim ve hikmet merkezi olan Müslüman toplumlar, tekrar bilgiye yönelmeye başladı. Bugün İslam dünyasında genç nesil, tarihini, dinini ve dünyayı daha bilinçli bir şekilde okuyor.
Korkunun yerini cesaretin alması: Yıllardır baskı altında susturulan toplumlar, artık seslerini yükseltiyor. Haksızlığa karşı duran, zulme direnen ve adalet isteyen insanlar çoğalıyor.
İslam’ın gerçek yüzüne dönüş: İslam, yalnızca ibadetlerden ibaret değildir. Adalet, merhamet, ilim ve özgürlük dini olan İslam, yeniden bu yönüyle keşfedilmeye başlandı. İslam’ı bir doğma olarak değil, yaşanması gereken bir hakikat olarak görenler artıyor.
Ümmet bilincinin yeniden doğuşu: Farklı mezhepler, milletler ve coğrafyalar arasındaki yapay ayrılıklar yıkılıyor. Müslümanlar arasında birlik ve kardeşlik ruhu yeniden filizleniyor.
2. Uyanışın Sebepleri: Hangi Güç Bizi Uyandırdı?
Bir ruhun uyanması, acı, zulüm ve haksızlıkla karşı karşıya geldiğinde başlar. Bugün İslam dünyasında uyanışın en büyük sebeplerinden bazıları şunlardır:
Zulüm ve adaletsizlik: Zulüm, insanların gözlerini açan en büyük derstir. İşgaller, sömürüler, savaşlar ve adaletsizlikler, Müslümanları daha bilinçli hale getirdi. Artık boyun eğmek yerine, mücadele etme iradesi güçleniyor.
Batı’nın çöküş sinyalleri: Yüzyıllardır dünyaya hükmeden Batı, artık eskisi kadar güçlü değil. Kendi iç çelişkileri, ekonomik krizleri ve kültürel çözülmeleri, Müslümanlara alternatif bir yol arama fırsatı sundu.
Teknolojinin bilinç uyandırması: İnternet ve sosyal medya, Müslümanların dünyadaki zulmü görmesini sağladı. Bilgiye erişim kolaylaştı ve hakikatin üzerini örten perdeler birer birer kalktı.
Genç neslin değişimi: Geçmiş nesillerin içine kapanıklığı ve korkularını taşıyan Müslüman gençler, bugün daha cesur, daha bilinçli ve daha aktif. Onlar, sadece seyreden değil, harekete geçen bir nesil olma yolunda ilerliyor.
3. Geleceğin İnşası: Bu Ruh Bizi Nereye Götürecek?
Uyanan bir ruh, sadece farkında olmakla kalmaz, aynı zamanda harekete geçer. Peki, bu uyanışın sonucu ne olacak?
İslam dünyasında ilmin yeniden yükselişi: Artık Müslüman toplumlar, tekrar bilim, teknoloji ve düşünce üretmeye başlıyor. Üniversitelerde, araştırma merkezlerinde, düşünce kuruluşlarında İslam dünyasının sesi giderek yükseliyor.
Adaletin yeniden inşası: İslam, zulme rıza göstermez. Uyanan Müslümanlar, adaleti savunan bir ümmet olmanın bilinciyle hareket ediyor.
Ekonomik ve siyasi bağımsızlık: Müslüman ülkeler, ekonomik ve siyasi olarak Batı’ya bağımlı olmaktan çıkıp kendi güçlerini inşa etmeye çalışıyor. Kendi sanayisini, kendi ekonomisini ve kendi kültürünü inşa eden bir İslam dünyası yükseliyor.
Ümmetin yeniden birleşmesi: Irkçılık, mezhepçilik ve bölücülük duvarları yıkılıyor. Müslümanlar, tekrar “tek bir beden” olma bilinciyle hareket etmeye başlıyor.
Sonuç: Ruh Uyandı, Artık Dönüş Yok!
İslam dünyasında uyanış başladı. Artık korku, sessizlik ve teslimiyet devri geride kalıyor. Bu ruh, bilinçle, cesaretle ve adaletle yoluna devam edecek. Ancak bu uyanışın tam anlamıyla bir dirilişe dönüşmesi için herkesin bilgiye, mücadeleye ve kardeşliğe sahip çıkması gerekiyor.
Şimdi soru şu: Bu uyanışa katkı sağlayanlardan mı olacağız, yoksa tekrar uykuya dalmayı mı tercih edeceğiz?
HAYATTAKİ KİRLİKLİKLER ÖNCE DÜŞÜNCENİN KİRLENMESİYLE BAŞLAR
Düşüncenin Kirlenmesi ve Hayattaki Kirlilikler: İslami ve İbretlik Bir Bakış
İnsan, Allah’ın yarattığı en şerefli varlık (eşref-i mahlûkat) olarak dünyaya gönderilmiştir. Ancak insanın şerefli olması, onun aklı ve düşünme kabiliyeti ile doğrudan bağlantılıdır. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette akletmek, düşünmek ve tefekkür etmek teşvik edilmiştir. Çünkü insanın kalbi ve zihni temiz oldukça, amelleri de temiz olur. Ancak düşüncenin kirlenmesi, zamanla amellere ve toplumsal yozlaşmaya sebep olur.
Düşüncenin Kirlenmesi Nasıl Başlar?
İnsanın zihni, tıpkı bir bahçe gibidir. Ona ne ekilirse, zamanla o yeşerir ve meyve verir. Eğer bu bahçeye güzel fikirler, ahlaki prensipler ve doğru inançlar ekilirse, insanın davranışları da güzel olur. Ancak bu bahçeye fesat, kin, nefret ve kötü düşünceler ekilirse, zamanla bireyin kalbi kararır ve topluma da zarar vermeye başlar.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Dikkat edin! Vücutta bir et parçası vardır; eğer o iyi olursa bütün vücut iyi olur, eğer o bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. İşte o, kalptir.” (Buhari, Müslim) buyurarak, insanın iç dünyasının dış dünyasını nasıl şekillendirdiğine işaret etmiştir.
Düşüncenin Kirlenmesinin Sonuçları
1. Bireysel Yozlaşma: Kötü düşünceler önce bireyin kendi iç dünyasında bozulmalara yol açar. Haset, kibir, öfke ve nefret gibi duygular kalbi kirletir ve zamanla insana yanlış davranışlar yaptırır.
2. Ahlaki Çöküş: Düşüncenin kirlenmesi, insanın ahlaki değerlerini aşındırır. Yalan, hile, gıybet gibi günahlar normalleşir ve bireyin ruhu kararmaya başlar.
3. Toplumsal Kirlilik: Bireylerin iç dünyasındaki bozulma, zamanla topluma sirayet eder. Rüşvet, adaletsizlik, sömürü, israf ve ahlaki dejenerasyon gibi sorunlar, aslında bireylerin düşünce dünyalarındaki bozulmanın yansımasıdır.
Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz ki Allah, bir kavim kendi içinde olanı değiştirmedikçe onların durumunu değiştirmez.” (Rad, 13/11) buyrularak, değişimin önce bireyin iç dünyasında başlaması gerektiği vurgulanmıştır.
Çözüm: Düşüncenin Arınması
Düşünceyi temiz tutmak, İslam’ın üzerinde önemle durduğu bir konudur. Bunun için şu hususlara dikkat etmek gerekir:
1. Tefekkür ve Zikir: Allah’ı sürekli anmak ve yaratılış üzerine düşünmek, insanın iç dünyasını temizler. “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 13/28) ayeti, bunun önemini vurgular.
2. İyi İnsanlarla Birliktelik: Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kişi dostunun dini üzeredir. O hâlde kiminle dostluk ettiğinize dikkat edin.” (Ebu Davud, Tirmizi) buyurarak, çevrenin insanın düşüncelerini etkilediğine işaret etmiştir.
3. Helal Lokma: İnsanın yediği gıdalar bile düşüncelerini etkiler. Helal ve temiz lokma, ruhu besler ve düşünceleri berraklaştırır.
4. Kur’an ve Sünnet’e Bağlılık: Kur’an okumak ve Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hadislerine uymak, zihni ve kalbi arındırır.
Sonuç
Düşünce, insanın en büyük sermayesidir. Eğer düşüncelerimiz temiz olursa, hayatımız da temiz olur. Ancak düşünceler kirlenirse, bu kirlilik önce bireyin kalbinde, sonra amellerinde ve en sonunda toplumda kendini gösterir. Bu yüzden Müslüman, zihnini ve kalbini sürekli temiz tutmalı, kötü düşüncelerden arınarak ahlaki güzellikleri hayatına hâkim kılmalıdır. Çünkü gerçek temizlik, önce kalpte ve düşüncede başlar.
Allah bizleri, kalbini ve düşüncelerini temiz tutan salih kullarından eylesin. Amin.
DÜNYA HERKESİN KENDİSİNİ BİLDİĞİ, BULDUĞU VE KENDİSİ OLDUĞU BİR YERDİR . -2-
### Dünya: Kendini Bilmenin, Bulmanın ve Olmanın İmtihan Sahnesi Dünya, insanın kendini tanıma, anlamlandırma ve gerçek benliğine ulaşma yolculuğunda bir imtihan sahasıdır. İslam’a göre bu yolculuk, sadece biyolojik bir varlık olmanın ötesinde, ruhun ve kalbin terbiyesini gerektirir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Kim nefsini tanırsa Rabbini tanır” hadisi, bu hakikatin temelini oluşturur. Peki insan, bu dünyada kendini nasıl “bilir”, “bulur” ve “olur”? İşte İslami perspektiften ibret ve tefekkürle dolu bir cevap…
#### 1. **Nefsini Bilmek: İlahi Bir Farz** İslam, insanın kendini tanımasını farz-ı ayn olarak niteler. Modern psikolojinin aksine, insanı sadece biyolojik ve sosyal bir varlık olarak görmek, onun özünü unutmasına yol açar. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah’ı unutan ve bu yüzden kendilerini unutturanlar” ifadesi, bu tehlikeyi hatırlatır. Nefsini bilmek, kalpteki hastalıkların (kibir, haset, bencillik) farkına varmak ve bunları tedavi etmekle mümkündür. Her Müslüman, kendi nefsinin psikoloğu olmalı; zira bu, Allah’a yakınlaşmanın ilk adımıdır.
**İbret:** İnsan, kibrini fark ettiğinde tevazuya, hasedini gördüğünde şükre ulaşır. Bu farkındalık, imanın nurudur.
#### 2. **Kendini Bulmak: Mensubiyet ve Anlam Arayışı** Kendini bulmak, yalnızca içe dönük bir süreç değil; köklerle, toplumla ve Allah’la kurulan bağın keşfidir. Tasavvufta dünya, “yakın hayat” (el-hayâtü’d-dünyâ) olarak tanımlanır; geçici süslerle aldanmamak, kalıcı olanı aramak esastır. Ayette buyrulduğu üzere, “Dünya hayatı aldatıcı bir metadan ibarettir” (Âl-i İmrân, 3:185). Gerçek benliğe ulaşmak, bu aldanışı fark edip ahiret odaklı bir bilinç geliştirmekle mümkündür.
**Düşündürücü Soru:** Maskelerimizle yaşadığımız bir hayat, bizi ne kadar “kendimiz” yapar?
#### 3. **Kendin Olmak: Sorumluluk ve Fedakârlık** Kendini bilen ve bulan insan, artık “olma” sorumluluğunu taşır. İslam’da “faydalı insan” olmak, Peygamber’in (s.a.v.) “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” emrinin gereğidir. Dünya, bireysel çıkarların değil; adaletin, merhametin ve fedakârlığın hâkim olduğu bir yer olmalıdır. Modern dünyanın benmerkezci değerleri, insanı yalnızlaştırırken; İslam, toplumsal dayanışmayı ve kardeşliği öne çıkarır.
**Örnek:** Hz. Ömer’in (r.a.) adaleti, sadece bir yönetici olarak değil; nefsini terbiye eden bir mümin olarak “kendini bilmesi”nden kaynaklanıyordu.
#### 4. **Dünya-Ahiret Dengesi: Geçici Olanla Kalıcı Olanın Terazisi** Kur’an, dünya hayatını “yağmurla yeşerip sonra kuruyan bitkiye” benzetir (Yûnus, 10:24). Bu metafor, insana şu soruyu sordurur: “Geçici süsler peşinde koşarken, kalıcı eserler bırakabiliyor muyum?” İslam, dünyayı kötülemez; ancak onu ahiretin gölgesinde anlamlandırır. “Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de iyilik ver” duası (Bakara, 2:201), bu dengeyi sağlamanın rehberidir.
**Tefekkür:** Bir gülün ömrü kısadır, ama kokusu kalıcıdır. İnsanın dünyadaki amelleri de böyledir.
#### 5. **Toplumsal Ayna: Başkalarında Kendini Görmek** Kendini bulmak, yalnızca manevi bir yolculuk değil; toplumla etkileşimle şekillenen bir süreçtir. Hadis-i şerifte, “Mümin, başkası için istediğini kendisi için isteyendir” buyrulur. İnsan, başkalarının ihtiyaçlarına cevap verirken kendi benliğini inşa eder.
**İbretli Hikâye:** Mevlânâ’nın “Sen göründüğün şey değilsin; sen, aynalarda gördüğün yansımasın” sözü, insanın toplumdaki rolünü hatırlatır.
### Sonuç: Dünya Bir Aynadır; Kendini Görebilenler İçin… Dünya, insanın kendini tanıma, bulma ve olma sınavıdır. Bu sınavda başarı, nefsin farkındalığından, toplumsal sorumluluktan ve ahiret bilincinden geçer. Unutmamak gerekir: “Allah, bir toplumu değiştirmez, onlar kendilerini değiştirmedikçe” (Ra’d, 13:11). Kendini bilen, bulan ve “kendisi olan” insanların inşa ettiği bir dünya, ancak adalet, merhamet ve tevazu ile ayakta kalabilir.
**Dua ve Çağrı:** Rabbimiz! Bizi nefsimizi bilen, hakikati bulan ve kulluk bilinciyle “kendisi olan”lardan eyle. Âmin.
DÜNYA HERKESİN KENDİSİNİ BİLDİĞİ, BULDUĞU VE KENDİSİ OLDUĞU BİR YERDİR .-1-
Dünya: Herkesin Kendini Bildiği, Bulduğu ve Kendi Olduğu Bir Yer
Dünya, insanın hakikat yolculuğunu yaptığı, kendini tanıdığı ve varoluş gayesini keşfettiği bir imtihan yeridir. Her insan, bu dünyada kendi fıtratı, seçimleri ve niyetleri doğrultusunda bir yol çizer. Kimi hakikati bulur, kimi kendisini kaybeder. Ancak herkes, sonuçta kendi yaptıklarıyla şekillenir ve kendi gerçeğini yaşar.
Bu açıdan, İslam’ın bakış açısıyla dünya, bir tarla gibidir: İnsan, burada ne ekerse ahirette onu biçer. “Dünya herkesin kendisini bildiği, bulduğu ve kendisi olduğu bir yerdir” sözü, aslında insanın kendi özünü keşfetmesinin, fıtratına uygun bir hayat sürmesinin ve seçimlerinin sonucuyla yüzleşmesinin kaçınılmaz olduğunu anlatır.
Kendini Bilmek: İnsan Nefsinin Farkında Olmalı
İslam, insanın önce kendisini tanımasını, nefsini bilmesini ve Rabbine yönelmesini öğütler. “Kendini bilen, Rabbini bilir” (Hadis-i Şerif) sözü, insanın hakikat yolculuğunun önce kendi iç dünyasını tanımaktan geçtiğini gösterir.
Kur’an’da Yüce Allah şöyle buyurur:
“Biz ona (insana) iki yolu göstermedik mi?” (Beled, 90:10)
Bu ayet, insanın dünya hayatında kendi seçimleriyle yolunu belirleyeceğini ve sonuçlarına katlanacağını anlatır. İnsan, ya nefsinin esiri olur ve kaybolur ya da hakikati arar ve özünü bulur.
Dünya, insanın kendini tanıdığı bir yerdir. Kimi mal ve mülk hırsıyla yanılır, kimi şöhret ve makam peşinde ömrünü tüketir. Ancak gerçekten “kendini bilen” kişi, faniliğini kavrar ve bu dünyanın bir sınav yeri olduğunu idrak eder.
Kendini Bulmak: Hakikati Keşfetmek
Her insan, bu dünyada bir arayış içindedir. Kimileri doğru yolu bulur, kimileri gaflette kalır. Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Kim hidayeti seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi zararına sapmış olur.” (İsra, 17:15)
Bu ayet, insanın yaptığı seçimlerin kendi kaderini belirlediğini vurgular. İnsan, dünyada hakikati arayıp bulanlardan mı olacak, yoksa nefsine uyup kaybolanlardan mı? İşte dünya, herkesin bu sorunun cevabını verdiği yerdir.
Gerçek anlamda “kendini bulan” insan, Allah’ın rızasını arayan insandır. Kur’an’da Allah, kendisini arayanlara şu müjdeyi verir:
“Beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 2:152)
Bu, insanın dünya hayatındaki en büyük keşfidir: Rabbini bulmak, O’na yönelmek ve bu fani hayatta ebedi saadeti kazanmak.
Kendisi Olmak: İnsan Kendi Seçimlerini Yaşar
Dünya, insanın kendisini gerçekleştirdiği bir yerdir. Her insan, seçimleriyle kendi kimliğini oluşturur. Kimisi adaletli olur, kimisi zalimleşir. Kimisi imanla yaşar, kimisi gaflet içinde ömrünü tüketir.
Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 99:7-8)
Aslında kendini görür, kendini bilir ve kendi olur.
Bu ayet, insanın dünyada yaptığı her şeyin kaydedildiğini ve sonunda karşısına çıkacağını gösterir. Her insan, bu dünyada yaptığı seçimlerle kendi ahiretini inşa eder.
Gerçek anlamda “kendisi olmak”, insanın fıtratına uygun yaşamasıdır. Allah insanı tertemiz bir fıtrat üzere yaratmıştır. Ancak dünya, insanın bu fıtratı koruyup koruyamayacağını test ettiği bir yerdir.
Sonuç: Dünya Bir Ayna Gibidir
Dünya, herkesin kendisini bildiği, bulduğu ve kendisi olduğu bir yerdir. Her insan, burada kendi hakikatini yaşar. Kim Allah’a yönelirse, huzuru bulur. Kim nefsine uyarsa, kaybolur.
Bu dünya bir ayna gibidir: İçimizdekini yansıtır. Kötülük tohumu eken, kötülükle karşılaşır. İyilik tohumu eken, iyilikle karşılaşır.
O halde insan, dünyaya neden geldiğini, ne yapmak istediğini ve bu hayatı nasıl geçirdiğini sorgulamalıdır. Çünkü herkes, burada kendi yolunu çizer ve ahirette de kendi çizdiği yolun karşılığını bulur.
“Fıtrat, fıtri ve layık olmayan şeyi reddeder, atar. “
Fıtratın Hakikati: Yaratılışın Reddettiği Şeyler
İnsan, yaratılıştan gelen saf ve temiz bir yapıya sahiptir. İslam’da buna fıtrat denir. Fıtrat, insanın özündeki saf hakikati ve doğruyu arayan yapısıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “Fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.” Bu söz, insanın yaratılışına uygun olmayan şeyleri sevki ilahi olarak kabul etmeyeceğini, aksine onları reddedeceğini anlatır.
Ancak modern çağda, insanlar bazen fıtratlarının sesini duymakta zorlanır. Çünkü dış etkenler, alışkanlıklar ve toplum baskısı, insanın özündeki bu hakikati köreltebilir. Bu makalede, fıtratın neyi reddettiğini, neden reddettiğini ve insanın nasıl yeniden fıtratına dönebileceğini inceleyeceğiz.
1. Fıtrat Nedir ve Neden Önemlidir?
Fıtrat, insanın yaratılıştan gelen ilahi kodudur. Allah (c.c.), her insanı saf bir şekilde yaratmıştır:
> “O hâlde sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratmasında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30/30)
Bu ayet, Allah’ın insanı tertemiz bir fıtrat ile yarattığını ve aslında tüm insanların hakikati tanıyabilecek bir kalbe sahip olduğunu gösterir. Ancak zamanla çevresel faktörler, insanın bu saf yapısını değiştirebilir.
Bir hadiste de Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
> “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenaiz 79; Müslim, Kader 22)
Bu hadis, insanın doğuştan temiz olduğunu, ancak dış etkenlerin onu farklı yönlere çekebileceğini gösterir. Fakat ne kadar değişime uğrarsa uğrasın, insanın fıtratı aslında hep doğrudan yana olacaktır.
2. Fıtratın Reddettiği ve Kabul Etmediği Şeyler
Fıtrat, insanın yapısına uygun olmayan şeyleri kabul etmez ve reddeder. İşte fıtratın doğal olarak reddettiği bazı şeyler:
1) Adaletin Bozulması ve Zulüm
İnsan, yaratılış gereği adaleti sever ve zulmü reddeder. Hangi toplumda olursa olsun, insanlar adaletli bir yönetimi arzu eder. Bir insan kendi çıkarı için zulmü savunabilir, fakat içinde her zaman bir huzursuzluk hisseder.
Haksızlık karşısında içimizde bir rahatsızlık hissediyorsak, bu fıtratımızın zulme karşı olduğunu gösterir.
Küçük bir çocuğa haksızlık yapıldığında bile içimizde bir öfke uyanıyorsa, bu fıtratın bir sonucudur.
> “Zulüm ile abad olanın, ahiri berbat olur.” (Atasözü)
Fıtrat, zulmün ve adaletsizliğin sürdürülebilir olmadığını bilir. Bu yüzden haksız düzenler eninde sonunda yıkılır.
2) Yalan ve Riyakârlık
İnsan doğası gereği doğruyu sever ve yalandan nefret eder. Bunu anlamak için küçük çocukları gözlemleyebiliriz.
Bir çocuk, kendisine yalan söylendiğini fark ettiğinde güvensizlik hisseder.
Eğer sürekli yalan söylenirse, içindeki fıtri temizlik kirlenir ve yalanı normal görmeye başlar.
Ancak ne kadar alışırsa alışsın, fıtratının derinliklerinde bir huzursuzluk hisseder.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
> “Doğruluk iyiliğe, iyilik cennete götürür. Yalan ise kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür.” (Buhârî, Edeb 69)
Bu hadis, doğruluğun fıtratın gereği olduğunu ve insanın iç huzurunu ancak hakikatle bulabileceğini gösterir.
3) Haram ve Helal Dengesi
İnsan, yaratılışı gereği helal olan şeylere meyleder ve haramlardan uzak durmak ister. Ancak alışkanlıklar ve çevresel etkenler, zamanla insanın harama duyarsızlaşmasına yol açabilir.
Örneğin:
Temiz gıdalar insanın bedenine iyi gelirken, haram yiyecekler ve içkiler zarar verir.
Fıtrat, haramın zararlarını önce bedende, sonra ruhta gösterir.
Allah (c.c.), insana haram olan şeyleri yasaklamıştır çünkü bunlar fıtrata uygun değildir. Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:
> “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (Maide, 5/87)
Fıtrat, Allah’ın koyduğu sınırları tanır ve bunlara uyduğunda huzur bulur.
3. Fıtratın Bozulması ve Geri Dönüş Yolları
Peki, insanlar neden bazen fıtratlarının sesini duyamaz hâle gelir? Bunun başlıca nedenleri şunlardır:
Yanlış alışkanlıklar ve bağımlılıklar (Örneğin: Yalan söylemeye alışan bir insan, zamanla bundan rahatsızlık duymaz.)
Toplumun yönlendirmesi (Eğer toplumda yanlış şeyler yaygınsa, birey de buna uyum sağlar.)
Gaflet ve ihmal (İnsan, fıtratının sesini dinlemeyip sürekli dünya işleriyle meşgul olursa, kalbi katılaşır.)
Ancak fıtrat hiçbir zaman tamamen kaybolmaz. İnsan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, geri dönmesi her zaman mümkündür.
Allah (c.c.), kullarını her zaman affetmeye hazırdır:
> “De ki: Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 39/53)
Sonuç: Fıtrata Uygun Yaşamak, Hakikati Bilmektir
Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi, fıtrat, kendisine uygun olmayan şeyi reddeder ve atar. Zulüm, yalan, haram ve batıl olan şeyler, insanın fıtratına terstir. Ancak insan bazen fıtratının sesini duyamaz.
Önemli olan, fıtrata uygun yaşamaya çalışmak ve hakikati aramaktır. Çünkü insan ancak fıtratına uygun yaşadığında gerçek huzuru ve mutluluğu bulur.
> “Kim doğru yola yönelirse, ancak kendi iyiliği için yönelmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar.” (İsra, 17/15)
Tarih boyunca İslam dünyası, hem ilmi hem de siyasi açıdan büyük medeniyetler inşa etmiş, insanlığa yön veren bir güç olmuştur. Ancak günümüzde Müslüman toplumlar, tıpkı başı kopmuş bir tavuk gibi ne yaptığını bilmez bir halde oradan oraya savruluyor. Ne net bir hedefimiz var ne de bizi bir arada tutan güçlü bir birlik. Peki, neden bu hale geldik? Bizi bu duruma sürükleyen sebepler nelerdir ve çıkış yolu var mıdır? Bu sorulara Kur’anî ve tarihî bir perspektifle bakarak dersler çıkarmamız gerekiyor.
1. Başsızlık: Liderlik ve Birlik Sorunu
Başı kopmuş bir tavuk, bir süre reflekslerle sağa sola koşar ama sonuç bellidir: Kaotik bir şekilde çırpınır ve sonunda yere yığılır. İslam dünyasının durumu da bundan farklı değil. Bizim kopan başımız, birlik ve liderliktir.
Halifeliğin Kaldırılması: 1924’te Osmanlı halifeliği kaldırıldıktan sonra Müslümanlar siyasi olarak dağılmış, bir merkezden yönetilme iradesini kaybetmiştir.
Sömürgecilik ve Bölünme: 20. yüzyıl boyunca Batılı güçler, İslam coğrafyasını parçalara ayırmış, suni sınırlar ve kukla yönetimler oluşturarak birliğimizi engellemiştir.
İç Çekişmeler ve Mezhep Ayrılıkları: Şii-Sünni gerilimi, etnik farklılıklar ve siyasi ihtilaflar, Müslümanları birbirine düşürmüş, düşmanın işini kolaylaştırmıştır.
Kur’an’da Allah (c.c.), Müslümanların birbirine düşmesini şöyle uyarır:
> “Kendi aranızda çekişmeyin, sonra korkuya kapılıp gücünüzü kaybedersiniz. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 8/46)
Ancak biz, Allah’ın bu uyarısını unutup birbirimizle savaşmayı tercih ettik.
2. Düşünce Krizi: İlim ve Şuurun Kaybı
Başı kopmuş bir tavuk, sadece reflekslerle hareket eder, akıl ve bilinç devre dışıdır. Bugün İslam dünyasında da akıl, ilim ve şuuru kaybetmiş bir toplum yapısıyla karşı karşıyayız.
Bilimde ve Teknolojide Geri Kalma: Bir zamanlar ilmin merkezi olan Müslümanlar, bugün Batı’nın ürettiği teknolojiyi tüketen toplumlara dönüşmüştür.
Taklitçilik ve Üretimsizlik: Bilgi ve teknoloji üretmek yerine, başkalarının ürettiğini kopyalamaya çalışıyoruz.
Medyada ve Kültürde Yenilgi: Kendi değerlerimizi üretemediğimiz için başkalarının kültürünü ve ahlaki normlarını taklit eder hale geldik.
Oysa Kur’an, Müslümanlara sürekli olarak düşünmeyi, araştırmayı ve aklı kullanmayı emreder:
> “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9)
Ancak biz, bilgiye ve düşünceye değer vermek yerine, cehaleti ve taklitçiliği benimsedik.
3. Dış Güçler ve Manipülasyon: Kukla Yönetimler ve Algı Oyunları
Başı kopmuş bir tavuğun nereye gittiğini artık kendisi değil, dış etkenler belirler. Bugün İslam dünyasının kaderini de Müslümanlar değil, dış güçler belirliyor.
Siyasi Müdahaleler: Batılı devletler, Müslüman ülkelerde istedikleri rejimleri kurarak veya yöneticileri değiştirerek kontrolü ellerinde tutuyorlar.
Ekonomik Bağımlılık: İslam ülkelerinin doğal zenginlikleri başkaları tarafından sömürülüyor ve ekonomik bağımsızlıkları ellerinden alınıyor.
Medyada Algı Operasyonları: Müslümanlar, sürekli olarak olumsuz gösterilerek kendi kimliklerinden utanır hale getiriliyor.
Oysa Allah (c.c.), bize kâfirlerin oyunlarına karşı uyanık olmamızı öğütler:
Ama biz, şeytanın hilesinin farkında bile değiliz.
4. Çıkış Yolu: Diriliş İçin Ne Yapmalıyız?
Başı kopmuş bir tavuğun yaşama şansı yoktur, ama biz bir tavuk değiliz! Müslümanlar, Allah’ın yeryüzündeki şahitleridir. Uyanır, silkelenir ve yeniden birlik olursa, İslam dünyası küllerinden doğabilir. Peki, bunu nasıl başarabiliriz?
1. TEVHİD VE BİRLİK ŞUURU
Mezhep ve etnik ayrılıkları bırakmalı, ümmet bilincini yeniden kazanmalıyız.
İmanlarını tevhid esası gibi, fikir ve amelde de o birliği sağlamalıyız.
Batının belirlediği suni sınırların ötesine geçip Müslümanlar arasında gerçek bir ittifak kurmalıyız.
Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılmalı, Allah’ın ipine hep birlikte tutunmalıyız:
> “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmran, 3/103)
2. İLİM VE TEKNOLOJİYE YATIRIM
Eğitimi güçlendirerek yeni nesilleri bilinçli ve şuurlu yetiştirmeliyiz.
Taklitçilikten kurtulup yenilikçi ve üretken bir medeniyet kurmalıyız.
Medya, kültür ve teknoloji alanlarında kendi değerlerimizi üreterek fikri bağımsızlığımızı kazanmalıyız.
3. SİYASİ VE EKONOMİK ÖZGÜRLÜK
İslam ülkeleri arasında güçlü bir ekonomik iş birliği kurarak dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız.
Kukla yönetimlerden kurtulup, halkın iradesine dayalı güçlü liderler yetiştirmeliyiz.
Batının sömürü politikalarına karşı kendi alternatif sistemlerimizi inşa etmeliyiz.
Sonuç: Diriliş Zamanı
Eğer İslam dünyası başı kopmuş bir tavuk gibi savrulmaya devam ederse, tarihin çöplüğüne gömülmek kaçınılmaz olur. Ancak biz, ümmet olarak yeniden dirilme iradesi gösterirsek, bu yıkım sürecini tersine çevirebiliriz.
Allah, ancak biz harekete geçtiğimizde bizim halimizi değiştirecektir:
> “Bir kavim, kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Rad, 13/11)
Artık silkinme ve ayağa kalkma vakti! Başı kopmuş bir tavuk gibi değil, bilinçli, güçlü ve izzetli Müslümanlar olarak hareket etme zamanı!
ALLAH VE PEYGAMBERLERİ İNSAN İRADESİNİ ÖN PLANA ÇIKARIRKEN, ŞEYTAN VE ONUN YOLUNDAN GİDENLER İNSAN İRADESİNİ DEVRE DIŞI BIRAKMAKTADIR.
İNSAN İRADESİ: ALLAH’IN EMANETİ VE ŞEYTAN’IN TUZAKLARI
İslam inancında insan, akıl ve irade sahibi bir varlık olarak yaratılmıştır. Allah, insanı “eşref-i mahlûkat” yani yaratılmışların en şereflisi olarak tanımlamış ve ona seçim hakkı vermiştir. Kur’an-ı Kerim, insanın iradesini kullanarak iyiliği ve kötülüğü seçebileceğini, ancak bu seçimlerin sonuçlarından da sorumlu olduğunu vurgular.
Ne var ki, Allah insanın özgür iradesini ve tercih hakkını önemserken, şeytan ve onun yolundan gidenler bu iradeyi devre dışı bırakmaya, insanı baskı altına almaya ve köleleştirmeye çalışır. Tarih boyunca zalim yönetimler, baskıcı ideolojiler ve nefsi esir alan tutkular hep şeytanın bu misyonunu yerine getirmiştir.
1. ALLAH’IN İNSANA VERDİĞİ EN BÜYÜK NİMET: İRADE VE SEÇİM HAKKI
Kur’an-ı Kerim, insanın bir imtihan dünyasında olduğunu ve bu imtihanın en temel unsurunun özgür iradesiyle doğruyu ve yanlışı seçmesi olduğunu bildirir:
> “Şüphesiz, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edip salih ameller işleyenler müstesna; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.” (Tîn Suresi, 4-6)
Bu ayet, insanın iradesiyle yükseleceğini ya da düşeceğini göstermektedir. Allah, kullarına irade vererek, onların kendi yollarını seçmelerine imkân tanımıştır.
Peygamberler de insanlara her zaman zorla değil, davet yoluyla tebliğ yapmışlardır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Allah, şu emri vermiştir:
> “Sen yalnızca bir öğüt vericisin; onlar üzerinde bir zorba değilsin.” (Ğaşiye Suresi, 21-22)
Bu ayet, İslam’ın zorbalıkla, baskıyla değil, insan iradesine ve aklına hitap eden bir din olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
2. ŞEYTAN VE ONUN YOLUNU TAKİP EDENLER: BASKI VE KÖLELİK SİSTEMİ
Şeytan, Hz. Adem’e secde etmediğinde insanın iradesine savaş açmıştır. Çünkü şeytan, insanların kendi akıllarını ve iradelerini kullanarak Allah’a yönelmelerini istemez; onları aldatır, korkutur ve kendi yoluna çekmeye çalışır.
> “Şeytan onlara (aldatıcı) vaadlerde bulunur ve onları boş umutlarla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaat ettiği şey sadece bir aldanıştır.” (Nisa Suresi, 120)
Şeytan ve onun yolundan gidenler, insanların iradesini yok etmek için çeşitli yollar kullanır:
Zulüm ve baskı rejimleri: İnsanların özgür iradelerini ellerinden almak, onları sorgulamayan ve itaat eden kölelere dönüştürmek isterler.
Batıl ideolojiler ve sahte inanç sistemleri: İnsanları düşünmeden taklit etmeye zorlarlar.
Nefis ve dünya tutkuları: İnsanları arzularının esiri yaparak iradelerini zayıflatırlar.
Allah, Firavun’un halkı üzerindeki baskısını anlatırken, şeytani sistemlerin nasıl insan iradesini yok ettiğini gösterir:
> “Firavun kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Gerçekten onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.” (Zuhruf Suresi, 54)
3. ZULMÜN VE BASKININ PANZEHİRİ: HAK VE ADALET
Kur’an, insan iradesine baskı kuran, insanları zorla yönlendiren her türlü güce karşı çıkmayı emreder. Zulme boyun eğmek, şeytanın sistemine destek vermek anlamına gelir.
> “Ey iman edenler! Kendinizi, ailenizi ve çevrenizi ateşten koruyun.” (Tahrim Suresi, 6)
Bu ayet, Müslümanların iradelerini kullanarak doğru olanı seçmeleri gerektiğini gösterir. Kişi, kendi aklıyla, vicdanıyla ve iradesiyle hareket etmeli, başkalarının baskısına boyun eğmemelidir.
SONUÇ: HANGİ YOLU SEÇECEĞİMİZ BİZİM ELİMİZDE
Allah ve peygamberleri, insanın iradesini özgür bırakmış ve ona doğru yolu göstererek bir davette bulunmuştur. Ancak zorlamamışlardır. İnsan, iyiyi ve kötüyü seçme hakkına sahiptir.
Şeytan ve onun yolundan gidenler ise insanı kendi özgür iradesinden mahrum bırakmak, onu korku, baskı ve aldatmalarla kontrol etmek isterler. Bugün dünya üzerindeki zulüm sistemleri, insanları baskı altına alan ideolojiler ve nefse hitap eden batıl yollar hep bu şeytani düzenin eseridir.
Hangi yolu seçeceğimiz ise bizim elimizdedir:
Allah’ın yolunu seçenler, aklını ve vicdanını kullanarak iyiliği ve adaleti savunurlar.
Şeytanın yoluna uyanlar, başkalarının iradesini yok ederek zulmü ve haksızlığı yayarlar.
Rabbimiz bizleri, irademizi en güzel şekilde kullanarak hak yolunda yürüyenlerden eylesin. Çünkü gerçek hürriyet, ancak Allah’ın gösterdiği yolda yürümekle mümkündür.
@@@@@@@#
### Allah ve Peyamberlerin İrade Vurgusu ile Şeytanın İradeyi Yok Etme Çabası: Kur’anî Bir Tahlil Kur’an-ı Kerim, insanın özgür iradesini temel bir sorumluluk alanı olarak tanımlarken, şeytanın bu iradeyi manipüle etme çabalarını da açıkça ortaya koyar. Bu çerçevede, peygamberler insanı tercihlerinin bilincine davet ederken, şeytan ve onun takipçileri iradeyi köreltmeye çalışır. Bu zıtlık, insanın imtihanının özünü oluşturur.
#### 1. **Allah ve Peyamberler: İradenin Sorumlulukla Buluştuğu Nokta** Kur’an, insana “cüz’î irade” bahşedildiğini ve bu iradenin kullanımından hesap sorulacağını vurgular. **“Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”** (Kehf 18/29) ayeti, insanın özgür seçim hakkını ilahi bir lütuf olarak sunar. Peygamberler de bu iradeyi harekete geçirmek için gönderilmiştir. Örneğin, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e **“Sen ancak bir uyarıcısın; onlar üzerinde zorba değilsin”** (Ğaşiye 88/21-22) denilerek, tebliğde baskı yerine ikna yönteminin esas olduğu hatırlatılır.
Peygamberlerin rolü, insanı iradesini doğru kullanmaya teşvik etmektir. Kehf Suresi 23-24. ayetlerde, Hz. Peygamber’in “inşallah” demeyi unutması üzerine gelen uyarı, insanın planlarını Allah’ın iradesine bağlaması gerektiğini öğretir. Bu, iradenin mutlak olmadığını, ancak sorumluluğunun insana ait olduğunu gösterir.
#### 2. **Şeytan ve Takipçileri: İradeyi Köreltme Stratejileri** Şeytan, insanı Allah’ın yolundan saptırmak için iradeyi devre dışı bırakmaya çalışır. Kur’an’da şeytanın en temel taktiği, **vesvese, aldatma ve günahları süsleme**dir (Araf 7/20-22). Örneğin, Hz. Adem’i cennetten çıkaran olayda şeytan, “Sonsuzluk ağacı”nı cazip göstererek insanın iradesini hedef almıştır.
Şeytanın etkisi, ancak onu “dost edinenler” üzerinde geçerlidir (Nahl 16/100). İnsan, iradesini kullanmayı bırakıp şeytana tabi olduğunda, sorumluluktan kaçar ve kendini zulme sürükler: **“Onlar kendilerine zulmettiler”** (Yunus 10/44). Şeytanın en büyük zaferi, insanı “Benim iradem yok, mecburum” inancına hapsetmektir.
#### 3. **Kur’an’da İki Zıt Yaklaşım: Hidayet ve Dalalet** Allah, insanın iradesine saygı duyarak hidayet ve dalalet seçeneklerini sunar: **“Biz ona yolu gösterdik; ya şükreder ya da nankörlük eder”** (İnsan 76/3). Peygamberler, bu seçimi hatırlatan rehberlerdir. Öte yandan şeytan, insanı seçim yapamaz hale getirmek için **“unutturma, tahrik ve yalan”** gibi yöntemler kullanır.
Örneğin, Firavun’un sihirbazları, Hz. Musa’nın mucizesi karşısında iradelerini kullanıp iman ederken (Araf 7/120-126), Firavun ise kibriyle iradesini köreltmiş ve helake sürüklenmiştir. Bu, iradenin doğru kullanımının nasıl kurtuluşa, kötüye kullanımının ise yıkıma yol açtığını gösterir.
#### 4. **İnsanın İmtihanı: İrade ile Sınanma** Kur’an’da insan, **“nefsinin emmaresi”** (Yusuf 12/53) ve **“şeytanın kontrolü ”** (Bakara 2/168) arasında sıkışmış bir varlık olarak tanımlanır. Ancak Allah, insana bu sınavda başarılı olma imkanı verir: **“Allah, bir toplumun durumunu, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez”** (Ra’d 13/11). Bu ayet, iradenin aktif kullanımının kaderi şekillendirdiğini vurgular.
Peygamberlerin mücadelesi, insanın bu bilinci kazanması içindir. Örneğin, Hz. İbrahim’in putperestlere **“Siz gerçekten tapmakta olduğunuz şeyleri gördünüz mü?”** (Enbiya 21/66) sorusu, iradeyi sorgulamaya davettir. İradeye baskı yapılmamış, irade harekete geçirilmiştir.
#### 5. **İbret ve Düşündürücü Sonuçlar** – **Takva ile Şeytanın Tuzağını Aşmak:** Takva sahipleri, şeytanın vesvesesiyle karşılaştıklarında hemen Allah’ı hatırlar ve iradelerini korurlar (Araf 7/201). – **“İnşallah” Bilinci:** İnsan, plansız bir varlık değildir, ancak tüm planlarını Allah’ın iradesine bağlamalıdır (Kehf 18/23-24). – **Sorumluluk ve Hesap:** Her insan, **“kazandığı iyilik lehine, kötülük aleyhinedir”** (Bakara 2/286).
### Sonuç: İradenin Kıymeti ve Şeytanın Aldatmacası Kur’an’ın mesajı açıktır: İnsan, iradesini kullanarak ya Rabbani bir hayat inşa eder ya da şeytanın tuzağına düşerek kendini zillete mahkum eder. Peygamberlerin mücadelesi, bu iradenin diriltilmesi; şeytanın çabası ise öldürülmesi üzerinedir. İnsan, bu şaşkınlıkta**“Allah’ın ipine sımsıkı sarılma”** (Al-i İmran 3/103) davetine kulak vererek, iradesini Hakk’ın hizmetine sunmalıdır.
> **“Kim doğru yolu seçerse, bunu ancak kendi lehine yapar. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapar. Hiçbir kimse başkasının yükünü taşımaz.”** (İsrâ 17/15).
@@@@@@@
İNSANIN GELİŞİMİ İRADESİNİN ÖN PLANA ÇIKMASIYLADIR
İNSANIN GELİŞİMİ: İRADEYLE YÜKSELİŞ
İnsanoğlu, doğası gereği öğrenen, gelişen ve dönüşen bir varlıktır. Ancak bu gelişim, sadece dış etkenlerin yönlendirmesiyle değil, bireyin özgür iradesini kullanmasıyla mümkündür. İnsan, iradesini ne kadar bilinçli ve doğru kullanırsa, hem bireysel hem de toplumsal olarak o kadar ileri gider.
Tarih boyunca insanlığın en büyük başarıları, özgür düşünen, sorgulayan ve iradesini kullanan bireyler sayesinde gerçekleşmiştir. İrade olmadan ne bilimde ilerleme ne de ahlaki olgunluk mümkündür. Peki, insanın gelişimi neden iradeyle doğrudan bağlantılıdır?
1. İRADE, İNSANIN DİĞER VARLIKLARDAN ÜSTÜN OLMASININ TEMELİDİR
Kur’an’a göre insan, özgür iradesiyle diğer yaratılmışlardan ayrılır. Melekler iradesizdir, şeytan ise iradesini kötüye kullanmıştır. Ancak insan, iradesini nasıl yönlendireceğine karar verme yeteneğine sahiptir.
> “Şüphesiz Biz insanı karışım halindeki bir nutfeden yarattık; onu imtihan edeceğiz. Bu yüzden onu işiten ve gören bir varlık yaptık.” (İnsan Suresi, 2)
Bu ayet, insana verilen işitme, görme ve anlama yeteneğinin tesadüf olmadığını, onun iradesiyle doğruyu yanlıştan ayırt edebileceğini ifade eder. Allah insana düşünme ve karar verme yeteneği vermiştir; dolayısıyla gelişim de ancak insanın bu yeteneğini kullanmasıyla mümkündür.
2. İRADE OLMADAN GELİŞİM MÜMKÜN DEĞİLDİR
Bir insanın ahlaki, entelektüel ve manevi gelişimi, onun iradesini ne kadar bilinçli kullandığıyla doğru orantılıdır. İradesini kullanmayan bireyler ve toplumlar, başkalarının yönlendirmesine açık hale gelir. Kendi kararlarını veremeyen bir insan, başkalarının kararlarının bir parçası olur.
Ahlaki Gelişim ve İrade
İnsan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlama kapasitesine sahiptir. Ancak bu bilgiyi eyleme dönüştürmek, iradeyi güçlendirmeyi gerektirir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
> “Güçlü insan, insanları yenen değil, öfkesine hakim olandır.” (Buhari, Müslim)
Burada iradenin, insanın nefsine ve duygularına hakim olmasını sağladığına dikkat çekilmiştir. Kişi, iradesini kontrol etmeyi öğrenirse, öfke, kıskançlık, kibir gibi duygulara yenilmek yerine ahlaki olarak olgunlaşır.
Bilgi ve Bilgelik İradeyle Artar
İlim, iradesiz insanlara verildiğinde bir anlam taşımaz. Bilgiye ulaşmak, onu anlamak ve hayata geçirmek için irade gereklidir. Kur’an’da bu konuda şöyle buyrulur:
> “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer Suresi, 9)
Bilgili insanla cahil insan arasındaki fark, iradesini kullanarak bilgiyi edinmeyi tercih edenle etmeyen arasındaki farktır.
İrade Olmadan Toplumlar Gelişemez
Tarih boyunca baskıcı rejimler, özgür düşünceyi ve iradeyi yok ederek toplumları geri bırakmıştır. Zulmün olduğu yerlerde gelişim olmaz, çünkü insanlar sorgulama cesaretini gösteremez. İradesi elinden alınan toplumlar, köleleşir ve ilerleyemez.
Buna karşılık, iradesini kullanarak adaleti, bilimi ve hakikati savunan toplumlar yükselir. Osmanlı’nın yükselişi, Endülüs’teki bilim devrimi, Batı’daki Rönesans hareketleri hep bireylerin özgürce düşünmesi ve iradesini ortaya koymasıyla gerçekleşmiştir.
3. ŞEYTAN VE ZAYIF İRADE: GELİŞİMİ ENGELLEYEN EN BÜYÜK TUZAK
Şeytan, insanın iradesini zayıflatmak için çalışır. O, insana kolay yolu, haz ve gafleti önerir. Çünkü iradesiz insan, mücadele etmek istemez ve kısa vadeli çıkarlarına odaklanır.
Kur’an’da şeytanın insanı kandırma taktiği şöyle anlatılır:
> “Şeytan onlara vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbiniz sizi ancak melek olmamanız ve ebedi kalıcılar olmamanız için bu ağaçtan men etti.’” (Araf Suresi, 20)
Burada şeytan, Hz. Adem ve Hz. Havva’yı iradelerini yanlış kullanmaya teşvik etmiştir. İnsan, iradesini kaybettiğinde aldatılmaya açık hale gelir. Günümüzde de tüketim kültürü, medya manipülasyonları, nefsi arzular insanın iradesini zayıflatmak için şeytanın modern araçları olmuştur.
SONUÇ: İRADE, İNSANIN KENDİ KADERİNİN İRADESİ DOĞRULTUSUNDA YAZILMASIDIR
Allah, insana irade vererek onu sorumluluk sahibi kılmıştır. Şeytan ve onun yolundan gidenler, insanın iradesini zayıflatmaya ve onu bağımlı, çaresiz, yönlendirilen bir varlığa dönüştürmeye çalışır. Ancak tarih göstermiştir ki, iradesini kullanan bireyler ve toplumlar yükselirken, iradesini kaybedenler yok olmuştur.
Bugün, insanlığın en büyük problemi, iradesiz bireylerin çoğalmasıdır. Kolay yolu seçmek, haz ve konfora esir olmak, mücadeleden kaçmak insanı geriye götürür. Ancak iradesini güçlendiren, sorgulayan, azmeden ve mücadele eden bireyler, hem dünyada hem de ahirette kurtuluşa ererler.
Bu yüzden her insan kendine şu soruyu sormalıdır:
İrademi gerçekten kullanıyor muyum, yoksa başkalarının yönlendirmesiyle mi yaşıyorum?
Bilgi edinmek, ahlaki olarak olgunlaşmak ve topluma katkı sağlamak için ne kadar çaba harcıyorum?
Çünkü unutulmamalıdır ki insanın kaderi, onun iradesiyle şekillenir.
***************
DÜNYADAKİ MÜCADELE INSAN IRADESINI ELE GEÇİRME VE KONTROL ETME MÜCADELESİDİR. FİKİR OLARAK VEYA FİİL OLARAK.
İNSAN İRADESİ ÜZERİNE MÜCADELE: KUR’ANÎ VE İSLAMİ BİR BAKIŞ
İnsanlık tarihi boyunca en büyük mücadelelerden biri, insanın iradesi üzerindeki hâkimiyet savaşı olmuştur. Bu mücadele bazen fikir bazında, bazen de fiili olarak yürütülmüştür. İnsanların düşüncelerini, inançlarını ve davranışlarını yönlendirmek isteyen güçler, onların iradesini ele geçirmek için çeşitli yollar denemiştir. Bu, bireysel ve toplumsal düzeyde devam eden bir savaş olup, Kur’an-ı Kerim ve İslam’ın temel bilgileri çerçevesinde ele alındığında önemli dersler barındırmaktadır.
1. İnsan İradesi: Allah’ın Bahşettiği En Büyük Emanet
Kur’an’a göre insan, irade sahibi bir varlık olarak yaratılmıştır. Yüce Allah, insana akıl ve seçme özgürlüğü vermiş, iyiyi ve kötüyü göstererek onu sınava tabi tutmuştur:
> “Ve biz ona iki yolu göstermedik mi?” (Beled, 90/10)
Bu ayet, insanın önüne seçenekler sunulduğunu ve doğru yolu seçme sorumluluğunun kendisine ait olduğunu gösterir. İrade, insanın kişiliğini ve kaderini şekillendiren temel unsurdur. Ancak tarih boyunca bu iradeyi kontrol altına almak isteyen bireyler, ideolojiler ve sistemler olmuştur.
2. Şeytanın İradesi Ele Geçirme Mücadelesi
İslam’a göre insan iradesine yönelik en eski ve en büyük tehdit, şeytanın vesveseleriyle başlar. Kur’an, şeytanın insanı saptırmak için türlü hileler kullanacağını bildirir:
> “Andolsun ki onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun önünden, ardından, sağından ve solundan sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın.” (A’râf, 7/17)
Şeytan, insanın düşüncelerine ve duygularına fısıldayarak onun iradesini zayıflatmaya çalışır. Onu gaflete düşürerek kendi arzusunu insanın iradesine dayatır. Tarih boyunca birçok ideoloji, insanları hakikatten uzaklaştırmak ve kendi kontrolüne almak için şeytani yöntemler kullanmıştır.
3. Zorbalık ve Baskıyla İnsan İradesini Kontrol Etme Çabaları
Firavun’un İsrailoğullarını köleleştirmesi, Nemrut’un halkı üzerindeki baskısı gibi örnekler, zulüm sistemlerinin insan iradesini nasıl baskı altına almaya çalıştığını gösterir. Kur’an’da Firavun’un, halkını kontrol etmek için onları sindirdiği şöyle anlatılır:
> “Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı ve halkını fırkalara ayırdı. Onlardan bir topluluğu güçsüz düşürerek erkek çocuklarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan biriydi.” (Kasas, 28/4)
Bu ayet, güçlülerin halkın iradesini kontrol altına almak için korku, bölme ve sindirme politikaları uyguladığını açıkça gösterir. Günümüzde de medya, propaganda, manipülasyon ve teknoloji kullanılarak benzer yöntemler uygulanmaktadır.
4. Özgür İrade ve Tevhid Mücadelesi
Peygamberler, insan iradesinin yalnızca Allah’a teslim edilmesi gerektiğini öğretmişlerdir. Tevhid inancı, insanın aklını ve kalbini özgürleştirir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanları zorbalığa ve sahte güçlere boyun eğmekten kurtarıp yalnızca Allah’a kulluk etmeye çağırmıştır:
> “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının.” (Nahl, 16/36)
Bu ayet, insan iradesinin ancak Allah’a teslim edilmesi gerektiğini ve başka güçlerin iradeyi ele geçirmesine karşı uyanık olunmasını öğütler.
5. Günümüzde İnsan İradesi Üzerindeki Tehditler
Bugünün dünyasında, insan iradesi üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan farklı mekanizmalar bulunmaktadır:
Medya ve Propaganda: Bilinçaltı mesajlar, reklamlar ve ideolojik yönlendirmelerle insanlar farkında olmadan belirli düşüncelere yönlendirilmektedir.
Dijital Teknoloji ve Algoritmalar: Sosyal medya ve yapay zeka sistemleri, insanların tercihlerine müdahale ederek iradelerini şekillendirebilmektedir.
Ekonomik ve Politik Sistemler: Küresel ekonomik düzenler ve siyasi baskılar, bireylerin seçimlerini manipüle etmeye yönelik yöntemler kullanmaktadır.
Bütün bunlar, insanın özgür iradesini tehlikeye atan büyük meydan okumalardır.
6. Kurtuluş Yolu: İman, Bilinç ve Sabır
İslam, insanın iradesini koruması ve dış etkilere karşı bilinçli olması için şu yolları önerir:
Kur’an ve Sünnete Bağlılık: Doğru bilgi kaynağına yönelmek, insanın iradesini güçlü kılar.
Zikir ve Dua: Allah’ı anmak, insanın kalbini ve aklını temizleyerek şeytanın vesveselerinden korur.
Eleştirel Düşünce ve Feraset: Propaganda ve manipülasyon tekniklerini fark edebilmek için bilinçli bir bakış açısına sahip olmak gerekir.
Sabır ve Direniş: Zorbalığa ve baskıya karşı direnmek, peygamberlerin sünnetidir.
Sonuç: Özgür İrade, Allah’a Kullukta Saklıdır
İnsan iradesi, Allah’ın insana bahşettiği büyük bir emanettir. Şeytanın, zorba yöneticilerin, ideolojilerin ve modern manipülasyon araçlarının bu iradeyi ele geçirme çabalarına karşı uyanık olmak gerekir. Kur’an’ın mesajı açıktır:
> “De ki: Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı Rab edinmesin.” (Âl-i İmran, 3/64)
Bu ayet, insanın yalnızca Allah’a boyun eğmesi gerektiğini, diğer tüm beşeri tahakküm biçimlerinden kaçınması gerektiğini beyan eder. Özgürlük, insanın Allah’a teslimiyetiyle başlar; çünkü gerçek kulluk, sadece O’nadır.
Tetikçilerden Farkı Olmayan Kalemşörler: Satılmış Fikirlerin Gölgesinde Bir Dünya
Tarih boyunca silahı kullanan tetikçiler kadar, kalemi silah gibi kullanan kalemşörler de büyük yıkımlara sebep olmuştur. Tetikçiler, bedel karşılığında bir cana kıyar; kalemşörler ise gerçeği katleder, zihinleri zehirler ve toplumları manipüle eder. Bazen bir mermiden daha öldürücü olan bu kalemler, bir insanın, bir grubun ya da bir milletin kaderini değiştirebilir.
Peki, kalemini satmış insanlar nasıl tetikçiler gibi hareket eder? Kalemşörleri bu kadar tehlikeli yapan şey nedir?
Kalemin Namludan Daha Güçlü Olduğu Anlar
Napolyon’un ünlü sözlerinden biridir: “Beni yüz süngüden çok üç gazeteci korkutur.” Çünkü bazen bir silahın yapamayacağını bir kalem yapar. Kalemşörler, gerçeği çarpıtarak, kamuoyunu yanlış yönlendirerek ve insanları kutuplaştırarak, toplumsal felaketlerin fitilini ateşleyebilirler.
Tarih bunun örnekleriyle doludur:
Joseph Goebbels (Nazi Almanyası’nın propaganda bakanı), milyonlarca insanın zihnini zehirleyerek savaşı ve soykırımı meşrulaştırdı.
Sovyet rejiminde Stalin yanlısı gazeteciler, milyonlarca insanın yok edilmesini sıradan bir olay gibi sundu.
Modern medyada kiralanmış yazarlar, savaşları meşrulaştırmak, toplumları kutuplaştırmak ve adaleti çarpıtmak için kalemlerini kullandı.
Bugün de benzer şekilde, bazı köşe yazarları, gazeteciler ve medya figürleri, tetikçilerden farksız bir şekilde görev yapmaktadır. Hakikati öldürmek için kalemlerini bir silah gibi kullanırlar.
Kalemşörlerin Taktikleri: Algı Operasyonları ve Yalanlar
Kalemşörlerin en büyük silahı, manipülasyon ve algı yönetimidir. Doğrudan bir insana zarar vermezler ama zihinleri ele geçirerek toplumları yönetirler.
1. Gerçekleri Çarpıtmak
Gerçekleri olduğu gibi sunmak yerine, eğip bükerek kendi efendilerinin çıkarına uygun hale getirirler.
Yalan haberler üretir, halkı kışkırtır, yanlış bilgiyi yayarlar.
2. İnsanları Kutuplaştırmak
Toplumları bölerek onları yönetmeyi kolaylaştırırlar.
Düşman üretir, grupları birbirine düşman ederler.
3. Bağımsız Görünüp, Emirle Hareket Etmek
Kalemşörler genellikle tarafsız olduklarını iddia ederler ama aslında belli bir grubun veya ideolojinin emrindedirler.
Kimin çıkarına hizmet ettiklerine bakıldığında, onların kimden emir aldığı da kolayca anlaşılır.
4. Şahısları Hedef Göstermek
Belli kişileri itibarsızlaştırmak için kara propaganda yaparlar.
Onları ahlaksız, hain, beceriksiz gibi göstermek için iftira atarlar.
Bu yöntemler, silahlı bir tetikçinin mermisi kadar ölümcül olabilir. Çünkü insanlar yalanlara inanıp yanlış kararlar verdiklerinde, koca toplumlar çöküşe sürüklenebilir.
Gerçek Gazetecilik ile Kalemşörlük Arasındaki Fark
Gerçek gazeteciler, gerçeğin peşinde koşar. Kalemşörler ise patronlarının emirlerini uygular.
Gerçek gazeteci:
Olayları olduğu gibi sunar. Halkı bilinçlendirmeyi amaçlar. Kendi vicdanını ve ahlaki değerlerini korur.
Kalemşör:
Kimin parasını alıyorsa onun için yazı yazar. Halkı manipüle etmeyi amaçlar. Gerçeği değil, işine geleni anlatır.
Bir toplumda gerçek gazeteciler azalıp, kalemşörler çoğaldığında, hakikat yok olur. İnsanlar yalanlarla kandırılır ve sonunda toplumsal çöküş kaçınılmaz hale gelir.
Sonuç:
Bir tetikçi, bir insanı öldürerek onu susturur. Bir kalemşör ise milyonların zihnini öldürerek tüm bir toplumu felç eder. Ama gerçek bir yazar, vicdanını ve ahlakını koruyarak, toplumu uyanık tutar.
Bu yüzden, tetikçilerden farkı olmayan kalemşörlere karşı en büyük silah, bilinçli ve sorgulayan bir toplumdur. Çünkü halk ne kadar bilinçli olursa, kalemşörlerin silahı o kadar etkisiz hale gelir.
DÜŞMANIN ARPALIĞINDAN BESLENENLER, DÜŞMANIN KÜMESİNE DE YUMURTLARLAR
Düşmanın Arpalığından Beslenenler, Düşmanın Kümesine de Yumurtlarlar
Tarih boyunca bir toplumu en çok yıkan şey, dış düşmanların saldırıları değil, içeriden satılan ve satın alınan insanlardır. Kendi toplumunun gücünü ve kaynaklarını düşmana teslim eden, onlardan beslenen kişiler, nihayetinde onların amaçlarına hizmet ederler. Düşmanın arpalığından beslenen biri, er ya da geç, düşmanın kümesine de yumurtlamaya başlar.
Bu tür insanlar, bazen bir yönetici, bazen bir aydın, bazen bir tüccar, bazen de bir sanatçı olabilir. Kendi halkının çıkarlarını savunmak yerine, kendilerini besleyen güçlere sadık kalırlar. Amaçları bireysel kazançtır, milletin geleceği değil.
Düşmanın Arpalığından Beslenmek Ne Demek?
Bir insan veya grup, maddi ya da manevi çıkarları için bir düşmanın desteğini kabul ettiğinde, artık onun etkisi altına girmeye başlamıştır. Bu süreç birkaç şekilde işler:
1. Ekonomik Bağımlılık
Düşmanın sağladığı ekonomik destekle ayakta duranlar, o desteği kaybetmemek için düşmanın politikalarına uygun hareket eder.
Ülkesinin zayıflamasını sağlayacak ticari anlaşmalara göz yumar, milli sanayiyi baltalar, ülkesinin kaynaklarını yabancılara peşkeş çeker.
2. İdeolojik Bağımlılık
Fikri olarak bir başkasının çıkarlarını savunanlar, aslında düşmanın elinde bir propaganda aracına dönüşür.
Medya, akademi veya sanat alanında, kendi ülkesinin değerlerini aşağılar, düşmanın propagandasını yapar.
3. Siyasi Bağımlılık
Dış güçlerin desteğiyle ayakta duran siyasiler, onların taleplerini yerine getirmek zorunda kalır.
Ülkesinin menfaatlerini ikinci plana atarak, aldığı emirleri yerine getirir.
Bu süreç, bir insanı ya da grubu satın alınabilir hale getirir. Bir kez düşmanın desteğiyle hareket eden biri, artık bağımsız bir duruş sergileyemez.
Düşmanın Kümesine Yumurtlayanlar
Bir insan veya kurum, düşmanın desteğiyle beslendiğinde, zamanla ona hizmet etmeye başlar. İşte düşmanın kümesine yumurtlayanlar, yani düşman için çalışanlar böyle doğar.
Bu kişiler, kendi milletleri aleyhine kararlar aldırarak, toplumun güçsüzleşmesine katkı sağlarlar. Başlangıçta sadece menfaat için harekete geçmiş olsalar bile, zamanla tamamen düşmanın bir aparatı haline gelirler.
Tarihten İbretlik Örnekler
Düşmanın arpalığından beslenip, ona hizmet edenler tarihte hep olmuştur:
Bizans’a hizmet eden Osmanlı hainleri, Osmanlı fetihlerine karşı Bizans’ın safında yer aldı ama sonuçta tarih onları yok saydı.
Batı’nın desteklediği mandacılar, Kurtuluş Savaşı’nda bağımsızlığa karşı çıkıp, emperyalistlerin yanında yer aldı. Ancak vatanseverler kazandı ve onlar tarihin çöplüğüne gitti.
Günümüzde dış fonlarla ayakta kalan medya ve akademisyenler, kendi ülkelerinin zararına yayınlar yaparak, dış güçlerin çıkarlarını savunur.
Düşmanın Sofrasına Oturan, Onun Kurallarına Göre Yemek Yer
Bir insan, nereden beslendiğine dikkat etmelidir. Eğer beslendiği kaynak düşmandan geliyorsa, o kişi farkında olsun ya da olmasın, düşmanın çıkarları doğrultusunda hareket edecektir.
Bağımsızlık, sadece siyasi bir kavram değildir. Zihinlerin bağımsız olması, ekonominin güçlü olması ve insanların ahlaki duruşlarını satmaması gerekir.
Son olarak, bir insanın kim olduğu, nereden beslendiğine ve kimin için çalıştığına bağlıdır. Eğer bir kişi, düşmanın sunduğu nimetlerle ayakta kalıyorsa, er ya da geç ona hizmet etmek zorunda kalacaktır.
Unutulmamalıdır ki, düşmanın arpalığından beslenenler, düşmanın kümesine de yumurtlarlar. Ve o yumurtalar, kendi milletinin değil, düşmanın çıkarına çatlar!
RAHMETLİ DEDEM, EVVELDEN EŞKİYA DAĞDAYDI ŞİMDİ ŞEHRE İNDİ DEMİŞTİ, YA ŞİMDİ?
Eşkıya Şehre İndi, Peki Ya Şimdi?
Rahmetli dedemiz doğru söylemiş: “Evvelden eşkıya dağdaydı, şimdi şehre indi.” Bir zamanlar dağ başlarında, yol kesen, hükûmetten kaçan, kendi kanununu koyan eşkıyalar vardı. Onlar, devletin otoritesinin zayıf olduğu kırsal bölgelerde, kendi düzenlerini kurar, bazen halkı korur gibi görünse de neticede güçlünün haklı olduğu bir düzenin parçasıydılar.
Ama zaman değişti. Şimdi eşkıya ne dağda ne bayırda… Artık şehirlerde, beton binaların içinde, takım elbise giymiş, kravat takmış hâlde dolaşıyor. Eskiden silahı belindeydi, şimdi kalemi elinde; eskiden yol keserdi, şimdi insanları borçla, faizle, hileyle soyuyor. Eskiden kaçaktı, şimdi saygın iş insanı, yönetici, hatta siyasetçi olmuş.
Eşkıyalık Değişti, Ama Yok Olmadı
Eskiden bir köyü basan eşkıyalar, insanları soyup kaçarlardı. Şimdi ise, büyük şehirlerin lüks ofislerinde, bir imza ile binlerce insanın alın terini, emeğini yok ediyorlar. Eskiden hanları, kervanları basarlardı; şimdi bankalar, büyük şirketler, hatta devlet mekanizmalarıyla insanın cebindeki üç kuruşa göz dikiyorlar. Hukuku kendi lehlerine eğip bükerek, “kanuni” eşkıyalık yapıyorlar.
Artık yol kesmeye gerek yok. Medyanın, reklamların, kredi kartlarının, tüketim kültürünün içinde öyle yollar kurulmuş ki insanlar gönüllü olarak soyuluyor. Üretmeden kazananlar, çalışmadan zenginleşenler, başkasının sırtına basarak yükselenler, modern zamanın eşkıyalarıdır.
Peki Çare Nedir?
Rahmetli dedemizin söylediği bu söz, sadece bir tespit değil, aynı zamanda bir uyarıdır. Çünkü biz farkına varmadıkça, bu düzen böyle devam edecek.
Önce ahlakı yeniden tesis etmek gerekir. Eşkıya ruhu sadece dağda değil, insanın içindedir. Açgözlülük, hırs, adaletsizlik varsa, modern eşkıyalık her yerde kök salar.
Hakkı ve adaleti savunmak gerekir. Eşkıyalık, insanların sustuğu yerde palazlanır.
Bilgili ve bilinçli olmak gerekir. Modern eşkıyalar, cehaletten beslenir. İnsanları kandırmak, bilinçsiz bir toplumda çok daha kolaydır.
Evet, eşkıya şehre indi ama biz hâlâ seyirciyiz. Unutmayalım, biz izin vermezsek ne dağda ne şehirde eşkıya barınamaz.
Osmanlı’da Esnaf Denetimi: Ahilikten Günümüze Bir Ders
Bugün sokakta dolaşırken, kalitesiz mal satan, haksız kazanç peşinde koşan, müşterisini aldatan esnaf görmek sıradan bir hâl aldı. Oysa Osmanlı’da esnaf olmak, sadece mal alıp satmak değil, aynı zamanda ahlaklı, dürüst ve vicdan sahibi olmayı gerektirirdi. Çünkü Osmanlı’da esnafın başında, onu denetleyen, doğru yolda tutan bir sistem vardı: Ahilik ve Lonca Teşkilatı.
Esnafın Hamuru: Ahilik ve Loncalar
Osmanlı esnafı, Ahilik geleneğinin devamı niteliğinde olan Lonca Teşkilatına bağlıydı. Bu teşkilat, bugünkü anlamda bir meslek odası, bir ahlak kurulu ve aynı zamanda bir halk mahkemesi gibi çalışıyordu. Esnaflık sadece para kazanma işi değil, aynı zamanda bir ahlaki sorumluluktu.
Bir dükkân açmak isteyen kişi, ustasının yanında yıllarca çırak ve kalfa olarak yetişir, sadece işin tekniğini değil, dürüstlük, helal kazanç, kul hakkı gibi değerleri de öğrenirdi. Ustası tarafından yeterli görüldüğünde, “icazetname” alarak dükkân açabilirdi. Bugün ise parayı bulan, isterse dün manav olsun, bugün müteahhitlik yapabiliyor!
Denetimler Nasıl Yapılırdı?
Osmanlı’da esnaf düzenli olarak denetlenirdi. Bu denetimler birkaç farklı yöntemle yapılırdı:
1. Yiğitbaşı ve Kethüda Denetimi: Her meslek grubunun başında bir “kethüda” ve “yiğitbaşı” bulunurdu. Bunlar, esnafın hem mesleki hem de ahlaki durumunu kontrol ederdi. Eğer bir esnaf müşterisini kazıklarsa, hileli mal satarsa, halkı zarara uğratırsa, önce uyarılır, sonra gerekirse ceza alırdı.
2. Narh Sistemi: Osmanlı’da fiyatların fahiş seviyeye çıkmasını önlemek için “narh sistemi” vardı. Devlet, esnafın sattığı malın fiyatını belirler ve belirlenen fiyatın üstüne çıkılması yasaktı. Eğer bir esnaf fahiş fiyatla mal satarsa, ya malına el konur ya da ağır para cezası verilirdi. Bugün marketlerde her gün değişen fiyatları gördüğümüzde, Osmanlı’nın bu adalet sistemine gıpta etmemek elde değil!
3. Şikâyet ve Cezalandırma: Halk, esnaftan memnun değilse, kadıya şikâyet edebilirdi. Eğer bir esnaf, hile yaparken yakalanırsa, dükkânının kapısına “hilekâr” yazan bir levha asılırdı. Bazen de esnaf, kısa süreliğine meslekten men edilirdi. Günümüzde ise hile yapan esnaf, sadece bir gün sosyal medyada eleştirilir, sonra kaldığı yerden devam eder.
4. Bolluk ve Kıtlık Denetimi: Osmanlı’da stokçuluk yasaktı. Bir malı sırf fiyatı artsın diye saklayan, haksız kazanç elde eden esnaf, ağır cezalarla karşılaşırdı. Bugün ise stokçular, fırsatçılar ceza bir yana, en çok kazananlar arasında!
Osmanlı’dan Bugüne Dersler
Osmanlı’nın esnaf düzeni bize şu mesajı veriyor: Denetim olmazsa düzen de olmaz. Bugün esnaflık artık sadece bir meslek değil, hızlı para kazanma yolu olarak görülüyor. Meslek ahlakı zayıfladığı için müşteri aldatılıyor, hileli ürünler satılıyor, fırsatçılık yaygınlaşıyor.
Eğer Osmanlı’daki gibi bir sistemimiz olsaydı;
Fiyatlar bu kadar dengesiz olur muydu?
Halkı aldatan esnaf bu kadar rahat eder miydi?
Helal kazanç, vicdan, ahlak bu kadar unutulur muydu?
Son söz olarak, Osmanlı’nın bu sistemine sadece nostaljiyle bakmak yetmez, bunu bugüne nasıl uyarlayabileceğimizi de düşünmeliyiz. Çünkü esnaflık sadece mal satmak değil, insanın kazancını helal ve adil yolla temin etme sanatıdır.
İSLAM DÜNYASINDA UYUTULAN, UYUSTURULAN VE ÖLDÜRÜLEN O RUH
İslam Dünyasında Uyutulan, Uyuşturulan ve Öldürülen Ruh
İslam dünyası, tarih boyunca pek çok altın çağ yaşadı. Bilimde, sanatta, felsefede, yönetimde ve insan haklarında dünyaya öncülük etti. Ancak günümüzde, büyük bir kısmı cehaletin, ayrılıkların ve dış müdahalelerin kurbanı olmuş bir halde. Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Neden İslam dünyası bugün güçsüz, parçalanmış ve kendi ruhundan koparılmış bir halde? Bu makalede, İslam dünyasının ruhunun nasıl uyutulduğunu, uyuşturulduğunu ve öldürüldüğünü ele alacağız.
1. Ruh Nasıl Uyutuldu?
Uyutulan bir ruh, şuurunu kaybeden bir toplum demektir. İslam dünyasında en büyük kayıp, şuurlu bir ümmet olma bilincinin yitirilmesidir.
Bilgi yerine hurafe: Bir zamanlar ilmin merkezi olan İslam dünyası, son yüzyıllarda akıl ve ilmi geri plana iterek doğmalara sığındı. Bilgiye ulaşmak yerine, geçmişin mirasıyla yetinmek tercih edildi.
Bölünme ve fitne: Müslüman toplumlar, tarih boyunca birlik olduğunda yükseldi; parçalandığında ise zayıfladı. Mezhepçilik, etnik ayrılıklar ve suni düşmanlıklarla uyutulduk.
Kimlik kaybı: Modern dünya karşısında, kendi değerlerini anlamayan ve koruyamayan bir nesil yetiştirildi. Batı hayranlığı veya radikalleşme arasında sıkışmış bir gençlik, kendi kimliğini unuttu.
2. Ruh Nasıl Uyuşturuldu?
Uyuşturulan bir ruh, acıyı hissetmeyen, tepki vermeyen, sürüklenen bir toplum demektir.
Tüketim ve eğlence bağımlılığı: İslam dünyası, modern dünyanın sunduğu haz ve tüketim kültürüne kapıldı. Gerçek sorunları görmezden gelen, bilinçli bir toplumu uyuşturan bu kültür, genç nesilleri de etkiledi.
Dış müdahaleler ve psikolojik savaş: Medya, eğitim sistemleri ve kültürel propaganda ile Müslüman toplumlar sürekli bir değersizlik psikolojisine sokuldu. Tarihleriyle, inançlarıyla, kültürleriyle barışık olmayan bir nesil oluşturuldu.
İslam’ı şekilciliğe indirgeme: Dinin özü olan adalet, merhamet ve ilim yerine; şekilci, doğmatik ve yüzeysel bir din anlayışı yayıldı. İnsanlar namaz kılıyor ama zulme sessiz kalıyor; oruç tutuyor ama adaletsizliğe göz yumuyor.
3. Ruh Nasıl Öldürüldü?
Öldürülen bir ruh, ümit etmeyen, mücadele etmeyen, kendi varlığına bile inanmayan bir toplum demektir.
Kendi değerlerine yabancılaşma: İslam dünyasının büyük bir kısmı artık kendi geçmişinden, kendi özünden kopmuş durumda. Genç nesiller, Batı kültürünü daha çekici buluyor ama İslam dünyasının zengin mirasını bilmiyor.
Korku ve sessizlik kültürü: Birçok İslam ülkesi, baskıcı rejimler, terör grupları ve savaşlarla yönetiliyor. Bu durum, halkları konuşamaz, sorgulayamaz ve düşünemez hale getirdi. Özgürlük ve adaletin olmadığı bir yerde ruh da ölür.
Ümmet bilincinin kaybı: Birbirine kardeş olarak bakması gereken Müslümanlar, bugün birbirine düşman olarak bakıyor. Aralarındaki sınırlar sadece fiziki değil; kalpler arasına da duvarlar örüldü.
Çözüm Var mı?
Evet, ruhu canlandırmak mümkün. Ancak bunun için uyanmak, bilinçlenmek ve harekete geçmek gerekiyor.
Eğitim ve bilinçlenme: İslam dünyası yeniden bilgi ve düşünce ile ayağa kalkmalı. Kur’an’ın ilk emri “Oku” olduğu halde, en az okuyan toplum olmamız büyük bir çelişkidir.
Birlik ve kardeşlik ruhunu canlandırma: Mezhep, ırk, coğrafya ayrımlarına rağmen, Müslümanların bir araya gelmesi gerekiyor. Bölünmüşlük, dış güçlerin işini kolaylaştırır.
Şekilcilikten uzaklaşma ve özüne dönme: İslam’ın sadece şekli kurallardan ibaret olmadığını, adalet, özgürlük ve ilim dini olduğunu anlamak gerekiyor. İslam, hayatın her alanında aktif bir mücadeleyi gerektirir.
Sonuç
İslam dünyasının ruhu, uyutuldu, uyuşturuldu ve öldürüldü. Ancak bu bir suskunluk ve ümitsizlik vermemeli. Gerçek İslam’ı anlayan, birlik olan, ilim ve ahlak ile hareket eden bir toplum, yeniden ayağa kalkabilir. Bunun için uyanmak, silkelenmek ve harekete geçmek gerekiyor. Aksi halde, bu ruhsuzluk hali devam edecek ve Müslüman dünyası tarih sahnesinde sadece bir seyirci olmaya mahkûm kalacaktır.
Şimdi sormak gerek: Uyanacak mıyız, yoksa bu uyku bize mezar mı olacak?
“وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا” (Nâziât, 79/2) ayetinde Allah Teâlâ, ruhu nazikçe ve kolayca çekip alan meleklerden bahseder. Bu ayet, Allah’a iman eden ve hayatını O’nun rızasına uygun şekilde geçiren kimselerin ölüm anını tasvir etmektedir. İnanan bir kimsenin ruhu, sanki bir düğümden çözülüyormuş gibi yumuşaklıkla alınır ve bu durum, onun ebedî huzura kavuşmasının bir işareti olur.
Ölüm: Hayatın Bir Durağı
Dünya hayatı, insanın geçici bir imtihan yeridir. Ölüm ise bu yolculuğun kaçınılmaz bir durağıdır. Her can, Allah’ın takdir ettiği vakitte ölüm gerçeğiyle yüzleşir. Ancak ölüm, inananlar için bir son değil; rahmet ve ebedî kurtuluşun başlangıcıdır. “Ve’n-Nâşitâti Neşten” ayeti, inananların ruhlarının kolaylıkla alındığını, bir huzur ve sükûnet hali içinde olduklarını haber vermektedir.
Ruhun Tatlılıkla Alınışı
Ayette geçen “Nâşitât”, insanın ruhunu incitmeden çeken, onu yumuşaklıkla kabzeden melekler anlamına gelir. Bu ifade, Allah’a teslim olmuş bir ruhun ölümü korku ve endişe içinde değil, aksine bir huzur içinde karşılayacağını anlatır. İman eden bir kişinin ruhu, dünya hayatında Rabbinin emirlerine uyduğu ve yasaklarından sakındığı için bir ödül olarak tatlılıkla alınır. Bu durum, dünya hayatında yapılan iyiliklerin bir mükâfatıdır.
Peygamber Efendimiz (sav), inanan bir kişinin ölüm halini şöyle tasvir etmiştir: “Müminin ruhu, derin bir uykudan uyanan bir kimse gibi kolayca çıkar ve ölüm melekleri ona, ‘Hoş geldin ey güzel ruh!’ der.”
İnananlar İçin Ölüm Bir Rahmettir
Ölüm, iman edenler için bir kavuşma ânıdır. Allah’ın rızasını kazanmış bir kul, ölüm meleğinin tatlı tebessümüyle ruhunu teslim eder. O kişi, dünya hayatında Rabbinin emirlerine riayet ettiği için ahirette kendisini bekleyen müjdeye nail olur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru olanlara melekler iner ve der ki: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaat edilen cennetle sevinin!'” (Fussilet, 41/30).
İbretler ve Dersler
“Ve’n-Nâşitâti Neşten” ayeti, insanın ölüm gerçeğini ve bu gerçeğe nasıl hazırlanması gerektiğini hatırlatır. Bu ayetten çıkarılacak ibretler şunlardır:
1. Ölümden Korkmak Yerine Hazırlanmak: Ölümden kaçış yoktur. Ancak ölüm, Allah’a inanmış bir kişi için bir kavuşma ve müjde ânıdır.
2. Dünya Hayatının Önemi: İman eden bir kimse, dünya hayatını ahiret için bir hazırlık yeri olarak görür. Her anını salih amellerle doldurarak ölüm anında huzur bulmayı hedefler.
3. Allah’ın Rahmeti: Allah’ın rahmeti, iman edenleri ölüm ânında da kuşatır. Bu, Allah’ın kullarına olan merhametinin ve adaletinin bir göstergesidir.
4. Ruhun Teslimiyeti: İman etmiş bir ruh, ölüm ânında bile Allah’a teslimiyet içindedir. Bu teslimiyet, ona ebedî saadeti kazandırır.
Sonuç
“Ve’n-Nâşitâti Neşten” ayeti, ölüm gerçeğini bir müminin gözünden ele alır ve bize ebedî hayatın kapısını aralar. Ölüm, inananlar için korkutucu bir son değil; Allah’a kavuşmanın ve huzura ermenin başlangıcıdır. Ruhun kolaylıkla alınışı, dünya hayatında iman ve güzel ahlak üzere yaşayanlar için Allah’ın bir lütfudur. Bu sebeple, her insan, ölümle yüzleşmeden önce kendisini hesaba çekmeli, hayatını Allah’ın rızasına uygun şekilde düzenlemelidir. Çünkü ölüm, ancak bu bilinçle anlamlı ve huzurlu bir geçiş hâline gelir.