Asrın Gaflet Perdesi ve İmanın Kurtuluş Yolu

Asrın Gaflet Perdesi ve İmanın Kurtuluş Yolu

İnsanoğlu, içinde bulunduğu asrın çetin şartlarında, varoluş gayesinden uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Modern medeniyetin getirdiği sefahat ve gaflet perdesi, dünyayı bir köy şekline soksa da, aynı zamanda beşeriyet ruhundan dünyaya nazır pek çok menfez açmış, insanı asıl hakikatlerden uzaklaştırmıştır. Mesnevî-i Nuriye’de bu durum şöyle ifade edilir: “Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta’dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfez açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.” Bu menfezlerin kapanması, ancak İlahi lütufla ve büyük bir himmetle mümkündür.

İnsan, fani ömrünü ne uğruna harcadığını sorgulamak zorundadır. Risale-i Nur’un Barla Mektupları’ndan yansıyan bir hikmet: *”Madem herşey helâk olacak, ey zayıf insan! Bundan senin, şemse nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da hissesi olduğunu anla, aklını başına topla, yaratılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömür ve hayatını, sana saadet-i ebediyeyi temin edecek şeylerle geçir.”
Güneşe nisbetle bir zerre kadar dahi olmayan ömrümüzü, ebedi saadeti kazandıracak işlere yöneltmek, akıl sahiplerinin yegane görevidir. Zira bizi yoktan bu denli hikmetli bir surette inşa eden O Yaratıcıdır ki, bizi ahirette de diriltecektir.

Bu noktada, çağımızın en vahim problemlerinden biri olarak karşımıza çıkan, anne-babaların çocuklarının eğitimine yönelik yanlış öncelikleridir.
Çocuklarını futbol, tenis, yüzme gibi dünyevi kurslara gönderirken, Kur’an kursu teklifine “Ama çocuğun okulu var, dersleri var…” diyerek engel olmaları, acı bir hakikattir.
Kur’an’a üvey evlat muamelesi yapıldığı sürece, bu nesildeki ahlaki çöküşün devam edeceği aşikardır.
Yarın ahirette çocukların, “Ya Rabbi, ben öğrenecektim ama annem-babam engel oldu!” diye şikayetçi olmaları, kimsenin arzu edeceği bir durum değildir.
“O şefkat
li valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor.”(Lemalar)

Unutulmamalıdır ki, “Sizi Sekar denilen bu çılgın ateşe sürükleyen nedir?” denildiğinde Derler ki; “Biz Namaz kılanlardan değildik” (Müddessir 42/43).

Namaz, kul ile Rabbi arasındaki en güçlü bağlardan biridir ve onu terk etmek, manevi bir yıkıma yol açar.
İman hizmeti uğrunda karşılaşılan zorluklar, zahirde zararlı gibi görünse de, hakikatte bir nimettir. Zira “Zahmette rahmet vardır. İman hizmeti uğrunda başımıza ne gelse hayırdır.” Bizler, başımıza gelecekleri düşünmekle değil, hizmet-i Kur’aniye ile mükellefiz. Rabb-i Rahimimiz’in daima inayeti altında olduğumuza iman ederek, sabır ve şükürle, kadere teslimiyetle hareket etmeliyiz.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Şualar’da ifade ettiği gibi: “Biz sabır ve şükür ve kazaya rıza ve kadere teslim ile mukabele ederek tâ inayeti ilâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pek çok sevab ve hayrat kazanmağa çalışmalıyız.”

Yolun sonunda Allah’ın rızası varsa, o yolda çekilen her cefa güzeldir. Önemli olan, her işi “Allah için” yapmak, “Allah için” görüşmek ve “Allah için” çalışmaktır.
Ancak bu ulvi yolda, insanın en büyük düşmanlarından biri olan gurur, bizi maddi ve manevi kemalâttan mahrum bırakabilir. Eğer gurur saikasıyla başkalarının kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır, yani eksiktir.
Hakiki Müslüman gençliği, sahip olduğu tahkiki iman kuvvetiyle vatanını satmaz; aksine, ona sahip çıkar, onu yüceltir.

Netice olarak, gaflet perdesinin kalınlaştığı bu çağda, imanımıza sahip çıkmak, ebedi saadeti kazanmak için ömrümüzü hikmetle geçirmek, çocuklarımızı Kur’an ahlakıyla yetiştirmek ve her işimizi Allah rızası için yapmak elzemdir. Sabır, şükür ve teslimiyetle Allah’ın yardımını beklerken, gururdan uzak durarak kemalâta talip olmak, bizi hem dünyada hem de ahirette kurtuluşa erdirecektir.

Özet:
Makale, modern çağın getirdiği gaflet perdesinin insanı hakikatlerden uzaklaştırdığına değinerek başlar ve Risale-i Nur’dan alıntılarla insanın ömrünü ebedi saadeti temin edecek şekilde geçirmesi gerektiğini anlatır.
Özellikle anne-babaların çocuklarının Kur’an eğitimini ihmal etmesinin vahim sonuçlarına dikkat çekilir ve namazın önemine işaretedilir.
İman hizmeti uğrunda çekilen sıkıntıların birer nimet olduğu, sabır, şükür ve kadere teslimiyetle İlahi inayetin beklenebileceği ifade edilir.
Gururun insanı maddi ve manevi kemalâttan mahrum bırakan bir kusur olduğu belirtilir.
Makale, tahkiki imanla vatanına sahip çıkan Müslüman gençliğine atıfta bulunarak, gafletten uzaklaşıp imanla hareket etmenin hem dünya hem de ahiret kurtuluşu için temel olduğunu ifadeyle sona erer.

 




Ebediyete Uzanan Yolculukta İmanın Rehberliği ve Hakiki Dostluk

 

Ebediyete Uzanan Yolculukta İmanın Rehberliği ve Hakiki Dostluk

İnsanoğlu, varoluşundan itibaren bir arayış içindedir. Bu arayış, çoğu zaman dünyevi meşgalelerin labirentlerinde kaybolsa da, vicdanının derinliklerinde yankılanan “Ebed! Ebed!” sesi, onu sonsuzluğa, gerçek olana yöneltir. Kâinatın bütün ziynetleri ve lezzetleri dahi, ebediyete karşı duyulan bu ihtiyacı dolduramaz.

Nitekim Bediüzzaman Said Nursi’nin Sözler adlı eserinde belirttiği gibi: “Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed! Ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.”
Bu sonsuzluk arayışı, insanı Allah’a (celle celalühü) iman etmeye ve O’na yönelmeye sevk eder.
Allah’a imanın tabii bir sonucu olarak O’nu sevmek, bu sevginin tezahürü ise Allah’ın sevdiği tarzda bir hayat sürmektir. Bu, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Sünnet-i Seniyyesi’ne ve Şeriat-ı Garra’sına ittiba etmekle mümkündür.

Lem’alar’dan aktarılan şu kudsi hakikat ne güzel ifade edilmiştir: “Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”
Hakiki muhabbet ve ittiba, Allah’ın rızasına ulaştıran yegane anahtardır.
Bu ebediyet yolculuğunda, insanın en büyük yardımcıları ve aynı zamanda en büyük engelleri bulunur.

“Eğer dost istersen Allah yeter; zira O dost ise, her şey dosttur.
Eğer yaran istersen Kur’an yeter; çünkü onda enbiya ve melâike ile hayalen görüşüp, vukuatlarını seyredip ünsiyet edersin.
Eğer mal istersen kanaat yeter; zira kanaat eden iktisat eder, bereket bulur.
Eğer düşman istersen nefis yeter; zira kendini beğenen belaya duçar olur, zahmete düşer, kendini beğenmeyense safayı bulur, rahmete gider.
Ve eğer nasihat istersen ölüm yeter; zira ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddî çalışır.”
Bu hikmetli sözler, insan hayatının temel dinamiklerini özetler mahiyettedir.
Ne yazık ki, içinde yaşadığımız bu fani dünyada birçok insan gaflete düşmekte, hayatın geçici heveslerine aldanmaktadır. Özellikle ihtiyarların en kötüsü, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek istemesidir; çocukçasına hevesat-ı nefsaniyeye tabi olmasıdır. Bu, kişinin ömrünün son demlerinde dahi dünya hırsından ve nefsani arzulardan kurtulamadığının hazin bir göstergesidir.
Halbuki insan layemut değildir, başıboş da değildir, bir vazifesi vardır. Gururu bırakıp, kendisini yaratanı düşünmeli, kabre gideceğini bilmeli ve öyle hazırlanmalıdır.
Mesnevi-i Nuriye’nin uyarısıyla: “Seni intizar etmekte ve senin de süratle ona doğru gitmekte olduğun kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir.”
Dünyanın ziynetleri, kabirde ve ahirette hiçbir değer taşımaz.
İnsan, şeytana kulluk etmekten sakınmalı, zira o apaçık bir düşmandır.
Yasin Suresi’nin 60-62. ayetlerinde Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Ey Âdemoğulları! Size şeytana kulluk etmeyin. O sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye emretmedim mi? Nitekim o şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”
Akıl ve basiret ile bu ilahi emre uymak, şeytanın vesveselerinden korunmanın yegane yoludur.

Hayatın her anında, çektiğimiz sıkıntılar birer misafirdir, gelir ve giderler. Önemli olan, gönderenin hatırına misafire sabretmektir.
Hz. Mevlana’nın bu hikmetli sözü, bizlere tevekkül ve teslimiyet dersi verir.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in buyurduğu gibi: “Kim Allah için sever, Allah için nefret eder, Allah için verir ve Allah için mâni olursa, imanı kemâle ermiştir.” (Ebû Davud, Sünnet 16).
Bu hadis, imanın yalnızca kalpte bir tasdikten ibaret olmadığını, aynı zamanda hayatın her alanına yayılan bir eylem ve tavır bütünü olduğunu gösterir.

Sonuç olarak, madem her şey helak olacak, ey zayıf insan! Güneşe nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da bunda hissesi olduğunu anla, aklını başına topla, yaratılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömür ve hayatını, sana saadet-i ebediyeyi temin edecek şeylerle geçir. Ebediyete açılan kapı olan kabre hazırlık yapmak, Allah rızasını kazanmak için yaşamak ve O’nun ipine sımsıkı sarılmak, bu fani dünyadaki en kutlu vazifemizdir.

Özet:
Makale, insanın vicdanındaki ebediyet arayışından yola çıkarak, Allah’a iman ve muhabbetin, Hz. Peygamber’in Sünnetine ittiba ile nasıl pekiştiğini anlatır.
Hakiki dostluğun Allah ile kurulması gerektiği, Kur’an’ın bir yaren, kanaatin bir mal, nefsin bir düşman ve ölümün en büyük nasihatçi olduğu hikmetli sözlerle açıklanır. Gafletin ve dünyevi hevesatın insanı ahiret hayatından nasıl uzaklaştırdığına, özellikle yaşlıların bu konuda düştüğü hatalara değinilir.
Kabirdeki gerçekliğin dünya ziynetlerini kabul etmeyeceği hatırlatılır.
Şeytana kulluk etmemenin ve dosdoğru yolda kalmanın önemi Kur’an ayetiyle pekiştirilir.
Makale, sıkıntıların sabırla karşılanması gereken misafirler olduğunu ve Allah için sevmek, nefret etmek, vermek ve men etmek gibi davranışların imanı kemale erdirdiğini belirterek sona erer.
Son olarak, ömrün ebedi saadeti temin edecek şekilde değerlendirilmesi gerektiği anlatılır.

 




Hayatın Kısa Soluğu, Dünyanın Hakikati ve Adaletin Tecellisi

 

Hayatın Kısa Soluğu, Dünyanın Hakikati ve Adaletin Tecellisi

Ömür dediğin nedir ki? Bir ezân, bir selâ! Bu derin ve düşündürücü ifade, insan hayatının ne denli kısa ve fani olduğunu en çarpıcı şekilde özetlemektedir. Doğduğumuzda kulağımıza okunan ezan ile ruhumuza işlenen ilahi davet ve nihayetinde ebedi yolculuğa uğurlanırken okunan selâ arasında geçen zaman dilimi, tüm hayatımızı kapsar. Bu kısacık süre zarfında, insan nasıl bir yaşam sürdürmeli, neyin peşinden koşmalı, neye değer vermelidir?

*********

Günümüzde, “Helalin adı kaldı, gören yok. Haram kapışıldı, hâlâ doyan yok” sözü, çağımızın en büyük trajedilerinden birini gözler önüne sermektedir. İnsanlık, helal ve haram sınırlarını giderek daha fazla ihlal etmekte, doymak bilmez bir hırsla maddi olana yönelmektedir. Bu durum, toplumda ahlaki değerlerin erozyona uğramasına, manevi boşluğun artmasına neden olmaktadır.

********

“Dünya, bütün şaşaasıyla ahirete nisbeten bir zindan hükmündedir.” Mesnevi-i Nuriye’de belirtildiği gibi, “Dünyanın lezzetleri zehirli bala benzer; lezzeti nisbetinde elemi de vardır.”
Bu fani hayatın cazibesi, insanı aldatarak onu asıl gayesinden uzaklaştırabilir. Ömür, bir imtihan sürecidir ve bu imtihanı başarıyla tamamlamak, ancak dünya hırsından arınıp ahiret odaklı bir yaşam sürmekle mümkündür.

********

İçinde bulunduğumuz asırda, dalalet ehli enaniyet atına binmiş, dalalet vadilerinde koşmaktadır. Bu çağda hak ehlinin, bilmecburiye enaniyeti terk ederek hakka hizmet etmesi gerekir.
Risale-i Nur Mektubat’ta bu durum açıkça ifade edilmektedir: “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enaniyetle vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki: Şu asırda ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terketmekle hakka hizmet edebilir.” Enaniyet, yani benlik ve gurur, insanı doğru yoldan saptıran en tehlikeli tuzaklardan biridir. Kendi benliğini öne çıkaran, başkalarının hakikatlerini görmezden gelenler, hakka hizmet edemezler.
Tarihi olaylar da bu hakikatin çarpıcı birer kanıtıdır.

********

15 Temmuz gibi kritik anlarda, millet canıyla cebelleşirken, bazı korkaklar yumuşak koltuklarda, kapalı perdelerin arkasına sinerek esen rüzgara göre şekil almayı tercih etmişlerdir. Bu tür duruşlar, tarihin ibret levhaları olarak hafızalarımızda yer etmeli ve “Unutursak kanımız kurusun!” şiarıyla milletin eğilmez duruşu her daim hatırlanmalıdır.

**********

Büyük bir imparatorluğun, bir bakkal dükkânı bile beş ayda tasfiye edilemezken, Lozan gibi anlaşmalarla tasfiye edilmesi gibi tarihi olaylar, doğru kararların ve ferasetin ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Kemal Tahir’in bu tesbiti, geçmişten ders çıkarmanın ehemmiyetini anlatır.

***********

Tüm bu karmaşık dünya düzeninde, kâinatın muntazam işleyişi, her şeyin bir sahibinin olduğunu haykırmaktadır.
Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız ve sahipsiz, bir harf kâtipsiz olamazken, bu nihayet derecede muntazam memleketin hâkimsiz olması düşünülemez.
Risale-i Nur’un Sözler bölümünde dile getirildiği gibi: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazam Şu memleket hâkimsiz olur?”
Bu hakikat, akl-ı selim sahibi her bireyin kabul etmesi gereken, varoluşun temelinde yatan ilahi düzendir.

Sonuç olarak, ömrün kısa bir ezan ve bir selâ arası olduğunun idrakinde olarak, haramdan uzak durmalı, helale yönelmeli, dünyanın fani lezzetlerine aldanmamalıyız.
Enaniyetten arınarak, hakka ve adalete hizmet etmeli, milletimizin tarihteki şanlı duruşunu unutmamalıyız.
En önemlisi, kâinatın muntazam işleyişi içinde kendimizi başıboş zannetmeyerek, her şeyin bir yaratıcısı ve hükmedicisi olduğunu idrak etmeli, hayatımızı bu hakikat üzere inşa etmeliyiz.

Özet:

Makale, “Ömür dediğin nedir ki; Bir Ezân, Bir Selâ!” sözünden yola çıkarak insan hayatının kısalığını ve faniliğini anlatır.
Günümüzdeki helal ve haram kavramlarındaki yozlaşmaya dikkat çekerek, harama yönelmenin getirdiği doyumsuzluk ve ahlaki çöküntüyü ele alır. Dünyanın şaşaasının ahirete nisbetle bir zindan olduğu ve lezzetlerinin zehirli bal gibi elem barındırdığı Risale-i Nur iktibaslarıyla desteklenir. Enaniyetin (benliğin) dalalet ehli tarafından kullanıldığı ve hak ehlinin bundan sakınması gerektiği belirtilir.
15 Temmuz gibi tarihi olaylarla milletin duruşunun önemi ve geçmişten ders çıkarmanın gerekliliği anlatılır.
Makale, bir köyün muhtarsız olamayacağı gibi, kâinatın da hâkimsiz olamayacağı mantığıyla İlahi düzene ve Yaratıcı’nın varlığına işaret ederek sona erer. Temel mesaj, kısa ömrü haramdan uzak, helale yönelerek, enaniyetten arınmış ve İlahi düzenin idrakinde bir yaşam sürmektir.

 




Ateşle Oynayanlar: İsrail, ABD ve İstikrarsızlık Üzerinden Kurulan Küresel Tuzak

Ateşle Oynayanlar: İsrail, ABD ve İstikrarsızlık Üzerinden Kurulan Küresel Tuzak

Tarih, bir milletin aklının vicdanla imtihanıdır. Günümüzde bu imtihan, Ortadoğu’nun yüreğinde bir yangına dönüşmüştür. Bu yangını harlayanlar bellidir: İsrail’in saldırgan hırsı, ABD’nin kaos stratejisi ve küresel barışa dair her umudu boğmak isteyen bir zihniyet.

  1. İsrail’in Kuduz Hırsı ve Kıyamet Tuzağı

İsrail devleti, kuruluşundan bu yana varlığını, krizler ve savaşlar üzerine bina etti. Gazze’de çocukları bombalayan uçaklar, Lübnan’da sivilleri hedef alan füzeler, şimdi de Suriye’nin kalbine gönderilen ölümcül mesajlar…

İsrail’in savaş uçağı, Şam’da Genelkurmay binasını vurdu. Bu, sıradan bir saldırı değil; bölgede yeni bir savaş senaryosunun perdesidir. İsrail, sadece Suriye’yi değil, tüm bölgeyi yeniden şekillendirme niyetindedir. Ve bu hedefe ulaşmak için ahlaki sınır tanımıyor.

Bu saldırgan tutum, aslında İsrail’in içindeki korkunun dışavurumudur. Kudüs’te duvarlar arkasına sıkışmış, Filistin’de demografi karşısında çaresizleşmiş, uluslararası kamuoyunda itibarsızlaşmış bir devletin refleksiyle karşı karşıyayız.

“Kuduz olmuş köpek” gibi saldırganlaşmasının sebebi, yenilginin yaklaşmasıdır.

  1. ABD: Darbelerin ve Kaosun Mimarı

ABD’nin Ortadoğu’daki politikaları, barışın değil, sürekli istikrarsızlığın garantörü olmuştur. “Demokrasi” adı altında yapılan işgaller, “özgürlük” kisvesiyle yürütülen darbeler, hep aynı sonuca çıktı: Kan, gözyaşı ve yıkım.

15 Temmuz 2016’da Türkiye’de yaşanan darbe girişimi bunun en somut örneğidir. ABD eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in darbecilere duyduğu sempati ve onlara verdiği destek, emperyal planın parçalarını açıkça ortaya koydu.

Suriye’nin istikrara kavuşması, PKK’nın silah bırakması, bölgede barış ihtimallerinin güçlenmesi, ABD’nin elli yıllık düzenini tehdit ediyor. Çünkü ABD, ancak karmaşa içinde oyun kurabiliyor. “Böl ve yönet” stratejisiyle hareket eden bu küresel akıl, istikrarı değil, krizleri besliyor.

Jeffrey Epstein dosyasında görüldüğü gibi, ABD içindeki çürümüşlük, dış politikaya da aynen yansımaktadır. Trump’ın, kendi seçmenine rest çekmesi, ahlaki ve siyasi iflasın göstergesidir.

  1. Suriye: Yeni Hedef, Eski Tuzak

Suriye, yıllardır yıkımın simgesi. Ancak son dönemdeki ateşkes haberleri ve ordu çekilmeleri, istikrar umudu doğuruyordu. İşte tam bu anda, İsrail devreye girdi. Şam’a düzenlenen saldırı ve Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’ya yönelik suikast çağrıları, bölgeyi yeniden kaosa sürükleme planlarının açık delilidir.

İsrail’in hedefi nettir: Suriye’yi parçalamak, İran’ı kışkırtmak, Lübnan’ı provoke etmek ve tüm bölgeyi kendisine tehdit olmaktan çıkarmaktır. Bu uğurda masumları harcamakta beis görmemektedir.

  1. Trump ve Barış Masalının Sonu

Trump, seçim döneminde dünyaya barış vadetti. Ama fiiliyatta en çok savaşa neden olan başkan oldu. Afganistan’dan Yemen’e, Suriye’den Ukrayna’ya kadar birçok cephede gerilim tırmandı. Barış, bir propaganda malzemesi olarak kullanıldı; ancak hiçbir savaş bitmedi, yeni savaşlar tetiklendi.

Trump’ın savaş seviciliği ve emperyalist eğilimleri, aslında ABD siyasetinin genel çizgisini yansıtıyor. Kimin başkan olduğunun değil, hangi yapının bu devleti yönettiğinin göstergesidir bu.

SONUÇ: Tarih Tekerrür Etmez, Ders Alınmazsa İntikam Alır

Ortadoğu’da yeni bir savaşın zemini hazırlanıyor. İsrail ateşle oynuyor ve sadece kendini değil, tüm bölgeyi yakmaya hazır. ABD, krizlerden beslenmeye devam ediyor. Türkiye ise bu ateş çemberinin tam ortasında bir denge siyaseti yürütmeye çalışıyor.

Fakat artık herkesin anlaması gereken bir hakikat var:

> İstikrar, emperyalizmin değil; direnişin, iradenin ve ahlaki duruşun meyvesidir.

İsrail’in korkusu büyüyor, çünkü planları çöküyor. ABD’nin sabrı taşıyor, çünkü bölge halkları artık eskisi kadar teslimiyet içinde değil. Ve bu süreç, belki de bir devrin kapanışı olacaktır.

MAKALE ÖZETİ

Bu makale, İsrail’in Suriye’ye yönelik son saldırıları üzerinden Ortadoğu’daki istikrarsızlaştırma politikalarını ele alıyor. ABD’nin 15 Temmuz darbesindeki rolü, Trump’ın sahte barış vaatleri, İsrail’in Suriye’yi kaosa sürükleme girişimi ve bölgedeki barış umutlarının nasıl hedef alındığı tarihsel, siyasi ve ahlaki açılardan değerlendiriliyor. Sonuç olarak; emperyalist projelerin çöküşüne tanıklık edilen bu dönemde, halkların direnişi ve istikrar arayışı ön plana çıkmaktadır.

 




Tohumdan Ormana: İmanın ve Direnişin Hikayesi

Tohumdan Ormana: İmanın ve Direnişin Hikayesi

Elhamdülillah, ekilen tohumlar bir bir yeşeriyor. Sünbül veriyor. Fidanlar ağaca durdu, meyve veriyor.
Ağaçlar orman oldu, cennet bahçesi oluyor.

Hayat, tohumların toprağa düşüşüyle başlar; umutların filizlenişi, inancın kök salışı ve nihayetinde sabrın meyveye duruşuyla devam eder. Tıpkı baharda toprağa düşen minicik bir tohumun, ilahi kudretin bir tecellisi olarak filizlenip boy vermesi, fidan olup yeşermesi ve sonunda meyve veren koca bir ağaca dönüşmesi gibi, insanlık tarihi de atılan tohumların, verilen mücadelelerin ve yaşanan dönüşümlerin hikayesidir.
Bu tohumlar bazen bir hakikat kelimesi, bazen bir direniş çığlığı, bazen de bir ibret levhası olarak karşımıza çıkar.

*********

Bir örümceğin renkli ve haşmetli duruşuyla “Bana bak, aradığını sana bildireceğim!” diye haykırması, Yaratan’ın sonsuz kudretini ve sanatını sergiler. Bediüzzaman Said Nursi’nin de ifade ettiği gibi, “Biz öyle bir Zâtın san’atıyız ki; bütün bu âlemimizi, bizi yaptığı ve suhuletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir zâttır.”

Varlığın her zerresinde tecelli eden bu sanat ve kudret, bizi O’nu tanımaya, anlamaya ve şükretmeye davet eder. Onu bilmemek ve tanımamak “acib bir cehalet ve divanelik”tir.

İşte burada Risale-i Nur’un birincil hedefi olan imanı tahkiki kılma ve varlık üzerinden Allah’ı isbat etme davasının özü yatmaktadır.

Her bir tohum, her bir çiçek, her bir canlı, O’nun varlığının ve birliğinin mührüdür.

*********

Dehşet veren zamanlarda İbrahim Hakkı gibi “Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler” diyerek teslimiyet göstermek, pencerelerden seyredip olayların içine girmemek, kaderin sırrına vakıf olmanın ve tevekkülün bir ifadesidir.

Bu, imtihanlarla dolu dünya hayatında dahi rızanın ve teslimiyetin ne denli önemli olduğunu anlatır.
İnanç, zorluklar karşısında yılmamak, musibetlere karşı sabırla direnmek ve her şeyin bir hikmet üzere yaratıldığına inanmaktır.

********

Toplumlar için önemli bir başka tohum ise adalettir. “Filistin’e sahip çıkmak için Müslüman olmaya gerek yok. İnsan olmak yeterli!” mesajı, insanlığın ortak vicdanına seslenmektedir. Adalet, merhamet ve mazluma yardım eli uzatma, din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin tüm insanlığın ortak sorumluluğudur.
Bu, insanlık tohumunun evrensel değerlerle yeşermesinin bir göstergesidir.
Hayatta kalma ve direniş ruhu da atılan tohumlardan biridir.

********

“Uyusaydık böyle olacaktı… Uyumadık, böyle oldu…” ifadesi, tarihi bir ders niteliğindedir. Bu, milletimizin zor zamanlarda gösterdiği azim ve iradeyi, boyunduruk altına girmemeyi, hürriyet ve bağımsızlık aşkını simgeler.
Bugün var oluş, geçmişte verilen mücadelenin ve ödenen bedellerin neticesidir.
Risale-i Nur’un da ifade ettiği gibi, “Türk gençliği uyumuyor. Bu kahraman İslâm Türk milleti başka bir devletin boyunduruğu altına giremez. Fedakâr Müslüman gençliği, sahip olduğu tahkikî iman kuvvetiyle, vatanını sattırmaz. Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz.”
Bu sözler, iman gücüyle beslenen milli şuurun ne denli büyük bir kuvvet olduğunu ortaya koymaktadır.

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Ali İmran, 54) ayeti, ilahi adaletin tecellisini ve batılın er ya da geç mağlup olacağını hatırlatır. İnsanlar ne kadar plan yaparsa yapsın, nihai hükmün ve mutlak galibiyetin Allah’a ait olduğunu anlatır. Bu, haksızlığa uğrayanların ve zulme maruz kalanların umudunu yeşerten bir tohumdur.

Ve son olarak, “Dünyevî saadet için bir cennet, bir melce, bir tahassungâh ise AİLE HAYATIDIR.” Aile, toplumun temelidir, imanın ve ahlakın yeşerdiği ilk bahçedir. Samimi bir sevgi, hürmet ve şefkatle kurulan aile hayatı, dünyevi cennetin bir numunesidir. Buradaki her bir birey, bu cennet bahçesinin bir çiçeğidir. Aile tohumu, toplumu besleyen ve geleceği inşa eden en kutsal tohumdur.

Tüm bu tohumlar, birleşerek koca bir ormanı, bir cennet bahçesini oluşturur. Bu orman, her bir ağacın, her bir fidanın, her bir çiçeğin kendi içinde taşıdığı hikmetle, edebi güzellikle ve düşündürücü derslerle doludur. İman tohumu, ilimle, marifetle ve salih amellerle sulandıkça serpilir, büyür ve insanlığa faydalı meyveler verir.

Özet:

Makale, hayatın ve inancın bir tohumun ekilip yeşermesi ve nihayetinde bir ormana dönüşmesi metaforu üzerinden ilerlemektedir. Risale-i Nur’dan ve Kur’an-ı Kerim’den alınan vecizelerle desteklenen makale, Allah’ın kainattaki sanatının büyüklüğünü ve O’nu tanımanın önemini anlatıyor.
Zor zamanlarda teslimiyet ve tevekkülün gerekliliğini, insanlık vicdanının bir gereği olarak mazlum Filistin halkına sahip çıkmanın evrenselliğini ele alır. Milli mücadeledeki direniş ruhunu ve iman gücünün önemini anlatan makale, ilahi adaletin tecellisiyle batılın yenilgisini hatırlatır.
Son olarak, aile hayatının dünyevi bir cennet olduğunu ve toplumu besleyen temel bir tohum olduğunu belirtir.
Makale, tüm bu tohumların birleşerek insanlık ve toplum için bir cennet bahçesi oluşturduğunu ifade eder.

 




HAŞHAŞÎLERDEN HAÇLIYA: 15 TEMMUZ VE GİZLİ DARBENİN GÖRÜNMEYEN HARİTASI

HAŞHAŞÎLERDEN HAÇLIYA: 15 TEMMUZ VE GİZLİ DARBENİN GÖRÜNMEYEN HARİTASI

“İhanet bir inanç değil, bir tercihtir. Tercihin bedeli bazen vatan olur.”

15 Temmuz 2016 gecesi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en alçak saldırılarından biri yaşandı. Tanklar sokaklara indi, jetler TBMM’yi bombaladı, özel kuvvetlere saldırılar düzenlendi. Bu bir isyan değil, işgal teşebbüsüydü. Bir devletin kalbine doğrultulmuş, kendi askerî üniformasına bürünmüş düşman postallarıydı. Bu kanlı girişimin mimarı ise FETÖ idi. Ama FETÖ yalnız değildi.

O gece, sadece bir cunta değil; küresel emperyalizmin taşeron örgütü, içimize sızmış bir Truva Atı harekete geçmişti. FETÖ, görünüşte yerli; gerçekte Batı istihbarat laboratuvarlarında formatlanmış, CIA’nın, Mossad’ın ve Vatikan’ın ortak projesi olarak kurgulanmış bir yapıydı.

HAŞHAŞÎLERİN TORUNLARI

Tarih tekerrür etmiyor; fakat benziyor. 11. yüzyılda Haşhaşîler nasıl İslam dünyasının bağrına saplanan bir hançerse, FETÖ de 21. yüzyılda aynı görevi üstlendi. Kendi halkına silah çeken, kendi Meclisini bombalayan, masum insanları öldüren bu zihniyet; nefsine değil, aklına değil, bir lidere mutlak itaati din bellemiş bir topluluktan ibaretti.

FETÖ, aklı ipotekli bir güruh, zihni işgal edilmiş bir robotlar ordusudur.

Bediüzzaman’ın “zındıka komiteleri” dediği karanlık yapılar, işte bu tür organizmalar üzerinden İslam coğrafyasında iç savaşlar, bölünmeler, kültürel dejenerasyonlar üretmiştir.

MOSSAD’IN GÖLGESİNDE YETİŞEN ALTIN NESİL

Örgütün lideri olan Fetullah Gülen’in sözleri incelendiğinde, sadece İslami değil; Batı merkezli bir teolojiye dayandığı açıkça görülür. 1990’lardan itibaren Papa ile görüşmeleri, Vatikan’da alkışlarla karşılanması, “Ortak inançlara vurgu yapalım” diyerek İslam’ı protestanlaştırma sözleri dikkat çeker. Bu yönüyle FETÖ, sadece bir casusluk şebekesi değil; bir akide bozma, bir din deformasyonu, bir inanç sabotajı projesidir.

Gülen’in 1991’de İsrail için ağlaması, Mavi Marmara’da İsrail’i savunması, onun zihnî köleliğinin ve misyonunun açık ifşasıdır. Altın Nesil dedikleri şey, Kur’an’ın değil; küresel planların hizmetkârı olan “altyapı kadrosu”dur.

15 TEMMUZ: NATO-SİYONİST PROJE

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2024’te yaptığı “15 Temmuz Siyonist darbedir” açıklaması, meselenin küresel koordinatlarını işaret eder. Bu, yalnızca yerli bir cunta değil, Batı istihbaratlarının Türkiye üzerindeki bir “kontrollü kaos” hamlesiydi.

Stratfor, Washington Post, FOX News, The Economist gibi yayınlar, darbeye doğrudan ya da dolaylı destek sundu. ABD’li askerî yetkililer “bu çocuklar kazanmalı” diyerek darbecilere destek verdi. Başarısız olunca da “tiyatro” iftiralarına sığındılar.

Bu medya dilindeki benzeşme, bize şunu isbat eder:

> “Dün tankla geldiler, bugün haberle. Dün gemiyle geldiler, bugün Netflix’le. İşgal biçimi değişti, düşman aynı kaldı.”

GİZLİ PAPAZIN HRİSTİYAN KODLARI

FETÖ’nün dinî yapısına bakıldığında, İslam’ın özünden sapan ciddi tahrifatlar görülür. Namazı şekle, duayı slogana, cemaati kör itaate dönüştüren bu anlayış; “iman” yerine “itaat”, “ihlas” yerine “itibar” inşa etmiştir.

Aytunç Altındal, FETÖ’nün “12 gizli kardinalliği”nden bahsederken boş konuşmuyordu. Nitekim FETÖ mensuplarının büyük bölümü, dualarında Hz. Muhammed’den çok Fetullah’ı anarken, uygulamada Hz. İsa’ya öykünüyordu. Misyoner taktikleriyle süslenmiş bu yapı, Anadolu’dan çıkan bir “melez inanç devşirme operasyonu” idi.

İÇ SAVAŞ PROJESİ: SURİYELEŞTİRME HAMLESİ

15 Temmuz’un nihai amacı, tıpkı Irak ve Suriye’de olduğu gibi, Türkiye’yi de iç savaşa sürüklemek, kardeşi kardeşe kırdırmak, ardından bir “Barış Gücü” adıyla müdahale etmektir. Bu, NATO’nun Irak’ta uyguladığı planın aynısıdır. Erbakan’ın yıllar önce işaret ettiği Siyonist plan, 2016’da ete kemiğe bürünmüştür.

BİR AKINCI’NIN ALNINDAN VURDUĞU HİYANET

15 Temmuz gecesinin sembol ismi Ömer Halisdemir’dir. Darbeci General Semih Terzi’yi alnının ortasından vurarak, bu toprakların asla diz çökmeyeceğini, Anadolu irfanının çelik yelek olduğunu gösterdi. Onun şehadeti, tarih boyunca “Bize kefen biçenlerin mezarını kazarız” diyen milletin ta kendisidir.

SONUÇ: FETÖ’NÜN FİNALİ PKK GİBİ OLACAK

PKK silahlarını yaktı ama ideolojisini bırakmadı. FETÖ de suikast planlarıyla, medya manipülasyonlarıyla boşluk arıyor. Ancak artık deşifre olmuş bu yapının, tıpkı PKK gibi tasfiye sürecine girdiği ve kendi içindeki ihbar ve ifşalarla çökeceği açıktır.

İç hesaplaşmalar, Ebuseleme Gülen gibi figürlerin çıkışları, bu örgütün artık bir “inanç hareketi” değil, bir “çıkar çatışması arenası”na dönüştüğünü göstermektedir.

ÖZET:

15 Temmuz bir askerî darbe değil, küresel bir işgal teşebbüsüydü.

FETÖ, yalnızca bir dini yapı değil, siyasi, istihbari ve ideolojik bir haçlı projesidir.

Batı medyası ve istihbaratı darbecilere açık destek vermiştir.

FETÖ’nün sözleri, Hristiyanlaştırılmış bir İslam yorumunun propagandasıdır.

FETÖ içinde yaşanan ifşalar ve çatışmalar, çözülmenin hızlandığını göstermektedir.

Ömer Halisdemir, bu milletin iradesini ve bağımsızlık aşkını simgeler.

Bu yapının nihai akıbeti, tıpkı PKK gibi tarihî bir hezimet olacaktır.

 




15 Temmuz Ruhu ve Dirilişin Hikmetli Yankıları

15 Temmuz Ruhu ve Dirilişin Hikmetli Yankıları

Tarih, sadece yaşanmışlıkların kronolojik bir dökümü değil, aynı zamanda milletlerin ruhunda derin izler bırakan, derslerle dolu bir ibret defteridir. Bazı günler vardır ki, sıradan bir takvim yaprağı olmaktan çıkıp, bir milletin kaderini belirleyen dönüm noktaları haline gelir. 15 Temmuz da, Türk milleti için işte öyle bir gündür. Bu tarih, sadece bir darbe girişimi olarak değil, aynı zamanda millete, vatana ve imana sahip çıkma destanı olarak tarihe altın harflerle yazılmıştır.
Görünen o ki, zalimlerin zulmü devam etse de, mazlumun direnişi zaferin habercisidir. Hz. Ali’nin (K.V) buyurduğu gibi: “Eğer zalim ısrarla zulme devam ediyorsa bil ki SONU YAKINDIR… Eğer mazlum da ısrarla direniyorsa bil ki ZAFER YAKINDIR.”

15 Temmuz gecesi, bu kutlu sözün canlı bir tecellisi olmuştur. Hainlerin tankları, topları ve uçakları karşısında, imanıyla direnen bir milletin destansı duruşu, sadece bedenleriyle değil, ruhlarıyla da ayağa kalktıklarının nişanesidir. Bu, sadece fiziki bir direniş değil, aynı zamanda kalplerdeki imanın, vatana olan aşkın ve ezana olan bağlılığın bir isyanıdır. Ezanla dirilen bir milletin, bayrağını yere düşürmeyeceği, canını vereceği ama vatanını vermeyeceği o gece bir kez daha tüm dünyaya ilan edilmiştir.
Bu direnişin ardında yatan hikmet, Kur’an-ı Kerim’in ve Risale-i Nur külliyatının ışığında daha iyi anlaşılmaktadır. “O zalim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor.” ayetinin sarahatıyla, zulmedenlerin akıbeti, İlahi Adaletin tecellisiyle kaçınılmazdır. Cenab-ı Hakk’ın nizamına başkaldıran, insanlık değerlerini ayaklar altına alan her türlü anarşi ve bozgunculuk, dinimizin şiddetle men ettiği unsurlardır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ifade ettiği gibi: “Hakikî bir Müslüman, samimî bir Mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle men’ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir…”

15 Temmuz, bu şuurla hareket eden, fitneye ve anarşiye karşı dimdik duran bir milletin destanıdır.
Cesaret, sadece bedeni bir özellik değildir; bazen öyle bir durum oluşur ki, aslanın varlığı zayıfı bile cesaretlendirir. 15 Temmuz’da millet, işte o aslanın içinde olduğu vaziyeti yaşadı. Milletin bağrından çıkan liderler, bu ruhu harekete geçiren, imanı alevlendiren kıvılcımlar oldu. Vatan aşkıyla dolu, imanı sağlam bir millet, dünyanın en güçlü ordularına dahi karşı koyabilecek bir güç sergiledi. Bir ayağını kaybetmiş gazi, şehit arkadaşının başında gözyaşı dökerken, aslında tüm millete “Biri şehit, diğeri şahit!” diyerek, şehadetin ve şahitliğin yüceliğini hatırlatıyordu.

Bu duruş, Asil Bir Milleti Asılsızlar Yıkamaz! gerçeğinin en güçlü isbatıdır.
Müminler, tıpkı bir yapının birbirine kenetlenen taşları gibidir; her biri diğerini destekler, güç verir. (Buhâri, Edeb, 27) Bu hadis-i şerifin tecellisi, 15 Temmuz gecesi meydanları dolduran, bedenlerini tanklara siper eden, hain kurşunlara göğüs geren o muazzam kalabalıktı. Onlar, birbirlerine kenetlenmiş, vatan aşkıyla yoğrulmuş, imanıyla bütünleşmiş bir yapı gibi durdular. Bu yapı, maddi sebepleri aşan, hikmetli bir kudretin eseriydi. Bir elin uzanıp tankı durdurması, bir milletin kalbinin tek bir imanla atması, sadece maddi izahlarla açıklanamaz. Tıpkı bir soğanın, bir narın ya da bir meyvenin iç yapısının dışından on kat daha muntazam ve sanatça mükemmel olması gibi, müminlerin kalbindeki iman da dışarıdan görünenden çok daha derin ve hikmetlidir.

***********

Nihayetinde, “Semavatı halketmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. ÖYLE İSE BENİM RABBİM ODUR Kİ; hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bir saatte bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, dünyayı âhirete tebdil edip Cenneti YAPIP, KAPISINI BANA AÇAR; “HAYDİ GİR!” der.” İşte bu iman ve tevekkül, 15 Temmuz ruhunun temelini oluşturmuştur. Milleti harekete geçiren, onlara ilahi bir kapıyı aralayan, zor zamanlarda dahi ümidi yeşerten bu yüce imandır.
15 Temmuz, Türk milletinin destansı direnişinin, imanının ve vatan sevgisinin ölümsüz bir anıtıdır. Bu, sadece tarihi bir olay değil, aynı zamanda gelecek nesillere aktarılacak, dersler çıkarılacak, ibret alınacak ve düşündürülecek bir mirastır.

Özet:

15 Temmuz, Türk milletinin zalime karşı direniş ve zafer destanıdır. Hz. Ali’nin sözleriyle zalimin sonunun yaklaştığı, mazlumun zaferinin ise mukadder olduğu bu günde, millet ezanla dirilerek bayrağını yere düşürmemiş, canını vermiş ancak vatanını vermemiştir. Risale-i Nur’dan alıntılarla, anarşi ve fitnenin İslam’da yeri olmadığı anlatılırken, müminlerin birbirine kenetlenen taşlar gibi olduğu ve bu birliğin maddi sebepleri aşan hikmetli bir kudretin eseri olduğu belirtilmiştir.

Gazi ve şehitlerin şahitliğiyle, bu destanın imanın, vatan aşkının ve ilahi takdirin birleşimi olduğu ifade edilerek, 15 Temmuz’un gelecek nesillere ışık tutan bir ibret vesikası olduğu sonucuna varılmıştır.

 




Türkiye: İslam Âleminin Kilidi ve Kalbi

Türkiye: İslam Âleminin Kilidi ve Kalbi

Büyük davaların omuzlarına yüklendiği milletler vardır. Coğrafyalar vardır ki, yalnızca toprak değildir; birer kaderdir, birer mânâdır. Türkiye böyle bir ülkedir. Tarihin en keskin kavşaklarında ümmetin ruhunu taşımış; ümmetin dertlerini sırtlanmış; sancak taşımaktan, mihver olmaktan geri durmamıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle: “Âlem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye’dir.” Bu yalnız bir mecaz değil, aynı zamanda bir hakikat-i tarihî, bir hakikat-i kaderiyedir.

İslam Âleminin Kilidi: Türkiye

Said Özdemir’in Hicaz’a hicret arzusuna karşılık Bediüzzaman’ın cevabı bu hakikati net bir biçimde ortaya koyar:

> “Ben orada olsam buraya gelirdim.”
“Buradan gitmek harpten kaçmak gibidir.”

Bu cevap, zannedildiği gibi sadece coğrafî bir tercihin değil, derin bir stratejik, aklî ve kaderî tespitin ifadesidir. Zira Bediüzzaman’a göre Türkiye, İslam âleminin giriş kapısıdır. Bu kapı açıldığında yalnız Türkiye değil, bütün bir İslam âlemi ferah bulacak; tıkanmış damarlar açılacak; zihinler ve kalpler yeniden dirilecektir.

Kur’an’a Hizmette Merkezî Bir Ülke

Üstad, “Mekke’de olsam da buraya gelirdim” diyerek bir şeyi daha gösterir: Mesele, coğrafya değil; ihtiyaçtır, görevdir, vazifedir. Bugün bile bazı çevrelerde hâkim olan, “şartlar ağır, buradan kurtulmak gerek” düşüncesine karşılık, Kur’anî hizmetin merkezi olarak Türkiye’yi seçmiş ve her türlü meşakkate rağmen burada kalmayı tercih etmiştir.

Bu tercih, yalnız bir inanç değil; aynı zamanda bir stratejik öngörüdür. Çünkü Türkiye’nin siyasî, kültürel ve ilmî yapısı, İslam âleminin diğer bölgeleriyle mukayese edildiğinde daha merkezî, daha belirleyici ve daha ilham verici bir pozisyondadır.

Tiflis’teki Medrese Rüyası: Zulmetin Ortasında Üç Nur

Üstadın Tiflis’te bir Rus polisle yaptığı konuşma, bu geniş vizyonun tarihî örneğidir:

> “Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.”

Bu sözler bir kehanet değil, Kur’an’dan alınan dersle konuşan bir münevverin inancıdır. Her zulüm dönemi bir kış gibidir; her kışın ardından bir bahar gelir. Bu imanla bakıldığında, Türkiye’de doğacak bir ışık, yalnız Anadolu’yu değil; Asya’yı, Afrika’yı, Balkanları, Kafkasları ve tüm İslam beldelerini aydınlatacak bir “nur halkası”na dönüşebilir.

İslam Âlemi Tahsilden Dönüyor

Bediüzzaman’ın tesbitiyle:

> “İslam parça parça olmuş? Tahsile gitmişler…”

Bu söz, dağılmışlığı bir zaaf olarak değil, geçici bir istasyon olarak okur. Mısır, Hindistan, Türkistan… her biri başka bir mektepteydi. Fakat bu bir “hazırlık” dönemidir. Mezun olduktan sonra, yeniden bir birlik, yeniden bir diriliş başlayacaktır.

Bu vizyonla bakıldığında, bugün İslam dünyasındaki karışıklıklar, dağınıklıklar ve acılar bir dağılma değil, bir inşa öncesi arayış dönemidir. Ve bu dirilişin kilidi Türkiye’dir.

Bilimsel ve Sosyolojik Yaklaşım: Türkiye’nin Rolü

Tarihî tecrübe göstermiştir ki, bir toplumun yeniden dirilişi için üç temel dinamik gerekir:

  1. Manevî önderlik,
  2. Merkezî konum,
  3. Eğitim ve ilim öncülüğü.

Bu üç unsur da Türkiye’de tarihsel olarak mevcuttur. Osmanlı’nın son döneminden bugüne, Türkiye hem siyasi hem fikrî hem de ilmî akımların doğuş ve yayılma merkezi olmuştur. Bu pozisyon, bugün de devam etmektedir. Medya, teknoloji, üniversiteler, sivil toplum ve dini hareketler açısından Türkiye, İslam dünyasına hâlâ örnek ve ilham kaynağıdır.

Hikmet Penceresinden Bakış

Hikmetle bakıldığında, Türkiye hem imtihanların en büyüğünü yaşamış hem de ümmete rehber olabilecek birikimi kazanmış bir millettir. Bu milletin yorgunluğu, aynı zamanda onun tecrübeye dönüşmüş sabrıdır. Küllerinden yeniden doğma kabiliyeti vardır. Çünkü bu millet, Kur’an’a hizmeti her şeyin önünde tutmuştur.

Sonuç ve Değerlendirme

Bediüzzaman’ın çizdiği bu büyük haritada, Türkiye merkez ülke; İslam âlemi ise bu merkeze açılacak kapılardır. Kilidi burada açmak, tüm ümmete hayat vermek demektir. Zira bu topraklarda bir diriliş başlarsa, o diriliş sadece Türkiye’yi değil, yeryüzündeki bütün mazlumları ayağa kaldıracaktır.

Bu yüzden Türkiye’de hizmet, Mekke’den, Medine’den bile daha öncelikli olabilir. Çünkü ihtiyaç, buradadır. Diriliş, buradan doğacaktır.

Makale Özeti

Türkiye, yalnız bir ülke değil, İslam âleminin stratejik, tarihî ve kaderî merkezidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle “âlem-i İslâm kapısının kilidi” olan bu ülke, ümmetin yeniden dirilişinin başlangıç noktasıdır. Bugünkü dağınık hâl, geçici bir “tahsil dönemi”dir. Asıl hedef, yeniden birleşmek ve İslam’ın hakikat bayrağını yeniden yükseltmektir. Bu yolda Türkiye’nin manevî, ilmî ve tarihî rolü belirleyici olacaktır. Her zorluk bir baharı müjdeler. Ve bu bahar, Anadolu’dan yükselecektir.

 




15 Temmuz: Bir İhanet Gecesi ve Milli Direniş Destanı

15 Temmuz: Bir İhanet Gecesi ve Milli Direniş Destanı

Türkiye, 15 Temmuz 2016 gecesi, Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tarafından düzenlenen alçakça bir darbe ve işgal girişimiyle karşı karşıya kaldı. Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde yuvalanan bu terörist yapılanma, milletin iradesine ve demokratik düzenine kastetti. Ancak, tankların ve silahların karşısına çıkan vatan evlatları, canları pahasına verdikleri mücadeleyle bir destan yazdı. Bu destan, Yeni Şafak’ın “15 Temmuz Darbe Girişimi Zaman Çizelgesi”nde de detaylıca aktarıldığı üzere, karanlık bir planın nasıl ifşa edildiğini ve milletin nasıl galip geldiğini gözler önüne seriyor.

İhanetin İlk Adımları ve Sızmalar
FETÖ’nün Türkiye’ye yönelik ihanet girişimleri 15 Temmuz ile sınırlı değildi. 2010’lu yılların başında başlayan organize saldırılar, devletin beynine sızma ve kaosu hedefleme amacı taşıyordu. Sabah gazetesinin haberine göre, örgütün ilk büyük hamlesi 7 Şubat 2012’deki MİT kumpası oldu. Dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve MİT yöneticileri ifadeye çağrıldı, hedefte bizzat Başbakan Erdoğan vardı. Bu kumpas, istihbarat görevlileri hakkındaki soruşturmaların izne bağlanması sistemi ve Başbakan’ın ameliyata geç girmesiyle bozularak önlendi. Erdoğan’ın yönlendirmesiyle Fidan ve MİT görevlileri, soruşturmaya direnerek savcıların çağrılarına hiçbir zaman cevap vermedi.

2013’te Gezi Parkı’nda başlatılan kalkışma ise sokağı hedef alan bir provaydı. Emniyetteki FETÖ’cülerin tahrikiyle başlayan olaylar, ekonomiye büyük maliyetler getirmiş ve 15 Temmuz ihanetinin bir provası niteliğini taşımıştır. Ardından 17-25 Aralık operasyonlarıyla yargı ve emniyet üzerinden hükümet doğrudan hedeflendi. Tüm bu provokasyonlar, aynı senaryonun farklı perdeleri olarak, FETÖ ve uluslararası uzantılarının karanlık emellerini ortaya koydu.

15 Temmuz: Hain Planın Deşifresi ve Direnişin Başlangıcı

15 Temmuz 2016 Cuma günü, saat 14:45’te Kara Havacılık Komutanlığı’nda pilot olarak görev yapan Binbaşı A.H. isimli bir şahıs, Ankara’daki MİT binasına gelerek “MİT’e helikopterle saldırı olacağı” yönünde ihbarda bulundu. İstihbarat görevlileri tarafından acil koduyla sorgulanan Binbaşı A.H., kendisine “Hakan Fidan’ı kaçırma görevi verildiğini” söyledi. Bu bilgiler anında MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile paylaşıldı.
Saat 16:03’te, MİT’ten gelen saldırı ihbarı doğrultusunda detaylar kriptolu faksla Genelkurmay Başkanlığı’na iletildi. Genelkurmay Karargahı’nda, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Salih Zeki Çolak ve Genelkurmay 2’nci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in katılımıyla durum değerlendirildi. Saat 16:30’da ise MİT Müsteşar Yardımcısı Genelkurmay Karargahı’na giderek 2’nci Başkan Yaşar Güler ile görüştü.
Bu görüşmelerin ardından, 15 Temmuz darbe girişimi soruşturması kapsamında şikayetçi olarak ifade veren Orgeneral Hulusi Akar, MİT’ten gelen ihbarın ardından uçakların ve helikopterlerin kalkmaması, tankların da birlik dışına çıkmaması emirlerini verdiğini belirtti.
Ancak hainler boş durmadı. Saat 15:22’de darbeciler ilk fiili hamleyi ele geçirdikleri TSK mesaj sistemi üzerinden yaptı. Genelkurmay’dan TSK mesaj sistemine giren FETÖ’cüler, kontrolünde olan birliklere “Harekat Yıldırım Planı” başlıklı 20 maddelik sıkıyönetim talimatı gönderdi. Tuğgeneral Mehmet Partigöç ve Kurmay Albay Cemil Turhan imzalı bu bildiriyle sıkıyönetim komutanlıkları, sıkıyönetim mahkemelerinde görevlendirilecek personel listeleri, Ankara ve İstanbul Asayiş ve Takviye Planı bulunuyordu. Saat 03.00 itibarıyla yönetime el konulacağı, sokağa çıkma yasağının ise 06.00’da başlayacağı belirtildi. Mehmet Partigöç, bu darbe planında cuntacılar tarafından “Genelkurmay Karargah Sorumlusu” olarak görevlendirildi.
Saat 18:15 sıralarında Genelkurmay Başkanlığı’ndaki toplantılar devam ederken, MİT Müsteşarı Hakan Fidan karargâh nizamiyesinden giriş yaptı. Saat 19:20’ye kadar süren toplantılara MİT Müsteşarı Hakan Fidan da katıldı. Bu toplantıda birliklere acil kodlu üç emrin geçilmesi kararlaştırıldı:
* Türk hava sahasında ikinci bir emre kadar hiçbir askeri hava aracı havalanmayacak.
* Havada bulunanlar derhal üslerine dönecek.
* Tank ve zırhlı araçlar başta olmak üzere tüm araçların hareketleri durdurulacak.

Milletin Direnişi ve Şehadet Destanı

Ancak, darbecilerin planı milletin ferasetine çarptı. 15 Temmuz gecesi, hain darbe girişimine karşı sokağa çıkanlardan biri de gazi Muhammed Musa Akkoç’tu. O gece yaşadıklarını şu sözlerle anlattı: “‘Yapmayın, hepimizin çoluğu çocuğu var’ dedim. O da dalga geçer bir ses tonu ile ‘Sen kelime-i şehadet getir’ dedi.” Kurşunun sol elmacık kemiğinden girdiğini ve boynunun sağ tarafından çıktığını aktaran Akkoç, 3 kez operasyon geçirdi. Bu hadise, gayrimüslim bir zihniyetin, Müslüman bir millete kendi inancını hatırlatma gafletini ve darbecilerin ne kadar alçaldığını göstermektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısıyla meydanlara inen milyonlar, tankların önüne yatarak, kurşunlara göğüs gererek vatanı savundu. 99 yaşındaki Muzaffer Gülşen gibi şehit yakınları, 15 Temmuz’da iki oğlu ve damadını şehit vererek bu direnişin en acı tanıkları oldular.

Sonuç: Millet Direndi, Devlet Temizlendi

15 Temmuz darbe ve işgal girişimine katılan, maddi ve manevi destekte bulunan, hala gönül ve fikir bağı olanlar, tıpkı PKK’nın yaptığı gibi, silahlarını bırakıp yakmalıdırlar.

Bu ve benzeri ihanetlere katılıp destek veren hainlere büyük cezalar verilmeli ve bir daha bu tür ihanetlere kalkışma imkan ve fırsatı verilmemelidir.

Milletin eşsiz direnişi sayesinde darbe girişimi püskürtülmüş, devletin bağımsızlığı korunmuştur. 15 Temmuz, Türkiye’nin birlik ve beraberlik ruhunu, milli ve manevi ruh ve iradenin gücünü tüm dünyaya göstermiştir.

 




15 Temmuz: Kapanmayan Hesap, Açılan Kilit

15 Temmuz: Kapanmayan Hesap, Açılan Kilit

15 Temmuz NATO ve İsrail ortak darbe ve işgal girisimi faaliyetidir.
Türkiye’de 1960 yılından beri yapılan darbeler, NATO Gladio faaliyetiydi.
15 Temmuz ise; NATO İsrail ortak işgal faaliyetidir.
Amaç;Irak ve Suriye’den daha korkunç ve dehşetli bir iç savaş ve de sürgün.
Akabinde; doğuda kurulacak İsrail güdümlü ve kontrollü sosyalist bir Kürt devleti.
15 Temmuzda ikinci bir Çanakkale yaşandı.
Büyük Ortadoğu projesinin ve yüz yıllık planın en büyük ayağı idi.
Başarılı olsaydi; önce yıllarca sürecek bir iç savaş.
Sonra, iç Anadolu’dan öteye küçültülmüş ve hareket alanı kısıtlı, Ortadoğu ve İslam ülkelerinden koparılmış, batıdan kopuk ve irtibatı olmayan bir küçük devlet olacaktı.
En büyük hedef ise; 50 yıl süren Pkk mücadelesinden daha büyük, yüz yıl sürecek bir savaş ortamı hazırlanacaktı.
KİLİT kapanacaktı.
15 Temmuzdaki başarı kilidi açtı.
28 Şubat 1997 yılında yapılan darbe bir prova, temel atma ve ön hazırlıktı.
15 Temmuz 2016 ise gerçek gücü ve imkanları devreye koyup kullanma zamanı idi.
Allah fırsat vermedi.
Millet geçit vermedi.
Şehitlerin, masum ve mazlumların ve de bin yıllık ordudaki ruh ve dualar sed oldu.

*****

Bir milleti tarih sahnesinden silmenin yolları vardır. Bazen bu, topla-tüfekle yapılır. Bazen de eğitimle, ideolojiyle, sinsi planlarla… Ancak asıl yıkım, içeriden gelen ihanettir. İşte 15 Temmuz 2016, görünürde bir “askeri kalkışma”, gerçekte ise NATO-İsrail eksenli bir işgal ve iç savaş planının devreye sokulduğu bir kırılma anıydı. Bu plan, sadece Türkiye’yi değil, İslam dünyasını esir alma teşebbüsüydü. Ama kaderin cilvesi, milletin iradesi ve şehitlerin kanı bu tuzağı boşa çıkardı.

Darbeler Zinciri: NATO’nun Gladio Operasyonları

1952’de NATO’ya girişle birlikte Türkiye, yalnızca bir savunma paktına değil, aynı zamanda bir vesayet zincirine bağlandı. 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbeleri, bu zincirin halkalarıydı. Her biri Türkiye’yi yöneten seçilmiş kadroları devre dışı bırakmak, millet iradesini bastırmak, Batı’nın belirlediği rotaya zorla sokmak için planlandı.

1960 Darbesi, Türkiye’deki milli kalkınma hareketini durdurdu.

1971 ve 1980, sağ-sol çatışmaları üzerinden sosyal ve siyasal kırılmalarla zemini hazırlandı.

28 Şubat 1997, “irtica” kılıfıyla dini değerlere savaş açtı, ama bu aslında İsrail güdümünde yürütülen bir ‘dini tasfiye operasyonu’ idi.

Bunların her biri, 15 Temmuz’un zeminini hazırlayan adımlardı. 28 Şubat, sadece bir postmodern darbe değil, aynı zamanda “15 Temmuz’un provası”ydı.

15 Temmuz: Çanakkale’nin Çağdaş Sureti

15 Temmuz gecesi, tanklar köprülere çıkarıldı, savaş uçakları TBMM’yi bombaladı, helikopterler sivilleri taradı. Fakat bu bir “askeri kalkışma” değildi. Bu, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Türkiye ayağının fiili işgal denemesiydi.

Çünkü Türkiye, Suriye gibi paramparça edilmek isteniyordu. Tıpkı Irak gibi mezhep çatışmalarıyla iç savaş bataklığına sürüklenmek isteniyordu. Akabinde ise doğusunda, İsrail güdümlü bir “kukla Kürt devleti” kurulacak; Anadolu, iç savaşla zayıflatılmış, küçültülmüş, etkisizleştirilmiş bir yarım devlete dönüşecekti.

Bu plan başarılı olsaydı:

İstanbul boğazı NATO üslerine,

Doğu Anadolu PKK’ya,

Güneydoğu ise PYD’ye bırakılacaktı.

Ama olmadı. Çünkü millet, tankların önüne yüreğini koydu.

Stratejik Hedef: Türkiye’nin İslam Dünyası ile Bağını Koparmak

Asıl amaç, Türkiye’yi sadece coğrafi olarak değil, kültürel ve inanç bakımından da İslam dünyasından koparmaktı. Yeni nesillere, “Batı’ya bağımlı bir Türkiye normaldir” düşüncesi dayatılacaktı. Amaç; İslam birliğini akamete uğratmak, ümmetin umudu olan Anadolu’yu “sükut ettirmek” idi.

Bu bakımdan, 15 Temmuz, bir milletin imanını, hafızasını, tarihini ve kaderini yeniden kuşandığı bir diriliştir.

Bilimsel ve Mantıki Çerçeve: Neden İsrail-NATO Ortaklığı?

İsrail için Türkiye:

Filistin meselesinin merkez üssü,

Kudüs’ün koruyucusu olabilecek potansiyelde bir lider,

Mavi Marmara ile Batı’ya kafa tutabilen bir irade demekti.

NATO için ise:

Türkiye, stratejik üs ülkesi,

Ortadoğu’ya açılan kale kapısıydı.

Ancak Erdoğan liderliğindeki Türkiye, ne İsrail’e boyun eğdi ne NATO’ya sorgusuz bağlı kaldı. Bu ise, ABD-İsrail odaklı küresel şebekenin “tehdit” olarak kodladığı yeni bir Türkiye idi. 15 Temmuz, bu yüzden “son koz” olarak masaya sürüldü.

İbret ve Hikmet: Şehitlerin Kanıyla Açılan Kilit

Tıpkı Çanakkale’de “geldikleri gibi gitmişlerdi”, 15 Temmuz’da da “geldikleri gibi püskürtüldüler.”
Ama o gece sadece tanklar durdurulmadı, bir asırlık planlar da durduruldu.

15 Temmuz’un manası şudur:

Bu millet diriliş kodlarını unutmadı.

İman, vatan ve şehadet gibi kavramlar hâlâ canlı.

Bu topraklarda hâlâ “şuur nöbeti” tutanlar var.

Sonuç ve Dersler:

15 Temmuz bir son değil, bir başlangıçtır. Bu milletin,  “darbelerle değil, imanla terakki edeceği” artık tarihe kazındı. Türkiye, ümmetin kilidi konumundadır. O kilit açılmıştır.

Ama fitne uykudadır, uyanabilir. O hâlde nöbet devam etmeli; zihinsel, ahlaki ve manevi teyakkuz sürmelidir.

ÖZET:

15 Temmuz, sıradan bir darbe değil; NATO-İsrail destekli bir işgal ve iç savaş planıydı.

Amaç, Türkiye’yi Suriye ve Irak gibi parçalamak; sonrasında İsrail güdümlü bir kukla devlet kurmaktı.

Bu plan, BOP’un ve yüz yıllık Batı stratejilerinin merkezindeydi.

Milletin iman, şuur ve şehadet aşkı, bu tuzağı bozdu.

15 Temmuz, modern bir Çanakkale direnişidir.

O gece, sadece tanklar değil; yüz yıllık esaret zinciri de kırıldı.

Tarihten ders almak için bu ihaneti unutmamak ve genç nesillere doğru şekilde anlatmak gerekir.

 




Toprak mı, Ateş mi?

**Toprak mı, Ateş mi?

Aslına Rücu Eden İnsan**

“Küllü şey’in yerci‘u ilâ aslihi.”
Her şey aslına döner.

İnsan… Hem toprak hem ateş taşır içinde. Hem rahmetin mayası hem gazabın kıvılcımı. Dört unsurdan yaratıldı: toprak, su, hava ve ateş. Fakat biri ona “ana”, biri “yol”, biri “nitelik”, biri de “imtihan” oldu.

Âdem topraktan yaratıldı. Şeytan ise ateşten.
İkisinin de hamurunda varlık var. Fakat yönleri farklıydı:
Toprak kabul etti, ateş inkâr etti.
Toprak secdeye vardı, ateş baş kaldırdı.
Toprak rahmetle yoğruldu, ateş gadapla tutuştu.

İçimizdeki Unsurlar ve Yöneliş

Toprak; sakin, ağır, sabırlı ve üretken.
Ateş; aceleci, hiddetli, yakıcı ve yok edici.
Her insan bu unsurların dördünü de içinde taşır: Toprakla direnir, suyla merhamet eder, havayla hisseder, ateşle harekete geçer. Lakin hangi unsur ön plandaysa, insanın yönü de oraya döner.

Toprak tarafı çalışan insan, sabırla üretir, affeder, hayat verir.
Ateşi öne çıkan insan, yakar, yıkar, şiddetlenir, isyan eder.
Birincisi hakka yönelir, diğeri nefsin arzusuna.

Kur’ân’da bu iki yönelmenin neticesi de açıkça bildirilir:

“فَأُمُّهُۥ هَاوِيَةٌۭ – Fe ümmühû hâviyeh”
(“Onun varacağı yer cehennemdir.” – Kâria, 9)
“فَهُوَ فِى عِيشَةٍۢ رَّاضِيَةٍۭ – Fe huve fî ‘îşetin râdıyeh”
(“O ise hoşnut kalınan bir hayat içindedir.” – Kâria, 7)

Yani ateşiyle yaşayan, ateşin annesi olan cehenneme düşer.
Toprağıyla, sabrıyla, üretkenliğiyle yaşayan ise, razı olunan, cennet-vârî bir hayata ulaşır.

Şeytanlık Ateşten, İnsanlık Topraktan

Şeytan, kendini ateşten üstün gördü.

“Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu topraktan yarattın.” (A’râf, 12)
Ama asaletin kaynağı yaratılışın maddesi değil, yönelişin menbaıdır.

Toprak tevazu gösterdi, emir almayı kabul etti.
Ateş kibirlendi, “Ben” dedi.
Toprak affeder, ateş kin tutar.
Toprak sabreder, ateş hışımla yanar.
Toprak barınaktır, ateş yıkım.
Toprak üretir, ateş tüketir.

Bu yüzden; şeytan ateşe ait olan cehenneme giderken, insan toprağa döner ve eğer aslına sadıksa, cennete yürür.

Bugünün Ateşleri

Günümüzde insanlar, içlerindeki ateşi çalıştırmayı bir kudret zannediyor. Hiddet, şiddet, kibir, haset, nefret… Bunların her biri içteki ateşin tutuşturduğu kıvılcımlardır. Ve ne yazık ki bu ateş, önce sahibini sonra çevresini yakar.

Oysa toprak gibi olmak, yeri geldiğinde susmak, yeri geldiğinde üretmek, düşeni kaldırmak, bağışlamak… Bunlar zayıflık değil; insanlığın ta kendisidir.

Sonuç: Aslınıza Dön!

Topraktan yaratıldık, toprağa döneceğiz.
Lakin asıl mesele, toprak gibi yaşayıp yaşamamakta.
Kim ki öfkesini yenmiş, affı öğrenmiş, üretmiş, sabretmişse; onun yolu rahmettir.
Kim ki ateşini beslemiş, gadapla hareket etmiş, benlikte boğulmuşsa; onun sonu hüsrandır.

“Küllü şey’in yerci‘u ilâ aslihi.”
Her şey aslına döner.
Sen toprak mısın, yoksa ateş mi?

Özet:

  • İnsan; toprak, su, hava ve ateşten yaratılmıştır. Bu unsurların hepsi insanda mevcuttur.
  • Âdem topraktan, şeytan ateşten yaratılmış; toprak itaati, ateş ise isyanı temsil etmiştir.
  • Toprak, üretkenlik ve tevazu sembolüdür; ateş, kibir, öfke ve yıkım kaynağıdır.
  • İnsan içindeki hangi unsuru öne çıkarırsa, o unsura göre kaderini belirler:
    • Toprak yönü ağır basanlar hoşnut bir hayata,
    • Ateş yönü ağır basanlar ise cehenneme gider.
  • Günümüz problemlerinin çoğu, insanların ateşiyle hareket etmesinden kaynaklanmaktadır.
  • Gerçek kurtuluş, insanın toprağa dönmesiyle yani tevazu, üretkenlik ve sabırla yaşamasıyla mümkündür.



EN ÖNEMLİ PROBLEM HUKUK PROBLEMİDİR

EN ÖNEMLİ PROBLEM HUKUK PROBLEMİDİR

Adalet Giderse, Devlet Ne Üzerine Kurulur?

“Zulüm ile payidar olunmaz…”

İnsanlık tarihi; medeniyetlerin, adaletle yükselip zulümle yıkıldığına defalarca şahitlik etmiştir. Hangi toplumda adalet terazisi bozulduysa, orada önce bireyin vicdanı, sonra toplumun huzuru, nihayetinde devletin temelleri çökmüştür. Zira adalet sadece mahkeme salonlarında değil, sokak aralarında, evlerin içinde, insanların kalplerinde yaşar. Adalet giderse, geriye hiçbir şey kalmaz. Ne hane kalır ne devlet.

Bugün Türkiye’de her geçen gün karşılaştığımız hukuk vakaları, artık münferit olmaktan çıkmış, sistemik bir yara haline gelmiştir. Kadınlarını vahşice bıçaklayanlar, doktorlarını dövenler, suç dosyası yaşını aşan sapkınlar adli kontrolle salınırken; bir tweet atanlar veya muhalif görülenler süratle tutuklanabiliyor. Hakimler ne kadar isabetli kararda bulunuyor?

Ve kanunlar bu konuda ne kadar yeterlidir?

 

  1. Adaletin Kalktığı Yerde Vicdan Gider

Özlem Ağ’ı 23 yerinden bıçaklayan bir cani serbest bırakılabiliyorsa ve bunu yapan hâkim ve savcı sadece “sürülmekle” yetiniyorsa, burada adaletin değil, sistemin yargılanması gerekir. Çünkü bu bir istisna değildir. Aynı zihniyet, doktora saldıranları önce serbest bırakır, sonra kamuoyu baskısıyla tutuklar. Aynı sistem, savcı dövenlere 25 yıl ister, ama vatandaşı 25 bıçak darbesiyle öldürmeyi neredeyse ‘hata’ olarak görür.

Bir çocuğun annesiz kalmasının vicdanî bedeli, bir hekimin onuru, bir kadının can güvenliği; adli kontrol şartının boş cümleleriyle telafi edilemez.

 

  1. Ahlâk Olmadan Hukuk, Hukuk Olmadan Devlet Olmaz

Gelin şimdi tarih kitaplarına bakalım: Roma hukukla büyüdü, zulümle yıkıldı. Endülüs ilim ve adaletle yükseldi, entrikayla çöktü. Osmanlı, kadılarının vicdan terazisiyle adaleti temsil etti, sonra bu terazi bozulunca devlet devrildi. Şu veciz tesbit tam da bu noktada yankılanıyor:

“Şeriatın kestiği parmak acımaz. Lâkin batı hukukunun kestiği kol, ne vicdanı tatmin eder ne halkı huzura kavuşturur.”

Bugün medeni hukukla yönetilen ülkelerde adaletin sadece şekil şartına bağlandığını görüyoruz. Bir failin “iyi hali”, “kravat takması”, “pişman olması” gibi gerekçeler, bir cana karşılık hukukun en ağır suçlarını hafifleten sebepler haline geldi. Oysa Kur’an’ın adalet terazisi nettir: Kısas varsa hayat vardır. Hırsızlığa karşı cezai caydırıcılık, adam öldürene karşı kısas, topluma zarar verene karşı sürgün ya da hapis… Modern sistemin, cezasızlığı marifet gibi sunması; suçu teşvik eden bir model üretmiştir.

 

  1. Mahkeme Kadıya Mülk Değildir

Hukukun temel ilkesi “kanun önünde eşitliktir.” Ancak bazı mahkemeler, bazı yargıçlar, bu ilkeyi çoktan rafa kaldırdı. Bir yanda kravatlı caniler salıverilirken, öte yanda karısına bir cümleyle dert yanan adam, uzaklaştırma alabiliyor. Kadına yönelik şiddet sadece fiziki değil; hukuk eliyle de yapılıyor artık.

Bugün en büyük zulüm, adalet kisvesi altında işlenmektedir. Hakimlerin, “dosyada eksik delil var” bahanesiyle canilerin salınması; sadece hukuki değil, ahlâki ve vicdani bir cinayettir. Ve unutulmamalıdır ki:

“Bir devleti ayakta tutan temel, askerî güç değil; adil karar veren hâkimdir.”

  1. Adalet Bakanı’nın Sessizliği, Mahkemelerin Suskunluğu

Süresiz nafaka mağdurlarının dramı, boşandığı halde ömür boyu birine mahkûm edilen erkeklerin adaletsizliği, iftirayla mahkûm olan babalar, yıllarca süren davalar… Adalet Bakanı her seçim öncesi “gündemimizde” der, sonra unutur. Bahara kalır. Ama hukuksuzluk, bir çığ gibi yuvarlanır, haneleri yakar, milletin yüreğini kanatır. Hukuk, artık sadece “geciken adalet” değil, “işlenmeyen adalet” haline gelmiştir.

  1. Ne Yapmalı?
  • Suçun cezası örnek teşkil edecek kadar caydırıcı olmalıdır.
  • Failin değil, mağdurun korunması esas alınmalıdır.
  • İslam hukukunun hikmetli prensipleri; kısas, sürgün, kamuya açık ceza gibi yöntemlerle yeniden tartışmaya açılmalıdır.
  • “Adli kontrol” gibi cümlelerin ardına saklanan cezasızlık kültürü kaldırılmalı, yeniden vicdan terazisi kuran bir hukuk sistemi inşa edilmelidir.
  • Ve nihayet, hâkim ve savcıların hesap vermesi sağlanmalı, “kendi vicdanı” değil, “hakkın terazisi” esas alınmalıdır.

Özet:

  • Türkiye’nin en büyük problemi adalet sistemidir.
  • Fail lehine işleyen yargı mekanizması, toplumsal çöküşü hızlandırmakta, güveni sarsmaktadır.
  • Bazı cinayetlerde olduğu gibi kararlar, halk vicdanında infiale sebep olmaktadır.
  • İslam hukukunun caydırıcı ve adil prensipleri modern hukukun aksayan yönlerine çözüm sunabilir.
  • Adaletin gecikmesi değil, yokluğu söz konusudur. Ve bu yokluk, devleti içten içe kemirmektedir.



Yıkılışın Sessiz Çığlığı: İçten Çöküşün Sebepleri ve İbretleri

Yıkılışın Sessiz Çığlığı: İçten Çöküşün Sebepleri ve İbretleri

 

Tarihin tozlu sayfalarında yükselen her medeniyetin bir gün içten içe çürüyerek çöktüğüne dair ibretli kayıtlar vardır. Bu çöküşler bazen ihtişamlı sarayların yıkılışıyla, bazen de bir ailenin sessiz dağılmasıyla başlar. Tıpkı bir ağacın köklerinden çürüyerek devrilmesi gibi…

Bugün gerek Batı dünyası gerekse Siyonist-emperyalist yapılar; aynı köklü çürümüşlüğün, aynı içten infilakın eşiğindedir. Bu çözülmenin alametleri; fuhuş, dolandırıcılık, kan ve gözyaşıyla sulanan bir medeniyetin çöküş marşlarıdır.

 

  1. Mahremiyetin Tahribi, Ailenin Çöküşü

İnsanlık tarihi boyunca toplumları ayakta tutan sütunlardan biri aile, diğeri ise mahremiyettir. Mahremiyet; sadece bedenin değil, ruhun da korunmasıdır. Bugün mahremiyetin perdeleri, modernite adına birer birer yırtılmakta; örtüsüzlük, cinsiyet bulanıklığı, aile dışı ilişkilerin normalleştirilmesi gibi fitnelerle aile kurumu temelinden sarsılmaktadır.

 

İstanbul’un kalbinde, kamusal alanda kadın-erkek karışık abdest alanlarının oluşturulması, sadece mekânsal bir tercih değil, zihinsel bir projedir. Mahremiyetin “çağdışı” olarak sunulması, aslında iffetli hayatın dışlanması ve mukaddesatın sistematik olarak silinmesidir. Bu, sadece bir şehir planlaması değil; bir toplum mühendisliğidir.

 

  1. Batı’nın Ahlâkî İflası ve Dinî Kurumların Kirli Yüzü

 

Hristiyan Batı’nın “ahlâk bekçiliği” yaptığı yüzyıllar, kiliselerdeki cinsel istismar vakalarıyla kara bir tarihe gömülmüştür. Onlarca çocuğa tecavüz eden papazlar, gizlenen dosyalar, milyar dolarlık tazminat davaları… Galler’den Amerika’ya, Vatikan’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan bu kirli ağ, din kisvesi altında insanları sömüren bir çürümüşlüğü ortaya koymaktadır.

 

Yeni Papa’nın bile geçmişte bu istismarlara göz yumduğu yönündeki iddialar, maneviyatın değil, çıkarın merkezde olduğu bir anlayışın iflasını temsil eder. “Dokunmak yasak” kararları, istismarın önüne geçmek için değil; çürümüş bir yapıyı ayakta tutmak içindir.

 

  1. İsrail ve Siyonist Projenin Karanlık Derinliği

 

Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için daha 1930’larda atılan adımlar, bugün kanla, gözyaşıyla beslenen bir sistemin habercisiydi. Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın 1931 tarihli raporu, İngiliz istihbaratı ve Yahudi lobilerinin nasıl organize bir şekilde bu süreci yönettiğini gözler önüne seriyor. Rapora göre, dünya siyonist teşkilatlarından gelen paralarla Filistin’e yerleşim planları yapılmış, Türkiye’deki mason teşkilatları bu süreçte destek sağlamıştı.

Ekonomik hakimiyet, istihbarat ağları, siyasi nüfuz… Ve bunların hepsi, bir gün “vaad edilmiş toprak” masalıyla mazlum halkların kanını akıtmak için hazırlandı. Bugün Gazze’de yaşananlar, sadece bir savaş değil; asırlık bir planın kanla sulanan haritasıdır.

 

  1. Epstein Dosyası ve İstihbarat-Fuhuş Ağı

Jeffrey Epstein olayı, Batı’daki çürümenin bir başka yüzüdür. ABD’li gazeteci Tucker Carlson’un iddiaları, Epstein’ın sadece bir cinsel sapık değil; aynı zamanda İsrail ve Amerikan istihbaratıyla bağlantılı bir ajan olduğunu gösteriyor. Bu ağı ortaya koyan en büyük ipucu: Epstein’ın nereden geldiği belli olmayan serveti, dokunulmazlığı ve koruyucuları…

 

Epstein dosyası, çocuk yaştaki kurbanlar, politikacılar, iş adamları ve medya patronlarını içine alan bir fuhuş ve şantaj ağının varlığını işaret ediyor. Bu sistem, Batı’nın en tepe noktalarına kadar sızmış, ahlâksızlığı sistematik bir “güç silahı”na dönüştürmüştür.

 

  1. Henry Ford’un Uyarısı ve Bugünün Hakikati

 

Ünlü Amerikalı sanayici Henry Ford’un şu sözü artık bir kehanet değil, çıplak bir gerçekliktir:

“En zengin 50 Yahudiyi hapse atın; bütün savaşlar biter.”

 

Bu söz, sadece Yahudilere değil, bütün küresel sermaye baronlarına, savaş tüccarlarına ve menfaat uğruna dünyayı ateşe atanlara yöneltilmiş bir hakikattir. Çünkü savaşları çıkaranlar genellikle cephede değil, piyasalarda, kulislerde ve bankalarda oturanlardır.

 

Sonuç: Yıkılış İçten Olur

 

Ne bir medeniyet dışarıdan bombardımanla yok olur, ne bir toplum sadece topla tüfekle çöker. Asıl yıkım, içten gelen çürüme ile olur: Mahremiyetin yok sayılması, ahlâkın ayaklar altına alınması, din kisvesi altında yapılan sapkınlıklar ve adaletin sadece güçlülere hizmet etmesiyle…

Batı’nın ve İsrail’in geleceği, işte bu iç çöküşe gebedir. Ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler; insanlıktan, adaletten, iffetten ve vicdandan uzaklaştıkça, kendi binalarının temeline dinamiti kendileri koymaktadırlar.

 

 

Özet:

  • Mahremiyetin ve ailenin sistematik olarak hedef alındığı, toplumsal yapının temelden sarsıldığı bir çağdayız.
  • Batı’daki kilise istismarları, istihbarat destekli fuhuş ağları ve Epstein vakası, ahlaki çöküşün sembolleridir.
  • MİT’in 1931 tarihli raporu, Filistin’deki Yahudi devleti planının İngiliz istihbaratı ve mason yapılarıyla nasıl örgütlendiğini ortaya koyar.
  • Henry Ford’un sözü, küresel baronların savaş ve sömürüdeki rolünü veciz bir şekilde özetler.
  • Tüm bu gelişmeler, Batı ve İsrail’in içten çöküşünün habercisidir. Zira yıkım dışarıdan değil, içeriden başlar.

 




Vicdanın Kuşatması: Gazze’de Sessizliğe Mahkûm Edilen İnsanlık

Vicdanın Kuşatması: Gazze’de Sessizliğe Mahkûm Edilen İnsanlık

GİRİŞ: ZULMÜN FOTOĞRAFI DEĞİL, SESİ GEREKİR

Gazze’de bombalar sadece binaları değil, insanlığın hafızasını da yıkıyor. İsrail’in başlattığı ve uzattığı bu kıyım artık sıradan bir savaş değil; tarihe “ahlakın çöküşü” olarak yazılacak bir insanlık trajedisidir. Dünya, ateşin ortasında açlıktan ölen çocukları seyrederken; suskun kalan vicdanlar, en az bombalar kadar yaralayıcıdır. Bu yazı, rakamların arkasındaki sesi arıyor: Sessizliğin çığlığını…

  1. GAZZE: YERLE BİR OLAN SADECE ŞEHİRLER DEĞİL, VİCDANLARDIR

UNICEF’in verileri açık: Sadece haziran ayında 5.800 çocuk yetersiz beslenmeden muzdarip. Binden fazla çocuk şiddetli akut açlıkla yüz yüze. Bunlar bir ülkenin değil, insanlık ailesinin çocukları. Her çocuğun gözünde aynı umut, aynı korku vardır. Ama bazı çocukların gökyüzü füzeyle, gündüzü yıkımla doludur. Bu tabloyu sadece “İsrail-Filistin meselesi” diye özetlemek, zulme felsefe uydurmaktır.

  1. TARİHİN TANIKLIĞI: ZULÜM, HER ZAMAN KAYBEDER AMA GEÇ KAYBEDER

Tarih bize öğretir: Zulüm kalıcı değildir; fakat uzun sürebilir.

Firavun, bebekleri öldürerek gücünü pekiştirmeye çalıştı, ama o bebeklerden biri olan Musa (as), zalimin sonunu hazırladı.

Nemrut, ateşiyle tehdit etti, ama ateş serin oldu İbrahim (as) için.

Hitler, Yahudi çocuklarını kamplarda aç bıraktı; bugün aynı zulüm, Gazze’de onların torunları tarafından uygulanıyor.

Tarih, bu tür çelişkileri not alır. Kanla yazılmış defterler asla kapanmaz. Ve her mazlumun duası, zalimin korkulu rüyası olur.

III. BİLİMSEL BİR GERÇEK: AÇLIK YALNIZ MIDENİN DEĞİL, RUHUN YIKIMIDIR

Bir çocuğun birkaç gün aç kalması, onun sadece fiziksel gelişimini değil, beyin yapısını da kalıcı olarak etkiler. Yetersiz beslenme, öğrenme bozukluklarına, dikkat dağınıklığına ve duygusal travmalara yol açar.
Bunu bilen İsrail, sadece çocukları öldürmüyor; hayatta kalanları da geleceksiz bırakıyor.

Açlık, bir savaş aracı değil; insanlığa karşı suçtur. Uluslararası hukuk, bunu net tanımlar: Aç bırakmak da soykırımdır.

  1. ZULMÜN İÇ POLİTİKAYA ALET EDİLMESİ: SİYASETİN İFLASI

New York Times’ın haberine göre İsrail Başbakanı Netanyahu, siyasi çıkarları uğruna ateşkesi reddetti. Savaşın uzamasıyla hem aşırı sağcı ortaklarını memnun etti hem de kendi iktidarını sağlamlaştırdı. Bu tablo, bir liderin politik ikbal için bir halkı kurban ettiği isbatıdır.
Savaşın değil, zulmün siyasetidir bu. Bu bir devletin değil, bir despotizmin resmidir.
Bir liderin gücünü artırmak uğruna çocukların cesetleri kullanılıyorsa, orada insanlıktan değil; vahşetin matematiğinden söz edebiliriz.

  1. İSLAMÎ VE KUR’ANÎ BAKIŞ: MAZLUMUN YANI ALLAH’IN YANIDIR

Kur’an’da mazlumun duası ile Allah arasında perde olmadığı bildirilmiştir:

> “Mazlumun duasından sakın, çünkü onun duası ile Allah arasında perde yoktur.”
(Hadis-i Şerif – Buhârî, Mezâlim, 21)

Ve Kur’an, zalimlerle işbirliği yapanları da uyarır:

> “Zalimlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur.”
(Hud, 11/113)

Gazze’deki direniş, sadece fizikî değil; ahlakî bir direniştir. Müslümanlar için Gazze, bugün bir coğrafyadan öte, bir duruştur, bir sınavdır.

  1. MANTIKİ VE AHLAKİ TARTI: KİM ZALİM, KİM MAZLUM?

Kimin tankı var? İsrail’in.
Kimin uçakları var? İsrail’in.
Kimin nüfuzu var? İsrail’in.
Peki, kim açlıktan ölüyor? Gazze’nin çocukları.

O hâlde kim daha güçlü değil, kim haklıdır sorusunu sormalıyız.
Zulme karşı tarafsız kalmak, zalimden yana olmaktır.
Vicdan susarsa, siyaset bağırır. Ahlak susarsa, silah konuşur.
Ve sustukça, çocuklar ölmeye devam eder.

SONUÇ: BU YIKIMIN ALTINDA KALAN BİNALAR DEĞİL, VİCDANLARDIR

Gazze’de yaşananlar, savaş değil; soykırımdır. Açlığa mahkûm edilen çocuklar, sadece Gazze’nin değil; tüm dünyanın ortak evlatlarıdır. Ve sessiz kalan her ülke, her insan, bu suça ortak olmaktadır.

Bir milletin felaketi karşısında susmak, insanlıkla olan bağları koparır. Gazze’deki zulüm, sadece bombalarla değil; dilsiz, hissiz kalplerle de sürmektedir.
Bugün Gazze’ye değil, insanlığa yardım etme günüdür.

ÖZET

Gazze’de açlıktan ölen çocuklar ve bombalarla yok edilen hayatlar, bir savaşın değil, insanlığın tükenişinin göstergesidir. İsrail’in bu zulmü, siyasi çıkar için uzattığı belgelerle sabitken; dünya kamuoyunun sessizliği, daha büyük bir felaketi haber veriyor. Bu bir savaş değil, zalim ile mazlum arasındaki ahlaki bir cephedir. Vicdanların sustuğu, ahlakın yıkıldığı, siyasetin felç olduğu bu ortamda, Gazze sadece Filistin’in değil; insanlığın aynasıdır. Ve bu aynaya bakan herkes, kendisini görecektir.

 




İttikanın Sırrı: Sanatta Kemâl, Tesirde Tevhid ve Vasıtasız Kudret

İttikanın Sırrı: Sanatta Kemâl, Tesirde Tevhid ve Vasıtasız Kudret

“Eğer îcaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi, hem bizzarûre eser-i ittikan, kemâl-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mahiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî’den bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”
Âsâr-ı Bediiye

(Bediüzzaman’ın sanat, tesir, ihtiyar ve yaratılış üzerine hakikatli bir tefekkürü)

GİRİŞ: Sanatın Arkasındaki Sır Kimindir?

Evren, baştan sona bir “ittikan” (en ince ayrıntısına kadar kusursuz işçilik) ile dokunmuştur.
Bir atomun içindeki nizam ile bir galaksinin dönüşündeki ahenk, aynı kemâlin farklı tecellileridir.
Bir arının petek örmesi ile beyin hücrelerinin bilgi işlemesi aynı tasarımın yansımasıdır.

Ve bu sanatta görülen şey mütemadiyen kusursuzluktur.
Soru şudur:

> Bu ittikan kime aittir?
Bu kusursuzlukta vasıtanın payı var mıdır?
Yaratılışta hakiki fail kimdir?

İşte Bediüzzaman, Âsâr-ı Bediiye’de bu soruları cevaplarken, aklı ve kalbi aynı çizgide buluşturan bir tevhid perspektifi sunar.

  1. İcadda Vasıta Olsa Ne Gerekirdi?

> “Eğer îcaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi…”

Eğer yaratılış bir aracıya –örneğin tabiat, sebepler veya atomlar gibi maddî unsurlara– verilseydi, bu aracının:

Her şeyi bilen bir şuur-u küllîye,

Sonsuz bir iradeye,

Mükemmel bir kudrete
sahip olması gerekirdi.

Ama ortada ne akıl, ne idrak, ne de şuurlu tercih vardır.

Dolayısıyla:

Sebeplerin tesiri hayaldir.

Gerçek tesir Allah’a aittir.

  1. Sanatın Her Yerdeki Kemâli: Küçükte Büyükte Aynı Hassasiyet

> “En âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mahiyetin kameti nisbetindedir.”

Bir sineğin kanadında görülen ince nizam, bir kartalın uçuşundaki ustalıkla yarışır.
Bir hücredeki DNA dizilimiyle bir gezegenin yörüngesi, aynı elden çıkmış gibi aynı sanat ölçüsüne sahiptir.

Buradan çıkan sonuç:

Eğer bu işler sebeplere bırakılmış olsaydı,

Küçük işlerde savrukluk,

Basit canlılarda rastgelelik,

“Âdi” yaratılışlarda dikkatsizlik olurdu.

Ama görüyoruz ki:
Her varlık, sanatın zirvesinde yaratılıyor.
Bu da gösteriyor ki:

> Sanattaki ittikanın kaynağı bir vasıta değil, vasıtasız bir Kudret’tir.

  1. Yakınlık ve Uzaklık Kıyasını Bozan Kudret

> “Demek Müessir-i Hakikî’den bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir.”

Yani yaratıcı, bazı şeyleri “yakından”, bazılarını “uzaktan” yaratıyor değil.
Ya da küçükleri doğrudan, büyükleri dolaylı yapıyor değil.

Çünkü:

Allah için uzak–yakın farkı yoktur.

Basit–karmaşık ayrımı geçerli değildir.

Kudret için zorluk–kolaylık yoktur.

Bu bakış, tevhidî bakıştır.
Sebepleri inkâr etmez ama onlara hakikî tesir vermez.
Her şeyde Hakk’ın kudreti doğrudan işler.
Ve bu kudret, zerredeki ittikanla da, yıldızdaki nizamla da aynı derecede mükemmeldir.

  1. İnsan ve Kusurlu Sanatı: İhtiyarın Delili

> “İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”

İnsan yaptığı işte genellikle hata yapar.
Noksanlık olur. Bazen mükemmel yapar, bazen eksik kalır.
Çünkü:

İnsan muhtardır (seçme hürriyeti vardır).

Ve onun işinde cebir yoktur (zorunluluk yoktur).

İnsan her ne kadar “eser” verse de, bu eserindeki eksiklik, onun:

Mecbur değil,

Seçen, irade eden bir varlık olduğunu gösterir.

Dolayısıyla:

> Eserdeki kusur, ihtiyarın ispatıdır.
İhtiyar ise mesuliyetin temelidir.
Mesuliyet de insanı imtihana tâbi kılar.

  1. Akıl, Bilim ve Hikmet Yönünden Yaratılışta Tevhid

Aklen: Tesadüf ile mükemmel sanat olmaz.

Felsefî olarak: Vasıta olan madde, kudretsizdir.

Bilimsel olarak: Canlılıkta tesir eden güç, fizikî sebeplerle izah edilemez.

Mantıken: Sanatta tek el izi varsa, çokluk iddiası düşer.

İlmî olarak: Genetik, biyoloji ve fizik, sebeplerin sınırlı olduğunu ve onları işleten daha büyük bir düzenleyici bulunduğunu gösterir.

Bütün bunlar birleştiğinde:

> Her şeyde doğrudan Allah’ın sanatı ve kudreti vardır.
Sebep görünür, ama sebep değildir.
Varlık bir sahnedir ama perde arkasında bir Mutasarrıf-ı Hakikî çalışır.

SONUÇ: Vasıtasız Kudret, Kusursuz Sanat

Bediüzzaman’ın bu veciz ifadesi, hem varlığa, hem sanata, hem de insana bakışı değiştirir.
Yaratılışta hiçbir şey başıboş değildir.
Her şey, hikmetli ve kusursuz bir nizama göre vücut bulur.
Ve bu nizamda, sebepler ancak bir perdedir.
Perdeyi kaldırınca, arkada sadece Allah’ın kudreti ve ilmi kalır.

İnsanın eserindeki kusur, onun ihtiyar sahibi olduğuna delildir.
Fakat Allah’ın eserindeki mutlak kemal, O’nun vasıtasız ve kusursuz yaratışına şahittir.

MAKALE ÖZETİ

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Eğer icaddaki vasıta hakiki olsaydı…” cümlesinden hareketle yaratılışta sebeplerin rolü, hakiki tesir sahibi olan Allah’ın kudreti, sanatta gözlenen mükemmel ittikanın vasıtasızlıkla olan ilişkisi, insanın eserlerindeki kusur üzerinden ihtiyar ve cebir meselesi, aklî ve ilmî delillerle tevhidî bakış açısı irdelenmiştir. Sonuç olarak, kainatta her şeyde doğrudan Allah’ın kudreti işler; vasıtalar yalnızca birer görünüşten ibarettir. Sanatın mutlak kemâli, vasıtaların değil, Müessir-i Hakikî olan Allah’ın eseridir.