Filipinlerde uzun süre kalan bir arkadaş oranın yüz yıl önce yüzde doksanının Müslüman, yüzde onunun Hristiyan olduğunu söylerken, bugün bu durum tersine dönmüş ve yüzde doksanı Hristiyan ve yüzde onunun Müslüman olduğunu söylemişti.
70-80 yaşındaki adamların dahi kurban ve kurban etinin ne olduğundan haberlerinin olmadığını söylemişti.
İslam ülkeleri misyonerlerin vaad ve tehditleriyle ve de küçücük bir köye kocaman bir kilise yaparak oraya hakim olmuşlardır.
-“2. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye-ABD ilişkileri açısından sembolik öneme sahip Missouri zırhlısı 1946 Nisan’ında İstanbul’a geldiğinde coşkulu törenlerle karşılanır. Basın da bu coşkudan geri kalmayan tezahüratlar eşliğinde buyur eder gemiyi. Ahmet Şükrü Esmer için bu ziyaret “bir dostluk tezahürü” iken, Abidin Daver “Amerika, Ortadoğu’nun koruyucusudur” diye yazar.”[1]
İngiliz muhibler cemiyetinden, Abd muhipler cemiyetine geçilmiştir.
Şimdi ise inen perdenin arkasındaki vahşet ve dehşet görüntüsü sırıtıyor.[2]
-“ İnönü’nün, manda ve himayeyi kesinlikle reddeden, milli sınırlar içinde vatanının bütünlüğünü esas alan kararın açıklandığı Erzurum Kongresi’nden (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) sonra Kazım Karabekir’e gönderdiği “Bütün memleketi parçalamadan Amerika’nın murakabesine tevdi etmek yaşayabilmek için yegane ehven çare gibidir…” ifadelerinin olduğu mektup hem Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” adlı eserinde hem de Kazım Karabekir’in “İstiklal Harbimiz” adlı eserinde yer alıyor.”[3]
-Dünden bugüne tarih hiç değişmemiş. Oyun hep aynı oyun. Terane aynı terane.
-“ Şair ve kaymakam Eşref aynı zamanda sözünü budaktan sakınmayan bir hiciv ustasıydı. İçkiye düşkünlüğü ve devlet adamlarına yazdığı hicviyeler nedeniyle hayatı zorluklar içinde geçti. Sultan II. Abdülhamid ve istibdat aleyhine giriştiği şiddetli mücadele onu yoldan saptırdı, yurtdışına firara sürükledi. En nihayetinde İngiltere Kralı’na yazdığı mektup ihanetini uluslararası arenada da tescilliyordu.”[4]
-Bu topraklar bizimde, ya üstündekiler?
Yunanı denize mi döktük yoksa toprağa mı gömdük?
-“ 1921 sonlarında İzmir’in Türk bölgesinde Yunanlar tarafından İzmir’i Rumlaştırmak için getirilen Rum göçmenlerin iskân işiyle de uğraştığı bilinir.”[5]
-Bu memlekette 1980-den sonraki solcular gibi, yüz yıl öncesinde misyonerlerde Atatürk adını kullanarak her türlü misyonerliği yapmışlardır. Mesela;
-“ misyonerler Muhit dergisini Kemalizmin yayın organı göstererek Türk milletini İslamdan uzaklaştırıp Batılı hayat tarzının ve Hıristiyanlığın fikrî yapıtaşlarını bu topraklara serpmek amacıyla yaklaşık 5 yıl boyunca sıkı bir yayın faaliyeti sürdürmüş, deyiş yerindeyse bu uğurda kesenin ağzını sonuna kadar açmışlardı.”[6]
1863’te İstanbul’da Bebek sırtlarında kurulmuş olan Robert Kolej kısa sürede misyonerlik faaliyetlerinin
merkez üssü haline geldi. 1971’den bugüne eğitimin devam ettiği Arnavutköy’deki kampüs varlığını sürdürmektedir.
– “TUNÇ SOYER OSMANLI DEVLETİ İLE NE SÖYLEDİ?
TUNÇ SOYER İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yıl dönümü etkinliklerinde; işgalci Yunanistan’a tek kelime etmezken, Osmanlı’yı suçladı.
“100 yıl önceydi bu toprakları yönetenler gaflet, delalet ve hatta hıyanet içindeydi.” diyen Soyer, “Gençleri, kadınları, çocukları, geleceği hiç düşünmediler. Sadece saraylarındaki saltanatı korumak için bütün bir milleti ateşe attılar. İnsanlık onurumuzu, bağımsızlık tutkumuzu ve yaşam hakkımızı ayaklar altına aldılar ve teslim oldular.” ifadelerini kullandı.
Tamda Yunanlıların her vesile ile bize yüzlerce defa saldırmasına ragmen.
Maalesef yüz yıldır kutlamalarda uygulanan aynı terane ve hastalıkları yaşadık.
-“Osmanlı ülkesinde “fitnenin ve terakkinin” merkezi olarak değerlendirilen Amerikalı misyonerler49 Anadolu’daki Ermeni isyanlarında tahrikçilik ve teşvikçilik yaparak hem kendi inançlarını yaymışlar, hem de kendilerini himaye eden İngiltere’ye olan borçlarını ödemişlerdi. 1894’te Sason’da çıkan50 ve ardından Anadolu’ya yayılan Ermeni isyanları hakkında çoğu Türkiye’de vazife yapan Amerikalı misyoner papazlar tarafından çok sayıda kitap yazılmıştı. Propagandaya yönelik olarak benzer üsluplarla kaleme alınan bu kitaplar doğrudan doğruya İslâm’ı, Kur’an-ı Kerim’i, Hz. Muhammed’i (sas), Türkleri, Sultan II. Abdülhamid’in şahsiyetini ve politikalarını hedef almıştı.
Bu kitaplardan ilki, 1895’te Frederick D. Greene tarafından Gladstone’a ithaf edilen The Armenian Crisis in Turkey – The Massacre of 1894, Its Antecedents and Significance (Ermeni Krizi ve Türk Yönetimi, 1894 Katliamı, Oluşumu ve Önemi) adıyla New York ve Londra’da aynı zamanda yayınlandı.51 “Memalik-i Şahane’de Ermeni Buhranı ve 1894 Kıtaliyle Vuku’at-ı Mütekaddimesi ve Tafsilatı” adıyla Osmanlı belgelerine de yansıyan, Osmanlı yönetimi tarafından hemen yasaklanan ve tekzip edilen bu kitap, Sason isyanı hakkında Batı kamuoyunu yönlendiren ve kışkırtan, Haçlı seferi benzeri savaş çağrıları yapan 180 sayfalık bir propaganda broşürü idi.52 “Anadolu’daki halkın (Ermenilerin) bu isyanlarının insanlık adına acil müdahale için bir fırsat olarak kullanılması gerektiği” ileri sürülüyordu.”[7]
-” Amerikan misyonerlerinin Osmanlı topraklarındaki ilk faaliyetleri 19. yüzyılın başlarına tekabül eder. İmparatorluk sınırları içinde ilk Amerikan okulu ise 1824’te Beyrut’ta kuruldu. 1910’a gelindiğinde bu okulların sayısı 500’ü geçmiş ve yaklaşık 30 bin öğrenciye eğitim verilmişti. Bu kitlesel eğitimin bölgeye etkisi epeyce düşündürücüydü. Kolejlerin en tehlikeli yönü, imparatorluk topraklarında milliyetçiliği tetiklemeleri olmuştu. İlk Amerikan kolejine ev sahipliği yapan Lübnan aynı zamanda Arap milliyetçiliğinin yeşerdiği yerdi. Araştırmalar göstermektedir ki Osmanlı topraklarındaki Ermeni isyanlarıyla bu okullar arasında ciddi bağlantılar mevcuttu. Hatta bazı okullar Ermeni çetelerine silah ve mühimmat yardımı bile yapmıştır. Yine bu süreçte bölgedeki mezhebî gerilimler de epeyce artmıştı.
Misyoner okullarının bu şaibeli faaliyetleri tabii olarak rahatsızlık uyandırmış ve bazı itirazlara yol açmıştı. Bu yüzden ABD misyoner örgütlerini büyük oranda sahadan çekecek ve 19. asrın sonlarında onların yerini büyük şirketler tarafından kurulan vakıflar alacaktı. Bu değişime öncülük eden Carnegie, Ford ve Rockefeller vakıflarının başarıları yeni bir çığır açtı ve 20. yüzyılda ABD’de benzer amaçlara hizmet eden 40 binden fazla vakıf kuruldu. Bunların bir kısmı ulusal düzeydeki faaliyetlerle yetinirken, bazıları küresel hayır kurumlarına dönüştü.
… Şurası bir gerçekti ki bu süreçte hem ABD hükümetlerinin, hem de Rockefeller ve Ford vakıflarının yaptığı yardımlar Türkiye’nin rahat bir nefes almasını sağlamıştı. Peki, milyonlarca dolarlık bu yardımlar için Türkiye kime minnet duymalıydı? Dünyayı ahtapot gibi saran Amerikan emperyalizmine mi, yoksa sosyalist-komünist komşusu Sovyetler Birliği’ne mi?
… “Rockefeller ve Ford Vakıflarının Yatırımları Amerikan Küresel Hakimiyetinin Yolunu Açtı ve Türk Toplumuna Yeni Bir Şekil Vermeyi Amaçladı.
Amerikan okullarının açılması talebiyle gerilmeye başlayan Türkiye-ABD ilişkileri 1928’de Bursa Amerikan Kız Koleji’nde okuyan üç Türk öğrencinin Hıristiyan olmasıyla ciddi bir krize dönüşmüştü. Buna rağmen Cumhuriyetin kurucu kadroları Rockefeller Vakfının faaliyetlerine müsaade ettiler.
Dahası, Mustafa Kemal manevi kızlarını İstanbul’daki Amerikan kolejlerine göndermekte bir beis görmedi.”[8]
-Yüz yıl önceki hesaplaşma ve ona çanak tutan devlet ricali.
Suriye’den memleketimize gelen, daha doğrusu getirilen 50 Ermeni vatandaşı ve ona hamilik edenlerin ve alet olanların mücadelesi.[9]
PKK meselesi de Ermeni – Müslüman Türk meselesidir.[10]
Dünyayı ateşiyle, ateş gibi yakıcı hilesiyle yakan tek ülke İngiltere’dir.
Yahudiler karıştırırken, İngilizler yakmaktadır.
Yahudilere İsrail devletini kurduran İngiltere o zamandan bu zamana kadın, çocuk ve yaşlı demeden o yangın hala devam etmektedir.
Afrika ve Osmanlıya bağlı devletler hep İngiliz’in ateşiyle yanıp küle dönmüşlerdir.
-İngiltere yüz yılı aşkındır adeta Türkiye’yi valileri ve vekilleriyle yönetiyor.
İngiliz ne kadar tehlikeli ise, onlarla iş tutanlarda en az onlar kadar tehlikelidir.
Kraliçenin ölümüyle birlikte yüz sene önce Osmanlıdaki ‘İngiliz Muhipler Cemiyeti’ yani İngilizi sevenler cemiyeti gibi, zamanımızdaki İngiliz muhipleri ve Kraliçenin gülleri vefalarını göstermek üzere uçtular.
–İngiliz oyunu adeta ruhumuzda geçmekte, içimizi bilip kontrol etmektedir.[1]
Öyle ki; bir nehirde iki balık birbiriyle kavga ediyorsa, oradan bir İngiliz geçmiştir, denilmektedir.
-“ İngiltere’nin Ermeni meselesi ile ilgilenmesi 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sırasında başlamıştı. İngiliz yazar Dr. Humphrey Sandwith 1878’de kaleme aldığı bir yazıda,
“Bulgaristan’ın Türklerin vahşi ve zalim boyunduruğundan” Avrupalıların müdahalesi ile kurtarıldığını, Ermenilerin de bunu yapabileceklerini ileri sürüyorlardı.1 Ayrıca
savaş sonrasında Osmanlı Devleti’nin Doğu vilayetlerinde dolaşan İngiliz gezgin Fanny Janet Sandison da, “Osmanlı yönetiminden hiç hoşlanmayan Ermeniler kendilerini
koruyacak ve özgürlüğe kavuşmalarını garanti edecek herhangi bir gücün kollarına atılmaya hazırlar” diyerek bölgenin İngiliz entrikaları uygun olduğunu ileri sürüyordu.”[2]
Dünyada bakanlık olarak bakanlık kuran tek devlet, zulmüyle meşhur, dünyayı kendisine köle yapan devlet, İngiliz devletidir.
Müstemlekat nazırlığı yani kölelik bakanlığı adıyla tesis edilmiştir.
-”Han-Azad adlı Hınçak liderinin ifadesiyle 1890’da “Batılı güçleri içinde bulundukları uykudan uyandırmak için padişahın ve büyük güçlerin gözleri önünde, İstanbul’da bir ayaklanma gerçekleştirme” kararı almışlardı.23 Aslında bu aklı onlara İngilizler vermişti. Kumkapı olayının öncülerinden Mihran Damadyan’ın itiraflarına göre bu hadise planlanmadan önce İngiltere’de başbakanlık yapmış olan Gladstone’a yakınlığı ile bilinen ve Ermeni komitacılarla irtibatı Osmanlı istihbaratı tarafından da tesbit edilen Daily News gazetesi muhabirlerinden -muhtemelen İngiliz istihbaratı mensuplarından- Fitzgerald, bu eylemi düzenleyen Hınçak örgütü mensupları ile görüşerek onlara şunu söylemişti: “Ermenilerin dağınık olmalarından dolayı (Anadolu’daki) uzak vilayetlerde isyan çıkarmanız çok da anlamlı ve dikkat çekici
değil. Eğer Avrupa’da dikkat çekmek ve eylemlerinizin Batı’da ses getirmesini istiyorsanız İstanbul’daki asayişi hedef alan eylemler yapmalısınız.”
Bunun sonucunda 27 Temmuz 1890 Pazar günü, Kumkapı Ermeni Kilisesinde Hınçakların kışkırttığı çoğu genç 1500 Ermeni isyan etmişti.”[3]
-“Gladstone bütün politik hayatını “Kur’an-ı Kerim’in yok edilmesine” ve “Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına adamıştı.” O, 19. yüzyılın Haçlı savaşçısıydı ve politika onun için Haçlı seferlerinin yalnızca başka bir boyutu olmuştu. Hükümete
katıldıktan sonra politikasını Hıristiyan-Müslüman çatışması zeminine oturtmuş; Bulgar bağımsızlığında, Ermeni milliyetçilik hareketlerinin gelişiminde, Mısır’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılmasında, Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmelerinde, Afganistan’da, Sudan’da ve İslâm dünyasındaki emperyalist
faaliyetlerde adı hep ilk sıralarda yer almıştı.”[4]
*” Bir İngiliz büyükelçisinden dinlemiştim: “Fransız merakı İngiltere’yi sardığı vakit, kendi eşyalarımızı attık ve Paris eşyaları edindik. Şimdi o attığımız eşyaları nerede bulursak altın pahasına geri alıyoruz,” demişti.
Ama İngilizler yemek masalarının üslûbunu değiştirmişlerdi. Biz ise eşya değil, bir hayat tarzı da değiştirdik. Bu değişme yeniden zevk bağlayıncaya kadar, güç ve aynı zamanda iğreti bir şeydir. Çok defa kuklalaştırır. Nitekim alafranga frengin, alaturka Türkün kuklası değil midir?
Sonra buhran evimizin dışına bulaştı. Şahsiyetsiz ve karaktersiz ahşap ve çimento yığınları arasında, minareler ve kubbeler, bir boğuluştan kurtulmak istiyormuşa döndüler.” Falih Rıfkı Atay.
–“ Türk düşmanı İngiliz Başbakanı Lloyd George ile Dışişleri Bakanı Lord Curzon Türkleri Avrupa’dan ve İstanbul’dan çıkarmanın hesaplarını yapıyorlardı. Nitekim Lord Curzon, 4 Ocak 1920’de İngiliz Hükümeti’ne sunduğu “İstanbul’un geleceği”ne ilişkin muhtırasında, Türklerin Avrupa’dan ve İstanbul’dan kesinlikle çıkarılması gerektiğini savunmuş ve yaklaşık 500 yıldır Avrupa’nın siyasî hayatını bozan tek sebep olmasından daha fazla Çanakkale’de geçit vermeyerek I. Dünya Savaşı’nı iki yıl kadar uzattıklarını, bunun da kendilerine milyonlarla ifade edilen maddî zararlara sebep olduğunu dile getirmişti.
Lord Curzon’ın görüşlerine kabineden karşı çıkanlar olduğu gibi (Savunma Bakanı W. Churchill ve Hindistan İşleri Bakanı Montagu) İngiliz iş ve askerî çevreleri de bu fikre karşıydı.
Sonunda İngiliz Hükümeti, başbakan ve dışişleri bakanının karşı oylarına rağmen 12 Ocak 1920’de Osmanlı Hükümeti’nin İstanbul’da kalması kararını aldı. Aynı şekilde Fransızlar da 11 Ocak 1920’de İslam dünyasından gelecek tepkileri gerekçe göstererek Lord Curzon’ın “İstanbul ve Boğazlar Devleti”projesini reddetmeye karar verdiler. Bunun anlamı, Osmanlı Devleti’nin devam edeceğiydi. Ancak Boğazlar deniz trafiğine açık olmalıydı.
Sonunda İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti’ne sunulacak barış şartlarını görüşmek üzere 12 Şubat 1920’de I. Londra Konferansı’nda toplandılar. Konferansın 14 Şubat tarihli oturumunda Midye-Enez hattının batısındaki toprakların Yunanistan’a verilmesini ve Boğazların yönetiminin Türklerden alınması şartıyla İstanbul’un Türklere bırakılmasını kararlaştırdılar.
Onlar için yapılacak tek bir iş kalmıştı: İstanbul’un resmen işgali. O da 16 Mart
1920’de gerçekleşti. Öyle ki İstanbul’un işgali, ilk önce Şehzadebaşı karakolunun
basılmasıyla başladı ve burada 5 Türk askeri şehit olurken 9’u da yaralandı.
Ardından Meclis-i Mebusan, İngilizlerce basılarak Rauf (Orbay) Bey başta olmak üzere birçok milletvekili Malta’ya sürüldü ve bunun üzerine Meclis, 18 Mart’ta faaliyetlerini
tatil etti. Resmen bu işgal, başkent İstanbul’da etkin bir işgal yönetiminin kurulmasını sağlarken Osmanlı Devleti’nin de fiilen sona ermesine sebep oldu. Aynı zamanda Ankara’da yeni bir meclisin, TBMM’nin açılmasının önündeki engelleri de kaldırdı”[5]
-Dünkü İngiltere kralları ile bu günkü kraliçe ve kralları arasında fark yoktur. Nitekim;
“İngiltere’nin “Taçsız Kralı” olan ve 88 yaşında ölen Gladstone’un Westminster Abbey’de yapılan cenaze merasimine aralarında Kraliçe Victoria’nın oğlu VII. Edward ile torunu V. George (geleceğin kralları) başta olmak üzere 2500 seçkin davetli katılmış ve Westminster Abbey’nin Devlet Adamları Köşesi’nde toprağa verilmişti. İngiltere’nin en büyük politikacılarından olup siyasî etkisi günümüze kadar uzanmıştı. Nitekim İngiltere eski Başbakanı Tony Blair, bir asır sonra yaptığı bir konuşmada, “Politik ilhamımı Gladstone’dan alıyorum. O benim kahramanım” açıklaması yapacaktı.”[6]
-Ortadoğu üzerinde yapılan her yeni çalışma İngilizlerin bölgedeki karanlık faaliyetlerini bir nebze daha aydınlatıyor. Leyli Sedef Kalaycı’nın Arabistanlı Philby kitabı bunlardan biri. Bir İngiliz Casusunun Vehhâbî Devleti’nin Kuruluşundaki Rolü alt başlığını taşıyan çalışma, bizi adı T. E. Lawrence ve Gertrude Bell kadar duyulmamış,
ancak yürüttüğü çalışmalarla Arabistan tarihinde onlar kadar derin izler bırakmış bir İngiliz casusundan haberdar ediyor.”[7]
-Bir kıssa Bin hisse. “İnsan onurlu doğar. Ve hiçbir insanın kraliçelerin vereceği onura ihtiyacı yoktu.” SEMBENE Sembène, 1997 yılında İngiliz Kraliyet Ailesi Özel Onur Ödülü‘ne layık görüldü. 74 yaşındaki yazar, törene katıldı, kürsüden Kraliçe II. Elizabeth’in yüzüne karşı, dünyayı şok eden şu konuşmayı yaptı ve ödülü almadan salonu terk etti: “Konuşmama İngiliz dilinde devam etmeyeceğim için hepinizden özür dilerim. Sizin topraklarınızdayım ve sizin sahibi olduğunuz sistem içinde, sizin tarafınızdan payelendiriliyorum. Ancak asıl konuşmam kendi öz dilimde olacaktır. Merak edenler, konuşmamın İngiliz diline tercümesini koltuklarında bulabilirler… İngilizler geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda ise; bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı… İngilizlerin dinini, dilini öğrendik. Uzak dünyadan gelen yeni dil ve din bizi hep çalışmak zorunda kalan itaatkâr köleler yaptı. Özgürlük için her karşı geldiğimizde, bizi birbirimizle savaşmak için ikna ettiler ve silah verdiler. İngilizler gelmeden önce topraklarımızda sadece kavga vardı. İngilizlerin kutsal dini bizim kavgacılığımızı kullandı; evlatlarımızı savaşçı yaptı. Hem de sadece kendi kardeşleriyle savaşan, dünyayı İngiliz dilinden ve İncil’den ibaret sanan vahşi savaşçılar… Hastalıklar yaydılar. Ne olduğunu bilmediğimiz içeceklerle bizleri hasta ve zayıf yaptılar. Atalarımızı zincirleyerek büyük şehirlerine köle olarak götürdüler. O büyük binaları, caddeleri, tünelleri ve kiliseleri, insan etinin üzerine inşa ettiler… Kendilerini temizlemek içinse sanatçılarına fikir adamlarına, “sadece kendilerini kapsayan insan tariflerini” yaptırdılar. Her çeşit yiyeceklerin büyüdüğü topraklarımıza ilaçlar döktüler. Toprağın altındaki yanıcı siyah cehennem kanı (petrol) için bizleri öldürdüler. Büyük acılar ve ölümcül işkenceler ördüler… Her gelen gemiden kıyılarımıza hep ikiye bölünmüş tekneler yanaştı. İlk gelenler zulüm ettiler, arkadan gelen arkadaşları zulmü durdurma vaadiyle bizleri ele geçirdiler. Bugün gelenler de aynı sistemle hala işgale devam etmekteler… Yeni ilaçları, biyolojik silahları ve hastalıkları deneyen gönüllü doktorlarınızı istemiyoruz.
Emperyalist sisteminizde geri dönüşüm ekonomisiyle aslında sömürü olan yiyecek yardımlarınızı kabul etmiyoruz.
Birbirimizi anlamamızı zorlaştıran, şarkılarımızı ve masallarımızı unutturan fakir dilinizi reddediyoruz.
Çağdaş dünya daveti içindeki, bizi zorla şekillendiren yüzeysel sanat kuramlarınıza karşı çıkıyoruz.
Özgürlüğümüzü ilan ediyor, Afrikalı insanlar olarak doğduğumuzu ve Afrikalı ölmek için de bütün Avrupa’yı topraklarımızdan kovuyoruz.
Birbirimizi öldürelim diye bize öğrettiğiniz ırkçılığı, Felsefe adına önümüze sürdüğünüz batının sığ kafalı laflarını, Hukuk adına yaptığınız bütün şovenistliklerinizi ve sanat diye dayattığınız bütün estetik öğretilerinizi Afrika topraklarından silene kadar Afrika sizinle savaşacaktır.
Siz kabul etmeseniz de bir Afrikalı en az dünyanın herhangi bir yerindeki bir batılı kadar onurludur.
İnsan onurlu doğar. Ve hiçbir insanın kraliçelerin vereceği onura ihtiyacı yoktur‼️” Sembene 1923’de doğdu, 2007’de öldü. Senegal sanat tarihinin en ünlü yazarı, senaristi ve yönetmenidir. Ancak onu ‘çok özel biri’ yapan şey, bu yeteneklerinden veya yazdığı God’s Bits of World (Tanrı’nın Dünya Bitleri), Xala, Black Docker (Siyahi Liman İşçisi) gibi kitaplardan veya yönettiği onlarca filmden biri değil. Sadece bir tepki, bir protesto eylemi, onu olduğundan daha ünlü ve çok daha özel bir sanatçı yaptı.”
İlk kan döken Kabil ile birlikte durmayan kan, dinmeyen göz yaşları adeta nehir olup akmaya başladı.
Ancak hiçbiri de 20. ve 21. asırdaki kadar olmadı.
Her şeyde hep böyle birlerin veya birilerinin öncülüğünde akıp geldi.
-“O şehirde dokuz kişi (ya da grup) vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.”[1]
(Buranın, Semûdluların «Hıcr» adlı şehri olduğu belirtilmektedir. Dokuz kişiden maksat dokuz insan olabileceği gibi dokuz gurup da olabilir.)
Ashab-ı Kehf yedi kişi idi.
Peygamber Efendimiz tek, iki, dört ve kırk kişiyle başladı.
Hayırda da şerde de hep birkaç kişinin çıkışıyla toplum gelişmiş, değişip dönüşmüştür.
Ashabı Kehf kendi asrının müsbet sembolü olurken, Ad ve Semud kavmi gibi helak olan toplumlar da şerrin ve helakin sebebi olmuşlardır.
Bugünkü lgbt birkaç kişinin çıkışı ve dengesizliği deyip geçiştirmemek gerektir.
Lut kavminde bunu yapan 33 kişi idi.
Bir rivayete göre bunlara ses çıkarmayıp, gündüzleri bunlarla beraber arkadaşlık yapan yetmiş bin teheccüt namazı kılanların olduğu ifade edilmektedir.
Ancak birkaç kişi hariç, hepsi helak edilmekten kurtulamamıştır.
Pkk’da böyle başladı.
Her şeyde bozulmadan paslanmaya, kokmadan kokuşmaya kadar bir yerde başlayıp da tedbir alınmayan o bozulma tümünü kaplar.
Kanser gibi. Bir yerde başlayan zararlı ur tedbir alınmadığında tüm vücudu sarması gibi.
-“Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman..”[2]
Kızlarını diri diri gömmek sadece cehalet asrının insanına mahsus değildi.
Sonraki asırlarda da devam etmiş ve hala da devam etmektedir.
Ve bu durum sadece o insanların bedenlerinin toprağa gömülmesinden ibaret değil, onları bir meta gibi kullanmak ve maneviyatlarını dünya ve menfaat toprağına gömerek, ebedi hayatını da bitirmektir.
Daha sonraki dönemlerde bu Avrupa ve Hristiyan dünyasında da görülmektedir.
“Michelle T. King’in Between Birth and Death (2014) adlı kitabında, 16. yüzyıldaki bir Çinli kadının yetişkin oğluna, gençken bir bebeği öldürdüğünü anlattığı bir hikâyeye yer verilir:
“Hayatımın büyük bir kısmı boyunca, kalbime bu kadar ağır gelen başka bir sırrım olmadı. 24 yaşında iken bir kız doğurdum ve onu boğdum. Şimdi bile pişmanım. O zamanda o kadar yoksulduk ki, evimizde hiçbir şey yoktu… Bu küçücük köpük parçasını yetiştirmenin ne anlamı vardı? Boşu boşuna olacaktı.
Ne bana, ne de ona yararı olmayacaktı.
O yüzden onu boğmaya karar verdim.
Doğum esnasında çok kan kaybettiğim için bir türlü toparlanamadım. Bu yüzden
dedenlerin evindeki hizmetçi kız Si Xiu’dan onu boğmasını istedim. O da sığ suya attığı için gece boyunca ölmedi. Çok öfkelenmiştim, zorla kalktım ve kapıyı kapatarak boğulmasını bekledim. Kafamı çevirdim, gözlerimi kapattım ve sonra boğuldu. Bakamadım. Eyvahlar olsun!
Böyle zalimce bir şeyi nasıl yapabildim?”
‘Çukur kazıp bebeği gömeceğim’
Yeni doğan bir bebeği öldüren ebeveyn, kendisini onun henüz bir çocuk olmadığına ikna eder bir şekilde. Bazen de bebek, yetersiz kaynaklar için büyük kardeşi ile yarışmaktadır. Bunun olağanüstü derecede çarpıcı bir anlatımını Marjorie Shostak’ın Nisa: Te Life and Words of a Kung Woman (1990) adlı kitabında görüyoruz. Burada Nisa, Kalahari’de kardeşinin doğumunu hatırlamaktadır:
“Doğduktan sonra orada ağlayarak yatıyordu. Ona selam verdim: ‘Hu hu bebek kardeşim! Hu hu! Benim küçük kardeşim var. Günün birinde beraber oynayacağız’.
Ama annem dedi ki: ‘Bunun ne olduğunu sanıyorsun? Neden böyle konuşuyorsun?
Haydi kalk ve köye geri dönüp kazmamı getir.’ Sordum: ‘Neyi kazacaksın?’ Dedi ki: ‘Bir çukur. Bir çukur kazıp bebeği gömeceğim… Onu gömeceğim ki sana bakabileyim. Sen çok zayıfsın!’”
Bu alıntının da gösterdiği gibi, ebeveyn yenidoğan bebeğini, kendisinin onun henüz bir çocuk olmadığına ikna ederek kolaylıkla öldürebilmektedir. Bu insan öncesi bebek fikri, genellikle ritüellerde resmîleştirilir. Mesela antik Atina’da bir bebek, doğumundan bir hafa sonra gerçekleşen isim verme töreni yapıldıktan sonra öldürülemezdi. Erken dönem İskandinavya’sında, bir çocuğu vaftiz edildikten veya yiyecek verildikten sonra öldürmek yasadışıydı. Hıristiyan dünyanın her yerinde vaftiz edilme muhtemelen birçok
ebeveyn için dönüm noktası sayılıyordu.
17. yüzyıl gibi geç bir tarihte vaftiz kayıtları genellikle erkek bebeklerin kuşkulu bir
egemenliğini gösterirken, kızların çoğu ebeveyni tarafından toplumun dikkatine
sunulmadan önce sessizce yok ediliyordu.
1818 yılında Paris’te hastaneye terk edilen yetimlerin sayısı, şehirde doğan bebeklerin üçte birine ulaşmıştı. Maalesef bu yetimlerin çoğu hayatını kaybetti. Aynı yıl Paris’teki yetimhaneye kabul edilen 4 bin 779 bebekten 2 bin 370’i ilk üç ay içinde öldü. Avrupa genelindeki rakamlar yaklaşık olarak bu civardaydı. Olağandışı ölçüde lüks olan ve kontlar Adrey Razumovsky ile Aleksei Bobrinsky’nin eski saraylarında kurulan St. Petersburg Hastanesi, zirvede olduğu dönemde 25 bin çocuğa ev sahipliği yapıyor ve türünün örnek modeli kabul ediliyordu. Burada 600 sütanne ve yakın köylerden sayısız bakıcı anne çalışıyordu. Yine de yetimhaneye kabul edilen bebeklerin yarısı ilk altı hafa
içinde hayatlarını kaybettiler. Ancak üçte birinden azı 6 yaşına ulaşabildi.
-AFYON VERİLEREK ÖLDÜRÜLEN BEBEKLER
19. yüzyılda kreşin (baby farming) gelişmesi, annelere istenmeyen bebeklerinin bakımı için doğrudan bakıcı annelere ücret ödeme imkânı sundu. Annelerin sorunsuz bırakıp
gidebilmeleri için bakıcıların ücreti bir defada toptan ödeniyordu. Ancak kısa süre sonra bu sistem, bakıcıların bebekleri ihmal etmeleri veya afyon vererek öldürmeleri yüzünden kötü bir şöhrete ulaştı. 19. Yüzyıl sonlarında doğum kontrol yöntemlerinin yayılmasına kadar, Avrupa’da bebek cinayetlerinin oranında kayda değer bir gerileme
olmadı. Yani ancak daha az sayıda bebek sahibi olmaya başlayınca bebeklerimizi öldürmeyi bıraktık!”[3]
*************
İnsanlığın kutsallığı ayaklar altına alındığı gibi, onun kıblesi olan Kabe’de bundan nasibini almıştı.
-“ KÂBE 22 YIL HACERÜLESVEDSIZ KALDI
Abbâsîlerin zayıflamaya başladığı dönemde Karmatîler Mekke’ye baskın yaparak
Hacerülesved’i yerinden söküp Ahsa’ya götürdüler (m. 935). Kâbe yaklaşık 22 yıl
Hacerülesvedsiz kaldı. Ayrıca bu dönemde Karmatîler ve Bedeviler hac yollarını keserek hacıları soydular, esir aldılar ya da öldürdüler.
924 yılındaki baskında 300 kadar hacı açlık ve susuzluktan vefat etti. Hac ibadetinin ifa
edilemediği bu dönemde Hallac-ı Mansur, “Bir kimse haccetmek istediği halde buna
imkân bulamazsa, evinde, hiçbir necasetin bulaşamayacağı ve hiçbir kimsenin
girmeyeceği dört köşeli bir oda ayırsın. Hac günleri gelince, onun etrafında tavaf etsin ve Mekke’de eda edilen bütün menasiki yerine getirsin!” diyecek kadar ileri gitmişti.”[4]
-“ Türkiye’de hac resmen yasaklanmadı ama 1924- 1947 yılları arasında, yaklaşık bir çeyrek yüzyıl Türk pasaportuyla ve resmî yollarla hacca gitmek mümkün olmadı, fiilen süren bir yasak ve tedbirler manzumesi hep yürürlükte kaldı. Bunun sebeplerinden
biri Cumhuriyet’in ilanı ve Lozan sürecinden sonra Türkiye’nin, İslâm ülkeleriyle arasına mesafe koymak istemesiydi. Ayrıca bu tavır, 1923’ten sonra İslâm’ın
paranteze alınması ya da Müslümanlığın ve dinî hayatın kontrol altında tutulması yönündeki siyasî tercihlerin neticelerinden biriydi.”[5]
Bediüzzaman rüyada bir hitabede başımıza gelen musibetlerin kader cihetini anlatırken;
“Hangi fiilinizle kadere fetvâ verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”
Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât.
“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nev’i namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı.” İslamın üç temel esasını terketmemizin sebebini böyle hikmetle açıklarken hac konusunda sükutu tercih etmiştir. Şöyle ki;”
“Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.
İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi.”[6]
*************
” DEMOKRASİYİ MÜDAFAAYA 5 YIL KÜREK CEZASI
4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılarak her türlü muhalefet yasaklandı, basın sansüre sokuldu.
İkinci devrede faaliyet gösteren İstanbul İstiklâl Mahkemesi çok meşhurdur. Halifelik taraftarı muhalif gazeteciler Hüseyin Cahit (Yalçın), Ahmet Emin (Yalman), Velid
(Ebüzziya) ve Ahmet Cevdet Bey ile eski Dersim mebusu ve İstanbul baro reisi Lütfi Fikri (Düşünsel) Bey’e mahkûmiyet verildi. Lütfi Fikri Bey bir gazeteye verdiği mülakatta meşrutiyeti (demokrasiyi) müdafaa ettiği için 5 yıl kürek cezası aldı.”[7]
-“İstiklâl Mahkemesi kurulur kurulmaz, azaları bir beyanname neşrederek
“Hiçbir kanun maddesine bağlı olmadan ceza verme salahiyetine sahip
olduklarını” ilan etmişti.”[8]
-“ Kayseri’de halkı şapka kanununa muhalefete teşvik etmek suçundan Şeyh
Hamdi Efendi ve 4 arkadaşı idam edildi. Sivas’ta halkın nümayişlerine liderlik
ettiği ithamıyla ulemadan iki kişi idama mahkûm oldu. Abdurrahman Efendi
kaçtı, fakat İmam-zade Necati Efendi infaz edildi. Aralarında belediye reisinin
bulunduğu 33 kişi de ağır hapse mahkûm oldu. Tokat’ta şapka ve türbeler
kanununu protesto eden Erbaa belediye reisi ağır hapse mahkûm edildi.
Maraş’taki nümayişlerde 39 kişi tevkif edildi. Aralarında Ulu Camii imamı Molla
İbrahim ve müezzin Hafız Mehmed’in de bulunduğu 5 kişi idama ve gerisi ağır
hapse mahkûm oldular. Giresun’da mahkemeye çıkarılan 60 kişiden Nakşi
Şeyhi Muharrem Efendi ve 2 hoca idama, 9 kişi de ağır hapse mahkûm oldu.
Giresun davası çerçevesinde İskilipli Atıf Hoca ve İstanbul ulemasından 27
kişinin muhakemesi Ankara’da yapıldı. Şapka inkılabından evvel yazdığı “Frenk
Mukallidliği ve Şapka” adlı bir risaleden dolayı, hukukun umumi prensibine
aykırı şekilde kanunlar geriye yürütülerek Atıf Efendi’ye ve Babaeski Müftüsü
Ali Rıza Efendi’ye idam cezası verildi. Atıf Efendi 1 Şubat’ta 15 sene küreğe
mahkûm olmuşken hükümet bu cezayı az buldu ve 3 Şubat’ta hüküm idama
çevrildi. Şair İhsan Mahvi, bir mektubundaki “Ne 64 kaldı, ne 102” cümlesinden
dolayı burada muhakeme olunmuştur. Ebced hesabıyla 64 “din”, 102 ise “iman”
demektir. Tahirül-Mevlevi, Ömer Rıza (Doğrul), Ahıskalı Ali Haydar Efendi ve Atıf
Efendi’nin kitabını basan Ermeni Mihran Efendi beraat etti. Tahirü’l-Mevlevi’nin
o günleri anlatan hatıraları matbudur. Mahkeme zabıtları da neşredilmiştir.
Burada zanlılara sorulan sualler, adalet tarihi cihetiyle trajikomikti.
Ankara İstiklâl Mahkemesi muhalefetin sindirilmesinde ve rejimin güçlenmesinde en mühim rolü oynamıştır. En çok idam cezası verip infaz eden İstiklâl Mahkemesi olma unvanına sahiptir. Meclis zabıtları ve Hâkimiyet-i Milliye gazetesinden öğrendiğimize göre, sadece şapka sebebiyle 33 kişi idama mahkûm olmuştur. Mecliste kanun aleyhinde konuştuğu için Nureddin Paşa bile mahkemeye çıkarılmıştır. Ne gariptir ki, kanundan birkaç ay evvel meclis merdivenlerinde başında hasır şapka ile gördüğü genç muhabir Hikmet Şevki’yi “Anandan şapkayla mı doğdun?” diye tokatlayan Kel Ali, şimdi şapka giymeyenlere ceza dağıtmaktadır.”[9]
***************
-“ Köy Enstitüleri büyük ölçüde komünist Sovyetler Birliği rejiminden aparılmıştı ve rejime sadık kullar yetiştirme yanında Kemalist ideolojinin köylere indirilmesi projesinden başka bir şey değildi.
… Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki Enstitülerden mezun olan yazarların birçoğu
Kemalist, milliyetçi, sol-sosyalist-milliyetçi ideolojinin dışına çıkamamışlardır. Bu
konuda Enstitülü yazarların eserlerinden birçok örnek vermek mümkündür.
Köy Enstitülerinden mezun olmuş, öğretmenlik yapmış, bilim insanı unvanını almış,
roman, hikâye, şiir yazmış birçok Enstitülü kendisini sosyalist, devrimci, solcu, demokrat olmanın yanı sıra milliyetçi, Atatürkçü, Kemalist olarak da addeder.
…. Köy Enstitülerinin kuruluş maksadı okuma-yazma öğretmek ve öğretmen yetiştirmek değildi. Cemiyet düzenini bozan hareketlere karşı ihtilal yaparak idareye el koymak, devrim sürecine, Marksizme ve Komünizme bir an önce ulaşmaktı. Müfredatın ideolojik dayatmaları, öğretmenlerin telkinleri, kitap ve konferansların muhtevası bunları yeterince çıplak bir şekilde ortaya koyuyordu.
… Daha sonraki yıllarda yapılan şikâyetler üzerine tutulan müfettiş raporlarında
belirtildiği gibi, enstitülere davet edilen misafir öğretmenler, köy çocuklarına
“Allah’a inanıyor musun?” diye soruyor, inananları küçümsüyorlardı. Ayrıca:
1. “Aile kutsiyeti saçma sapan bir inanıştır. Tabiat, senin karın, benim karım diye bir ayırım yapmamıştır.
Bu, insan egoizmasının meydana çıkardığı bir şeydir. Bunları ortadan kaldıracak olan bizleriz” diyorlardı.
2. “Bugün biz hâlâ komünizmi kabul etmiyorsak bu o rejimin kötülüğünden değil, bizim kafamızın geriliğindendir” diye konuşuyorlardı.
3. Enstitülerde Marx ve Engels’in yazdığı Komünist Beyannamesi teksir edilmek suretiyle dağıtılıyordu.
4. Rus eğitim sistemi övülüyor, eğitimin ona göre yapılması telkin ediliyordu.
5. Düziçi Köy Enstitüsünde bayrağımızdan ayyıldız çıkartılarak onun yerine orak-çekiç çiziliyordu.
Köy Enstitülerine davet edilen diğer öğretmenler: “Arkadaşlar! Köle olarak yaşayan köylüyü kurtarmak bize kalmıştır. Bunun için hükümeti devirmek, yerine geçmek, şehrin apartman sahibi ile köyde nemli toprak altında yaşayanın hakkını eşit etmeye
çalışmalıyız. Bunun için yegâne çare Komünistliğin ilan edilmesidir” diye konuşuyorlardı. Öğrencilere Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Maarifi, Karl Marx, hayatı ve eserleri konulu konferanslar veriliyordu.
7. Öğrencilere Komünist yazarların eserleriyle Yurt ve Dünya, Adımlar, Ant, Pınar, Gün, Ses gibi komünist dergiler dağıtılıyordu. Köy Enstitülerinde bu komünist telkinlere karşı çıkan öğrencilerle kendilerini Komünizme kaptıran öğrenciler arasında
zaman zaman kavgalar çıkıyordu.
Özetle:” “Bu memleketi yirmi beş yılda kızıllaştırmak isteyen bir komünist kundağı kurulmuştur.
…. Pulur Köy Enstitüsünde “rejim aleyhi telkinler yapmak ve sosyalist fikirleri geniş
ölçüde yaymak için çok sistemli bir metot takip edildiğini” belirten Müfettiş F. İsfendiyaroğlu’nun raporu, Pulur Köy Enstitüsü özelinde Köy Enstitülerinin komünizm propagandasının gerçekleştirildiği yapılanmalar haline geldiğini gösteren en sarsıcı örneklerden biri.”[10]
-Bende buna şahidim.
İlk açılan köy enstitülerinden biri olan Kırşehir/Çiçekdağı ilçesine 24-Ocak-1986 yılında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni olarak atandım.
Daha göreve başlamam bile problem oldu. Okul müdürü parmağımda bulunan gümüş yüzüğün çıkarılmasını istedi yoksa göreve başlama kağıdını imzalamama müsaade etmedi.
Kendisiyle üç saate yakın mücadele ettim.
Çiçekdağı Lisesinde 370 öğrenci kalıyordu. Bende bekar olduğumdan onların başlarında eğitmen olarak 1,5 yıl kaldım.
Özellikle doğudan gelen son sınıf Öğrencileri pansiyona Cumhuriyet gazetesi getiriyordu.
Mani oldum ve bana şu itirafta bulundular;
-Hocam geçen sene Fen Bilgisi öğretmenimiz sınıfta Allah diye bir şey yok, diyordu.
Bu günlere kolay gelinmedi.
-Cemal Kutay:” 1923’te benimsenen bir Türkiye Türkçülüğü masalı ile koskoca bir imparatorluğun kalıntısı olduğumuz hakikatine göz kapatılmış, tarihî gerçekler kaskatı bir mantığın insafsız ve merhametsiz kabuğuna sarılmıştır.”
-Bugün azımsanmayacak derecede büyük bir güruh kendi celladına adeta aşık olmuştur.
O da aile boyu.
“Celladına aşık olmuşsa bir millet, ister ezan ister çan dinlet. itiraz etmiyorsa sürü gibi illet, müstehaktır ona her türlü zillet. “Ömer Hayyam
-” Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?
İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular; doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden
okunan Kur’an’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız semtlerde, yani alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler; yoksa ne muhit, ne yaşayış, ne semt hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.
Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerine yerleşirlerdi; fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi. Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını
arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz kefere (kâfirler) Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan ari, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar’a bakınız, bir de Kadıköyü’ne. Üsküdar’ın yanında Kadıköy Tatavla (Kurtuluş)’yı andırır. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz, bu son asırda peyda olan semtlerle, İstanbul içlerini mukayese ediniz.
…Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük.
O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında anne millete dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!” Yahya Kemal Beyatlı.
-” Osmanlı, yâd elleri kanıyla vatanlaştırmıştı, kanıyla ve adaletiyle.
Kâfir çocuklarına kucağını açmış, onlara kendi ruhunu nefhetmişti. [üflemişti]. Mağlupların evlatları birer cihan pehlivanı oldular: “Ruy-i zemine şemşir gibi” saldığımız “demir kuşaklı” birer “cihan pehlivanı”.
Yeniçeri, hidayete eren küfür, dost olan düşmandır. Damarlarında yabancı kanı taşıyan yüzbinlerce insan, küfrü yok etmek için kanlarını sebil ederler.
Yeniçeri, Osmanlı’nın en büyük mucizesi. Avrupa’yı Avrupa’ya, kâfiri kâfire kırdırmak. Evet ama, zulmeti nura kalbetmek [dönüştürmek] için.. O zafer şahinleri, birer sulh güverciniydiler. Ülkelere sefalet değil, hakikat ve medeniyet götürüyorlardı. Bir davettiler, kardeşliğe, adalete, saadete davet.
….. İstikbâlimizi kendimize karşı kazanmak zorundayız önce. En büyük tehlike: Bu tefekkür ataleti, bu zillete rıza, bu gururundan soyunuş.
İnsanın tek izzeti: Tefekkür. İnsan, “hayvan-ı natık” [konuşan hayvan] olduğu için, “ahsen-i takvim” dir [yaratılmışların en güzelidir]. Beni hayvan-ı nâtık olmaktan men ediyorsunuz, ne haddiniz diyemiyorum size. Esaretimden memnunum demek. Ama ben vicdanınızım, vicdanınız ve şuurunuz. Uçuruma koşuyorsunuz, durun diyemiyorum.
Bu teslimiyet bir idrakin intiharıdır, bir idrakin, yani bir milletin. Korkunuz…”Cemil Meriç.
-“ Ramazan bir ay, bazan 29, bazan 30 gün sürer. 29 gün Ramazanlarında, “bizim bir günümüzü çaldılar” diye alakalarıyla serzenişlerde bulunurlar. 30 gün oruç tutanlar Bayramın birinci günü oruç tutmadığından birşey yemeğe utanır ve bir nevi gündüz yemenin acemiliği ve mahcupluğu içindedir. Adeta giden Ramazandan sıkılır. Ramazan gidiyor, acaba bir daha seneye çıkacak mıyım diye ağlayanları bilirim ben.” Süheyl Ünver.
-“ Şehrin, Batı Avrupa an’anesinden tamamen farklı bir biçimde oluşumunun en belirgin örnekleri İslam şehirleridir. En parlak ve İslamî özelliği en üst düzeyde yansıtan şehirlerin de Osmanlı şehirleri olduğu söylenebilir.” Turgut Cansever.
-“ Sultan Abdülhamid ne derecelerde âdil veya i’tisâfâr idi? Onu burada teşrîh etmek nâ-be-mevki’ ve nâ-be-hengâmdır. Fakat gözlerini müebbeden kapamadan gördü ve kâni’ oldu ki pek ziyâde aranıyor. Ve Sultân Hamid’i arayan gözlerde hem telehhüf, hem nedâmet yaşları aynen görünüyordu.
Tabutu Topkapı Sarayı Hümâyûn’unun Hırka-i Saâdet dairesinden çıkarılırken bendegânı ağlıyor, düşmanları ağlıyordu. Ayân ağlıyor, meb’ûsân ağlıyor, hatta en büyük sitem-dîdelerinden olan Müşir Fuâd Paşa Hazretleri bile ağlıyordu. (…)
Ahmed Celâleddin Paşa’nın Hırka-i Saâdet dâiresi önünde bana söylediği sözleri mâdeme’l-hayât unutamam. Bu merdoğlu merd Çerkes, “Benim Allâh’a ve ahirete i’tikâdım vardır. Eğer velînimetim, bazı ef ’âlinden dolayı itâb-ı İlâhîye dûçâr olacaksa Allâh onun yerine beni cehenneme koysun!..” diyor ve hüngür hüngür ağlıyordu.
Daha ötede Sultân Abdülaziz’i hal’inden sonra kayığında Topkapı Sarayı’na kadar takîb etmiş olan Ser-esvâbı vefâkâr İlyas Bey ağlıyor, bütün cemâat, bütün ümmet ağlıyordu. Ayasofya’nın Sultân Mahmud Türbesi’ne kadar biriken binlerce halk ağlıyor, kadınlar “vâh vâh!..
Babamızdın, bizden büsbütün ayrıldın!.. Bizi kimlere bırakıyorsun!..” nevhalarıyla ağlıyordu. Milleti onu cân u dilden affetmişti. İnşâallâh onun da rûhu milleti affeder” Süleyman Nazif.
Dünya bizi beklemektedir.
Bizde bir asırdır kırılacak zincirlerin son bulmasını bekliyorduk.
*TÜRKLER YENIDEN GELECEK! Dr. Hüseyin Kansu anlatıyor: “1 Eylül 1996’da Aliya İzetbegoviç’e Saraybosna’da uluslararası bir ödül verilecekti. Bu ödül törenine biz de katılmıştık. Aynı zamanda Emin Saraç Hocaefendi de katıldı. Emin Saraç Hoca, “Hüseyin! Senin burada çok tanıdığın var. Bizi böyle bir âlim, bir abid, bir Allah dostu ile buluştur; ziyaret edelim kendisini.” dedi. “Peki efendim.” dedim. Sabah namazını kılmıştık. Daha sonra Emin Saraç Hoca, Mustafa Ataş, Ekrem Kızıltaş ve daha birkaç arkadaşla birlikte Hacimuliç Efendi’nin evine gittik. Bizi sokak kapısında karşıladı. Kollarını açtı. Emin Saraç Hoca’ya yaklaştı ve dedi ki: “ 120 senedir yolunuzu bekliyorum. Hep diyorlardı ki ‘Türkler bir daha gelmeyecek!’ Bense diyordum ki hayır, Türkler mutlaka gelecekler ve bir daha gitmemek üzere gelecekler. İşte geldiniz.” Sarıldılar, başladılar ağlamaya. Hepimiz onlara sarıldık. Böyle kaç dakika ayakta kaldık bilmiyorum. Sonra “Buyurun efendim!” dedi. İçeriye girdik. Evi iki katlı, bahçe içerisindeydi. Dedelerinden kalma iki yüz elli yıllık bir ev olduğu söyleniyor. Yukarı katta oturuldu, sohbet edildi. Emin Saraç Hoca, beni gördüğünde her zaman ‘Hüseyin, Halid Efendi’yi gördüğünde benim selamımı söyle!’ diye sitayişle bahsederdi ve başkalarına da anlatırdı. Vefatından dört gün önce Saraybosna’ya gitmiştim. Büyük oğlumun kızı dünyaya gelmişti. İsim koymaya beni çağırdılar. Döneceğim gün, karlı da bir gündü. Sabah sekizde telefon geldi. Telefondaki ses “Hacimuliç Efendi’yi kaybettik!” dedi. Hemen oğluma “Benim dönüşümü iki gün öteye erteleyelim.” dedim. Cenazesinde bulundum. Bana nasip oldu.”[11] MEHMET ÖZÇELİK
Madden ve manen defolu, yaralı, özürlü hale getirilen çocuklarıdır.
Başarılı ve sağlıklı olanlar ise gayret, niyet, samimiyet ve iradesiyle kurtulmuş olanlardır.
Bir şekilde aslına, nesline, kök ve değerlerine bağlı kalanlardır.
Bu asrın insanı her kanaldan vuruldu, beslendiği damarlar tıkandı.
Bunların başında önce maneviyat kanalları tıkandı ve yok edilmeye çalışıldı. [1]
Daha sonra ise zehirler enjekte edilmeye çalışıldı.
Üç yüz yıllık bir hesap ve sürekli yenilgilerin neticesinde ortaya konulan planlarla ve planlı olarak.
“Bize bir nazar oldu / Cumamız Pazar oldu.
Ne olduysa hep / bize azar, azar oldu.”
1970 yılları inancımıza, ana trafomuza ilk açıktan saldırı oldu. Dinsiz bir nesil oluşturulmaya çalışıldı.
Zaten yüz yıllık maddi ve manevi kıtlıkla yetişen bu nesil büyük bir şok geçirmeye başladı.
Bu nesil şoklu bir nesildir.
1980 yıllarıyla başlayan görmemişlik, geçmişten gelen açlık ve susuzluk neticesinde zenginlik ve ölçüsüzlük ilk kırılan kapımız oldu.
Görünen o ki; şu anda milletin sıkıntısı darlıktan değil, bolluktan.
-Tek Tv-nin ve arkasından tv-lerin dünyamıza girmesiyle adeta kanalizasyonlara akmayan kanallar, evlerimize akar oldu.
Nesiller kirlenmeye başladı.
“Yeşilçam’ın ‘çirkin’ yılları: Bu tarz filmlerde oynamama imkân yoktu.
Usta oyuncu Ediz Hun’un hayatını anlatan “Film Gibi Geçti” kitabı Yeşilçam’ın kamera arkasına da yıllar sonra ışık tutuyor. 1965’ten 1970’e kadar ortalama yılda 8-9 filmde oynayan Hun, ilerleyen yıllarda ortalıktan kayboldu. Nedeni sektördeki erotik film furyasıydı. Ediz Hun, “Benim bu tarz filmlerde oynamama imkan yoktu” diye açıklıyor.”[2]
Üçüncü bir nesil oluşturulmaya çalışıldı.
Doğumunda ezanla ismi konulan, ölünce cenazesi camiye getirilerek cenaze namazı kılınan ve isterse cumadan cumaya, bayramdan bayrama giderken, akşamdan akşama her haltı yapan bir güruh oluştu. Yani;
Birilerinin Türkiye’de istediği Müslümanlık, istediği zaman içip istediği günahı işleyecek, istediği zamanda bayram namazına gidip, gerekirse kurban kesecek, ömrünün sonuna doğru elden ayaktan düşünce, evde kabul edilmeyince, bir statü kazanmak ve aklanmak içi hacca gidip, gerekirse de namaza başlayacak.
Allah merhametlidir.
Cehennemde yakmaz, nasıl olsa.
O kadar kâfir içinde benimi yakacak.
Ne kadar müslümansa?!
“İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz” derler.”[3]
İki bin yılından itibaren kontrolsüz bir internet nesli çıktı.
Bu büyük nimete kontrolsüz dalındı.
Kayıplar verildi.
İnsanların interneti, bilgisayarı ve telefonu kontrol etmesi gerekirken, onlar insanları kontrol edip, yönlendirmeye başladı.
Üçüncü bir cinsiyetin kapıları açılmaya başladı.
Eşcinsel, lgbt ile zaten ateşin düştüğü evler, yakılmaya çalışıldı. Birde kılıf bulunmaya çalışıldı.
Eskiden bir şey bozulunca tamir edilir. Yırtılınca dikilir. Kırılınca yapıştırıldı. Şimdilerde ise otomatikman atılıyor. Değiştirme yoluna gidiliyor. Ailelerde öyle olmuş. Boşanmaların sebebi de bu.
Kullan, at…
Beğenmedin, değiştir.
Elektrik almadın, düğme bozuk, şartel kapalı.
-Eşcinsellik doğuştan mıdır?
Allah yaratışı mükemmel yapmaktadır.
Fabrika çıkışı maddi ve manevi gelişmeye müsait, nihayet Kemal ve Cemalde yaratılmaktadır.
Beşerin eli karışmadıkça.
Tinet ve karakter bozulmadıkça.
-“Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana Allah’ı şahid tutan, işbaşına geçince, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeğe çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez.”[4]
İnsan erkek ve dişi olarak yaratılmıştır.
-“Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.”[5]
Bu insanlarda olduğu gibi, hayvan ve bitkilerde de söz konusudur.
Çift cinsliyetli olanlarda zaten iki cinsten biri olmayı seçebilmektedir.
Nitekim bizde iki sanatçı bu özellikte idi.
Toplumun bu noktada zihnini bulandıranlar lgbt propagandası yapıp, gençleri Lut kavminin ahlaksızlığına sevk etmek içindir.[6]
Yoksa böyle bir gen meselesi yok.
Tinet ve karakter meselesi var.
Ehl-i irfân arasında aradım kıldım talep. Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep.
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri gençlik yıllarında iken, Bağdat’ta bir işi olması sebebiyle uzun bir yolculuğa çıkar… Bu yolculuk esnasında bir dere kenarında balık tutmaya çalışan derviş kılıklı bir adama rastlar,adama yaklaşır ve selam verir! Ne yaptığını sorar!
Adam: ben gördüğün şu sazdan yapılmış kulubede yaşıyorum,geçimim içinde her gün iki balık tutarım, biri kendim için biriside sizin gibi yolu düşenlere ikram etmek için der.
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri adama misafir olur…adam ne tarafa yolculuk yaptığını sorar…mübarek: Bağdat’a doğru gidiyorum deyince adam çok sevinir ve “benim orada çok sevdiğim bir ALLAH adamı vardır.. O nun yanına uğrayıp benim için nasihat etmesini rica edermisin.” der..
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri : tabi zaten gidiyorum.orayada uğrarım der..neyse yolculuk devam eder..
Bağdat”a varır.. kendi işlerini gördükten, sonra! “şu dervişin dediği zata bir uğrayayım diye düşünür… ve o adrese uğrar..
bir de bakarki, kapıda nöbetçiler ve bir sürü hizmetlileri olan ulu bir konak!
Derdini anlatır, o zatın kendisini kabul edeceği haber verilir…içeri girer,O zatla tanışır.! sohbet ederler,dervişten bahseder, O zat dervişi tanır..
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri müsaade istemeden önce dervişin nasihat istediğini söyler…
O mübarek zat bir süre gönlüne eğildikten sonra başını kaldırır ve “söyle ona dünyayı gönlünden çıkarsın” deyince
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri şaşırır ama bir şey söylemez….ve oradan ayrılır…
Günlerce süren yolculuktan sonra tekrar o dervişin oturduğu sazdan kulubeye varır..
Onunla hoş beşten sonra,derviş O mübarek zat bana nasihat ettimi diye heyecanla sorar!
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri:”Evet sana nasihat etti…” dedi ki “söyle ona dünyayı gönlünden çıkarsın” deyince.. derviş bir nara atar ve bayılır!..
Ayıldıktan sonra Muhyiddin-i Arabi Hazretleri onun bu haline hayret ederek derki! “ben bu işten bir şey anlamadım..Sana dünyayı gönlünden çıkartsın diyen zat ihtişam içerisinde nöbetçileri, hizmetçileri olan ulu bir konak ta yaşıyor…
Ve senin gibi hiç bir şeyi olmayan bir dervişe “dünyayı gönlünden çıkartsın” diyor..
sende bu hale düşünüyorsun bu işteki sır nedir? bana da söyle…
Derviş derin bir ah çektikten sonra “benim” diyor “işte sende gördün dünya adına neredeyse hiç bir şeyim yok geçimimi dereden balık tutarak temin ediyorum, sazdan yapılmış kulübemde ise abdest almak için kullandığım bir İBRİĞİM var, lakin ben ne zaman namaza dursam zikre, ibadete yönelsem bütün varlığım olan o İBRİK kaybolurmu? yoldan geçen birisi alırmı? düşüncesi benim kalbimi sürekli meşgul eder!
“O” zat bir sürü dünya malına sahip iken hiç bir malı “O” nunla ALLAH arasına girmezken benim üç kuruşluk “ibriğim” bana perde olur, ALLAH”la arama girer….onun için “O” mübarek bana bu nasihatte bulunmuş deyince,
Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin gönlünde büyük fırtınalar kopmasına sebep olur….
**************
Nasreddin Hoca’nın Evliliği
Nasreddin Hoca’ya sormuşlar:
– Hocam, evliliğiniz nasıl geçti?
Hoca da anlatmış:
– Evliliğimizin ilk senesi çok güzel geçti… Ben söyledim, hanım dinledi,
ben söyledim hanım dinledi… İkinci sene, bizim hanım işi anladı… O
söylemeye başladı… O söyledi ben dinledim, o söyledi ben dinledim…
– Peki, hocam, sonra nasıl oldu, diyenlere de,
– Hiç sormayın, demiş, sonraki yıllarda da, ikimiz birlikte söyledik,
komşular dinledi…
İmam-ı Azam ve yaşlı annesi
Bir gün İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin yaşlı annesi, oğlundan kadı
efendiye yeminle ilgili bir soru sormasını ister. Ebû Hanife, Bağdat’ın en
büyük âlimi olmasına rağmen annesinin gönlünü hoş etmek için kadıyla
görüşür ve ona annesinin sorusunu sorar. Kadı efendi de sorunun cevabını
Ebû Hanife’den öğrenir. Sonra da “Bu cevabı annenize aynen söyleyin.”
der. Ebû Hanife annesine gider ve sorusunun cevabını verir. Böylece
gönlünü hoş etmiş olur. Ebû Hanife cevabı kadı efendiden daha iyi bildiği
halde annesine “Ben kadıdan daha iyi bilirim.” vb. bir ifade kullanmaz..
Âlimlerin rivâyetlerdeki titizliği:
Suriyeli merhum âlim Abdülfettâh Ebû Gudde Hoca Efendi, Safahât min
Sabri’l-Ulemâ alâ Şedâidi’l-İlm ve’t-Tahsîl isimli eserinde hadis âlimlerinin
bir hadisi, hatta bazen hadisteki bir kelimeyi doğru bir şekilde yazmak için
ne zorluklara katlandıklarına dâir birçok örnek verir. Bunlardan bazıları
şöyledir:[160] Tâbiîn âlimlerinden Ebu’l-Âliye (rh) şöyle demiştir:
“Biz Basra’da Resûlullah (sav)’ın ashâbından rivâyet edilen bir hadis
duyardık. Fakat içimiz rahat etmez, onların ağzından duymak için
bineğimize atlar, tâ Medine’ye giderdik.”
Yine tâbiîn âlimlerinden Saîd b. Müseyyeb (rh) şöyle demiştir:
“Ben tek bir hadisi öğrenmek için günlerce yolculuk yapardım.”
Başka bir tâbiîn âlimi, ilim ve takvâsıyla meşhur İmam Şa‘bî (rh) üç hadis
duymuş, belki Resûlullah (sav)’la görüşmüş birisini görür de bu hadisleri
sorarım ümidiyle Kufe’den kalkıp Mekke’ye seyahat etmiştir.
Yine tâbiîn âlimlerinden Hasan el-Basrî ve Mesrûk’un bir hadis değil
sadece bir kelimenin doğru şeklini öğrenmek için seyahat ettikleri rivâyet
edilmiştir.
*Şair Nâbî
Osmanlı Devleti’nin büyük şâirlerinden Urfalı Yusuf Nâbî 1678 senesinde
bir kafile ile hac yolculuğuna çıkar. Kafilede bazı devlet adamları ve paşalar
da vardır. Hicaz bölgesine giren kafile gece yarısı Medine-i Münevvere’ye
yaklaşmış ve bir yerde konaklamıştı. Nâbî bakar ki kafilede bulunan bir
paşa ki rivâyetlere göre bu kişi Râmi Mehmed Paşa’dır, muhtemelen
farkında olmadan ayaklarını kıble tarafına doğru uzatmış yatıyordu.
Mübarek topraklarda gördüğü bu manzara Nâbî’nin canını sıkar, bu duruma
üzülür. Hemen paşanın duyacağı bir şekilde içinde şu beyitlerin yer aldığı
meşhur şiirini okumaya başlar: Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!
Nazargâh-i ilahîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.
Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyâdır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu. Bu beyitlerin günümüz Türkçesi şöyledir: Edebi terketmekten sakın! Zira burası Allah’ın Habibi’nin beldesidir.
Burası, Allahu Teâlâ’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed
Mustafâ’nın makamıdır.
Ey Nâbî, bu dergâha edep şartlarını gözeterek gir.
Burası, meleklerin tavaf ettiği ve peygamberlerin (toprağını, eşiğini)
öptüğü bir yerdir. Bu beyitleri işiten paşa hemen toparlanır. Nâbî’ye dönerek:
– Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye
sorar. Nâbî şöyle der:
– Sizi bu halde görünce içime gelen ilhamla şimdi yazdım ve okudum.
İkimizden başka bilen yok!
Paşa şöyle der:
– Öyleyse aramızda kalsın.
Kafile, sabah ezanına yakın Mescid-i Nebevî’ye yaklaşır. Bir de bakarlar
ki mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî’nin paşayı
uyardığı şiirini okuyorlar. Nâbî ve paşa şaşırırlar. Hemen müezzinin yanına
giderler. Nâbî büyük bir heyacanla sorar:
– Allah aşkına söyle, ezandan önce okuduğun o kasideyi kimden
öğrendin?
Müezzin der ki:
– Bu gece Peygamber Efendimiz (sav)’i rüyamda gördüm. Bana şöyle
buyurdular:
– Ümmetimden Nâbî adında bir şair beni ziyarete geliyor. Onu, ezandan
önce, benim için yazdığı kasideyi okuyarak karşıla!
– Ben de Efendimiz (sav)’in emrini yerine getirdim.
Müezzinin bu müjdeli sözlerini duyan Nâbî sevincinden gözyaşları döker.
Karahan, Nâbî, s. 10
*Kusurlu Mal
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe (rh), ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin
çocuğu olarak Kûfe’de dünyaya gelmiştir. Kendisi de ilim öğrenmeye
başlamadan önce kumaş ticaretiyle uğraşmış, ilim hayatına atılınca da
ticaret işini ortakları aracılığıyla sürdürmüştür.
İmam-ı Âzam’ın Hafs adında bir ortağı vardı. Onu kumaş satması için
zaman zaman komşu şehirlere gönderirdi. Yine bir gün onu şehir dışına
gönderirken:
– Şu şu mallar kusurlu. Bunları satacağın zaman alıcıya söyle, diye uyarır.
Hafs bütün malları satarak Kufe’ye geri döner. Kusurlu elbiseleri de
kusurlarını söylemeden satmıştır. Ve bu elbiseleri kimlere sattığını
hatırlamaz.
Ebû Hanîfe bu durumu öğrenince içi rahat etmez ve bu kusurlu malların
tamamının parasını ihtiyaç sahiplerine dağıtır.
Ebû Hanîfe insanların sevgisini kazanmaya çok düşkündü, dostlukları
sürdürmeye özen gösterirdi. Herhangi birisi yanına oturup da kalktıktan
sonra onu tanıyanlara durumunu sorardı. İhtiyaç sahibiyse ihtiyacını giderir,
hastaysa ziyaretine giderdi. Bu yolla insanların gönlüne girer, sevgilerini
kazanırdı.
(Abdurrahman Ra’fet el-Bâşâ, Suver min Hayâti’t-Tâbiîn, I, 489-490; Ebû
Zehra, Ebû Hanîfe, s. 34.)
***********
Mübârek bir cum’a günü sevgili Peygamberimiz, mescidde hutbeye çıktılar.
Hazret-i Abdullah da telâşla, cum’aya yetişmeye çalışıyordu. Henüz epeyce ilerde, “Beni Ganm”de bulunuyordu. Tam o sırada, Peygamber efendimizin:
– Oturun! buyurduklarını işitti.
Derhal bulunduğu yere oturdu. İki Cihân Güneşi’nin hutbeleri bitinceye kadar da, yerinden kalkmadı. Bu hâli gören Müslümanlar, durumu Peygamber efendimize arz ettiler:
“Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud, Câlût’u öldürdü. Allah, ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”[1]
**************
Yunanın Helenizm hayal ve heyulası, Ermenistan’ın büyük Ermenistan kuruntusu, İsrail’in büyük İsrail hırçınlığı, İran’ın Sasani İmparatorluğu düşüncesi hiç bitmeyecek ve sürekli canlı tutularak yaşatılacaktır.
Biz istisna tutulduk.
Neredeyse yüz yıla yakın bizdeki Osmanlı hayali sadece küllenip tozlanmadı, paslanıp yok edilmeye çalışıldı.
Çünkü Osmanlı’nın altında ve arkasında İslam’ın evrenselliği ve İ’la-i Kelimetullah vardı.
Bizdeki o ruh yok edilmek üzere hapsedildi.
Ordu’da bulunan o ruh yeni yeni uyku sersemliği içerisinde kendine gelmektedir.
Geldikçe hem kendi din kardeşlerine ve de insanlığın imdat ve yardımına koşmaktadır.
Bizdeki cihat ruhu öldürülmeye ve söndürülmeye çalışıldı.
Cihatta iki hedef bulunmaktadır;
Biri, düşmanın tehdit ve tehlikesini defetmek. Tıpkı PKK ve Deaş veya terörü besleyen unsurlara karşı mücadele etmek. Bu ise silahla ve askerle olur. Buda kılıçların kınından çıkarılmasını gerektirir.
Diğeri ise, manevi mücadele ile kılıçların kınına girmesiyle, medenice ve ikna yoluyla tebliğ faaliyetinde bulunmaktır.
Hristiyanlık dünyası ve batı birinci yolu tercih edip, ikinci yolu istemiyor. Kaostan besleniyor. Sonucu ve bitişini şimdiden görüyor. Sulh anında insanlığın nazarının İslamiyet’e ve düşünüp sorgulamaya varacağını siyaseten biliyor.
Kur’an’ı Kerim[2] ve hadisi şerifler[3] cihadı emreder.
Bu zamandaki en büyük cihat, manevi cihattır.
Daha açık ifadeyle, marifet cehenneme göndermek değil, cennete yönlendirmektir.
Kaybetmek değil, kazanmaktır.
Şehitlik mi daha üstün yoksa gazilik mi diye sorsam, haklı ve doğru olarak şehitlik diyeceksiniz.
Oysa şehit ölen, gazi ise öldürendir.
Bizde öldüren değil, sulhu sağlamak amacıyla ölen üstündür.
Böylece öldürmek esas ve üstünlük sebebi değildir.
Batı bu noktada öldürme hırsını ve saldırganlık hırçınlığını hiç değiştirmedi. Artarak sürdürüyor. Sulh ortamı istemiyor.
Geriye ise şu kalıyor;
Batı bunların bedelini ya hastalıklarla, ya ekonomik kayıplarla veya deprem, sel, yangın gibi kayıplarla ödeyecektir.
Aklını başına alana kadar.
Alemde esas olan sulhtur.
Sulhta hayır vardır.
Bu dünya herkese yeter.
Paylaşıldıkça artar.
Öldürmeye yönelik yapılan yatırımların onda biri dahi, hayata döndürmeye yatırılsa, dünya çok daha iyi yaşanılacak bir yer olur.
“Biz “KaIu Belâ”dan Cemiyet-i Muhammedîde (a.s.m.) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız, Tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, îmandır. Mâdem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min, İlâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir. Zira, ecnebiler, fünun ve sanayi silâhiyle bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silâhiyle, Îlâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Ama, cihad-ı hâricîyi, Şeriat-ı Garranın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havâle edeceğiz. Zîra, medenîlere galebe çalmak iknâ iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur.”[4]
–”Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, daha adil ve demokratik bir dünya düzeni inşa etme çabasında, bölgesel ve küresel gündemdeki birçok güncel sorunu çözmede İslam dünyası devletlerinin geleneksel ortakları olduğunu söyledi.”[5]
”Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir.
İki dehşetli Harb-i Umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılıç çekemez.”[6]
*************
Yunanın memleketimize gelmesine veya saldırmasına gerek yok ki, buradaki temsiliyetlerle bu işi çok daha iyi yürütürler.
Kendisini tanıtmaktan, Ayasofya’yı müzeye çevirmeye kadar avukatlık yapacaklar fazlasıyla mevcut.
“CHP’li Uzunköprü Belediyesi, Şubat ayında tahrip edilen ve Uzunköprü Adalet Meydanı’nda bulunan Adalet Anıtı’nın yerine yenisi yerleştirdi. Adalet Tanrıçası Themis anıtının açılışı için tören düzenlendi. Törene Edirne Belediye Başkanı Recep Gürkan ve çok sayıda CHP’li katıldı.”[7]
Zira Yunan sevdalıları Yunan’a parmak ısırttıracak derecede sevdalı!
-Sayın Cumhurbaşkanının mesajı açık ve netti:
“Ey Yunan tarihe bak. Çok daha fazla ileri gidersen bunu bedeli ağır olur. Yunanistan’a tek cümlemiz var: İzmir’i unutma. Adalar’ı filan işgal etmeniz bizi bağlamaz. Vakti saati geldiğinde gereğini yaparız. Bir gece ansızın gelebiliriz”.
-İktidar uğruna her şey meşru görülüyor.
İktidar olma uğruna her gayri meşru yol deneniyor.
İktidar uğruna hukuken gayri meşru sayılanlar, hukukun gayri meşru sayılmasıyla hukukileştiriliyor.
İktidar uğruna vatan, namus ve din gibi değerler, teferruat kabul ediliyor.
İktidar hırsı, gözleri kör etmiş.
Körlerin iktidarına oynanıyor.
-Yönetici veya lider olarak seçtiklerimizi ve kim olduklarını hatta soylarını ve bu milleti temsil edecek bir kimse olup olmadığını biliyor muyuz?
Bilmiyoruz değil mi?
Soyadı kanunu boşuna çıkmadı ve çıkarılmadı..
Parti hastalığı ve körlüğü ile kim olursa olsun demeyip, ne olduğuna bakmayıp körlemesine ve kör-cesine değerlendirip, oy veriyoruz.
Suriye bu hale nasıl geldi?
Esat, Şiiliğin kolu olan Nusayri’dir.
Bunlarda Suriye’de yüzde sekizdir.
Ancak yönetim ve özellikle askeri hakimiyetle, yüzde doksan ikiye hakim pozisyonundadır.
Yüzde sekiz yüzde doksan ikiyi Suriye’den sürmüş ve yüzde onunu da öldürmüştür.
ABD, İngiltere, İsrail ve batı yüz yıl önce uyguladığı azınlıkları çoğunluklara hakim kılma politikasını bugün Şii ve kolları üzerinde ve de Ortadoğu çapında bunu tesis edip, sürdürmeye çalışmaktadır.
Zira onlar için en iyi kontrol edilecek devlet, içinde birbirleriyle kavgalı olan devletlerdir.
Aynı sıkıntıyı Mısırda yaşadı ve hala Sisinin kim olduğunu ve kimi temsil ettiğini bilmiyor.
Yapılan inkilaplar ve onların zorla yerleştirilmesinde gösterilen zulümler elbette adaleti ve toplum birliğini tesis etmez ve de edemez.
Yüz yıllık kavga işte akıtılan bu kanların bir tezahürüdür.
-”Diyarbakır eski Milletvekili Tarık Ziya Ekinci, Hasan Cemal’in Kürtler kitabında yayınlanan açıklamasında, Lice’deki mahkemenin ilk kurbanının babasının amca oğlu Ömer olduğunu açıklıyordu. Ekinci şöyle diyordu:
“O yıllar, 1924-1925. Lice’de, Şapka inkılabının sonrası.
Şapka satan tek dükkân var Lice’de: Hikmet Çetin’in amcası Tahir. Ucuza getirip bayağı pahalıya satıyorlar. Ömer de tel çekiyor Ankara’ya, Mustafa Kemale: ‘Sıkıyönetim komutanı, falancada şapka ticareti yapıyorlar; 50 kuruşa alıp 5 liraya satıyorlar.’ Bu ihbar geri dönüyor, isyan sonrası Lice’den ilk idam edilen babamın amca oğlu Ömer oluyor.”[1]
-“Necip Fazıl Kısakürek, “Kürt Feryadı” adındaki yazısında, İstiklal Mahkemeleri’nin dehşetini, “Beraber mahkûm olmuşsa, önce oğulu idam edip babaya seyrettiriyor, sonra babayı asıyorlardı” diye anlatıyordu.”[2]
-“Rejim tarafından beğenilmesi nedeniyle, 1950’ye kadar aralıksız milletvekili atanan Vanlı ibrahim Arvasi, 1964 yılında yayınlanan “hatıra”larında, İstiklal Mahkemeleri’nin öteki yüzünü şöyle anlatıyordu:
“Savcı Süreyya Örgeevren, Şeyh Said İsyanından sonra, ne kadar baba-oğul varsa, evvela babanın gözü önünde oğlunu, sonra babayı asardı. Bu hususta feryadı figanlar zerre kadar kan kalbine tesir etmezdi.
Şark mebuslarından, İsmet Paşa’ya güvenenlerle güvenmeyenler ve korkudan kaçıp da oy vermeyenlerin hepsinin akraba-ı talukatı sürgüne gönderilip uzaklaştırıldı. Bir kısmını da İstiklal Mahkemesi’ne gönderdiler. Yalan ve yakıştırma kampanyası makineleri çalıştırılıyor, dünyada görülmemiş kötülükler, fenalıklar isnat ediliyor, gerçekmiş gibi işleme tabi tutuluyor ve kişiler cezalandırılıyordu. Hele İstiklal Mahkemesi’nde, Elazığ’da kelle müzayedesi (pazan, açık artırması) yapılıyordu. 500 altına bir kelle alınıp satılıyordu. Jurnali (ihban) hazıriayan başkomiser ile İstiklal Mahkemesi üyesi Ali Saib’in çete arkadaşı Aşkotanlı Paşo’nun da, fazla olarak 50 bin ahım vardı. Bu surede Ali Saib, Şark İstiklal Mahkemesi Başkanlığı’ndan Ankara’ya 60 bin altınla geldi. Ve netice olarak Doğu illerinde kulplu ve kulpsuz altının kökü kesildi. Şark istiklal Mahkemesi Savcısı Süreyya Örgeevren ise, Büyükada’da merhum bir mareşalin muhteşem köşkünü satın almıştı.”
Bu heyet. Şeyh Said ve arkadaşlarını yargılamış, haklarında hüküm vermişti.”[3]
-“İsmet Paşa’nın deyimiyle, amacı “isyanın yarattığı şartlardan faydalanmak” olan “ıslahat programı” 1925 Haziranında Van, Mardin, Siirt, Diyarbakır, Muş, Bingöl, Erzurum, Elazığ, Hakkari ve Bitlis bölgelerinde aynı anda yürürlüğe konuyordu. Ayrıntılar hariç her yerde aynı şiddet ve yöntemle uygulanıyordu.
Yıllar boyu süren “ıslahat”ın tanıklarından biri de Feyzullah Koç’tu. 2002 yıhnda hâlâ yaşayan Feyzullah Koç, “babamı diri diri yaktılar” diyor ve devam ediyordu.
..Yakın köylerde olaylar yaşanmaya, kaçıp kurtulabilenler, olanları anlatmaya başlayınca haberler doğrulandı. Toplu yok etmeler, ırza geçme, yakıp yıkma, soygun ve talan olayları artık konuşulan tek konuydu. Korku hakimdi ama, kimse ne yapacağını, kurtulmak için kaçıp nereye sığınacağını bilmiyordu. İnsanlar toplanıyor, ‘ne yapalım’ diye birbirine soruyor, kimse bir çıkış bulamıyordu.
Korku içinde beklerken, bir olay da yakınımızda patlak verdi.
Askerler, Palu’nun Karaman köyünü basıyor, rastgele 30 kişiyi katlediyor. Aynı müfreze, aynı gün Bahçacık köyüne geçiyor.
Orada da 40 kadar insanı katlediyor. Neleri var, neleri yoksa her şeylerine el konuyor; köyleri de ateşe veriyorlar.
Halbuki bu iki köy de ayaklanmaya karışmamış, isyana destek vermemişti. Tarafsız kalmış ama, gönülleriyle de devleti desteklemişlerdi.
Hatta, Bahçacık’ta şöyle bir olay da yaşanıyor:
Bahçacıklılar, Karaman’da olanlardan habersizler. Askerlerin köye doğru geldiğini görünce, susamışlardır diye soğuk su ve ayran hazırlıyorlar. Ellerinde su ve ayran bakraçlarıyla askerleri karşılıyorlar. İkramda bulunuyorlar. Askerler, sunulan su ve ayranı içtikten sonra harekete geçiyorlar. Köyü yakıp yıkıyor, değerli eşya ve kesilmek üzere hayvanlara el koyuyor, 40 kadar insanı da katlediyorlar.
…Babam, açlık ve sefalet içinde ölmektense, köye dönmenin daha iyi olacağı kararına vardı.
Toparlanıp Erdürük’e (Gökdere) döndük. Köyümüzde henüz bir şey yoktu. Ama korku hakimdi.
Varışımızdan birkaç gün sonra, 9. Alay köyümüze geldi. Yanlarında, hayvan gibi birbirine urganla bağlanmış 100-150 kadar insan vardı. Hepsi perişan haldeydi. Üsleri başları toz toprak, çamur içindeydi.
Askerler çok ani gelmişlerdi. Kimsenin saklanacak, kaçacak zamanı olmamıştı. Babam ve köyün öteki ileri gelenleri, onları beyaz bayrakla karşılamaya karar vermişlerdi. Bir beyaz bezi, ‘teslim olduk’ anlamında sopaya bağlayıp karşılamaya gittiler. Geldiler, beyaz beze bakmadılar bile. Köye yayılıp evleri sardılar. Silah istiyorlardı. Kimde ne varsa teslim edildi. Bıçak ve baltalar bile.
Sonra köyün erkeklerini bir araya topladılar, içlerinden bazılarını seçip, urganlarla birbirine bağladılar. Bağladıkları insan sayısı 50 kadardı. Babam ve amcam da aralarındaydı. Bizimkileri de yanlarında getirdiklerine katdılar. Esirlerin sayısı 200 dolayına çıkmışdı. Önlerine katıp, köyden ayrıldılar. Geride, ağlayan kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar kaldı.
Ağlayarak arkalarından bakarken, yavaş yavaş cesaretlendik.
Onlara ne yapacaklar diye uzaktan uzağa takibe başladık. Bitişiğimizdeki Hor köyüne gittiler. Tepelik bir yerde köyü seyretmeye başladık. Götürdüklerinden bazılarım, orada serbest bıraktılar. Onlar koşarak köyden ayrıldılar. Geri kalanları büyük bir ahıra doldurdular. Askerler, tüfeklerinin namlularına süngü takıp içeriye daldılar. Onca insanı süngülemeye başladılar.
İçerden yükselen feryat, figan, yalvarma ve inleme sesleri ta bize kadar geliyordu. Sonra askerler içerden çıktılar. Ahırın kapısına kuru ot ve saman yığıp ateşe verdiler. Bir feryat da o zaman başladı.
Süngüleme sırasında, insanlardan bazıları hemen ölmüştü.
Bazıları ise yaralıydı. Ahır tutuşturulduktan sonra, diri diri yakılan insanlar feryat ediyordu. Olanları uzaktan seyrediyor ve ağlıyorduk. Askerler, işlerini bitirip herkesin öldüğüne kanaat getirince gittiler. O zaman köye koştuk.
Köy, yanmış et kokuyordu. Ahıra kapatılan insanların çoğu yanmış, kömür olmuştu. Bazıları elleri, tırnaklarıyla duvarı delmiş, sürünüp dışarıya çıkmıştı. Onların içinde hâlâ nefes alanlar vardı.
Babam da sürünerek çıkmışdı. Ama uzaklaşamamış, duvarın dibinde ölmüştü.
Ölülerimizi toplayıp köyümüze götürdük, gömdük.”
…1925-1940 yıllan arasında, “hayali isyan”lar gerekçe gösterilerek tedip ve tenkiller yapıldı. “Islahat program”ından kaçış ve takip sırasında meydana gelen çatışmalar da “isyan” olarak adlandırılıyordu.
Bazen, “hayali isyanları” bastırmak için birilerinin tüfek patlatması da gerekmiyordu. Bu Kürt’ün ırza tecavüz girişimlerine tepki göstermesi de “isyan”dı.
Hiçbir şey olmasa, hayali olaylar yaratılıp Ankara’ya rapor ediliyor, oradan gelen emirle “tedip ve tenkil’e girişiliyordu.
“Ağrı İsyanı “ndan sonra en çok adı geçen, 1935’teki “Sason İsyanı” bu “hayali isyan”lardan biriydi.
Her yaştan binlerce kişinin öldürülmesi, köylerin yakıp yıkılmasıyla sonuçlanan bu “isyan”ın nedeni, bir yüzbaşının bir kadına tecavüz girişimine gösterilen tepkiydi.
Yüzbaşının ırza geçme girişimine tepki, Ankara’ya “isyanvar!” diye bildiriliyor, “tenkil” emri çıkarılıyordu.”[4]
Oysa Rahmetli babamın babasından naklettiği 14 yıllık savaş ve esaret hatıralarında Ermeniler’in yakma ve yıkma, öldürüp kan akıtma durumlarını anlatmıştı.
Bunların onlardan farkı nedir?
-Atatürk’ün bursa nutkunda söylediği; bu işin kansız olmayacağı sözü gerçek oluyordu.
-Mehmet Akif’te bu zulümden dolayı Mısıra kaçmıştı.
“Mehmed Akif’in mukavelesini niçin feshettiğine dair bizzat kendisinden aktarılan şu ifade yeterince açıklayıcı mahiyettedir:
“Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lâkin onu verirsem, namazda
okutmaya kalkacaklar. Ben o vakit Allahımın huzuruna çıkamam ve Peygamberimin
yüzüne bakamam.”[5]
-Mustafa Kemal döneminde Ayasofya’nın diskotek olması kararlaştırılmış, caz kulübü olması için çalışma başlatılmıştı. (Tarihçi Murat Bardakçı )
-Latife Hanımın 95 yıldır Gizlenen Mektubu
Latife Hanım sonradan devlet baskısına maruz kalan, bir zamanların önde gelen bir İstanbul gazetesinin editörü ve sahibine hitaben yazdığı aşağıdaki mektupta, kocasının Şer’i hukuka dayanarak kendisinden boşanma kararı almasına itiraz edip etmeme konusundaki fikrini neden değiştirdiğini anlatıyor.
Latife Hanım Mektup’unda bazı bölümlerinde diyor ki;
“Sevgili Dostum ve Yoldaşım…
Eski kocamın bana karşı sevgisinde ve hareketlerinde gördüğüm ani değişimlerin yarattığı şaşkınlıkla, bir süre kendi kabuğuma çekildim. Aslında bir süredir bugünün geleceğini, dikkatlice planlanmış bu darbeyle yüzleşeceğimi hissediyordum. O zaman kendi kendime, kaderin karşısında boynum kıldan ince dedim; bana düşen, başıma geleni dik durarak kabullenmekti. Hâlâ da dik durmaya devam ediyorum. Ama çocuksu hayallerle, içim içime sığmayarak gelin gittiğim Ankara’daki evimden, çıkarıldığım o kara günden beri ben de değiştim. Gazi, ağzımı açmamam ve kendisi aleyhinde hareket etmemem karşılığında bana verdiği sözleri tutmadı. Doğrudan kendi değil ama başkalarının ağzından, korkakça ve üstü kapalı olarak beni neden boşadığıyla ilgili malum sebepleri sıraladı.
…..Artık bu çakma Napolyon’un bir asker, devlet adamı ve eş olarak sahip olduğu namı sorgulamak boynumun borcudur.
Bana kalırsa Gazi’nin Napolyon’a duyduğu hayranlık, yüzeysel bir hayranlıktan öteye gitmiyor. Onun tek yaptığı, Napolyon gibi tarihe adını yazdırmış bir fatih ve kanun koyucu liderin sözlerini taklit etmekten ibarettir. İşin özünde ise Gazi neyse odur: yani şans ve talihle bir yerlere gelmiş bir çocuk.
Gazi’nin hayallerimdeki o bilge, kahraman ve varlığını (milletine) feda etmiş adam olmadığını anlamam için birkaç hafta yetti de arttı bile. Aradan birkaç hafta daha geçtikten sonra ise her insanda bulunacak kusurların ötesinde, karşımdaki adamın bırakın büyük bir adam olmayı, bu payenin yanından bile geçemeyecek biri olduğuna dair hissiyatım yavaş yavaş pekişti.
Evliliğimizin üzerinden altı ay geçtikten sonra, evimizde baş başa olduğumuz bir sırada kendisine dair analizlerimi kabul etmesi için ona yalvardım ve çok çalışarak kaderin ona altın tepside sunmuş olduğu şöhrete layık hâle gelebileceğini söyledim. Başlangıçta söylediklerime çok öfkelendi, fakat sonra kızgınlığını şefkate dönüştürmeyi başardım. Ardından bana, askeri anlamda Yunan ordularını Anadolu’dan çıkarmanın, Anadolu’nun o dönem içinde bulunduğu şartlardan bihaber olan dünya kamuoyunun zannettiği kadar büyük bir zafer olmadığını söyledi.
Daha sonra bir adım daha ileri gitti ve Türk ordusu olmasa bile Yunanların Anadolu’da altı ay daha kalmaları durumunda muhtemelen açlıktan ölecek hâle geleceğini; çünkü ne yeterli mühimmata, ne gıdaya, ne de giyecek kıyafete sahip olduklarını söyledi. Fakat bu itiraflardan birkaç hafta sonra kocam bir grup Türk gencinin, histerik ve içi boş galeyanıyla yarattığı megalomanlıkla mücadele edemez hâle geldi. Sonrasında ikimizin de tanıdığı o becerikli kadının etkisi altına girdi.
Ona Milletin Kılık Kıyafetiyle Uğraşma Dedim.
O andan itibaren Gazi artık bambaşka bir adam oldu. Küstah, fütursuz ve hatta zalim birine dönüşmüştü. Ama ben hâlâ onu seviyor, ona yardım etmeye çalışıyordum. Gazi tam bir şovenizm timsali olan bu dişi Mussolini’nin söylediklerini ciddiye almaya başladığı işte o andan itibaren iyi hesap edilmemiş, bazıları gülünç ve saçma, bazıları işleri daha da berbat hâle getiren kararların altına imzasını atmaya başladı.
Tekke ve zaviyelerin kapatılması, bazı kılık ve kıyafetlerin yasaklanması, bazılarını giymenin zorunlu kılınması gibi pek çok karar böyle alındı. Çeşitli vesilelerle kendisine, bir ülkenin kanunlarının orada yaşayan milletin tecrübelerinin toplamı olduğunu, bazı şartlar altında reformların yukarıdan dayatılabileceğini fakat insanların geleneklerini hedef alan bu tür değişikliklerin zorla hayata geçirilemeyeceğini anlattım.
Bu konudaki fikrim, kadınların çarşaf giyip giymemesi, dinî törenlere bir erkeğin nezaretinde veya tek başlarına katılmaları veya belli kıyafetleri giymelerinin yasak olması ve benzeri konuların -kamu ahlakını tehdit etmediği müddetçe- yukarıdan dayatılan kurallarla şekillendirilebilecek konular olmadığı ve olmaması gerektiğiydi.
Kocamla bu çerçevede tartıştığımızda yapmaya kalkıştığı işlerin saçmalığını kabul eder, bundan sonra daha âkil ve insanî adımlar atacağına söz verirdi. Fakat ertesi gün başka biri kendisine başka bir tavsiyede bulunduğunda hemen fikrini değiştirirdi. Bir meselede çok sert bir tavır takınıp daha sonra bunun tam tersi şeyleri savunduğuna en az altı farklı konuda şahit oldum.
Bunları duyduğunuzda belki şaşıracaksınız fakat mahkemeye çıktığımda, yalnızca eski kocama karşı şahsî olarak kendi davamın savunmasını yapmayacağım.
Mahkemeye Çarşafla Çıkacağım.
Kadınların çarşaf giymesini yasaklayan kanunun -tıpkı erkekleri batı tipi şapka giymeye zorlaması gibi ki, buna riayet etmeyen 52 dindar vatandaşı idam ettirmiştir- sınırlarını denemek üzere mahkemeye çarşaflı olarak çıkacağım ve bir devlet başkanının insanların ne giyip ne giymeyeceğine karar vermesinin akla ve anayasaya ne kadar uygun olduğunu sorgulayacağım.
Bildiğim, tanıdığım kadarıyla Gazi bana karşı bu kanunu işletip herkesin önünde beni idam ettirecek kadar cesur değildir. Bununla birlikte ben dâhil hiç kimsenin istisna sayılamayacağını ona söyleyecek akıl hocalarına karşı koyamayacağını da gayet iyi biliyorum.
Bu büyük insanı böylesine bir ikilemle baş başa görmek, bana tarifsiz bir haz verecek.”[6]
MEHMET ÖZÇELİK
04-09-2022
[1] Ahmet Kahraman-Kürt isyanları-(Tedip ve Tenkil) Sh.142.
[5]D ü c a n e C ü n d i o ğ l u , Bir Kuran Şâiri (İstanbul, 2 0 0 4 ) , s. 143. Sık sık referans yapacağımız Bir Kur an Şâiri adlı eser, A k i f ‘ i n Kuran Meali’nin bütün safahatını anlatan kapsamlı bir çalışma olması b a k ı m ı n d a n fevkalade mühimdir. Ayrıca M. Ertuğrul D ü z d a ğ ‘ ı n Mehmed Akif: Mısır Hayatı ve Kuran Meali (İstanbul, 2 0 0 3 )adlı eseri de bu k o n u d a zikredilmesi gereken bir çalışmadır,
KUR’AN MEALİ-FATİHA SÛRESİ – BERÂE SÛRESİ-MEHMED ÂKİF ERSOY-Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Recep Ş E N T Ü R K-Yrd. D o ç . Dr. A s ı m C ü n e y d K O K S A L-Sh.10.
Batının şımarık çocuğu Yunanistan’ın saldırgan tavrı, bir it dalaşının üzerinde haddini aşmaktır.
Belli ki ipin ucu başkalarının elindedir.
Kendisinin çocukça davranışı, arkasında başta Abd ve Avrupa’nın onu oyuna getirmesi ve üzerimize sürmesi faaliyetidir.
Mesela; Bir bahçeye gittiğinizde üzerinize saldıran itle uğraşmanın gereği yok. Sahibine söylemeli ve şu itine sahip ol demelidir. Çünkü o itin ipi sahibinin elindedir? Ona göre hareket etmektedir.
Nitekim Hz Musa’ya saldıran bir ite Hz Musa sorar; Sen benim Musa olduğumu bilmiyor musun? Ben bir Peygamberim.
O sırada o it; Elbette ya Musa, ben senin Peygamber olduğunu biliyorum, ısıracakta değilim. Fakat sana havlamak mecburiyetindeyim. Havlamazsam sahibim bana yiyecek vermez.
-Savaş sonrası Osmanlı Padişahı ölen düşman askerleri içerisinde dolaşırken veziri şu ibretli tesbiti yapar;
Padişahım, ölenlerin hepsi de gençmiş, der.
Bunun üzerine Padişah; Zaten eğer içlerinde akil, aklı başında tecrübeli biri olsaydı, bu başlarına gelmezdi.
Belli ki başta Yunan Başbakanı Miçatokis olmak üzere, Yunanlıların içinde pek bir akil adam bulunmamaktadır.
-15 Temmuz’da vatandaşlara bomba yağdıranlar helikopterle Yunanistan’a kaçıyor. PKK’yı içinde barındırıyor. Yunanistan babası ABD gibi teröre yataklık yapıyor. O terör eni sonu kendisini yer, bitirir. Keser döndü sap döndü.
Birgün geldi hesap döndü, misali.
*************
YUNAN MEZALİMİ
Suriyelileri Yunan adalarına mı yerleştirsek? Yunanla savaşırsak içimizdeki Yunanlılar ne der?
Mesela PKK’nın arkasında fikren ve siyaseten duranlar acaba her yönüyle kimi destekleyeceklerdir? Makaryos hayranları, heykelini dikenler kimin arkasında duracaklardır? İçteki tehdit, dıştaki tehlikeden dahada tehlikeli durumdadır! Ukrayna’yı Rusya’ya av yapan ABD ve Batı, Çin’e Tayvan’ı, Ermenistan’ı Azerbaycan’a, Türkiye’ye de Yunanı av yapma peşindedir. Amaç av oyun ve hilesiyle, avcıyı avlamak. Yıpratıp, yormak. Vekalet savaşlarını dünyada yaymayı hedeflemektedir. Suriye, Libya, Irak, İran, Mısır, Arabistan ve Türk Cumhuriyetleri de heybede, sıra beklemektedir. -Yunanistanla ilgili bir haberde:” Sivrisineklerden bulaşan Batı Nil Virüsü nedeniyle Yunanistan’da 11 kişi hayatını kaybetti. Son 24 saat içinde 123 vaka görüldü. Yakalanan her 10 kişiden biri ölüyor. “[1]
Bu haberi göründe aklıma şu geldi ve elimi açtım;
-Allah’ım senin yerde ve gökte askerlerin çoktur.
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah azîzdir, hakîmdir.”(Fetih-7)
Yüz sene önce Venizelos’a gönderdiğin mübarek maymunlarından bir tanesini gönderdiğin gibi bugünde bir mübarek hayvanını, askerini veya virüsler ordusunu gönder Allah’ım!!![2]
-Avrupa ve ABD gibi, Yunan mezalimiyle anılmaktadır.[3]
-“Son iki yaz döneminde Türkiye, çıkan orman yangınlarıyla oldukça meşgul oluyor… Yunan Özel Kuvvetlerinin terör kamplarında kundaklama-sabotaj eğitimi verdiği PKK ve DHKP-C militanları Türkiye’ye sızarak ‘ciğerlerimizi’ yakıyor.”[4]
Yunanistan abileri batı ve babası Abd gibi,[5] Sicili kirli bir devletciktir.
Bir gün öğrencileri İmam’ı Gazâli Hazretlerine: ?– “Hocam! Ölüm nedir? Bize özel olarak anlatır mısın?” demişler.
Velâyet nûru ile ölümünün çok yakın olduğunu anlayan İmam’ı Gazâli Hazretleri “Men lem yezuk, lem ya’rif” yani: ?– “Tatmayan bilmez ki! Önce kendim tadayım, sonra size anlatırım” demiş.
Öğrencileri: ?– “Aman hocam! Öldükten sonra sizinle nasıl bağlantı kurarız” dediklerinde gülümseyerek, yalnızca “İnşâAllah” diye cevap vermiş. ?Gerçekten aradan çok geçmeden İmam’ı Gazâli Hazretleri ölümü tatmış ve öldüğü gece öğrencilerinin rüyâlarına gelerek: ?– “Allah dostları sözünü tutar. İşte, bugün ölümü tattım ve sözümü tutmak için rüyânıza geldim” demiş. “Abdestimi tazeleyip, sabah namazını kıldıktan sonra, yalnızca odama çekildim ve ölüm meleğini beklemeğe başladım.
Lâilahe illallah diye zikir ederken, bir anda odamı nur kapladı ve bütün hücrelerim nur oldu. Başımı kaldırıp yukarı baktım. O nur’un etkisi ile evimin tavanı cam gibi şeffaf olmuştu.
Yattığım yerden yedi kat gökleri, melekleri, Cennet’i gördüm ve Cennet’teki bir melek bana, ya imam! İşte köşklerin, işte makamın diye Cennet’teki yerimi gösterdi. Cennet’e bakarken, sevgili Rabbim’in İrci’ıy ilâ Rabbik (Rabbine dön) hitabını duydum. O anda ruhum Allah aşkı ile cezbeye gelip, beden kafesinden fırladı ve ben kendimi başka âlemlerde buldum.
Tekrar dünyaya döndüğümde, evimin çevresinde aşırı bir kalabalık gördüm. Onlara, ne var? Ne oldu? Niçin toplandınız? diye ısrarla sorduğum halde hiçbiri ne yüzüme baktı ne de bana bir cevap verdi. İçeri girdim, hanımım ağlıyordu. Ona da aynı şeyleri sordum ama o da cevap vermeyince, az önce yatmakta olduğum odama girdim ve yerde yatan bedenimi görünce, hem öldüğümü, hem de insanların niçin benimle konuşmadığını anladım”.
Bazı öğrencileri: ?– “Hocam, yerde yatan bedenimi görünce öldüğümü anladım diyorsun. Peki sen başka, bedenin başka bir şey mi?”
İmam-ı Gazâli Hazretleri gülümseyerek: ?– “İnsanın aslı, özü, gerçek ve kalıcı kişiliği Ruh’tur. Ruhsuz beden, kesilen kol, bacak gibi cansız bilinçsiz et, kemik yığınıdır”.
Yine bazı öğrencileri: ?– “Hocam, o daracık, karanlık kabirde Kıyâmete kadar nasıl yatacaksın?” ?– “Ah yavrum!” demiş. “Eğer kabirler dışarıdan göründüğü gibi dar, karanlık ve sıkıcı olsaydı, Allah dostları birer zindan mahkûmu gibi oraya atılır mıydı? Ana karnına göre dünya ne kadar geniş, güzel ve aydınlık ise, dünyaya göre kabirlerimiz de çok daha geniş, güzel ve aydınlık” demiş ve sonra: ?– “Yakınlarım beni kabrimde bekliyor” diye ayrılıp gitmiş.
*************
Dişi aslan avladığı ceylanı yemeye başlarken karnında yavrusu olduğunu fark eder.
Yavruyu ölmüş ceylanın karnından çekip çıkarır lakin iş işten geçmiş, yavru çoktan ölmüştür.
Aslan, annesi ölmüş yavruyu yere koyar ve ağır adımlarla bir kenara çekilip yere uzanır.
Bu fotoğrafları çeken fotoğrafçı uzun süre aslanın hareketsiz kalmasından şüphelenir ve cesaretini toplayarak aslanın yanına yaklaştığında onun öldüğünü görür.
Aslanını ölüm nedenini öğrenmek için götürdüğü veteriner karnını yarar ve kalbinin patlayarak parçalandığını tespit eder.
Bu fotoğrafı gördükten ve altındaki bu bu yazıyı okuduktan sonra anladım ki; “Aslan yürekli” olmak, gücüne dayanarak senden zayıfların hayatına kast etmek değil; masum bir annenin ya da bir yavrunun ölümüne sebebiyet vermiş olmanın üzüntüsüne yüreğinin dayanamaması demekmiş.
***********
Cemil Meriç anlatıyor:
“Said Nursî`yi çok geç tanıdım.
Şayet kendisini önceden tanıyıp eserlerini tetkik etme imkânını bulsaydım, hayatımın akışı, yaşayış tarzım bambaşka olurdu.
Üstad Bediüzzaman`ın eserlerini şayet ilk gençlik yıllarımda tanımış, okumuş olsaydım, büyük ihtimalle gözlerimi bu kadar erken yaşlarda kaybetmezdim…
Önce Batı`ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu`da buldum. Doğu`da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî`yi tanıdım.
Tanzimat`tan bu yana,
İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanıdım.
Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor..
Said Nursî, İslâm irfanının, cihanşümûl hakikatlerini küçük bir risâlede toplamış.
Üstâd şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde büyük bir
güvenle dolaşıyor.
Üslûb kesif ve izahlar inandırıcı.
Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrâke seslenişi, yaralanan bir idrâke, yabancılaşmış bir idrâke…
İslâm tefekkürünü temsil eden Bediüzzaman`ın celâdeti, taşıdığı sağlam îmanın tezahürüdür.
Vak`a–yı Hayriye`den (Tanzimat`tan) beri (1839) bizde İslâm tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır. Sadece Said Nursî var. Hürmete lâyık başka bir adam tanımıyorum.
Ben onu tanıdım…
Ben, Müslüman mütefekkir deyince, celâdetiyle, cihadetiyle onu tanıdım, başka tanımadım.
Ülkede zoru, baskıyı, zulmü görünce hepsi `Pırt!` deyince kaçan, firar eden insanlar vardı.
Bir tane başka göremedim ki…
Evet, Tanzimat`tan sonra büyük İslâm mütefekkiri yok. Olsaydı, zaten bu hale gelmezdik. Yani olsaydı,
bir mücadele olurdu…
Hiçbir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik,
atın dediklerini attık.
Dili de mahvettik…
Bütün bu cinayetler olurken, herkes pustu, sindi…
Tek sesini çıkaran Said Nursî oldu, o kadar…
Said, dağbaşında vaaz eden bir mürşid. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın… Nass’ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, târihin içinden geliyordu:
Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı.
Bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşti…
O konuştukça, laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi ile Anadolu, tereddütle inanç karşı karşıya geldi…
Nurculuk, bir tepkidir.
Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı îmanın, Batı’ya karşı Doğu’nun isyanı. Her risâle bir çığlık, şuuraltının çığlığı. Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevi ses böyle sayhalaşır mıydı?
Tanzimattan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler.
Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi yüz karaları bu. Nurcuları yok farz etmek, gaflet.
Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler.
Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez.
Aydının görevi fildişi kulesini yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamaya çalışmak…
Said-i Nursî, Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman…
Deccal karşısında imanın remzi, işareti; mü’minin duruşunu temsil eden asil
bir sembol…
Aslında bununla sonunu hazırlıyor, yıkılışını hızlandırıyor.
-İçişleri Bakanı Soylu: ABD son üç yılda PYD’ye 2 milyar dolar niye yardım eder?”[2] Menfaati için…
Silah tüccarı.
Uyuşturucu baronu.
Bu uğurda ortak menfaatleri olan şaibeli ve kirli komiteleri bir araya getiriyor.
ABD başkanlarının geçmişi de onları ele vermektedir.[3]
Velhasıl sicili kabarık.
Tüm dünyada yukarıdan yaptığı darbelerle, aşağıdakileri idareye çalışmaktadır.
-Belli ki ABD, dev Rusya’nın karşısına yavru Ukrayna’yı koyup çarpıştırmakla pek tatmin olmamış gibi.
Şimdi de Rusya’da ağırlığı olan Aleksandr Dugin’in kızını öldürmekle suçlanıp, arkasında Ukrayna’nın olduğu işaret ve imasıyla savaşın şiddeti daha da artacaktır.
Ukrayna’yla Rusya’yı karşı karşıya getirdiği gibi, Tayvan’ı heyet olarak ziyaretiyle de Çin Tayvan ateşini körükledi.
ABD müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırıyor.
Hatta dededen kalma borçları torunlara ödettirme peşinde.
-6 artı 1 masanın hedefi[4] ve düşüncesi hatta hayali Cumhurbaşkanı seçmek veya seçilmesi değildir.
Onların hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı devirmektir.
Ondan sonra isterse kıyamet kopsun, yeter ki gitsin, kısır düşünce ve kısır döngüsü.
Çünkü o makama bu gidiş ve gidişatla ulaşılacak bir seviye değildir.
Avunma ve avutma ve de avutmacadır.
Tıpkı merhum Abdülhamid’i devirenlerin; biz ondan sonrasını düşünmedik, demeleri gibidir.
Memleket ateşe yansa bile.
Aynı zihniyet hiç değişmedi.
Öyle ki, kişilikler ve idealler ayaklar altına alındı, geçmişe sünger çekildi.
**************
“Trump’ın evinden 700 sayfa gizli belge çıktı.
ABD Ulusal Arşivleri Vekili Debra Steidel Wall tarafından ABD’nin eski Başkanı Donald Trump’ın avukatı Evan Corcoran’a gönderilen 10 Mayıs tarihli mektupta, geçtiğimiz ocak ayında Trump’ın Florida’daki evinden alınan belgeler arasında en az 700 sayfa “gizli belge” olduğu aktarıldı.”[5]
-“İmamoğlu’nun veri kopyalama genelgesi: ‘Devlet güvenliği açısından risk’
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, yayınladığı genelgede iki müfettişi ve uzman sıfatıyla dışarıdan üç kişiyi, inceleme ve araştırma yaptırmak için Büyükşehir Belediyesi ve bağlı kuruluşlarının tüm elektronik veri tabanı ve altyapısını kopyalamakla yetkilendirdi. İBB’den kopyalanan veri tabanında MİT tesislerinin tüm detayları, askeri tesislerin tüm detayları ve Cumhurbaşkanlığı dahil tüm devlet kurumlarının İstanbul yerleşkelerinin detayları da bulunduğu öğrenildi.”[6]
-“İBB personelinin terör kampında keleşli fotoğrafı ortaya çıktı! Gözaltına alındı…”[7]
“Bakan Soylu: İBB’ye alınan 557 personel terör örgütleri ile bağlantılı.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, TBMM’deki bütçe görüşmeleri sırasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 33 bin personel alımı yaptığını, bunun 12 bininin ancak incelenebildiğini, 557 kişinin terör örgütü bağlantısı olduğunu duyurdu.”[8]
Üç yüz yıllık ilmek ilmek örülen bağların, azar azar bozulmasıyla oldu.
“Bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu.
Ne olduysa hep bize azar, azar oldu.”
Bu milleti bağlayan bağlar koparılıyor.
Bayramlarda oteller bayram yeri oldu.
Mutfakta yangın var deyip, fakirlikten dem vuranlar, yüksek miktarları çok rahat otellere, tatil yerlerine hatta haftalığı 20 milyara karavanaya verebiliyor.
Üretip geçmişi düşünen milletten, her şeye şikayet eden bir millet haline geldik.
Yani kendimizden geçip, kendimiz olamadık, kendimizi kaybettik, kaybettirildik.
– Dünyada kendi geçmişini ,kendi milletini içimizdeki fosilleşmiş olanlar kadar öven değil döven, seven değil sövüp kötüleyen başka bir millet yok gibidir.
Televizyondaki konuşmacı sürekli Türkiye’nin dünyada hep kötü bir görüntüde olduğunu, itibarının bulunmadığını dile getiriyor ve konuştukça hala göbekten batıya bağlı olduğunu batı övgüleriyle dile getiriyordu.
Bu konuşmayı zorlukla dinlerken acaba burada konuşan bir Yunan milletvekili ve sözcüsü var gibi geldi.
Batı bile kendisini bu kadar övemez ve insan dışı davranışlarını gizleyemezdi.
Bizde hala kişilik yetersizliği sürmektedir.
Daha önce de yazmış ve söylemiştim; Sayın Erdoğan’ın – vicdansızlık ve insafsızlık edip de- bu millete hiçbir şey yapmamış olsa bile, bu millete kazandırdığı zilletten kurtulma, kişilik kazanma, kendini bilip kendine gelme duygusu başlı başına bir gelişmeydi.
Diklenmeden dik durmayı bu millet Sayın Erdoğan ile öğrendi.
Eziklikten büzüklükten kurtuldu.
Ancak belli ki o ezikliği hala atlayamayan ve atlatamayanlar da kalıntı ve döküntü olarak kalmıştı.
1970’lerin terörünü görmeyip düşünmeyenler, ibret ve ders almayanların, yapılanlara nankörlükte bulunanların burnu sürünsün.
-Halimiz şu hikayedeki aslan yavrusuna çok benziyordu;
-“Yeni doğmuş bir aslan yavrusu bir koyun sürüsü tarafından evlat edinildi ve kendi çocukları olarak büyütüldü.
Yavru aslan büyüyüp genç bir aslan olduğunun hiç farkına varmadı. Tüm hayatı koyunlarla geçmişti, neye benzediğini de bilmiyordu. Otluyor, etoburlardan korkuyordu. Hatta koyunlar gibi ses çıkarıyor, kükremeyi bilmiyordu.
Bir gün daha yaşlı bir aslan, genç aslan ve koyun sürüsünü gördü ve gözlerine inanamadı. Koyunlar da diğer aslanı görünce hem koşmaya hem de korkuyla bağırmaya başladılar, genç aslan da onlarla birlikte bağırmaktaydı.
Yaşlı aslan sürüye zorlukla yetişti ve panik içinde olan genç aslanı yakalayıp bir kenara çekti. Genç aslan öleceğini sanmaktaydı ama yaşlı aslan ona “Bak oğlum” dedi “şu göle bak”. Genç aslan suya baktığında iki tane aslan gördü. Bir süre bu görüntüye baktı ve içinden bir kükreme geldi. Kükremesi ile dağlar taşlar inledi.
“Benden bu kadar” dedi yaşlı aslan. “Kendi “yarattığımız ben algısı” ile gerçek birbirinden farklı. Artık tek başınasın ve gerçekte kim olduğunu biliyorsun.”
-“Bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu
Ne olduysa hep bize azar, azar oldu
Ne şöhretten hastayız, ne de candan hastayız
Ne ruhça ne vücutça ne de kandan hastayız
Avrupa’ya bir değil iki pencere açtık
Uzun yıllardan beri cereyandan hastayız
Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz
Yaklaştıkça her sene öz yurdumda yılbaşı
Yapılır milletime Frenkçe sahte aşı
Buna ağlar ağacı hem toprağı, taşı
Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz
Sen Hıristiyan mısın? Diye sorsan darılır
Yılbaşında hindi kaz yemesine bayılır
Çam deviren hindi ki nasıl mümin sayılır
Bilmiyoruz çoğumuz ne edip yapıyoruz
Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz”Arif Nihat Asya
Hem dağda ve hem de Selçuklunun içerisinde faaliyetlerde bulunmuş, bugünde PKK dağda ve içimizdeki uzantıları devletin içine sızmış, sarayda faaliyet göstermiştir.
1090 yılından itibaren İran, Irak ve Suriye’de faaliyet göstermiş, yüzden fazla devlet adamına su-i kastta bulunmuş ve neticede Selçuklu yıkılmıştır.
İsmaililik ve Batinilik mezhebini yaymaya çalışmış ve bugünde Suriye’de Nusayrilik ve İran’da Şiilik desteğini görmekte, oralarda barınmaktadır.
Tamamen siyasi düşünce, itikat ve amele yansımıştır.
İran’da Hristiyanlık etkisi kendisini gösterirken, Suriye’de yani Nusayrilikte Abdullah ibn-i Sebe’nin şahsında Yahudilik etkisi görülmektedir.
Değişen sadece oyuncular oldu.
Oyun hiç değişmedi.
Tarih tekerrür etmektedir, ibret alınmadıkça ve dersler çıkarılmadıkça.
Yine aynı işler devam ettirilmeye çalışılmaktadır.
Yüz küsur yıl önce Abdulhamid’in karşısına getirilenler gibi, bugünde alevi olan Kemal Kılıçdaroğlu’.nun, Sayın Erdoğan’ın karşısına getirilerek seçilmesi ve onu indirmeye çalışmak için her yolu denemesi tesadüfi değil belki bilinçli olarak seçilmiştir.
Pkk ile haşhaş ekimi yapılırken, İran ile de haşhaşiliğe çekilmeye çalışılıyor.
-Osmanlıdaki yeniçeriler Şianın, Aleviliğin, Bektaşiliğin bir kolu idi.
Dünya savaşındaki sadrazam Talat Paşa ve 1. Dünya savaşına girmemize sebep olan ve Osmanlının ilk anayasasını yapan ve de Abdulhamidi devirenlerden Mithat Paşa ve ekibi Bektaşi idiler,.
-İran’ın Şiası daha çok Hristiyanlık akidesinden etkilenmiş, şubesi olan Nusayriler ise Yahudilikten etkilenmiştir.
Bu amaçla; bu milleti de dininden koparmak için tarih ve dil gibi kanunları değiştirilme yoluna gidildi.
Geçmişiyle bağlayan tüm bağlarından koparılmaya çalışıldı.
-Memleketimizde bulunan dört milyon Suriyelinin bizim ilmimize katkıları olacağı gibi, bir ölçü içerisinde eritilmedikçe, eğitilmedikçe ihtilaf noktaları ve yaşayıştaki farklılıklarda ortaya çıkacaktır.
************
BİR MANYAK YETER
Dünyanın yakılıp yıkılması için, insanların aç ve susuz kalması için, savaşların olup insanların yurtlarından edilmesi için, insanların inanç ve düşüncelerini yaşamalarını engellemek için, ormanların yakılıp yok edilmesi için çok değil, bir tane evet bir tane manyak yeter.
Milyonların olduğu koca birinci dünya savaşı bir Sırp’lı ile ve onun sıktığı bir kurşun ile başladı.
Sibirya’ya sürülüp öldürülen milyonlar bir kişi ile başladı.
Hayali cennet olan komünizm uğruna Rusya’da ve Çin’de milyonlar öldü, dünya kavgası başladı.
İnsanların dünyasıyla birlikte ahiretleride bitirildi.
Türkiye’de de başörtüsü uğruna nice insanlar mağdur edildi.
İşlenen günahlar birle ve birde kalmadı.
Sirayet etti.
Şeytan hata etti, hatasında inat etti.
Adem hata etti, tevbe edip, vaz geçti. Evlatlarına fazilet ve erdemin yolunu açtı.
Kabil suç işledi, tevbe etmedi.
Hep suçlar birle başladı, biriyle başladı.
Tevbe edeninki marifet oldu.
Etmeyeninki asırlara mal oldu.
Densiz ve dinsiz oldu.
Bütün dünyadaki zulümlere bakın, hep bir densiz ve dinsizle başlar.
Esed’inden Saddam’ına, Buşundan Bidenine kadar.
Geçmiş ümmetlerin helaki bir veya birkaç kişi yüzünden oldu.
Hayırda da öyle değil mi?
Hep bir peygamber veya onun yolundan giden bir ve birlerle başlamıştır.
Güçte birde, birle ve birliktedir.
Dünyanın son ve kapanışı da birle ve birliğin dağılmasıyla olacaktır.
İçinde bulunan asır hasta bir asır, dolayısıyla insanı da hastalıklı insan.
En büyük yara manevi yaradır.
Öyle ki ebedi ahiretini bitirecek ve batıracak bir hastalık.
Adeta asırların hastalığı, asrımızda cem olmuş.
Bu insanlara baktığımızda hayatında zikzak çizmiş, bulanık, tam netliğe kavuşmadığını görürüz.
-İsmet Özel: “Sosyalistlerin önünü tıkamak namusa yakışmazdı” İsmet Özel- Tabii. Mecburduk ona. Çünkü elimiz mahkumdu. Türkiye’de sosyalistler bir şey yapıyorlardı. Onları geride bırakmak, daha doğrusu onların elini, kolunu bağlamak namusa yakışmazdı. Onun için tabii ki, kurucular arasında yer almayı görev bildim kendime.
Hulki Cevizoğlu- Siz, “O zaman sosyalistlerin elini kolunu bağlamak namusa yakışmazdı. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nu kurmak zorundaydık” diyorsunuz.
Peki bugün sosyalist düşünceye sahip insanların elini kolunu bağlamak gerekir mi?
İsmet Özel- Eğer ben sosyalist görüşlerimi o günkü kafamla muhafaza ediyor olsaydım, tabii ki olmazdım. Bugün bir Müslüman olarak, İslamcı olarak da aynı şekilde Müslümanlar’ın elini, kolunu bağlayacak bir davranışa…
Tabii ki. Halkın önünü kapamak doğru değil. Yani halkın, ya da bir şeyler kendi gerçekliğini ifade temek isteyen insanlar bir yöne girmişlerse, onların maniple edilmesi doğru değildir.”[1]
-Yaşar Nurı Öztürk-ün tercümesini yaptığı Prof. Dr. Mustafa Sibaî eseri olan ‘İslam Sosyalizmi’ adlı eserinde şöyle der:” Sosyalizmi, bütün peygamberlerin ortak mesajlarından biri ve ‘İslam akidesinin bir parçası’ olarak gören Sibaî, fikir ve siyaset mücadelesinin merkezine bu fikri koymuştur. Sibaîye göre, Hz. Muhammed’in sünneti tarihin ilk ve en muhteşem sosyalizm denemesidir. Mustafa Sibaî 1915 yılında Suriye’nin Humus kentinde doğdu.”
-Cemil Meriç’te bir sosyalisttir ancak Ahmet Kabaklı’nın ilgisiyle değişim geçirmiştir. Batı kültürüyle yetişmiş bir fikir adamıdır.
-Nurettin Topçu’ da bu sosyalizmin etkisi altındadır.
Nurettin Topçu’nun, ”İslam Sosyalizmi” şeklinde dile getirdiği anlayışa karşı çıkan hatırı sayılır bir grup vardı.[2]
Elbette zaten kabul edilebilir bir İslami görüş değildir.
Batı kültürü almış biri.
-”Eski Refah Partisi Milletvekili Şevki Yılmaz, Çorum’da bir alim olan merhum Mehmet Ali Ak’ın babasına yaptığı bir ziyarette kendisine Konya ile ilgili tüyler ürpertici bir anısını anlattığını söyledi. Yılmaz, o zatın acı hatırasını şöyle aktardı: “Askerdim, 1930’lu yıllar, Ulus’ta bir tren geldi, çok soğuk komutan dedi ki ‘bu vagonlarda nöbet tutacaksınız’ hayvan vagonlarında. Komutana sordum, ‘hayvanlar için neden nöbet tutacağız, hayvanlar nereye kaçar?’ Komutan imanla ağlamaya başladı, ‘ne hayvanı olum burada Konya’dan getirtilen 400 alim var, yarın sabah Ulus’ta idam edilecekler”[3]
-Moon tarikatı Hristiyanlığı birleştirme amacıyla çıkmıştır. Hz. İsa’nın kendisini tıpkı Pavlus gibi görevlendirmesini iddia etmektedir.
Tıpkı Fetö gibi dinleri birleştirme faaliyeti gibi.
Moon’da katolog evliliği, Fetö’de de devam etmektedir.
1965 de Chp Genel Sekreteri olan Kasım Gülek Moon tarikatına mensuptur.
Fetö onun cenaze namazını kıldırmış ve daha sonraları da Gülek-in kızı Fetö Abd-ye kaçtığında onun için Grahem Fullerle beraber oturma izni almış, Cizvit papazlarının çiftliğine yerleşmiştir.
Moon tarikatı da bağışlarla ve ekonomik büyümelerde gelişimini sağlamıştır.
Tıpkı Fetö gibi.
-”Keynes’in 9 Haziran’da İstanbul’a gelerek teslim olduğu ve sevk edildiği hakimlikçe tutuklandığı öğrenildi. ABD vatandaşı olduktan sonra Alpaslan Demir olan ismini değiştiren David Keynes için 15 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.
Bylock hakkında şu bilgiler yer almıştı:
“Keynes, ByLock’un 600 bin kişi tarafından indirildiğini, kullanıcıların çoğunluğunun Türkiye, Suudi Arabistan ve İran’da yaşadığını söylüyor. Türkiye’dekilerin yüzde 90’ının cemaatçi olduğunu ve ByLock’un cemaatin haberleşme aracına dönüştüğünü kabul ediyor. Fakat Ocak 2016’da itibaren ByLock’un kullanım dışı olduğunu, o tarih sonrasında ve darbede kullanılmadığını iddia ediyor.”[4]
-Abdullah Cevdet gençliğinde namaz kılan bir insan iken, Mekteb-i Tıbbiyeye gittikten sonra geçmişini silip tamamen ateist bir düşünce içerisine giriyor.
Artık o Aduvvullah Cevdettir.
-“Prof. Dr. Üstün Dökmen: Başörtülü psikolog olamaz.”[5]
Bizde birisine bir şeyler yaptırmak için önce ona ünvan, makam, para, vs. verilir, şişirilir ve daha sonra gebe bırakılan o kişiye zemin oluşturulduktan sonra yaptırılır ve söylettirilir. Etkili olsun diye.
Şimdiye kadar kendi alanında konuşup, bazı noktalarda takdir toplarken, birden bire alakasız ve münasebetsizce alanı olmayan bir konuya, Dini bir meseleye adeta müdahale ederek konuşması iyi niyet ve düşüncede olmadığı düşüncesini akla getirmektedir.
Bu ve benzer hezeyanlarda bulunan psikolog, bir psikoloğa görünmelidir. Psikolojik durumu irdelenmesi gereken bu zata sormak lazım, mason olmak illa dine ve dini değerlere saldırmanın birinci şartı mıdır?
Yani bu başörtüsü meselesi psikolojinin meselesi olmayıp, dinin meselesi iken, acaba kendileri masonluğun meselesi olarak mı gündeme getiriyor?[6]
Diyarbakır’ın bir dağ köyünde ilköğretimde görev yapan öğretmen Matematik dersinde ; – Bir kasada şu kadar çilek varsa, 10 kasada kaç çilek vardır? Diye öğrencilerine bir soru soruyor. Öğrenciler: – Öğretmenim çilek ne? Diyorlar. Öğretmen: – İşte çocuklar çilek. Diyor. – Biz hiç çilek yemedik. diyorlar. Bunun üzerine öğretmen pes etmiyor, oturup Bursa’daki tarım firmalarına toprak numunesi yolluyor ve diyor ki; – Bu toprakta çilek yetişir mi ? diyor. Bursa’daki firmalardan cevap geliyor. – Evet Diyarbakır şartlarında çilek yetişir. Hatta mektubun yanında çilek fideleri ve yetiştirme şeklini anlatan bir tarif yolluyorlar. Öğretmen öğrencilere okuyor nasıl yetiştirileceğini, çıkarıyor bahçeye ve diyor ki: – Bu sene size matematikten sınav yok. Öğrenciler: – E nasıl not alacağız öğretmenim? Hepsine bahçeyi kazdırıp, çilekleri diktirip, can sularını verdikten sonra her birine dörder çilek fidesi verip: – Şimdi gideceksiniz evinize anne babanıza ben size nasıl öğrettiysem sizde onlara öyle öğreteceksiniz. Çocuklar gidiyorlar evlerine hepsi anlatıyorlar ve çilekleri dikiyorlar ve öğretmen diyor ki: -Çilek mevsimi gelince getireceksiniz tabakta on tane çileğe bir not alacaksınız. Çocuklar tabaklarla getiriyorlar, çilekleri sayıyor öğretmen, eksik olanlara da tam not veriyor ve sonra diyor ki: – Çocuklar nasılmış tadı? Öğrenciler: -Valla ucunda not vardı diye yiyemedik. – Hadi bakalım yiyin. Diyor öğretmen. Çocuklar ağızlarını burunlarına bulaştıra bulaştıra yiyorlar çilekleri. Aradan iki yıl geçtikten sonra çilek girmemiş o köyün halkı şu anda Diyarbakır’ın pazarında çilek satıyorlar. Şimdi düşünüyorum da, öğretmen olmak bu işte gerçekten… Tahtada müfredat anlatmak değil… Bulunduğun yere, bulunduğun ülkeye, okula bir şeyler katmak… Alıntı.
*************
? TAKSİM CAMİİ AÇILIRKEN DÜŞÜNDÜKLERİM.
“Sene 1992 veya 1993. Uzunköprü’de Bölük komutanıyım. Yaz dönemi yani tayinlerin ve izinlerin yoğun olduğu dönem. Tabur Komutanımız tayini çıktığı için birlikten ayrılmıştı. Yeni atanmış olan da yurt dışında olduğundan henüz katılmamıştı. Ben de en kıdemli Bölük komutanı olarak Tabur komutanlığına vekâlet ediyorum.
Kolordu Komutanı MİT Müsteşarlığından yeni atanan Teoman Koman idi. Emir ve komutayı teslim alır almaz, birlikleri tanıma maksadıyla denetlemeler yapıyordu. Hudut birlikleri olmamız dolayısıyla ilk denetlemesini de Uzunköprü garnizonuna yapmıştı. Birlik Komutanlığına vekâlet etmem dolayısıyla ben de Komutanın denetlemesine eşlik ediyorum.
Diğer Tabur komutanları ile birlikte kışlanın kolaylık tesislerini Teoman Koman’a gezdiriyoruz. Tam mutfağı denetlerken mutfağın 500 metre uzağında bulunan şadırvanı, minaresi olan kışla camisinden ikindi ezanı okunmaya başladı.
Teoman Koman büyük bir hayretle ezana kulak verdi. Mutfaktaki denetlemesini orada keserek, ”Bu ne ya! Tekke mi burası yoksa Kışla mı!” diye sinirlenerek camiye doğru hızla gitmeye başladı.
Tabi arkasından biz de gitmek zorunda kaldık. Camiye vardı, doğrudan kendisi kapıyı açarak ve botlarını dahi çıkarmadan camiden içeri girdi.
…’Kışlalardaki cami ve mescitlerde ezan okunmayacak… Mesai saatlerinde camiler kilitli olacak…’ şeklinde emirler verdi ve camiden çıkarak tekrar mutfak denetlemesine devam etti” Yzb.Abdullah SÖNMEZ
Bu denetlemeden sonra kışla camileri bir, bir kapatıldı…
ve ezanlar susturuldu…
28 Şubat döneminde banka yönetim kurullarına girerek hortumlanmasına yardımcı olan darbeci generallerden sadece bir tanesi olan ve Türkiye’nin en önemli kurumlarından MİT’in yıllarca başkanlığını yapan Koman’ın; İstilacı bir subay edasında botlarıyla camiye girişi…
ezan ve camilere karşı bakışı…
yıllarca içimizi sızlatmıştı.
Topçu Kışla Camii’nin yerine inşaa edilen Taksim Camii’nin açılışını izlerken içimde kördüğüm olmuş acıların buruk etkisiyle nereden nerelere geldiğimizi düşündüm ve bizleri bugünleri görmeye şahit kılan Rabbime Şükrettim.Allah’a Hamdolsun.Emeği geçenlerden Allah razı olsun.
Milli marşımızdaki ifadelere gelin birlikte amin diyelim;
“Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.”
Arif ÇELENK/ 28 Şubat Platformu Bşk
************
Türk ve Japon şirketleri arasında bir kürek yarışı düzenlenmesine karar verildi.
Japonların takımında 8 kişi kürek çekiyor, 1 kişi dümencilik yapıyordu.
Türk Takımında ise 2 kişi kürek çekiyor, 3 kişi şeflik 3 kişi müdürlük yapıyor 1 kişi de dümeni kullanıyordu.
Her iki takımda, performanslarının en üst düzeyine varabilmek için uzun ve zorlu bir hazırlık döneminden geçti.
Büyük gün geldi ve iki takımda, kendini hazır hissediyordu. Japonlar yarışı bir kilometre farkla kazandılar…
Yarış sonrası Türk takımı çok sarsılmıştı.Türk Şirket yönetimi yarışın açık farkla kaybedilmesinin nedeninin bulunmasına karar verdi.
Yapılan araştırmalar, analizler ve uzun çalışmalar sonucu düzenlenen raporlara göre hata bulundu ve çözüm önerisi getirildi.
Çözüm olarak yönetimdeki düzeni güçlendirmek için 1 genel müdür atandı, ve sandaldaki ağırlığı dengelemek için kürekçi sayısı da 1 e indirildi.
Japonlara yeni bir yarış teklif etme kararı alındı.
9 kişilik Türk takımı Japonlarla bir yarış yapmak üzere yeniden yapılandı.
Japonların takımında 8 kişi kürek çekiyor, 1 kişi dümencilik yapıyordu.
Türk Takımında ise yeni yapılanma şekli şöyleydi,
1 Genel müdür
3 Bölgesel müdür
3 Dümen şefi
1 Dümenci
1 Kürekçi
İkinci yarışı Japonlar iki kilometre arayla kazandılar.Tepesi atan Türk şirketi yönetim kurulu hemen harekete geçti. Yarışın kaybedilmesinden sorumlu tutulan kürekçi kovuldu,müdürlere ve diğer personele sorunun çözümüne olan katkılarından dolayı ikramiye verildi.
*************
Odanızın köşesine asın. Her zaman lazım olacak sözler…
???İranlı (Güney Azerbaycanlı) bir Türk olan ve halen Ülkemizde yaşayan kimyacı ve felsefeci Dr. Anooshirvan Miandji’den (Anuşirvan Miyancı’dan) insana ve hayata dair ibretlik tespitler!
1-?Beyin bir donanımdır, her insanda vardır! Akıl bir yazılımdır, her insanda yoktur.
2-?Evrendeki en mükemmel laboratuvar insan beynidir! İstediğini düşünerek sentezler.
3-?Bilim insanı olmanın birinci şartı, bilmediğini yüreklice söyleyebilmektir.
4?Bir toplumun okuyup geçenlere değil, okuyup düşünenlere ihtiyacı var!
5?Aptallaşmanın en kolay yolu merak etmeyi bırakmaktır.
6-?Karın tokluğuna yaşanan bir yerde ilkeli düşünce üretmek mümkün değildir.
7-?Çocuklar yetişkinlere göre daha iyi akıl yürütürler! Çünkü önyargıları yoktur.
8-?İki yüz kelimeyle düşünen biri, iki bin kelimeyle düşünen birini asla anlayamaz.
9-?Büyük bir güç mü istiyorsunuz? İşte o gücü size gösteriyorum! Hayal gücü.
10-?İçinizdeki çocuk yaşıyorsa, yaşlanmıyorsunuz demektir.
11-?Düşüncen fakir ise diğer zenginliklerin seni kurtarmaz.
12-?Size bütün kapıları açan bir anahtar vereceğim! Bu anahtarın üzerinde iki şey yazılıdır! Biri sabır, ötekisi nezaket.
13-?Sessiz çığlıklar sesli haykırışlardan daha etkilidir.
14-?Dilinizi sökün, tamir edin ve yeniden yerine takın! Çünkü bütün sorunların temelinde o var!
16-?Doğru sözler karşısında yapılacak en iyi hareket, bir kenara çekilip sessizce dinlemektir.
17-?Uzmanı olmadığınız konularda kendinize yakışanı yapın ve bir kenara çekilip sessizce oturun!
18-?Bir insanı ancak kendisi engelleyip, kendisi durdurabilir.
19-?Önündeki seçeneklerden en zorunu seçen başarılı olur.
20-?Vazgeçmezsen, doğru seni önünde, sonunda bulur.
21-?İnsan, sorun yaşadığı oranda değil, sorun çözdüğü oranda gelişir ve olgunlaşır.
22-?Kendi üzerinizde çalışmaktan vazgeçmeyin! Aksi halde gelişip olgunlaşamazsınız.
23-?Kitaptan ve kütüphaneden uzaklaşıldıkça cehalet artar! Cehalet arttıkça da sefalet ve felaket artar. Sefaletin ve felaketin getirdiği ise acı ve göz yaşıdır.
24-?Ahlaksızları ahlaklı gibi göstermek bir toplumun ahlakını bozar.
25-?Bir toplumun çoğunluğu, olduğundan daha ahlaklı görünmek çaba ve gayreti içindeyse, bilin ki o toplumda ahlak sorunu vardır.
26-?Herkesten ve her şeyden umudunuzu kestiğiniz anda belki de kurtarıcı sizsinizdir! Küsmekten ve kabullenip bir köşeye çekilmekten daha başka bir yol var! Mücadele etmek.
27-?Ekonomik gelişmeyi kişisel ve zihinsel gelişmenin önünde tutan toplumlar, kesinlikle uygarlaşamazlar.
28-?Gönlü güzel olanın niyeti de, söylemi de, eylemi de güzeldir.
29-⭐Karnı doymayan değil, gözü doymayan insan fakirdir.
************
MERHUM ABDURRAHMAN GÜRSES HOCAMIZIN BİR ANISI”*
1948 yılında hacca gitmek serbest bırakılmıştı. Fakat gitmek kolay değildi. Hocaefendi, hacca gitmek için yanıp tutuşur fakat imkân bulamaz. Tam bu sırada Hocaefendi’ye cemaatinden biri: “Hafız’ım, hacca götürsek gider misim ?”diye sorar. O da; “evet giderim” der.
Deniz yoluyla giderler. O zamanlar hac yolculuğu aylarca sürmektedir. Hocaefendi’yi hacca götüren zat yol boyunca ve hac esnasında; “Hafızım gel Kur’an oku, hafızım gel, hafızım git, hafızım yat, hafızım kalk” der… Gelene gidene hep, “bu benim hafızım ” der. Hocaefendi müthiş sıkılır. Ama bir şey söylemez.
İstanbul’a gelince Halıcılar caddesinde iki katlı evi varmış, hemen emlakçıya gider:
“- Şu evi satar mısın” der. O da:
“- Satarım” deyince:
“- Hemen sat” der.
Ev satılınca parasını alıp doğru kendisini hacca götüren zata gider. O yine; “Gel hafızım , gel” der. Hocaefendi:
“- Sebeb-i ziyaretim şu: Hacca gittiğimiz için bana soruyorlar: Gidiş geliş ve oradaki masraflar dâhil , hac kaç liraya mal oluyor, diye, ben de cevap veremiyorum. Onun için bunu zat-ı âlinizden öğrenmeye geldim” der.
O da o günkü harcanan miktar ne ise söyler. Bunun üzerine
“- Ben ne senin hafızınım ne de başkasının hafızıyım , okuduğum aşr-ı şerifleri de kendi geçmişlerimin ruhuna bağışladım, al paranı!” der, çıkıp gider.
Hocaefendi, işte böyle şahsiyetini korumakta son derece hassas bir yaratılışa sahipti.
*************
Rivâyet edildiğine göre Fudayl bin İyâd önceleri yollardan gelip geçen kervanları soyan haramilerin başı idi. Haramiler, gelip geçen kervanlardan soydukları malları Fudayl’e getirirlerdi, o da aralarında taksim ederdi.
Birgün âşık olduğu câriyenin evine girmek için duvara tırmandığı bir sırada bir ses duydu. O sesin sâhibi Kur’an okuyor ve şöyle diyordu:
“İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi?”
[Hadid Suresi, 16. Âyet-i Kerîme]
Fudayl bin İyâd bu sesin tesiriyle uzun süre sarsılarak duvarın üzerinde hareketsiz kaldı. Derin bir istiğrak halinden kendine geldiğinde gözlerinden yaşlar boşanarak: “O zaman gelip çattı ya Rabb!” diyordu.
Daha sonra memleketini terkederek Kûfe’ye gitti; burada Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî ve A‘meş gibi âlimlerin meclislerine devam etti; otuz yıl ilim ve ibadetle meşgul oldu. 187 yılının Muharrem ayında Mekke’de vefat etti.
Erdoğan ameliyat masasından zehirlenip kalkmamakla öldürülme planları yapıldı.
Tüm planlar bu ameliyata bina edilmişti.
15 Temmuz da dahil, tüm bunca saldırılar hazmedilemeyen bu başarısızlığın sonucudur.
Tarih boyunca zehirlenerek öldürmek bir yahudi ve mason taktiğidir.
Peygamberimiz yahudi bir kadının biryan edip pişirdiği zehirli keçinin etkisiyle son 13 gününü ateşli geçirerek vefat etti.
Fatih Sultan Mehmet yahudi doktoru tarafından zehirlenerek öldürüldü.
Bediüzzaman Said Nursi 19 kere zehirlendi.
Zehirler koltuğunun altında toplandı.
Aytunç Altındal zehirlenerek öldürüldü.
Aselsan’daki malum olan meçhul ölümler.
Faili malum meçhul su-i kastler hep aynı zihniyetin ürünüdür.[1]
Böyle de devam edecektir.
-Fay hatları ve fitne yuvaları kapatılmalı.
Dünya yeni bir dönüşüme gidip, ABD yıkılırken yerine onu aratacak bir oluşuma müsaade edilmemelidir.
-”CIA ajanı Graham Fuller’ın talebesi Henri Barkey’in (Henri Jak Barkey Amerikalı akademisyen ve Orta Doğu uzmanı. İstanbul’da doğan Barkey’in Türk vatandaşlığı da bulunmaktadır.)Şubat 2017’de söylediklerini hatırlayalım:
“Türkiye ile NATO arasındaki asıl problem, 15 Temmuz’un ardından 100’den fazla general ve amiralin Türk Ordusu’ndan atılmasıdır.
Ordu ile münasebeti kesilenler, ABD’ye yakın ve NATO’ya inanan komutanlardı.
Onların yerlerine gelen subayların milliyetçi tavırda olduklarını görüyoruz.
Bu durum, Türkiye-NATO ilişkileri açısından tehlikelidir.”[2]
-Darbeci ABD,[3] içteki piyonlarını kullanıp, dışarıdan destekleyerek kendi elemanlarını zayi etme riskine girmemektedir.
İran bizi sadece siyasi olarak değil, fikri olarak da kuşatmaya çalışmaktadır.
Her yıl İran’da kutlanan Kerbela ve kan dökerek bunu sürdüren İran Devleti savaşı ve kavgayı diri tutmaya çalışmaktadır.
Hiddet ve şiddet ateşini canlı tutup, kolay alevlenmesini sağlamak istiyor.
8 yıllık İran ve Irak savaşında 4 milyon insan öldü, birçok kişi de sakat kaldı.
Tıpkı yahudilerin bir yandan kendilerinin en mazlum, her devletin sillesini yemiş bir millet olarak gösterirken, diğer yandan da en fazla zulmeden bir millet olduğunu göstermektedir.
İran Kerbela olayını taze tutarak batıya değil özellikle İslam Ülkelerine karşı savaş ruhunu diri ve canlı tutmaya çalışmaktadır, kendisini mazlum göstermek suretiyle.
İran’ın Suriye’de öldürdüğü 2 milyon Müslümanın kanı günah olarak kendisine yeter.
Diğer İslam ülkelerinde yaptığı, bize karşı pkk’yı desteklerden, diğer yandan pkk’nın beslendiği Ermenistan’ı Azarbeycan’a karşı desteklemesi gerçek niyetini ortaya koymaktadır.
Bunu cumhurbaşkanı adayı yaptıkları kişi söylüyor.
“Muharrem İnce’den Kılıçdaroğlu’na sert tepki: Partiye FETÖ’cüleri PKK’lıları doldurdun.
Memleket Partisi Genel Başkanı Muharrem İnce, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nu eleştirerek, “Muharrem İnce gibi Atatürkçüleri partiden yolladın, oraya FETÖ’cüleri doldurdun, PKK’lıları doldurdun” dedi.”[5]