Ol Dedi Oldu: Kudretin Sırrı ve Meşietin Derinliği

Ol Dedi Oldu: Kudretin Sırrı ve Meşietin Derinliği

“Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz. ”
Şualar

Her şey, “O’nun” dilemesiyle olur. O istemezse hiçbir şey olmaz. Bu hakikat, sadece bir kelâmî prensip değil, Kur’an’ın yüzlerce ayetiyle sabit bir tevhid gerçeğidir. Çünkü kâinatı yoktan var eden, her an idare eden, değiştiren, dönüştüren ve sürdüren ancak Allah’tır. O’nun iradesi sınırsız, kudreti mutlak, meşieti kuşatıcıdır.

Kur’an bu hakikati şöyle bildirir:

﴿إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ﴾
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri sadece ‘Ol!’ demesidir; hemen oluverir.”
(Yâsîn, 36/82)

Bu ayet, Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engele, hiçbir sürece ve hiçbir sebebe ihtiyaç duymadan gerçekleştiğini beyan eder. O, bir şeye “Ol” der ve o olur. Bu, mahlukat için değil, yalnızca Hâlık için geçerlidir. Biz insanlar sebeplere bağlıyız; ama Allah sebeplerin yaratıcısıdır.

﴿وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ﴾
“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz.”
(İnsan, 76/30)

Bu ayet ise, insanın irade sahibi olmakla birlikte, iradesinin üstünde Allah’ın mutlak meşietinin olduğunu bildirir. İnsan ancak Allah dilerse dileyebilir. Yani insanın seçimi, Allah’ın müsaadesi ve yaratmasıyla mümkündür.

İşte bu büyük sır, Şuâlar’da veciz bir şekilde şöyle özetlenir:

“Her şey onun irade ve meşietiyle olur. İstediği olur, istemediği olmaz. Her ne isterse yapar. İstemezse hiçbir şey olmaz.”

Bu hakikat, kainattaki en küçük zerreden en büyük galaksiye kadar her şeyde kendini gösterir. Bir yaprak düşmez ki O bilmeden… (Bkz: En’âm, 6/59) Bir damla yağmur inmez ki O dilemeden… Bir hücre bölünmez ki O’nun takdiri olmadan…

Bu ilahi irade, aynı zamanda adaletin, hikmetin ve rahmetin de temelidir. O her şeyi sebeplerle yaratır; ama sebepler O’nun dilemesinin önünde bir perde olamaz. Zira dilerse sebepsiz yaratır; Hz. Âdem’i annesiz-babasız, Hz. İsa’yı babasız yaratması gibi. Dilerse bir sebeple bin netice yaratır, dilerse bir netice için bin sebebi harekete geçirir. Tüm bu düzen, Allah’ın irade ve meşietinin sınırsızlığını ve dilediğini yapmaya kâdir olduğunu gösterir.

Bu bakış açısı, insana büyük bir tevhid dersi verir. Çünkü hiçbir güç, hiçbir kudret, hiçbir sistem O’nun iradesine galip gelemez. Bu yüzden mümin bilir ki, ne başına gelen bir musibet tesadüfen olmuştur, ne de elde ettiği bir nimet sadece kendi gücünün sonucudur. Her şey O’nun dilediği gibi cereyan eder.

Bu sırra eren bir kalp, hem tevekkülün hakikatine ulaşır hem de teslimiyetin lezzetini tadar. O bilir ki, Allah dilediyse olur; dilemediyse ne kadar çabalasa da olmaz. Ve bunda da hayır vardır.

📌 Özet:

Bu makale, “Her şey O’nun irade ve meşietiyle olur” hakikatini Kur’an ayetleriyle açıklayarak Allah’ın mutlak irade sahibi olduğunu ortaya koyar. Yâsîn 82 ve İnsan 30 gibi ayetler, kâinattaki her olayın O’nun dilemesiyle gerçekleştiğini bildirir. Allah’ın iradesi; sebepleri yaratan, varlıkları yöneten ve kaderi tayin eden nihai kudrettir. Bu hakikati idrak eden insan, hem tevekkül hem teslimiyet içinde yaşar. Hiçbir şey sebeplere değil, sadece Allah’ın dilemesine dayanır.

 




Cehennem Korkusuyla Günaha Karşı Perhiz: Akıllı İnsanın Gerçek Tercihi

Cehennem Korkusuyla Günaha Karşı Perhiz: Akıllı İnsanın Gerçek Tercihi

“Hayret ederim o kişiye ki; hastalık korkusuyla yemekten perhiz eder de, Cehennem korkusuyla günahtan perhiz etmez.”
— Yahya bin Muaz (rahmetullahi aleyh)

İnsanoğlu fıtratı gereği zarardan kaçar, faydaya yönelir. Kimi şeker hastalığına yakalanmamak için tatlıdan, kimi tansiyonu yükselmesin diye tuzdan uzak durur. Doktorun “yeme” dediğini yemez, “hareket et” dediğini harfiyen uygular. Çünkü dünya hayatı değerlidir, sağlığı korumak ise akıllı bir davranıştır.

Ancak aynı insan, âhiret hekimi olan Kur’ân’ın emirlerini duyduğu hâlde, çoğu zaman kulak ardı eder. Tıpkı hasta olmamak için lokmasını dikkatle seçen birinin, kalp ve ruh hastalıklarına sebep olan günahları umursamaması gibi…

Perhiz: İrade ve Akıl İşidir

Yemekte perhiz, sadece kararlılıkla yapılabilir. Tatlı önünde dururken ona el uzatmamak bir irade gücüdür. Aynı şekilde harama karşı gözünü, dilini, elini tutmak da imanla yoğrulmuş bir irade meselesidir.

Yahya bin Muaz’ın bu sözü tam da bu noktaya parmak basar. Dünya için gösterdiğin özeni, âhiret için neden göstermiyorsun? Mideyi korumak için dikkat ediyorsun da, kalbi ve ruhu korumak için neden gayret etmiyorsun?

Dünya Korkusu vs. Âhiret Korkusu

İnsan hastalanmaktan korkar çünkü dünya hayatı tatlıdır. Fakat Cehennem korkusu, eğer kalpte yer etmemişse, insanı günahtan alıkoymaz. Oysa hastalık birkaç ay sürebilir, ama Cehennem azabı ebedidir. Buna rağmen, geçici bir dünya sıkıntısından kaçarken, ebedî bir azabı düşünmemek, insanın basiretini sorgulaması gereken bir durumdur.

Günahların Tadı, Azabın Acısını Haklı Kılar mı?

Günahlar da tıpkı tatlı yiyecekler gibi anlık haz verir. Ama sonu kalp hastalığı, ruh çöküntüsü ve âhirette azaptır. Şeytan, “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek insanı kandırır. Tıpkı “bir dilim daha ye, bir şey olmaz” diyen nefsin fısıltısı gibi… Ama o “bir dilim” diyabetin kapısını aralayabilir. O “bir günah” ise ebedî pişmanlığın başlangıcı olabilir.

Gerçek Akıl Nedir?

Gerçek akıl, zararı önceden sezebilmek ve ona karşı tedbir almaktır. Bir doktorun önerdiği diyeti harfiyen uygulayan insan, Allah’ın ve Resulü’nün emir ve yasaklarına karşı aynı ciddiyeti göstermezse, bu bir gaflettir.

Dünya için gösterdiğin ciddiyet ve dikkat, âhiret için de gösterilmelidir. Çünkü dünya hayatı bir imtihan salonu, beden bir emanet, ruh ise ebediyet yolcusudur.

Sonuç ve Özet

Yahya bin Muaz’ın bu sözü, çağları aşan bir uyarıdır. İnsan, hastalık korkusuyla yeme-içmesini sınırlarken, Cehennem korkusunu göz ardı ederek günaha yöneliyorsa, bu durum bir akıl ve iman zaafıdır. Gerçek perhiz, hem bedeni hem ruhu koruyandır. O hâlde Müslümana düşen görev; tıpkı hastalıktan korunur gibi, günahlardan da sakınmaktır. Çünkü:

> “Günahın zevki geçici, azabı ise ebedidir.”

 




Üstünlük Yarışı Değil, Hakk’a Yakınlık Yarışı: Kur’ân’da Üstünlük ve Muradına Erenler

Üstünlük Yarışı Değil, Hakk’a Yakınlık Yarışı: Kur’ân’da Üstünlük ve Muradına Erenler

İnsanlık tarihi kadar eski bir mesele var karşımızda: Üstünlük arzusu… İlk kıskançlık Hz. Âdem’in iki oğlundan biri olan Kabil’in, kardeşi Hâbil’in kabul edilen kurbanına duyduğu hasetle başladı. O günden bugüne üstünlük mücadelesi, toplumların, milletlerin, hatta bireylerin iç çatışması olarak varlığını sürdürdü.

Kur’ân-ı Kerîm, bu kadim meseleyi yalnızca tarihî örneklerle değil, doğrudan ilahî ölçülerle ele alır. Üstünlüğün ne olduğu, kimlerin Allah katında değerli olduğu ve kimin muradına ereceği açık bir şekilde belirtilmiştir. Ancak bu ölçüler, beşerî sistemlerin ölçüleriyle çoğu zaman çelişir. Kur’ân’ın aynasında gerçek üstünlük ve muradına ulaşmak, mal, makam ve soyla değil; takva, sabır, sadakat ve teslimiyet ile mümkündür.

Kur’ân’da Üstünlük Ölçüsü: Takva

> “Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurât, 49/13)

Bu ayet, soy, ırk, dil, zenginlik gibi dünyevî ölçüleri bir kenara iterek takvayı yani Allah’a karşı derin bir saygı, bilinç ve sorumlulukla yaşama hâlini üstünlük kriteri olarak ortaya koyar. Bu ayetle birlikte, insanın hakikî yüceliği dış görünüşte değil, iç derinliktedir. Ne ırkçılık ne de sınıf ayrımı, Allah’ın nazarında bir anlam ifade eder.

Muradına Erenler: Allah’a Yönelenler

Kur’ân’da “murad” kelimesi, Allah’ın muradı ve kulun muradı olmak üzere iki yönlü geçer. Kulun muradı, nefsinin ve arzularının peşinde koşmak olabilir; fakat Allah’ın muradı ise kullarını kemale erdirmektir.

> “Kim Allah’ı, âhireti ister ve onun gerekleriyle amel ederse, işte onlar muradına erenlerdir.” (İsrâ, 17/19)

Bu ayet, muradına ermenin dünyevî başarılarla değil, âhiret merkezli bir hayata yönelmekle mümkün olduğunu bildirir. Nice insanlar vardır ki dünyada mahrum gibi görünür ama Allah’ın katında en büyük murada erenler onlardır.

İbretlik Misaller: Firavun ve Musa

Firavun, görünüşte en üstün kişiydi. Saltanat, ordu, mülk ve halk üzerindeki mutlak otoritesiyle kendisini ilah gibi görüyordu. Ama onun “üstünlüğü” Kur’ân’da yerle bir edilir:

> “Firavun kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat etti. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.” (Zuhruf, 43/54)

Öte yanda Hz. Musa, bir sopayla Firavun’un karşısına çıkan bir mülteciydi. Ama Allah’ın muradı onun üzerindeydi. Sonuçta görünen üstünlük mağlup oldu, Allah’ın muradı galip geldi.

Müfessirlerin Görüşleri

İbn Kesîr, Hucurât 13. ayetinde geçen “en üstün” kelimesini, “Allah’a en yakın olan” şeklinde yorumlar. Elmalılı Hamdi Yazır ise takvayı “kalpteki Allah korkusunun ve sorumluluk şuurunun davranışlara yansıması” olarak açıklar. Râzî ise bu ayetin, beşerî üstünlük iddialarını kökten reddettiğini ve insanın ancak Allah’a yaklaşmakla yüceleceğini söyler.

Gizli Tehlike: Zahiri Üstünlük Göstergeleri

Bugün de benzer bir gaflet içindeyiz. Akademik unvanlar, mal-mülk, sosyal medya takipçileri üzerinden kendimize “üstünlük puanları” veriyoruz. Ancak bunların hiçbirisi Allah katında geçerli değil. Asıl geçerli olan: Kalbin ne kadar saf, niyetin ne kadar halis, davranışların ne kadar ihlâslı olduğudur.

Sonuç ve Özet

Kur’ân-ı Kerîm’de üstünlük, maddî ya da sosyal ölçütlerle değil, takva ve ihlâsla tanımlanır. Gerçek üstünlük, Allah’a yakınlıktır. Muradına erenler ise dünya metaının değil, âhiretin peşinde olanlardır. Müfessirler de bu ayetlerde takvayı ve ilahî muradın tecellisini merkeze alır. Kıssalar, tarihî ibretler ve ayetlerin ışığında şu hakikat apaçık ortaya çıkar:

> “Üstünlük iddia değil, kullukla kazanılır. Muradına ermek ise Allah’a yönelmekle mümkündür.”

 




Kudretin Kelimeleri: Varlığın Sessiz Şahitleri

Kudretin Kelimeleri: Varlığın Sessiz Şahitleri

“Kudretin vücudu, kâinatın vücudundan daha ziyade kat’îdir. Belki bütün mahlukat, her biri hem beraber o kudretin mücessem kelimatıdır. Onun aynelyakîn vücudunu gösterirler. Onun mevsufu olan Kadîr-i Mutlak’a adetlerince şehadetler ederler.”
Şualar

Kâinat, gözle görülür, elle tutulur bir hakikattir. Dağlar, yıldızlar, okyanuslar, ağaçlar, kuşlar ve nihayet insan… Hepsi birer varlık numunesidir. Ama tüm bu varlıklar içinde asıl görülmesi gereken, onlardan daha kesin olan bir hakikat vardır: Kudret.

Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği şöyle ifade eder: “Kudretin vücudu, kâinatın vücudundan daha ziyade kat’îdir.” Çünkü kudret, varlığı yaratan sebeptir. Kâinat, kudretin eseridir; eser varsa onu meydana getiren kuvvet elbette vardır ve daha gerçektir.

Mesela bir kitap gördüğümüzde, onun bir yazar tarafından yazıldığına hiç şüphe etmez, yazarını da onun üzerinden tanırız. O halde kâinat dediğimiz bu dev kitap, her satırıyla, her harfiyle, her noktasında bir Kudret’i gösterir. Öyle ki her varlık, o kudretin “mücessem bir kelimesi” (yani cisimleşmiş bir sözcüğü) gibidir.

Bir çiçek, kokusuyla; bir karınca, düzeniyle; bir yıldız, intizamıyla; bir anne, şefkatiyle; bir çocuk, safiyetiyle hep aynı Kudret’in varlığına işaret eder. Hepsi, kendilerini yaratana “Kadîr” ismiyle şahitlik eder. Bu şehadet, yalnız dillerle değil, halleriyle, varlıklarıyla, faaliyetleriyle ve hareketleriyle yapılır.

İşte bu noktada kâinatın dili açılır. Gözünü açan her kalp, kulak kesilen her ruh bu sessiz lisanı duyar: “Ben varım ve beni yaratan var!” Çünkü hiçbir şey kendiliğinden var olamaz. Ne bir arı bal yapmayı bilir, ne de bir çiçek renk seçmeyi… Bütün bu mükemmel düzen, onları terbiye eden, idare eden, yaratan ve yönlendiren sonsuz bir Kudret’in varlığını ilan eder.

Kudret, sadece bir şeyi yaratmakla kalmaz; onu her an ayakta tutar. Kâinat, bir an için o kudretten kesilse darmadağın olur. Tıpkı elektrik kesilince kararan şehirler gibi… Demek ki kudret, sadece başlangıçta devreye giren bir güç değil; her an her şeyi çepeçevre kuşatan, varlıkları diri tutan, yöneten ve yenileyen ezelî bir kuvvettir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle her varlık “onun mevsufu olan Kadîr-i Mutlak’a adetlerince şehadet eder.” Yani kâinattaki her şeyin diliyle yaptığı bu tanıklık, Allah’ın sadece var olduğunu değil, aynı zamanda her şeye gücü yettiğini (Kadîr-i Mutlak) gösterir.

Bu bakış açısı, insana derin bir farkındalık kazandırır: Etrafımızda gördüğümüz her varlık, sadece maddî bir nesne değil, aynı zamanda bir delildir. Gözümüzü kâinata değil, kâinatın ardındaki kudrete çevirdiğimizde, imanımız ilmelyakîn mertebesinden aynelyakîn derecesine çıkar.

📌 Özet:

Bu makale, kudretin varlığının, kâinatın varlığından daha kesin ve daha açık olduğunu vurgular. Her varlık, Allah’ın kudretinin cisimleşmiş bir kelimesi gibi olup, Kadîr-i Mutlak ismine kendi varlığıyla şehadet eder. Kâinat bir kitap, kudret ise onun yazarıdır. Her şey bu kudretin varlığını gösterir ve insan, bu delillerle derin bir imana ulaşır. Kudret, yaratmanın ötesinde her an varlıkları ayakta tutan ezelî bir güçtür.

 




Kiminle Dostsun, Kiminle Düşman? Ayetlerin Işığında Zamanın Aynasında

Kiminle Dostsun, Kiminle Düşman? Ayetlerin Işığında Zamanın Aynasında

Zaman değişir, insanlar değişir, devletler yükselir, imparatorluklar yıkılır. Fakat değişmeyen bir hakikat vardır: İlahi kelâmın zaman üstü uyarıları. Kur’ân’ın sayfalarında yer alan bazı ayetler, yalnızca bir dönem değil, tüm zamanlara rehberdir. Haşr, Al-i İmran, Fetih, Mücadele ve Maide surelerinde yer alan ayetler; düşman tanımını, dostluk sınırlarını ve Allah’ın davasında sebat gösterenlerin vasıflarını çarpıcı biçimde ortaya koyar. Bu ayetleri günümüz gelişmeleriyle birlikte okuyunca, hak-batıl mücadelesinin hala diri ve dipdiri olduğu anlaşılır.

🔥 Haşr Suresi 13-14: Kalpsiz Cesetler ve İçten Korkanlar

> “Siz onların kalplerinde Allah’tan çok sizden korktuklarını görürsün. Bu, onların akıl etmeyen bir topluluk olmalarındandır.” (Haşr, 13)

Bugün de müstekbirler güçlü görünseler de kalpleri korku içindedir. Çünkü hakikat karşısında yalancı kuvvetin ne kadar kırılgan olduğunu bilirler. Filistinli bir çocuğun sapanıyla, bir annenin duasıyla, bir mazlumun sessiz ahıyla bile sarsılırlar. Çünkü haklı bir korku, batıl bir ordudan daha büyüktür.

> “Onlar toplu halde sizinle savaşamazlar, ancak surlarla çevrili şehirlerde yahut duvarlar arkasında…” (Haşr, 14)

Bugün İsrail’in demir kubbeleri, duvarları ve yüksek teknolojili savunma sistemleri; korkunun, içten çöküşün ve ruhsuz cesaretin simgesidir. Zira savaş cesaretle değil, imanla kazanılır. Gönlü boş olanlar, silahları dolu olsa da titrerler.

⚔️ Al-i İmran 12: Küfre Karşı Net Tavır

> “İnkâr edenlere de ki: ‘Yakında yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sevk edileceksiniz. Ne kötü bir yataktır orası!'” (Al-i İmran, 12)

Bu ayet, küfre karşı net bir duruşu emreder. Bugün ümmetin bazı kesimleri, zalimlerin sofrasına oturmakta, onların düzenine meyletmektedir. Oysa Allah, batıla teslim olanların değil, batıla karşı dimdik duranların yanındadır. Geçici galibiyetlere aldananlar, cehennemle yüzleşecektir. Bu yalnızca ahiret için değil, dünyada da zilletle sonuçlanan bir süreçtir.

🛡 Fetih 22-23: Kudret Allah’ındır, Plan Onundur

> “Eğer inkârcılar sizinle savaşsaydı, kesinlikle arkalarını döner kaçarlardı. Sonra da bir yardımcı da bulamazlardı.” (Fetih, 22)

Bugün Müslümanlar, sayıca az, imkânca kıt olabilir. Ama tarih göstermiştir ki Allah’ın yardım ettiği azlar, Allah’sız çoklardan üstündür.

> “Allah’ın öteden beri süregelen sünnetidir bu. Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (Fetih, 23)

Bu ayet, ilahî kanunların değişmeyeceğini söyler. Zalimler her çağda vardır; fakat Allah’ın düzeni de her çağda geçerlidir: Mazlumun duası arş-ı âlâyı titreten bir güçtür.

💡 Mücadele 21-22: Hakiki Sadakat ve Dava Adamları

> “Allah yazmıştır: ‘Ben galip geleceğim ve peygamberlerim de.’ Şüphesiz Allah güçlüdür, mutlak kudret sahibidir.” (Mücadele, 21)

Bugün yaşananlar ne olursa olsun, Allah bu hükmü vermiştir: Hak galip gelecektir. Mesele, hangi safta durduğumuzdur.

> “Allah’a ve ahiret gününe inanan hiçbir topluluğu, Allah’a ve peygamberine düşman olanlarla dostça ilişki kurarken bulamazsın…” (Mücadele, 22)

Ayet, kalbi imanla dolu olanların, küfre meyletmeyeceğini net biçimde ortaya koyar. Bugün Filistin davası üzerinden zalimle iş birliği yapan, İsrail’e göz kırpan her tavır, bu ayetin aynasında sorgulanmalıdır.

🌊 Maide 54: Sadık ve Mütevazı Bir Toplum

> “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever…” (Maide, 54)

Zamanın fitnesi arttığında, saflar netleşir. İman edenlerle dinini pazarlık konusu yapanlar ayrılır. Allah, dönenlerin yerine sevdiği ve kendisini seven bir toplumu getireceğini vaat eder. Bu toplum alçak gönüllüdür, müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı izzetlidir. Bugün bu toplumun inşasına en çok ihtiyaç duyduğumuz andayız.

Sonuç ve Özet:

Haşr, Al-i İmran, Fetih, Mücadele ve Maide surelerindeki bu ayetler; küfrün yapısını, hakla batılın mücadelesini, müminin tavrını ve Allah’ın değişmeyen sünnetini açıkça beyan eder. Günümüz olaylarında da bu hakikatler bire bir yaşanmaktadır. İsrail’in korkuyla örülü politikaları, ABD ve Evanjeliklerin batıl destekleri, Müslümanların uyanışı ve safların netleşmesi bu ayetlerin yansımalarıdır.

Bu ayetler birer tarihî belge değil, zamanlar üstü uyarılardır. Allah’ın tarafında olmak, sadece sözle değil; tavırla, duruşla, kimden yana olduğunla mümkündür.

 




Mazlumların Sessiz Feryadı: Kaderin Aynasında Küresel Zulüm

Mazlumların Sessiz Feryadı: Kaderin Aynasında Küresel Zulüm

Tarih, insana iki şey öğretir: Adaletin gecikse de tecelli edeceğini ve zalimin sonunun mutlaka hüsran olacağını. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan gelişmeler, dünyanın adalet terazisinde dengeleri bozan bir devletin gölgesinde şekillenmiştir: Amerika Birleşik Devletleri.

Resmî kayıtlara göre ABD, 1939’dan bu yana tam 26 ülkeyi bombalamış, on milyonlarca insanın hayatını doğrudan veya dolaylı yoldan etkileyen askeri müdahalelerde bulunmuştur. Bu müdahalelerin birçoğu “özgürlük”, “demokrasi” ve “barış” adı altında yapılmıştır. Oysa geride kalan; yıkılmış şehirler, parçalanmış aileler, dul kadınlar, yetim çocuklar ve çökertilmiş milletler olmuştur.

Dünya, Irak’ta oynanan trajik tiyatroyu hâlâ unutmadı. “Nükleer silah üretiyor” bahanesiyle başlatılan işgal, yıllar sonra tamamen bir yalanın ürünü olduğu ortaya çıkan bir dramla sonuçlandı. Milyonlarca insanın kanı aktı. Bugün aynı sahne İran için hazırlanıyor. Elinde gerçek delil olmadan, yine nükleer gerekçelerle İran’ı hedef gösteren ABD ve müttefikleri, aslında bölgeyi kaosa sürükleyerek kendi hegemonyalarını tahkim etmeye çalışıyorlar.

Tarih bir kez daha tekerrür ediyor. Kader ise sahnenin arkasından perdeyi aralıyor. Ve işte tam bu noktada, Allah’ın adaleti devreye giriyor. İsrail’in yıllardır bombaladığı, hastane bırakmadığı Gazze’deki katliamlar hâlâ hafızalarda tazeyken, İsrail Savunma Bakanı’nın şu sözleri ibretle yankılanıyor:

“Ancak yeryüzünün en aşağılık insanları hastane yataklarında yatan sivillere füze atabilir.”

Ne acı ve ne büyük bir hikmettir ki, bu sözleri söyleyen ülkenin ordusu, aylar boyunca Gazze’de 186 sağlık çalışanını şehit etmiş, hastaneleri yerle bir etmiş, küvözdeki bebeklerin hayatlarına son vermiştir. Şimdi ise İran’dan gelen bir füze, bir İsrail askeri hastanesinin balkonunu vurunca bu sözler sarf ediliyor.

Cenâb-ı Hakk’ın adaleti bazen böyle tecelli eder: Zalim kendi suçunu kendi diliyle ifşa eder. İnsana, “Dinime dahleden bari Müslüman olsa…” dedirten bir iki yüzlülük örneğidir bu. Şecaat arz ederken, yani cesaret gösterisi yaparken, kendi hırsızlığını, zulmünü, cinayetini fark etmeden dile getirir. Kader böylece onu maskesiz yakalar. “Kendi eliyle kendi ipini çeker” deyimi tam da bu tabloya yakışır.

Bugün İran hedefte olabilir; dün Irak’tı. Ama unutulmamalı ki, yarın bu senaryo Türkiye için de devreye sokulabilir. Zira emperyal akıl; güçlü İslam ülkelerinin birleşmesinden, kendi kaderlerini tayin etmesinden korkar. Bunun için bölgeyi sürekli krizle meşgul eder.

Ancak Müslümanlar bu oyunu görmeli, kendi aralarında ihtilafı değil, ittihadı ve hakikati esas almalıdır. Zira yeryüzü mazlumların duasıyla ayakta duruyor. Ve o dualar bir gün sabah güneşi gibi zalimlerin üzerine doğacak.

📌 Özet:

Bu makale, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin Orta Doğu’da oynadığı yıkıcı rolü ve özellikle Irak ile İran üzerinden sürdürülen emperyal stratejileri ele alır. İsrail’in hastane vurarak yaptığı katliamlar hatırlatılarak, bir İsrailli bakanın söylediği sözlerle kendi suçunu itiraf etmesi üzerinden kaderin hikmetli tecellisi vurgulanır. Makale, ibretli bir şekilde; geçmişteki zulümlerin nasıl döndüğünü, bu gidişin Türkiye için de bir tehlike oluşturduğunu ve Müslümanların bu oyunu fark ederek ittihada sarılmaları gerektiğini ifade eder.

 




Kutsayan mı, Kanla Yıkanan mı? Evanjelizm, İsrail ve Amerika’nın Karanlık İnancı


Kutsayan mı, Kanla Yıkanan mı? Evanjelizm, İsrail ve Amerika’nın Karanlık İnancı

Dünya uzun zamandır bir tiyatronun sahnesi gibi… Ancak bu sahnede dökülen kan gerçek, yıkılan yuvalar sahici, ağlayan çocuklar temsil değil. Ve perde arkasındaki güçler, savaşın tetikçileri, silahın tüccarları ve gözyaşının sponsoru olarak rollerini büyük bir iştahla oynamaktalar. Onların başında ise bir devlet var: Amerika Birleşik Devletleri. Ve onun değişmez tetikçisi: İsrail.

ABD, görünürde özgürlük ve demokrasi ihracatçısı; fakat hakikatte savaş, ölüm ve istikrarsızlık ithalatçısıdır. Bugün nerede bir çatışma, nerede bir darbe, nerede bir işgal varsa, perde arkasında onun soğuk gölgesi durmaktadır. Çünkü onun ekonomisi barışla değil, savaşla büyümektedir. Silah pazarı daraldıkça savaş pazarını genişletmek zorundadır.

Savaşın İlâhîleştirilmesi: Evanjelik Zihniyet

ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson’un ifadeleri, bu karanlık yapının yalnızca politik değil, teolojik bir damar tarafından da beslendiğini açıkça göstermektedir:

> “Tanrı, İsrail’i kutsayan milletleri kutsayacaktır.”

Bu söz, yalnızca politik bir bağlılık değil, dini bir takıntı, hatta kutsal görülen bir savaşın işaretidir. Zira Evanjelikler, yalnızca İsrail’in bir müttefik değil, kıyametin sahnesi, İsa’nın dönüş kapısı olduğuna inanırlar. Onlara göre İsrail güçlenmeli, düşmanlarını ezmeli, Kudüs Yahudilerin eline geçmeli ve ardından Mesih gelmelidir.

Bu inanç, artık sadece bir mezhep görüşü değil, dünyayı yönlendiren bir dış politika doktrinidir. İsrail’in işlediği cinayetler, yıktığı şehirler, öldürdüğü masumlar bu “kutsal hedef” uğruna meşrulaştırılmaktadır. Çünkü onlara göre bu bir “İlahi Plan”dır. Ve kim bu plana destek verirse, Tanrı tarafından kutsanacaktır!

Ancak gerçek, çok farklıdır…

Tanrı Adına Talan: İnanç Sömürüsü ve İlahi Gazap

İsrail’in “kutsanmış” adı altında işlediği zulümler, tarihin en kirli sayfalarında yazılıdır. Ve Amerika’nın ona verdiği koşulsuz destek, o sayfaların mürekkebidir. Fakat bu destek, onları korumayacak; belki de yıkımın kendisi olacaktır.

Çünkü hakikat şu ki: Allah adalet sahibidir. Zulme rıza göstereni de zalim sayar. Mazlumun duası, gece karanlığında yıldırım gibi iner ve ilahî adalet mutlaka tecelli eder.

Amerika, gücüne güvenerek, “kutsanmış” olduğu zannıyla dünyayı kana bularken, farkında olmadan kendi sonunu hazırlamaktadır. Bir milletin kaderi, başkalarının kanı üzerine inşa edilirse, onun üzerine bela yağar. Nice azametli imparatorluklar, mazlumların ahı ile tarihin çöplüğüne gömülmüştür. Amerika da aynı yolda ilerlemektedir.

Düşünülmesi Gereken:

Gerçekten Tanrı, çocuk katillerini mi kutsar?

Bir devletin gücü, başkalarının yıkımı üzerine bina edilebilir mi?

Ve kutsallık, kanla mı yoksa adaletle mi ölçülür?

Bu sorular, sadece Amerika’ya değil, tüm insanlığa sorulmalıdır.

Özet:

ABD, İsrail’e koşulsuz destek verirken yalnızca siyaset değil, aynı zamanda Evanjelik inançlarla da hareket etmektedir. Evanjelikler, İsrail’in Tevrat’taki kehanetlerin gerçekleşme noktası olduğunu, Mesih’in dönüşünün buradan başlayacağını savunur. Bu sapkın inanç, masumların ölümünü meşrulaştırmakta, savaşları kutsal göstermektedir. Ancak tarih göstermiştir ki zulüm üzerine kurulu hiçbir medeniyet ayakta kalmaz. ABD, bugün İsrail’e verdiği bu destekle aslında kendi sonunu hazırlamaktadır. Tanrı adalet sahibidir, zulme rıza gösterenleri de zulmedenlerle beraber yargılar.

 




Zulme Ortak Olmamak: Büyük Fitne Karşısında Basiretli Tavır

Zulme Ortak Olmamak: Büyük Fitne Karşısında Basiretli Tavır

Zaman, sessizliğin suç, susmanın sorumluluk olduğu bir zamandır. Zaman, mazlumun çığlığının gökyüzünü sardığı, zalimin kibirli kahkahalarının arşı titrettiği bir zamandır. Zaman, hak ile batılın, zulüm ile adaletin, zillet ile izzetin keskin biçimde ayrıştığı, tereddüt edenin geride kaldığı, tarafını belirleyenin yüceliğe eriştiği bir zamandır.

Bugün İsrail, bir kez daha insanlığın gözünün içine baka baka zulmetmekte, öldürmekte, yıkmakta, soykırım yapmaktadır. Tüm bu zulümler, küresel sistemin göz yumması, medya manipülasyonu ve siyasi hesaplarla gizlenmeye, üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki:

> Hiçbir şey, İsrail’in zulmünü perdeleyemez. Hiçbir siyasi oyun, onun işlediği insanlık suçlarını aklayamaz. Ve hiçbir çatışma, Gazze’de ağlayan bir çocuğun gözyaşından daha meşru değildir.

🧭 İran Meselesi: Tahlil Ayrı, Tavır Ayrı

Evet, İran tarihî ve mezhebî yönüyle eleştiriye açıktır. Şiî yayılmacılığı, bazı politikaları, iç tutarsızlıkları İslam ümmeti içinde her zaman tartışılmıştır. Ancak şu anda bu tür eleştiriler, zamanlama açısından hikmetsizlik, fayda açısından ise zararlılık taşır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu veciz ifadesi bu konuda ölçüdür:

> “Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”

Yani, bir Müslümanın hatasını düzeltmek başka şeydir; bir kâfirin safında durarak Müslümanı vurmak başka şey. Hakkı konuşmak ayrı, batılın yanında konuşmak ayrıdır.

Bugün Müslümanlar arası ihtilafları körükleyen, mezhep ayrılıklarını kaşıyan her söz, İsrail’in lehine, mazlumların aleyhinedir.

🔥 İsrail: İlahi Gazaba Uğramış Bir Kavim

Kur’ân-ı Kerîm, İsrailoğullarını tarih boyunca ilahi nimetlere mazhar olmuş, fakat bu nimetleri isyanla karşılamış bir millet olarak tanımlar. Onlara verilen peygamberleri öldürmüş, Allah’ın ahdini bozmuş ve dünyevî menfaatler uğruna hakkı satmışlardır.

> “Onlara zillet ve meskenet damgası vurulmuştur. Allah’ın gazabına uğramışlardır…” (Bakara, 61)

Bugün İsrail, aynı tavrın devamıdır. O gün altına taptıkları buzağı heykeline, bugün silaha, topa, teknolojiye tapmaktadırlar. O gün peygamberi susturmak için taş atanlar, bugün hakikati söyleyen masumları bombalamaktadır. Allah’ın gazabı, tarih boyunca onları yalnız bırakmamış, bırakmayacaktır.

🤝 İçte Birlik, Dışta Direniş

Bediüzzaman’ın şu tesbiti, bugünün müminlerine yazılmış gibidir:

> “Harici ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dahili küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer.”

Bugün Müslümanlar olarak en acil ihtiyacımız, iç çekişmeleri erteleyerek, harici düşmana karşı yekvücut olmaktır. Çünkü ümmet, bir vücuttur. Bir parçası kanarken, diğer parçası suskun kalamaz. Bir yanı ateşe verilmişken, öteki yanı soğukkanlı olamaz.

Dostluklarımızı imanımıza, düşmanlıklarımızı küfre göre belirlemeliyiz. Bugün Gazze yanarken İran üzerinden perde oyunu oynayanlar, hakikatte İsrail’i temize çekmeye çalışmaktadır. Bu ise hem ahlaken hem siyaseten hem de dini olarak büyük bir vebaldir.

Sonuç ve Özet:

İsrail’in zulmü, hiçbir gelişmeyle perdeleyemez. İran eleştirilebilir, ancak zaman, İslam birliğini parçalayacak değil, koruyacak sözler söyleme zamanıdır. Kur’ân, İsrail’i gazaba uğramış bir kavim olarak tarif eder. Bediüzzaman ise harici düşman varken iç kavgayı bırakmanın zaruretini dile getirir. Bugün, tarafımızı netleştirme zamanıdır. Zalimle aynı safta değil, mazlumun yanında olma zamanıdır.

 




Yanan Dünya, Uyanan Vicdanlar: İsrail-İran Savaşı, ABD Müdahalesi ve Hakikatin Sessiz Çığlığı

Yanan Dünya, Uyanan Vicdanlar: İsrail-İran Savaşı, ABD Müdahalesi ve Hakikatin Sessiz Çığlığı

Dünya bir kez daha ateş çemberine alındı. İsrail ile İran arasında başlayan sıcak çatışma, onuncu gününde ABD’nin doğrudan müdahalesiyle yeni bir evreye taşındı. Bombalanan şehirler, hedef alınan nükleer tesisler, havada dolaşan füzeler… Ve bir köşede ağlayan bir çocuk, yıkılmış bir evin enkazında annesini arıyor…

Bu savaş, sadece coğrafi bir çekişme değil; zihniyetlerin, medeniyetlerin ve ideolojilerin savaşıdır. Ama en çok da hak ile batılın mücadelesidir.

Batı’nın Kıyım Üssü: İki Yüzlü Medeniyetin Gerçek Yüzü

ABD’nin ve İsrail’in bu coğrafyada ne işi var? Hangi değer için buradalar? Demokrasi mi getirdiler Irak’a? Özgürlük mü getirdiler Suriye’ye? Adalet mi götürdüler Afganistan’a?

Hayır. Getirdikleri sadece ölüm, gözyaşı ve yıkım.

Bir medeniyet düşünün ki bombalarıyla öldürmekle yetinmez; ambargolarla açlığa mahkûm eder. Batı, yüz yıldır silahla, ideolojiyle, medya gücüyle, ekonomiyle İslam coğrafyasını sömürmekte. Bir gün beyaz kovboy gelir, ertesi gün sarı kovboy… Değişen tek şey rujun rengi, yılanın zehri aynıdır.

Bugün Gazzeli çocuklar, bombalarla değil, gıda yetersizliğiyle ölüyor. Mayıs ayında 5.100 çocuk hastaneye kaldırıldı. Onlar sadece bedenlerini değil, insanlığın vicdanını da bombalıyorlar.

Hedef: Yine Aynı Senaryo, Yüz Yıl Önceki Gibi

1916 Sykes-Picot Antlaşması’yla çizilen suni sınırlar, kukla yönetimler, halktan kopuk rejimler… Bugün yine aynı senaryo sahneleniyor: Bir yeri bombala, sonra halkı isyana teşvik et, ardından “rejimi değiştirdik” de.

Bu, emperyalizmin alfabesidir. Harfleri kanla yazılmış, kelimeleri gözyaşıyla noktalanmış bir kitap…

İran’ı bombalayan el, aslında ümmetin hafızasını, şuurunu ve istikbalini bombalıyor.

Bu Çöküş, Kendi Sonlarını Hazırlıyor

Zalim zulmüyle kaim değildir. Firavun’un sarayı, Nemrut’un ateşi ve Ebu Cehil’in ordusu nasıl ki helak olduysa, bugünün zalimleri de çöküşe doğru hızla ilerliyorlar. Bazen kendi elleriyle, bazen birbirlerine ettikleri ihanetten dolayı. Allah, zalimlerin oyunlarını yine kendi tuzaklarıyla bozacaktır.

Nitekim Kur’an buyurur:

> “Onlar tuzak kurdular. Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Âl-i İmrân, 3/54)

Çare: İttihad-ı İslam ve Şuur Devrimi

Bu yangını söndürecek olan sadece silah değil, şuur, vahdet ve imandır. İslam dünyası, artık sloganlarla değil; stratejiyle, ihlasla, ve ilimle uyanmalıdır.

Bediüzzaman özetle ne demişti?

> Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî dehalar değil, cemaatin ihlaslı ruhu galebe çalacaktır.

İslam dünyası ya birleşecek ya da sırayla yok edilecektir. Çünkü batı; daima dağınık İslam coğrafyasını kendi masa başı planlarına yem etmek istemiştir.

Özet:

İsrail-İran savaşı, ABD’nin dahil oluşuyla büyük bir global krize dönüşmektedir. Bu durum, emperyalist güçlerin geçmişte olduğu gibi bugün de İslam coğrafyasında rejim değişiklikleri, sınır çizimleri ve kukla yönetimler oluşturma niyetini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak bu savaş, sadece askerî değil; bir medeniyet ve hakikat savaşıdır. Müslümanların tek çaresi, İslam birliği ve şuur devrimidir. Zalimler bu zulümleriyle kendi yıkımlarını hızlandırmaktadırlar. Ve Allah, zulmü ebedî kılmaz. Her devrin Firavunu, bir Musa ile tanışacaktır…

 




Aklını Kaybeden İnsanlık ve Kurtuluş Reçetesi: Kur’ân’a Dönüş

Aklını Kaybeden İnsanlık ve Kurtuluş Reçetesi: Kur’ân’a Dönüş

Dünya, yine bir uçurumun kenarında. İsrail-İran savaşıyla başlayan kaos, Amerika’nın aktif müdahalesiyle büyüdü. Şimdi de gözler Çin’e çevrildi. “Acaba Çin de mi savaşa dahil olacak?” sorusu kulaktan kulağa yayılıyor. Hemen herkesin içinde garip bir korku, belirsizlik ve kaygı var. Savaş; yalnızca toprakları değil, zihinleri de işgal ediyor.

Bu kargaşa, bir tesadüf mü, yoksa planlı bir sevk ve idare mi?

Ne yazık ki sadece devletler değil, insanlık da kendi kıyametine doğru sürükleniyor. İnsanoğlu, kendi elleriyle ateş tutuşturuyor, sonra da o ateşin hararetiyle kıvranıyor.

Zihinsel Kıyamet: Aklını Yitiren Medeniyet

Güya bilim ve teknolojide zirveye ulaşan insanlık, ahlâkta, merhamette ve adalette yerin dibine doğru gidiyor. Savaşların merkezinde artık yalnızca toprak değil; enerji, çıkar, ideoloji ve kibir var. Tanrı’yı! inkâr edenler, şimdi Tanrı’nın! gazabını çağırıyor. Sadece maddi değil, manevî kıyamet de kapıda.

İşte bu hengâmede Bediüzzaman Said Nursî’nin yıllar önce yaptığı tesbiti yeniden kulaklarımızda yankılanıyor:

> “Elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddi ve manevi bir kıyamet başlarında kopmazsa… Ru-yi zeminin hükûmetleri Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ı arayacaklar ve bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar.”

Bu cümle, hem uyarı hem müjde mahiyetindedir. İnsanlık ya kendi elleriyle kıyameti getirecek ya da Kur’ân’a sarılarak selamete çıkacak.

Batının Vicdanı, Doğunun Hakkı Arayışı

Bugün İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerde Kur’ân’a ilgi artıyor. Amerika’daki bazı dinî cemiyetler, İslâm’ı gerçek yüzüyle anlamaya çalışıyor. Çünkü Kur’ân bir hakikat güneşidir. Ne kadar perdelenmeye çalışılsa da, doğrudan gözleri kamaştırır. O, sadece Müslümanların değil; insanlığın da reçetesidir.

Tarih boyunca Kur’ân’ı anlayan milletler dirildi, unutanlar ise dağıldı. Batı, kendi ürettiği buhranlar içinde boğulurken, doğunun yükselen sesi hâlâ Kur’ân’dır.

Türkiye’nin Konumu ve Sorumluluğu

Bu hengâmelerde Türkiye’ye düşen görev, sadece coğrafi değil; tarihî ve manevîdir. Medeniyetlerin kavşak noktası olan bu topraklar, yeniden bir tebliğ merkezi, bir nur menbaı olabilir. Ama bunun için iç çatışmalardan, dünyevî hesaplardan sıyrılmak gerekir. Türkiye, İslam dünyasının aklı, kalbi ve sesi olabilir; yeter ki kendi özüne, Kur’ân’a dönsün.

Özet:

Dünya, büyük bir maddî ve manevî sarsıntının eşiğindedir. İsrail-İran savaşı, ABD’nin müdahalesi ve Çin ihtimali, küresel bir savaşı çağırmaktadır. Fakat en büyük tehdit, insanlığın aklını ve vicdanını yitirmesidir. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, kurtuluş ancak Kur’ân’a sarılmakla mümkündür. Kur’ân, yalnız Müslümanların değil, bütün insanlığın reçetesidir. Türkiye’nin ise bu hakikati temsil ve tebliğ gibi büyük bir sorumluluğu vardır. Ya Kur’ân’a dönülecek ya da kıyamet kaçınılmaz olacaktır.

 




Şantajın Gölgesinde Kurulan Dünya: Epstein Dosyası, Sapkınlık Ağı ve Kıyamet Senaryoları

Şantajın Gölgesinde Kurulan Dünya: Epstein Dosyası, Sapkınlık Ağı ve Kıyamet Senaryoları

Dünyamız derin bir sarsıntının eşiğinde. Bu sarsıntının merkez üssü ne sadece askeri cepheler, ne ekonomik krizler, ne de doğal afetlerdir. Asıl tehlike, görünmeyen yer altı dehlizlerinde dönen insanlık dışı oyunlardır. Jeffrey Epstein dosyası, bu karanlık yapıların en çok ifşa edilen ama en az çözülenlerinden biridir. Ve bu dosya, sadece bir sapığın değil, bir sistemin deşifresidir.

Epstein ve Küresel Şantaj Ağı

Jeffrey Epstein sadece bir milyarder değildi. O, aynı zamanda Mossad’a çalıştığı iddia edilen, gizli servislerle içli dışlı, sapkın ilişkiler kurarak güç merkezlerini birbirine bağlayan bir “kara kutu” idi. Kurduğu adada ve lüks malikânelerinde kurban edilen genç kızların, çoğu zaman çocukların, gizli kameralarla kayıt altına alındığı; bu kayıtların ise politikacıları, iş adamlarını, medya patronlarını ve hatta kraliyet mensuplarını kıskaca almak için kullanıldığı artık sır değil.

ABD’den Avrupa’ya, Arap dünyasından Asya’ya kadar birçok etkili ve yetkili ismin, bu “şantaj imparatorluğunun” içinde bir şekilde yer aldığı iddiaları, sessizlikleri ve çarkları izah ediyor. Dünya sahnesinde şaşırtıcı derecede aynı dili konuşan liderlerin ortak tavırları, bazen düşman gibi görünenlerin aynı düzlemde buluşması; acaba bu şantaj kasetlerinin bir sonucu mu?

Trump ve Tehdit Sarmalı

Donald Trump’ın da bu dosyada isminin geçmesi, Elon Musk gibi dünya kamuoyunun dikkatini çeken bir figür tarafından “bir bildiğimiz var” tarzı ifadelerle dillendirilmesi, işin ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Trump’a ait olduğu iddia edilen görüntülerin, siyasi baskı kurmak, hatta savaş kararı aldırtmak için kullanılabileceği ihtimali göz ardı edilemez.

Tarihte kralların, halifelerin, imparatorların savaş kararlarının ardında hep ya bir fitne, ya bir rüşvet, ya da bir zaaf olmuştur. Bugün dünya üçüncü büyük savaşa doğru sürükleniyorsa; acaba bu da, karanlık kasetlerin, karanlık arzuların ve karanlık tehditlerin bir neticesi midir?

Avretin Açılması: İlk Günah, Son Fitne

Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten çıkarılmasına sebep olan ilk büyük günah; “avret yerlerinin açılması”yla başlar. Şeytanın vaadiyle, yasak ağaca yöneldiklerinde ilk fark ettikleri şey, çıplaklıklarıdır. Utanmışlar, yapraklarla örtünmeye çalışmışlardır. Bu çıplaklık bir semboldür: İffetin, edebin ve mahremiyetin kaybı…

Bugün dünya tekrar o ağacın etrafında toplanmış gibi. Modalarla, medya dayatmalarıyla, kültürel yozlaşmayla, cinsiyetsizleştirme projeleriyle… Ve en nihayetinde çocukların iffetinin çalındığı, en savunmasızın en şiddetli istismara uğradığı bir çağın ortasındayız.

Bu, sadece bir ahlak krizi değil; bu, bir kıyamet alarmıdır.

Çünkü fıtratla bu kadar savaşan bir insanlık, varlığını sürdüremez.

Sonuç: Sessizlik Suç Ortaklığıdır

Dünyanın en güçlülerinin, Epstein gibi bir adamın gölgesinde korkuyla susmaları, aslında ne kadar zayıf olduklarını gösteriyor. Bir video kasetiyle tehdit edilebilen bir başkanın, bir ülkenin kaderini değiştirebileceği bir çağdayız. Bu sessizlik, sadece bir günahın değil; bir cinayetin, bir savaşın, bir felaketin zeminidir.

Ey insanlık! Susarsan çocuklar çığlık atar. Görmezden gelirsen savaş çıkar. Ve eğer zulme göz yumarsan, karanlık senin evine de uğrayacaktır.

Artık bir tercih vakti: Ya iffetin, ahlâkın, adaletin tarafında olacağız… Ya da şeytanî sistemlerin piyonu, kuklası, kaset izleyicisi…

Özet:

Jeffrey Epstein meselesi, sadece bireysel bir sapkınlığın değil, küresel şantaj mekanizmasının göstergesidir. Birçok devlet başkanı ve önemli kişinin bu ağın içinde yer aldığı, çeşitli video ve kasetlerle tehdit edildiği iddiaları, dünya siyasetinin suskunluğunu açıklayabilir. Hz. Âdem kıssasında avretin açılmasıyla başlayan sürecin, bugün insanlığı iffet ve fıtrat kaybına sürüklemesi, büyük bir ibret vesikasıdır. Bu durum sadece bir ahlak sorunu değil, bir kıyamet senaryosunun başlangıcı olabilir. Bu yazı, suskunluğun suç ortaklığı olduğunu ve her bireyin safını belirlemesi gerektiğini hatırlatır.

 




Beyitler ve Açıklamaları

Beyitler ve Açıklamaları

“Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde

   Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma.

   Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş

   Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.

   Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla

   Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.

   Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya

   Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.

   Zira yemin-i yümn-ü imandır

   Verir emni eman ile enama… ”
Şualar

Beyitler ve Açıklamaları:

  1. “Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde
    Said’den yetmiş dokuz emvât bâ-âsâm âlâma.”

Yani: Öyle bir mezarım var ki (adeta) yıkılmış bir haldedir. İçine ise Said’den yetmiş dokuz ceset/ölü yığılmıştır ki, her biri geçmişe ait hâtıralarım, benliklerim, ruh hallerimdir.

İzah: Bediüzzaman burada, kendi ömrünün geçmiş safhalarını birer “emvât” (ölü) olarak tasvir eder. Her yıl, onun bir nevi iç dünyasında, ruhî değişimlerinde bir ölü bırakmıştır. 79 sayısı doğrudan onun hayatında geçtiği devrelerin toplamıdır.

Tarihî hesap: Bu beyitteki “yetmiş dokuz emvat” ifadesi, doğrudan Bediüzzaman’ın yaşına ya da hayatındaki ruhî değişimlere işaret eder. Bu şiirin yazıldığı tarih 1958’dir (h.1377 civarı). Said Nursî 1876 doğumludur. Aradaki fark 82 yıldır. Ancak 79 sayısı burada ya yaşını yuvarlayarak ifade etmektedir ya da “ruhen” yaşadığı derin dönüşümleri simgeler. Bu aynı zamanda onun çektiği çilelerin, geçirdiği sürgün ve mahkeme süreçlerinin, eski Said’den yeni Said’e geçişinin simgesel sayısıdır.

  1. “Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş
    Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.”

Yani: Sekseninci (yıl ya da safha), artık bir mezar taşı olmuş; o da bu mezarla birlikte İslâm’ın yaşadığı hüsrana ağlamaktadır.

İzah: Bediüzzaman burada sekseninci yaşını bir “mezar taşı” olarak görür. Bu taş sadece şahsî geçmişine değil, İslâm dünyasının içinde bulunduğu derin üzüntüye, çöküntüye ve mağlubiyete de ağlamaktadır.

  1. “Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla
    Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.”

Yani: Mezar taşımla ve içi ölülerle dolu olan o mezarla birlikte, ahiret sabahına doğru yola çıkıyorum.

İzah: Artık ölüm kapıya dayanmıştır. O ölüler –yani geçmişteki hayat safhaları– ile beraber, mezarıyla birlikte hesap gününe doğru ilerlediğini ifade eder.

  1. “Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya
    Bâhem olur teslim yed-i beyza-yı İslâm’a.”

Yani: Kesin bir inancım var ki, gelecekte gökler ve Asya’nın yeryüzü, hep birlikte İslâm’ın parlayan eli olan yed-i beyzaya teslim olacaktır.

İzah: Bediüzzaman burada istikbalin (geleceğin) İslâm’a ait olacağına dair imanî bir müjde verir. “Yed-i beyza” tabiri, Hz. Musa’nın mucizesine telmih olup, nurlu, parlak İslâm hakikatlerine işaret eder. “Semavat” (manevî âlem) ve “zemin-i Asya” (fizikî coğrafya) birlikte İslâm’a boyun eğecektir.

  1. “Zira yemin-i yümn-ü imandır
    Verir emni eman ile enama…”

Yani: Çünkü geleceğe dair bu emin ümit, imandan gelen bir kesinliktir. İman nimeti, güven ve huzurla birlikte nimetleri bağışlar.

İzah: Bu parlak geleceğe dair ümidi, bir temenni değil, imanın verdiği yakîn bir bilgidir. Bu iman, sadece bir beklenti değil; bir huzur, bir güven, bir Allah’a tevekküldür.

Makale: Asrın Mezarı ve İmanın Şafağı

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil; aynı zamanda ruhların inleyişi, fikirlerin çatışması ve inançların yoklukla mücadelesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki şiiri, bu derin mücadelenin hem şahsî hem de ümmet çapındaki bir özeti gibidir.

Yıkılmış bir mezarın içinde bir ömür… Her yıl, her tecrübe, her hicran ve her sürgün, onun içinde bir başka Said’in ölmesine neden olmuştur. Ama bu ölüm, çürüme değil; dönüşümdür. Eski Said, Yeni Said’e yer açmak için her yıl biraz daha silinmiş, zamanın içinden eleyerek hakikatin özüne ulaşmıştır.

Bu şiir, sadece bir yaşlı adamın ölümü bekleyişi değildir. Aynı zamanda, İslâm’ın yaşadığı zayıflık dönemlerine şahitlik eden bir mü’minin iç yakarışıdır. Mezarı bile, artık bir sembol olur. O mezar, ümmetin geçmişine ağıt yakar. Ve mezar taşı bile, bu hüsran karşısında sessizce gözyaşı döker.

Ama bu matem, umutsuzluk değildir. Çünkü aynı şiir, “Yakînim var ki…” diyerek geleceğe bir pencere aralar. O pencere, imanla parlayan bir sabaha açılır. Gökler ve yer, Asya’nın uyanışıyla birlikte İslâm’ın nurlu eline teslim olacak; çünkü bu bir kehanet değil, bir imanın müjdesidir.

Bediüzzaman’ın bakışında kader sadece geçmişin gölgesi değil; geleceğin ışığıdır. Ve o ışık, imanla aydınlanan yollarda ümmetin yeniden dirilişine işaret eder.

📌 Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın şiirinde geçen “yetmiş dokuz emvât” ifadesinin, onun geçmiş yıllarındaki şahsî dönüşümleri ve ruhî safhaları simgelediğini açıklamakta; “sekseninci mezar taşı”nın ise hem kendisinin hem ümmetin çöküşüne şahitlik ettiğini ifade etmektedir. Ancak şiirin sonunda, imanla gelen bir yakînle, Asya’nın ve göklerin İslâm’a teslim olacağı müjdelenir. Bu umut, kaderin adalet terazisine değil; imanın şafak vaadine dayanmaktadır.

 




Beyitler ve Açıklamaları

Beyitler ve Açıklamaları

“Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde

   Said’den yetmiş dokuz emvat bâ-âsam âlâma.

   Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş

   Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.

   Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla

   Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.

   Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya

   Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.

   Zira yemin-i yümn-ü imandır

   Verir emni eman ile enama… ”
Şualar

Beyitler ve Açıklamaları:

  1. “Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde
    Said’den yetmiş dokuz emvât bâ-âsâm âlâma.”

Yani: Öyle bir mezarım var ki (adeta) yıkılmış bir haldedir. İçine ise Said’den yetmiş dokuz ceset/ölü yığılmıştır ki, her biri geçmişe ait hâtıralarım, benliklerim, ruh hallerimdir.

İzah: Bediüzzaman burada, kendi ömrünün geçmiş safhalarını birer “emvât” (ölü) olarak tasvir eder. Her yıl, onun bir nevi iç dünyasında, ruhî değişimlerinde bir ölü bırakmıştır. 79 sayısı doğrudan onun hayatında geçtiği devrelerin toplamıdır.

Tarihî hesap: Bu beyitteki “yetmiş dokuz emvat” ifadesi, doğrudan Bediüzzaman’ın yaşına ya da hayatındaki ruhî değişimlere işaret eder. Bu şiirin yazıldığı tarih 1958’dir (h.1377 civarı). Said Nursî 1876 doğumludur. Aradaki fark 82 yıldır. Ancak 79 sayısı burada ya yaşını yuvarlayarak ifade etmektedir ya da “ruhen” yaşadığı derin dönüşümleri simgeler. Bu aynı zamanda onun çektiği çilelerin, geçirdiği sürgün ve mahkeme süreçlerinin, eski Said’den yeni Said’e geçişinin simgesel sayısıdır.

  1. “Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş
    Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.”

Yani: Sekseninci (yıl ya da safha), artık bir mezar taşı olmuş; o da bu mezarla birlikte İslâm’ın yaşadığı hüsrana ağlamaktadır.

İzah: Bediüzzaman burada sekseninci yaşını bir “mezar taşı” olarak görür. Bu taş sadece şahsî geçmişine değil, İslâm dünyasının içinde bulunduğu derin üzüntüye, çöküntüye ve mağlubiyete de ağlamaktadır.

  1. “Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla
    Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.”

Yani: Mezar taşımla ve içi ölülerle dolu olan o mezarla birlikte, ahiret sabahına doğru yola çıkıyorum.

İzah: Artık ölüm kapıya dayanmıştır. O ölüler –yani geçmişteki hayat safhaları– ile beraber, mezarıyla birlikte hesap gününe doğru ilerlediğini ifade eder.

  1. “Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya
    Bâhem olur teslim yed-i beyza-yı İslâm’a.”

Yani: Kesin bir inancım var ki, gelecekte gökler ve Asya’nın yeryüzü, hep birlikte İslâm’ın parlayan eli olan yed-i beyzaya teslim olacaktır.

İzah: Bediüzzaman burada istikbalin (geleceğin) İslâm’a ait olacağına dair imanî bir müjde verir. “Yed-i beyza” tabiri, Hz. Musa’nın mucizesine telmih olup, nurlu, parlak İslâm hakikatlerine işaret eder. “Semavat” (manevî âlem) ve “zemin-i Asya” (fizikî coğrafya) birlikte İslâm’a boyun eğecektir.

  1. “Zira yemin-i yümn-ü imandır
    Verir emni eman ile enama…”

Yani: Çünkü geleceğe dair bu emin ümit, imandan gelen bir kesinliktir. İman nimeti, güven ve huzurla birlikte nimetleri bağışlar.

İzah: Bu parlak geleceğe dair ümidi, bir temenni değil, imanın verdiği yakîn bir bilgidir. Bu iman, sadece bir beklenti değil; bir huzur, bir güven, bir Allah’a tevekküldür.

Makale: Asrın Mezarı ve İmanın Şafağı

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil; aynı zamanda ruhların inleyişi, fikirlerin çatışması ve inançların yoklukla mücadelesidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki şiiri, bu derin mücadelenin hem şahsî hem de ümmet çapındaki bir özeti gibidir.

Yıkılmış bir mezarın içinde bir ömür… Her yıl, her tecrübe, her hicran ve her sürgün, onun içinde bir başka Said’in ölmesine neden olmuştur. Ama bu ölüm, çürüme değil; dönüşümdür. Eski Said, Yeni Said’e yer açmak için her yıl biraz daha silinmiş, zamanın içinden eleyerek hakikatin özüne ulaşmıştır.

Bu şiir, sadece bir yaşlı adamın ölümü bekleyişi değildir. Aynı zamanda, İslâm’ın yaşadığı zayıflık dönemlerine şahitlik eden bir mü’minin iç yakarışıdır. Mezarı bile, artık bir sembol olur. O mezar, ümmetin geçmişine ağıt yakar. Ve mezar taşı bile, bu hüsran karşısında sessizce gözyaşı döker.

Ama bu matem, umutsuzluk değildir. Çünkü aynı şiir, “Yakînim var ki…” diyerek geleceğe bir pencere aralar. O pencere, imanla parlayan bir sabaha açılır. Gökler ve yer, Asya’nın uyanışıyla birlikte İslâm’ın nurlu eline teslim olacak; çünkü bu bir kehanet değil, bir imanın müjdesidir.

Bediüzzaman’ın bakışında kader sadece geçmişin gölgesi değil; geleceğin ışığıdır. Ve o ışık, imanla aydınlanan yollarda ümmetin yeniden dirilişine işaret eder.

📌 Özet:

Bu makale, Bediüzzaman’ın şiirinde geçen “yetmiş dokuz emvât” ifadesinin, onun geçmiş yıllarındaki şahsî dönüşümleri ve ruhî safhaları simgelediğini açıklamakta; “sekseninci mezar taşı”nın ise hem kendisinin hem ümmetin çöküşüne şahitlik ettiğini ifade etmektedir. Ancak şiirin sonunda, imanla gelen bir yakînle, Asya’nın ve göklerin İslâm’a teslim olacağı müjdelenir. Bu umut, kaderin adalet terazisine değil; imanın şafak vaadine dayanmaktadır.

 




Hamd Olsun Rahmân’a: Varlığı Kuşatan Rahmetin Sırrı

Hamd Olsun Rahmân’a: Varlığı Kuşatan Rahmetin Sırrı


‎ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ‎  lâm-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdler ile hamdedilmesi lâzım olan nimetlerden birisi de rahmaniyet nimetidir. Evet rahmaniyet, zevi’l-hayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünkü bilhassa insan, her bir zîhayatla alâkadardır.”
Şualar

“ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ” — Bu kutlu cümle, yalnız bir dua değil, aynı zamanda bir hakikatin özüdür. “El” takısı ve “lâm-ı istiğrak”la başında gelen “el-hamd”, sadece belli nimetlere değil, geçmişten geleceğe, görünen-görünmeyen, bilinen-bilinmeyen tüm hamdlerin Allah’a ait olduğunu bildirir. Çünkü bütün övgüye lâyık olan nimetlerin kaynağı O’dur.

Bu hakikatin merkezinde ise Rahmân ismi yer alır. Zira her varlık, Rahmân’ın kuşatıcı rahmetiyle var olur, yaşar, büyür ve gelişir. Enfüsî ve afâkî sayısız nimetin kaynağı, Allah’ın Rahmâniyet sıfatıdır. Bu Rahmâniyet, öyle bir rahmettir ki; mü’min-kâfir ayırt etmeksizin tüm canlılara erişir. Güneşin ışığı, suyun bereketi, toprağın verimi, havanın nefesi hep bu isimle gönderilir.

İnsan ise bu rahmetin merkezî muhatabıdır. Çünkü insan, yalnız kendi hayatıyla değil, diğer tüm zîhayatla da irtibat hâlindedir. İnsanın, bir arının balına, bir ağacın gölgesine, bir kuşun ötüşüne, bir çiçeğin kokusuna ihtiyacı vardır. İşte insanın bu çok yönlü ihtiyacı, Rahmâniyetin de çok katmanlı tecellisini ortaya çıkarır. Rahmân olan Allah, sadece insanın bedenine değil, ruhuna da rahmet indirir. Sadece midesine değil, kalbine ve aklına da nimet sunar.

Bu yüzden “elhamdülillah” demek, sadece bir yiyecek veya içecek sonrası söylenecek bir şükran ifadesi değil; her yönüyle çevrili olduğumuz ilâhî rahmete karşı bir farkındalık cümlesidir. Nefes aldığımızda, yürüyebildiğimizde, görebildiğimizde, hissedebildiğimizde, hatta düşünebildiğimizde bile bu sözü söylemek, bir idrakin, bir uyanışın ve bir kulluğun tezahürüdür.

Kâinata dikkatle bakıldığında, her bir canlıda “Rahmân” isminin bir tecellisi görülür. Yumurtadan çıkan civcivin gagasında yiyecek arayışı, annenin yavrusuna süt verişi, tohumun çatlayıp fidan oluşu… Her biri Allah’ın rahmetinden birer damladır. Ve bu damlalar birleşip koca bir rahmet okyanusu oluşturur. İnsan, bu rahmet denizinde yüzerken, “elhamdülillah” demekle sadece nimete şükretmez, aynı zamanda kendini Rahmân’a bağlar. Kulluğun özü de burada başlar.

Şu halde hamd; sadece dille söylenen bir övgü değil, bilinçli bir yöneliş, rahmeti tanıma ve sahibine yönelmedir. Allah’ın Rahmân oluşunu idrak eden bir kalp, isyan etmez, şikâyet etmez; aksine sabreder, şükreder, tevekkül eder.

📌 Özet:

Bu makale, “elhamdülillah” ifadesinin içinde gizli olan “lâm-ı istiğrak”la Allah’a ait olan tüm hamdlerin, özellikle Rahmân isminin tecellisiyle alâkasını açıklar. Rahmâniyet; her canlının ihtiyacını kuşatan bir rahmettir ve insan bu rahmetin hem muhatabı hem de şahitlerinden biridir. Her nimet, Rahmân’ın eliyle sunulmuş bir hediyedir. Bu yüzden “elhamdülillah” demek, bir nimetin şükründen öte, bir hayat tarzının, bir imanın ve bir idrakin ifadesidir.

 




En Büyük Nimet: Varlığın Sahibini Bilmek

En Büyük Nimet: Varlığın Sahibini Bilmek

“Nur-u iman ile bilinir ki Allah’ın varlığı, bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır.”
Şualar

Kimi nimetler gözle görünür, kimileri ise sadece kalple hissedilir. Su, hava, güneş, rızık, sağlık gibi nimetler açık ve zahir; huzur, akıl, sevgi gibi nimetler ise daha derin ve bâtındır. Fakat bütün nimetlerin fevkinde öyle bir nimet vardır ki, hem zahirî hem bâtınî nimetleri içinde taşır: Allah’ın varlığını ve birliğini bilmek… Diğer bir ifadeyle, iman nimeti.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Nur-u iman ile bilinir ki Allah’ın varlığı, bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki, sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin (bağışların) sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır.”

Evet, Allah’ın varlığı sadece bir inanç konusu değil; tüm nimetlerin kaynağını tanımak, nimetle birlikte Mün’im’i (nimet vereni) bilmektir. Çünkü bir nimetin gerçek anlamı, onun bir ikram olduğunu bilmekle ortaya çıkar. Aksi takdirde insan, sırf tesadüflerin ürünü sanır hayatı; o zaman da nimet nankörlüğe, şükür isyana dönüşür.

Bir insan düşünün: Okyanus kenarında duruyor, tertemiz bir hava soluyor, ellerinde nimetlerle dolu sofralar var… Ama gözleri kör, kalbi sağır, ruhu inkârda… O nimetlerin arkasındaki Rahmeti tanımıyorsa, o nimet onun için bir şükrün değil, bir gafletin sebebidir. Hatta bazen azabın başlangıcıdır. Zira şükürsüz nimet, nimetten çıkıp vebal olur.

Öte yandan bir başka insan var ki; çadırda yaşıyor, lokması kuru bir ekmek, suyu az, belki de hastalıklarla boğuşuyor… Ama kalbinde iman var, gözünde hakikat nuru var. O insan, belki görünürde az nimete sahip ama, en büyük nimetin —Allah’ı bilmenin— sahibidir.

İman, Allah’ın varlığını ve birliğini bilmekle beraber, O’na güvenmek, O’na dayanmak, O’ndan beklemek, O’na sığınmaktır. İman, sadece ahireti değil, dünyayı da cennetleştirir. Çünkü imanlı bir kalp, her şeyin arkasında Rahmet’i, Hikmet’i ve Kudret’i görür. O kalp yalnız kalmaz, şaşırmaz, korkmaz.

İmanın nuru, Allah’ın varlığını sadece akılla değil, kalple, vicdanla, ruhla hissettiren bir nurdur. Bu nur varsa, hayat anlamlıdır. Bu nur yoksa, dünya dahi zindana dönüşür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “İman hem nurdur, hem kuvvettir.”

Öyleyse en büyük nimet; Allah’ın varlığına, birliğine ve merhametine iman etmektir. Çünkü bütün diğer nimetlerin değeri, bu nimetin varlığıyla ölçülür. Allah’ı tanımayan biri, eşyayı da doğru tanımaz; varlık, o kişinin gözünde ya kör bir tesadüf ya da acımasız bir zulümdür.

İman ise her şeyi yerli yerine koyar: Güneşi Rahmet’in lambası, yağmuru Rahmet’in damlası, ölümü ise vuslatın kapısı yapar. Ve böylece, en büyük nimet, hayatın hakikatini de, ölümün sırrını da izah eder: Allah’ın varlığı ve O’na iman.

📌 Özet:

Bu makale, Allah’ın varlığını bilmenin ve O’na iman etmenin, bütün nimetlerin üstünde en büyük nimet olduğunu anlatır. Zira iman; hem varlıkların anlamını hem nimetlerin kaynağını tanımaktır. Şükürsüz nimet gaflet doğurur, ama imanlı bir kalp, az da olsa nimeti cennete çevirir. Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, iman hem nurdur, hem kuvvettir. Allah’a inanmak, bütün güzelliklerin menbaına bağlanmaktır.