Bir Ömürlük Film: Âlem-i Misal, Fotoğraf Makinesi ve Ebedî Seyir

Bir Ömürlük Film: Âlem-i Misal, Fotoğraf Makinesi ve Ebedî Seyir

“Gördüm ki âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve cennette saadet-i ebediye ashablarına dünya maceralarını ve eski hatıralarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Hayat, insana dışarıdan sıradan, içeriden karmaşık; dünya ise gelip geçici, ama içinde saklı anlamlarla yüklü bir imtihan salonudur. İnsanın yaptığı her iş, söylediği her söz, kalbinden geçen her niyet, bir yere kaydedilir. Ne unutulur, ne de yok olur. Fakat bu kayıt sadece maddî bir arşiv değil, aynı zamanda misal âleminde, yani manevî boyutta şekil kazanır, birer fotoğraf hâline gelir.

Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şu derin ifadeyle anlatır:

> “Gördüm ki âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor… fâni ve zâil hallerini… saadet-i ebediye ashablarına… levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim.”

Bu, sadece bir teşbih değil, aynı zamanda varlık düzenine dair bir hikmet penceresidir. Gelin birlikte bu pencereyi aralayalım.

Âlem-i Misal: Zamanın Ötesinde Bir Kayıt Alanı

İnsan, zamanın akışı içinde yaptığı eylemleri çoğu zaman unutur. Ama kader unutmuyor. Hafıza zayıflasa da, misal âlemi unutmuyor. Tüm ameller, davranışlar ve hatta kalpten geçen düşünceler; âlem-i misal adı verilen manevî kayıt sisteminde şekillenerek muhafaza altına alınıyor.

Bu kayıt, ne dijital bir bellek gibi mekanik, ne de sadece soyut bir düşünce gibi uçucudur. Bilakis hakiki, sabit ve ebedî âlemde seyredilecek gerçek manzaralar hâlinde oluşmaktadır. Her bir an, bir kare; her bir niyet, bir sahne; her bir davranış, bir perde olarak yansıyor.

Dünya: Bir Film Seti, Ahiret: Sonsuz Bir Sinema

Bediüzzaman’ın “sinema-i uhreviye” tabiri, hakikaten derin bir benzetmedir. Dünya hayatı bir film seti gibi; insanlar oyuncu, melekler kameraman, kader ise senaristtir. Bu film çekiliyor. Lakin film, dünyada gösterime girmiyor. Gösterim yeri ahirettir.

Cennet ehli, kendi hayat filmlerini seyredecek. Tıpkı çocukluk fotoğraflarına bakıp tebessüm etmek gibi, dünya hayatlarının inişli çıkışlı sahnelerini, sabırlarını, sevdiklerini, hüzünlerini, hizmetlerini; her şeyin derin anlamını orada temaşa edecekler.

Ve bu izleme sadece bir hatırlama değil, aynı zamanda ebedî lezzet ve saadetin bir parçası olacaktır. Çünkü cennette geçmişe ait her hatıra bile nimete dönüşür. Zahmet, rahmete inkılâp eder.

Fâni Hayat, Sermedî Seyrin Konusu Olur mu?

Dünya fânidir. Her şey geçer. Gençlik, sağlık, servet, makam… Hepsi geçer gider. Ama işin sırrı şuradadır: Geçen şeyin manası baki kalır.

Bir mü’minin Allah rızası için yaptığı en küçük iş, bir tebessüm, bir dua, bir sadaka; âlem-i misalde bir ışıklı kareye dönüşür. Bir inkârcının karanlıkta yaptığı gizli günah, orada bir karanlık leke olarak belirir. Ve her şey yerli yerinde, eksiksiz ve adil bir şekilde saklanır.

Yaşarken Bilin: Hayatınız Kayıtta!

Bu bakış açısı, insana hem bir umut hem de bir sorumluluk yükler. Umuttur, çünkü yaptığın hiçbir iyilik boşa gitmeyecek. Sorumluluktur, çünkü gizli hiçbir niyet saklı kalmayacak.

Her sözümüz bir satır, her adımımız bir kare, her tercihimizi belirleyen niyetimiz bir sahnedir. Ve biz bu filmin hem başrolüyüz hem seyircisi olacağız.

Özet

Hayat, âlem-i misalde manevî bir fotoğraf makinesiyle kaydedilir. Her insanın dünya macerası, ahirette “sinema-i uhreviye”de temaşa edilecek ebedî bir seyirlik hâline gelir. Bu kayıt sistemi, hem adaletin bir tezahürü hem de cennet ehline bir nimet vesilesidir. Fâni hayatın her hâli, âlem-i misalde şekil kazanır; geçici olan, ebediyet içinde manasını bulur. Bu yüzden insan, hayatının her anını kayıt altında olduğunu bilerek yaşamalı, manevî sorumluluğunu unutmamalıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Kırılan Hayallerin Tek İlacı: Ebedî Hayat ve Kur’an Hakikatleri

Kırılan Hayallerin Tek İlacı: Ebedî Hayat ve Kur’an Hakikatleri

“Evet, dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek, Kur’an’dan başka yoktur. ”
Emirdağ Lâhikası 1

İnsanoğlu fıtraten büyük şeyler ister. Sonsuzluğu arzular, kalıcı olmak ister, tükenmeyeni arar. Ama ne var ki dünya bu istekleri karşılamaktan acizdir. Çünkü dünyanın kendisi fânidir, sınırlıdır ve geçicidir. İnsan kalbi ise sonsuza ayarlı bir makinedir. İşte bu noktada ortaya çıkan o derin çatışma, Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir “inkisar-ı hayal” yani kırılan hayaller yarasıdır.

Dünyanın Mahiyeti: Bir Gölgeler Oyunu

İnsan, gençken dünyayı bir cennet gibi hayal eder. Mutluluk, şöhret, servet, makam… Hepsi gözünde büyür. Fakat zaman geçtikçe bu hayaller birer birer sönmeye başlar. Gençlik solar, dostlar dağılır, güç azalır, mal elden gider. En sonunda ölüm, her şeyi süpürür geçer.

İşte o zaman insan anlar ki bu dünya, hayal ettiği gibi değilmiş. Geçici bir han, fanî bir pazar, aldatıcı bir serapmış. Hayat ise sürekli elden kayan bir kum saati gibiymiş. Ne yaparsan yap, durduramıyorsun.

Ve işte burada insan, hayatının en derin sorusuyla baş başa kalır:
“Peki o zaman bunca içimdeki sonsuzluk arzusu, kalbimdeki ebedîlik isteği neden var? Bu hayal kırıklığını ne teselli eder?”

Kırılan Hayallerin İlacı: Ebedî Hayat

Bediüzzaman Said Nursî bu noktada hakikatin sırrını verir:

> “Dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra, elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek, Kur’an’dan başka yoktur.”

Çünkü bu dünyada hiçbir şey insanın içindeki sonsuzluk boşluğunu dolduramaz. Ne bilim, ne sanat, ne felsefe, ne de dünya nimetleri… İnsan ancak ebedî bir hayat ümidiyle tatmin olur. Ve bu ümidi insana veren yalnız Kur’an’dır.

Kur’an der ki:
“Ahiret, elbette daha hayırlıdır ve bâkîdir.” (A’lâ, 17)

Ve yine Kur’an, insana hayatın sadece bu dünya ile sınırlı olmadığını, ölümle her şeyin bitmediğini, bilakis sonsuz bir hayata açıldığını bildirir. Cennet ile müjdeler, kabri aydınlatır, ölümü terhis eder.

Kur’an: Yaralı Kalbin Reçetesi

Modern çağda insan ne kadar ileri teknolojiye, bilgiye ve konfora ulaşsa da, iç dünyasında o “yarım kalmışlık” hissi gitmiyor. Çünkü maddiyat ruhu doyurmuyor. Kalpteki boşluk, ebediyet arzusudur. Bu boşluğu sadece Kur’an’ın sunduğu iman, ahiret ve Rabbini tanıma hakikati doldurabilir.

Kur’an, sadece bir kitap değil; yaralı insanlığın reçetesi, kırılmış kalplerin merhemi, bütün insanlığın ahiret yurdundaki gerçek saadetini haber veren ilahî bir mektuptur.

Ey İnsan! Hayal Kırıklığını Umuda Çevir

Eğer bu dünyada hayallerin kırıldıysa, umudun yıkıldıysa, bil ki senin ruhun aslında bu dünyaya değil, ebedî saadete ayarlıdır. Bu hayal kırıklığı bir davetiyedir. Seni dünyadan alıp ahirete çağıran bir ikazdır.

Hayal kırıklığını teselli eden bir şey arıyorsan, Kur’an’a yönel. Çünkü Kur’an seni boşluklardan sonsuzluğa, geçicilikten kalıcılığa, umutsuzluktan hakiki müjdeye götürür.

Özet

İnsan sonsuzluğu ister ama dünya fânidir. Bu yüzden dünya hayatı insanın içinde derin bir hayal kırıklığı bırakır. Bu “inkisar-ı hayal”i tedavi edecek tek hakikat ebedî hayattır. Ve o ebedî hayatın varlığını, anlamını, müjdesini en net şekilde veren yalnız Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, yaralı insan ruhunun yegâne reçetesidir. O hâlde dünya geçicidir, ama Kur’an’ın sunduğu ebediyet gerçektir. Ona yönelen, hayal kırıklığını ümit nuruna çevirir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Şişe ile Elmas: İlmin İki Yüzü ve Tercih Meselesi

Şişe ile Elmas: İlmin İki Yüzü ve Tercih Meselesi

“Evet, mekteplerde dünya maişeti ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faydası bir ise ebedî hayatta Kur’an ve Kur’an’ın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek, binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir. ”
Emirdağ Lâhikası 1

İlim, insanlığın hem kalbine hem aklına ışık tutan en kıymetli hazinedir. Ancak bu hazine iki yönlüdür: Biri dünyevî fen ilimleriyle, biri de uhrevî Kur’anî ilimlerle ilgilidir. Her biri kıymetlidir; fakat birine sadece geçici dünya hayatı için yönelmek, diğerini ise ebediyet için terk etmek, insanı büyük bir zarara uğratır.

İlim Nedir, Ne İçindir?

İnsanoğlu ilmi sever. Bilmek ister, anlamak ister, keşfetmek ister. Fakat bu bilmenin niyeti ve gayesi, ilmin kıymetini doğrudan belirler. Eğer ilim, sadece makam, rütbe, şöhret veya geçim içinse, bu ilim bir şişe gibidir. İçinde kısa bir ışık vardır; kırılır, söner, kaybolur. Zira bu tür bir ilim, ölümle beraber hükmünü yitirir.

Ama ilim, Allah’ı tanımak, yaratılışın hikmetini kavramak, ahiret yolculuğuna hazırlanmak içinse; işte bu elmas kıymetinde bir ilimdir. Ne zaman, ne yerde, ne de ölüm karşısında değerini kaybetmez. Ebedî saadetin anahtarı olur.

Bediüzzaman Said Nursî’nin buyurduğu gibi:

> “Mekteplerde dünya maişeti ya rütbeleri için fenleri ders okumak… faydası bir ise; ebedî hayatta Kur’an’ın kudsî kelimelerini ve imanî manalarını öğrenmek, binler derece daha kıymetlidir.”

Dünya için Şişe, Ahiret için Elmas

Bugün milyonlarca genç, “iyi bir iş” için, “makam sahibi olmak” için yıllarca tahsil yapıyor. Okuyor, çabalıyor, sınavlara giriyor. Elbette bunda yanlış yok. Lâkin esas eksiklik, bu eğitimin ahiret perspektifinden koparılmasıdır.

Çünkü dünya bir gün bitecek. Makamlar sona erecek. Şöhret silinecek. Zenginlikler paylaşılacak. Ama kalpteki iman, zihindeki marifetullah bilgisi, ruhun tanıdığı Kur’anî hakikatler asla kaybolmayacak. Bilakis kabirde, mahşerde, sıratta ışık olacak.

Bir fizikçinin bilgiyle göğe baktığında sadece yıldız görmesiyle; bir mü’minin aynı göğe Kur’an’la bakıp Rabbin azametini, kudretini, rahmetini görmesi aynı şey değildir. Birincisi şişe, ikincisi elmas hükmündedir.

İlim Allah İçin Olursa Hakikat Olur

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz buyurur:
“Allah’tan ancak, kulları içinde âlimler korkar.” (Fâtır, 28)
Bu ayet gösteriyor ki hakiki ilim, kişiyi Allah’a yaklaştırandır. İnsanı kibir değil, tevazuya götürendir. Hakkı bildikçe hakikate yönlendiren, hayatı anlamlandıran bir ilimdir bu. Bu ilim, hem dünya hem ahiret saadetini beraber getirir.

Gençlikte Elmas Arayışı

Gençliğin en verimli yıllarını sadece geçim uğruna şişelere koşarak geçiren insan, yaşlandığında elinde ışığı sönmüş cam kırıklarıyla kalabilir. Halbuki aynı gençlik yıllarında imanî dersler, Kur’an ilimleri, tefekkür ve marifetullah ile donanmış biri, kabre yürürken bile elinde elmas gibi ışıklar taşır. Bu ışık hem kendisini hem çevresini aydınlatır.

Özet

İlim, niyete göre şekil alır. Sadece dünyalık hedefler için tahsil edilen bilgi, geçici ve kırılgan bir şişe gibidir. Fakat Allah’ı tanımak, iman hakikatlerini öğrenmek, Kur’an’ın nurunu idrak etmek maksadıyla elde edilen ilim ise elmas kıymetindedir. İnsan, geçici dünya hayatı için şişelere değil, ebedî ahiret hayatı için elmaslara talip olmalıdır. Çünkü ilmin en yüksek mertebesi, insanı Rabbine götüren ilimdir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Ölüm: Bir Son Değil, Sonsuzluğa Açılan Kapı

Ölüm: Bir Son Değil, Sonsuzluğa Açılan Kapı

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz. Ve madem o kat’î ölüm ehl-i dalalet için idam-ı ebedîdir, yüz bin hamiyetçilik ve dünya-perestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez. Ve madem Kur’an, o idam-ı ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi ispat eden Risale-i Nur elinize geçmiş.”
Emirdağ Lâhikası 1

Hayat, herkesin gözleri önünde sürüp giden bir imtihandır. İnsan, doğar, büyür, sevinir, üzülür, mücadele eder; sonra bir gün mutlak bir hakikat olan ölümle yüzleşir. Ne zenginlik, ne şöhret, ne de makam bu akıbeti değiştirebilir. Zira Kur’an’ın ifadesiyle:
“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 185)

İşte bu kaçınılmaz gerçek karşısında insan iki farklı yoldan birini seçer. Birincisi, inkâr ve dalalet yoludur ki bu, ölümü bir yok oluş, bir karanlık, bir ebedî idam olarak gösterir. İkincisi ise, iman ve hidayet yoludur ki bu da ölümü bir terhis, bir ebedî saadete açılan kapı, bir kavuşma vesilesi olarak görür.

Ölümden Korkmak mı, Ölümü Anlamak mı?

İnsan ölmekten değil, yok olmaktan korkar. Oysa Risale-i Nur’un işaret ettiği gibi ölüm, ehl-i dalalet için gerçekten bir idam-ı ebedî, bir yok oluş gibidir. Çünkü ahiret inancı olmayan bir insan için ölüm; tüm sevdiklerinden, hayattan ve varlıktan kopuştur. Bu kopuş öylesine dehşetlidir ki, insan bütün ömrü boyunca bunu unutmaya, bastırmaya, eğlence ve dünyevî meşguliyetlerle örtbas etmeye çalışır. Ne var ki, ölüm kapısını hiçbir zaman kapatamaz.

Ancak imanla bakan için ölüm, bir idam değil; bir tahliye, bir vazife bitimi, bir terhis tezkeresidir. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bunu veciz bir şekilde ifade eder:
“Madem ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı kapanmıyor… ve Kur’an, o idam-ı ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini Risale-i Nur’la güneş gibi ispat ediyor…”

İşte bu cümle, insanlık için hakikatin özüdür: Ölümden kaçılmaz ama ölümle yüzleşmenin iki farklı yolu vardır.

Hizmetle Gelen Terhis

Bir asker, vatan hizmetini tamamladığında, komutanından bir terhis tezkeresi alır. Bu onun artık istirahate, ailesine ve gerçek yuvasına dönebileceğinin belgesidir. Aynı şekilde, dünyaya bir imtihan için gönderilen insan da kulluk görevini iman ve salih amel ile tamamladığında, ölüm ona bir terhis tezkeresi olur. Bu tezkereyle sonsuz rahmet diyarı olan cennete geçiş yapar.

Ne mutlu o kişiye ki dünyadayken bu gerçeği anlayarak yaşamış ve ölümü ehl-i dünya gibi inkârın dehşetli karanlığında değil, imanın nuruyla karşılamıştır.

Kur’an ve Risale-i Nur: Ölümün Mahiyetini Aydınlatan İki Işık

Kur’an, ölümün sadece bir geçiş olduğunu, ebedî hayatın mukaddimesi olduğunu beyan eder. Risale-i Nur ise bu hakikati çağımız insanının anlayacağı bir lisanla açıklar. Kur’an’dan aldığı ders ile Risale-i Nur diyor ki:
“Eğer iman varsa, ölüm ömürden daha hayırlıdır. Çünkü ölüm seni sevdiklerine ve Rabbine kavuşturur.”

Eğer iman yoksa, ölüm her şeyin sonudur. İşte o zaman insanı dünya ile avutan, siyasetle oyalayan, şöhretle kandıran hiçbir şey onu ölümün dehşetinden kurtaramaz.

Özet

Ölüm, iman nazarında bir yok oluş değil; ebedî hayata bir geçiştir. Kur’an ve Risale-i Nur, bu hakikati en açık şekilde ortaya koyar. Ehl-i dalalet için ölüm bir idam gibi görünse de, ehl-i iman için bir terhis tezkeresi, bir vuslat ve bir müjde hükmündedir. Hayatın en büyük hakikati olan ölümü, ancak imanla anlamlandırmak mümkündür. Ölümden korkmak yerine, onu tanımak ve ona hazırlanmak hakiki bir aklın ve kalbin gereğidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

İslâm’sız Terbiye ile Terörleşen Zihin: Asrın En Büyük Tehlikesi ve Vazifemiz

İslâm’sız Terbiye ile Terörleşen Zihin: Asrın En Büyük Tehlikesi ve Vazifemiz

“Hem bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatin çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum. Bu asrın Kur’an’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir.

Siz, şimdiye kadar gelen inkılab kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harp ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları –hususan an’ane-i diniye hakkında– tamire çalışsanız hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyet-perver, hamiyet-perver namına müstahak olursunuz. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Müslüman Milletler Anarşiye Düşerse

Bediüzzaman, Batı toplumlarıyla Müslüman milletler arasındaki en derin farkı şöyle özetler:

> “Bir Müslüman, başka milletler gibi değildir. Dinini bıraksa anarşist olur.”

Çünkü İslâm, Müslüman bireyin yalnız ibadetini değil, düşüncesini, ahlâkını, davranışlarını, hatta en mahrem kararlarını dahi kuşatan bir bütün olarak, bir terbiye sistemidir.

Batılı insan için din, vicdanî bir alandır; toplumsal hayatın belirleyicisi değildir. Ama Müslüman için din; hayatın anlamı, toplumun temeli, ferdin iç disiplini ve kalbin direğidir.

  1. İslâm’sız Bir Müslüman Toplum: Rüşvetle Yönetilen Anarşiler

Bediüzzaman açıkça uyarır:

> “Eğer dinini bıraksa anarşist olur; hiçbir kayıt altında kalamaz.”

Bu cümle, laikleşme adına yapılan bütün yanlışları ifşa eden bir tesbittir. Çünkü:

İslâm’dan koparılmış bir Müslüman toplum, ahlâkî olarak başıboş kalır.

Kanunla değil, çıkarla hareket eder.

Hakka değil, hesaba göre yaşar.

Vicdan değil, menfaat ölçü olur.

Bu da neticede şu iki bataklığı doğurur:

  1. İstibdad-ı Mutlak: Dine sırtını dönmüş kitleleri ancak zorbalıkla yönetme arzusu.
  2. Rüşvet-i Mutlaka: Her şeyi parayla satın alma mantığı, devletin ve ahlâkın çöküşü.
  3. Batı’dan Geride Kalmayalım, Onlara Rehber Olalım

Üstad, dikkat çeken bir kıyasla şunları söyler:

> “Bu asrın Kur’an’a şiddetli ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamalısınız.”

Bu cümleyle iki önemli mesaj verilir:

Birincisi: Batılı toplumlar bile manevî boşlukları fark edip, Kur’an’ın mesajına yöneliyor.

İkincisi: Müslümanlar, bu uyanışa rehber olacak yerde geride kalmamalı; Kur’an’ı yalnız öğrenen değil, yaşayıp gösteren toplum olmalı.

Yani Kur’an’ın yaşandığı topraklar, artık hafız yetiştirmekle beraber, şuur ve örneklikle de Kur’an’a hizmet etmeli.

  1. Geçmişin Kusurunu Tamir Etmek, Geleceği Kurtarır

Üstad, geçmişteki inkılapların dine verdiği tahribata dikkat çeker ve diyor ki:

> “Şimdiye kadar gelen inkılap kusurlarını üç dört adamın şahsına verip, tahribatı tamire çalışsanız…”

Bu ifadeyle, geçmişle kavga etmek yerine, tarihin hatalarını düzeltme sorumluluğu önümüze konuluyor. Yani:

Sadece şikâyet değil, ıslah etmek,

Yalnızca eleştiri değil, inşa etmek gerekiyor.

Zira bir milletin geleceği, geçmişiyle hesaplaşmasında değil, onu anlayıp onarmasında saklıdır.

  1. Bu Yolun Sonu Hem Dünya Hem Âhiret Şerefi

Bu tamir vazifesini yüklenenler hakkında Bediüzzaman şöyle der:

> “İstikbalde büyük bir şeref, ahirette kusurlarına keffaret olur.”

Yani:

Dine hizmet etmek, bu çağda en büyük izzet ve itibardır.

Manevî çöküşü durdurmak, sadece bir vazife değil; bir kurtuluş vesilesidir.

Bu milletin, vatanın, dinin selameti için uğraşanlara; tarihin ve ahiretin huzurunda mükâfat vardır.

Bu da bizlere, hayatın kısa ve geçici olduğu şu dünyada kalıcı bir iz bırakma imkânı sunar.

ÖZET:

Bir Müslüman, dininden uzaklaştığında, Batı’daki gibi değil, ahlâken çökmüş ve anarşist hale gelir.

Bu durum, ancak rüşvet ve istibdatla yönetilebilir bir topluma dönüşür.

Kur’an’a olan ihtiyaç bugün İsveç’te bile hissediliyorken, Müslümanlar geride kalmamalı; aksine rehber olmalıdır.

Geçmişteki tahribatı onarmak, geleceğe umut, ahirete keffaret olur.

Dinî değerleri tamir etmek, sadece ilim adamlarının değil, her ferde düşen bir haysiyet görevidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Zulüm Devam Ediyor, Ümmet Susuyor: Gazze’den Yükselen Son Çağrı

Zulüm Devam Ediyor, Ümmet Susuyor: Gazze’den Yükselen Son Çağrı

İnsanlık tarihinin en uzun ve en acımasız kuşatmalarından biri, hâlen Gazze’de devam ediyor. Bir avuç insan, dünyanın gözü önünde, karadan, havadan ve denizden kuşatılarak kıyıma uğruyor. Bombaların altında can veren çocuklar, yıkılmış evlerin molozları altından çıkarılan bebekler, çadırlar içinde hayata tutunmaya çalışan yaşlılar… Ve en kötüsü: Bütün bunlar olurken, İslam âlemi hâlâ sadece kınıyor.

Gazze’den gelen son çağrı, artık sabrın değil, suskunluğun sınandığını gösteriyor. “Kınama paradoksu” denilen o tuhaf hâl, İslam ülkelerinin diplomatik söylemlerde sıkışıp kaldığını anlatıyor. Artık Gazzeliler söz değil, adım bekliyor. Sadece dua değil, somut destek istiyor. Sadece başsağlığı değil, gerçek bir sahiplenme arıyor.

  1. İnsanlığın İmtihanı: Gazze

Gazze, bugün bir coğrafya olmanın ötesinde, bir ilahi imtihan vesikası hâline gelmiştir. Orada atılan her bomba, sadece bir çocuğun bedenini değil, aynı zamanda ümmetin vicdanını da parçalamaktadır. Her mazlum gözyaşı, “Neredesiniz ey kardeşlerimiz?” diye sormaktadır.

🔹 İbret: Zulme karşı sessiz kalanlar, zalimin suç ortağı olmaktan kurtulamaz.

  1. Kınama Değil, Kıyam Zamanı

İslam ülkeleri bugüne kadar genellikle kınama mesajları yayımladı. Toplantılar düzenlendi, kameralar önünde sert konuşmalar yapıldı. Fakat sahada hiçbir şey değişmedi. Çünkü:

İsrail, sadece söylemlerle değil, eylemlerle sınırlandırılabilir.

Diplomasi, ahlak ve adalet üzerine kurulu değilse, zalimi cesaretlendirir.

Ümmet, pasif kalarak değil, birleşerek ve direnerek onurunu koruyabilir.

🔹 Hikmet: Mü’min, bir delikten iki defa ısırılmaz. Aynı hataları tekrar etmek, gaflettir.

  1. Maneviyatın Kudreti: Kassam’ın Cevabı

İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın bir askeri değiliz belki ama onların ruhunda taşıdığı inancı anlayabiliriz. Ellerinde en ileri teknolojiler yoktu ama kalplerinde Allah’a tam bir teslimiyet vardı. Kur’an’la moral bulan, sabah namazından sonra cepheye yürüyen o gençler, sadece düşmanla değil, ümmetin umutsuzluğuyla da savaşıyorlar.

🔹 Düşündürücü Gerçek: En büyük güç, imanla harmanlanmış adanmışlıktır.

  1. Sessiz Kıyametin Tanıkları: Babalar ve Çocuklar

Ahmed Katayif’in hikâyesi, sadece bir dram değil; bütün babalara, bütün ümmete bir ayna… Çocuklarına yiyecek ararken vurulmak, sadece fiziki bir katliam değildir; aynı zamanda insanlığın iflasıdır. Bu tablo karşısında hâlâ lüks masalarda mükellef sofralarına oturanlar, hâlâ Filistin’in adını dillerine almaktan imtina edenler, bu dramın manevi failleridir.

🔹 İbret: Bir ekmek uğruna vurulan babalar, ümmetin izzeti uğruna can veren neferlerdir.

  1. Batıdan Yükselen Sesler: İsveç’teki Vicdan

Stockholm sokaklarında toplanan yüzlerce kişi, “Filistin için adalet” diye haykırdı. Bu, Batı’nın tamamıyla duyarsız olmadığını, vicdanlı bireylerin hâlâ yaşadığını gösteriyor. O hâlde soralım: Milyonlarca Müslüman’ın yaşadığı şehirlerde niçin bu kadar sükût hâkim?

🔹 Ders: Vicdan, din farkı gözetmez. Lakin inanan, inancının gereğini yapmazsa vebali ağır olur.

  1. İslam Ülkelerine Çağrı: Direnişin Hesabı Mahşerde Sorulur

Gazzeliler bu çağrıyı son kez yapıyor olabilir. Çünkü kuşatma altında kalan bir millet, artık hayatta kalma değil, şerefli ölme çizgisine dayanmış durumda. Eğer İslam ülkeleri bugün de harekete geçmezse; sadece Gazze değil, ümmetin haysiyeti de yerle bir olacak.

🔹 Hakikat: Mazlumun bedduası, top mermisinden daha tesirlidir. Hele ki mazlum çocuksa, dua arşa ulaşır.

SONUÇ VE ÖZET

Gazze, bugün İslam dünyasının aynasıdır. Orada dökülen her kan, bizim damarlarımızdan akmaktadır. Kınamalar, artık samimiyet testinden geçememektedir. Müslüman ülkelerin liderleri, sadece kameralar önünde değil, kalplerinde de kıyam etmelidir. Mücahitler silahla, babalar sabırla, çocuklar gözyaşıyla direnirken; bizler neyle direniyoruz?

Unutulmamalıdır ki:

> “Zulme rıza, zulüm kadar günahtır. Susmak da bir tercihtir. Ve her tercih bir imtihandır.”

Makale Özeti:

Gazze’den İslam dünyasına yapılan son çağrı, harekete geçme çağrısıdır.

Kınama mesajları, artık etkisiz ve samimiyetsizdir.

Kassam Tugayları’nın mücadelesi, maneviyatla beslenen bir direniştir.

Gazze’de vurulan her çocuk, ümmetin ortak vebalidir.

Batı’da vicdanlar konuşurken, İslam ülkeleri susmaktadır.

Gazze, ümmetin hem aynası hem de mahşerdeki şahitleridir.

En büyük ihtiyaç: somut dayanışma, kalıcı birlik, samimi kıyam.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

İslâm’ın Kalbini Hedef Alan Plan: Merkezden Koparma ve Uhuvveti Tersine Çevirme

İslâm’ın Kalbini Hedef Alan Plan: Merkezden Koparma ve Uhuvveti Tersine Çevirme

“İkinci cereyan: Âlem-i İslâm’daki müstemlekatlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i İslâm’ın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adâvete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa bu dehşetli planı değiştirip hariçteki âlem-i İslâm’ı okşadığı gibi, bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa hem o da çok istifade eder hem azîm fütuhatını bir derece muhafaza eder hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: İttihad-ı İslâm’ın Kalbi Neresi?

Tarihin şahit olduğu en büyük inkılâplardan biri, Kur’an’ın bayrağını omuzlayan bir milletin merkezde konumlanmasıdır. Bu merkez, sadece coğrafi değil, manevî ve siyasî bir merkezdir. Hilafet, İslâmî ilimlerin beşiği, cihadın karargâhı ve ümmetin güvenli limanı olan bu yer: Anadolu’dur, Osmanlı’dır, Türk milletidir.

Bediüzzaman, bu merkezin ehemmiyetine işaret ederken şunu da açıkça dile getirir: Bu merkez hedef alınmıştır. Hedefin sebebi açıktır: “Âlem-i İslâm’ın irtibatını kesmek, uhuvveti adâvete çevirmek, İslâm’ın merkeziyetini kırmak.”

  1. Dış Güçlerin En Sinsi Planı: Merkezdeki İslâmiyeti Dinsizlikle İtham Etmek

Bediüzzaman bu cereyanı çok açık ifade eder:

> “Bu vatandaki merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak…”

Yani bu topraklarda yükselen İslâmî şuur, dış güçler tarafından:

Aşağılama ve karalama yoluyla bastırılmak istenmiş,

“İslâmî duyarlılık = irtica” ya da “İslâm = geri kalmışlık” şeklinde algı operasyonları yapılmış,

İslâm’ın kalbi olan bu merkez, âlem-i İslâm’a kötü tanıtılmıştır.

Bu, sadece bir iç politika değil; küresel bir stratejidir.

  1. Uhuvvetten Adavete: Kardeşlik Yerine Kırgınlık

Planın bir diğer ayağı şudur:

> “Âlem-i İslâm’ın uhuvvetini bu millete adâvete çevirmek.”

Bu, 19. ve 20. yüzyıl boyunca şu yollarla yapılmıştır:

Osmanlı’nın ümmete liderlik etmesinden rahatsız olan Batılılar, Arap dünyasını tahrik etmiştir.

İngilizlerin “böl ve yönet” politikasıyla Arap milliyetçiliği körüklenmiş, Osmanlı düşmanlığı inşa edilmiştir.

Bir yanda bu topraklar “irtica yuvası” olarak gösterilmiş, diğer yanda hilafete sahip çıkan millete “sömürgeci” yaftası vurulmuştur.

Sonuç:

Kalpler ayrılmış, zihinler bulandırılmış,

Âlem-i İslâm’ın kardeşlik bağı yerine şüphe, soğukluk ve hatta kin yerleşmiştir.

  1. Bu Planın Gerçek Gayesi: İslâm’ı Merkezsiz Bırakmak

Asıl hedef İslâm birliğinin kökünü kazımak, ümmeti başsız ve dağınık bırakmaktır.

Merkezdeki İslâmiyet zayıflarsa;

Hilafet hayali unutturulur,

Dinî ilimlerin üretim merkezi susar,

Siyasi birlik hayali dağılır.

Yani kaleyi içten çökertme planıdır bu. Silahlarla değil, algılarla ve ithamlarla yapılan bir fetih harekâtıdır.

  1. Bediüzzaman’dan Çözüm: Dışın Yaptığını İçeride Tekrarlama!

Üstad Hazretleri bu noktada hem içeridekileri uyarır, hem dışarıya seslenir:

> “Eğer bu cereyanın aklı başında olsa… bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa hem o da istifade eder, hem fütuhatını muhafaza eder, hem millet beladan kurtulur.”

Yani:

Dış güçler İslâm’ı düşman gibi görmekten vazgeçmeli,

Türkiye içindeki unsurlar da Batı’yı taklit ederek İslâm’a cephe almamalı,

İslâm’ı bastırarak değil, yaşatarak huzur sağlanabilir.

Çünkü bu milletin kimliği, tarihi ve geleceği İslâm’la iç içedir. İslâm’sız bir milliyetçilik, köksüz bir çınardır.

  1. Günümüzde Bu Plan Devam Ediyor mu?

Evet, hâlâ aynı taktikler uygulanmaktadır:

İslâmî duyarlılığa sahip kurumlar ya marjinalleştiriliyor ya da sahte örneklerle yozlaştırılıyor.

Dindar görünüm altında yapılan yanlışlar, merkezin tümüne fatura edilmeye çalışılıyor.

Arap dünyasında hâlâ Türk karşıtlığı algılar üzerinden diri tutulmaya çalışılıyor.

Bu planlara karşı:

Hem bu milletin fertleri imanla bilinçlenmeli,

Hem de kardeş coğrafyalarla bağlar Kur’an ortak paydasında yeniden kurulmalıdır.

ÖZET:

Batılı güçler, İslâm âlemini parçalamak için Türkiye merkezli İslâmiyet’e saldırmıştır.

Plan; bu merkezi dinsizlikle itham etmek, ümmeti merkeze düşman etmektir.

Bu taktiklerle uhuvvet zedelenmiş, birlik zayıflatılmıştır.

Bu plana karşı yapılması gereken; Kur’an’a sarılmak, kardeşliği ihya etmek ve İslâm’ın merkezî değerini yeniden canlandırmaktır.

Üstad Bediüzzaman’ın gösterdiği çözüm: Dıştan gelen cereyanlara karşı imanla, ilimle, uhuvvetle set çekmek; içeride Batı’yı değil Kur’an’ı ölçü almak.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Başlıksız Bir Liderlik Serüveni: Erdoğan’ın Siyasi Yolculuğu ve Hikmetli Dersler

Başlıksız Bir Liderlik Serüveni: Erdoğan’ın Siyasi Yolculuğu ve Hikmetli Dersler

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi serüveni, sadece bir şahsın yükseliş hikâyesi değil; aynı zamanda bir milletin yön arayışının, kimlik mücadelesinin ve kaderle buluşmasının modern bir izdüşümüdür. Belediye başkanlığından cumhurbaşkanlığına, oradan da dünya siyasetinde “oyun kurucu” bir figüre dönüşen bu yolculuk; kararlılığın, stratejinin, tevekkülün ve halk iradesine yaslanmanın harmanlandığı eşsiz bir örnektir.

  1. İlk Adım: Belediyecilikte Manevi Temelli Bir Hizmet Anlayışı

1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sahneye çıkan Erdoğan, siyasi kariyerinin temelini “hizmet belediyeciliği” üzerine inşa etti. Altyapı, ulaşım, su ve çevre sorunlarının çözümüne odaklanan bu dönem; sadece teknik değil, aynı zamanda ahlâkî bir devrim olarak da okunabilir. Çünkü Erdoğan, yönetime “emanet” gözüyle bakan bir anlayışı temsil ediyordu.

🔹 Sır neydi? Samimiyet, liyakatli kadrolar ve milletin duasını alacak işler yapmak.

  1. Zorluklarla Yoğrulan Bir Liderlik

Erdoğan’ın 1998’de şiir okuduğu için hapse girmesi, siyasetin görünmeyen duvarlarına çarpmasıydı. Fakat bu engel, onun halk nezdindeki meşruiyetini arttırdı. Hapis bir bitiş değil, bir doğuştu. 2001’de kurduğu AK Parti ile artık sadece bir şehir değil, bir ülke vizyonuna talipti.

🔹 Manevî etken neydi? Sabır, kaderin adım adım ördüğü bir liderlik yolu.

  1. Başarıyı Getiren Faktörler

İstikrarlı Vizyon: “Ülke yönetimi projeyle olur” diyerek popülizmden uzak durdu.

Kadro Disiplini: Davası olan insanlar etrafında toplandı. Bürokrasiyle değil, gönüllerle yürüdü.

Kriz Yönetimi: Gezi Olayları, 17-25 Aralık, 15 Temmuz gibi krizlerde dağılmak yerine toparladı.

Milletle Kurulan Organik İlişki: Üslubu halk dilindeydi. Dertle konuştu, dertle dertlendi.

  1. Attığı Önemli Adımlar ve Yatırımlar

Sağlıkta Dönüşüm: Şehir hastaneleri, erişilebilir sağlık.

Ulaştırma: Marmaray, Avrasya Tüneli, Yavuz Sultan Selim Köprüsü gibi mega projeler.

Savunma Sanayi: İHA-SİHA teknolojilerinde yerlilik hamlesi.

Eğitim ve İhracat: Okullaşma oranlarında artış, ihracatın 250 milyar dolara dayanması.

  1. Yapamadıkları, Sebepler ve Maniler

Toplumsal Uyum: Bazı kesimlerle köprü kurmakta zorluklar yaşandı.
Veya o kesim değişime ayak uyduramadı.

Ekonomik Dengesizlikler: Kur-faiz-enflasyon denkleminde zaman zaman kırılganlıklar oluştu.

Kadro Erozyonu: Yıllar içinde dava ruhu zayıflayan kadrolar, halkla araya mesafe koydu.

Adalet Algısı: Yargı bağımsızlığı, liyakat gibi alanlarda eleştiriler arttı.

🔹 Bütün bunların ortak sebebi: İktidar süresi uzadıkça, iç muhasebe zayıfladı; “ne için çıktık, nereye gidiyoruz?” sorusu geride kaldı.

  1. Milletin Beklentisi, Liderin Umudu

Millet, Erdoğan’dan adaletli, merhametli, kuşatıcı bir liderlik bekledi; “bizden biri”nin yönettiği duygusu hep diri kaldı. Erdoğan da milletten sadakat, destek, sabır ve dua istedi. Bu karşılıklı bağ, diğer tüm siyasi liderliklerden farklı olarak, siyasi değil gönül bağlarıyla kuruldu.

  1. Sırrın Özeti: Üç Temel Dinamik
  2. Tevekkül – Her zorluğu “imtihan” olarak görmek, inancı merkezde tutmak.
  3. Teşkilat – İş bilen, dertli, sadık kadrolarla çalışmak.
  4. Tevazu – “Millete hizmetkâr olmak” duygusunu asla yitirmemek.

SONUÇ VE ÖZET

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi serüveni, Türkiye’nin son 30 yıllık değişim hikâyesinin de bir aynasıdır. Hizmet odaklı başlayan yolculuk, küresel meselelerde söz sahibi bir liderliğe dönüşmüştür. Bu süreçte samimiyet, milletle kurulan gönül bağı, ve tevekkül en belirleyici unsurlar olmuştur.

Fakat her büyük yürüyüş gibi, bu yolculuk da eleştiriye açık, eksikleriyle yüzleşmeye muhtaçtır. Asıl mesele; başlarken yürekten atılan o adımı, varılan yerde muhafaza edebilmektir.

Makale Özeti:

Erdoğan’ın yükselişi, hizmet odaklı bir anlayışla başladı.

Kadrolar, vizyon, maneviyat ve kriz yönetimi başarının anahtarı oldu.

Sağlık, ulaşım ve savunmada önemli yatırımlar yapıldı.

Eleştirilen yönler: adalet, liyakat, ekonomik istikrar ve toplumla diyalog.

Millet-lider bağı, gönül temelli bir güvene dayandı.

En temel istek: adalet, huzur ve refahın eşit paylaşımı.

Sırrı: tevekkül, teşkilat ve tevazu.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

İki Dehşetli Cereyana Karşı Tek Kale: Kur’an’la Yoğrulmuş Millet

İki Dehşetli Cereyana Karşı Tek Kale: Kur’an’la Yoğrulmuş Millet

“Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihat etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyet-perverleri ve milliyet-perverleri, her şeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Dışarıdan Gelen İki Fırtına ve İçerde Sarsılan Kale

Bediüzzaman’ın “hariçte iki dehşetli cereyan” diye işaret ettiği kuvvetler, sadece belli bir dönemin siyasi baskı mekanizmaları değil, aynı zamanda kıyamete kadar sürecek fikrî ve ahlâkî tahribat odaklarıdır. Bu iki cereyan:

  1. Küfr-ü Mutlak (Mutlak İnkârcılık)
  2. İstibdad-ı Mutlak (Mutlak Zorbalık)

Bu iki cereyanın bugünkü izdüşümleri; ateizmin ideolojik hâliyle yayılması, sekülerliğin bir din gibi dayatılması, otoriterleşen sistemlerin maneviyatı yok sayması ve insanın insan üzerindeki tahakkümünün “medeniyet” kisvesiyle sunulmasıdır.

Bediüzzaman’a göre bu iki cereyana karşı durabilecek tek unsur:
“Kur’ân hakikatleriyle yoğrulmuş ve İslâmiyet’le mezcolmuş bir millet şuurudur.”

  1. Küfr-ü Mutlak: İnancı Yok Sayan Küresel Dalga

“Küfr-ü mutlak” sadece Allah’ı inkâr değil; ahireti, nübüvveti, maneviyatı ve değerleri de inkâr eden kapsayıcı bir inkâr sistemidir. Bu cereyan, dinin sadece reddini değil, hayatın dışına itilmesini hedefler. Özellikle 20. yüzyılın başlarında Sovyet materyalizmiyle başlayan bu cereyan bugün:

Küresel seküler ideolojiler,

Bilimci dogmatizm,

Dinsiz eğitim politikaları ve

Ahlâkî relativizm (her şeyin meşru kabul edilmesi) ile sürmektedir.

Bu cereyan, inancı “kişisel alan”a hapseder, toplumu dinden arındırılmış bir sistemle yönetmeyi amaçlar. Dinî sembolleri, değerleri ve kurumları aşağılamayı özgürlük zanneder.

  1. İstibdad-ı Mutlak: Hakkı Susturan Siyasi Tek Seslilik

“İstibdad-ı mutlak” ise halkın hür iradesini bastıran, fikir hürriyetini yok eden, düşünceyi ve inancı kontrol altına almaya çalışan baskıcı rejimlerdir.

Bu baskı yalnızca yönetimlerin zorbalığıyla değil, medya tekeli, eğitimde tek tipçilik, farklı fikirlerin bastırılması ve bireyin sürüleştirilmesiyle gerçekleşir.

Bugün bu istibdat, görünüşte modern ama özde despot sistemlerle devam eder:

Algı operasyonlarıyla halkın iradesine ipotek konur,

Seçimler var ama tercih özgürlüğü yoktur,

Medya çok ama hakikat susturulmuştur.

  1. Bu Fırtınalara Karşı Direnebilecek Güç: Kur’an’la Mezcolmuş Şuur

Bediüzzaman’a göre bu iki büyük dalgaya karşı duracak olan, ne kuru milliyetçilik, ne yalnızca siyaset, ne de akademik bilgi yığınlarıdır. Direnebilecek olan sadece:

> “İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihat etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş bir millet şuurudur.”

Yani millet;

Geçmişteki şanını imanî ve ahlâkî duruşuyla kazanmıştır.

Geleceğini de aynı zeminde inşa etmelidir.

Milliyet, Kur’an’dan bağımsız bir gurura dönüşürse dağılır.

Ama Kur’an ile birleşirse bir diriliş ruhuna dönüşür.

  1. Eğitim ve Terbiye Meseleleri: Medeniyet mi, Hakaik-i Kur’âniye mi?

Bediüzzaman açıkça uyarır:

> “Terbiye-i medeniye yerine hakaik-i Kur’âniye esas tutulmalıdır.”

Buradaki “medeniyet”ten kasıt, sadece Batı’yı taklit eden, Allah’ı unutan, insanı ilahlaştıran seküler eğitimdir. Bu eğitim sistemi;

Allah’tan bahsetmez,

Hayatın amacını unutmuş nesiller üretir,

İdeal değil, hedefsiz insan yetiştirir.

Bunun yerine “Kur’an terbiyesi” esas alınmalıdır. Bu terbiye;

Hem aklı hem kalbi doyurur,

Hem dünya hem ahiret için hazırlar,

Hem de ferdin iç dünyasını inşa eder.

  1. Günümüz Yorumu: Anarşi, Sefahat ve Servet Tahribatı

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu cereyanlar sadece fikirle değil, sefahatle (eğlence bağımlılığı), servetin ahlâksızca dağıtılmasıyla, ehl-i namusun zayıflatılmasıyla desteklenir. Bugün bunu net görüyoruz:

Aile yapısı zayıflatılmış,

Gençlik ahlâksızlığa meyilli hâle getirilmiş,

Hak eden değil, serseriye çalışan sistem oluşmuş.

Bu düzenin devamı, ancak milletin Kur’an’a sarılmasıyla engellenebilir. Aksi takdirde ahlâkî ve siyasî çöküş kaçınılmaz olur.

ÖZET:

Bediüzzaman’ın “iki dehşetli cereyan” dediği tehlikeler: küfr-ü mutlak ve istibdad-ı mutlaktır.

Bu cereyanlar, iman ve hürriyet düşmanıdır. Sekülerlik, dinsizlik ve baskıcı yönetimler hâlinde tezahür eder.

Bu iki cereyana karşı, İslâmiyet’le yoğrulmuş bir millî şuur, yani Kur’an’a bağlılıkla hareket eden bir millet direnir.

Eğitimin temeline “Kur’an hakikatleri” konmalı, terbiye-i medeniye değil, “hakikî marifet” esas alınmalıdır.

Sefahat, servet adaletsizliği ve ahlâk çöküşü ile gelen bu dalgaya karşı, Kur’an ve iman tek kurtuluş yoludur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

İman Kalesini Terk Etmenin Bedeli: Türk Milleti ve Âlem-i İslâm’ın Kaderi

İman Kalesini Terk Etmenin Bedeli: Türk Milleti ve Âlem-i İslâm’ın Kaderi

“Bin seneden beri âlem-i İslâmiyet’i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş onların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle ispat ederim ki âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâm’ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup âlem-i İslâm’ın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Mazinin Şerefi, İstikbalin Mesuliyeti

Tarihin şerefli sayfalarında yer alan Türk milleti, bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapmış, Kur’ân’a kalkan olmuş, ümmetin istinadgâhı hâline gelmiştir. Bu, sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda imanı, ilmi ve adaleti kuşanarak İslam’ın vakarını temsil eden bir medeniyet duruşudur.

Ancak tarihî şeref, gelecekteki mesuliyetten muafiyet sağlamaz. Said Nursî’nin şu cümlesi, bu mesuliyetin büyüklüğünü ve ihmalin vahametini ihtar eder:

> “Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız… âlem-i İslâm’ın muhabbeti yerine dehşetli bir nefret… ve Türk milletinin parça parça olmasına sebebiyet verecek.”

Bu cümle, sadece geçmişe bir özlem değil, geleceğe bir uyarı, hatta bir ikaz manifestosudur.

  1. Tarihî Misyon: Kal’a, Komutan, Kalkan Olmak

Türk milleti, İslâm tarihinde sadece savaş meydanlarında değil, medreselerde, tekkelerde, mahkemelerde ve camilerde de öncü bir ümmet unsuru olmuştur. Selçuklu ile başlayan bu misyon, Osmanlı ile zirveye çıkmış; Kur’an’ın ve Sünnet’in muhafızı hâline gelmiştir.

Moğol istilasında ezilen doğu İslâm dünyasını toparlamış,

Endülüs’te sarsılan batı İslâmını İstanbul’la yeniden ayağa kaldırmış,

  1. yüzyılda ümmet dağılırken, hilafeti omuzlamış.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan kurtarmada şanlı bir surette vesile olmuştur.”

Bu misyon sıradan bir milletin yapabileceği bir iş değildir; bu ancak iman ve fedakârlıkla mümkündür.

  1. İstikameti Terk Etmenin Bedeli: Nefret, Dağılma ve İstila

Ne zaman ki bu milletin yöneticileri ve aydınları, Kur’an’a değil de seküler Batı’ya yöneldiler; “medeniyet” adına dinî şeair zayıflatıldı, imanî esaslar eğitimden çıkarıldı, işte o zaman:

Âlem-i İslâm’ın güveni sarsıldı,

Kardeşlik yerini kırgınlığa, uhuvvet yerini uzaklığa bıraktı,

Türk milleti, yalnızlaştı ve içeriden parçalanmanın eşiğine geldi.

Said Nursî bunu şu ifadeyle haber verir:

> “Âlem-i İslâm’ın muhabbeti yerine, dehşetli bir nefret ve Türk milletine adavet zuhur eder.”

Bu sadece iç siyasetin sonucu değildir; sünnetullahın bir yansımasıdır. İslâm’ın sancaktarlığını bırakmak, liderlik makamından düşmek demektir. Bu da ümmet nazarında itibar kaybı, başsız bir millet olma tehlikesi doğurur.

  1. Manevî Kalkanı Kaybeden, Maddî Düşmana Mahkûm Olur

Bediüzzaman, bu düşüşün yalnızca içeriden değil, dışarıdan gelecek bir istila ile neticeleneceğini de bildirir:

> “Şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”

Bu mecazî ifade, Sovyet tehlikesine işaret ettiği gibi, dinsiz ideolojilerin ve totaliter sistemlerin zamanla Türkiye’yi ve İslam coğrafyasını işgal etmesi anlamına da gelir.

Bugün bu tehdit sadece komünizm değil; sekülerizm, materyalizm, tüketimcilik, aile yapısını hedef alan ideolojiler, ahlâkî çöküşlerdir. Bütün bunlar Kur’an’ın yerine başka şeyleri koymanın bedelidir.

  1. Umut Nerede? Yönünü Kur’an’a Çeviren Aydınlarda

Bediüzzaman, bu felaket tablosunu çizerken umutsuz değildir. “Eğer sizler gibi ehl-i hamiyet…” diye başlayan cümlesiyle, şuurlu bir nesle işaret eder.

Bu nesil;

Modernliği değil, Kur’an’ın hakikatlerini anlatmalı,

Batı’ya benzeme değil, ümmete önderlik şuurunu taşımalı,

Eğitim, medya ve siyaset vasıtasıyla hakikatleri tevzi etmelidir.

Said Nursî, bu aydınlara bir “iman medeniyeti kuruculuğu” görevi verir. Çünkü bu milletin tekrar izzet bulması, Kur’an’a dönmesiyle mümkündür.

  1. Bugün Ne Yapmalı?

Bu tarihi ikazın bugüne bakan yönleri çok açıktır:

Dinini bilmeyen nesiller, milleti parçalar.

Kur’an’dan kopuk siyaset, ümmetin güvenini kaybeder.

Maneviyatı olmayan toplum, iç çatışma ve dış bağımlılığa düşer.

İslâm’a hizmet edenler ise Türk milletini yine ümmetin umudu yapar.

ÖZET:

Türk milleti, bin yıldır İslâm’a hizmetiyle ümmetin güvenini kazanmış, Kur’an’ın sancağını taşımıştır.

Bu misyonun terk edilmesi, İslâm âleminin muhabbetini düşmanlığa çevirebilir.

Sekülerleşme ve Kur’an’dan uzaklaşma, milleti içte parçalayacak, dışta istilalara açık hâle getirecektir.

Umut, Kur’an’a ve iman hakikatlerine sahip çıkan hamiyetli nesillerde ve âlimlerdedir.

Milletin bekası, ancak Kur’an’a sarılmak, imanı yaymak ve İslâm kardeşliğini yeniden canlandırmakla mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

İman Kalesini Terk Etmenin Bedeli: Türk Milleti ve Âlem-i İslâm’ın Kaderi

İman Kalesini Terk Etmenin Bedeli: Türk Milleti ve Âlem-i İslâm’ın Kaderi

“Bin seneden beri âlem-i İslâmiyet’i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş onların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle ispat ederim ki âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâm’ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup âlem-i İslâm’ın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Mazinin Şerefi, İstikbalin Mesuliyeti

Tarihin şerefli sayfalarında yer alan Türk milleti, bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapmış, Kur’ân’a kalkan olmuş, ümmetin istinadgâhı hâline gelmiştir. Bu, sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda imanı, ilmi ve adaleti kuşanarak İslam’ın vakarını temsil eden bir medeniyet duruşudur.

Ancak tarihî şeref, gelecekteki mesuliyetten muafiyet sağlamaz. Said Nursî’nin şu cümlesi, bu mesuliyetin büyüklüğünü ve ihmalin vahametini ihtar eder:

> “Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız… âlem-i İslâm’ın muhabbeti yerine dehşetli bir nefret… ve Türk milletinin parça parça olmasına sebebiyet verecek.”

Bu cümle, sadece geçmişe bir özlem değil, geleceğe bir uyarı, hatta bir ikaz manifestosudur.

  1. Tarihî Misyon: Kal’a, Komutan, Kalkan Olmak

Türk milleti, İslâm tarihinde sadece savaş meydanlarında değil, medreselerde, tekkelerde, mahkemelerde ve camilerde de öncü bir ümmet unsuru olmuştur. Selçuklu ile başlayan bu misyon, Osmanlı ile zirveye çıkmış; Kur’an’ın ve Sünnet’in muhafızı hâline gelmiştir.

Moğol istilasında ezilen doğu İslâm dünyasını toparlamış,

Endülüs’te sarsılan batı İslâmını İstanbul’la yeniden ayağa kaldırmış,

  1. yüzyılda ümmet dağılırken, hilafeti omuzlamış.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan kurtarmada şanlı bir surette vesile olmuştur.”

Bu misyon sıradan bir milletin yapabileceği bir iş değildir; bu ancak iman ve fedakârlıkla mümkündür.

  1. İstikameti Terk Etmenin Bedeli: Nefret, Dağılma ve İstila

Ne zaman ki bu milletin yöneticileri ve aydınları, Kur’an’a değil de seküler Batı’ya yöneldiler; “medeniyet” adına dinî şeair zayıflatıldı, imanî esaslar eğitimden çıkarıldı, işte o zaman:

Âlem-i İslâm’ın güveni sarsıldı,

Kardeşlik yerini kırgınlığa, uhuvvet yerini uzaklığa bıraktı,

Türk milleti, yalnızlaştı ve içeriden parçalanmanın eşiğine geldi.

Said Nursî bunu şu ifadeyle haber verir:

> “Âlem-i İslâm’ın muhabbeti yerine, dehşetli bir nefret ve Türk milletine adavet zuhur eder.”

Bu sadece iç siyasetin sonucu değildir; sünnetullahın bir yansımasıdır. İslâm’ın sancaktarlığını bırakmak, liderlik makamından düşmek demektir. Bu da ümmet nazarında itibar kaybı, başsız bir millet olma tehlikesi doğurur.

  1. Manevî Kalkanı Kaybeden, Maddî Düşmana Mahkûm Olur

Bediüzzaman, bu düşüşün yalnızca içeriden değil, dışarıdan gelecek bir istila ile neticeleneceğini de bildirir:

> “Şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.”

Bu mecazî ifade, Sovyet tehlikesine işaret ettiği gibi, dinsiz ideolojilerin ve totaliter sistemlerin zamanla Türkiye’yi ve İslam coğrafyasını işgal etmesi anlamına da gelir.

Bugün bu tehdit sadece komünizm değil; sekülerizm, materyalizm, tüketimcilik, aile yapısını hedef alan ideolojiler, ahlâkî çöküşlerdir. Bütün bunlar Kur’an’ın yerine başka şeyleri koymanın bedelidir.

  1. Umut Nerede? Yönünü Kur’an’a Çeviren Aydınlarda

Bediüzzaman, bu felaket tablosunu çizerken umutsuz değildir. “Eğer sizler gibi ehl-i hamiyet…” diye başlayan cümlesiyle, şuurlu bir nesle işaret eder.

Bu nesil;

Modernliği değil, Kur’an’ın hakikatlerini anlatmalı,

Batı’ya benzeme değil, ümmete önderlik şuurunu taşımalı,

Eğitim, medya ve siyaset vasıtasıyla hakikatleri tevzi etmelidir.

Said Nursî, bu aydınlara bir “iman medeniyeti kuruculuğu” görevi verir. Çünkü bu milletin tekrar izzet bulması, Kur’an’a dönmesiyle mümkündür.

  1. Bugün Ne Yapmalı?

Bu tarihi ikazın bugüne bakan yönleri çok açıktır:

Dinini bilmeyen nesiller, milleti parçalar.

Kur’an’dan kopuk siyaset, ümmetin güvenini kaybeder.

Maneviyatı olmayan toplum, iç çatışma ve dış bağımlılığa düşer.

İslâm’a hizmet edenler ise Türk milletini yine ümmetin umudu yapar.

ÖZET:

Türk milleti, bin yıldır İslâm’a hizmetiyle ümmetin güvenini kazanmış, Kur’an’ın sancağını taşımıştır.

Bu misyonun terk edilmesi, İslâm âleminin muhabbetini düşmanlığa çevirebilir.

Sekülerleşme ve Kur’an’dan uzaklaşma, milleti içte parçalayacak, dışta istilalara açık hâle getirecektir.

Umut, Kur’an’a ve iman hakikatlerine sahip çıkan hamiyetli nesillerde ve âlimlerdedir.

Milletin bekası, ancak Kur’an’a sarılmak, imanı yaymak ve İslâm kardeşliğini yeniden canlandırmakla mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Büyük Tehdit Altında Küçük Kavgalar: İslâm Birliğini Zedeleyen İmtihan

Büyük Tehdit Altında Küçük Kavgalar: İslâm Birliğini Zedeleyen İmtihan

“Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer. Bunun için daire-i İslâmiyede eskiden beri tarafgirane birbirine mukabil, muarız vaziyetini alan ehl-i İslâm, o dâhilî düşmanlıkları muvakkaten unutmak, maslahat-ı İslâmiye muktezasıdır. ”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Müslüman’ın Öncelik Haritası

Tarih, Müslümanların çok defa büyük bir tehdit karşısında bile, küçük hizipçilik ve iç çatışmalarla meşgul olduğunu acı örneklerle göstermiştir. Dıştan gelen istilalar, içteki bozgunculukla birleştiğinde İslam coğrafyasında zillet ve esaret kaçınılmaz olmuştur.

Said Nursî bu hakikati özetle şöyle ifade eder:

> “Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer.”

Bu cümle, sadece bir sosyal gözlem değil; imanî ve ahlâkî bir uyarıdır. Bugün hâlâ iç çekişmelerle enerjisini tüketen İslam dünyası, bu ölçüyü yeniden merkeze almak zorundadır.

  1. Dış Tehlike: Maddi ve Manevî Kuşatma

Bediüzzaman’ın “büyük düşman” olarak işaret ettiği tehdit yalnız askeri istilalar değil; inkâr sistemleri, ahlâksızlık cereyanları, inançsızlık propagandaları, ekonomik bağımlılıklar ve kültürel sömürülerdir.

Bugün;

Ahlâk yozlaşmış,

Nesiller imanından uzaklaşmış,

Zihinler materyalizme mahkûm olmuş,

İslam dünyası kendi içinde dağılmıştır.

Bu kadar ağır tehdit altındayken mezhepler arası kavga, cemaat çatışması, siyasi kutuplaşma gibi meselelerle uğraşmak, yangın anında perdeyi düzeltmeye çalışmak kadar akılsızcadır.

  1. İç Kavgaların Gizli Faili: Dış Düşmanlar

Tarihte birçok zaman, İslam dünyasında iç savaşlar çıkaran unsurlar, aslında dış mihrakların maşaları olmuştur. Müslümanların birbirine düşman edilmesi, sömürgeci akılların işini kolaylaştırmıştır.

Said Nursî’nin şu sözü tam da bunu gösterir:

> “Yoksa hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer.”

Mezhep kavgası yaparken İslamofobi kazanır.

Cemaat çatışırken misyonerlik yayılır.

Parti kutuplaşırken Kur’an gölgede kalır.

Demek ki farkında olmadan zalimin ekmeğine yağ süren bir gaflet yaşanır. Zalim silah kullanmaz; biz kendi içimizdeki kini yeterli mermi olarak sunarız.

  1. Dâhilî Çatışmalar: Kalbi Parçalayan Zehir

Müslümanlar arasında çıkan kişisel veya hizipsel düşmanlıklar çoğu zaman:

Hased (çekememezlik),

Menfaat (çıkar kaygısı),

Enaniyet (benlik davası),

Tarafgirlik (körü körüne bağlılık) gibi kalbî hastalıklarla beslenir.

Oysa Kur’an bize şunu emreder:

> “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.”
(Hucurât, 10)

Bu ilahî emre rağmen, “O bizden değil” diyerek Müslümanları dışlamak, ümmetin bağrına saplanan hançeri daha da derinleştirir.

  1. Muvakkat Unutmak: Affetmek Değil, Ertelemektir

Bediüzzaman, düşmanlıkların tamamen yok edilmesini değil, “muvakkaten unutulmasını” tavsiye eder. Bu çok ince bir psikolojik ölçüdür. Şöyle ki:

Hatalar silinmez; ama büyütülmez.

Hesaplaşma ertelenir; ama düşmanlık büyütülmez.

Öncelik büyük tehlikeye karşı omuz omuza olmaktır.

İslam tarihi bu yaklaşımı gösteren örneklerle doludur. Bedir’de saf tutan sahabiler arasında önceden kan davası olanlar vardı ama hedef Allah rızası olunca kardeşçe çarpıştılar.

  1. Bugünün Mesajı: İçte Değil, Hakta Buluşmak

Bugün;

Mezhepler değil, marifet birleşmeli.

Farklı cemaatler değil, Kur’an merkezli bir duruş birleşmeli.

Siyasi fikirler değil, tevhidin birliği ortak zemin olmalı.

İslam düşmanları silah, medya ve parayla saldırırken; biz hâlâ “kim daha haklı” kavgasındaysak, asıl kaybeden hepimiz oluruz.

Bediüzzaman’ın bu ikazı, ümmetin aklını başına alma çağrısıdır. Düşman sınırda değil, artık evdedir; ekranlardadır, zihinlerdedir, kültürde ve eğitimdedir. Bu durumda iç çatışmalar, gafletten başka bir şey değildir.

ÖZET:

Haricî (dış) tehlike varken, içteki küçük düşmanlıkları sürdürmek düşmana hizmettir.

Bugün ahlâkî, kültürel, imanî saldırılar “büyük düşman” mahiyetindedir.

Mezhepçilik, cemaat çatışması ve parti taassubu, ümmeti zayıflatır.

Müslümanlar geçici olarak iç meseleleri ertelemeli; omuz omuza çalışmalıdır.

Kurtuluş; tefrikada değil, tevhidde; kavgada değil, kardeşliktedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Zamana Yazılmış İhtar: Şeair-i İslam’a Darbe Vuranlara Gelen İlâhî Tokatlar

Zamana Yazılmış İhtar: Şeair-i İslam’a Darbe Vuranlara Gelen İlâhî Tokatlar

“Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki meselenin aksine olarak, geniş dairede vuku bulan o hâdisatı ve büyük cemaatlere gelen o tokatları, küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mana vermiştim ki tam aynen iki dairede hem küçük hem büyük on iki sene sonra en müthişi dünyayı terk ettiği gibi; büyük dairede de onun gibi dehşetli cemaatler; on iki, on üç, on dört, on altı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtar edildi.”
Emirdağ Lâhikası 1

Giriş: Zamanın Silsilesinde İlâhî Adaletin Tecellisi

Tarih, yalnızca geçmişin kronolojisi değil, ilâhî sünnetullahın tecelli alanıdır. Zulüm edenlerin cezalandırılması, hakka savaş açanların tokat yemesi, yalnızca bireysel değil, cemaatler ve rejimler çapında da kendini gösterir.

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu tecellileri zaman açısından veciz bir ifadeyle dile getirir:

> “Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar… on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi.”

Bu ihtar, sadece ferdi bir kehanet değil, sünnetullahın zamanla tecellisini okuma biçimidir. Said Nursî’nin bu ifadesi, bir adalet saati gibidir: Darbe vuranın çarkı döner, ama bir süre sonra hakikat çarpar.

  1. Metnin Tarihsel Arka Planı: Hangi Yıllar, Kimler?

Bu metnin muhtemel yazım zamanı 1946-1947 yıllarıdır. Dolayısıyla “on iki, on üç, on dört, on altı sene sonra” denildiğinde, hedeflenen tarihler şu şekildedir:

12 yıl sonra → 1958-59

13 yıl sonra → 1959-60

14 yıl sonra → 1960-61

16 yıl sonra → 1962-63

Peki bu yıllarda ne oldu?

27 Mayıs 1960 darbesi: Türkiye’de İslâmî değerlere cephe almış bürokratik kadroların organizasyonu ile yapılan ve Başbakan Adnan Menderes’in idamıyla neticelenen bir siyasi kırılmadır.

1950–60 arası: Ezân’ın yeniden Arapçaya çevrilmesi, din eğitiminin serbestleşmesi gibi gelişmeler, 1940’lı yıllarda dine karşı yapılanların tepkisini doğurmuş, devrimci kadrolar bu süreçte “irtica geldi” bahanesiyle harekete geçmiştir.

Bu ihtar, 1930’lu yılların sonunda ve 40’lı yıllarda dine ve şeaire savaş açan kadroların akıbetine dair ilahî bir işarettir.

  1. İki Daire: Bireysel ve Toplumsal Tokatlar

Bediüzzaman burada çok mühim bir tespitte bulunur:

> “Küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mana vermiştim ki… büyük dairede de… cemaatler aynı tokatları yediler.”

Bu şu demektir:

Bazı ilahî cezalar şahıslara, bazıları ise rejimlere, ideolojilere ve toplumlara yöneliktir.

Bireysel zulüm cezalandırılır; ancak şeaire ve İslam siyasetine saldırı, kitlesel tokatları doğurur.

Bir kişi yanlış yaparsa cezayı bireysel görür; ama bir sistem dine karşı tavır alırsa, toplum düzeyinde yıkım olur.

Bu bakış açısı, Kur’an’da da vardır. Firavun’un zulmü bireysel gibi görünür; ama ona uyan halk da helak edilir. Bu, zulmün sadece yapanı değil, rızasını göstereni de kuşattığının delilidir.

  1. Şeaire Darbe: Sadece Yasak Değil, Ruhun Kurutulmasıdır

Şeair, İslâm’ın aleni sembolleri, yani toplumu İslâmî olarak ayakta tutan unsurlardır: ezan, cami, tesettür, Kur’an öğretimi, şeair ahlakı (helal-haram bilinci), bayramlar ve cemaat şuuru…

Bu şeairler:

Yasaklandığında, toplum Allah’tan uzaklaşır.

Alaya alındığında, dinin kutsiyetine zarar verilir.

İkinci plana atıldığında, nesiller sekülerleşir.

Bu nedenle, şeaire yapılan darbe, sadece bir hukuk meselesi değil; bir varoluş ve inkâr meselesidir. Ve bu darbenin sonucu ilahî adaletin tokadı olarak geri döner.

  1. Adaletin Gecikmesi: İmtihanın Parçasıdır

Bazıları sorabilir: Madem ilâhî tokat var, neden hemen gelmez?

Bediüzzaman’ın bu ihtarla verdiği cevap da budur:

> “On iki, on üç, on dört, on altı sene sonra…”

Demek ki Allah:

Zalime mühlet verir ama ihmal etmez.

Adaleti hemen değil, hikmetle gönderir.

Zamanı geldiğinde tokat hem yerinde hem tesirlidir.

Bu da gösteriyor ki mazlum için sabır, zalim için süre sınırıdır.

  1. Bugün Bize Düşen Nedir?

Bu tarihî ihtar, bugüne bakan yönüyle şunu söyler:

Şeaire karşı savaş açan her zihniyet, ister seküler görünsün, ister siyasal; bir gün ilahî tokatla çarpılır.

Müslüman, sabırla şeairi ihya etmeli, siyasetini ve eğitimini İslâm ile meczetmeye çalışmalı.

Zalim sistemlere karşı hakkı tebliğle, ilmi çalışmayla ve duayla karşılık vermeli.

Çünkü hakka savaş açanlar ne kadar güçlü görünse de, sünnetullah onların da üstündedir.

ÖZET:

Bu metin 1946-47 yıllarında yazılmış, 12-16 yıl sonrası için İslâm’a darbe vuranlara gelecek tokatlara işaret edilmiştir.

1960 darbesi gibi olaylar bu uyarının büyük dairedeki tecellisidir.

Şeaire darbe, yalnızca bir yasaklama değil, İslamî ruhu boğmaktır.

İlâhî adalet gecikir ama mutlaka tecelli eder; bireylere ve sistemlere ayrı ayrı tokatlar gelir.

Müslüman, sabır ve hikmetle şeairi ayakta tutmalı; zalime karşı duayla, ilimle ve ahlakla direnmelidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Zevkten Elem, Sabrın İçinden Rahmet Doğar: Nefisle Hesaplaşma ve Kader Terbiyesi

Zevkten Elem, Sabrın İçinden Rahmet Doğar: Nefisle Hesaplaşma ve Kader Terbiyesi

“Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.  

1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade, zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.

2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.

3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.

4- Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat’î kanaatin gelmiş ki zâhirî musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.

عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ

çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahî, senin hatırın için –o pek geniş kanun-u kaderî– değiştirilmez.

5-

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

kudsî düsturunu kendine rehber et! Hevesli, akılsız çocuklar gibi muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma! Düşün ki fâni zevkler, sana manevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise bilakis manevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.”
Said Nursî
Emirdağ Lâhikası 1

**********

Giriş: Bir Fıkranın Ardındaki Hakikat

İnsanın en büyük imtihanı, içindedir. Dıştan gelen musibetler, çoğu zaman kaderin tokadıyla ya da terbiye-i Rahmânî ile olur. Fakat insan, o musibetleri nefsiyle yorumladığı için sıkıntıyı büyütür, anlamı küçültür. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Nefsime hitaben yazdığım ve başucumda astığım fıkra” dediği bu kısa ama çok yoğun metin, bir insanın nefsiyle nasıl yüzleşmesi gerektiğine dair müthiş bir mekteptir.

  1. Zevkten Payını Almış Bir Nefsin Hakkı Kalmamıştır

> “Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade, zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.”

Hayatın başında verilen nimetlerin çokluğu, sonundaki imtihanların sertliğiyle dengelenir. İnsan çoğu zaman zevkin farkına varmazken, sıkıntının acısını büyütür. Nefis zevkleri hakkı gibi görür ama musibetleri haksızlık sayar.

Hâlbuki, hayatı boyunca maddî ve manevî nimetlerden bolca istifade eden bir nefis için şikâyet etmek, nankörlüktür. Bu satırlar, nimet-farkındalık terazisini insana verir.

  1. Fâni Zevklerin Beka Arzusu: Nefsin Körlüğü

> “Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun… Zeval ile ağlamaya başlıyorsun.”

İnsan, kaybetmemek için sever, bitmesin diye tutunur. Fakat dünya, bitmeye mahkûm zevklerin mekânıdır. Her bir gülün altında diken vardır; her lezzet sonrası bir elem bırakır.

Nefsin körlüğü, zevkin geçici olduğunu görmek istememesidir. Bu körlükle hakikate değil, hayale yaslanır. Böylece bir dakika gülüp on saat ağlamaya mahkûm olur.

  1. Zulmün Altındaki Adalet: Kaderin Terbiyesini Görmek

> “İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.”

Bu cümle, kader anlayışının zirvesidir. İnsanlar zulmetse de, kader adildir. Çünkü kader, insanın bilinmeyen geçmişini bilir; görünmeyen hatalarını terbiye eder. Böylece dıştan haksız görünen musibet, içte ilâhî bir terbiye olur.

Kader, zâhire değil, bâtına göre hükmeder. Bu yüzden hakiki mü’min, zahirde haksızlığa uğrasa bile sabreder; çünkü o olayın arka planında Rahmânî bir el görür.

  1. Sıkıntıların Altında Gizli İkramlar

> “Zahiri musibetlerin altında inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.”

Kur’an şöyle buyurur:

> “Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır.”
(Bakara, 216)

İnsan, musibeti kötülük zanneder. Fakat musibet, bazen bir temizlik, bazen bir terfi, bazen de gafletten uyanıştır. Elmasın parlaması için zımpara gerekir. Ruhun terakkisi için de bazen ızdırap ikliminde sabır ağacı yetişmelidir.

  1. Kaderi Tanıyan, Kederden Kurtulur

> “مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ — Kadere iman eden, kederden kurtulur.”

İman, sadece itikadî bir bilgi değil; aynı zamanda hayata bakış şeklidir. Kadere iman eden biri, hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bilir. Böylece başına gelen musibetlerde suçlu aramak yerine hikmet arar.

Bu düstur, psikolojik sarsıntılara karşı manevî bir zırhtır. Modern psikoloji “kabul terapisi” derken, İslam “kader terbiyesi” demektedir. Çünkü kaderi tanımak, hayatı tanımaktır.

  1. Fâni Lezzetler, Kalıcı Elem Getirir; Fânî Elemler, Ebedî Lezzet Doğurur

> “Muvakkat lezzetler, sana mânevî elemler bırakır; elemler ise bilakis mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar verir.”

Bu ifade, hayatın paradoksudur: Zevkler sonunda elem, elemler sonunda lezzet doğurur. Çünkü zevk gafleti getirir, gaflet uzaklaştırır. Elemler ise insana duayı, sabrı, tevekkülü öğretir. Bu da kalbi Allah’a yaklaştırır.

Bediüzzaman, bu noktada aklı devreye sokar: Eğer divane olmazsan, zevki sadece şükür için yaşarsın. Yoksa lezzet, seni esir eder.

Sonuç: Nefisle Hesaplaşma, Kalple Sükûn Bulma

Nefis, her musibette şikâyeti tercih eder. Kalp ise, sabırla Rahmet’i bekler. Nefis anlık zevk ister, kalp ebedî huzur. Bu fıkra, Bediüzzaman’ın nefsini ilzam eden ve okuyucusunu da terbiye eden iç muhasebe dersidir.

Dünya, fânîdir; lezzetleri geçicidir. Ama sabırla yaşanan musibetler, ahiret için ebedî sermaye olur. Bu sebeple, nefsin feryadını susturmanın en güzel yolu: Kaderi anlamak, sabrı kuşanmak, şükürle bakmaktır.

ÖZET:

İnsan, dünya hayatında birçok zevkten istifade eder ama musibete gelince sabırsızlanır. Bu haksızlıktır.

Fâni zevklerin peşinden gitmek, elem doğurur; sabırla gelen musibetler ise uhrevî lezzet kazandırır.

Kader, insanların zahirî zulmünün altında adaletini ve terbiye kudretini icra eder.

Kadere iman eden, yaşanan her hadisede ilâhî bir hikmet arar, şikâyet yerine şükreder.

Nefsi terbiye eden bu fıkra, manevî hayata yön verir: Lezzet için değil, şükür için yaşa; musibetlerde değil, gaflette zarar ara.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 6th, 2025

Zevkten Elem, Sabrın İçinden Rahmet Doğar: Nefisle Hesaplaşma ve Kader Terbiyesi

Zevkten Elem, Sabrın İçinden Rahmet Doğar: Nefisle Hesaplaşma ve Kader Terbiyesi

“Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.  

1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade, zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.

2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.

3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.

4- Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat’î kanaatin gelmiş ki zâhirî musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.

عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ

çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahî, senin hatırın için –o pek geniş kanun-u kaderî– değiştirilmez.

5-

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

kudsî düsturunu kendine rehber et! Hevesli, akılsız çocuklar gibi muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma! Düşün ki fâni zevkler, sana manevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise bilakis manevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.”
Said Nursî
Emirdağ Lâhikası 1

**********

Giriş: Bir Fıkranın Ardındaki Hakikat

İnsanın en büyük imtihanı, içindedir. Dıştan gelen musibetler, çoğu zaman kaderin tokadıyla ya da terbiye-i Rahmânî ile olur. Fakat insan, o musibetleri nefsiyle yorumladığı için sıkıntıyı büyütür, anlamı küçültür. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Nefsime hitaben yazdığım ve başucumda astığım fıkra” dediği bu kısa ama çok yoğun metin, bir insanın nefsiyle nasıl yüzleşmesi gerektiğine dair müthiş bir mekteptir.

  1. Zevkten Payını Almış Bir Nefsin Hakkı Kalmamıştır

> “Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade, zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.”

Hayatın başında verilen nimetlerin çokluğu, sonundaki imtihanların sertliğiyle dengelenir. İnsan çoğu zaman zevkin farkına varmazken, sıkıntının acısını büyütür. Nefis zevkleri hakkı gibi görür ama musibetleri haksızlık sayar.

Hâlbuki, hayatı boyunca maddî ve manevî nimetlerden bolca istifade eden bir nefis için şikâyet etmek, nankörlüktür. Bu satırlar, nimet-farkındalık terazisini insana verir.

  1. Fâni Zevklerin Beka Arzusu: Nefsin Körlüğü

> “Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun… Zeval ile ağlamaya başlıyorsun.”

İnsan, kaybetmemek için sever, bitmesin diye tutunur. Fakat dünya, bitmeye mahkûm zevklerin mekânıdır. Her bir gülün altında diken vardır; her lezzet sonrası bir elem bırakır.

Nefsin körlüğü, zevkin geçici olduğunu görmek istememesidir. Bu körlükle hakikate değil, hayale yaslanır. Böylece bir dakika gülüp on saat ağlamaya mahkûm olur.

  1. Zulmün Altındaki Adalet: Kaderin Terbiyesini Görmek

> “İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.”

Bu cümle, kader anlayışının zirvesidir. İnsanlar zulmetse de, kader adildir. Çünkü kader, insanın bilinmeyen geçmişini bilir; görünmeyen hatalarını terbiye eder. Böylece dıştan haksız görünen musibet, içte ilâhî bir terbiye olur.

Kader, zâhire değil, bâtına göre hükmeder. Bu yüzden hakiki mü’min, zahirde haksızlığa uğrasa bile sabreder; çünkü o olayın arka planında Rahmânî bir el görür.

  1. Sıkıntıların Altında Gizli İkramlar

> “Zahiri musibetlerin altında inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var.”

Kur’an şöyle buyurur:

> “Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır.”
(Bakara, 216)

İnsan, musibeti kötülük zanneder. Fakat musibet, bazen bir temizlik, bazen bir terfi, bazen de gafletten uyanıştır. Elmasın parlaması için zımpara gerekir. Ruhun terakkisi için de bazen ızdırap ikliminde sabır ağacı yetişmelidir.

  1. Kaderi Tanıyan, Kederden Kurtulur

> “مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ — Kadere iman eden, kederden kurtulur.”

İman, sadece itikadî bir bilgi değil; aynı zamanda hayata bakış şeklidir. Kadere iman eden biri, hiçbir şeyin tesadüf olmadığını bilir. Böylece başına gelen musibetlerde suçlu aramak yerine hikmet arar.

Bu düstur, psikolojik sarsıntılara karşı manevî bir zırhtır. Modern psikoloji “kabul terapisi” derken, İslam “kader terbiyesi” demektedir. Çünkü kaderi tanımak, hayatı tanımaktır.

  1. Fâni Lezzetler, Kalıcı Elem Getirir; Fânî Elemler, Ebedî Lezzet Doğurur

> “Muvakkat lezzetler, sana mânevî elemler bırakır; elemler ise bilakis mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar verir.”

Bu ifade, hayatın paradoksudur: Zevkler sonunda elem, elemler sonunda lezzet doğurur. Çünkü zevk gafleti getirir, gaflet uzaklaştırır. Elemler ise insana duayı, sabrı, tevekkülü öğretir. Bu da kalbi Allah’a yaklaştırır.

Bediüzzaman, bu noktada aklı devreye sokar: Eğer divane olmazsan, zevki sadece şükür için yaşarsın. Yoksa lezzet, seni esir eder.

Sonuç: Nefisle Hesaplaşma, Kalple Sükûn Bulma

Nefis, her musibette şikâyeti tercih eder. Kalp ise, sabırla Rahmet’i bekler. Nefis anlık zevk ister, kalp ebedî huzur. Bu fıkra, Bediüzzaman’ın nefsini ilzam eden ve okuyucusunu da terbiye eden iç muhasebe dersidir.

Dünya, fânîdir; lezzetleri geçicidir. Ama sabırla yaşanan musibetler, ahiret için ebedî sermaye olur. Bu sebeple, nefsin feryadını susturmanın en güzel yolu: Kaderi anlamak, sabrı kuşanmak, şükürle bakmaktır.

ÖZET:

İnsan, dünya hayatında birçok zevkten istifade eder ama musibete gelince sabırsızlanır. Bu haksızlıktır.

Fâni zevklerin peşinden gitmek, elem doğurur; sabırla gelen musibetler ise uhrevî lezzet kazandırır.

Kader, insanların zahirî zulmünün altında adaletini ve terbiye kudretini icra eder.

Kadere iman eden, yaşanan her hadisede ilâhî bir hikmet arar, şikâyet yerine şükreder.

Nefsi terbiye eden bu fıkra, manevî hayata yön verir: Lezzet için değil, şükür için yaşa; musibetlerde değil, gaflette zarar ara.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 6th, 2025