ÖMÜR DEDİĞİN..
BİR İKİNDİ GÖLGESİDİR ÖMÜR DEDİĞİN..
“Adana’da Covit19 nedeniyle vefat eden
İmam Hatip Lisesi Müdürü İsmail İnan Bey sosyal medya üzerinden aile fertleriyle şu yazıyı paylaşmış ?
“ Ömür Dediğin:
Hayata ha şimdi, ha sonra başlayım derken bir bakıyorsun;
tükenmiş ömür…
Avucumuzda son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir yığın
TECRÜBE kalıyor.
Atsan atılmıyor,
satsan satılmıyor!..
“Gençlik bir kuştu;
tutmak istedim tutamadım.
Yaşlılık bir paçavra; satmak istedim satamadım.”
B i r
i k i n d i
g ö l g e s i
Ö M Ü R
d e d i ğ i n…
Gece olur duramazsın,
güneş vurur kalkamazsın.
Sade bir ikindilik, kısa bir dinlencelik…
Dünyaya ait ne varsa harcanıp gidiyor.
Yiyip içmeler, gezip tozmalar,
gülüp eğlenmeler…
Evin, arabanın taksitleri,
filanca yerde yaptığımız tatiller,
almalar vermeler,
saçıp savurmalar,
bizim zannettiğimiz saklayıp durduğumuz altınlar,
azıcık bile vermeye kıyamadığımız paralar…
Hepsi bir bir kaçıyor bizden,
ya da istemesek de biz onlardan ayrılmak zorunda kalıyoruz…
B i r
S E C D E
y e r l e r i
k a l ı y o r
g e r i y e..
Alnımızda mıh gibi çakılı kalıyor.
Bozulmuyor, kokmuyor, yitmiyor…
Bir o bize kalıyor…
O k ş a n m ı ş b i r
Y e t i m B a ş ı
Ö p ü l m ü ş
A n n e E l i
A l ı n m ı ş
b i r B a b a D u a s ı
Reyyan kapısından geçmek için vize mahiyetinde, saklanmış ORUÇ’lar…
Gizliden; şöyle kimseye çaktırmadan bir fakirin eline tutuşturulmuş SADAKA’lar kalıyor…
Masivadan sıyrılıp, vakit saat dinlemeden açılmış eller,
tek O’ndan istemeler,
tek O’na gönderilmiş dilekçeler kalıyor…
Yürekten söylenmiş
E l h a m d u l i l l a h,
acizce,
kulca edilmiş nasuh bir
T e v b e,
isyanları yıkayan
G ö z y a ş l a r ı
kalıyor…
Mümince gülüşler, şeker tadında sözler….
Kimsenin etini yemeden,
kırıp dökmeden,
gözünde yaş bırakmadan geçirilmiş günler kalıyor…
Biraz dur, bekle biraz…
Arada bir arkana dön ve geriye neler bıraktığına bak…
Harcanmış yıllarını seyret usulca.
Bak nasıl bitiyor ömür dediğin…
Bir KAPIYA bir kere gidersin,
ikincisinde utanırsın…
Ama bir
K A P I
var ki her gün gidersin,
gitmelere
D O Y A M A Z S I N..
Çünkü bilirsin seni KAPISINDAN
kovmayacak
bir tek
“O” V A R D I R
Her gün,
her gün içini dökersin,
bir O SIKILMAZ senden,
bir O affeder seni,
bir O yüzüne vurmaz AYIPLARINI ?
Akıttığımız her damla gözyaşı cehennem ateşini söndürsün inşallah.
Dua ve muhabbetle…
O sonsuz rahmet sahibi ALLAH’ıma emanet olun inşaallah…”
Bu güzel nasihatleri yazdıktan birkaç gün sonra hocamız vefat etmiş.
Rabb’im rahmet eylesin ?
Aslında biliyor musunuz, ben öğretmenlere kızıyorum, hemde çok kızıyorum…
Neden mi?
İşte sebebi…..
****************
EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA
Bağdat’ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
– Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. “Ver şu adama” dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
– Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
Geriye bakıp eliyle işaret etti:
– İşte şu evden.
Adam kızgın şekilde salladı başını:
– Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
Kapıyı açar açmaz da sordu:
– Kim verdi ekmeği hamala?
Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
– Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı.
Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini düzeltemedi.
Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
– Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
– Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
– Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak “Al” dedi. “Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece.”
Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
– Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
– Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip ‘İşte oradan aldım’ demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
– Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun… diyerek başlar anlatmaya:
– Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allahü teala razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allahü teala onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.
Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru…
“Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur…” (İbrahim Suresi /7)
***************
AHH OSMANLI..
Ankara’da bir kurumda genel müdürüm..
Bazı problemler yaşamış ve eşimden boşanmıştım. Uzun süre geçmişti..
Bi ara çok yıpranmış, dengemi kaybetmiş olduğumdan, toparlanayım diye kurum bana bir ay mazeret izni vermişti.
Bu süre zarfında yeni bir evlilik yaptım ve eşimle birlikte Uzakdoğu seyahatine çıktım.
Yolumuz Endonezya’ya uzandı.
Başkent Cakarta’da büyük bir mağazada eşime uzak doğu kumaşı almak istedim.
Pazarlığını yaparken Türkçe konuşmamızı duyan mağaza sahibi İngilizce ile
‘’Siz Türk müsünüz?’’ diye sordu.
“Evet” cevabını alınca çok heyecanlandı ve bana sarıldı: ‘’Bu kumaşımız size hediyemizdir, lütfen kabul edin; mağazamız açıldığından beri ilk kez bir Osmanlı torunu şereflendiriyor.” dedi.
Bizi özel odasına alır ve kahve ısmarlar.
Ayrılırken, ‘’Yarın Cumayı nerede kılacaksınız? diye sorunca ben afalladım.
Bende abdest, namaz yok ama bu kadar iltifat gördükten sonra da “kılmıyorum” demeye de utandım.
‘’Ben buraya yeni geldim. Şehri tanımıyorum. Siz hangi camiye götürürseniz ben oraya gelirim.’’ dedim, kıvırttım.
Patron; “Tamam ben sizi yarın araba ile aldırırım.” dedi..
Otelin adresini verdim ve çıktık.
Bir dükkandan kendime bir takke satın aldım.
Ertesi Cuma günü beni otelden aldılar.
Cakarta’nın en büyük camisine götürdüler.
Minber’in en başında bana yer ayırmışlar.
İmam hutbeye çıktı ve başladı:
-“Sevgili kardeşlerim, eğer bizler burada dinimizi rahat yaşıyorsak, huzurla Allah diyebiliyorsak, hak-hukuk-adalet ile tanışmışsak, insanca yaşıyorsak ve şimdiye kadar bu vasıflarımızı koruduysak bilin ki bu OSMANLI sayesinde olmuştur..
Zalim haçlı dünyasına karşı direnebilmiş ve inancımızı muhafaza edebilmişsek bunu Osmanlıya borçluyuz. Allah bu millete zeval vermesin. Allah bu milleti payidar eylesin, Allah bu milleti başımızdan eksik etmesin.
Sevgili kardeşlerim biliyor musunuz Şu anda aramızda Osmanlı torunu vardır. Cumamız bununla bereketlenmiştir. Şimdi hutbeyi okumak üzere onu davet ediyorum.” dedi.
Ve der demez hızla bana geldi ve sarığı cübbeyi bana giydirdi.
Olaylar o kadar hızlı gelişti ki itiraz etmeye fırsat bulamadım. Ben şok oldum, bana bu kadar değer verildiğini bilmiyordum.
Kalktım mecburen.
Cuması, namazı olmayan ben şimdi hutbe okuyacağım!
Minbere çıkarken içimden nasıl yalvarıyordum, anlatamam..
‘’Aman yarabbi, beni bu güzel insanlar karşısında mahcup etme, aman yarabbi beni ve milletimi rezil etme, aman ya rabbi bana yardım et, ayıbımı gizle, yarabbi beni bu badireden kurtar, beni bu zorluktan kurtar..” diye yalvara yakara çıktım.
Yüzümü cemaate çevirdim.
25 bin kişi. Onlar bana bakıyor.
Ben onlara bakıyorum derken dilim çözüldü:
-“Sevgili kardeşlerim size Türkiye’den kardeşlerinizden selam getirdim.”
Hep bir ağızdan: ‘’Aleykümüsselam’’ diye camiyi titrettiler.
Ve başladım.
“Sevgili kardeşlerim hiç şüpheniz olmasın ki Osmanlı dimdik ayaktadır, her zaman arkanızdayız, her zaman İslamla hakla birlikteliğimiz devam ediyor, size her zaman yardıma hazırız vs.”
Cemaat öyle bir dalgalandı ki.
Hutbeden sonra beni büyük bir konvoyla otele bıraktılar, devlet başkanı uğurlar gibi.
Onlar gidince otel odama girdim, ağladım, ağladım..
“Hey Allah’ım!
Dünyadaki insanlar, mazlumlar bizden ne bekliyor, biz ne işle uğraşıyoruz?” diye.
Not:halen Endonezya Açe eyaletinde hutbeler Osmanlı adına okunur.
*************
KISSADAN HİSSE
Bir zamanlar
Çin’de bir adam o kadar aç ve bitkin düşmüştü ki, dayanamayıp bir armut çaldı..
Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator’un karşısına çıkardılar. Hırsız imparatoru görünce ona şöyle dedi;
“Değerli efendim, çok açtım,
dayanamadım çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affedersiniz size paha biçilemez bir armağanım olacak..”
İmparator dudak büker;
“Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?”
Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatır ve;
“Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz..”
İmparator kahkaha atarak;
“Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni..” dedi.
Yoksul adam;
“Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım..
Bu tohumu ancak, ömründe hiç
çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür. Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz..”
İmparator irkildi, suratını astı, bir süre düşündü, sonra hırçın bir sesle;
“Ben imparator’um bahçıvan değil, o tohumu başbakana ver eksin de altın meyveleri görelim.” dedi..
Yoksul adam, tohumu başbakana uzatınca başbakan telaşe içerisinde imparatora dönüp itiraz etti.
“Ben ekim biçim işlerinde çok beceriksizim efendim, sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu hazinedar başı eksin..”
Hazinedar başı da hemen bir bahane buldu ve bu görevi başkasına devretti.
Bir bir orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohum ekme görevinden kaçındılar..
Sonra İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşündü. Başı önünde başbakana, hazinedara ve bütün görevlilere dik dik baktı ve;
“Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim.” dedi.
Cebinden bir altın çıkarıp yoksul adamın tutması için attı.
Herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer altın çıkarıp adama vermesini izledi..
Sonra da gülerek;
“Bas git buradan be adam, bugünlük bu ders hepimize yeter..” dedi.
Ortalığın toz duman olduğu şu günlerde tohumu ekecek temiz kimse var mı dersiniz?
***************
Karganın biri sürekli kilisenin Çan’ına pislermiş. Hergün Çan temizlemekten bıkıp usanan papaz çan’ın yanına bir bardak şarap koymuş. Karga Şaraptan içip kendisini kaybedince papaz kargayı, tek hamlede yakalayıp kendisine şu soruyu yöneltmiş.
– Müslüman olsan Şarap içmez,
Hristiyan olsan Çan’a pislemezsin
Söylesene sen neyin nesisin ?
**************
Ömer Seyfettin asker bir yazardır, İstiklal savaşında birçok cephede savaşmıştır. Filistin cephesinde olan hatırasını okuyalım:
” Almanların yenilmesiyle savaş bitmiş müterake imzalanmıştı Filistin’den çekiliyorduk bir kaç arkadaş subayla karşı tarafın subaylarıyla çekilme işlerini görüşmek için görüşmeye gittik. Karşı tarafta Fransız üniformalı bir subay bana sık sık bakıyor gözünü benden ayırmıyordu. Ben buna bir mana veremiyordum. Fransız subay yerinden kalkıp bana doğru geldi ve nasılsın Ömer Seyfettin dedi. Beni nerden tanıyorsun ben bir yüzbaşıyım öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim dedim. Ömer ben seninle İstanbul da askerî lisede beraber okudum ben falancayım deyince hayretler içinde baktım hatırladım. Hep dini Kur’an-ı eleştiren Osmanlıyı devamlı kötüleyen vatan bayrak sevgisi olmayan bir öğrenci idi amma yine de Fransız subayı olması normal değildi.
Peki, nasıl böyle oldun dedim. Dedi ki: Ne zaman bir savaş olsa Türkler galip gelse içimde üzüntü oluyordu. Türkler kaybetse zarar görse içimde bir sevinç oluyordu, çoğu zaman kendimi ayıplıyor neden böyleyim diyordum. Bir gün Anneme ısrarla bunun sebebini sordum.
– Dayanamayacağım anlatayım dedi. İstanbul hastanesinde görevli bir Fransız doktor vardı hastaneye gidip gelirken onunla birlikte oldum ve sen o Fransız doktorun oğlusun babanın bundan haberi olmadı, şimdi sen öğrendin dedi.
Zaten babam zannettiğim çoktan ölmüştü. O hastaneye gittim şu tarihte burada çalışmış şimdi Fransa’ya dönmüş olan şu isimli doktorun adresi var mı dedim, adresi verdiler. Fransa’ya gittim babamı buldum. Olanları, Annemin sözlerini söyledim. Hiç bir şeyi unutmadım, anneni gerçekten sevdim dedi ve beni kabul edip nüfusuna yazdırdı. Fransız okullarında eğitimimi tamamladım ve gördüğün gibi bir Fransız subayı olarak karşındayım Ömer Seyfettin dedi.
Şimdi ben milletini bayrağını dinini eleştirenleri gördükçe acaba onlar da böyle piç mi diye düşünüyorum..!!! Ömer Seyfettin
Bu bana Bediüzzaman’ın su sözünü hatırlattı,
” ‘Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir, ‘ ve ‘ Her milletten ziyade yüksek bir haslet, bir manevi kahramanlık Türklerde görüyorum.’ derdi.”
MEHMET ÖZÇELİK