SUNİ GÜNDEMLERLE KASITLI OLARAK BU MİLLETİN VE DEVLETİN MEŞGUL EDİLİP ENERJİSİ TÜKETİLMEYE ÇALIŞILIYOR
SUNİ GÜNDEMLERLE MİLLETİN ENERJİSİNİ TÜKETMEK: BİR OYUNUN İÇİNDE MİYİZ?
Tarih boyunca milletler, gerçek problemlerini çözüme kavuşturmak yerine suni gündemlerle meşgul edildiğinde büyük bedeller ödemiştir. Güçlü devletlerin ve toplumların zayıflatılması için uygulanan en etkili taktiklerden biri, insanları asıl meselelerden uzaklaştırarak gereksiz tartışmalarla vakit kaybettirmektir. Bugün de benzer bir sürecin içindeyiz.
Zihinleri Meşgul Etme Taktikleri
Tarih boyunca güçlü devletler, iç ve dış güçlerin planlı hamleleriyle dizginlenmek istenmiştir. Bunun en kolay yolu, halkın dikkatini dağıtarak onları iç çekişmelere sürüklemektir. Medya, sosyal medya ve çeşitli propaganda araçları kullanılarak toplumda yapay tartışmalar oluşturulur. Küçük meseleler büyütülerek halkın zihni bu konulara yönlendirilir ve böylece gerçek gündem gölgede bırakılır.
Bugün televizyonları açtığımızda veya sosyal medyaya göz attığımızda, toplumun büyük çoğunluğunu ilgilendirmeyen konuların saatlerce tartışıldığını görürüz. Gerçek ekonomik meseleler, eğitim, teknoloji, sanayi, üretim, bağımsızlık gibi konular geri planda kalırken; magazinsel olaylar, sansasyonel haberler ve kısır siyasi tartışmalar ön plana çıkar.
Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor?
Bu oyunda kazananlar ve kaybedenler çok nettir. Kazananlar, milletin enerjisini tüketerek onu etkisiz hale getirmeye çalışanlardır. Kaybedenler ise zamanını ve gücünü bu yapay tartışmalara harcayan insanlardır.
Bugün gelişmiş ülkeler üretime, bilime, teknolojiye, yapay zekâya yatırım yaparken; biz hâlâ kısır döngülerin içinde debeleniyorsak burada bir değil bir cok problem var demektir. Asıl meseleler yerine yan konularla uğraşmak, bizim potansiyelimizi tüketmekte ve bizi rekabet gücümüzden uzaklaştırmaktadır.
Çözüm: Şuur ve Bilinç
Bu oyunlara karşı koymanın yolu, bilinçli ve şuurlu olmaktan geçer. Her gündemi sorgulamak, öncelikli meseleleri unutmamak, bilinçli medya okuryazarlığına sahip olmak ve asıl konulara odaklanmak gerekir. Eğitim sistemimizi güçlendirerek, gençlerimizi teknolojiye ve üretime yönlendirerek, toplum olarak dikkatimizi gerçekten önemli meselelere çevirmeliyiz.
Unutulmamalıdır ki büyük milletler, yapay gündemlere kapılmayan ve kendi geleceğini kendi elleriyle şekillendiren milletlerdir. Eğer bu oyunu bozmazsak, birileri bizimle oynamaya devam edecek. Ama biz kendi gündemimizi belirlersek, geleceğimizi de şekillendiren biz oluruz.
KAOSUN ÇOCUKLARININ BESLENDİKLERİ ARPALAR VE ARPALIKLAR
Kaosun Çocuklarının Beslendiği Arpalar ve Arpalıklar
Dünya tarihi boyunca kaos, karanlık emellerin ve çıkar sahiplerinin en büyük silahı olmuştur. Düzeni yıkmak, ahlâkı yozlaştırmak ve toplumları çökertmek isteyenler, kaosun çocuklarını beslemek için çeşitli “arpalar” ve “arpalıklar” oluştururlar.
Peki, kaosun çocukları kimlerdir? Bunlar, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde fitne, kargaşa ve yozlaşmayı besleyen bireyler ve gruplardır. Arpalar ve arpalıklar ise, bu kaosun sürdürülmesi için oluşturulan maddi ve manevi beslenme kaynaklarıdır.
Bu makalede, kaosun nasıl beslendiğini, hangi kaynaklardan güç aldığını ve bu tuzağa düşmemek için ne yapmamız gerektiğini inceleyeceğiz.
1. Kaosun Çocukları Kimlerdir?
Kaosun çocukları, düzenin yıkılmasını isteyen, hak ve adalet yerine çıkar ve kargaşa ile beslenen bireyler, gruplar ve ideolojilerdir. Bunlar, bazen bir ideolojiyi, bazen bir menfaati, bazen de bir gücü elde etmek için hareket ederler.
Kaosun çocukları birkaç gruba ayrılabilir:
Fitneciler ve Provokatörler: Toplum içinde huzursuzluk çıkarmak için bilgi kirliliği yayan, insanları birbirine düşüren kişilerdir.
Ahlâkî Yozlaşmayı Savunanlar: Değerleri aşındıran, aile yapısını, toplumsal normları ve insanları fıtratlarından uzaklaştıran propagandalar yapanlardır.
Siyasi ve Ekonomik Rantçılar: Kaos ortamlarında servetlerine servet katan, savaş, kriz ve ekonomik çöküşlerden faydalananlardır.
Manevi Boşluğu Kullanarak İnsanları Yanıltanlar: İnanç ve düşünce sistemlerini çarpıtarak insanları saptıran, kaosu “yeni bir düzen” gibi gösterenlerdir.
Bunlar, halkın gözünü boyamak, insanları kutuplaştırmak ve kendilerine bağlı kılmak için çeşitli arpalıklardan beslenirler.
2. Arpalar ve Arpalıklar: Kaosu Besleyen Kaynaklar
Tarih boyunca kaosu besleyen mekanizmalar hep olmuştur. Bu mekanizmalar, kaosun çocuklarına adeta “arpa” sağlayan tarlalar gibidir.
1) Medya ve Bilgi Kirliliği
Kaosun en büyük besin kaynağı manipüle edilen bilgidir.
Yanlış bilgilerle toplumları kutuplaştıran, korku salan, insanları birbirine düşüren medya organları, kaosun çocuklarını besleyen en büyük arpalıklardandır.
Sosyal medyada sahte haberler, sansasyonel iddialar ve kışkırtıcı içerikler, toplum mühendisliği için kullanılan birer araçtır.
Örnek:
Tarihte birçok toplumsal çatışma, medyanın yanlış veya taraflı haberleriyle körüklenmiştir. En büyük savaşların çoğu, yalan haberlerle başlamıştır.
2) Finansal Kaynaklar ve Çıkar Çeteleri
Kaos ortamları bazı gruplara büyük kazanç sağlar.
Savaş baronları, silah tüccarları ve krizden kâr elde eden sermayedarlar, kaosun devam etmesini isterler.
Uyuşturucu, kara para, illegal ticaret ve spekülatif finans oyunları, kaosun beslendiği büyük arpalıklardır.
Örnek:
Tarih boyunca büyük savaşlardan hemen önce, silah şirketlerinin, petrol baronlarının ve uluslararası bankacıların servetlerini katladıkları belgelerle kanıtlanmıştır.
3) Ahlâkî ve Kültürel Yozlaşma
Kaosun en derin kaynağı insanların manevi zayıflığıdır.
Aile yapısının çökmesi, ahlâkî değerlerin kaybolması, nesillerin amaçsızlaştırılması, kaosun sürekli hale gelmesini sağlar.
Popüler kültür, bireyleri bencilleştiren ve toplum bilincini yok eden bir “arpa deposu” olarak çalışır.
Uyuşturucu, alkol, fuhuş ve kumar gibi alışkanlıklar, bireyin direncini kırar ve onu kaosun bir piyonu haline getirir.
Örnek:
Tarihte ahlâkî çöküş yaşayan medeniyetlerin kısa sürede dağıldığı görülmüştür. Roma İmparatorluğu, Bizans, Osmanlı’nın son dönemleri, hep bu yozlaşmanın bedelini ödemiştir.
4) Hukuksuzluk ve Adaletsizlik
Adaletin olmadığı yerde kaos büyür.
Eğer toplumun güçlü kesimleri hukuktan muaf tutulursa, halk içinde huzursuzluk başlar.
Haksızlıkların cezasız kalması, bireylerin adaleti kendi elleriyle sağlamaya çalışmasına neden olur.
Sonuç olarak anarşi doğar, düzen bozulur ve kaos hâkim olur.
Örnek:
Tarihte birçok isyan ve devrim, adaletsizliğe karşı bir tepki olarak doğmuştur. Ancak bu isyanlar çoğu zaman daha büyük bir kaosa yol açmıştır.
3. Kaosun Tuzaklarından Korunmanın Yolları
Kaosun çocukları, toplumları manipüle etmek, huzursuzluk çıkarmak ve kendi çıkarlarını büyütmek için çalışır. Ancak bu tuzaklara düşmemek mümkündür.
1) Bilinçli ve Sorgulayıcı Olmak
Hangi haberin doğru, hangisinin yönlendirilmiş olduğunu anlamak için sorgulamak gerekir.
Sadece tek bir kaynaktan değil, farklı bakış açılarından bilgi edinmek önemlidir.
2) Ahlâkî Değerlere Sarılmak
Aile, din, ahlâk ve kültürel değerler, kaosa karşı en güçlü savunmadır.
Bir toplum ahlâkî olarak sağlam durursa, kaosun çocukları o toplumu yıkamaz.
3) Ekonomik Bağımsızlık ve Adaletin Sağlanması
Bir toplum ekonomik olarak dışa bağımlı hale gelirse, kaos baronları tarafından kolayca yönlendirilir.
Adaletin güçlü olduğu bir yerde, kaosun besleneceği bir zemin kalmaz.
4) Maneviyatı Güçlendirmek
İnançlı ve bilinçli bireyler, kaosun manipülasyonuna kapılmaz.
Kur’an ve sünnet ışığında yaşamak, kaosun en büyük ilacıdır.
> “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 4/58)
Sonuç: Kaosun Arpalıklarını Kurutmalıyız
Kaos, bir sonuç değil, bir projedir. Onu besleyen arpalar ve arpalıklar tespit edilmezse, kaos büyümeye devam eder.
Eğer bir toplum bilgi kirliliğine, ekonomik sömürüye, ahlâkî yozlaşmaya ve adaletsizliğe karşı durursa, kaosun çocukları aç kalır ve yok olur.
Bu yüzden kaosun arpalıklarını kurutmalı, bilincimizi ve inancımızı sağlam tutmalıyız. Ancak o zaman gerçek huzura ulaşabiliriz.
TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA BAŞARISIZLIK VE KAOSTAN BESLENENLER
Başarısızlık ve Kaostan Beslenenler: Türkiye ve Dünya Üzerine Bir İbret Hikâyesi
Tarih boyunca insanlık, büyük liderler, mucitler kadar, başarısızlığı fırsata çeviren, kaosu bir kazanç kapısı olarak gören insanlara da şahit olmuştur. Kimileri sistemleri inşa ederken, kimileri de sistemlerin çöküşünü ve düzensizliği kendi çıkarları için kullanmıştır. Günümüzde de Türkiye’de ve dünyada bu tip insanların varlığı, toplumsal, ekonomik ve siyasi gelişmeleri derinden etkilemektedir. Peki, başarısızlıktan ve kaostan beslenenler kimlerdir ve nasıl hareket ederler?
Başarısızlık Üzerinden Yükselenler
Başarısızlık normalde bir insan ya da toplum için dersler çıkarılacak bir durumdur. Ancak bazıları için başarısızlık, bilinçli olarak sürdürülen bir avantajdır. Türkiye’de ve dünyada siyaset, ekonomi, medya ve iş dünyasında bazı gruplar, başarısızlığı derinleştirerek, yönetilemez hale getirerek bundan fayda sağlarlar.
Siyasette Kaostan Beslenenler: Bazı politikacılar, toplumun huzursuzluğunu körükleyerek, belirsizliği artırarak kendi güçlerini pekiştirirler. Krizler yönetme becerisi gerektirirken, bazıları krizleri yönetmek yerine yeni krizler üretir. Kutuplaştırıcı sözler, toplum içinde düşmanlık oluşturma ve sürekli bir tehdit hissi oluşturma bu stratejinin bir parçasıdır.
Ekonomide Düzensizliği Avantaja Çevirenler: Bazı iş dünyası aktörleri ve fırsatçılar, ekonomik krizlerden faydalanır. Enflasyon, devalüasyon ve ekonomik belirsizlik zamanlarında büyük servetler kazanabilirler. Özellikle enflasyonist ortamlarda spekülasyon, stokçuluk ve krizleri derinleştirme yoluyla zenginleşen gruplar vardır.
Medyada Kaosu Büyütenler: Medyanın bazı kesimleri, kötü haberleri, korku ve paniği abartarak reyting ve tıklanma uğruna toplumu manipüle eder. Gerçekleri çarpıtarak veya sadece felaket senaryolarını işleyerek insanların umutsuzluğa sürüklenmesini sağlarlar. Çünkü korku, yönetilebilir bir kitlenin oluşmasını kolaylaştırır.
Kaosun Sürekli Hale Gelmesi
Kaostan beslenenler için en önemli strateji, krizin geçici olmamasını sağlamaktır. Bunun için:
1. Toplumsal Gerilimleri Diri Tutmak: Mezhep, ayrıma sebep şeyler, ideoloji veya sınıf farklılıklarını sürekli ön planda tutarak bölünmeyi teşvik ederler.
2. Ekonomik Belirsizliği Derinleştirmek: Enflasyon, faiz, döviz kurları gibi konularda panik havası oluşturarak insanları kontrol altında tutmaya çalışırlar.
3. Korku Kültürü Oluşturmak: Sürekli bir düşman veya tehdit olduğu hissini yayarak, insanları sorgulamaktan uzaklaştırırlar.
Çözüm: Bilinçli Toplum ve Güçlü Kurumlar
Kaos ve başarısızlıktan beslenenlerin etkisini kırmak için toplumun bilinçli olması, medyanın manipülasyonlarına karşı dikkatli davranması ve demokratik kurumların güçlü olması gerekmektedir. Gerçek anlamda çözüm üretmeye çalışan, krizleri yönetmek yerine ortadan kaldıran liderlere ve köklü reformlara ihtiyaç vardır.
İbret alınması gereken en büyük ders, başarısızlığı kabullenmemek ve kaosa teslim olmamaktır. Çünkü tarih göstermiştir ki, kaos bir süre sonra herkesi yutar, hatta onu yönetenleri bile.
Yorgun, Tükenmiş ve Bitmiş Ruhlar Üzerine: Hayatın Ağırlığına Karşı Direnmek
Hayat, zaman zaman omuzlarımıza ağır yükler bindiren bir yolculuktur. Kimimiz bu yükleri sabırla taşırken, kimimiz ise farkında olmadan tükenmişliğin girdabına sürükleniriz. Ruhun yorgunluğu, sadece fiziksel bir bitkinlikten ibaret değildir; aynı zamanda umutların solması, hayallerin anlamsızlaşması ve insanın içindeki ışığın sönmeye yüz tutmasıdır.
Tükenmiş Ruhların Sessiz Çığlığı
Yorgun ruhların en büyük göstergesi, hiçbir şeyin eskisi gibi anlam ifade etmemesidir. Sabahları zorla uyanmak, geçmişte heyecanlandıran şeylere karşı ilgisiz kalmak ve sürekli bir boşluk hissi içinde kaybolmak… Bu, deruni bir çürüme sürecidir. Kimi zaman bu hâl, bir işin ya da sorumluluğun altında ezildiğimizde ortaya çıkar. Kimi zaman ise, yaşamın anlamını kaybettiğimizi hissettiğimizde derin bir umutsuzluk hâlini alır.
Tükenmiş ruhlar, çevrelerinden gelen sesleri duymaz hâle gelir. Onları en çok yoran şey ise, toplumun bu yorgunluğu anlamaması ve onlardan hep daha fazlasını beklemesidir. İnsan bazen yalnız kalmak ister, ama içinde kaybolduğu karanlık yalnızlık onu daha da derine çeker.
Ruhun Yorgunluğu Nasıl Başlar?
Ruhun tükenmişliği, bir anda oluşmaz. Yavaş yavaş, sinsice gelir ve bir gün kendimizi hiç tanımadığımız bir hâlde buluruz. Bunun birkaç temel sebebi vardır:
1. Sürekli Fedakârlık Yapmak: Kendinden sürekli vermek, başkalarını mutlu etmek için kendi mutluluğunu hiçe saymak, ruhu aşındıran en büyük etkenlerden biridir.
2. Gerçek Hisleri Bastırmak: İnsan, yaşadığı olumsuz duyguları yok sayarak devam etmeye çalıştığında, zamanla içinde büyük bir boşluk oluşur. Duygular bastırıldıkça ruh, kırılgan hâle gelir.
3. Hayallerin ve Amaçların Kaybolması: İnsan, bir amacı olmadan yaşadığında savrulmaya başlar. Hedefi olmayan bir gemi, en ufak rüzgârda bile yönünü kaybeder.
4. Zihinsel ve Duygusal Yorgunluk: Sürekli stres, kaygı ve baskı altında yaşamak, insanın içindeki yaşam enerjisini tüketir.
Tükenmiş Bir Ruh Nasıl Yeniden Canlanır?
Her ne kadar karanlıkta kaybolmuş gibi hissetsek de ruhumuzu yeniden canlandırmak mümkündür. Önemli olan, içimizdeki ışığı tekrar bulabilmektir.
Dur ve Kendini Dinle: Sürekli koşturmak yerine, biraz durup iç dünyana kulak vermelisin. Gerçekten ne istiyorsun? Seni ne mutlu eder?
Küçük Mutlulukları Hatırla: Hayatın büyük anlamlarını ararken, küçük ama değerli anları göz ardı etme. Bir çiçeğin kokusu, bir dostun tebessümü bile ruhuna iyi gelebilir.
Hayır Demeyi Öğren: Kendini sürekli tüketen şeylere ve insanlara “hayır” diyebilmek, ruhunu korumanın en önemli adımlarından biridir.
Anlam Arayışına Çık: Bazen tükenmişliğin sebebi, hayatın anlamsız gelmeye başlamasıdır. Yeni bir amaç, yeni bir hedef belirleyerek kendini yeniden bulabilirsin.
Sessizliğe Sığın: Gürültü ve kaostan uzaklaş, tabiatın huzur veren kollarına kendini bırak. Toprağa basmak, denizi izlemek, yıldızları seyretmek ruhunu yeniden besleyebilir.
Son Söz: Yorgun Ruhlar İçin Umut Var mı?
Evet, her zaman umut vardır. Ruh ne kadar yorgun olursa olsun, içinde bir kıvılcım mutlaka kalmıştır. O kıvılcımı büyütmek için bazen sadece durup nefes almak, bazen de yeni bir başlangıç yapmak gerekir. Unutma ki, karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, en küçük ışık bile onu delip geçebilir.
Ruhun ne kadar yorgun olursa olsun, pes etme. Belki de hayat, tam da yeniden başlamaya cesaret ettiğin noktada sana yeni kapılar açacaktır.
PKK’DAN MEDET UMAN BİR İRAN VAR. GEÇMİŞİ GİBİ… HASAN SABBAH BESLEMELERİ.
**TARİHİN TEKRARI: HASAN SABBAH’IN GÖLGESİNDE MODERN BİR STRATEJİ**
*(İran’ın Tarihi Oyunları ve Günümüzdeki Yansımaları)*
### **1. Tarihin Sessiz Tanığı: Hasan Sabbah ve Haşhaşiler**
Hasan Sabbah, 11. yüzyılda İran coğrafyasında Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na karşı kurduğu **Nizârî-İsmaili Devleti** ve **Haşhaşi Tarikatı** ile tarihin en gizemli ve korkutucu figürlerinden biri haline geldi. Alamut Kalesi’ni ele geçirerek burayı hem askeri bir karargâh hem de ideolojik bir merkeze dönüştürdü . Sabbah’ın en çarpıcı stratejisi, **suikastlar** ve **psikolojik savaş** üzerine kuruluydu. Fedailerini, hedeflerini öldürmek için yıllarca bekletebilen, onları “cennet vaadi” veya haşhaş (afyon) ile motive eden bir sistem geliştirdi .
Bugün de İslam dünyasında yapılanlar ve işgaller gibi.
Bu yöntemler, Selçuklu devlet adamlarını derinden sarstı. Örneğin, **Nizamülmülk**, dönemin en güçlü veziri, Hasan Sabbah’ın bir fedaisi tarafından hançerlenerek öldürüldü . Sabbah’ın amacı, devlet otoritesini zayıflatmak ve korku imparatorluğuyla bölgesel nüfuz kazanmaktı.
Bugün de İran kendisinden daha güçlü ve güçlenecek bir İslam devletine tahammül etmediği gibi.
### **2. İran’ın Tarihi Kodları: Beslemeler ve Vekalet Savaşları**
Hasan Sabbah’ın mirası, İran’ın modern jeopolitik stratejilerinde hâlâ hissediliyor. Tarih boyunca İran, **asimetrik savaş** ve **vekâlet grupları** ile bölgedeki güç dengelerini manipüle etti. Bugün de **PKK** gibi örgütlere verdiği destek, bu tarihsel modelin bir uzantısı. Nasıl ki Haşhaşiler, Selçuklu’nun iç dinamiklerini çökertmek için kullanıldıysa, modern İran da benzer taktiklerle komşu devletleri zayıflatmayı hedefliyor .
#### **Paralel Stratejiler:**
– **Hedef Odaklı Manipülasyon:** Haşhaşiler, düşman liderleri hedef alırken; bugün İran, bölgedeki rakip devletlerin iç işlerine müdahale ediyor.
İran FETÖ’nün paralel devlet yapılanmasında da önemli katkıda bulunmuştur.
– **İdeolojik Propaganda:** Sabbah, müritlerini “dini bir görev”e inandırdı. Bugün ise **Şii mezhebi** ve **anti-emperyalist söylem**, İran’ın bölgesel grupları mobilize etme aracı .
– **Kale Mantığı:** Alamut, ele geçirilemez bir sığınaktı. İran’ın Suriye’deki üsleri veya Lübnan Hizbullah’ı da bu mantığın modern yansıması .
Tıpkı bugün Pkk inleri ve mağaraları gibi.
### **3. Tarihten İbret: Kısa Vadeli Zafer, Uzun Vadeli Çöküş**
Haşhaşiler, 166 yıl boyunca bölgede terör estirdi ancak sonunda **Moğollar** tarafından yok edildi. Hasan Sabbah’ın mirası, “korkuyla hükmetme”nin kalıcı olmadığını gösterdi. Benzer şekilde, İran’ın vekâlet savaşları da **uluslararası izolasyon** ve **iç çözülmelerle** risk taşıyor. Örneğin, **Hülagu Han**’ın Alamut’u yerle bir etmesi gibi, modern İran da küresel yaptırımlar ve iç huzursuzluklarla sınanıyor .
Öyle ki dünkü Moğollara karşı Bugün onun yerinde ABD bulunmakta, Moğollor gibi hiçbir hak hukuk tanımadan devletleri işgal etmektedir.
“Zalim Allah’ın kılıcıdır; onunla intikam alır, sonra ondan intikam alır.”
#### **Çarpıcı Veriler:**
– Hasan Sabbah, 34 yıl boyunca Alamut Kalesi’nden çıkmadı, ancak ölümünden sonra örgüt zayıfladı .
– İran’ın 2023’teki dış operasyon bütçesi 14 milyar doları aştı; ancak ekonomik kriz nedeniyle bu sürdürülebilir değil .
### **4. Düşündürücü Sorular: Tarih Neden Tekerrür Ediyor?**
– **İdeoloji mi, Çıkar mı?** Sabbah’ın müritleri “cennet”e inanıyordu. PKK militanları ise “özerklik” vaadiyle motive oluyor. Ancak her iki durumda da manipülasyon, gerçek hedefleri perdeliyor.
– **Güç Zehirlenmesi:** Nizamülmülk, Sabbah’ı hafife aldı ve bedelini ödedi. Bugün Batılı devletler de İran’ın vekâlet güçlerini küçümsüyor mu?
– **Tarihin Son Sözü:** Moğollar, Haşhaşileri yok etti. Peki İran’ın beslemeleri, küresel bir koalisyonla durdurulabilir mi?
### **5. Sonuç: Tarih, İbret Almak İçindir**
Hasan Sabbah’ın hikâyesi, **gücün karanlık yüzünü** ve **korkuyla hükmetmenin geçici zaferini** anlatır. İran’ın bugünkü politikaları, bu tarihi modelin modern bir versiyonu. Ancak unutulmamalıdır ki, tarih **tekerrür etmek zorunda değil**. Uluslararası toplumun ders alarak **diplomasi**, **ekonomik istikrar** ve **ideolojik direnç** ile bu oyunları bozma şansı var. Nasıl ki Selçuklu, Nizamiye Medreseleri ile fikri bir mücadele başlattıysa , bugün de eğitim ve kültürel dayanışma, terörizmin kökünü kurutabilir.
> *”Geçmişi hatırlamayanlar, onu tekrar yaşamak zorunda kalır.”* – George Santayana
Bu makale, tarihin sessiz çığlığını duymamız için bir çağrı niteliğindedir.
@@@@@@@@
İran’ın Pkk aşkı.
İran terörün hamisi.
İran terörden medet umuyor.
İran hiç değişmemiş.
Acem oyunları devam ediyor.
“Terör örgütü PKK’ya silah bıraktırma çabası sürerken İran farklı bir senaryo ile sahada. Suriye’de zemin kaybeden İran, örgütle aynı masaya oturdu. Güvenlik kaynaklarının verdiği bilgiye göre Tahran, Suriye’de PKK/YPG’ye daha fazla destek vadetti. Karşılığında ise İran’da bulunan teröristlerin Türkiye’de eylem yapmalarını istedi. PKK/YPG’nin çekincesi İran’ı düşman olarak gören ABD’nin tavrı.” https://www.yenisafak.com/gundem/iranin-yeni-pkk-plani-4677095
İttihat ve Terakki’den Günümüze CHP: Tarihî, İbretlik ve Düşündürücü Bir Yolculuk
Türk siyasi tarihinde, kökleri derinlere uzanan iki büyük oluşumdan biri olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ve onun mirasçısı sayılabilecek Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), ülkenin olumsuz,gergin, kavgacı ve manevi değerlerden uzak bir yapıyı belirleyen en önemli siyasi aktörlerden olmuştur. Bu iki yapı, farklı dönemlerde farklı roller üstlenmiş olsa da, birçok açıdan benzerlikler taşımaktadır. Tarihi olaylar ışığında CHP’nin geçmişten günümüze uzanan serüvenini incelediğimizde, bu sürecin ibretlik ve düşündürücü yönleri daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
İttihat ve Terakki’nin Mirası: Merkezîyetçi ve Devletçi Bir Anlayış
İttihat ve Terakki Cemiyeti, 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’ni kurtarma idealiyle yola çıkan, ancak zamanla otoriterleşen bir hareket olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Cemiyetin öne çıkan en önemli özellikleri şunlardı:
1. Merkeziyetçilik: Devleti güçlü kılmak adına her şeyi kontrol altında tutma isteği
2. Militarizm: Ordu ve bürokrasinin siyaset üzerindeki belirleyici rolü
3. Devletçilik: Ekonomiyi ve toplumu yukarıdan aşağıya bir müdahale anlayışıyla yönetme eğilimi
Bu ilkeler, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Osmanlı yönetiminde etkisini artıran İttihatçılar tarafından sıkı bir şekilde uygulandı. Ancak, uygulanan baskıcı politikalar, yanlış ekonomik tercihler ve özellikle I. Dünya Savaşı’na giriş gibi stratejik hatalar, Osmanlı’nın yıkılmasını hızlandırdı.
CHP’nin Kuruluşu: İttihatçı Kadroların Devamı mı?
Osmanlı’nın çöküşünden sonra, Cumhuriyet Halk Fırkası (daha sonra CHP), 1923’te yeni devletin temel taşı olarak ortaya çıktı. İttihat ve Terakki’nin kadrolarından gelen birçok isim, yeni partide önemli roller üstlendi.
CHP’nin kuruluş süreci, İttihatçılardan miras kalan bazı özellikleri de barındırıyordu:
Tek Parti Dönemi ve Otoriterlik: 1923-1946 arasında CHP’nin tek parti rejimi uygulaması, İttihatçıların merkeziyetçi anlayışının devamı gibiydi.
Devletçilik Politikası: Ekonomik kalkınma için devletin öncülüğünde sanayileşme projeleri başlatıldı.
Toplum Mühendisliği: Latin alfabesine geçiş, kıyafet devrimi gibi radikal reformlarla toplum dönüştürülmeye çalışıldı.
Atatürk döneminde reformlar sıkıcı, tek adam tekeli, baskıcı ve despot bir şekilde geçmise ait tüm bin yıllık manevi ve milli birikim ve değerleri devre dışı birakma politika ve siyaseti uygulanırken, özellikle İsmet İnönü’nün 1938 sonrası CHP’si, daha sert ve baskıcı bir yapıya çevrildi. II. Dünya Savaşı sürecinde uygulanan Varlık Vergisi, köylülere zorla tarım ürünleri toplatılması (Toprak Mahsulleri Vergisi), Tek Parti Diktatörlüğü gibi uygulamalar, halkın CHP’ye tepkisini artırdı.
CHP’nin Çok Partili Hayata Geçişi ve Kendi Muhalefetiyle Mücadelesi
1946’da çok partili hayata geçilmesiyle, CHP’nin siyasi tekelinin kırılması kaçınılmaz hale geldi. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin (DP) büyük bir zafer kazanması, halkın tek parti dönemine olan tepkisini gözler önüne serdi. Ancak CHP, muhalefete düştüğü dönemlerde bile devlet bürokrasisi, yargı ve ordu içindeki etkisini korumayı başardı.
27 Mayıs 1960 Darbesi: DP’yi deviren askerî darbenin ideolojik desteğini büyük ölçüde CHP’nin elit kadroları sağladı.
Ordu ve Yargı Vesayeti: CHP, uzun yıllar boyunca “Atatürkçülük” adına ordu ve yargı içinde güçlü bir etki alanı oluşturdu.
Ekonomik Politikalarda Devletçilikten Vazgeçmemek: CHP, serbest piyasa ekonomisine geçiş sürecinde bile devletçi çizgisini korudu.
Günümüz CHP’si: Değişim mi, Devamlılık mı?
Bugünkü CHP, 100 yılı aşan geçmişinde temelde pek bir değişim ve dönüşüm yaşamadı. Bir çok temel özellikleri, İttihat ve Terakki’den gelen mirasın izlerini taşımaya devam ediyor:
Devletçi ve Merkeziyetçi Anlayış: CHP, hâlâ devletin toplumu yönlendirmesi gerektiğine inanıyor ve özgürlükçü ekonomi politikalarına mesafeli duruyor.
Seçkinci Söylem: Parti, halkın değerleriyle tam anlamıyla örtüşmeyen azınlıklı ve şaibeli bir “aydın” kadroya dayanmayı sürdürüyor.
Vesayetçi Tavır: Ordu, yargı ve bürokrasi içindeki eski nüfuz alanlarını kaybetmiş olsa da, CHP hâlâ devletin belirli unsurlarına yaslanarak siyaset yapma eğiliminde.
Son yıllarda CHP içinde bazı göstermelik değişim çabaları olsa da, parti ideolojik kimliğini ve devletçi reflekslerini tam olarak terk edebilmiş değil. Halkın geniş kesimlerine hitap edebilen bir dönüşüm geçirememesi, CHP’nin seçimlerde istikrarlı bir başarı yakalayamamasının temel sebeplerinden biri olmaya devam ediyor.
Sonuç: Tarihten Ders Almak
İttihat ve Terakki’den CHP’ye uzanan süreç, Türk siyasetinin en ibretlik hikâyelerinden biridir. Devleti halkın üstünde gören anlayış, toplumla barışık olmayan siyaset tarzı ve vesayetçi eğilimler, CHP’yi uzun yıllar boyunca iktidar dışında tutan en büyük etkenler olmuştur. Bugünün CHP’si için en büyük sınav, geçmişin hatalarından ders çıkararak, halkla bütünleşen ve özgürlükçü politikalar geliştiren bir yapıya dönüşebilmek olacaktır. Ancak kim gelirse gelsin ufukta böyle bir ışık görülmemektedir.
Tarih, sadece geçmişi anlamak için değil, aynı hatalara tekrar düşmemek için de okunmalıdır. İttihat ve Terakki’nin hatalarından ders almayan CHP, eğer aynı yolu izlemeye devam ederse ki etmektedir, tarih sahnesinde benzer bir akıbete uğrama riskiyle karşı karşıya kalacaktır.
Dış Dünyamızı Şekillendiren İç Dünyamızdır: İslami ve İbretlik Bir Bakış
İnsan, iç dünyasında taşıdığı inançları, düşünceleri ve duyguları ile çevresini şekillendirir. Tıpkı bir tohumun toprağın altında filizlenip dış dünyaya yansıması gibi, insanın iç dünyasında olgunlaştırdığı fikirler ve duygular da hayatına yön verir. İslam, insanın kalbinin ve zihninin temiz olmasını, dış dünyaya da güzellikler yansıtmasını öğütler. Çünkü dışımızı inşa eden, içimizde taşıdığımızdır.
İç Dünya ve Kalbin Önemi
Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz ki Allah, bir kavim kendi içinde olanı değiştirmedikçe, onların durumunu değiştirmez.” (Rad, 13/11) buyrulmuştur. Bu ayet, değişimin ve dönüşümün insanın iç dünyasında başladığını ifade eder. Bir toplumun düzelmesi için bireylerin zihin ve kalp dünyalarının temizlenmesi gerekir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Dikkat edin! Vücutta bir et parçası vardır. Eğer o iyi olursa, bütün vücut iyi olur; eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte o, kalptir.” (Buhari, Müslim)
Kalbin temizliği, sadece bireyin değil, toplumun da huzurunu sağlar. Kötü niyetler, hırslar ve yanlış düşünceler insanın dış dünyasını da karartır. Öyle ki, içindeki kötülükleri dizginleyemeyen kişi, çevresine de zarar vermeye başlar.
İç Dünyamızın Dışımıza Yansımaları
1. İyi Bir İç Dünya, Güzel Bir Hayat Getirir
İslam, insanın kalbini ve zihnini güzel duygularla doldurmasını öğütler. Tevekkül, sabır, şükür ve merhamet gibi erdemler insanın iç dünyasını huzurlu kılar. Böyle bir insan çevresine de huzur saçar.
Hz. Mevlana, bu gerçeği şöyle dile getirir: “Dünyayı güzel görmek istiyorsan, önce kalbini güzelleştir.”
Eğer bir insan kalbini iyi niyetle doldurursa, onun bakışı, sözü ve davranışları da iyilikle dolacaktır.
2. Kötü Düşünceler, Hayatı da Kötüleştirir
Öfke, kibir, haset ve kin gibi duygular insanın iç dünyasını karartır. Zamanla bu duygular, kişinin dış dünyasına da yansır ve etrafındaki insanlara zarar vermeye başlar. Kalbi kinle dolu bir insan, etrafına da nefret saçar. Bunun sonucunda toplumda huzursuzluk ve fitne meydana gelir.
Katılaşmış bir kalp, merhametsiz ve zalim bir hayat sürer. İç dünyasını kötü duygularla dolduran bir insan, sadece kendisini değil, çevresini de karanlığa sürükler.
İç Dünyamızı Güzelleştirmenin Yolları
İslam, insanın iç dünyasını güzelleştirmesi için bazı yollar gösterir:
1. Tefekkür ve Zikir: Allah’ı anmak ve yaratılış üzerine düşünmek, insanın ruhunu temizler. “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 13/28)
2. Şükür ve Sabır: Şükreden ve sabreden bir insanın iç dünyası huzur bulur, bu da dış dünyasına yansır.
3. Güzel İnsanlarla Beraberlik: İyi insanlarla olmak, insanın kalbini temizler. “Kişi dostunun dini üzeredir.” (Tirmizi)
4. Helal ve Temiz Lokma: Helal rızık, insanın hem ruhunu hem de bedenini temizler.
5. Kur’an ve Sünnet’e Bağlılık: Kur’an okumak ve Peygamber Efendimiz’in ahlakını örnek almak, insanın iç dünyasını nurlandırır.
Sonuç
Dış dünyamız, iç dünyamızın bir yansımasıdır. Kalbimiz neyle doluysa, hayatımız da ona göre şekillenir. Kalbi temiz olanın hayatı da huzurlu olur; kalbi kötü olan ise, kendisini ve çevresini sıkıntıya sokar. Bu yüzden, önce kalbimizi ve düşüncelerimizi temizlemeliyiz. Çünkü hayatın gerçek inşası, önce içimizde başlar.
Allah bizleri, kalbini temiz tutan ve dışına da güzellik yansıtan kullarından eylesin. Amin.
**************
HAYATTAKİ KİRLİKLİKLER ÖNCE DÜŞÜNCENİN KİRLENMESİYLE BAŞLAR
Düşüncenin Kirlenmesi ve Hayattaki Kirlilikler: İslami ve İbretlik Bir Bakış
İnsan, Allah’ın yarattığı en şerefli varlık (eşref-i mahlûkat) olarak dünyaya gönderilmiştir. Ancak insanın şerefli olması, onun aklı ve düşünme kabiliyeti ile doğrudan bağlantılıdır. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette akletmek, düşünmek ve tefekkür etmek teşvik edilmiştir. Çünkü insanın kalbi ve zihni temiz oldukça, amelleri de temiz olur. Ancak düşüncenin kirlenmesi, zamanla amellere ve toplumsal yozlaşmaya sebep olur.
Düşüncenin Kirlenmesi Nasıl Başlar?
İnsanın zihni, tıpkı bir bahçe gibidir. Ona ne ekilirse, zamanla o yeşerir ve meyve verir. Eğer bu bahçeye güzel fikirler, ahlaki prensipler ve doğru inançlar ekilirse, insanın davranışları da güzel olur. Ancak bu bahçeye fesat, kin, nefret ve kötü düşünceler ekilirse, zamanla bireyin kalbi kararır ve topluma da zarar vermeye başlar.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Dikkat edin! Vücutta bir et parçası vardır; eğer o iyi olursa bütün vücut iyi olur, eğer o bozuk olursa bütün vücut bozuk olur. İşte o, kalptir.” (Buhari, Müslim) buyurarak, insanın iç dünyasının dış dünyasını nasıl şekillendirdiğine işaret etmiştir.
Düşüncenin Kirlenmesinin Sonuçları
1. Bireysel Yozlaşma: Kötü düşünceler önce bireyin kendi iç dünyasında bozulmalara yol açar. Haset, kibir, öfke ve nefret gibi duygular kalbi kirletir ve zamanla insana yanlış davranışlar yaptırır.
2. Ahlaki Çöküş: Düşüncenin kirlenmesi, insanın ahlaki değerlerini aşındırır. Yalan, hile, gıybet gibi günahlar normalleşir ve bireyin ruhu kararmaya başlar.
3. Toplumsal Kirlilik: Bireylerin iç dünyasındaki bozulma, zamanla topluma sirayet eder. Rüşvet, adaletsizlik, sömürü, israf ve ahlaki dejenerasyon gibi sorunlar, aslında bireylerin düşünce dünyalarındaki bozulmanın yansımasıdır.
Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz ki Allah, bir kavim kendi içinde olanı değiştirmedikçe onların durumunu değiştirmez.” (Rad, 13/11) buyrularak, değişimin önce bireyin iç dünyasında başlaması gerektiği vurgulanmıştır.
Çözüm: Düşüncenin Arınması
Düşünceyi temiz tutmak, İslam’ın üzerinde önemle durduğu bir konudur. Bunun için şu hususlara dikkat etmek gerekir:
1. Tefekkür ve Zikir: Allah’ı sürekli anmak ve yaratılış üzerine düşünmek, insanın iç dünyasını temizler. “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 13/28) ayeti, bunun önemini vurgular.
2. İyi İnsanlarla Birliktelik: Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kişi dostunun dini üzeredir. O hâlde kiminle dostluk ettiğinize dikkat edin.” (Ebu Davud, Tirmizi) buyurarak, çevrenin insanın düşüncelerini etkilediğine işaret etmiştir.
3. Helal Lokma: İnsanın yediği gıdalar bile düşüncelerini etkiler. Helal ve temiz lokma, ruhu besler ve düşünceleri berraklaştırır.
4. Kur’an ve Sünnet’e Bağlılık: Kur’an okumak ve Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hadislerine uymak, zihni ve kalbi arındırır.
Sonuç
Düşünce, insanın en büyük sermayesidir. Eğer düşüncelerimiz temiz olursa, hayatımız da temiz olur. Ancak düşünceler kirlenirse, bu kirlilik önce bireyin kalbinde, sonra amellerinde ve en sonunda toplumda kendini gösterir. Bu yüzden Müslüman, zihnini ve kalbini sürekli temiz tutmalı, kötü düşüncelerden arınarak ahlaki güzellikleri hayatına hâkim kılmalıdır. Çünkü gerçek temizlik, önce kalpte ve düşüncede başlar.
Allah bizleri, kalbini ve düşüncelerini temiz tutan salih kullarından eylesin. Amin.
************
FITRAT FITRİ OLANI KABUL ETMEZ
“Fıtrat, fıtri ve layık olmayan şeyi reddeder, atar. “
Fıtratın Hakikati: Yaratılışın Reddettiği Şeyler
İnsan, yaratılıştan gelen saf ve temiz bir yapıya sahiptir. İslam’da buna fıtrat denir. Fıtrat, insanın özündeki saf hakikati ve doğruyu arayan yapısıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “Fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.” Bu söz, insanın yaratılışına uygun olmayan şeyleri sevki ilahi olarak kabul etmeyeceğini, aksine onları reddedeceğini anlatır.
Ancak modern çağda, insanlar bazen fıtratlarının sesini duymakta zorlanır. Çünkü dış etkenler, alışkanlıklar ve toplum baskısı, insanın özündeki bu hakikati köreltebilir. Bu makalede, fıtratın neyi reddettiğini, neden reddettiğini ve insanın nasıl yeniden fıtratına dönebileceğini inceleyeceğiz.
1. Fıtrat Nedir ve Neden Önemlidir?
Fıtrat, insanın yaratılıştan gelen ilahi kodudur. Allah (c.c.), her insanı saf bir şekilde yaratmıştır:
> “O hâlde sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratmasında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30/30)
Bu ayet, Allah’ın insanı tertemiz bir fıtrat ile yarattığını ve aslında tüm insanların hakikati tanıyabilecek bir kalbe sahip olduğunu gösterir. Ancak zamanla çevresel faktörler, insanın bu saf yapısını değiştirebilir.
Bir hadiste de Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
> “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenaiz 79; Müslim, Kader 22)
Bu hadis, insanın doğuştan temiz olduğunu, ancak dış etkenlerin onu farklı yönlere çekebileceğini gösterir. Fakat ne kadar değişime uğrarsa uğrasın, insanın fıtratı aslında hep doğrudan yana olacaktır.
2. Fıtratın Reddettiği ve Kabul Etmediği Şeyler
Fıtrat, insanın yapısına uygun olmayan şeyleri kabul etmez ve reddeder. İşte fıtratın doğal olarak reddettiği bazı şeyler:
1) Adaletin Bozulması ve Zulüm
İnsan, yaratılış gereği adaleti sever ve zulmü reddeder. Hangi toplumda olursa olsun, insanlar adaletli bir yönetimi arzu eder. Bir insan kendi çıkarı için zulmü savunabilir, fakat içinde her zaman bir huzursuzluk hisseder.
Haksızlık karşısında içimizde bir rahatsızlık hissediyorsak, bu fıtratımızın zulme karşı olduğunu gösterir.
Küçük bir çocuğa haksızlık yapıldığında bile içimizde bir öfke uyanıyorsa, bu fıtratın bir sonucudur.
> “Zulüm ile abad olanın, ahiri berbat olur.” (Atasözü)
Fıtrat, zulmün ve adaletsizliğin sürdürülebilir olmadığını bilir. Bu yüzden haksız düzenler eninde sonunda yıkılır.
2) Yalan ve Riyakârlık
İnsan doğası gereği doğruyu sever ve yalandan nefret eder. Bunu anlamak için küçük çocukları gözlemleyebiliriz.
Bir çocuk, kendisine yalan söylendiğini fark ettiğinde güvensizlik hisseder.
Eğer sürekli yalan söylenirse, içindeki fıtri temizlik kirlenir ve yalanı normal görmeye başlar.
Ancak ne kadar alışırsa alışsın, fıtratının derinliklerinde bir huzursuzluk hisseder.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
> “Doğruluk iyiliğe, iyilik cennete götürür. Yalan ise kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür.” (Buhârî, Edeb 69)
Bu hadis, doğruluğun fıtratın gereği olduğunu ve insanın iç huzurunu ancak hakikatle bulabileceğini gösterir.
3) Haram ve Helal Dengesi
İnsan, yaratılışı gereği helal olan şeylere meyleder ve haramlardan uzak durmak ister. Ancak alışkanlıklar ve çevresel etkenler, zamanla insanın harama duyarsızlaşmasına yol açabilir.
Örneğin:
Temiz gıdalar insanın bedenine iyi gelirken, haram yiyecekler ve içkiler zarar verir.
Fıtrat, haramın zararlarını önce bedende, sonra ruhta gösterir.
Allah (c.c.), insana haram olan şeyleri yasaklamıştır çünkü bunlar fıtrata uygun değildir. Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:
> “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (Maide, 5/87)
Fıtrat, Allah’ın koyduğu sınırları tanır ve bunlara uyduğunda huzur bulur.
3. Fıtratın Bozulması ve Geri Dönüş Yolları
Peki, insanlar neden bazen fıtratlarının sesini duyamaz hâle gelir? Bunun başlıca nedenleri şunlardır:
Yanlış alışkanlıklar ve bağımlılıklar (Örneğin: Yalan söylemeye alışan bir insan, zamanla bundan rahatsızlık duymaz.)
Toplumun yönlendirmesi (Eğer toplumda yanlış şeyler yaygınsa, birey de buna uyum sağlar.)
Gaflet ve ihmal (İnsan, fıtratının sesini dinlemeyip sürekli dünya işleriyle meşgul olursa, kalbi katılaşır.)
Ancak fıtrat hiçbir zaman tamamen kaybolmaz. İnsan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, geri dönmesi her zaman mümkündür.
Allah (c.c.), kullarını her zaman affetmeye hazırdır:
> “De ki: Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 39/53)
Sonuç: Fıtrata Uygun Yaşamak, Hakikati Bilmektir
Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi, fıtrat, kendisine uygun olmayan şeyi reddeder ve atar. Zulüm, yalan, haram ve batıl olan şeyler, insanın fıtratına terstir. Ancak insan bazen fıtratının sesini duyamaz.
Önemli olan, fıtrata uygun yaşamaya çalışmak ve hakikati aramaktır. Çünkü insan ancak fıtratına uygun yaşadığında gerçek huzuru ve mutluluğu bulur.
> “Kim doğru yola yönelirse, ancak kendi iyiliği için yönelmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar.” (İsra, 17/15)
***************
DÜNYA HERKESİN KENDİSİNİ BİLDİĞİ, BULDUĞU VE KENDİSİ OLDUĞU BİR YERDİR .-1-
Dünya: Herkesin Kendini Bildiği, Bulduğu ve Kendi Olduğu Bir Yer
Dünya, insanın hakikat yolculuğunu yaptığı, kendini tanıdığı ve varoluş gayesini keşfettiği bir imtihan yeridir. Her insan, bu dünyada kendi fıtratı, seçimleri ve niyetleri doğrultusunda bir yol çizer. Kimi hakikati bulur, kimi kendisini kaybeder. Ancak herkes, sonuçta kendi yaptıklarıyla şekillenir ve kendi gerçeğini yaşar.
Bu açıdan, İslam’ın bakış açısıyla dünya, bir tarla gibidir: İnsan, burada ne ekerse ahirette onu biçer. “Dünya herkesin kendisini bildiği, bulduğu ve kendisi olduğu bir yerdir” sözü, aslında insanın kendi özünü keşfetmesinin, fıtratına uygun bir hayat sürmesinin ve seçimlerinin sonucuyla yüzleşmesinin kaçınılmaz olduğunu anlatır.
Kendini Bilmek: İnsan Nefsinin Farkında Olmalı
İslam, insanın önce kendisini tanımasını, nefsini bilmesini ve Rabbine yönelmesini öğütler. “Kendini bilen, Rabbini bilir” (Hadis-i Şerif) sözü, insanın hakikat yolculuğunun önce kendi iç dünyasını tanımaktan geçtiğini gösterir.
Kur’an’da Yüce Allah şöyle buyurur:
“Biz ona (insana) iki yolu göstermedik mi?” (Beled, 90:10)
Bu ayet, insanın dünya hayatında kendi seçimleriyle yolunu belirleyeceğini ve sonuçlarına katlanacağını anlatır. İnsan, ya nefsinin esiri olur ve kaybolur ya da hakikati arar ve özünü bulur.
Dünya, insanın kendini tanıdığı bir yerdir. Kimi mal ve mülk hırsıyla yanılır, kimi şöhret ve makam peşinde ömrünü tüketir. Ancak gerçekten “kendini bilen” kişi, faniliğini kavrar ve bu dünyanın bir sınav yeri olduğunu idrak eder.
Kendini Bulmak: Hakikati Keşfetmek
Her insan, bu dünyada bir arayış içindedir. Kimileri doğru yolu bulur, kimileri gaflette kalır. Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Kim hidayeti seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi zararına sapmış olur.” (İsra, 17:15)
Bu ayet, insanın yaptığı seçimlerin kendi kaderini belirlediğini vurgular. İnsan, dünyada hakikati arayıp bulanlardan mı olacak, yoksa nefsine uyup kaybolanlardan mı? İşte dünya, herkesin bu sorunun cevabını verdiği yerdir.
Gerçek anlamda “kendini bulan” insan, Allah’ın rızasını arayan insandır. Kur’an’da Allah, kendisini arayanlara şu müjdeyi verir:
“Beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 2:152)
Bu, insanın dünya hayatındaki en büyük keşfidir: Rabbini bulmak, O’na yönelmek ve bu fani hayatta ebedi saadeti kazanmak.
Kendisi Olmak: İnsan Kendi Seçimlerini Yaşar
Dünya, insanın kendisini gerçekleştirdiği bir yerdir. Her insan, seçimleriyle kendi kimliğini oluşturur. Kimisi adaletli olur, kimisi zalimleşir. Kimisi imanla yaşar, kimisi gaflet içinde ömrünü tüketir.
Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal, 99:7-8)
Aslında kendini görür, kendini bilir ve kendi olur.
Bu ayet, insanın dünyada yaptığı her şeyin kaydedildiğini ve sonunda karşısına çıkacağını gösterir. Her insan, bu dünyada yaptığı seçimlerle kendi ahiretini inşa eder.
Gerçek anlamda “kendisi olmak”, insanın fıtratına uygun yaşamasıdır. Allah insanı tertemiz bir fıtrat üzere yaratmıştır. Ancak dünya, insanın bu fıtratı koruyup koruyamayacağını test ettiği bir yerdir.
Sonuç: Dünya Bir Ayna Gibidir
Dünya, herkesin kendisini bildiği, bulduğu ve kendisi olduğu bir yerdir. Her insan, burada kendi hakikatini yaşar. Kim Allah’a yönelirse, huzuru bulur. Kim nefsine uyarsa, kaybolur.
Bu dünya bir ayna gibidir: İçimizdekini yansıtır. Kötülük tohumu eken, kötülükle karşılaşır. İyilik tohumu eken, iyilikle karşılaşır.
O halde insan, dünyaya neden geldiğini, ne yapmak istediğini ve bu hayatı nasıl geçirdiğini sorgulamalıdır. Çünkü herkes, burada kendi yolunu çizer ve ahirette de kendi çizdiği yolun karşılığını bulur.
***************
DÜNYA HERKESİN KENDİSİNİ BİLDİĞİ, BULDUĞU VE KENDİSİ OLDUĞU BİR YERDİR . -2-
### Dünya: Kendini Bilmenin, Bulmanın ve Olmanın İmtihan Sahnesi Dünya, insanın kendini tanıma, anlamlandırma ve gerçek benliğine ulaşma yolculuğunda bir imtihan sahasıdır. İslam’a göre bu yolculuk, sadece biyolojik bir varlık olmanın ötesinde, ruhun ve kalbin terbiyesini gerektirir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Kim nefsini tanırsa Rabbini tanır” hadisi, bu hakikatin temelini oluşturur. Peki insan, bu dünyada kendini nasıl “bilir”, “bulur” ve “olur”? İşte İslami perspektiften ibret ve tefekkürle dolu bir cevap…
#### 1. **Nefsini Bilmek: İlahi Bir Farz** İslam, insanın kendini tanımasını farz-ı ayn olarak niteler. Modern psikolojinin aksine, insanı sadece biyolojik ve sosyal bir varlık olarak görmek, onun özünü unutmasına yol açar. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah’ı unutan ve bu yüzden kendilerini unutturanlar” ifadesi, bu tehlikeyi hatırlatır. Nefsini bilmek, kalpteki hastalıkların (kibir, haset, bencillik) farkına varmak ve bunları tedavi etmekle mümkündür. Her Müslüman, kendi nefsinin psikoloğu olmalı; zira bu, Allah’a yakınlaşmanın ilk adımıdır.
**İbret:** İnsan, kibrini fark ettiğinde tevazuya, hasedini gördüğünde şükre ulaşır. Bu farkındalık, imanın nurudur.
#### 2. **Kendini Bulmak: Mensubiyet ve Anlam Arayışı** Kendini bulmak, yalnızca içe dönük bir süreç değil; köklerle, toplumla ve Allah’la kurulan bağın keşfidir. Tasavvufta dünya, “yakın hayat” (el-hayâtü’d-dünyâ) olarak tanımlanır; geçici süslerle aldanmamak, kalıcı olanı aramak esastır. Ayette buyrulduğu üzere, “Dünya hayatı aldatıcı bir metadan ibarettir” (Âl-i İmrân, 3:185). Gerçek benliğe ulaşmak, bu aldanışı fark edip ahiret odaklı bir bilinç geliştirmekle mümkündür.
**Düşündürücü Soru:** Maskelerimizle yaşadığımız bir hayat, bizi ne kadar “kendimiz” yapar?
#### 3. **Kendin Olmak: Sorumluluk ve Fedakârlık** Kendini bilen ve bulan insan, artık “olma” sorumluluğunu taşır. İslam’da “faydalı insan” olmak, Peygamber’in (s.a.v.) “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” emrinin gereğidir. Dünya, bireysel çıkarların değil; adaletin, merhametin ve fedakârlığın hâkim olduğu bir yer olmalıdır. Modern dünyanın benmerkezci değerleri, insanı yalnızlaştırırken; İslam, toplumsal dayanışmayı ve kardeşliği öne çıkarır.
**Örnek:** Hz. Ömer’in (r.a.) adaleti, sadece bir yönetici olarak değil; nefsini terbiye eden bir mümin olarak “kendini bilmesi”nden kaynaklanıyordu.
#### 4. **Dünya-Ahiret Dengesi: Geçici Olanla Kalıcı Olanın Terazisi** Kur’an, dünya hayatını “yağmurla yeşerip sonra kuruyan bitkiye” benzetir (Yûnus, 10:24). Bu metafor, insana şu soruyu sordurur: “Geçici süsler peşinde koşarken, kalıcı eserler bırakabiliyor muyum?” İslam, dünyayı kötülemez; ancak onu ahiretin gölgesinde anlamlandırır. “Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de iyilik ver” duası (Bakara, 2:201), bu dengeyi sağlamanın rehberidir.
**Tefekkür:** Bir gülün ömrü kısadır, ama kokusu kalıcıdır. İnsanın dünyadaki amelleri de böyledir.
#### 5. **Toplumsal Ayna: Başkalarında Kendini Görmek** Kendini bulmak, yalnızca manevi bir yolculuk değil; toplumla etkileşimle şekillenen bir süreçtir. Hadis-i şerifte, “Mümin, başkası için istediğini kendisi için isteyendir” buyrulur. İnsan, başkalarının ihtiyaçlarına cevap verirken kendi benliğini inşa eder.
**İbretli Hikâye:** Mevlânâ’nın “Sen göründüğün şey değilsin; sen, aynalarda gördüğün yansımasın” sözü, insanın toplumdaki rolünü hatırlatır.
### Sonuç: Dünya Bir Aynadır; Kendini Görebilenler İçin… Dünya, insanın kendini tanıma, bulma ve olma sınavıdır. Bu sınavda başarı, nefsin farkındalığından, toplumsal sorumluluktan ve ahiret bilincinden geçer. Unutmamak gerekir: “Allah, bir toplumu değiştirmez, onlar kendilerini değiştirmedikçe” (Ra’d, 13:11). Kendini bilen, bulan ve “kendisi olan” insanların inşa ettiği bir dünya, ancak adalet, merhamet ve tevazu ile ayakta kalabilir.
**Dua ve Çağrı:** Rabbimiz! Bizi nefsimizi bilen, hakikati bulan ve kulluk bilinciyle “kendisi olan”lardan eyle. Âmin.
Mahşer Günü: Hayvanların Durumu ve Adaletin Tecellisi
Mahşer günü, tüm canlıların hesaba çekileceği ve ilahi adaletin eksiksiz bir şekilde ortaya konacağı büyük bir gündür. İnsanlar, cinler ve meleklerin yanı sıra hayvanlar da bu günde toplanacak, dünya hayatındaki amellerine göre sorgulanacaklardır. Hayvanların mahşerdeki durumları, Allah’ın adaletinin hiçbir varlığa haksızlık yapmayacak şekilde tecelli ettiğini gözler önüne serer.
Hayvanların Mahşer Günü Toplanışı
Kur’an-ı Kerim’de hayvanların da kıyamet günü toplanacağı şu şekilde ifade edilir: “Yeryüzü dümdüz olup da, içindekileri çıkarıp boşaldığında… Her canlı türü bir araya getirildiğinde…” (Tekvir, 81/5).
Bu ayet, mahşer gününün yalnızca insan ve cinlere değil, tüm varlıklara şamil olduğunu göstermektedir. Hayvanlar, insanlar gibi akıl ve irade sahibi olmadıkları için cennet ya da cehennemle ödüllendirilmezler. Ancak aralarındaki haksızlıklar ve zulümler ilahi adaletle karşılık bulacaktır.
Hayvanlar Arasındaki Adaletin Sağlanması
Hadis-i şeriflerde hayvanların mahşer günündeki durumu hakkında Peygamber Efendimiz (sav) şu önemli bilgiyi vermiştir: “Boynuzsuz koyunun hakkı, boynuzlu koyundan mutlaka alınacaktır.” (Müslim, Birr, 60).
Bu hadis, hayvanlar arasındaki adaletin sağlanacağını açıkça ifade eder. Dünya hayatında boynuzlu bir koyunun boynuzsuz bir koyuna zarar verdiği bir olay dahi ilahi mahkemede çözüme kavuşacaktır. Allah, hiçbir varlığa zulmetmez ve herkesin hakkını tastamam verir.
Hayvanların İnsanlarla İlgili Şahitlikleri
Mahşer günü hayvanlar, insanlar hakkında da şahitlik yapacaklardır. Dünya hayatında bir insana hizmet etmiş, zulme uğramış ya da kötü muamele görmüş hayvanlar, bu durumları Allah’a arz edeceklerdir. Hayvanlara yapılan zulüm, insanın sorgusunda önemli bir yer tutacaktır.
Peygamber Efendimiz (sav), hayvanlara merhametli olmanın ve onlara iyi davranmanın önemini şu şekilde vurgulamıştır: “Bir kadın, hapsedip aç bıraktığı ve ölümüne neden olduğu bir kedi yüzünden cehenneme girdi.” (Buhari, Edeb, 27).
Bu hadis, hayvanlara yapılan zulmün ahirette ciddi bir mesuliyet olduğunu gösterir. Hayvanlara merhamet etmek, insanın hem dünya hem de ahiret saadeti için önemlidir.
Hayvanların Hesap Sonrası Durumu
Mahşer günü hayvanlar, hakları teslim edildikten sonra toprak olacaklardır. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilmiştir: “İnkâr edenler der ki: ‘Ah ne olaydı, ben de toprak olaydım!'” (Nebe, 78/40).
Bu ayet, hayvanların hesaplarının ardından toprağa döneceğini ve bu durumu gören inkârcı insanların kendi akıbetlerinden korkarak toprak olmayı temenni edeceklerini anlatır.
Hayvanların Durumundan Alınacak İbretler
1. İlahi Adaletin Kapsayıcılığı: Mahşer günü hayvanların bile adaletle muamele göreceği gerçeği, Allah’ın adaletinin ne kadar kusursuz ve kapsayıcı olduğunu gösterir.
2. Hayvanlara Merhamet: İnsan, hayvanlara davranışlarında daha dikkatli olmalı, onlara merhamet göstermeli ve asla zulmetmemelidir.
3. Sorumluluk Bilinci: Hayvanlar, insanlar için bir nimet olduğu kadar büyük bir sorumluluktur. Onlara iyi davranmak, ahirette yüzümüzü ak edecek bir davranıştır.
4. Adaletin Evrenselliği: Hayvanların sorgusu, adaletin sadece insanlar ve cinler arasında değil, tüm yaratılmışlar için geçerli olduğunu ortaya koyar.
Sonuç
Mahşer günü, hayvanların da Allah’ın huzurunda toplanacağı ve aralarındaki hakların teslim edileceği büyük bir gündür. Bu durum, ilahi adaletin her varlığı kapsadığını, hiç kimseye ve hiçbir şeye zulmedilmeyeceğini gösterir. İnsan, hayvanlara karşı olan sorumluluğunu unutmamalı, merhamet ve adaletle onlara yaklaşmalıdır.
Rabbimiz, bizleri mahşer gününde yüzü ak olan kullarından eylesin ve hayvanlar dâhil her varlığa merhametle muamele edenlerden kılsın!
Mahşer günü, tüm insanlık gibi cinlerin de Allah’ın huzurunda hesap vereceği büyük bir gündür. Kur’an-ı Kerim’de, cinlerin yaratılışı, görevleri ve ahiretteki durumları hakkında önemli bilgiler verilmiştir. İnsanlarla aynı şekilde iman etmek ve Allah’ın emirlerine uymakla sorumlu olan cinler, mahşer günü kendi amellerinden sorguya çekilecek, hak ettikleri karşılığı alacaklardır.
Cinler ve Sorumlulukları
Cinler, Allah tarafından dumansız ateşten yaratılmış, insana benzeyen fakat farklı bir boyutta yaşayan varlıklardır. Onlar da insanlar gibi akıl ve irade sahibi olduklarından, iman ve ibadetle yükümlüdürler. Allah, Kur’an’da cinlerin yaratılışını şu şekilde anlatır: “Cinleri dumansız ateşten yarattı.” (Rahman, 55/15).
Cinler arasında iman edenler olduğu gibi, Allah’a isyan eden ve insanları da kötülüğe sürüklemeye çalışanlar bulunmaktadır. Cin Suresi’nde cinlerin bir kısmının Allah’ın davetine kulak verip iman ettikleri şöyle anlatılır: “Gerçekten, biz doğru yolu gösteren bir Kur’an dinledik ve ona iman ettik.” (Cin, 72/1).
Ancak cinlerin bir kısmı inkârcıdır ve şeytanın yolundan gider. Mahşer günü, bu itaatkâr ve isyankâr cinler arasında da ayrım yapılacak, herkes amellerine göre sorgulanacaktır.
Mahşer Günü Cinlerin Sorgusu
Mahşer günü cinler de insanlar gibi kabirlerinden çıkarılarak Allah’ın huzurunda toplanacaktır. Kur’an-ı Kerim, bu büyük toplanmayı şu şekilde ifade eder: “İnsanları ve cinleri bir araya toplayacağımız günü hatırla. Onlara şöyle diyeceğiz: ‘Ey cinler topluluğu! İnsanlardan birçoğunu saptırdınız.’ İnsanlardan onların dostları olanlar da der ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz birbirimizden faydalandık ve bizim için belirlediğin süreye ulaştık.’ Allah buyurur: ‘Sizin varacağınız yer ateştir. Orada ebedî kalacaksınız. Ancak Allah’ın diledikleri müstesna.’” (En’am, 6/128).
Bu ayet, cinlerin insanlar üzerindeki etkisini ve bu etkinin sorgulanacağını ortaya koymaktadır. Cinlerin saptırdığı insanlar ve cinlerin iş birliği yaparak kötülüğü yaydığı durumlar mahşer günü açığa çıkacak ve her iki taraf da bu amellerinden ötürü yargılanacaktır.
İman Eden ve İnkâr Eden Cinlerin Durumu
1. İman Eden Cinler: Allah’a iman eden ve onun emirlerine uygun yaşayan cinler, mükâfat olarak cennete gireceklerdir. İnsanlar gibi Allah’ın rahmetine mazhar olan bu cinler, dünya hayatındaki güzel amellerinin karşılığını göreceklerdir.
2. İnkâr Eden Cinler: Allah’a isyan eden ve şeytanın yolunda giden cinler ise cehenneme sevk edilecektir. Bu cinler, sadece kendi yaptıklarından değil, aynı zamanda insanları saptırmalarından da sorumlu tutulacaktır.
Kur’an’da şeytanın insanlara mahşer günü vereceği itiraf şöyle geçer: “Şeytan, iş bitirilince şöyle der: ‘Allah size gerçek olan vaadi verdi; ben de size vaatte bulundum ama sizi aldattım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Sizi sadece çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın, kendinizi kınayın…'” (İbrahim, 14/22).
Bu ayet, cinlerin saptırma faaliyetlerinin sonuçlarını ve bu durumun inkârcı cinler için bir ceza sebebi olacağını gösterir.
İbretler ve Dersler
1. Sorumluluk Ortaklığı: İnsanlar gibi cinler de akıl ve irade sahibi oldukları için yaptıkları her şeyden sorumludur. Onların sorgulanması, Allah’ın adaletinin herkes için geçerli olduğunu gösterir.
2. Şeytanın ve Cinlerin Saptırma Gücü: Şeytan ve cinlerin insanları saptırmak için çaba sarf ettiği bir gerçektir. Bu durum, insanların daha dikkatli ve Allah’a bağlı bir yaşam sürmesi gerektiğini hatırlatır.
3. İman Eden Cinlerin Örneği: İman eden cinler, insanların dünyadaki mücadelelerinde yalnız olmadığını ve Allah’a yönelmenin evrensel bir gerçek olduğunu gösterir.
Sonuç
Mahşer günü, cinlerin de tıpkı insanlar gibi hesaba çekileceği ve yaptıklarının karşılığını alacağı bir gündür. Bu gerçek, Allah’ın adaletinin büyüklüğünü ve kapsayıcılığını gözler önüne serer. İnsanlar, cinlerin saptırmalarına karşı dikkatli olmalı ve Allah’ın emirlerine sıkı sıkıya bağlı bir hayat sürmelidir.
Rabbimiz, bizleri ve tüm inananları mahşer gününde yüzü ak olan kullarından eylesin ve şeytanın ve kötü cinlerin tuzaklarından muhafaza buyursun!
Mahşer günü, dünya hayatının sona erdiği ve bütün insanlığın hesap vermek üzere Allah’ın huzurunda toplandığı büyük bir gündür. Bu günün dehşeti ve büyüklüğü, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde detaylı bir şekilde anlatılmıştır. İnsanlar kadar melekler de bu günde önemli roller üstlenir. Mahşer günü, meleklerin Allah’a mutlak itaatlerini, adaletin tecellisinde nasıl bir görev üstlendiklerini ve şahitlik ettiklerini gözler önüne serer.
Meleklerin Mahşer Günündeki Durumu
Melekler, Allah’ın yarattığı en itaatkâr varlıklardır. Günah işlemez, Allah’ın emrinden asla sapmazlar. Mahşer günü melekler, hem insanları kuşatan dehşetin bir parçası olacak hem de Allah’ın emirlerini yerine getirmekle meşgul olacaklardır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Rabbinin emri geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman…” (Fecr, 89/22).
Bu ayet, mahşer gününde meleklerin saf saf dizileceğini ve Allah’ın huzurunda emirlerini yerine getireceğini haber verir. Bu saf tutuş, onların Allah’a olan mutlak teslimiyetlerini ve hesap günü kurulacak ilahi düzenin ciddiyetini simgeler.
Meleklerin Görevleri
1. Hesap Günü Tanıklık: Melekler, insanların dünya hayatında yaptıklarına şahitlik etmekle görevlendirilmiştir. Her insanın sağında ve solunda oturan Kirâmen Kâtibîn melekleri, kişinin yaptığı her amelini kaydeder. Mahşer günü, bu kayıtlar ortaya çıkarılacak ve kişinin amel defteri kendisine sunulacaktır: “Ve amel defterleri ortaya konulmuştur. Suçluların, onda yazılı olanlardan korkarak şöyle dediklerini görürsün: ‘Eyvah bize! Bu nasıl bir kitapmış ki, küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş!’ Ve yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf, 18/49).
Melekler, bu kayıtları getiren tanıklar olarak insanların yaptıkları her şeyin adil bir şekilde değerlendirilmesine katkıda bulunur.
2. İnsanları Toplama: Mahşer günü, insanlar kabirlerinden çıkarılıp toplanacak ve ilahi huzura sevk edilecektir. Bu süreçte melekler, insanları büyük bir disiplinle mahşer meydanına sevk ederler. Kur’an’da bu durum şu şekilde anlatılır: “O gün büyük bir korku ile çağıran kimseyi işitecekler. İşte bu, çıkış günüdür.” (Kâf, 50/41).
3. Cennet ve Cehennemin Hazırlanması: Mahşer gününde melekler, cennet ve cehennemin kapılarını hazırlar. İyilik sahiplerini cennete müjdelemekle görevlendirilen melekler, inkar edenlerin ise cehenneme sevkini gerçekleştirir: “Ve Rablerine karşı gelmekten sakınanlar grup grup cennete sevk edilirler…” (Zümer, 39/73).
Meleklerin Şahitliği ve İlahi Adalet
Meleklerin mahşer günündeki şahitliği, Allah’ın adaletinin tam anlamıyla tecelli etmesi için önemli bir unsurdur. Melekler, Allah’ın emirlerini kusursuz bir şekilde yerine getirerek insanların yaptıklarının karşılığını almasını sağlar. Hiçbir haksızlık yapılmaz, herkesin amelleri eksiksiz olarak değerlendirilir.
Kur’an-ı Kerim’de meleklerin şahitliği şöyle belirtilir: “O gün, her ümmetten bir şahit getiririz. Seni de bunlara şahit getiririz.” (Nahl, 16/89).
Bu ayet, meleklerin yanı sıra peygamberlerin de ümmetlerine şahitlik edeceğini, böylece adaletin tam olarak sağlanacağını ifade eder.
Meleklerden Alınacak İbretler
Mahşer günü, meleklerin görevleri üzerinden şu dersleri çıkarabiliriz:
1. Amellerimize Dikkat Etmeliyiz: Meleklerin her yaptığımızı kaydettiği gerçeği, bizi daha dikkatli ve sorumlu bir yaşam sürmeye teşvik eder.
2. Allah’a İtaat ve Teslimiyet: Meleklerin Allah’a mutlak itaatkâr halleri, kullar için bir örnektir. İnsanlar da Rablerine karşı aynı teslimiyeti göstermelidir.
3. Adaletin Kaçınılmazlığı: Meleklerin şahitliği, Allah’ın adaletinin ne kadar titiz ve kusursuz olduğunu gösterir. Hiçbir şey unutulmaz ve herkes hak ettiği karşılığı alır.
Sonuç
Mahşer günü, meleklerin saf saf dizildiği, insanlığın yaptıklarının hesabını verdiği büyük bir gündür. Melekler, Allah’ın emirlerini yerine getirerek bu büyük günün düzeninde önemli bir rol üstlenir. Onların görevlerini anlamak, insanlara Allah’a olan itaat ve kullukta örnek teşkil eder.
Rabbimiz, bizleri mahşer gününde meleklerin şahitliğiyle yüzü ak olan kullarından eylesin ve o büyük günün dehşetinden rahmetiyle korusun!
ALLAH’IN RAHMETİ HER ŞEYİ KUŞATMIŞTIR, ADALETİ DE RAHMETİNİ KUŞATMIŞTIR
Allah’ın Rahmeti ve Adaleti: Her Şeyi Kuşatan İlahi Dengeler
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de rahmetinin ve adaletinin sınırsızlığını sıkça vurgulamış ve kullarını bu ilahi sıfatları tefekkür etmeye davet etmiştir. “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A‘raf, 7/156) buyuran Allah, bu evrensel rahmetin tüm varlık âlemine yayıldığını beyan etmiştir. Ancak Allah’ın rahmeti ne kadar genişse, adaleti de o derece derindir. Adalet, rahmetin bir tecellisi olarak yaratılmıştır ve ilahi hikmetin temel taşlarından biridir.
Rahmetin Kuşatıcılığı
Allah’ın rahmeti, inanan-inanmayan tüm varlıkları kapsayan bir şefkat ve lütuftur. Bu rahmet, insanların yaratılışından hayatlarının sonuna kadar her anlarında kendini hissettirir. Güneşin doğuşu, yağmurun yağışı, toprağın bereketlenmesi, insanların rızıklandırılması ve affedilme kapısının her daim açık olması, Allah’ın rahmetinin yansımalarıdır.
Kur’an-ı Kerim’de bu rahmet şöyle anlatılır: “Rahman, arşı üzerine istiva etmiştir.” (Tâhâ, 20/5). Rahman sıfatı, Allah’ın tüm varlıkları kapsayan ve onları merhametiyle kuşatan sınırsız rahmetini ifade eder. İnsanlar, bu rahmet sayesinde hata yapmalarına rağmen tövbe edebilir, yeniden Allah’a yönelme fırsatı bulabilirler.
Adaletin Rahmetle Dengesi
Rahmet ne kadar geniş ve kuşatıcıysa, adalet de o kadar titiz ve şaşmazdır. Allah’ın adaleti, her şeyi yerli yerine koyar, kimseye haksızlık yapmaz ve herkesin yaptığının karşılığını eksiksiz verir. Ancak bu adalet, soğuk ve katı bir ceza sistemi değil; rahmetle iç içe geçmiş bir denge sistemidir. Allah’ın adaleti, kullarına merhamet ederken bile onların sorumluluklarını hatırlatır ve haksızlıkların önüne geçer.
Kur’an’da bu denge şu şekilde ifade edilir: “Kim zerre kadar hayır işlerse, onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar kötülük işlerse, onun karşılığını görür.” (Zilzal, 99/7-8).
Bu ayet, adaletin ince detaylarına kadar işlediğini ve rahmetin bu adaletle insanlara yöneldiğini gösterir. Bir kişinin işlediği küçük bir iyilik dahi zayi olmaz ve Allah katında değer bulur.
Rahmetin ve Adaletin İbretleri
Allah’ın rahmet ve adalet sıfatlarını anlamak, insanın dünya hayatında sorumluluk bilinciyle yaşamasını sağlar. Bu ilahi sıfatlardan çıkarılabilecek bazı ibretler şunlardır:
1. İnsan İçin Fırsat Kapıları: Allah’ın rahmeti, kullarına sürekli yeni başlangıçlar sunar. Tövbe eden bir kul, rahmetin kapısından girerek hatalarından arınabilir.
2. Adaletin Kaçınılmazlığı: Hiçbir iyilik ya da kötülük karşılıksız kalmaz. Bu durum, insanları daha dikkatli ve bilinçli yaşamaya sevk eder.
3. Zalimlerin ve Mazlumların Durumu: Allah’ın adaleti, zalimleri yaptıkları haksızlıkların cezasıyla yüzleştirirken, mazlumlara rahmet eder ve onların hakkını iade eder.
4. Rahmet ve Adaletin Dengesi: Allah, kullarını cezalandırmak yerine onlara rahmetle muamele etmeyi tercih eder. Ancak, adaletin gereği olarak herkesin hak ettiği karşılığı da verir.
Rahmet ve Adaletten Nasıl Ders Alınır?
Allah’ın rahmeti ve adaleti, insanlara bir yaşam rehberi sunar. İnsan, bu sıfatları tefekkür ederek kendi hayatında adaletli ve merhametli bir tavır benimsemelidir. Başkalarına haksızlık etmemek, affedici olmak, iyilik yapmak ve Allah’ın emirlerine uymak bu derslerin bir yansımasıdır.
Peygamber Efendimiz (sav), Allah’ın rahmetinin büyüklüğünü şöyle ifade etmiştir: “Allah, rahmetini yüz parçaya böldü. Bu parçadan bir tanesini dünya ehline indirdi. Onlar, birbirlerine olan merhametlerini bu bir parça rahmetten alırlar. Geri kalan doksan dokuz parça ise Allah katındadır.”
Sonuç
Allah’ın rahmeti ve adaleti, yaratılışın temel taşlarıdır. Rahmeti her şeyi kuşatırken, adaleti bu rahmeti anlamlandırır ve insanlara sorumluluklarını hatırlatır. İnsan, Allah’ın rahmetini umarak yaşamalı, ancak adaletinden korkarak da dünya hayatını dikkatle sürdürmelidir.
Bu dengeyi hayatında kurabilen kişi, hem dünyada hem de ahirette huzur bulur. Rabbimiz, bizleri rahmetine mazhar olan ve adaletin gereği olarak rızasına erişen kullarından eylesin.
Kıyamet, Kur’an-ı Kerim’de sıkça üzerinde durulan, insanlık tarihi boyunca varlığına inanılan ve her bir insanın karşılaşacağı en büyük hakikattir. Bu gün, sadece dünyanın değil, aynı zamanda insanlığın da en büyük imtihanının gerçekleştiği bir gündür. Kıyametin tasviri, insanlara hem bir uyarı hem de bir ibret vesikasıdır.
Kıyametin Dehşet Anı
Kur’an-ı Kerim’de kıyametin o dehşet anı şu şekilde tasvir edilir: “Yer, o dehşetli sarsıntıyla sarsıldığı zaman, içindeki ağırlıkları dışarı attığı zaman ve insan, ‘Ne oluyor buna?’ dediği zaman…” (Zilzal, 99/1-3).
Bu ayetler, yerin altüst olduğu, insanın aklını yitirecek kadar korktuğu ve her şeyin altüst olduğu bir günü gözler önüne serer. Dağlar un ufak olacak, denizler taşacak, gökler çatlayacak, her şey yok olup büyük bir sessizlik hâkim olacaktır. İnsanlar o gün, “Sarhoş gibi dolaşırlar. Oysa sarhoş değildirler; fakat Allah’ın azabı çok şiddetlidir” (Hac, 22/2).
Hesap Günü ve Korkunun Doruk Noktası
Kıyamet, sadece fiziksel bir felaket değil, aynı zamanda tüm insanların yaptıklarından hesaba çekileceği bir gündür. Herkes, amel defterinin açıldığı, sırların ortaya döküldüğü, tartının kurulduğu ve hakikatin tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığı bu günde, yaptıklarıyla yüzleşir.
O gün, inkar edenler için büyük bir pişmanlık ve korku günüdür. Kur’an-ı Kerim, onların durumunu şöyle tasvir eder: “O gün insan kaçar: kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından. O gün herkesin kendine yetecek bir derdi vardır.” (Abese, 80/34-37).
İnananlar İçin Bir Kurtuluş Günü
Kıyametin dehşeti büyük olsa da Allah’a iman eden, O’nun emirlerine uyan ve dünya hayatını O’nun rızasına uygun şekilde yaşayan kimseler için bu gün, bir kurtuluşun müjdesidir. Melekler, bu kimseleri rahmetle karşılayacak ve şöyle diyecektir: “Korkmayın, üzülmeyin, size vaat edilen cennetle sevinin!” (Fussilet, 41/30).
Bu müjde, inananların dünya hayatındaki imanlarının ve salih amellerinin bir mükâfatıdır. O gün, onlar için korkunun değil, Allah’a kavuşmanın ve ebedî saadetin günü olacaktır.
Kıyametin İbretleri
Kıyamet, insanlık için bir uyarıdır. Bu büyük günün dehşeti, insanları dünya hayatında daha bilinçli yaşamaya, yaptıklarını ve söylediklerini dikkatle tartmaya teşvik eder. Kıyametle ilgili ibretler şunlardır:
1. Dünya Hayatının Geçiciliği: Dünya ve içindekiler, bir gün yok olacak. İnsan, ebedî saadeti hedef alarak yaşamalıdır.
2. Hesap Günü Gerçeği: İnsan, yaptığı her şeyin karşılığını alacaktır. Bu nedenle, salih amellerle amel defterini güzelleştirmelidir.
3. Allah’ın Kudreti: Kıyametin tasviri, Allah’ın her şeye kadir olduğunun bir göstergesidir. Bu da insanın O’na teslimiyetini artırmalıdır.
4. Hazırlıklı Olma Zorunluluğu: Her insan, kıyamet ve ahiret için hazırlık yapmalı, dünya hayatını ahiret kazancına vesile kılmalıdır.
Sonuç
Kıyamet, inananlar için bir uyarı, hazırlıklı olanlar için bir müjde, gaflet içinde olanlar için ise büyük bir felakettir. Bu büyük gün, insanın dünya hayatını nasıl değerlendirdiğinin ve Allah’a ne kadar bağlı olduğunun bir yansımasıdır.
İnsan, kıyametin dehşetini düşünerek hayatını yeniden gözden geçirmelidir. Zira o gün, her şeyin anlam kazandığı, adaletin tam olarak tecelli ettiği ve ebedî hayatın başladığı gündür. Rabbimiz, bizleri kıyamet gününde yüzü ak olan kullarından eylesin ve o günün dehşetinden muhafaza buyursun.
İnsan ruhunun en hassas ipliklerinden biri hayadır. Bir toplumu ayakta tutan, bireyleri kötülüklerden uzaklaştıran, kalpleri arındıran en değerli erdemlerden biridir. Ne var ki, haya damarı çatladığında, insanın içindeki o ulvi hisler silikleşir, kötülük normalleşir ve ahlaki çöküş kaçınılmaz hale gelir.
Hayanın Önemi
Haya, insana vicdanın fısıldadığı bir iç sestir. Yanlış yapıldığında yüz kızarması, gözlerin kaçması, dilin tutulmasıdır. Bizi hatadan alıkoyan, başkalarına ve kendimize karşı saygılı olmamızı sağlayan bir iç disiplindir. Hadiste, haya imanın bir parçası olarak görülmüş ve onu kaybedenlerin manevi anlamda büyük bir boşluğa düştüğü görülmüştür.
Haya Damarı Çatladığında Ne Olur?
Haya damarı çatlayan bir insan, önce küçük şeyleri normalleştirmeye başlar. Önceden utanç duyduğu bir davranış artık ona olağan gelir. Sonra o küçük şeyler büyür, bir yaşam tarzına dönüşür. İşte haya duygusunun kaybolmasıyla meydana gelen bazı olumsuz sonuçlar:
Ahlaki değerler aşınır: Yalan, aldatma, bencillik ve haksızlık sıradanlaşır.
Toplumsal bağlar zayıflar: İnsanlar birbirine karşı daha saygısız, umursamaz ve acımasız olur.
Merhamet azalır: Başkalarının duygularına duyarsızlaşan bireyler, kalplerindeki sevgi ve şefkati yitirir.
Kötülük yaygınlaşır: Günahlar aleni hale gelir ve bunlardan rahatsızlık duyanların sesi kısılır.
Tarih ve Günümüzden Dersler
Tarihte birçok toplum, haya duygusunu kaybettikçe bozulmuş ve sonunda yok olmuştur. Lüks ve sefahat içinde yaşayan toplumlar, önce ahlaki değerlerini kaybetmiş, sonra da çöküşe sürüklenmiştir. Günümüzde de benzer bir tehlike söz konusudur. Mahremiyetin ihlali, edep sınırlarının yok sayılması, haya duygusunun zayıfladığının işaretleridir.
Haya Nasıl Korunur?
Haya damarının çatlamaması için bireysel ve toplumsal çabalar gerekir.
1. İman ve ahlak eğitimi: Küçük yaşlardan itibaren haya bilinci aşılanmalıdır.
2. İyi örnekler seçmek: Ahlaklı, hayalı insanlarla birlikte olmak karakteri güçlendirir.
3. Mahremiyete dikkat etmek: Bireyler özel alanlarını koruyarak haya duygusunu besleyebilir.
4. Kendi iç muhasebemizi yapmak: Günlük hayatta sözlerimizi, davranışlarımızı gözden geçirerek haya duygumuzu koruyabiliriz.
Son Söz
Haya bir insanın en büyük ziynetidir. Onu kaybetmek, değerli bir mücevheri çamura atmak gibidir. Hayanın yok olduğu bir dünyada kötülük sıradanlaşır, iyilik küçümsenir. O halde, haya damarımızı diri tutalım ve vicdanımızın sesine kulak verelim. Çünkü haya gittiğinde, geriye sadece boşluk ve pişmanlık kalır…
ALLAH’IN ADALETİNİN KAPSAM ALANI, RAHMETİNİN KAPSAM ALANINDAN DAHA GENİŞ VE KAPSAMLIDIR.
Allah’ın Adaleti ve Rahmeti: Hangisi Daha Kapsamlıdır?
İnsan, hayata bakarken çoğu zaman ya Allah’ın rahmetini ya da adaletini merkeze alarak düşünür. Kimileri, Allah’ın sonsuz merhamet sahibi olduğunu ve her şeyi bağışlayacağını savunurken, kimileri de adaletin kaçınılmaz olduğunu ve herkesin yaptığıyla yüzleşeceğini söyler. Peki, Allah’ın adaletinin kapsamı mı daha geniştir, yoksa rahmetinin mi?
Bu sorunun cevabı, Allah’ın zatında çelişki değil, tam tersine mükemmel bir denge olduğunu gösterir. Ancak unutmamak gerekir ki, Allah’ın adaleti her şeyi kapsar ve O’nun rahmeti de bu adaletin içinde şekillenir.
1. Rahmetin Kapsamı: Allah’ın Sonsuz Merhameti
Allah, Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette kendisini Rahmân ve Rahîm olarak tanıtır. Bu, O’nun rahmetinin sınırsız olduğunu gösterir. Hatta öyle ki, bir hadiste şöyle buyrulur:
Bu, Allah’ın rahmetinin ne kadar büyük olduğunu gösteren bir işarettir. O, insanı yaratmış, ona rızık vermiş, hata yaptığında tövbe etme fırsatı tanımış ve ona cenneti vaat etmiştir. Eğer Allah’ın rahmeti olmasaydı, hiçbir insan kurtuluşa eremezdi.
Ancak rahmet, tek başına her şeyi belirlemez. Çünkü eğer yalnızca rahmet olsaydı, zalim ile mazlum aynı kefeye konulurdu. İşte burada adalet devreye girer.
2. Adaletin Kapsamı: Hak Edileni Vermek
Adalet, hak edene hakkını vermektir. Allah’ın adaleti, rahmetten daha geniştir çünkü sadece iyi kullarını değil, tüm varlıkları kapsar. Allah’ın adaletinin tecellisi şu şekillerde görülür:
Herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Mazlumun hakkı zayi olmaz.
Zulmedenler, yaptıklarının hesabını verecektir.
Kur’an’da şöyle buyurulur:
> “Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görür. Kim zerre kadar şer işlerse onu da görür.” (Zilzâl, 7-8)
Bu ayet, Allah’ın adaletinin hiçbir detayı atlamadığını gösterir. Eğer yalnızca rahmet geçerli olsaydı, kötülük yapanlar hiçbir karşılık görmezdi ve bu dünya kaosa sürüklenirdi. Ama Allah, hem rahmet sahibi hem de adalet sahibidir.
3. Adalet mi Önce Gelir, Rahmet mi?
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’ın rahmeti, adaletine tabidir. Çünkü rahmet, bir lütuf; adalet ise bir zorunluluktur.
Örnek: Bir mahkemede bir katil düşünelim. Eğer hâkim, sırf merhametli olduğu için bu katili serbest bırakırsa, bu adaletsizlik olur. Ancak önce adalet sağlanır, sonra özel bir durum olursa merhamet devreye girer. İşte Allah’ın adaleti de böyledir. Önce hak yerini bulur, sonra dilerse rahmet eder.
Allah, merhametini istediğine verir ama adaletinden asla vazgeçmez. Çünkü eğer Allah’ın adaleti olmasaydı:
Firavun ve Musa aynı kefeye konurdu,
Habil ve Kabil eşit muamele görürdü,
İyilerle kötüler aynı sona ulaşırdı.
Ama Allah buyuruyor ki:
> “Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini iman edip salih amel işleyenlerle bir mi tutacağımızı sandılar? Hayatlarında ve ölümlerinde onlara eşit davranacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye, 21)
Sonuç: Allah’ın Adaleti Her Şeyi Kapsar
Allah’ın rahmeti elbette büyüktür, ancak rahmet adalete bağlıdır. Çünkü rahmet, sadece hak edene verildiğinde değer kazanır. Allah, merhamet edicidir ama adaletinden asla vazgeçmez. Bu yüzden Allah’ın adaleti rahmetinden daha geniştir; çünkü her şey onun kapsamındadır, rahmet ise sadece hak edenlere ulaşır.
Bu dünya bazen zalimlerin güç sahibi olduğu, mazlumların ezildiği bir yer gibi görünebilir. Ancak unutulmaması gereken şey şudur: Allah’ın adaleti mutlaka tecelli edecektir. Belki bugün değil, belki yarın değil… Ama sonunda herkes yaptığının karşılığını bulacaktır.
> “Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık yapmaz.” (Nisâ, 40)
Nefis ve Şeytanın Esaretindeki Ruhlar: Hakikate Uyanış
İnsanoğlu, yaratılışı gereği hem iyiliğe hem de kötülüğe meyyaldir. Allah (c.c.), insanı en güzel şekilde yaratmış ve ona doğru ile yanlışı ayırt edebilme yeteneği vermiştir. Ancak nefis ve şeytan, insanı Allah’ın yolundan saptırmak için sürekli vesvese verir. Nefsin isteklerine boyun eğen, şeytanın fısıltılarına kulak veren ruhlar, farkında olmadan bir esaret altına girer. Bu esaret, insanı dünyada gaflete, ahirette ise büyük bir pişmanlığa sürükler.
Nefis: İçimizdeki Sinsi Düşman
Nefis, insanın içinde taşıdığı en büyük imtihandır. Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de nefsi üç mertebede anlatır:
1. Nefs-i Emmare (Kötülüğü Emreden Nefis): Bu nefis, insanı sürekli günaha ve kötülüğe sürükler. Allah’ı unutturan, insanı hırs, kibir, şehvet ve bencillikle dolduran bir nefsin esaretinde olan kişi, şeytanın oyuncağı hâline gelir. Yusuf (a.s.), nefsin tehlikesini şöyle ifade eder:
> “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, Rabbimin merhamet ettiği hâller hariç, daima kötülüğü emreder.” (Yusuf, 12/53)
2. Nefs-i Levvame (Kendini Kınayan Nefis): Günah işlediğinde pişmanlık duyan, hata yaptığında vicdan azabı çeken nefsin seviyesidir. Bu mertebeye ulaşan insan, hatalarından dönmeye ve Allah’a yönelmeye başlar.
3. Nefs-i Mutmainne (Huzur Bulmuş Nefis): Bu mertebe, Allah’a teslim olan, dünya hırslarından arınmış ve sadece O’nun rızasını gözeten nefistir. Allah, böyle bir nefis için şöyle buyurur:
> “Ey huzura ermiş nefis! Razı edici ve razı olmuş olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)
Nefs-i emmareye boyun eğen kişi, dünyevi hazlar uğruna ahiretini unutur. Para, şöhret, makam ve zevkler onun gözünü kör eder. Dünya hayatı ona aldatıcı bir oyun gibi görünür, ancak gerçekte bu bir tuzaktır.
Şeytan: Ebedi Düşman
Şeytan, Allah’a isyan eden ve kıyamete kadar insanları saptırmak için mühlet verilen bir varlıktır. Kur’an’da şeytanın insanı nasıl kandırdığına dair birçok ayet vardır:
> “Şeytan, onlara hakim oldu da, kendilerine Allah’ı anmayı unutturdu. İşte onlar, şeytanın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, şeytanın tarafında olanlar hüsrana uğrayacaklardır.” (Mücadele, 58/19)
Şeytan, insanın zayıf noktalarını çok iyi bilir ve ona göre vesvese verir:
Mal hırsına kapılana: “Daha fazlasını kazan, her şey senin olmalı.”
Şeytan, önce küçük günahları süsleyerek insanı kandırır. Küçük günahlar zamanla normalleşir ve büyük günahların kapısını açar. Kalbi kararan kişi, günah işlediği hâlde pişmanlık duymaz, hatta günahlarını savunmaya başlar.
Nefis ve Şeytanın Esaretindeki Ruhların Alametleri
1. Günahı Küçümsemek: Haram olan şeyleri normalleştirmek, kalbin katılaşmasına yol açar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
> “Mümin, günahını üzerine düşecek bir dağ gibi görür. Fasık ise, günahını burnuna konup uçan bir sinek gibi görür.” (Buhari)
2. Dünya Sevgisine Kapılmak: Ahireti unutup sadece dünya nimetleri için yaşayan kişi, mal hırsına kapılır. Peygamberimiz (s.a.v.) bu konuda şöyle uyarmıştır:
> “Ademoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur.” (Buhari, Rikak 10)
3. Vicdanın Susması: Kişi, haram işlediğinde içini bir huzursuzluk kaplamıyorsa, kalbi mühürlenmeye başlamış demektir. Allah (c.c.), kalpleri katılaşanlar hakkında şöyle buyurur:
> “Hayır! Onların kazandıkları günahlar, kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifin, 83/14)
4. Allah’ı Unutmak ve Namazı Terk Etmek: Namaz, şeytanın ve nefsin esaretinden kurtulmanın en büyük kalkanıdır. Ancak nefsin kölesi olan kişi, ibadetleri terk eder ve gaflete düşer.
Nefis ve Şeytanın Esaretinden Kurtulmanın Yolları
1. Tövbe ve İstiğfar: Günahlardan arınmak için samimi bir tövbe etmek gerekir. Rabbimiz, samimi tövbe edenleri affedeceğini müjdelemiştir:
> “Ey iman edenler! Samimi bir tövbe ile Allah’a dönün.” (Tahrim, 66/8)
2. Nefsi Terbiye Etmek: Açgözlülükten, kibirden, hasetten ve haram sevgisinden kurtulmak için nefsin arzularına karşı direnmek gerekir. Oruç, nefsi terbiye eden en büyük ibadetlerden biridir.
3. Allah’ı Çokça Anmak: Zikir, kalbi yumuşatır ve şeytanın vesveselerini uzaklaştırır. Allah (c.c.), şöyle buyurur:
> “Bilin ki kalpler, ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 13/28)
4. Salihlerle Beraber Olmak: Kötü çevre, insanı günaha sürükler. Salih insanlarla beraber olmak, imanımızı kuvvetlendirir.
5. Kur’an ve Hadisleri Okuyup Düşünmek: Kur’an, şeytanın ve nefsin tuzaklarını fark etmemizi sağlar. Peygamberimizin (s.a.v.) sünneti ise, nasıl yaşarsak Allah’ın rızasını kazanacağımızı gösterir.
Son Söz: Gerçek Özgürlük, Nefsine ve Şeytana Esir Olmamaktır
Gerçek özgürlük, nefsin ve şeytanın esaretinden kurtulup Allah’ın yoluna teslim olmaktır. Dünya hayatı gelip geçicidir; asıl kazanç, nefsine uymayan, şeytanın hilelerine kapılmayan ve Allah’ın rızasını gözeten kullar içindir.
Allah (c.c.), hepimizi nefsinin ve şeytanın kölesi olanlardan değil, yalnızca O’na kul olanlardan eylesin. Âmin.