Hala kuyruk acısından dolayı Ayasofya’[1] yı hazmedemeyenler, kirli emellerini sürdürmekte ve onların kuyruğuna takılanlar da onlarda bu kuyruk acısını, onlarla birlikte bir kan davası olarak devam ettirmektedirler.
Bu insanlar bu toprağın mahsulü ve ürünü değillerdir.
– Biz yabancılardan dönme yoluyla, yanımıza ve tarafımıza döndürdük.
Onlar ise bizden kendilerine yandaş devşirdiler.
Eğitim sistemini istedikleri gibi şekillendirip, biçimlendirdiler.
Kendi müfredatımızı ne kadar yapabildik ki?
Önce beyinleri göç ettirdik. Daha sonra dumura uğrattık, tozlandırdık, paslandırdık.
1949 Amerikan Fulbright konseyi, oluştu.
Memleketlerin işgalinden önce, zihinler işgal edildi.
KISSADAN HİSSE-1-:
Zamanın birinde bir oduncu, ormanda odun keserken çalı arasında bir yılana rastlamış. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başını vurmak üzereyken bir an göz göze gelmiş. Yaratana olan aşkı -yılan bile olsa- yaratılana yansımış ve yılanı vurmaya kıyamamış.
Yılan da duygulanmış, dile gelmiş.
Ey insanoğlu, sen bana kıyamadın, ben de sana bir iyilik edeceğim demiş. Bir kör kuyuya dalmış ve kaybolmuş.
Biraz sonra ağzında bir altın lira ile dönmüş ve oduncuya uzatmış.
“Bundan böyle ömür boyu sana her gün bir altın lira vereceğim. “
Oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün şenlik olmuş. Hiç kimseye olan biteni anlatmamış, ailesi dâhil. Herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun düzeldiğini zannetmiş. Yıllar boyu her gün o kör kuyunun başına gitmiş, yılan ile buluşmuş ve altınını almış.
Gel zaman git zaman, oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Bir kaç gün geçince bolluğa alışmış evinde darlık başlamış. Oduncu oğlunu yanına çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış.
“Git kör kuyunun başına ve oğlum olduğunu söyle, yılan sana altın verecek” demiş.
Oğlu inanmamış ama gitmiş, yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış.
Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın
getirmiş. Oğlan önce inanmadığı hikâyenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış, kim bilir daha ne kadar altın var kuyudan içeride demiş… Hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş.
Akşam yaklaşıp da oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş. Hasta yatağından sürünerek bile olsa kalkmış.
Kuyunun başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor. Yılan o arada görünmüş ki, kuyruğu yok ve kanlar içinde…
Oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş. Canının parçası oğlu yerde cansız, yıllardır velinimeti olan yılan yaralı…
Hatalı olan oğlum olmalı demiş ve yılandan özür dilemiş. Tekrar dost olalım demiş…
Yılan ise acı acı gülümsemiş. Çok isterdim ama… Sende bu evlât acısı… Bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız.
– KISSADAN HİSSE-2-:
Karganın biri her gün kilisenin çanına pislermiş. Papaz ne yaptıysa yakalayamayınca çanın bulunduğu yere bir bardak şarap koymuş.
Karga şarabı içip sızınca yakalamış.
Sonra demiş ki: Müslüman olsan şarap içmezsin, Hristiyan olsan çana sıçmazsın. Söyle bana sen nesin?
Mileli sadıkadan, illet ve zillet ittifakına.
Doğu ve güneydoğuyu Türkiye’den ayırıp, özerk bir devlet adıyla; Kürt. Ermeni. Sosyalist bir devlet kurmak.
Yüz yıllık hayal.
Ortaklarda hazırken, zillet ittifakı içerisinde tam zamanı deyip, talandan mal kaçırmak.
Olmayacak bir şey değil.
Anlamamak saflığın ötesinde, ahmaklık olur.
Sadik-ı ahmak yani ahmak dost.
Akıllı düşmandan daha büyük zarar verir.
24 milyon metrekareden 780 bine gelindiği düşünülürse, yapılan hesaplarda daha iyi anlaşılır.
Daha yüz küsur sene öncesinde topraklarımız, vatanımız 5 milyon metrekare idi.
Oyun büyük.
Piyon çok.
Oyuncu da saha dışındaki kaçak ve içteki kaçıklarda az değil.
Ama milletin sillesi hep zor zamanlarda şiddetli olmuştur.
İşte Çanakkale.
Ya o ruh?
-“Eski Başbakanlarımızdan Turgut Özal, ilk seçildiği yıllarda, dönemin Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler’i toplantı yapmak üzere çağırır ve kendisine ‘Ben bu ülkeyi ayağa kaldırmak, ileri devletler seviyesine getirmek istiyorum. Bunun için, işe ilk önce eğitimle başlamamız gerektiğini de biliyorum. Şimdi bu konuda bir çalışma yapalım ve bu işi başarmış devletleri inceleyip, onlardan yardım ve destek alalım’ der. Dinçerler, Japonya’dan bu konuda uzmanlaşmış bir heyet çağırır. Onlardan Türkiye için bir eğitim programı hazırlamalarını ister. Japonya üniversitelerinden gelen bu heyet, inceleme yapmak üzere bir ay zaman isterler. Anadolu’nun çeşitli illerinde araştırma yapıp bir rapor hazırlarlar. Bu heyet bir ay sonra Turgut Özal ve Vehbi Dinçerler’e raporlarını sunarlar. Bu raporda açıkça şunlar yazılmaktadır: “Türklerde millî şuur eksikliği vardır. Bu yüzden bu toplumdan bir şey olmaz”
Bu rapor Turgut Özal ve Vehbi Dinçerler’i iyice sarsar. Turgut Özal, Japon heyetine ‘Peki sizler Japon halkına nasıl millî şuur veriyorsunuz’ diye sorar. Bir Japon profesör söz alıp şunları söyler: “Bizler çocuklarımızı üç yaşındayken anaokullarına göndeririz. Çünkü insanda kişilik gelişimi 0-6 yaşına kadar tamamlanmaktadır. Bizler çocuklarımızın kişilik gelişimlerine çok önem verir, iyi bir Japon olmaları için onları uygulamalı eğitimden geçiririz. Bu eğitimin içerisinde millî şuur eğitimi de vardır. Millî şuur eğitimini bizler şöyle yaparız: Her Japon çocuğunu bir gün sabahtan, bize atom bombası atılan Nagazaki ve Hiroşima kentlerine götürürüz. Zira bizler o yerleri ilk günkü hâliyle korumaktayız. Yaşanan dehşet, tüm canlılığıyla orada saklı tutulmaktadır. Bu dehşeti gören küçük Japonlar iyice sarsılırlar. Aynı çocukları, öğleden sonra da robotlarla çalışan fabrikalara götürür, uçaktan hızlı giden trenlere bindiririz. Şu an ülke olarak geldiğimiz teknolojiyi gösteririz onlara. Bu teknoloji karşısında da bir şok daha yaşatırız. Ertesi gün öğretmenler okullarında, bir gün önce yapmış oldukları geziyi çocuklarla değerlendirmeye alırlar ve onlara şunu derler: ‘Eğer tembel ve kötü bir Japon olursanız düşmanlarınız gelir, topraklarınıza saldırırlar ve neyiniz var, neyiniz yoksa siler ve halkınızı öldürürler. Fakat iyi bir Japon olup çok çalışıp ülkenize hizmet ederseniz, bizlerin yapmış olduğu hızlı trenlerden ve robotlarla çalışan fabrikalardan daha iyisini yapar, ülkenizi güçlü ve ileri devletler seviyesine getirirsiniz. Böyle yaparsanız düşmanlarınız size hiçbir şey yapamazlar’ Bu konuşma üzerine Vehbi Dinçerler: ‘Peki bizim atom bombası atılmış bir yerimiz yok ki, biz bunu nasıl yapacağız?’ diye sorar. Japon profesör sözüne şöyle devam eder: ‘Sizin bizden daha geniş ve zengin bir tarihiniz var. Anadolu’nuzun her yeri bir Nagazaki ve Hiroşima… Sizler değil misiniz yedi düvele meydan okuyan? ‘Çanakkale Geçilmez’ dedirdiğiniz bir Çanakkale Savaşları tarihiniz var. Metre kareye 12000 merminin düştüğü, dünya savaş tarihinin en büyük ve en çetin savaşlarının yaşandığı bir Çanakkale Savaşı’nız var. Sizler de çocuklarınızı o büyük savaşların yapıldığı yerlere götürerek, buraları göstererek bu millî şuur eksikliğinizi tamamlayabilirsiniz’ der.”
-Ya o şuur olmazsa?
Azledilirsiniz!!!
Nasıl mı?
-İSTİFA ETTİRDİK
Mehmet Akif Ersoy her sabah namazı için Sultanahmet camiine gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamı kendisinden önce gelmiş görür. Ne kadar erken gelirse gelsin bu durum değişmez. Yaşlı adam mutlaka ondan önce gelmiş olur. Ancak bu yaşlı pir-i fani ve bu nur yüzlü adam hiç durmadan ağlamakta ve gözyaşı dökmektedir. Bundan sonra Mehmet Akif şöyle anlatıyor:
Bu yaşlı insanın bir gün yanına sokuldum ve niçin durmadan ağladığını sordum ve ona Cenab-ı Hakkın rahmetinin enginliğini anlattım. Amâ o yine de ağlamasına devam etti. Bana; derdimi tazeleme git dedi .Ben yine de ısrar ettim. Çaresiz kaldı ve yine gözyaşları içinde bana şunları anlattı.
Ben dedi 2. Abdülhamit zamanında orduda binbaşıydım.ve ailem çok zengindi. Kışladan ayrılamıyordum. Ancak bir gün anne ve babamın ard arda vefat haberlerini aldım.
Ailede benden başka işlerimizi yürütecek kimsede yoktu. Çiftlikler, dükkanlar, mağazalar ortada kalmıştı. Hemen sadarete bir dilekçe yazdım ve istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadaretten gelen cevap menfiydi. İstifam kabul olmamıştı. Ben ikinci, ardından da üçüncü bir müracatta müracatta bulundum. Ama her defasında aynı cevapla karşılaştım.
Bunun üzerine hünkara müracata karar verdim. Bu karararımı sadarete bildirdim. İsteğim kabul edildi. Durumumu hünkara yüz yüze olarak anlattım. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu ispata çalıştım. Hünkar istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiçte zor değildi. İsteksiz bir işaretle elinin tersi ileri git dedi, seni istifa ettirdik dedi.
Ben sevinerek huzurundan ayrıldım.
Eve döndüm. O gece rüyamda Osmanlı ordusu tabur tabur, bölük bölük geliyor ve EFENDİMİZE(sav) teftiş veriyordu. Bu ordu idi ki kısa bir süre sonra bütün cihana karşı kavga verecekti ve bu ordunun teftişini bizzat Efendimiz (sav) yapıyordu.
Yanında 4 büyük halife olduğu halde sevgili Peygamber Efendimizin önünden geçen bölük ve taburları teftiş ederken ondan bir adım geride edep ve terbiye içinde boynu bükük Abdülhamid’de bulunuyordu. Derken benim taburda geçmeye başladı. Ancak tabur dağınıktı. Başlarında kumandanları yoktu.
Peygamber EFENDİMİZ bunu görünce Abdülhamid cennet mekâna: Bu birliğin kumandanı nerde diye sordu? O da talebi üzerine istifa ettirdik dedi.
İşte o esnada Peygamber EFENDİMİZ beni bütün ömür boyu ağlatacak şu sözü söyledi: “Senin istifa ettirdiğini bizde istifa ettirdik ” dedi.
-Şimdi Söyle; bunu duyduktan sonra ben ağlama yayımda kim ağlasın?
Ve Mehmet Akif diyor: Yaşlı adam ağlamasına, inlemesine devam etti. Derdi büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım.
Zaten başkada yapabileceğim bir şey yoktu. Zira bu pir-i fan-i tesellisini EFENDİMİZ den bekliyordu.”
Yalan söylememeli.
Topluma güven vermeli.
İnançlı olmalı.
Milli ve manevi duyguya sahip olmalı.
Tarihini bilmeli ve sevmeli.
Vatan sevgisi olmalı.
Bu milletin kanını taşımalı ve bu toprakların ürünü olmalı.
Umumu kucaklamalı.
Adil olmalı.
Liyakatli olmalı.
Mesleğinin erbabı olmalı.
Toplumun menfaatini, kendi menfaatinden öne almalı, öncelikli olmalı.
Hain olmamalı.
Göbekten ve kafadan dışa bağımlı olmamalı.
Başkalarının ekip sürdüğü, büyütüp aşıladığı ayrık otlarından olmamalı.
Açık ve net olmalı.
Kendisini dev aynasında görmemeli.
Alkışlara kapılmamalı.
Danışmanlarını iyi seçmeli.
Yüzde ve bazen binde birken, hayallere kapılıp düşmana koz vermemeli.
Gerçekçi olmalı.
Adıyamanlı Dursun Çavuş,[1] Kırşehirli Osman Bölükbaşı ve Osman Yüksel Serdengeçti’nin hayatlarına bakmalı.
Hayalle gerçekleri birbirinden ayırmalı, gerçekleri görmelidir.
Bilmelidir ki, geçmişin çöplüklerinde atıklarda var, bahçelerinde güllerde…
Mutlaka ve mutlaka bir hedefi, ideali, projesi olmalı.
Seçmenine ümit ve umut olmalı.
Şerre alet olmamalı.
Aklını kullanmalı, kalbinin onayına sunmalı, vicdanını dinlemeli.
Kimi temsil edip, kimin seçilmesi yönünde harekette bulunmaktan ziyade, kimi temsil etmeyeceğini, kimi temsil etmemesi gerektiğini, kimin bu milleti idare etmeyip, başa gelmemesi gerektiğini bilmeli ve ona göre hareket etmeli.
Seçmenden kimi seçip oy vereceğine ve daha önemlisi, kime oy vermemesi gerektiğini, kimin iktidara gelmemesini bilmesi ve ona göre oyunu kullanmalıdır.
Oyunu heder etmemeli, boşa çıkarmamalıdır.
Zira verilmeyen ve neticesiz kalıp boşa çıkarılan her bir oy, şer odak ve ortaklarına verilmiş demektir.
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz misali; icraatta bulunacak, kendisini temsil edecek kişileri tercih etmelidir.
Mümin bir delikten iki kere ısırılmış, hakikatince, önceki aldatıcı vaad ve yalanlara tekrar kapılmamalıdır.
Vereceği kişi ve temsil ettiklerinin geçmişlerini irdelemeli, körü körüne hareket etmemelidir.
Patates, soğan, domates, peynir oyun ve aldatmacalarına gelmemelidir.
Evliya ile eşkıyayı ayırmalıdır.
Bir kereden ne olur, önemli değil, dememelidir.
Bu işin büyük bir sorumluluk ve vebali olduğunu bilmelidir.
Şimdiye kadar hakkındaki şaibeli durumlardan en çok bahsedilip yazılan ilklerden birisi de masonluktur.
Bu konuda çok yazıldı, çok anlatıldı, gizli bir örgüt olmasıyla…[1]
Yine belgeler ışığında bir kısım faaliyetleri ile ilgili iktibaslardan özetle;
İttihat ve Terakkinin büyük çoğunluğu ve hâkim gücü masonlardı.
Osmanlıyı yıkıp, kuruluşunda rol oynamaması elbette ki düşünülemez.
-Osmanlıyı yıkan masonlar, Hindistan’da da yaptıkları gibi, evvela oranın üst düzey insanlarını ele geçirip, güç elde eder ve istediklerini kolayca yapıp yaptırırlar.
-“Asırlarca Garb’ın karşısında yıkılmaz bir kale halinde duran Türk devletini zaafa düşürmek, parçalamak ve sonra da yutmak için, Garplılar bir taraftan misyonerler vasıtasıyla türlü türlü mektepler açarak Hıristiyan çocuklarına ihtilal fikirlerini aşılarken, diğer taraftan da siyonist Yahudiler vasıtasıyla, kemâle ermiş insanları, açtıkları mason localarında yaldızlı sözlerle modern ve milliyet duygularından, yani Müslümanlık ve Türklük ’ten soyarak kendi emellerine uygun bir hale getiriliyordu. Mason teşekküllerine giren devlet adamları gözü kapalı bu ağ içinde yürüyorlardı. Mason biraderlerden aldıkları ilham ile yanlış düşünceler, yanlış tedbirler hem devleti, hem Müslümanlığı, hem Türklüğü düşürüyordu. Ana unsur olan Türk milletinin ve onun din kardeşleri olan diğer İslâm unsurlarının istikballeri için hiçbir şey düşünülmüyordu. Yabancı kaynaklardan gelen şüpheli ve zararlı birtakım cereyanlar kolaylıkla bir ideal mahiyetini alıyordu.
.. Karabekir Paşa’ya göre Osmanlı İmparatorluğu’nun hızla çözülmesine yol açan süreç tam da Masonların istediği gibi işledi. II. Meşrutiyetin Osmanlı’yı özgürlüğüne kavuşturduğu yolundaki iyimser havayı yansıtan bu resim kısa bir sürede kan, barut ve acıya bulanacaktı.”[2]
-ATATÜRK’ÜN 10 yıl boyunca DEĞİŞMEZ İÇİŞLERİ BAKANI olan ŞÜKRÜ KAYA masonluğu tescilli BİR MASON ÜSTADIYDI.
“Dinler işlerini bitirmiş, vazifeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayatiyet bulamayan müesseselerdir.” 3 Aralık 1934 tarihli TBMM tutanağında bulunan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya ait bu pozitivist/ateist ifade, Masonlara ait Tesviye dergisinde yayımlanmış bir belgeyle daha da manidar hale geliyor.
Tam 8 Mason üstadının kaleme aldığı bir başka kaynaktan Şükrü Kaya’nın İçişleri Bakanı iken ve Mason Localarını kapattığı söylenen Gazi Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı iken Mart 1930 tarihinde -müstakbel Başbakan Hasan Saka, yine Gazi devrinin değişmez Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) “biraderler” ile birlikte- Yüksek Şura tarafından 33. dereceye layık görüldüğünü ve merasim-i lazıme ifa edildiğini (gerekli Mason törenini yaptıklarını) öğreniyoruz.[3]
Daha neler ve neler…
Mesela yine Gazi Cumhurbaşkanı, İsmet Paşa Başbakanken, devrin TBMM Başkanı Kâzım Paşa’ya (Özalp) 1930 Haziran’ında İstanbul’da toplanan Yüksek Şura tarafından 33. derece verilmiş ve aynı merasim-i lazıme ona da yapılmış (ve bu paşamız da Selanik’te iken 3. dereceyi almış)! O kadar ki, Masonluğa düşman sanılan Mahmut Esat Bozkurt’un hıncı- nın Mason olmak için başvurduğu locadan red cevabı alması olduğunu aynı kitabın 124. sayfasının 1 nolu dipnotundan öğreniyor ve doğrusu laik(!) devletlularımızın tarikatlara kan ağlatırken bir başka tarikat olan Masonluğa bu candan teveccühleri karşısında gözlerimiz yaşarıyor! Me- ğer biz Cumhuriyeti ne sanmışız!
….“Bir zamanlar ben de Mason olmuştum” demişti Mustafa Kemal. Peki Kemalist propagandanın maharetiyle neden ‘Mason düşmanı’ gibi gösterildi? Masonların Ankara’daki lokaline her yıl ne kadar yardımda bulunuyordu? Nutuk’ta sarf ettiği hangi sözler Mason Akaidinin esaslarındandı?
…M. Kemal’in Masonluğun aleyhinde olduğu iddiası, 1940’larda, maksadlı olarak Masonluk aleyhdarları tarafından ortaya atılmış ve bu uydurmayı, -milliyetçi ve dine hürmetkâr görünmek isteyen- Millet Partisi Lideri Yusuf Hikmet Bayur dahi desteklemişti.
…..M. Kemal’in Masonluk aleyhinde mevsûk hiçbir ifadesi, hatta imâsı bile gösterilemez. Bilakis!
Mesela Nutuk’unda sarf etmiş olduğu aşağıdaki sözler, Mason Akaidinin başlıca eseslarındandır ve Anderson Nizâmatı’nın bilhassa Allah ve dinle alakalı 1. mükellefiyeti ile Michel André (Chevalier de) Ramsay’nin 1737
Nutku’ndaki fikirlere tekabül etmektedir:
“Efendiler, bütün beşeriyetin tecrübe, mâlumat ve tefekkürde teâlî ve tekemmülü[yle], Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden sarf-ı nazar ederek basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hâle konulmuş “ÂLEMŞÜMÛL SÂF VE LEKESİZ BİR DÎN”in teessüsü ve insanların şimdiye kadar kavgalar, levsiyat, kaba arzu ve iştahlar arasında bir sefâlethânede yaşamakta olduklarını kabul ederek bütün vücudları ve zekâları zehirleyen ufûnet tohumları- na galebe etmeye karar vermesi gibi şerâitin husûlünü müstelzim olan bir “CİHÂNŞÜMÛL İTTİHÂDÎ HÜKÛMET” tahayyülünün tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.”[4]
-Dün devletleri değiştirmek için darbe yapanlar, bugün kişiler üzerinde darbe yapmaktadırlar.
Dün vermeden elindekini sömürdüğü insanlara, bugün verip besleyerek sömürmektedir.
Masonluğun hedefinde küresel tek bir devletin yönetimi vardır.
Bu aynı zamanda Yahudi hayalidir.
Tahrif edilmiş Tevrattaki ifadeyle; Allah insan olarak sadece yahudileri yaratmıştır. Onun dışındakileri öldürecek, sürecek ve kolunu kıracaksın.
Süper devletlikten siper devletliğe kadar gelen İran, Osmanlının yanması için çok kolay devreye konulmuş bir ateş küresi olmuştur.
Nitekim bizde farklı kana sahip bir kesimin; ‘zulüm 1453’ de başladı’ demesi gibi; İran’da da bir kesim; ‘Keşke İran Müslüman olmasaydı yani süper devlet olan Sasani imparatorluğunu devam ettirseydi’ demektedir.
Hz. Ömer’e olan düşmanlıkları da; Hz. Ömer’in komutanı Sa’d bin Ebi Vakkas tarafından fethedilmesidir.
İran kökü derinlere uzanan derin siyasi bir devlettir.
Geçmişinde İslam’a hizmeti varken özellikle 1500 yıllarından itibaren Safevi devleti ile ve Şeyh iken Şahlığa soyunan Şah İsmail’le, medrese eğitimi görmüş Haşhaşi Hasan Sabbah’ın krallığı ile ve de Fransa’da imam olarak yaşarken batının desteğiyle Şahı devirip yerine geçen İmam Humeyni ile İran; İmparatorluğuna dönme yoluna girmiştir.
Batı İran’ı bizi kontrol için ve geçmişte yirmiden fazla bizle savaştırarak, ateşiyle yakmıştır.
Aynı yakıcılığını bugün yayılmacı politikasıyla sürdürmektedir.
İran; Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı desteklerken, PKK’nın Haşhaşi Hasan Sabbah’ın yerine ikame edilmesiyle bize yardım etmemesi, kendisini tek rakipsiz görmesindendir.
İran yeni bir Şahlığa soyunmuştur.
Batıdan ziyade, İslam ülkelerine problem olmuştur.
Bu konuda birçok makale yazdım ve video çektim.[1]
***************
İran üzerine yapılan tesbitlerden bazı iktibaslar:
-İran, Afganistan, Türkistan ve Mavera-yı Hazar, satranç taşları gibidir. Onlarla dünyaya egemen olmak için oynanır. Curzon.
-1901’de İran’da bulunan İngiliz diplomat Harding, Rusların Kaçar idaresi üzerinde etkili olmaya başladıklarını Londra’ya rapor etmiştir. Harding, Londra’ya gönderdiği raporda; “Ruslar İran’ı kendi evleri olarak biliyorlar” demiştir.[2]
-“İngiltere, 1891’de İran ile ilişkileri düzeltmeye çalıştığı sırada Osmanlı hâkimiyetindeki Bahreyn Adası’na da el atmıştır. Necid Sancağı ve Basra Körfezi’ni kontrol altında tutmak için civardaki şeyhler ile ikili anlaşmalar yapıp
-“Curzon, 1903’te dışişleri bakanı Lansdowne’ye gönderdiği yazıda; “Biz Basra Körfezi’nde yeni deniz üsleri ve istihkâmlar kurmalıyız. Burada tam olarak kontrolü sağlamalıyız” demiştir (Nasır 1363: 317). Aynı yıl Basra Körfezi ile ilgili bir kararın yayınlanmasını sağlamıştır. Kararda; “İngiltere haricinde hiçbir devlet Basra Körfezi’nde askeri üs tesis etmeyecektir. İngiltere’nin askeri ve mali görevlileri her liman ve adayı kontrol edebilecektir. Hindistan dâhil İngiliz tüccarları körfezin her yerinde ticaret yapabileceklerdir” denilmiştir (Mahmud 1328: VIII/119). İngiltere, bunun yolunu İran’a daha fazla borç para verip karşılığında körfezin bütün gümrük gelirlerini teminat olarak almakta bulmuştur. İran’ın birçok şehrinde açtığı konsolosluklar eliyle işleri idare etmiş, müzakerelerin başından itibaren Rusya’nın dikkatini Türkistan ve Afganistan’dan İran’a çekerek stratejik mücadele sahasını kendisi belirlemiştir.[4]
-“Hablel-Metin gazetesinin 5 Kasım 1905 tarihli nüshasında, İngiltere ile Rusya arasında İran’ın taksimini içeren gizli görüşmelerin, anlaşmanın imzalanmasından iki yıl önce bilindiğine dair bir haber çıkmıştır. Haberde; “…İngiltere ve Rusya dışında başka bir ülkenin Orta Asya’ya nüfuzunun olmaması için İran, bu iki ülkenin nüfuz rekabetine sahne olmuştur.”[5]
-İran’ın bu günde ayakta durmak ve Ortadoğu’da yaygın hale gelip Şiiliği ihraç etmek için Rusya’yı hep arkasına almıştır.
-Şah İsmail’den bu yana İran hiçbir zaman için yayılmacılığını ve kuyruk acısını hiç mi hiç unutmadı, sürdürdü ve de sürdürmektedir.
-İran’daki Şia Hz. Aliye değil, Sasani imparatorluğundan Safevi devletine uzanmaktadır.
-“İranlılar millî bir devlet kurmaya çalışıp becerememişlerdi ama millî bir İslam anlayışı meydana getirme yolunda önemli mesafeler aldılar. Bunun içindeki birtakım inançları İranlılar geliştirdiler. Bunlar İslami değil, İranî inançlardır. 12 İmam inancı da bunlardan biridir. Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynelabidin ve oğulları diye devam eder silsile. Dikkat edilirse bunlar Şehrbanu’nun soyundan gelirler. İran Şahının kızı orada belirleyici faktör. Sonrasında gelen imamlarla İranlıların inanış biçimi oluşmuştur. Onlarda 12 İmama iman ve masum olduklarını kabul etmek iman esaslarından İnanışlarının temelinde tutarlılık yok.
Bir de İran’ın kendine mahsus bir başka inancı vardı: Mehdi! Gelecekte kurtarıcı olan esrarengiz şahsiyet. Bu eski bir İran inanışıdır ve Avesta’da da vardır. Mehdi’ye atfedilen birtakım vasıflar var. Bunlara baktığımızda hepsinin İranî özellikler taşıdığını görürüz. Mehdi kıyamete yakın bir zamanda son kurtarıcı Zerdüşt’ün soyundan olacak, İsfahan’da bir minareye inerek gelecek, birine baktı mı hemen onu Müslümanlaştıracak (yüreğini ele geçirecek ve bu yöntemle Müslüman edecek), savaşlarda bir bakışlarıyla düşmanlarını kahredecek… Bu özelliklerin hepsi İranî inanıştan vasıflar taşır.”[6]
-“Bugünkü Şia’da başlıca iki temayül var: Daha dar zihniyette olup, dünya Şii olsa her problem hallolur diye düşünen din adamları ve onların etki çevrelerinden meydana gelen gruplar. Bir de yine Şii olmakla beraber İran’ın zengin irfan geleneğinden beslenerek olaylara mezhepçiliğin dar penceresinden bakmak yerine daha geniş vizyonla bakabilenler. Mesela bir yönden İmam Humeyni ve tâbileri ile diğer yönden Ali Şeriati ve öğrencileri bu ikinci grupta yer alan kimselerdir. Bugünkü İran’ın siyaseti ise ilk gruptakiler ile ikinci gruptakilerin fikirlerine meyletmek arasında gidip gelmektedir. Ahmedi Nejad sonrası ibre, ikinci gruptakilere doğru dönmüş gibi gözüküyor.”[7]
-Dünden bugün İslam ülkelerine kimliği belirleyen hariciler yani dış ülkeler olmuşlardır. Bu siyaset alanında olduğu gibi, din ve dil alanında da olmuştur.
“Genel anlamda Rıza Şah’ın 1925’ten 1941’e kadar süren saltanatı merkezileşme etrafında şekillenen otoriter politikalara sahne olmuştu. Eş zamanlı olarak Türkiye’de de Kemalist devrimler geleneksel toplumsal yapı- da 19. yüzyılda başlamış olan dönüşü- mü radikal politikalarla hayli hızlandırmıştı. Türkiye’dekine benzer şekilde İran’da da İslam öncesi İran tarihine yapılan vurgularla daha seküler ve İslam dünyasının kalanından farklılığı öne çıkarılan bir kimlik inşa edilmeye çalışıldı. Bunun için yine Türkiye’de yapılanlara benzer olarak İslam öncesi İran tarihine dair yabancılar ve İranlılar tarafından yapılan tarihî ve arkeolojik çalışmalar teşvik edilmiş, müzeler inşa edilmiş ve ders kitaplarına bu eksende bir tarih anlayışı hâkim olmuş.”[8]
Dalgıçlar boğulacakları zaman kendilerini dibe atıp sıçrayarak yukarıya çıkar.
Dünya maddi manevi dibe vurmuş durumda.
Yüzeye çıkışı yakındır.
Diğer yandan da temizleme ve temizlenme işlemi sürmektedir.
-Mesela; İran muhalif ve darbeye teşebbüs eden bütün dindar, farklı ırk ve siyasileri kullanmış ve desteklemiştir.
Baas hakimiyeti oluşturulmaya çalışılıyor.
Türkiye batıya yamanmaya; İran ve Ermeni’ye yem edilmeye çalışılıyor, Kürtlerin üzerinden oynanan oyunlarla.
Mehmet Ali Paşa’dan Mithat Paşaya, Talat Paşadan İttihat ve Terakkideki mason komitelerine kadar; Şii- Ermeni ortak hakimiyeti sağlanmaya çalışılıyor, iki asır boyunca…[1]
-“Tehlike büyük! Altılı masa yeni ’15 Temmuz’ları hazırlıyor.”[2]
-Şeyh iken Şahlığa soyunan Şah İsmail ile, Yavuz Sultan Selim’in mücadelesi; bugün Sayın Erdoğan ve Yedili masa arasında cereyan ediyor.
-Kemal Kılıçdaroğlu: Bölgeyi gezdim gördüm tek çare İMF’den borç almak”
Belli ki birileri birilerine büyük bir diyet borcu var.
Bu ise; Cumhurbaşkanı olunması için onca yapılan destek ve desteklemelerin faturası!
-Körü körü bir saplantı var.
-“CHP’den CHP zihniyeti itirafı: ’35 yıldır bir şey yapmıyoruz halk yine bizi seçiyor’
Ana muhalefet olmayı kendine şiar edinmiş CHP’nin bu zihniyeti CHP Zonguldak İl Başkan Yardımcısı Nezih Anıl tarafından açıkça ilan edildi. Anıl, katıldığı yerel bir televizyon kanalının programında, “Halk memnun. 35 yıldır aynı şeyleri kataloğa koyuyoruz hiçbirini de yapmıyoruz halk yine bizi seçiyor” ifadelerini kullandı.[3]
************
Savrulduk…
Dağıldık…
Siyaset bizleri savurup dağıttı.[4]
-” Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz!”[5]
-ABD’nin başına Biden ve ekibi gelmeden önce yaptıklarına ve söylediklerine istinaden şu tesbiti yapmıştım;
Dünya karışacak yani karıştırılacak.
Armegedon’u[6] yani Tanrıyı kıyamete zorlamak için dünyada fitne savaşları başlatacağı kanaati bende kuvvet kazanmıştı.
Şu anda bunlar oldu ve de olmaya devam etmektedir.
Uzun sürüp ve bu arada da NATO’yu ve üyelerini içine çekmeye çalıştığı; Rusya- Ukrayna savaşı.
Suriye’den askerini çekeceğini söyleyen önceki Başkan Trump çekmemiş veya çekememiş ve Biden döneminde de devam etmektedir.
Görünen o ki; Cennetten çıkarılmamıza sebeb olan günah gibi, dünyadan çıkarılıp, dünyanın kapatılmasına da sebeb yine günahımız olacaktır.
Mehmet Görmez’in (Eski Diyanet İşleri Başkanı); depremin,- ilahi ceza yönü zihnin tembelliği-, olarak ifade edip görmemesi,[1] aslında tam bir ilmi, akli ve kalbi tembelliktir.
Elbette nasıl ki bu depremi sadece cezaya bağlamak ne derece yanlış ise, aynı oranda ve en azından o kadarda ilahi ceza yönünü görmemek ve geçmiş kavimlerin başına gelenlerden ibret almamakta o kadar yetersizliktir.[2]
Daha öncede böyle bir yanlışı ısrarla dile getirmiş, ona cevabı ayetler ve İslami ölçüler içerisinde yazmıştım.
Sadece ilgisizlik değil, aynı zamanda ilmi yetersizliktir.[3]
-Görmez Hoca, Risale-i Nurlara pek de yabancı olmayıp malumatı olsa da marifeti konusunda yetersiz göründüğünden, Bediüzzaman’ın Sözler adlı eserinde zelzele bahsini bir okumasını tavsiye derim.
-Diyanet işleri başkanları neden Müslüman toplumla bazı konularda uyuşmazlık ve anlaşmazlık yaşıyor?
İşin garibi bir kısmı topluma ters düşüyor.
Toplumun geçmişten gelen inancına ve düşüncesine aykırı görüşler ortaya koyuyor.[4]
-Geçmiş kavimlerin neden ve nasıl helak edildiğine bir kere daha baksın.[5]
-Acaba kendisinden bahsedilmesinden ve de gündemde kalmaktan hoşlanıyor mu? Böyle isabetsiz çıkışlarda bulunuyor.
Cübbeli Ahmet Hoca’nın tasvib etmediğim ifrat derecede zındıklığa varan ithamına karşı rahatlığı insanı düşündürüyor.
Ne rahat bir insan.
Oysa böyle bir itham karşısında durup düşünmeli, bildiklerini bir daha gözden geçirmeli ya da kaba tabirle kahrolmalı.
-“Şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş.”[6]
Elbette bunun bir şöhret amaçlı yapıldığı iddiasında değilim. Hatırlatma babında dile getirdim, bir temsil ve teşbih olarak.
-“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.”[7]
-“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder. “[8]
(Âyette hitap edilenler, günahkâr müminlerdir. Günahı olmayan müminlerin başına gelen musibetlerin sebebleri başkadır. Mesela onların sabretmeleri ecirlerini arttıracak sebeblerden biri olarak sayılabilir.)
Oysa bu gibi musibetlerde günahkârlar cezalarını alırken, müminin bu durumda ölürse kendisi manevi şehit ve malı da sadaka yerine geçmektedir.
-Bediüzzaman bu manadaki tesbitlerinde;
-“Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur’âniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur’âniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?
Elcevap: – Zulüm devam etmez, küfür devam eder.- sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir.
Düşman ise, hizmet-i Kur’âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar.
Nasıl ki, küçük kabahatleri işleyenlerin nahiyelerde cezaları verilir, büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de, ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için, kısmen dünyada ve sür’aten verilir. Ehl-i dalâletin cinayetleri o kadar büyüktür ki, kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, mukteza-yı adalet olarak, âlem-i bekadaki Mahkeme-i Kübrâya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.
İşte, hadis-i şerifte –“Dünya mü’minin zindanı, kâfirin Cennetidir.” Müslim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16; İbni Mâce, Zühd: 3; Müsned, 2:197, 323, 389, 485. – mezkûr hakikate dahi işaret ediyor. Yani, dünyada şu mü’min, kısmen kusurâtından cezasını gördüğü için, dünya onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, madem Cehennemden çıkmayacaklar; hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları tehir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya cennetleridir. Yoksa, mü’min bu dünyada dahi kâfirden mânen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mes’uttur. Adeta mü’minin imanı, mü’minin ruhunda bir cennet-i mâneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde mânevî bir cehennemi ateşlendiriyor.”[9]
-“Birinci nokta : Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiyatı, şükürdür. Biz şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celb ediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile, nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.
İkinci nokta : Hadiste var ki: “Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkar ve zalimlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır” derler. (Et-Terib ve t-Terhib, 1:28; Hayatü l-Hayavanü l-Kübra, 1.381) Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, masum hayvanlar da azap çekerler.
Üçüncü nokta : Ayette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” 2 Çünkü, musibet-i ammeden masumlar harika bir tarzda, yangın içinde selamette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i ammede masumlar da bela çekerler.
Dördüncü nokta : Şimdi, malda ve rızıkta hilelerle suistimal ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.
Beşinci nokta : Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, belaların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def ediyor; onun intişarı ve okunması külli bir sadaka nev inde semavi ve arzi belaların def’ine çok emareler ve çok hadiselerle tebeyyün etmiş. Hatta Kur’ân ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu da ekser okunması İkinci Harb-i Umuminin Anadolu ya girmemesine bir vesile olduğu Sure-i Ve l-Asr işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nur’un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahiplerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men etmeleri cihetiyle, belaların def’ine vesile olan bu külli sadaka-i maneviye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.
Altıncı nokta : Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergah-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.
Hem böyle umumi musibetler, ekser nasın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.
Biz Risale-i Nur şakirtleri dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli de mahkemeye verilen cüz i bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zatlar yazmaya başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı. Fakat Risale-i Nur’un serbestiyeti cüz i olmasından, rahmet dahi cüz i kaldı. İnşaallah, yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve intişarı küllileşecek ve rahmet dahi tam olacak.”[10]
-“Altıncı Suâlin Tetimmesi ve Hâşiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhâfaza ve ehl-i imânın intibahlarına mukabele ve mümânaat etmek için, o derece garip bir temerrüd ve acîb bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ, bu âhirde, beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümâtlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hàlık-ı Arz ve Semâvât dahi, değil hususi bir Rubûbiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile kâinatın heyet-i mecmûasında ve Rubûbiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyânından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsâlsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumi gibi umumi ve dehşetli âfâtı, nev-i insanın yüzüne çarparak onunla Hikmetini, Kudretini, Adâletini, Kayyûmiyetini, İrâdesini ve Hâkimiyetini pek zâhir bir sûrette gösterdiği halde; insan sûretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyeye ve terbiye-i İlâhiyeye karşı eblehâne bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki, “Tabiattır, bir mâdenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın sûretini vermiş” diye mânâsız hezeyanlar ediyorlar. Dalâletten gelen hadsiz bir cehâlet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki, esbâb yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazâtını dokumak ve yetiştirmek için, bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine, küçücük çekirdeği gösterir, “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu’cizâtı inkâr eder misillü, bâzı zâhirî sebepleri irâe eder. Hàlık’ın ihtiyâr ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i Rubûbiyetini hiçe indirir. Bâzan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nâm takar. Güyâ o nâm ile mahiyeti anlaşıldı; âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı.
Yedinci Suâl: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahâli-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyâde ilişiyor?
Elcevap: Bu hâdise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribâtından intibâha gelmediklerinden, hafifçe gàfilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emârelerin delâletiyle bu hâdise ehl-i imânı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyâza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.
Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyâde sarsmasının iki vechi var:
Biri: Hatâları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi.
İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli imân muhâfızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimâli var.”[11]
-“Nasıl bir harb-i umumide bir kumandan zaferden sonra ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder, o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne giden o edebsiz zâlimler cezalarını buldular” der. Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisâl kavm-i Nûh’un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş; vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut; ey semâ, dur, işin bitti! Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zâlimler cezalarını buldular.” İşte şu üslûbun ulviyetine bak. “Zemin ve gök iki mutî asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslup işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semâvât ve arz hiddete geliyorlar ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki mutî asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tûfan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakàikıyla birkaç cümlede îcâzlı, i’câzlı, cemâlli, icmâlli bir tarzda beyân eder.”[12]
**************
Sayın Görmez, bir de depremden dolayı kişilerin Rabbe karşı gönüllerinin kırgın, devlete öfkeli olduğunu söylemiştiniz.
Bu da hissi ve de ölçüsüz olmuş.
İşte ben. Adıyaman merkezde bulunan evim yıkıldı. Merhume Annemin evi de yıkıldı ve enkaz altında kaldı.
Enkazdan 8 gün sonra çıkardık.
Hatta ilk 2 gün komşumuz ardiyesinin kepçesi 2 gün çalışmadan, ardiyenin önünde bekledi.
Neden çalıştırmadığını sorduğumda, izin çıkmadığını, müsaade edilmediğini söyledi.
Elbette bu işin mutlaka riski olacaktı. Kurtarılması gerekenlerin hayatı tehlikeye atılmamalıydı. Anlayışla karşıladım.
Annemin evinde bir miktar para ve az miktarda altın vardı. Düşünmedik.
Kalbimde maddi kayıplardan dolayı bir burukluk hissetmedim. Çünkü onların sadaka yerine geçtiğine inancım tamdır.
85 yaşında kaybettiğim Annemin aslında 85 saniyede, 85 yılda kazandığının daha fazlasını kazandığına inandım.
Yakınlarımızı ve komşularımı ve de değerli arkadaşlarımı kaybettim.
Elbette bundan dolayı üzüldüm.
Ancak asla ve asla ne sizin dediğiniz gibi, Rabbe karşı kırgınım, ne de ,tahrike sebeb olan dediğiniz gibi, devlete karşı öfkeliyim.
Çünkü bizler kadere inanmış, ibret ve hikmetle bakmayı bilen kişileriz.
Ölenlerin kaybetmediğini, kaybolan malların zayi olmayıp, sadaka olduğunu idrak edenlerdeniz.
Hem ne haddimize, Rabbe karşı kırgın olalım.
Hem ne haddinize, Rabbimizle aramızı açmak.
Haddimizi biliriz, haddinizi bilin.
Aslında araya hiç girmeyin.
Çekilin aradan, girsin Yaradan.
Yakub Peygamber gibi, bizler ancak dağınıklığımızı, dağılmış halimizi Allaha arz edip, şikayette bulunuruz.
Ancak Rabbimizi başkalarına şikayet etmeyiz.
Sizde etmeyin.
Ölçüsüz beyanda bulunmayın.
Toplumu germeyin.
Teselli verin, ibret pencereleri açın. İbretle bakın, hikmetle baktırın.
“De ki: “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar.” Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.”[13]
Hem dünya ve içindekiler için söz konusu oldu gibi, İnsan içinde geçerlidir.
Dünyada ekolojik denge bozulduğunda olan olumsuzluklar gibi, insanında ekolojik dengesi bozulursa, dengesizleşir.
Sayın Görmez, kendinizi bunca tepkilere karşı ısrarınızı sürdürmeyip, tevazu gereği kendinizi ve bildiklerinizi bir daha test edip, gözden geçirin.
Herkes tahkik ehli olmadığından toplumda yara açarsınız, bizleri ise ancak biraz daha araştırmaya sevk etmiş olursunuz.
Deprem dolayısıyla Hollanda’dan Adıyaman’a yardıma gelen batılı bir kişi; dehşetli durumları görünce kendisini alamayıp şöyle diyor:” Tanrıyı kızdıracak ne yaptınız ki; bu dehşetli durumlar başınıza geldi!”
Allahü teâlâ, depremleri iyilere öğüt, müminlere rahmet, kâfirlere ise azap kılar.) [İ.Asakir][1]
-1. Ve 2. Dünya savaşında 200 milyon insan öldürüldü ve şimdi üçüncüsünün kapısını çalıyoruz.
Allah’ım seni inkar için komünizm kuruldu ve bir hayal uğruna yüz milyon insan yok edildi.
Senin verdiğin nimetleri kör olup görmeyip, Karun gibi, kendi ilim ve becerileriyle elde etme gururuna kapıldık.
Patates, soğan, domates, Peynir, et ve kira uğruna nimetini yiyip şükretmedik, birbirimizi yedik.
“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte buluşmak üzere kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: “Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim elimizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin.
Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz! Şüphesiz biz sana yöneldik.” Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.”[2]
“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.”[3]
Geçmişte hiçbir kavim fakirlikten dolayı helak olmamıştır.
Ancak günahkâr olmuştur.
Fakat zenginliğin verdiği şımarıklık ve haddi aşması sonucu helak olmuştur.
“İman edenlerle karşılaşınca “inandık” derler, şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise “Biz sizinleyiz, biz yalnızca alay etmekteyiz” derler.
Asıl onlarla alay eden ve azıp saparak dolaşmalarına izin veren Allah’tır.
Doğruya karşılık sapkınlığı satın alanlar işte onlardır. Bu sebeple ticaretleri kâr etmemiş ve doğru yolu da bulamamışlardır.”[4]
*************
Tanrıyı bu kadar kızdıracak ne yaptınız ki;
Ne yapmadık ki;
– 100 yıldır kendi vatandaşıyla, kendi vatandaşının dini ve inancı ile, yaşayışı ve örtüsüyle, ezanı ve kitabı ile, namazı ile uğraşan bir zihniyetten bu millete asla ve asla bir fayda gelmez.
Bin senede geçse değişmez.
100 sene değil, 500 sene bu milleti geriye götürür.
Kısır bir zihniyetten, bir düşünceden ve kendini aşmayan ve aşamayan bir insandan bu milleti aşması ve ileriye götürmesi asla ve asla beklenemez.
Bekleyen insan, aldanmış insandır.
Aldandık…Aldatıldık…Zulme uğradık…
************
İnsan siyaseten nereden vuruluyor?!
Kalpten.
Akılda konuşamıyor.
Susuyor.
Çünkü mecali kalmamış. Susturulmuş.
Makam, mevki ve dünyevi menfaatler kalbi esir almış, aklı bağlamış.
Kıpırdayamaz hale gelmiş.
Nefis müftüsü fetvayı çoktan hazır etmiş.
Kale işgal edilince, burçlar çoktan birer birer düşüşe geçmiş.
Ve, İnsan aldandı.
Bir şekerlemeye aldatıldı.
Kaybettirdikleriyle beraber kaybetti.
Ahireti verip, deni dünyayı satın aldılar.
”Onlar Dünya Hayatını Âhirete Tercih Ettiler.”[5]
“Allah, kendi yolunda çarpışırken öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır. Bu, Allah’ın Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da yer almış gerçek bir vaadidir. Kim Allah’tan daha fazla sözüne bağlı olabilir! O halde yaptığınız bu alışverişten ötürü sevinin. İşte büyük bahtiyarlık da budur.”[6]
Biz ise Hak yolunda ya satmadık veya ucuza sattık.
****************
Tanrıyı bu kadar kızdıracak ne yaptınız ki;
Ne yapmadık ki;
Menfaatler uğruna dünya 3. bir savaşın kapısını çoktan çaldı.
Abd kaşınıyor ve de kaşıyor.
Ve de dünyayı kasıyor.
Kaşıyor çünkü neticede Rus Ukrayna savaşını başlattı.
NATO’yu, Avrupa ve bizi içine çekmeye çalıştı.
Nisbeten başardı.
Kaşınıyor ta ki Rus’un kaşımasıyla NATO’yu mecburi içine çekip, üçüncü dünya savaşını başlatsın.
Dünyayı kasan ABD sonuçta bombayı patlatacak.
Ancak bu onun da sonu olacaktır.
Dünya ayıyla domuzun kavgasına kurban ediliyor.[7]
Altta çimenler eziliyor.
“Münafıklar Allah’a oyun etmeye kalkışıyorlar. Hâlbuki Allah onların oyunlarını kendi başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıklarında üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hatıra getirirler.
Arada bocalayıp duruyorlar; ne onlara, ne bunlara! Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir yol bulamazsın.”[8]
Karadeniz’deki İHA gerilimine Rusya’dan yalanlama: ‘İrtifa kaybederek kontrolsüz uçuşa geçti’[9] Dünyayı yemek için kurt kuzu yalanı.
Tilki oyunu.
Her asırdan daha fazla olarak bizler 20. ve 21. Asrın insanları olarak, bulunduğumuz konum itibarıyla; Hastalıklı Asrın, hasta insanlarıyız.
Asır hasta, İnsanlar ise yaralı.
Hazin ve üzücü durumlarla karşı karşıyayız.
Evlisinden öğrencisine kadar, yapılan röportajlarda da görüldüğü üzere;
Bu insanlar bir sure ve bir duayı okuyamamakta, zorlanmakta, kelime-i şehadeti söyleyememektedir.
İslam’ın ve imanın şartını sayamamakta, daha hazini ise bir serbestlik, boşluk ve ilgisizlikten dolayı, pekte ne olduğunu bilmeden kendisinin inancının olmadığını çok rahatlıkla dile getirmektedir.
Bu insanlar inançsız bir aileden gelme değildir. İçinde dindar ailenin çocukları da var.
Her şeyden önce yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu söylenen bir toplumun ürünüdürler bunlar.
Bir değil, bir çok yerde eksik ve yanlış yapıyoruz.
Sert mi giriyoruz?
Örnek oluyor muyuz?
Yoksa böyle bir aileden böyle birinin çıkması normal mi dedirttiriyoruz?
Ne veriyoruz ki, ne istemek hakkımız olsun?
Bizim Müslümanlığımız kulaktan dolma ve duyma olup, taklitte mi kaldık?
İmtihandayız.
Biz çocuklarımızla, çocuklarımızda bizle..
Yoksa toprağımızı bizler değil de, başkaları mı sürdü?
Bu toprakları bizler değil de, başkaları mı ekti?
Başkaları mı ayrık otu dikti?
Ebedi hayatın mahsulü buradan gitmektedir.
Mahsulümüzü kontrol edelim.
Besmeleyle başlayıp, besmeleyle devam ederek, besmeleyle biten bir hayatta mı hayat sürmekteyiz?
Yoksa?
Nedendir bu bereketsizlik ve meymenetsizlik?
Rahmet yağmurlarının önünü mü tıkadık?
Rahmet yağmurları neden inmiyor?
Çorak topraktan verimli verim ve ürün elde edilemez.
Toprağımız mı çorak, biz mi çorağız?
Oysa Rahmet yağmurları güneş gibi her an yer yüzüne inmektedir.
Kucak açıp, kulaç atmıyor muyuz?
Müteveccih olmuyoruz Rahmet hazinelerine.
Müşteri olmuyoruz hakikat cevherlerine.
**************
Kuranda yoldan sapmış olanlar hakkında, 56 yerde onlar için sapık ifadesi kullanılmıştır.[2]
Şimdi kalkıp ve de haddini aşarak Allah’ın reva görüp söylediği sapık ifadesini, o sapmış olanları söylemeyelim mi?
Günde en az 40 kere namazda okuduğumuz Fatiha’da ittifakla Yahudiler için, Allah’ın kendilerine gazap edip kızdığı, Hristiyanlar içinde sapık ifadesini kullandığı kimselere şimdi neden bu ifadeyi kullanmak yanlış olsun?
-Din İşleri Yüksek kurulu üyesi Halis Aydemir bir konuşmasında; “Bizim hocalarımız diğer dinlere batıl diyor, bunu dememek lazım”[3]
Bu ağız kimin ağzı. Müslüman ağzı olması için evvela kendi inandığı dinden şüphe etmemesi lazımdır.
Oysa bu batıl ifadesini biz söylerken, Kur’an-ı Kerimin her gün okuduğumuz Fatiha suresinde; Mağdub ve Dallin ifadesiyle, kendisine Ğadab edilenlerle Yahudiler, Dallin yani sapmışlar ile de Hristiyanlar olduğu müfessirlerin ittifakıyla sabittir.
Ecdadın gayrı Müslimlere bakış ve değerlendirilişi ise;
– OSMANLI DÖNEMİNDE ÖLEN BİR GAYRİMÜSLİM İÇİN VERİLEN KADI KARARI (MALUM O DÖNEM BU KİŞİLERİN DEFNİ, KADI KARARI İLE GERÇEKLEŞTİRİLİYORDU)… ASLINDA BUGÜN DE BİLUMUM İSLAM DÜŞMANLARININ DEFNİNDE KULLANILASI BİR UYGULAMA…
Labis-i, libas-ı katran-i (Katran siyahlığında elbise giyinmiş) merdud-u divan-i Rabbani (Allah’ın divanından düşürülmüş/lanetlenmiş) Tekirdağ kefere-i şeceresinden (Tekirdağ’ın kâfir sülalesinden) Apostol oğlu, 1901 doğumlu yani, İş bu kerre mürd olup taaffüratı (bir defa gebermiş olup bu pis koku fazlasıyla) Ehli islam-ı iz’aç edeceğinden (Müslümanları rahatsız edeceğinden) Bir çukur kazup tekmeleyesüzz!”
**************
-M. Görmez’in; “Depremzedelerin gönlü naz makamındadır. Onlar Allâh’a karşı kırık, devlete karşı öfkeli” sözü, isabetli bir söz değildir.
“(Yâkub a.s) şöyle dedi: “Ben kederimi ve hüznümü sadece Allah’a arz ederim (şikâyet ederim). Ve sizin bilmediğiniz şey(ler)i ben Allah’tan (Allah’ın bildirmesi ile) bilirim.”[4]
Kulun Allaha arşı şikayete hakkı yoktur.
Kimi kime şikayet edecek?
Bir alacağımı var?
Hak ettiği bir şey mi verilmedi?
İnsan hüzünlenir, kalbi kırık olabilir.
Ancak bu kırıklığın Allaha karşı olması haddi aşmaktır.
Ancak halini ve hüznünü Allaha arz edebilir.
Kendi ile Allah arasında hususi olarak haddi aşmadan bir naz ve hal makamında bulunabilir.
Teşbihte hata olmasın, çocuğun şefkat kahramanı annesine karşı naz hali gibi.
Kişide Allah’ın rahmet ve şefkatini cezbedici hale girmesi ve bulunması gibi.
****************
-Sapık mezhep olan Mutezilenin bazı ehli sünnetten farklı görüşleri vardır. Bunlar; şefaat meselesi, Kader Meselesi, Kul fiilinin halikı yani yaratıcısıdır, Rü’yetullah meselesi, Allah’ın cennette görülmeyeceği meseleleri.
Allah’ın sıfatları meselesi, her birinin ayrı ayrı sıfatları olduğunu kabul etmez.
Büyük günah işleyenin kafir olacağı meselesi
Halk’ul Kur’an meselesi yani Kur’an’ın mahluk olduğu meselesi.
-Kur’an-ı Kerimin mahiyeti mahluk değildir.
Allah’ın Kelam sıfatının bir tezahürüdür.
Mahluk olan Mushaf’tır. Yani kâğıt, mürekkep ve yazdığımız harf ve şekillerdir.
Ve onu okuyarak bizde oluşan hal, etki, tesir ise kanuni bir emir, güç ve enerjidir.
Ruhun hayatiyeti ve gücü gibi.
-“Sana kitabı indiren O’dur. Onun (Kur’an) bir kısım âyetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır; diğerleri ise müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek payeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”[5]
-Hadisleri inkar etmenin yolu ve sebebi, yeni hadislerle yeni bir İslam dini ihdas edip, uydurmaya sebep aramaktır.
Sünnet olmasaydı, sünnetsiz olurduk.
Dinin ikinci kaynağı.
Birinci kaynağını Şia inkar ederken, içimizde onu küçük düşürücü hareketlere gidilirken, hadisler mevzudur, deyip inkar edilirken, toplumun arşa uzanan bağları koparılmış oluyor.
İslâm bahçesinden ayrık otları mesabesindeki insanları veya onların sözlerini ayırmak lazım.
AYRIK OTLARI
Toplumda vahim ve dehşetli bir hal yaşanmaktadır.
Pek çok kişi veya toplum bunun pekte acısını hissetmemekte, duygusuzlaştığımızdan pekte farkında olmamaktayız.
Pek çokta dünya meşgalelerinden olsa üzerinde durmayıp, düzelir deyip geçmekteyiz.
Bunlar ağırlıkla inanç sahasında yaşanan hastalıklardır.
Dinin affetmediği, İslam hukukunun ağır müeyyideler uyguladığı iki hal var;
1. Baği ve eşkıyalık. Terör suçları.
2. İrtidat durumu. Mürted. Müslüman olduğu veya öyle olduğunu düşündüğü halde Mürtet olup, dinden çıkma hali.
Bu durumda topluma zehir olan o kişi için ağır müeyyideler uygulanır.
Devlet tarafından hayat hakkı tanınmamadan, nikahın bozulması, aile bağlarının koparak anne, baba, evlat gibi hukuki hakların kalkması, mirastan mahrum edilmesi, cenaze namazı kılınmaması, Müslüman mezarlığına defnedilmeme gibi yaptırımlar uygulanır.[6]
Nokta.
Sayın Devlet Bahçeli’nin bu ifadesi; hükmü ifade eden, hüküm cümlesidir.
Anayasa mahkemesinin hükmiyetini kaldıran bir hüküm cümlesi.
Pkk’yı temsil eden HDP’nin kapatılması ve hazine yardımının kesilmesi davasında mahkeme, yardımın yapılması yönünde karar verdi.
Sayın Devlet Bahçeli, bu kararla bu mahkemenin , Türk milletinin mahkemesi değildir, diyerek, milletin hissiyatını şöyle dile getirdi;
“Bahçeli’den HDP kararı için Anayasa Mahkemesi’ne hakaret: Ahlakı düşük, ihanet, kepazelik, rezalet, melanet, terör örgütünün arka bahçesi!..
“Türk milletinin mahkemesi değildir, tasfiye edilmelidir; HDP kendi cumhurbaşkanı adayını çıkarmayı planlıyorsa Anayasa Mahkemesi Başkanı arayıp da bulamayacakları özelliklere sahiptir…”
Dağdaki çobandan bağdaki çiftçiye kadar herkes bilmektedir ki, HDP PKK’yı temsil ediyor. PKK HDP’nin silahlı yan kuruluşudur.
Bunu kendileri de hiç gizlemeden ve çok açıkça söylemektedirler.[1]
Anayasa mahkemesi ise bunu hukuken belgeleriyle bilmektedir.
Askerimizi, polisimizi, vatandaşımızı vuran PKK’ya hazine yardımının yapılmasına onay vermekle, adeta vurması desteklenmektedir.
Zira her bir kuruşu, askere sıkılan bir kurşundur.
Pkk’ya, teröriste maddi destek ve güçtür.
Şu soruyu akla getirmektedir?
Terör hukuktan mı beklenmektedir?[2]
Şunu düşündürmektedir;
İstikrarsızlığa sebep olup bozan, hukuktaki bozukluklar mıdır?[3]
Anayasa mahkemesi üyelerine sormak lazım;
Askerin dağda canını ortaya koyarak teröristle savaşmasına karşı, Anayasa mahkemesinin onu temsil eden partiyi tereddütsüz kapatması gerekirken, birde kalkıp hazine yardımının yapılması yönünde bir karar vermesi; hukuka, akla ve mantığa, vicdan ve insafa, insanlığa sığan ve sığdırılacak bir tarafı var mı?
Dünya devletlerinde bir örneği var mı?
Asker dağda eşkiya ile çatışsın, o eşkıya mecliste temsil edilsin?
Anayasa mahkemesi de bunun beslenip palazlanmasına onay versin!
Tam bir tezat değil mi?[4]
Yoksa terör meşrulaştırılıyor mu?[5]
Gerçekten de bu Anayasa mahkemesi bu milleti temsil ediyor mu?
Milletin vicdanına ma’kes ve ayna olup, yansıtıyor mu?
Yansıtmıyorsa neden?
Hiçbir akıl, kalp ve vicdan sahibinin kabul edip onaylamayacağı bir karara, Anayasa mahkemesi onay vermekle millete aykırı bir karar vermiştir.
O halde bu mahkeme, bu milletin mahkemesi değildir.
Milletin oylamasına sunulsa, bu kararı verenler sınıfta kalır, milletin vicdanında mahkum olur.
Karar:
Anayasa mahkemesi ve üyeleri verdikleri bu kararla; milletin mahkemesinde hükmen ve manen mahkumiyet kararı almıştır.
Gerek İttihat ve terakkiden bu yana 150 yıldır ve gerekse de cumhuriyetin kuruluşundan bu ana kadar yüz elli yıldır ve gerekse de 1960 İhtilali’nden bu yana geçmiş olan 60 yıllık sürede; Türkiye’nin en büyük problemi, hukuk problemidir. Hukuktaki problem birçok problemleri de beraberinde getirmektedir.[6]
İttihat ve terakkiden bu yana 150 yıldır Mason ve dinsiz komitesinin münafıklık perdesi altında yürütmüş olduğu ve her ne kadar zamanımızda önemli çapta o maske ve perde düşse de yine başka türlü kendilerini ispat edemeyecekleri için nifak perdesi altında, hala gizli komite varlığını sürdürmektedir.
Bunlar yüzde bir ihtimal ile de olsa o nifak perdesini yüzlerine çekerek; bazen namaz ile, bazen oruç ile ve bazen umre yapmak suretiyle kendilerini çeşitli perdeler altında, boyalar içerisinde gizlemeye çalışmaktadır. Ancak yağan rahmet yağmurları o boyaları tamamen dökmüş, ortaya çıkartmış, gerçek mahiyeti bilinmiştir.
Ancak hala bu durum içerisinde onlara alet olanlar az da olsa aynı desteklerini, onların başarıları yönünde gafilane bir şekilde, gaflet içerisinde sürdürmektedirler.
-Bunların durumu şuna benzemektedir;
-Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman Aleyhisselam’a gelerek, kanadını bir dervişin kırdığını söyler.
Hazreti Süleyman Aleyhisselam dervişi hemen huzuruna çağırtır.
Ve ona sorar;
“Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”
Derviş kendini savunur;
“Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı.
Bende bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.”
Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve der ki;
“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin.
Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun?”
Kuş kendini savunur.
“Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.”
Hazreti. Süleyman Aleyhisselam bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister.
“Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder.
Kuş o anda;
“Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır.
“Neden” diye sorar Hazreti Süleyman.
Kuş sebebini şöyle açıklar;
“Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar…
Siz en iyisi mi, bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın… Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”
-Bugün dervişliğe soyunanlara dikkat edilmesi lazım.
Bazılarının sakal bırakmaları veya İslami pozisyon içerisine girerek, artık kendilerini kabul ettirme durumuna girmeleri, ondan önceki hallerinde hiç alakası, hiçbir başarısı olmamasına rağmen öyle görünmeye çalışmaları, safdil olan Müslümanları maalesef yine de kandırmaktadır.
Bunlar da başka türlü bu milletin başına geçemeyeceklerini bildikleri içindir ki; aynı yolu, aynı yolda ve aynı yöntemi, aynı şekilde sürdürmektedirler.
Ve nisbeten de olsa ve bir nebze de olsa başarılı olmaktadırlar.
Pandemi biterken yeni bir kronik hastalığın ortaya çıktığını söyleyen Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Şevket Özkaya, “Pandemi sonrası insanlarda ‘beyin sisi’ dediğimiz bazı kelimeleri hatırlayamama, unutkanlık, sinirlilik, başladığı işi bitirememe, konsantrasyon güçlüğü ve bazı uyku bozukluğu gibi rahatsızlıkların ortaya çıktığını görüyoruz” dedi.[1]
-Covid-19 nedeniyle 27 milyon kişi tat ve koku alamıyor.
Koronavirüs üzerine yapılan yeni bir araştırmada, milyonlarca kişinin uzun süreli koku veya tat sorunları yaşadığı tespit edildi.[2]
-Kovid-19 geçirenlerde unutkanlık, anksiyete, kaygı bozukluğu ve koku-tat duyusunda kayıplar yaygın olarak görülüyordu. Ancak iki yıldır devam araştırmalar, virüsün beyinde bıraktığı etkilerin rehabilitasyon, vitamin ve mineral desteğiyle 2 hafta ile 6 ay arasında geçtiğini ortaya koydu.[3]
-Avrupa parlamentosu Pfizer in açıklaması.
Avrupa Parlamentosu: Korona ile ilgili her şey yalandı.
Korona ve aşı yalandı.[4]
-Abd Senatosu Aşı Soruşturmasında.
Geçmişte de Aşı Sandığımız Sıvılarda Neler Varmış.
Dr. Stanley Plotkin İtiraf Ediyor.[5]
-İlacın açtığı kötü sonuçlar.
“ABD Başkanı uyardı; “Ecza dolaplarınızı kontrol edin!” 20. yüzyılın ortalarında dünyanın en tehlikeli ilacı Thalidomide, Batı Almanya’da keşfedildi. Ağrı kesici, uyku getirici ve mide bulantısını gideren özelliklere sahipti. Bu yüzden özellikle hamilelerin kullanımı için uygundu. Distaval ve Softenon gibi çeşitli isimlerle ilaç piyasasına sunuldu. İnsanlara mucizevi ilaç olarak tanıtıldı. Thalidomide 1960’ların en çok satılan ilaçlarındandı. Fakat ilacı içen hamilelerin bebekleri vücudunda engellerle doğmaya başladı. Thalidomide yüzünden ortalama 10 bin bebek uzuvlarında deformitelerle doğdu. İlaç 40’tan fazla ülkeye dağıtıldı fakat Amerika’ya giremedi. Çünkü Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA’da çalışan Dr. Frances Oldham Kelsey ilacı güvenli bulmadı. Thalidomide olayı, daha doğrusu Thalidomide faciasının çok daha kötü bir şekilde sonuçlanması bu şekilde engellenmiş oldu. Dikkatli Bak belgesel serisinin bu bölümünde tıp dünyasının kara lekesi, Thalidomide faciası var.”[6]
-Her ilacın mutlaka bir zararı var. Yan etkisi olmayan ilaç yok gibi.
Öldürme de dahil.
Yanlış kullanılan, sürekli kullanılıp bağışıklık haline getirilen ilaçlar, bir yandan tedavi ederken, diğer yandan yaralar açmaktadır.
Her sevilen hasta; iyileşmeyen ancak ölmeyen hastadır, düşüncesi silinmiş değildir.
Birileri yaşamasını buna bağlamaktadır.
Eczanede bulunan her ilaç tedavi amaçlıdır ancak herkese her ilaç verilmemektedir.
Rast gele şifa niyetiyle kullanılan nice ilaçlar hasta eder hatta ölüme kadar götürür.
Bu millet üç asırdır elinde olmayan ve de isteyerek hatta bilerek onaylamadığı, adeta bir oldu bittiye getirilerek kendisine dayatıldığı bir yönetimle karşı karşıya kaldı.
Kavganın içine çekildi.
Bugün daha hesaplı ve yeniden anlaşmayı uzatarak bir dayatma içine çekilmektedir.
-Mesela; Yedili Parti’nin ittifak ortaklarından birisi İstanbul sözleşmesinin ortak kararlarda olmayıp, imzalamayacaklarını söylemiş. Öyle bir oylarsınız, öyle bir imza attırılırsınız ki, itiraza mecaliniz bile kalmaz. Zira terörü destekleme konusunda imza mı atmıştınız ki, Hdp’yi içinize alıyorsunuz? FETÖ’nün affedilmesi için teminat mı vermiştiniz ki, çıkarılınca itiraz edesiniz? O kadar ki- ki’ ler var ki, bir kere baştan ipin ucunu kaçırdınız, göbekten bağlandınız? Atatürk’ün askerleriyle içkili kutlama yapıp, Türkiye laiktir, laik kalacaktır, diye kendi kapınızda, kapınızı kapatanların iktidar olması için mücahit lakabı verdiğiniz kişiye bir kere mensubiyetinizi ilan ettiniz. Aslında 50 yıllık düşüncenizi açık ettiniz. Bugün bildiğim, 50 yıl önce bildiğimle aynısınız, aynı yerdesiniz. Ne niyetle çıktıysanız, bugün bir kısmı istisna, aynı niyetle çıkış yaptınız. Yarayı deşip, irinleri çıkarmak niyetinde değilim. Zira İttihat ve ittifak zamanı. Yara açmak değil, yaraları sarmak zamanı. Mesele 50 yıl önceki yaranın hala kapanmayıp açık kaldığını hatırlamak ve hatırlatmaktır. Yenilere ve yeni yetmelere. Bediüzzaman’ın 80 sene önce söylediği hakikat, bugünde geçerlidir. O da “bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek.”[1] Bu durumda dolaylı olarak milletin iradesi çalınmakta, masum gibi görülen birilerine çaldırılmaktadır.
*************
Abd’nin önünde Ortadoğu planını gerçekleştirmek için, yerleştirmeyi düşündüğü iki alternatif var.
Eğer bunu gerçekleştirirse en az yüz yıl rahat ederdi, orta doğuyu çok rahatsız etse de.
Zaten onun istediği de budur.
Biri; Alevi- Sünni çatışmasını sağlamak ve bunu İran ve Suriye üzerinden sürdürürken, diğeri de Deaş bahanesiyle Pkk ile iş birliği yaparak Kürt devleti kurmaktır.
-Dün bu millete Kemalizm zihniyetini dayatan Chp, bu gün yine kendileri bunu kaldırmış, bunu ise içerisine aldığı hakim güçlerle, sosyalizm ve batı emperyalizmi ile özerkliği sürdürmeyi tercih etmiştir.
“Yoo yoo siz ücreti ve lezzeti peşin olanı çok seviyor, ahiret (veya neticeyi) umursamıyor (görmezlikten geliyor)sunuz.”[3]
İnsanla beraber sonsuz kadar Tövbe edip dönmedikçe kendisini bırakmayan boyunduruğu; onun kişiliği ve simgesidir. Zira geçmişte yaptığı sahiplendiği sürece, geleceğinin yansıması ve göstergesidir.
Camilerin kapatılıp satılmasından,[1] ezanın değiştirilmesine kadar[2] tüm boyunduruklar sahibini hiç bırakmayacak ve terk etmeyecektir.
Bütün kirli teşkilat ve ortaklıklar, geçmişte yakadan düşmeyen ve açık edilen haller ve menfilikler.[3]
Türkiye’de her alanda bir bozgunculuk sürdürülmektedir.[4]
“Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar dayanan demir halkalar geçirdik. Bu nedenle başları sürekli yukarıda kalkık olanlardır.”[5]
-Bilet alan babaya kızı sorar; eğer çıkarsa ne alacaksın, der.
Oda araba alacağını söyler.
Bunun üzerine kız; öne ben bineceğim, der.
Abi durur mu! Hemen atılır ve;” Evin büyüğü benim, ben oturacağım, der.
Anne duru mu! Anneniz olarak ben bineceğim, der.
Ve münakaşa büyür, baba hepsine bağırarak;
İnin arabadan, der.
-Aynen bunun gibi de; daha şimdiden denizi görmeden paçayı sıvayanların kuruntulu haline çok benzemektedir.
Bir Kıssa:
-CHP eski Trabzon Milletvekili ve Orman Bakanı Ahmet Şener halkın partilerine nasıl baktığını anlatmak için başından geçen bir olayı anlatır. Şener Trabzon milletvekilliği yapmış ve CHP-MSP hükümetinde bakan olmuştu. Şener Tonya’da arabasıyla seyrederken yolda iki güğüm ile su taşıyan bir kadın görmüş ve iyilik olsun diye arabasına almış. Teyzeye hangi partiye oy verdiğini sormuş. Sağ partilerden birine oy verdiğini söylemiş. Şener, “Ama artık bundan sonra bizim partiye oy verirsin değil mi?” demiş. Kadın, “Sizin partiniz hangisi ki?” diye sormuş Şener, “CHP” demiş. Kadın, “Ben sizin partiye oy vermem, arabayı durdurun.” demiş. Arabadan inmiş ve güğümlerdeki suları da boşaltmış. Şener, “Tamam bize oy vermeyeceksin de o suları niye boşalttın be teyze?” diye sorunca, kadın, “Biz o sularla abdest alacağız, su mundar oldu, onun için boşalttım.”
Düşmanın hariçten yapamadığını, İran içeriden yapmıştır.
Yandaşlarıyla…
İran- ABD yapımı seçim filmi devreye konuldu.
-İran’la muhabbeti sürdürenler, Kuran ile muhabbet ve irtibatını kontrol etsinler.
Okuduğumuz Kuranın 17 bin ayetten ibaret olduğunu, gerçek Kuranın Hz. Fatıma’nın yanında olup, onu da mehdi geldiğinde çıkaracaktır, diyenleri sevenler ve onları İslam devleti kabul edenler bin kere daha düşünsünler.
-ABD’nin PKK’ya verdiği 50 bin tır silah, Yunanistan’a verilen savaş silahları ve bize verilmesi gerekirken verilmeyen silahlar, sürekli tehditlerle, ekonomik sıkıntılarla, iç kaoslarla uğraştırılmamız asla ve asla bir tesadüf değil, büyük bir hesabın döşenen taşlarıdır.
Taşlar döşeniyor.
İçteki taşlar ve dıştaki taşlar.
Maddi taşlar ve manevi taşlar.
Yüz yıllık hesaplar.
Hatta Şah İsmail’in[2] yarım bırakıp Yavuz’a toslamasını tekrar devreye koymaktır niyet.
Yıkıntı, döküntü, kan ve göz yaşlarıyla dolu yeni bir Bizans oluşturulmaya çalışılıyor.
Unutulan hesap ise; Allah’ın hesabı…
“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”[6]
“Ayette sözü edilen tuzak, İsrailoğullarının Hz. İsa’ya suikast düzenleme girişimidir. “Allah’ın tuzak kurması” kavramı ise, Allah’ın kurulan tuzağı bozmasını veya tuzak kuranları cezalandırmasını ifade etmektedir.”