Zerreden Yıldıza: Tevhidin Açık Penceresi

Zerreden Yıldıza: Tevhidin Açık Penceresi

“Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri yani delâletleri ve işaretleri var. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Bediüzzaman Said Nursî’nin Tefekkür Dünyasında Bir Yolculuk

  1. Giriş: Görmek İçin Bakmak Yeter mi?

Göklerde yıldızlar, yerde çiçekler, içimizde zerreler… Hepsi gözümüzün önünde duruyor. Fakat hepsine bakan herkes aynı şeyi mi görüyor?

Bediüzzaman Said Nursî’nin tefekkür dünyasında, her şey bir pencere… Ama bu pencereler sadece gözle değil, kalple ve imanla açılıyor. Çünkü:

> “Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri, delâletleri ve işaretleri var.”
(Emirdağ Lâhikası 2)

Yani, her varlık, yalnızca var olmakla bile Allah’ın birliğini ve varlığını gösteriyor.

  1. En Küçükten En Büyüğe: Her Şeyde Aynı İmza

Bir zerre düşünelim… Gözle görülmeyen, bir atom yahut bir hava parçası. O bile:

Yerini biliyor.

Emre itaat ediyor.

Karmaşa yerine düzen gösteriyor.

🔹 Peki bu düzenin faili kim?

Bediüzzaman’ın tevhid dersine göre:
Her zerre, Vâhid ve Ehad olan Allah’ın emri altındadır.

Aynı düzeni yıldızlarda da görürüz:

Güneş bir karış sapmaz.

Galaksiler çarpışmaz.

Her yörünge, İlahi takdirle işler.

🔹 Yani büyüğe de küçüğe de aynı kudret ve aynı irade hâkimdir.

  1. Pencere Ne Demek? Ne Gösterir?

Bediüzzaman burada çok orijinal bir kavram ortaya koyar: “Pencere-i Tevhid”.

Pencere:

Arkasındaki manzarayı gösterir.

Kendisi değil, işaret ettiği şey önemlidir.

Küçücük bir camdan bile sonsuz bir gökyüzü görünür.

İşte bu dünyada da her bir varlık, bir pencere gibidir.
Ama maddeye takılan gözler, sadece camı görür.
İman gözüyle bakanlar ise sonsuz kudreti temaşa eder.

  1. Kâinatta Sessiz Konuşan Âyetler

Kur’ân, lafzî ayetleriyle Allah’ı tanıtırken, kâinat da kevni ayetleriyle O’na işaret eder. Yani:

Gül, şefkatin ve güzelliğin ayetidir.

Arı, ilmin ve tedbirin ayetidir.

Güneş, kudretin ve azametin ayetidir.

Zerre ise ihata ve inceliğin ayetidir.

Her şey susar gibi durur ama aslında fısıldar:

> “Ben kendi kendime var olmadım.”
“Beni yapan, beni idare eden, beni vazifelendiren bir Rabbim var.”
“Ve O, tektir. Eşi benzeri yoktur.”

🔹 Tevhid, yalnızca kelime-i şehâdette değil, her şeyde okunabilir.

  1. Düşünceyi İmana Dönüştüren Bakış: Tefekkür

Bediüzzaman, sadece aklî izah yapmaz; imanı kuvvetlendiren tefekkür yolları sunar.

Bir insan bir çiçeğe bakıp geçebilir.

Ama o çiçekte:

Renk düzeni,

Kokudaki ölçü,

Zamanlama,

Ekosistemdeki yeri…

gibi unsurları gören bir mümin, orada yalnızca çiçeği değil, onun arkasındaki Sanatkârı da tanır.

🔹 Tefekkür, bu bakışı kazanmanın adıdır.

  1. Sonuç: Varlık Kitabını Okumak

Bir zerreden bir galaksiye kadar her şeyde Allah’ın birliğini gösteren deliller vardır.

Ama bu ayetler:

Ne harflerle yazılmıştır,

Ne de sesle okunur.

Onlar düzenle, hikmetle ve kudretle yazılmıştır.
Okuyan kazanır; bakıp geçense sadece dünyada kalır.

Bediüzzaman’ın sunduğu bu bakış, kâinatı bir iman atlasına çevirir.
Zerrelerle yıldızları aynı isim altında birleştirir:
Tevhid.

Makale Özeti

Her varlık bir pencere gibidir; tevhidi gösterir.

Zerreler de, yıldızlar da aynı kudretin eseridir.

Tefekkür, bu pencerelerden bakarak Allah’ı tanımayı sağlar.

Kur’an’ın kevnî ayetleri kâinattaki düzen ve hikmeti ortaya koyar.

İman gözüyle bakıldığında, her şey bir delil, bir işaret, bir ayet olur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Zerreden Yıldıza: Tevhidin Açık Penceresi

Zerreden Yıldıza: Tevhidin Açık Penceresi

“Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri yani delâletleri ve işaretleri var. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Bediüzzaman Said Nursî’nin Tefekkür Dünyasında Bir Yolculuk

  1. Giriş: Görmek İçin Bakmak Yeter mi?

Göklerde yıldızlar, yerde çiçekler, içimizde zerreler… Hepsi gözümüzün önünde duruyor. Fakat hepsine bakan herkes aynı şeyi mi görüyor?

Bediüzzaman Said Nursî’nin tefekkür dünyasında, her şey bir pencere… Ama bu pencereler sadece gözle değil, kalple ve imanla açılıyor. Çünkü:

> “Zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri, delâletleri ve işaretleri var.”
(Emirdağ Lâhikası 2)

Yani, her varlık, yalnızca var olmakla bile Allah’ın birliğini ve varlığını gösteriyor.

  1. En Küçükten En Büyüğe: Her Şeyde Aynı İmza

Bir zerre düşünelim… Gözle görülmeyen, bir atom yahut bir hava parçası. O bile:

Yerini biliyor.

Emre itaat ediyor.

Karmaşa yerine düzen gösteriyor.

🔹 Peki bu düzenin faili kim?

Bediüzzaman’ın tevhid dersine göre:
Her zerre, Vâhid ve Ehad olan Allah’ın emri altındadır.

Aynı düzeni yıldızlarda da görürüz:

Güneş bir karış sapmaz.

Galaksiler çarpışmaz.

Her yörünge, İlahi takdirle işler.

🔹 Yani büyüğe de küçüğe de aynı kudret ve aynı irade hâkimdir.

  1. Pencere Ne Demek? Ne Gösterir?

Bediüzzaman burada çok orijinal bir kavram ortaya koyar: “Pencere-i Tevhid”.

Pencere:

Arkasındaki manzarayı gösterir.

Kendisi değil, işaret ettiği şey önemlidir.

Küçücük bir camdan bile sonsuz bir gökyüzü görünür.

İşte bu dünyada da her bir varlık, bir pencere gibidir.
Ama maddeye takılan gözler, sadece camı görür.
İman gözüyle bakanlar ise sonsuz kudreti temaşa eder.

  1. Kâinatta Sessiz Konuşan Âyetler

Kur’ân, lafzî ayetleriyle Allah’ı tanıtırken, kâinat da kevni ayetleriyle O’na işaret eder. Yani:

Gül, şefkatin ve güzelliğin ayetidir.

Arı, ilmin ve tedbirin ayetidir.

Güneş, kudretin ve azametin ayetidir.

Zerre ise ihata ve inceliğin ayetidir.

Her şey susar gibi durur ama aslında fısıldar:

> “Ben kendi kendime var olmadım.”
“Beni yapan, beni idare eden, beni vazifelendiren bir Rabbim var.”
“Ve O, tektir. Eşi benzeri yoktur.”

🔹 Tevhid, yalnızca kelime-i şehâdette değil, her şeyde okunabilir.

  1. Düşünceyi İmana Dönüştüren Bakış: Tefekkür

Bediüzzaman, sadece aklî izah yapmaz; imanı kuvvetlendiren tefekkür yolları sunar.

Bir insan bir çiçeğe bakıp geçebilir.

Ama o çiçekte:

Renk düzeni,

Kokudaki ölçü,

Zamanlama,

Ekosistemdeki yeri…

gibi unsurları gören bir mümin, orada yalnızca çiçeği değil, onun arkasındaki Sanatkârı da tanır.

🔹 Tefekkür, bu bakışı kazanmanın adıdır.

  1. Sonuç: Varlık Kitabını Okumak

Bir zerreden bir galaksiye kadar her şeyde Allah’ın birliğini gösteren deliller vardır.

Ama bu ayetler:

Ne harflerle yazılmıştır,

Ne de sesle okunur.

Onlar düzenle, hikmetle ve kudretle yazılmıştır.
Okuyan kazanır; bakıp geçense sadece dünyada kalır.

Bediüzzaman’ın sunduğu bu bakış, kâinatı bir iman atlasına çevirir.
Zerrelerle yıldızları aynı isim altında birleştirir:
Tevhid.

Makale Özeti

Her varlık bir pencere gibidir; tevhidi gösterir.

Zerreler de, yıldızlar da aynı kudretin eseridir.

Tefekkür, bu pencerelerden bakarak Allah’ı tanımayı sağlar.

Kur’an’ın kevnî ayetleri kâinattaki düzen ve hikmeti ortaya koyar.

İman gözüyle bakıldığında, her şey bir delil, bir işaret, bir ayet olur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Mes’uliyetin Mahiyeti: Kimse Başkasının Günahını Taşımaz

Mes’uliyetin Mahiyeti: Kimse Başkasının Günahını Taşımaz

“Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa aşireti ve taifesi de olsa partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur, dünyada değil.”
Emirdağ Lâhikası 2

Kur’ân ve Risale-i Nur Perspektifinden Adalet ve Ferdî Sorumluluk

  1. Giriş: Adaletin Ruhunu Anlamak

İnsanlık tarihi boyunca nice toplumlar, soy, grup veya aidiyet üzerinden kolektif suçlar üretmiş, bireysel hataları kitlelere yüklemiştir. Ancak İslâm’ın adalet anlayışı, bu zulmü kökten reddeder.

Bediüzzaman Said Nursî de bu hususu şöyle ifade eder:

> “Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz.”

Bu söz sadece mantıki bir ilke değil, aynı zamanda Kur’ânî bir hakikatin tefsiridir. Çünkü:

> “Hiçbir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez.”
(En’âm, 164; İsrâ, 15; Fâtır, 18; Zümer, 7)

  1. Ferdî Mes’uliyet: İslâm Hukukunun Temeli

Kur’ân’a göre her insan:

Kendi fiilinden sorumludur.

Başkasının suçu ile sorguya çekilmez.

Günahın cezası, onu işleyene aittir.

🔹 “İnsan için ancak kendi çalıştığı vardır.” (Necm, 39)

Bu ayetle Kur’ân, ilahi adaletin ferdî olduğunu bildirir.

Aynı şekilde:

> “Hiçbir kimse bir başkasının yükünü taşımaz.” (Zümer, 7)

Bu, hem dünyevî hukukta adaleti hem de âhirette hesap gününü berraklaştırır.

  1. Bediüzzaman’ın Vurgusu: Manevî Tarafgirliğin Tehlikesi

Bediüzzaman meseleye bir adım daha derinlik katar. Der ki:

> “Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur, dünyada değil.”

Yani:

Birinin yaptığı bir suça doğrudan karışmasak bile,

Onu savunur, alkışlar, mazur görür veya görmezden gelirsek,

Manevî mes’uliyet altına gireriz.

🔹 Bu da bize ahlâkî sorumluluk yükler. Dilsiz şeytan olmamayı, zalime meyletmemeyi emreder.

Kur’ân bu konuda uyarır:

> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur.” (Hûd, 113)

  1. Toplumda Suçun Yayılmasının Sebebi: Kolektif Körlük

Bazen toplumda kötülük sadece kötülerin işi değildir.
Sessiz kalanlar, taraf tutanlar, “bize zarar gelmesin” diye duranlar, pasif de olsa bu kötülüğün manevî ortakları olurlar.

Bediüzzaman bu konuda çok nettir:

> “Zulme rıza zulümdür.”
“Zalimler kadar, onlara sessiz kalanlar da sorumludur.”

Kur’ân, geçmiş kavimlerin helâk sebeplerini açıklarken şöyle der:

> “İçlerinden kötülüğü yasaklayanlar pek azdı.” (A’râf, 164)

Yani bir toplumda zulüm ve günah alenî hale gelmişse, sadece işleyen değil, sustukları için engel olmayanlar da sorumludur.

  1. Hakiki Kurtuluş: Tarafgirlik Değil Hakkaniyet

Bediüzzaman, iman ehline şöyle seslenir:

Kardeşlik duygusunu, hakikatin üstünde tutmayın.

Siyasi, ırkî, grupsal aidiyetleri, adaletin önüne geçirmeyin.

Çünkü:

Adalet ilahidir.

Hakkaniyet Allah’ın sıfatıdır.

Tarafgirlik ise körlüğe sebep olur.

Kur’ân buyurur:

> “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun, bu takvaya daha yakındır.” (Maide, 8)

🔹 İşte İslâm’da birey hem kendi amelinden sorumludur hem de doğru yerde durmakla yükümlüdür.

SONUÇ VE ÖZET

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bir insanın hatasıyla başkası dünyada cezalandırılamaz. Bu, Kur’ân’ın açık hükmüdür. Ancak manevî anlamda, haklıya haksızlık eden veya zalime meyleden kişi, ahirette sorumluluk taşır.

İslâm bireysel sorumluluk esasına dayanır.
Ancak toplumsal sorumluluk da vardır:
Sessiz kalmakla, zulmü alkışlamakla, hatayı savunmakla günaha ortak olunabilir.

🔹 Hak ve adalet, ancak nefsin, grubun ve hissiyatın önüne geçerse hayatın tamamında tecelli eder.

Makale Özeti

Kur’ân’a göre hiçbir insan, başkasının günahını yüklenmez.

Bediüzzaman bu prensibi açıklar: Suç ferdîdir, ceza da öyle olmalıdır.

Ancak zalime tarafgirlik, sessiz kalmak, manevî mes’uliyet doğurur.

Hakikî adalet, sadece suçu işleyene değil; onu meşrulaştıranlara da ahirette hesap sorar.

Tarafgirlik değil, hakkaniyet ölçüsüyle hareket eden kurtuluşa erer.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Kur’an’da Bin Kur’an: Her Ayette Sonsuz Hitap ve Derinlik

Kur’an’da Bin Kur’an: Her Ayette Sonsuz Hitap ve Derinlik

“Kur’an’a mahsus bu nükte yani cüz, küll gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur’an müşahhas bir fert olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi ilm-i mantıkça tarif edilir. Demek Kur’an’da, bin Kur’anlar var ki şahs-ı küllî olmuş. Hem öyle de lâzım gelir. Çünkü hadsiz ve gayet muhtelif taifelere ders olduğu için aynı derste hadsiz o taifeler adedince dersler bulunmak lâzım gelir. ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Bir fert gibi görünse de, bir küllî gibi her çağ ve insana hitap eden bir kelamdır.”

  1. Giriş: Kur’an Tek, Hitapları Sınırsızdır

Kur’an-ı Kerim zahiren tek bir kitap, müşahhas bir metindir. Ancak Bediüzzaman Said Nursî’ye göre Kur’an, “bin Kur’an” gibidir; çünkü her ayeti:

Farklı zamanlara,

Farklı seviyelere,

Farklı kavimlere,

Farklı hâl ve ruhlara ayrı ayrı hitap eder.

Bu yönüyle Kur’an, mantıktaki küllî bir hakikat gibi davranır. Her birey ve zaman, aynı ayetten kendine özel bir anlam alır. Kur’an, kelimenin tam anlamıyla yaşayan bir kelamdır.

> “Kur’an’da, bin Kur’anlar var ki şahs-ı küllî olmuş.”

  1. Küllîlik Nedir? Kur’an’da Nasıl Tecelli Eder?

Küllî kavramı, tek bir ifade içinde çok sayıda ferdin, anlamın veya muhatabın kapsanması demektir. Kur’an’ın ayetleri de:

Herkese farklı ve taze bir anlam verir.

Zamana göre manası açılır.

Zihniyete göre derinleşir.

Bu yüzden aynı ayeti hem bir bedevî hem bir filozof okur; fakat her biri kendi istidadına göre ilahi hitap alır.

🔹 Misal:
“اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَ” (Alak, 1)
– İlk muhatap: Peygamber Efendimiz’dir.
– Sonraki muhataplar: Tüm ümmettir.
– Fikrî muhatap: Her ilim adamı.
– Manevî muhatap: Her tefekkür sahibi.

  1. Misal Ayetler: Herkese Ayrı Ayrı Hitap Eden Ayetler
  2. “اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا” – “Zorlukla beraber kolaylık vardır.” (İnşirah, 6)

Bir müminin sabrına hitap eder.

Bir milletin musibet zamanına ümit verir.

Bir öğrencinin çabasında moral olur.

Bir mücahidin cihadında manevi destek olur.

Ayet tek, anlamlar binlercedir. Herkes o ayeti sanki sadece kendisine nazil olmuş gibi hisseder.

  1. “وَعَلٰى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ” – “Müminler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” (Tevbe, 51)

İşsizlikle mücadele eden bir genç için sükûnettir.

Hastalıkla başa çıkan bir yaşlı için kuvvettir.

Bir devlet adamı için sorumluluğun ahlâkıdır.

Bir talebe için gayretin manevi temelidir.

Kur’an’ın bu cümlesi, her asırda her muhatap için yeni bir müjde, yeni bir öğretidir.

  1. “فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنْتَ مُذَكِّرٌ” – “Sen sadece bir hatırlatıcısın.” (Ğaşiye, 21)

Bir davetçiye misyonunu hatırlatır.

Bir vaize yön verir.

Bir öğretmene öğretme adabını bildirir.

Bir anne-babaya çocuğuna nasıl yaklaşacağını öğretir.

Kur’an, bu yönüyle kendi içinden sürekli doğan bir hakikat denizi gibidir.

  1. Kur’an Neden “Küllî Şahsiyet”tir?

Bediüzzaman’a göre Kur’an, sadece lafızlardan ibaret değildir. Onun arkasında:

Sonsuz bir hikmet,

İhatalı bir ilim,

Evrensel bir mesaj,

Ezelî bir kelam sıfatı vardır.

Bu yüzden:

Zamanlar değişse de hitap tazeliğini korur.

Zihinler çeşitlense de mana herkesin gönlüne iner.

İhtiyaçlar artsa da Kur’an hepsine cevap verir.

Kur’an bir kelam-ı ezelîdir; bu yüzden her ayette bin mana, her cümlede bin tecelli saklıdır.

  1. Kur’an Herkesle Konuşur: Bediüzzaman’ın Tarifiyle

Bediüzzaman der ki:

> “Kur’an öyle bir kitab-ı azîmdir ki… herkes kendi hâline göre ondan hisse alır.”

Bu, sadece anlaşılır olmasından değil; Kur’an’ın ruhunun, her insanın ruhuna hitap edebilmesindendir.

Herkesin gözyaşıyla ıslattığı ayet farklıdır.

Herkesin kurtuluş için sarıldığı cümle başkadır.

Ama herkes Kur’an’dan kendi nasibini alır.

Bu da Kur’an’ın hem fert hem küllî olma sırrıdır.

SONUÇ VE ÖZET

Kur’an, zahiren bir kitap, hakikatte ise küllî bir kelamdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Kur’an’da bin Kur’an var”; çünkü her ayeti:

Zamana göre farklı manalar verir.

Her seviyedeki insana ayrı mesaj sunar.

Her hâl sahibine hitap eder.

Bu özelliğiyle Kur’an, her devirde canlı ve rehber olmuştur. Aynı ayetle bir müceddid tefekkür eder, bir çocuk teselli bulur. Bu da Kur’an’ın yalnız lafız değil, hayatın kendisi olduğunu gösterir.

Makale Özeti

Kur’an müşahhas bir metin olsa da, her seviyeye ve zamana hitap eden küllî bir kitaptır.

Her ayet, binlerce manayı içinde taşır.

Aynı ayet, farklı insanlar ve farklı zamanlar için ayrı ayrı dersler verir.

Bu özellik, Kur’an’ı her zaman canlı, taze ve şifa kaynağı kılar.

Bediüzzaman’a göre Kur’an, “şahs-ı küllî”dir; yani her fertte farklı bir şekilde tecelli eden bir vahiy hakikatidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Tarihin Rahminde İki Doğum: Osmanlı Avrupa’yı, Avrupa İslam’ı Doğuracak mı?

Tarihin Rahminde İki Doğum: Osmanlı Avrupa’yı, Avrupa İslam’ı Doğuracak mı?

“Hürriyet’in birinci senesinde İstanbul’da Camiü’l-Ezherin Reis-i Uleması olan Şeyh Bahît Hazretleri (rh) İstanbul’da Eski Said’e sordu:

مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ هٰذِهِ الْحُرِّيَّةِ الْعُثْمَانِيَّةِ وَ الْمَدَنِيَّةِ الْاَوْرُوبَائِيَّةِ

   Said cevaben demiş:

اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِدَوْلَةٍ اَوْرُوبَائِيَّةٍ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

   Yani Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?

O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hamiledir, Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hamiledir, o da bir İslâm devleti doğuracak. Şeyh Bahît’e söylemiş.

   O allâme zat demiş: Ben de tasdik ediyorum. Beraberinde gelen hocalara dedi: Ben bununla münazara edip galebe edemem.

   Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak.

   İkinci tevellüd de inşâallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle hem şarkta hem garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.”
Emirdağ Lâhikası 2

Bediüzzaman Said Nursî’nin Asırları Aşan Basireti Üzerine Bir Tefekkür

  1. Giriş: Bir Hakikatin Tarihi Hamileliği

1908 yılında “Hürriyet” ilan edilip Osmanlı’da Meşrutiyet rejimine geçildiğinde, bu gelişme sadece siyasi bir değişim değil, aynı zamanda medeniyetler arası bir dönüşümün başlangıcıydı. Bediüzzaman Said Nursî’ye Şeyh Bahît tarafından yöneltilen bir soru bu dönüşümün kalbine dokunur:

> “Osmanlı’daki hürriyete ve Avrupa medeniyetine nasıl bakıyorsun?”

Cevap sade ama derindir:

> “Osmanlı, Avrupa gibi bir devlete hamiledir, bir gün onu doğuracak.
Avrupa ise İslamiyet’e hamiledir, bir gün o da bir İslâm devleti doğuracaktır.”

Bu söz, bir tarihî analizden çok daha fazlasıdır; bir kehanet değil, hikmetli bir öngörü, dönemleri okuyan bir basiret örneğidir.

  1. Birinci Doğum: Osmanlı’dan Sekülerleşmiş Türkiye

Bediüzzaman’ın “birinci doğum” dediği, Osmanlı’dan çıkan modern cumhuriyet rejimidir. Gerçekten de:

Osmanlı, bir İslam devletiydi.

İçinde din, hukuk, siyaset, eğitim iç içeydi.

Ama 1908’den itibaren başlayan süreçte, Avrupaîleşme, yani sekülerleşme, hukukî ve kültürel bir dönüşüm olarak hayata geçti.

Ve neticede;

Hilafet kaldırıldı,

Şeriat kanunları ilga edildi,

Medrese sistemi kapatıldı,

Din kamusal hayattan dışlandı.

🔹 Bu, Said Nursî’nin ifadesiyle Osmanlı’nın Avrupa’yı doğurmasıdır.

Ancak bu doğum, sadece Türkiye değil; birçok İslam ülkesinde de aynı şekilde yaşandı. Modernleşme = Dinsizlik gibi anlaşıldı ve Batılılaşma taklit edildi.

  1. İkinci Doğum: Avrupa’dan İslamî Bir Medeniyetin Doğması

Bediüzzaman bu tesbitiyle asıl vurguyu geleceğe yapar:

> “Avrupa İslamiyet’e hamiledir, bir gün İslam devleti doğuracaktır.”

Bu ifade, Avrupa’nın:

Maddi olarak terakki etmiş,

Manevi olarak tükenmiş,

Fakat hakikati arayan insanlarla dolu bir zemin haline geldiğini gösterir.

Nitekim bugün:

Avrupa’da milyonlarca Müslüman yaşıyor.

İslâm felsefesi, tasavvufu, ahlakı, aile yapısı genç Avrupalılar arasında ilgi çekiyor.

Materyalizmin tatminsizliği, ruhî arayışı doğuruyor.

🔹 Bediüzzaman burada medeniyetlerin karşılıklı etkileşimini ve zıt kutupların dönüşümünü haber veriyor.

  1. Avrupa Neden İslamiyet’e Hamile?

Bediüzzaman’ın ifadesi, sosyolojik bir gerçeğe işaret eder. Avrupa:

Aklı ilahlaştırdı, ama kalbi tatmin edemedi.

Özgürlüğü kutsadı, ama aileyi dağıttı.

Refahı artırdı, ama manevî huzuru kaybetti.

İşte bu çöküntü, hakikat arayışını doğurdu. Ve İslâm:

Tevhid akîdesiyle,

Ahlakî ilkeleriyle,

İnsan-ruh ilişkisini kuran bütünlüğüyle,

bu boşluğa en tutarlı cevabı veriyor.

🔹 Yani İslam, sadece bir din değil; insanlığın fıtratına uygun bir hayat tarzı olarak doğuyor.

  1. Tersine Akış: İslam Batı’da Yükselirken Doğuda Zayıflıyor mu?

Ne gariptir ki:

Batı’da İslam’a ilgi artarken,

Doğu’da (İslam coğrafyasında) sekülerleşme hızla yayılıyor.

Bu da bize şunu gösteriyor:

> Gerçek tecelli, coğrafi değil, zihinsel ve kalbî dönüşümlerle olur.

İslamiyet’in yeniden zuhuru sadece bir siyasi rejim değişikliğiyle değil;

Yeni bir iman hamlesiyle,

Yeni bir tebliğ diliyle,

Yeni bir ahlakî dirilişle mümkün olur.

İşte Avrupa’daki bu doğum, böyle bir dirilişin işaretidir.

  1. İki Doğum Arasında Bir Davet: İnsanlığı Ortada Buluşturmak

Bediüzzaman’ın bu teşhisi, aslında bir medeniyetler çatışması değil, medeniyetler arasında hakikatin yolculuğu olduğunu gösteriyor.

🔹 Osmanlı’nın doğurduğu Avrupaî yapı, zahiren İslam’dan uzak, ama hakikatte bir arayışın sancısıdır.
🔹 Avrupa’nın doğuracağı İslamî medeniyet ise, batılıların değil, hakikati arayan insanların medeniyetidir.

Yani bu doğumlar, yeni bir hakikat medeniyetinin oluşum sancılarıdır.

SONUÇ VE ÖZET

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, tarih iki doğum sancısına sahne olmuştur:

İlki: Osmanlı’nın Avrupaî bir yapıya evrilmesi,

İkincisi: Avrupa’nın bir gün İslamiyet’in hakikatini doğuracak olmasıdır.

Bugün birinci doğumun sonuçlarını yaşıyoruz; ikinci doğumun ise ayak sesleri yükseliyor. Bu hakikat, medeniyetlerin dönüşünü, insanlığın arayışını ve İslam’ın evrensel cazibesini açıkça göstermektedir.

Makale Özeti:

Bediüzzaman, Osmanlı’nın Avrupa’yı; Avrupa’nın da İslam’ı doğuracağını haber vermiştir.

Türkiye, sekülerleşme süreciyle bu doğumun ilk safhasını gerçekleştirmiştir.

Avrupa ise bugün manevî arayış ve İslâmî değerlere yönelme ile ikinci doğuma gebedir.

Bu süreç, medeniyetler çatışması değil; hakikatin medeniyetler arası yolculuğu ve buluşmasıdır.

İslam, fıtrata uygun yapısıyla her çağda ve her coğrafyada yeniden doğmaya hazır bir hakikattir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Bir Zerrede Cilve-i Tevhid: Havadaki Toz Parçasında Sonsuz Varlığın Delili

Bir Zerrede Cilve-i Tevhid: Havadaki Toz Parçasında Sonsuz Varlığın Delili

“Bu radyo makineciğinde ve manevî kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu’cizat-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki: Her bir zerre, Cenab-ı Hakk’ı zatıyla ve sıfâtıyla tarif eder ve ispat eder. 

   Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ulemalar büyük ve geniş delillerle, Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un vücudunu ve vahdetini ispat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi güneşi gösteriyor ve o güneşe işaret ediyor. Öyle de bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfât-ı kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar.”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Giriş: Büyük Gerçekler Küçük Şeylerde Gizlidir

İnsan zihni, çoğu zaman “büyüklüğe” ve “çokluğa” yönelir. Varlığın sahibini anlamak için kâinatın tamamına, yıldızlara, galaksilere ve muazzam düzenlere bakma ihtiyacı duyar. Ancak Bediüzzaman Said Nursî, marifetullahın (Allah’ı tanımanın) sadece kâinatın bütününde değil, bir avuç hava zerresinde de gizli olduğunu gösterir.

Radyo cihazı ve onun taşıyıcısı olan hava, yalnızca fizikî bir araç değil; ilahi sıfatların aynası, tecelliyatın taşıyıcısıdır.

> “Her bir zerre, Cenab-ı Hakk’ı zatıyla ve sıfâtıyla tarif eder ve isbat eder.”

  1. Bir Avuç Hava, Sonsuz Bir Kudretin Aynasıdır

Radyo cihazının içinde sesleri taşıyan şey, yalnızca elektromanyetik dalgalar değil; her biri mucize olan hava zerreleridir.

Bu zerreler:

Ne dediklerini bilmezler, ama doğru kelimeyi taşırlar.

Şuurdan yoksundurlar, ama şivesiyle beraber sesi korurlar.

Kördürler, ama sesleri hedefe ulaştırırlar.

🔹 Bu fiilleri yapan onlar değil, onların üzerinde hükmeden İlahi Kudrettir.

İşte burada Bediüzzaman’ın eşsiz kıyası devreye girer:

> “Nasıl güneş çıktığında bir zerrecik cam bile güneşi gösterir,
Aynen öyle de bir hava zerresi dahi Allah’ın varlığını ve sıfatlarını gösterir.”

Bu kıyas, makrodan mikroya, büyükten küçüğe tevhidî bakışı yerleştirir.

  1. Zerrenin İlmi, Kudreti ve Hikmeti Nereden?

Fizikî olarak zerrelerin ilmi yoktur. Ancak bu zerreler:

Hangi sesin hangi şiveyle taşınacağını bilir gibi davranır,

Kimin sesini nereye ulaştıracağını hedefler,

Ve bunu milyarlarca kez bozmadan yapar.

Peki nasıl?

🔹 Cevap nettir: Bu fiillerin arkasında ilim, kudret ve irade sahibi bir Zat vardır.

Zerrelerdeki harika düzen, kendi kendine oluşamaz. Aksine her bir zerre:

Allah’ın ilmini,

Allah’ın kudretini,

Allah’ın iradesini göstermektedir.

Ve böylece marifetullah yalnız gökyüzünde değil, bir damla havada da okunur.

  1. Göz Gibi, Kulak Gibi: Havanın Kalbi de Tevhid Söyler

Bediüzzaman burada çağımızın insanına çok özel bir pencere açar:

> “Kâinatın tamamını araştıran felsefe ve bilim, sonunda Allah’ın varlığını isbat eder. Ama iman gözüyle bakan bir mü’min, bir zerreye bakarak da aynı neticeye ulaşır.”

Bu tefekkür, bilimle çatışmayan, bilakis onu tamamlayan bir bakış açısıdır.

Modern bilimsel zihnin materyalistliği yerine, teknolojiyi ve fiziği Allah’ın sanatı olarak okumayı teklif eder.

Bir mikrofon, bir hoparlör, bir avuç hava, marifetullah dersi verebilir. Yeter ki, bakışın perdeleri açılsın.

  1. Tefekkürün Ufkunda Yeni Bir Yol: Zerrenin Şehadeti

Bediüzzaman bu pasajda, bize bir düşünce sırrı sunar:

Güneş ne kadar parlaksa,

Onu gösteren cam da o kadar aydınlık olur.

Aynı şekilde:

Allah’ın varlığı ne kadar ezelî ve ebedî ise,

Onu gösteren zerreler de o kadar sarih bir şehadet taşır.

Zerre küçük olabilir, ama gösterdiği hakikat büyüktür.
İnsan da küçüktür, ama taşıdığı iman cevheri sonsuzdur.

SONUÇ VE ÖZET

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “bir avuç hava”, sadece seslerin taşıyıcısı değil; Allah’ın varlığının ve birliğinin canlı delilidir. Her bir zerre, tıpkı bir cam parçasının güneşi yansıtması gibi, Allah’ın ilmini, kudretini ve iradesini yansıtır.

Kâinatın bütününe bakarak Allah’ı tanımak elbette mümkündür. Ama bir zerreye bakarak da aynı hakikate ulaşmak, imanın ne kadar ince ve zarif bir bakış olduğunu gösterir.

Bu yüzden, marifetullah yolu, sadece teleskopla değil, tefekkürle açılır.

Makale Özeti:

Her hava zerresi, Allah’ın zat ve sıfatlarını tecelli ettiren bir aynadır.

Tefekkür nazarıyla bakıldığında küçük şeylerde büyük hakikatler okunur.

Bediüzzaman’a göre radyo gibi bir cihaz bile, tevhidi isbat eden kevnî bir ayettir.

Güneş camda görüldüğü gibi, ilahî kudret de bir zerrede okunabilir.

Zerre, küçüklüğüne rağmen sonsuz bir hakikatin şahitliğini yapar.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Bir Avuç Hava”da Tecelli Eden Kudret: Radyodan İman Dersleri

Bir Avuç Hava”da Tecelli Eden Kudret: Radyodan İman Dersleri

“Kelimelerin envaının kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava, kat’iyen gösteriyor ki şimdi elimizde baktığımız radyo istasyon cetveli namındaki listede yazılı iki yüze yakın merkezden bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden aynı dakikada bir tek kelime-i Kur’aniye, mesela ‎ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ‎  kelâmı tam hurufatıyla ve şivesiyle ve söyleyenin mahsus sadâsının tarzıyla, bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle hiç tagayyür etmeden kulağımıza gelmek için ve muhtelif kelimat-ı Kur’aniyeyi ayrı ayrı sadâ ile çeşit çeşit şive ile keza hiç tagayyür etmeden ve bozulmadan bizim kulağımıza getirmek için o bir avuç havanın her bir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihatalı bir irade ve bütün rûy-i zemindeki merkezlerde o Kur’an’ı okuyan hâfızların ayrı ayrı şivelerini bilecek ihatalı bir ilim ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz ve her şeyi bir anda işitebilir bir kulak olmazsa elbette bu mu’cize-i kudret vücuda gelmeyecek. ”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Görünenin Ardındaki Görünmeyen Kudret

Zamanın insanı çoğu zaman gördüğü şeyin arkasındaki hikmeti göremez. Radyoda yankılanan sesler, Kur’an tilavetleri, ezgiler ve haberler… Bunlar sıradan gibi görünse de, Bediüzzaman’a göre, bu seslerin bozulmadan, birbirine karışmadan bir avuç hava zerresinde taşınması, ilahi kudretin mucizevî bir tecellisidir.

Bu noktada Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası’nda şu soruları zihinlere bırakır:

Aynı anda yüzlerce sesi, sadâsıyla ve şivesiyle kim ayırır?

Her sesi bozulmadan kilometrelerce öteye kim ulaştırır?

Havanın her bir zerresine bu taşıma görevini kim verir?

Cevap açık ve nettir: Allah. Çünkü bu işlemler sonsuz bir ilim, irade ve kudret ister. Hava zerresi ise bilinçsiz bir varlıktır. O zaman bu işin arkasında muhit bir kudret vardır.

  1. Radyonun Gösterdiği Kudret Haritası

Bediüzzaman, bir avuç hava zerresinin, dünyanın dört bir yanından gelen Kur’an tilavetlerini aynı anda taşıyabilmesini “mu’cize-i kudret” olarak nitelendirir. Bu, sadece fizikî bir olay değil, aynı zamanda tevhidi ispatlayan bir kevnî ayettir.

> “…bir tek kelime-i Kur’aniye, mesela اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kelâmı, tam hurufatıyla, şivesiyle, söyleyenin sadâsının tarzıyla…”
“…bir avuç hava zerresiyle hiç tagayyür etmeden kulağımıza gelir.”

Bu ifadede anlatılanlar, sıradan bir fizik yasası değil, ilahi düzenin zerrelere kadar işlemiş mükemmelliğidir.

  1. Bir Avuç Hava ve Sonsuz Kudret

Bediüzzaman’ın anlatımına göre, havadaki zerrelerin her biri adeta şuurlu bir görevli gibi çalışmaktadır:

Her biri farklı merkezden gelen sesi tanır.

Onu bozmadan, karıştırmadan iletir.

Aynı anda binlerce farklı sesi taşıyabilir.

Peki bu nasıl olur?

İlimsiz olmaz. İradesiz işlemez. Kudretsiz vücuda gelmez.

Demek ki:

🔹 Havanın her bir zerresinde ihatalı bir ilim (her şeyi bilen),
🔹 muhit bir kudret (her şeyi kuşatan güç),
🔹 şuurlu bir irade (hedefe yönelik bilinçli tasarım) vardır.

Ve bu sıfatlar yalnız Allah’a aittir.

  1. Radyo: Ateizmin Değil, Tevhidin Delili

Bugün birçok insan bilimi Allah’tan uzaklaştırıcı bir araç gibi görür. Oysa Bediüzzaman’a göre gerçek bilim, marifetullahın yoludur.

Radyo: Kulaklara hitap eden bir Kur’an dersi gibidir.

Televizyon: Gözlere gösterilen kevnî ayetleri okutan bir ekrandır.

İnternet: Eşzamanlı irade ve kudretin binlerce örneğini gösteren bir ağdır.

Bunlar tevhidi inkâr değil, isbat eder. Yeter ki hikmet nazarıyla bakılsın.

  1. Tefekkürün İnşası: Bilimle İmanın Buluşma Noktası

Kur’an’ın “De ki: “Göklerde ve yerde olanlara bir bakın!” Ancak o apaçık ayetler ve uyarılar iman etmeyecek bir halka yarar sağlamaz.

قُلِ انْظُرُوا مَاذَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَا تُغْنِي الْاٰيَاتُ وَالنُّذُرُ عَنْ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ
Kulinzuru maza fis semavati vel ard, ve ma tugnil ayatu ven nuzuru an kavmin la yu’minun.” emriyle Bediüzzaman, gözümüzü göklere, kulağımızı cihazlara, aklımızı ise hakikate yönlendirir.

Radyo gibi cihazlar, bir ilahî simülasyon gibi çalışır:

Şekil vardır, ama ruh Allah’tandır.

Ses vardır, ama hareket ettiren ilim Allah’a aittir.

Görünmeyen şeyler taşınır, ama düzen içinde.

🔹 Bu tefekkür, camide başlar, laboratuvarda kemale erer.

SONUÇ: Radyonun Gösterdiği Hakikat

Bir avuç hava zerresi… İçinde milyarlarca kelime, şive, sadâ… Hiçbiri karışmadan, eksilmeden, sapmadan ulaşır kulağa. Bu, Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik eden sessiz bir âyettir.

Radyo bir ayet değil belki, ama kevni ayetleri gösteren bir penceredir. Bediüzzaman’ın nazarıyla bakıldığında, teknoloji tefekküre, fizik imanî delile dönüşür.

Ve işte tam burada iman bir kez daha der ki:
“Her şey O’nu gösteriyor.”

Makale Özeti:

Radyoda işleyen düzen, Allah’ın kudretini ve ilmini isbat eden bir tefekkür alanıdır.

Hava zerrelerinin milyonlarca sesi, sadâsıyla ve şivesiyle karıştırmadan taşıması, tesadüfle açıklanamaz.

Bediüzzaman, teknolojiyi inkâr aracı değil, iman tefekkürü olarak görür.

Radyonun arkasında, her şeyi kuşatan bir kudret, ihatalı bir ilim ve mutlak bir irade vardır.

Radyo, modern çağda tevhidi anlamanın ve anlatmanın bir delilidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Kadınlığın Fıtratına Aykırı Dayatmalar: Modern Terbiye ile Zedelenen Şefkat Hakikati

Kadınlığın Fıtratına Aykırı Dayatmalar: Modern Terbiye ile Zedelenen Şefkat Hakikati

“Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelanı var. Ve bir evladının dünyada ona hizmeti ve âhirette de şefaati ve validesi öldükten sonra ona hasenatı ile yardımı, o meyl-i fıtrîyi kuvvetlendirip evlendirmeye sevk etmiş. Halbuki şimdi terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye ile on taneden bir iki hakiki evlat, kendi validesinin şefkatine mukabil fedakârane hizmet ve dindarane dualarıyla ve hasenatlarıyla validesinin defter-i a’maline haseneler yazdırmak ve âhirette salih ise validesine şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o haleti göstermediğinden bu fıtrî meyil ve nefsanî şevk ile o bîçare zaîfeler böyle ağır bir hayata kat’î mecbur olmadan girmemek gerektir.”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Giriş: Fıtratla Zıtlaşmak, Hayatla Zıtlaşmaktır

Kadın, fıtraten şefkattir. Anne olmak onun yaratılışının merkezinde yer alır. Şefkat, yalnızca bir duygu değil, bir varoluş hikmetidir.
Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’ndaki bu pasajda kadının yaratılış hikmetine ve bu hikmetin günümüzde nasıl tahrip edildiğine dikkat çeker:

> “Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelanı var.”

Bu meyil, kadını evliliğe sevk eder. Çünkü bir çocukla gelen hizmet, dua, şefaat ve ebedî bağ, kadının ruhunu dolduran bir manevi sermayedir.
Ancak terbiye-i İslâmiye’nin yerini “terbiye-i medeniye” aldığında, bu fıtrat bozulur. Kadın, kendi özüne yabancılaştırılır. Modern dünyanın teklif ettiği terbiye, kadının ne yaratılışına ne de mutluluğuna hizmet eder.

  1. Terbiye-i Medeniye: Fıtratı Tersine Çevirmek

Bugün “özgürlük” adına sunulan modern eğitim ve yaşam tarzı, aslında kadını taşıyamayacağı bir yükün altına sokmaktadır.

Annelik küçümsenmekte,

Ev kadınlığı “atıl bir hayat” olarak görülmekte,

Kadının değerini dış dünyadaki başarılara bağlayan bir sistem inşa edilmektedir.

Oysa bu yaklaşım, kadınları ne mutlu etmiş ne huzura kavuşturmuştur. Aksine:

Aileler dağılmış,

Nesiller sahipsiz kalmış,

Kadın hem çalışmış, hem annelik yapmaya çalışmış, sonunda iki rolü de hakkıyla yapamayıp yıpranmıştır.

🔹 Hikmet: Kadına en ağır ceza, onu fıtratına yabancılaştırmaktır.

  1. Evlatla Kurulan Ebedî Bağ

Bediüzzaman burada çok dikkat çekici bir hakikate işaret eder:

> “Bir evladının dünyada hizmeti ve ahirette şefaati…”

Yani evlat sadece bu dünyada anneye muhtaç değil; anne de evladın duasına, hizmetine ve sadakatine muhtaçtır. Gerçek bir terbiye ile yetişen bir evlat, annesine:

Hayatta fedakârane hizmet eder,

Vefat ettiğinde onun için dua eder,

Salihse kıyamette şefaatçi olur.

Ancak bu da terbiye ile mümkündür. Bediüzzaman diyor ki:

> “Terbiye-i İslamiye yerine terbiye-i medeniye geçince, on çocuktan sadece biri ya da ikisi annesine karşı bu sadakati gösteriyor.”

🔹 Düşündürücü Gerçek: Modern eğitim, evladı annesine değil, dünyaya bağlamaktadır.

  1. Kadınlık Mektebine Dönüş: Çözüm Fıtrattadır

Kadınların bu ağır hayata “kat’î mecbur olmadan” girmemesi gerektiğini ifade eden Bediüzzaman, aslında bir tercihe değil, bir hayat tarzı önerisine çağırır:

Kadın, annelikte yücelir.

Evlat, dini terbiye ile hayırlı olur.

Aile, fıtrata uygun olursa cennet huzuru verir.

Şefkat, ancak merhamet temelli bir toplumda değer görür.

Bediüzzaman’ın çizdiği model, kadını sosyal hayattan koparan bir kapalılığı değil; fıtratına uygun bir alan sunan, onu asli vazifesinde aziz kılan bir modeli ifade eder.

🔹 İbret: Toplum, kadınla yükselir; kadın ise evlatla ebedîleşir.

  1. Toplumsal Yıkımın Sessiz Sebebi: Fıtrat Bozulması

Kadının çocuk sevgisi fıtridir, evlat sevgisi yaratılışına kodlanmıştır. Fakat bu meyil, günümüzde nefsânî şevklerle, dış etkilerle ve kültürel dayatmalarla istismar ediliyor.

Kadın evlenmeye mecbur bırakılmadan,

Çocuk sahibi olmanın ne büyük bir ebedî yatırım olduğunu fark ederek,

Ahirete ve salih evlatlara inanarak adım atmalıdır.

Aksi hâlde:

Dünya zorlaşır,

Ahiret unutulur,

Nesiller bağsız, sevgisiz, duasız kalır.

🔹 Son Söz: Bir milletin geleceği, annelerin dizinin dibinde şekillenir. Eğer o dizler sahipsizse, gelecek de sahipsizdir.

SONUÇ VE ÖZET

Kadınlığın fıtratında çocuk sevgisi, şefkat, merhamet ve annelik vardır. Bediüzzaman’a göre bu meyil, İslamî terbiye ile yücelir ve ebedîleşir. Ancak günümüzde “terbiye-i medeniye” kadını fıtratından koparıp maddî yüklerin altına sokmuş, evlatları ise annelerine yabancılaştırmıştır. Bu kırılma, sadece bireysel bir mutsuzluk değil; toplumun genelinde bir çöküşe sebep olmuştur. Çözüm ise, yeniden fıtrata dönmek ve Kur’anî terbiyeyi esas almaktır.

Makale Özeti:

Kadının fıtratında annelik ve çocuk sevgisi vardır.

Bu sevgi, evlatla kurulan dünyevî ve uhrevî bağlarla derinleşir.

Modern terbiyenin dayattığı hayat tarzı, bu bağları zayıflatır.

Terbiye-i İslamiye, hem kadını hem evladı ebedî bir bağla birbirine bağlar.

Fıtrata uygun yaşam, hem dünyevî huzur hem ahiret saadeti getirir.

Kadın, kendini modernliğe feda etmeden önce fıtratını hatırlamalıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

İstiklalin Bedeli mi, Tuzaklı Bir Pazarlık mı?

İstiklalin Bedeli mi, Tuzaklı Bir Pazarlık mı?
Hayim Naum Planı ve Din Üzerine Kurgulanan Gizli Anlaşma
Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lâhikası’ndan ilhamla

“Gizli Anlaşmanın Entrikası 

   Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklal işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvela Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türk’ün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani masonluk hasebiyle Kur’an’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak.

   Hayim Naum müthiş planının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

   “Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyet’i ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum.” ”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Giriş: Kazanılan Toprak mı, Kaybedilen Ruh mu?

Tarih sadece savaşların değil, aynı zamanda satır aralarına gizlenmiş anlaşmaların da tarihidir. Görünen zaferlerin ardında bazen gizli bir hezimet, bağımsızlık görüntüsünün ardında ruhen esaret saklıdır. Emirdağ Lâhikası’nda yer alan Hayim Naum Planı, tam da böyle bir perde arkasını gözler önüne serer:

> “Siz onlara toprak verin; ben dinlerini ellerinden alırım.”

Bu, sadece politik bir entrika değil; bir milleti içinden çökertmeye yönelik ince ayarlı bir işgal modelidir.

  1. Hayim Naum: Bir Rol, Bir Plan, Bir Tuzak

Mısır Hahambaşısı Hayim Naum, diplomasi perdesi arkasında bir ideolojik saldırının mümessili olarak tanıtılır. Bediüzzaman’a göre onun yaptığı şey basit bir siyasi lobi faaliyeti değil; milleti içinden vuracak bir imha programıdır:

Dinî temsilciliği yok etme,

Kur’an’ın ahkâmını ilga etme,

İslamiyet’i şeklen değil, ruhen silme,

Bu yıkımı da öz adamlarla, yani içeriden yürütme.

🔹 Düşündürücü Gerçek: En tehlikeli savaş, düşmanın dışarıdan değil, içeriden konuşlandırıldığı savaştır.

  1. “Mülkî Tamamiyet”in Bedeli: Manevî Çözülme

Hayim Naum’un İngiltere’de Lord Curzon’a yaptığı teklif, adeta bir şeytanî mukaveledir:

> “Siz Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kabul edin, ben onların dinini ayaklar altına alırım.”

Bu söz, modern tarihte eşine az rastlanır bir “ideolojik rehin alma”dır. Yani:

Türkiye haritadan silinmesin,

Ama ruhen boşaltılsın.

Devlet ayakta kalsın,

Ama milletin manevî kimliği çürüsün.

🔹 İbret: Maddî bütünlük, manevî çürümenin önüne geçemediğinde aslında kazanılmış bir şey kalmaz.

  1. Masonluk ve Dinsizlik Projesi: İçerden Yıkım Mekanizması

Hayim Naum’un planında en dikkat çeken yön, “milleti kendi öz adamlarıyla yıktırma” vurgusudur. Bu, dıştan değil içten bir çözülmeyi gösterir.
Bediüzzaman burada masonluğu sadece bir dernek değil, Kur’an’a karşı sistematik bir mücadelenin aracı olarak tanımlar.
Bu mücadele:

Kur’an’ın hükümlerini “çağ dışı” gösterme,

İslam’ı yalnızca özel alanlara hapsetme,

Dini, modern devlet yapısına tehdit gibi sunma,

Laiklik kisvesiyle dini kurumlardan ve eğitimden arındırma…

🔹 Hikmet: Hakikat sadece dış düşmanlarla değil, iç saptırmalarla da yıpratılır.

  1. Lozan ve Sonrası: Planın Siyasi Kılıfı

Lozan Antlaşması’nın sadece diplomatik bir metin olmadığı, bu tür “arka plan anlaşmaları”yla desteklendiği fikri, Bediüzzaman’ın yaklaşımında güçlü bir şekilde yer alır.
Zahiren bağımsızlık, batı dünyası nezdinde tanınma, ama batında:

Halifeliğin kaldırılması,

Şeriatın yasadan çıkarılması,

Medreselerin kapatılması,

Ezânın susturulması…

Bu, bir milletin “mülkî istiklali” kazanırken, “ruhanî istiklali”nden vazgeçmesidir.

🔹 Ders: Ruhunu satan bir milletin toprağı kalmış olsa bile, geleceği ipoteklidir.

  1. Bediüzzaman’ın Tavrı: Zihinsel Direniş ve Kur’an’a Sarılmak

Bediüzzaman Said Nursî bu gidişata karşı sadece fikirle değil, iman hakikatlerini ders vermekle mukabele etmiştir. Onun “masonluğa karşı silahsız ama sarsıcı” cevabı Risale-i Nur’dur. Çünkü biliyordu ki:

> “Bu zamanda maddî kuvvetle değil, manevî kuvvetle mücadele edilir.”
“Bu zamanda en büyük silah: Kur’an’daki imanî hakikatlerdir.”

🔹 Ümit: Kalplere iman, akıllara nur, topluma huzur ancak Kur’an’la gelir.

SONUÇ VE ÖZET

Hayim Naum Planı, Türkiye’nin maddî bağımsızlığı karşılığında manevî değerlerinden vazgeçmesini isteyen bir entrikadır. Kur’an’ın ahkâmını kaldırmak, İslam’ı toplum dışına itmek ve milletin öz evlatlarıyla bu dönüşümü gerçekleştirmek; bu planın temel taşlarıdır.
Bediüzzaman bu tarihi süreci açıkça teşhir etmiş, milletin asıl zaferinin toprak kazanmak değil, imanını muhafaza etmek olduğunu anlatmıştır. Bugün de aynı planlar başka kılıflarla devam etmektedir. Tek çare yine aynıdır: Kur’an’a sımsıkı sarılmak.

Makale Özeti:

Hayim Naum Planı, Türkiye’ye “istiklal” verirken İslam’dan koparma tuzağıdır.

Lord Curzon’la yapılan gizli anlaşma, dinin içten tasfiye edilmesi şartına dayalıdır.

Masonluk, bu projede din karşıtı bir aygıt olarak kullanılmıştır.

Lozan sonrası dinî kurumlar hedef alınmış, İslam kamusal hayattan çıkarılmak istenmiştir.

Bediüzzaman bu tehdide Kur’an’ın hakikatleriyle karşı koymuştur.

Çözüm, hâlâ Kur’an’a ve imanî dirilişe yönelmekten geçmektedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Zamane Felaketine Karşı Yegâne Siper: Kur’an Hakikatleri

Zamane Felaketine Karşı Yegâne Siper: Kur’an Hakikatleri

“Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kur’an’ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir. ”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Zamanın Tehlikeleri: Gözle Görünmeyen Yıkım

İnsanlık, tarih boyunca nice savaşlar, afetler ve krizler gördü. Fakat modern zamanların felaketi, ne topla ne tüfekle geliyor. Bu çağın felaketi düşüncede başlıyor, kalpte yankılanıyor ve toplumları sessizce çürütüyor:

Zındıka: Din düşmanlığının örgütlü ve sistematik hâli,

Dinsizlik: Manasız bir hayat anlayışı,

Anarşilik: Ahlâk ve disiplin tanımaz bir nesil inşası,

Maddiyyunluk (Materyalizm): Varlığı yalnız maddede arayan, maneviyata kör bir zihniyet.

Bu felaket, dışarıdan gelen bir düşman değil, içten gelen bir çöküştür. Tıpkı bir ağacın içten içe kurtlanması gibi…

🔹 İbret: Eskiden kılıçla gelen düşman, şimdi fikirle, ekranla, sistemle, eğitimle geliyor.

  1. Mücadelede Başarısız Yollar: Siyasî ve Maddî Yetersizlik

Bediüzzaman bu paragrafta çok net bir gerçeğe dikkat çeker:

> “Siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz.”

Çin gibi devasa bir ülke, milyonları içine alan bir ideolojiyle birkaç yılda dinsizliğe sürüklendi. Ne ordu, ne para, ne siyaset bu akımı durdurabildi. Çünkü bu tehlike zihinsel ve ruhsaldı, ona karşı sadece maddî güçle direnmek, suya yazı yazmak gibidir.

🔹 Düşündürücü Gerçek: Ruhun hastalığını demirle, tankla tedavi edemezsin.

  1. Yegâne Çare: Kur’an’ın Hakikatleri

Çare açıktır ve kesindir:

> “Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir.”

Kur’an, sadece bir dua kitabı değil; bir ruh disiplini, bir hayat felsefesi, bir toplum inşa projesidir.

Ahlâkî çöküşe karşı Kur’an ahlâkı,

Anlamsızlığa karşı Kur’an’da mana,

Dinsizliğe karşı Kur’an’da iman hakikatleri,

Anarşiye karşı Kur’an’ın adalet ve merhamet dengesi…

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur vasıtasıyla yaptığı da budur:
Kur’an’ı sadece “okunan” değil, “anlaşılan ve yaşanan” bir metin hâline getirmek.

🔹 Hikmet: Devrin ilacı, devrin hastalığına göre verilir. Bu devrin hastalığı imansızlıksa, ilacı imandır; onun da kaynağı Kur’an’dır.

  1. Risale-i Nur’un Tavrı: Müdafaa ve İnşa

Risale-i Nur Külliyatı, zındıka cereyanına karşı manevî bir siper, kalplere bir zırh, dimağlara bir nurdur. Ne devrimle, ne iktidarla, ne de baskıyla değil;
hakikati izah, isbat ve temsil ederek mücadele eder.

Korkutmadan, ikna ederek,

Yasaklamadan, aydınlatarak,

Yargılamadan, merhametle yaklaşarak…

Bu üslup, düşmanın silahıyla değil, Kur’an’ın tebliğ metodu ile hareket etmektir.

🔹 Örnek: Zındıkaya karşı öfke değil, ilim; saldırgana karşı nefret değil, merhamet ve hikmet…

  1. Bugün de Geçerli: Modern Zındıkanın Yeni Kıyafetleri

Bugünün zındıkası artık felsefe kitaplarında değil, sosyal medya akımlarında…
Anarşilik artık barikatlarda değil, ekranlarda…
Dinsizlik artık ideoloji olarak değil, eğlence adıyla pazarlanıyor.
Bediüzzaman’ın tesbitleri, sadece bir döneme değil, kıyamete kadar sürecek bir akıma karşı uyarıdır.

🔹 Uyanış: Kur’an’a yönelmeyen toplumlar, kaçınılmaz olarak yönünü kaybeder. İman zayıflarsa, düşünce dağılır; ahlâk çöker; aile biter.

SONUÇ VE ÖZET

Bu çağın görünmeyen ama en büyük tehlikesi, zındıka ve maddiyyunluktur. Materyalizm, maneviyatı ezmekte; anarşi ahlâkı yıkmakta; dinsizlik toplumu anlamdan mahrum bırakmaktadır. Ne siyaset, ne askeri güç, ne teknolojik ilerleme bu tehlikeyi durdurabilir. Tek çare, Kur’an’ın hakikatlerine sımsıkı sarılmak; onu anlamak, yaşamak ve yaşatmaktır.

Çünkü:

> “Karanlık, ışıkla yok edilir. Hakikatin düşmanı, yine hakikatle susturulur.”

Makale Özeti:

Bu çağın en büyük tehdidi: zındıka, anarşi ve materyalizm.

Maddî ve siyasî güçlerle bu tehdit susturulamaz.

Tek çare: Kur’an’ın iman ve hikmet dolu hakikatleri.

Risale-i Nur, bu mücadelede Kur’an’ı bir tebliğ ve direniş kılavuzu olarak sunar.

Bugün sosyal medya, kültür endüstrisi ve eğitim sisteminde bu tehdidin modern şekilleri sürmektedir.

Yegâne kurtuluş: Kur’an’la düşünmek, yaşamak ve toplumu yeniden inşa etmektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Zamane Felaketine Karşı Yegâne Siper: Kur’an Hakikatleri

Zamane Felaketine Karşı Yegâne Siper: Kur’an Hakikatleri

“Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kur’an’ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir. ”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Zamanın Tehlikeleri: Gözle Görünmeyen Yıkım

İnsanlık, tarih boyunca nice savaşlar, afetler ve krizler gördü. Fakat modern zamanların felaketi, ne topla ne tüfekle geliyor. Bu çağın felaketi düşüncede başlıyor, kalpte yankılanıyor ve toplumları sessizce çürütüyor:

Zındıka: Din düşmanlığının örgütlü ve sistematik hâli,

Dinsizlik: Manasız bir hayat anlayışı,

Anarşilik: Ahlâk ve disiplin tanımaz bir nesil inşası,

Maddiyyunluk (Materyalizm): Varlığı yalnız maddede arayan, maneviyata kör bir zihniyet.

Bu felaket, dışarıdan gelen bir düşman değil, içten gelen bir çöküştür. Tıpkı bir ağacın içten içe kurtlanması gibi…

🔹 İbret: Eskiden kılıçla gelen düşman, şimdi fikirle, ekranla, sistemle, eğitimle geliyor.

  1. Mücadelede Başarısız Yollar: Siyasî ve Maddî Yetersizlik

Bediüzzaman bu paragrafta çok net bir gerçeğe dikkat çeker:

> “Siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz.”

Çin gibi devasa bir ülke, milyonları içine alan bir ideolojiyle birkaç yılda dinsizliğe sürüklendi. Ne ordu, ne para, ne siyaset bu akımı durdurabildi. Çünkü bu tehlike zihinsel ve ruhsaldı, ona karşı sadece maddî güçle direnmek, suya yazı yazmak gibidir.

🔹 Düşündürücü Gerçek: Ruhun hastalığını demirle, tankla tedavi edemezsin.

  1. Yegâne Çare: Kur’an’ın Hakikatleri

Çare açıktır ve kesindir:

> “Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir.”

Kur’an, sadece bir dua kitabı değil; bir ruh disiplini, bir hayat felsefesi, bir toplum inşa projesidir.

Ahlâkî çöküşe karşı Kur’an ahlâkı,

Anlamsızlığa karşı Kur’an’da mana,

Dinsizliğe karşı Kur’an’da iman hakikatleri,

Anarşiye karşı Kur’an’ın adalet ve merhamet dengesi…

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur vasıtasıyla yaptığı da budur:
Kur’an’ı sadece “okunan” değil, “anlaşılan ve yaşanan” bir metin hâline getirmek.

🔹 Hikmet: Devrin ilacı, devrin hastalığına göre verilir. Bu devrin hastalığı imansızlıksa, ilacı imandır; onun da kaynağı Kur’an’dır.

  1. Risale-i Nur’un Tavrı: Müdafaa ve İnşa

Risale-i Nur Külliyatı, zındıka cereyanına karşı manevî bir siper, kalplere bir zırh, dimağlara bir nurdur. Ne devrimle, ne iktidarla, ne de baskıyla değil;
hakikati izah, isbat ve temsil ederek mücadele eder.

Korkutmadan, ikna ederek,

Yasaklamadan, aydınlatarak,

Yargılamadan, merhametle yaklaşarak…

Bu üslup, düşmanın silahıyla değil, Kur’an’ın tebliğ metodu ile hareket etmektir.

🔹 Örnek: Zındıkaya karşı öfke değil, ilim; saldırgana karşı nefret değil, merhamet ve hikmet…

  1. Bugün de Geçerli: Modern Zındıkanın Yeni Kıyafetleri

Bugünün zındıkası artık felsefe kitaplarında değil, sosyal medya akımlarında…
Anarşilik artık barikatlarda değil, ekranlarda…
Dinsizlik artık ideoloji olarak değil, eğlence adıyla pazarlanıyor.
Bediüzzaman’ın tesbitleri, sadece bir döneme değil, kıyamete kadar sürecek bir akıma karşı uyarıdır.

🔹 Uyanış: Kur’an’a yönelmeyen toplumlar, kaçınılmaz olarak yönünü kaybeder. İman zayıflarsa, düşünce dağılır; ahlâk çöker; aile biter.

SONUÇ VE ÖZET

Bu çağın görünmeyen ama en büyük tehlikesi, zındıka ve maddiyyunluktur. Materyalizm, maneviyatı ezmekte; anarşi ahlâkı yıkmakta; dinsizlik toplumu anlamdan mahrum bırakmaktadır. Ne siyaset, ne askeri güç, ne teknolojik ilerleme bu tehlikeyi durdurabilir. Tek çare, Kur’an’ın hakikatlerine sımsıkı sarılmak; onu anlamak, yaşamak ve yaşatmaktır.

Çünkü:

> “Karanlık, ışıkla yok edilir. Hakikatin düşmanı, yine hakikatle susturulur.”

Makale Özeti:

Bu çağın en büyük tehdidi: zındıka, anarşi ve materyalizm.

Maddî ve siyasî güçlerle bu tehdit susturulamaz.

Tek çare: Kur’an’ın iman ve hikmet dolu hakikatleri.

Risale-i Nur, bu mücadelede Kur’an’ı bir tebliğ ve direniş kılavuzu olarak sunar.

Bugün sosyal medya, kültür endüstrisi ve eğitim sisteminde bu tehdidin modern şekilleri sürmektedir.

Yegâne kurtuluş: Kur’an’la düşünmek, yaşamak ve toplumu yeniden inşa etmektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Lozan’ın Gölgesinde Kaybedilen Hakikat: Dinle Hesaplaşmanın Tarihî Seyri

Lozan’ın Gölgesinde Kaybedilen Hakikat: Dinle Hesaplaşmanın Tarihî Seyri

“Konferansın birinci defasında Türk Başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve Devlet Reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve baş başa seyahat… Sonra Ankara gizli meclis toplantıları… Fakat esas meselelerde daima baş başa… Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir!”

   Lozan Konferansı’nın ikinci sahifesi: …Artık her şey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile her şey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle bu millette, İslâmiyet’i katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından yani düşman ehl-i salîb kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden vârestedir.”
Emirdağ Lâhikası 2

  1. Giriş: Zafer mi, Ziyan mı?

Lozan Antlaşması, modern Türkiye’nin uluslararası sahnedeki tanınmasını sağlayan bir dönüm noktası olarak görülür. Ancak bu antlaşmanın arka planında, sadece toprak, sınır veya ekonomik meseleler değil; çok daha derin ve yıkıcı bir pazarlık yapılmıştır: Dinle olan bağların koparılması. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu süreci perde arkasından bakarak değerlendirir ve “esas mesele”nin ne olduğunu açıkça ortaya koyar: İslamiyet’i bu milletin bünyesinden silmek.

  1. Trenin İstikameti: Siyasi Yolculuğun İdeolojik Yönü

Yazıda geçen tren yolculuğu, sembolik olarak da çok şey anlatır. Bir yanda Lozan’da masada karar veremeyecek kadar sınırlı yetkiye sahip bir müzakereci (İsmet İnönü), diğer yanda memleketin kaderine tek başına yön verecek olan “büyüğü” (Mustafa Kemal). Bu yolculuk, sadece iki liderin buluşması değil; milletin manevî varlığının çizildiği bir ideolojik mutabakatın başlangıcıdır. O baş başa seyahatin ürünü şudur:

> “Din öldürülecektir!”

🔹 İbret: Tarihin akışı bazen istiklal kazanırken istikametini kaybeder. Zaferin içine zehir saklanabilir.

  1. Yeni Rejimin Prensibi: Dinle Savaşmak

Emirdağ Lâhikası’ndaki ifadeyle, yeni rejimin temel şiarı artık nettir:

> “Bu millette, İslâmiyet’i katletmek prensibiyle hareket etmek.”

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki uygulamalara bakıldığında bu sözün tarihi karşılığı olduğu görülür:

Ezânın Türkçeleştirilmesi

Kur’an öğretiminin yasaklanması

Medreselerin kapatılması

Şapka kanunuyla halkın sindirilmesi

Tekke ve zaviyelerin ilgası

Bütün bu adımlar bir rejimin kendini “laik” olarak tanımlamasının çok ötesinde, bilinçli bir “İslamiyet’ten kopuş mühendisliği”dir.

🔹 Hikmet: İnançla savaşan sistemler, önce halktan, sonra tarihten kopar.

  1. Hudut İçinden Yürütülen Savaş: Maskeli Müdahale

Bediüzzaman’ın en çarpıcı tesbitlerinden biri de şudur:

> “Hudut dışı değil, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı…”

Yani artık İslam’a yönelik darbeler dış düşmanlardan değil, içeriden ve “millet adına” yapılacaktır. Bu, dışardan gelen bir işgalin değil, içerden yapılan bir çözülmenin resmidir.

Yasaların halk adına çıkarılması

İnkılapların “ilerleme” kisvesiyle dayatılması

Milli irade adına milletin dininden koparılması

🔹 Düşündürücü Gerçek: Bir milletin felaketi, düşman kılığındaki hasmından değil; dost maskesi takmış olan işbirlikçisinden gelir.

  1. Bediüzzaman’ın Uyarısı: Sükût Etmek Suçtur

Bediüzzaman bu tarihî kırılmayı sadece tesbit etmekle kalmaz, aynı zamanda İslam’a sahip çıkacak genç nesillere seslenir. O, Lozan’la başlayan sürecin geçici bir galibiyet olduğunu, fakat iman hakikatlerinin neşriyle bu planın bozulacağını söyler. Nitekim Risale-i Nur’un doğuşu, tam da bu yok ediliş hamlelerine karşı manevî bir direniş ve ihya hareketidir.

🔹 Ümit: Zulüm kalıcı olamaz. Batıl ne kadar örgütlü olursa olsun, hakikat bir nur gibi karanlığı delmeye devam eder.

SONUÇ VE ÖZET

Lozan Antlaşması, sadece bir siyasi metin değil, dinin kamusal hayattan tasfiyesine dair bilinçli bir planın mihenk taşıdır. İsmet ve Mustafa Kemal arasında geçen “baş başa” seyahat, bu planın çekirdeğini oluşturmuş, sonrasında ise inkılaplar adı altında İslam’a karşı sistematik bir dönüşüm başlatılmıştır. Bu sürecin en tehlikeli tarafı ise, bunun “millet iradesi” adıyla sunulmuş olmasıdır. Bediüzzaman bu durumu görmüş, teşhis etmiş ve Risale-i Nur’la bu projeyi boşa çıkarmanın yollarını göstermiştir.

Makale Özeti:

Lozan, siyasi zafer görüntüsü altında dinî felaketin başlangıcı olmuştur.

İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’in baş başa yaptığı seyahat, ideolojik bir mutabakatın sahnesidir.

Yeni rejimin ilkesi: İslam’ı bu milletin ruhundan koparmaktır.

Dine savaş dışardan değil, içerden ve “millet adına” yürütülmüştür.

Bediüzzaman, bu gidişata sessiz kalmamış, Risale-i Nur’la manevî direniş başlatmıştır.

Tarihî ibret: Hak, en sessiz zamanda bile konuşur; batıl ise en gür zamanda bile çöker.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Bismark’ın İtirafı: Kur’an ve Hz. Muhammed Karşısında Hürmetle Eğilen Akıl

Bismark’ın İtirafı: Kur’an ve Hz. Muhammed Karşısında Hürmetle Eğilen Akıl

“Bismark eserinde diyor ki:

    “Kur’an’ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.” 

   Ve Peygamber’e hitaben der:

    “Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, ba’dema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.” Bismark
Emirdağ Lâhikası 1

Tarihin büyük figürleri bazen bir hakikati teslim ettiklerinde, o söz kendi dönemlerini aşar ve çağlara seslenir. Alman şansölyesi Otto von Bismark, sadece bir devlet adamı değil, aynı zamanda akıl ve tecrübenin temsilcisi bir siyasi dahiydi. O bile Kur’an karşısında sarsılmaz bir hayranlıkla susmuş, Hz. Muhammed’in (s.a.v) büyüklüğü karşısında hürmetle eğilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu itirafı şöyle aktarır:

> “Kur’an’ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.”
“Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, ba’dema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

Bu sözler, düşünen bir aklın hakikati teslim edişidir.

Kur’an: Beşer Aklının Sınırlarını Aşan Kitap

Kur’an, yalnızca bir dinî metin değil; aynı zamanda insanı, toplumu ve kainatı tarif eden bir hikmet ve hidayet kitabıdır. Beşeriyetin karşılaştığı bütün ahlaki, sosyal, psikolojik ve siyasi buhranlara karşı çözüm önerileri sunan, asırlardır tazeliğini koruyan ilahî bir anayasadır.

Bismark gibi siyasi bir dehanın, Kur’an’ı bu yönüyle tahlil etmesi şaşırtıcı değildir. Zira Kur’an:

Bireyin iç dünyasını inşa eder (iman, sabır, tefekkür),

Aile düzenini tesis eder (nikah, hak, merhamet),

Toplumu ıslah eder (adalet, şura, ahlak),

Devletleri dengeler (hukuk, sorumluluk, yönetim ilkeleri),

Ve en önemlisi insanlığa yön tayin eder.

Kur’an, sadece Arap yarımadasına değil, bütün insanlığa hitap eder. Zaman ve mekân üstü bir kitaptır. Bismark’ın şu cümlesi, bir siyasetçinin sezgisel değil, ilmî ve tarihî gözlemle ulaştığı hükmü yansıtır:

> “Beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.”

Hz. Muhammed: Eşsiz Bir Kudret, Emsalsiz Bir Rehber

Bismark’ın Peygamber Efendimize hitabı son derece dikkat çekicidir. O, asırlar sonra dahi Hz. Muhammed’in (s.a.v) şahsiyetine, iradesine ve insanlığı şekillendiren kudretine hayran kalmıştır. Onun şu sözleri, inkâr değil, geç kalmış bir teslimiyetin ifadesidir:

> “Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim…”

Zira Hz. Muhammed (s.a.v), sadece bir lider değil; hakikatin kendisine hayat bulduğu bir elçidir. O, insanların gönlünü feth eden bir ahlâk, düşmanlarını hayran bırakan bir adalet, zamanını aşan bir hikmet sahibidir.

Onun getirdiği mesaj, Medine’yi çöl vahasından bir medeniyet merkezine çevirdiği gibi; 14 asır sonra bir Alman devlet adamının da kalbinde bir hayranlık kıvılcımı yakmıştır.

Akıl ve Kalbin Ortak Tanıklığı

Bismark’ın sözleri gösteriyor ki, aklî delil ve tarihî gözlem, insanı Kur’an’a ve Resûlullah’a götürebilir. Her akıl sahibi, ön yargılarından sıyrıldığında, Kur’an’ın ilahî kelam olduğunu ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) hak bir peygamber olduğunu kavrayabilir. Zira hakikat, perde arkasında değil; açıkta, göz önündedir.

Ne var ki her gören görmez. Her anlayan kabul etmez. Ama Bismark gibi düşünen, arayan ve dürüst olanlar, gerçeğe mutlaka varır. İşte bu yüzden onun sözleri sadece bir itiraf değil; aynı zamanda şahitliktir.

Özet

Bismark’ın Kur’an ve Hz. Muhammed hakkındaki sözleri, düşünen bir aklın, teslim olan bir vicdanın itirafıdır. Kur’an, yalnızca dinî bir kitap değil; beşeriyeti idare edebilecek tek hakikat kaynağıdır. Hz. Muhammed (s.a.v) ise insanlık tarihinin gördüğü en büyük rehber ve mürşiddir. Bu ikili, aklî ve kalbî arayışların nihai durağıdır. Hakikati isteyen, bu iki nurun etrafında döner; gerçeği teslim eden, Bismark gibi eğilir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Kalem-i Kaderle Yazılan Hayat: Tesadüf mü, Hikmet mi?

Kalem-i Kaderle Yazılan Hayat: Tesadüf mü, Hikmet mi?

“Hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve hava unsuru, toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları ve tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve camid ve hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve Hakîm-i Zülcelal’in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu ilmelyakîn ile kat’î bilindi.”
Emirdağ Lâhikası 1

İnsanoğlu, yaratılışındaki inceliği düşündüğünde iki yoldan birini seçmek zorunda kalır: Ya tüm bu muazzam düzeni tesadüf, tabiat ve kör kuvvetlerle açıklamaya çalışır; ya da arkasında sonsuz bir ilim, kudret ve hikmet sahibi olan bir Yaratıcıyı kabul eder. Bediüzzaman Said Nursî, bu ayrımı en net şekilde ortaya koyar ve der ki:

> “Hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve hava unsuru, toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile… kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları… kat’î bilindi.”

Bu sözler bize bir gerçeği hatırlatır: Hayat, tesadüflerle değil, kaderin kalemiyle yazılır.

Hayatın İnşa Malzemesi: Su ve Hava mı, Kaba Toprak mı?

Toprak, cansızdır; su berraktır ama şuursuzdur; hava görünmez ama kuvvetlidir. Ve insanın bedeninin en temel yapı taşları, bu üç unsurla ilgilidir. Ancak dikkat edilirse topraktan gelen yapı, çoğunlukla şekil ve formun dış hatlarını oluşturur. Ama asıl hayat; hava ile gelen nefeste, suyla taşınan nutfede, yani görünmeyen, ince, zarif ama hayranlık verici detaylardadır.

Bu detaylarda, ne tesadüfe yer vardır, ne de şuursuz sebeplere. Çünkü:

Bir damla nutfenin bir insan haline gelmesi,

Solunan havanın ciğerde ölçülü bir dengeyle kana karışması,

Hücrelerin kendini tanıması, çoğalması, görev alması,

bunların hepsi bir irade, bir kudret ve bir hikmet ile olur. Kör kuvvetin, sağır tabiatın, şuursuz sebeplerin bu işle ilgisi yoktur. Çünkü bu tür varlıkların bilgisi yoktur, gayesi yoktur, kastı yoktur. Ama yaratılışta her şeyde gayet açık bir kasıt, düzen, hikmet ve amaç vardır. O halde, işleyen şey kör tesadüf değil, gören ve bilen bir kader kalemidir.

Kalem-i Kader: Her Şeyi Hikmetle Yazan Kudret Eli

Kur’an’ın bildirdiği üzere, hiçbir yaprak dahi izinsiz düşmez. (En’âm, 59) Bu, her şeyin bir kitap gibi yazıldığını, her şeyin bir sahifeye döküldüğünü ve hiçbir olayın gelişi güzel olmadığını gösterir. Kâinattaki her zerre, her molekül, her hücre ve özellikle hayatın başlangıcı olan nutfe, öyle ince bir hesapla yazılmıştır ki, bir harfi yanlış yazılsa insan oluşmaz.

Demek ki bu yaratılış bir ilmî planın, bir iradeli tercihin, bir hikmetli maksadın eseridir. Buna “kalem-i kader” denir. Bu kader, sadece yazmaz; aynı zamanda yürütür, biçimlendirir, neticeye ulaştırır. Ve bütün bu işleyiş, bir Hakîm-i Zülcelâl’in (sonsuz hikmet sahibi Allah’ın) mührünü taşır.

Tesadüf ve Tabiat: Mantıken İmkânsızdır

Düşünün: Bir kitap, tesadüfen harflerin dökülmesiyle yazılabilir mi? Bir saat, çarkların kendi kendine birleşmesiyle çalışabilir mi? Hayır. O hâlde göz, kalp, DNA, sinir sistemi gibi harika yapılar nasıl kendi kendine meydana gelsin?

Tesadüfün en küçük bir yapıyı açıklamada bile hiçbir tutarlı gücü yoktur. Bediüzzaman bunu şöyle açıklar:

> “Tesadüf ve camid esbabın karışması yüz derece muhaldir, mümkün değildir.”

Bu gerçek, ilmi bir bakışla da desteklenmiştir. Modern biyoloji ve genetik, insan vücudunun bilgi temelli bir sistemle çalıştığını ve bu sistemin düşünülmüş bir yazılım gibi olduğunu ortaya koymuştur. İşte bu yazılım, kaderin ilmî kalemiyle yazılmıştır.

Görmek İsteyen Göz İçin Her Şey Delildir

Kur’an ve kâinat birlikte okunmalıdır. Kur’an, bize yaratılışı açıklarken; kâinat, Kur’an’ın tarif ettiği kudreti her an gözümüzün önünde işler. Suya bak, havaya bak, nefese bak, bir damla nutfeye bak… Hepsi bağırıyor:

“Beni tesadüf yapmadı. Ben kudretle yazıldım. Ben kaderin ilminden çıktım.”

Özet

İnsanın yaratılışı, en küçük yapı taşından en karmaşık sistemlerine kadar sonsuz bir ilim, kudret ve hikmetle yazılmıştır. Özellikle su, hava ve nutfeler gibi temel unsurlar, bize kaderin kalemini ve Yaratıcının maksadını gösterir. Tesadüf, kör kuvvet ve şuursuz tabiat, bu düzeni açıklamaktan uzaktır. Gerçek açıklama, “kalem-i kader ve kudret” kavramında yatar. Bu yaratılış, rastgele değil, kasıtlı ve maksatlı bir sanat eseridir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025

Karşılıklı Tahtlar Üzerinde: Cennette Sohbetin Hikmeti ve Hakikati

Karşılıklı Tahtlar Üzerinde: Cennette Sohbetin Hikmeti ve Hakikati
“عَلٰى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ” (Saffat, 44)

  1. Giriş: Sohbetin Ebedî Yüzü

Dünya hayatında insanı insan kılan, gönlü zenginleştiren ve ruhu besleyen en özel şeylerden biri sohbettir. Hakikatli bir dostla yapılan derin bir konuşma, ruhun sırtına konmuş yükleri indirir, insana “yaşıyorum” dedirtir. İşte Kur’ân, cennet tasvirlerinde bu insanî özelliği, ebedî bir nimet olarak karşımıza çıkarır:

> “Onlar orada karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar.”
(Saffat, 44)

Bu ayet sadece fiziki bir oturuşu değil, kalplerin ve ruhların karşılıklı açıldığı, hasretin, sevincin, şükrün ve ilmin konuşulduğu bir manevî buluşma zeminini tarif eder.

  1. Cennetteki Tahtlar: Fiziki Mekânın Ruhî Dili

Kur’an’da geçen “سُرُر” kelimesi, süslenmiş, değerli taşlarla bezenmiş, yüksek ve rahat koltuk veya taht anlamına gelir. “مُتَقَابِلِينَ” ifadesi ise onların yüz yüze oturduklarını, yani birinin sırtının diğerine dönük olmadığını belirtir. Bu, sadece bir oturma düzeni değil, tamamıyla dikkat ve kalp yönelişini ifade eder. Bu düzen, cennetteki sohbetlerin:

Kesintisiz

Samimi

Derin

Hiçbir dünyevî perdeyle engellenmemiş olduğunu gösterir.

  1. Cennetteki Sohbetin Mahiyeti Nedir?

Cennet ehlinin sohbetinde ne konuşulur?

Tefsirlerde ve hadislerde geçen beyanlara göre:

Dünya hatıraları: Dünya imtihanları, sabırlar, ibadetlerin sonuçları…

Allah’ın lütfu ve rahmeti: “Biz bu nimete nasıl kavuştuk?”

Peygamberlerle, şehitlerle, sâlihlerle hasbihal: Farklı derecelerdeki müminlerin bir araya gelerek hakikatleri paylaşmaları.

Rabbani seyirler: Cennet nimetlerinin tefekkürü, Cenab-ı Hakk’ın zatını seyretme saadetinden önce ruhî hazırlıklar.

🔹 Delil:

> “Onlar orada boş ve günaha sokmayan sözlerle konuşurlar.”
(Tur, 23)

> “Orada bir kötülük ve günah söz işitmezler; sadece ‘Selâm, selâm!’ sözleri işitilir.”
(Vakıa, 25–26)

  1. Bu Sahnenin Önemi: Ebedî Bir Dostluğun Belgesi

Cennetteki karşılıklı sohbet, dostlukların ebedîleştiği, kalplerin tam bir huzur içinde birleştiği bir mahiyet taşır.
Dünyada sınırlı olan muhabbet, orada sonsuzlukla taçlanır.
Burada en sevdiklerimizle vakit geçirmeye doyamazken, orada bu buluşmalar hiç bitmeyecek şekilde planlanmıştır.

🔹 İmam Taberî, İbn Kesîr ve Fahruddîn Râzî gibi müfessirler, bu ayeti tefsir ederken şunlara dikkat çeker:

Bu yüz yüze oturuş, hasetsiz ve rekabetsiz bir yakınlıktır.

Orada ruhlar birbirine açıktır, gönüllerde hiçbir sıkıntı yoktur.

Cennetteki sohbet, kalbin en saf halinin diliyle yapılır.

  1. Seyirlerin Canlılığı ve Yaşanırlılığı

Cennet’teki bu ortam, sadece bir sözleşme değil, ruhen yaşanır bir hakikattir. Hadis-i şeriflerde cennet ehlinin birbirlerini ziyaret edeceği, hatta bazı müminlerin “daha yüksek derecelerdeki” yakınlarını görmek için Allah’tan izin isteyeceği belirtilir:

> “Cennette dereceler vardır. Sizden birinin derecesi diğerinden daha yüksek olabilir. Allah, onların bir araya gelmesini sağlar.”
(Tirmizî)

Bu, cennet nimetlerinin sosyal ve ruhsal tamamlayıcılığını gösterir.

  1. Hikmetli ve Düşündürücü Yön

Bu ayet, bize şu gerçeği hatırlatır:
Kimlerle oturuyorsan, ebediyette de onların yanındasın.

Dünyadaki sohbet halkaları, meclisler, dostluklar; ahiretteki tahtları şekillendirir.
Dünyada salihlerle oturan, sohbet ehli olan, orada da onlarla beraber olur.
Dünyada “hayır”la oturmaktan kaçınanlar, ebediyette muhatapsız kalır.

🔹 İbret:
Cennet’teki tahtlar, burada inşa edilir. Her dua, her dostane sohbet, her ilim meclisi, orada kurulacak olan manevî sarayların tuğlasıdır.

SONUÇ VE ÖZET

Kur’an’daki “عَلٰى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ” ayeti, cennetteki muhabbetin, sohbetin ve dostluğun ebedî suretini tasvir eder. Bu, sıradan bir oturuş değil, kalplerin yüz yüze geldiği, hasetsiz, şikâyetsiz, arızasız bir buluşmadır. Tefsirlerde bu halin ne kadar huzur dolu, yaşanır ve diri olduğu detaylandırılmıştır. Çünkü cennet, hem nimetin hem de dostluğun kemâl bulduğu yerdir.

Makale Özeti:

“عَلٰى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ” ayeti, cennetteki karşılıklı sohbeti ifade eder.

Cennette dostluk, yüz yüze ve samimi bir şekilde yaşanır.

Sohbetlerde dünya hatıraları, Allah’ın nimetleri ve Rabbani tefekkürler konuşulur.

Tefsirlerde bu manzara; huzur, yakınlık ve saf sevgiyle açıklanır.

Cennetteki tahtlar, dünyadaki dostluklarla şekillenir.

Her sohbet, her salih meclis, ahiret için birer taht hazırlığıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 7th, 2025