Kur’ân’a Dönüş: Aklın ve Kalbin Evrensel İntibahı

Kur’ân’a Dönüş: Aklın ve Kalbin Evrensel İntibahı

“Elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.”
Emirdağ Lâhikası 2

Tarihin uzun yolculuğunda beşeriyet, nice kitaplar gördü, nice ideolojiler denedi, nice sistemler kurdu. Her biri birer arayıştı. Kimisi hakkı buldu, kimisi karanlıkta kayboldu. Fakat zaman, tıpkı su gibi, hakikatin en ağır taşını en derin noktaya doğru taşır: Kur’ân-ı Kerim.

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’ndaki bu müjdeyle zamanın ötesine sesleniyor:

> “Eğer insanlık aklını tamamen kaybetmezse ve büyük bir kıyamet kopmazsa, Avrupa ve Amerika gibi medeniyet merkezleri, bir gün Kur’ân’ı arayacak ve onun hakikatlerine sarılacaktır.”

Bu ifade, bir temenni değil; sosyolojik bir kehanet değil; imanî bir müjdedir. Çünkü Kur’ân, sadece Arapça bir kitap değil, insanın yaratılışına hitap eden evrensel bir hitaptır. Ve bu hitabın muhatabı olan insanlık, fıtratı bozulmadıkça, er ya da geç bu sesi duyacak ve dönecektir.

Kur’ân: Aklın ve Ruhun Ortak Lisanı

Bugün İsveç, Norveç, Finlandiya, İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde artan manevî arayışlar, dinî metinlerin yeniden sorgulanması, hakikat merkezli sohbetlerin çoğalması ve insanlığın yapay çözümlerden doyumsuzluğu; Kur’ân’a olan ihtiyaç ve ilginin altyapısını hazırlamaktadır.

Kur’ân-ı Kerim; bir kavmin kitabı değil, bir beşeriyet pusulasıdır. İçinde hem kalbi doyuran bir ilham, hem aklı tatmin eden bir hikmet, hem de hayatı kuşatan bir sistem vardır. Bu yönüyle Kur’ân, Batı’nın arayıp da bulamadığı, Doğu’nun ise kaybedip de yeniden kavuşmak üzere olduğu ilâhî reçetedir.

Mu’cize-i Ekber: Yerine Konulamaz Hakikat

Kur’ân, yalnızca lafız olarak değil; mana, hikmet, ahlâk, hukuk, ilim, felsefe ve insanlık değerleri açısından da benzersizdir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

> “Bu mu’cize-i ekberin misli yoktur, olamaz ve hiçbir şey onun yerini tutamaz.”

Bugün insanlığın yaşadığı krizler, dinî metinlerin eksikliğinden değil; hakiki vahiyden uzak durmaktan kaynaklanmaktadır. İncil’in tahrifi, Tevrat’ın tarihselliği ve sekülerleşmenin insanı yalnızlaştırması, kalpleri boş bırakmıştır. Bu boşluk ancak Kur’ân gibi hayy (diri), muhkem (sağlam) ve münzel (indirilmiş) bir kitapla doldurulabilir.

Kur’ân, bir asra, bir coğrafyaya değil; tüm asırlara ve tüm insanlığa hitap eder. Hangi toplum Kur’ân’ı anlarsa, onunla dirilir. Hangi birey onu yaşarsa, onunla hürleşir. Hangi fikir ondan beslenirse, onunla hakikate ulaşır.

Aydın Batı’nın Müslümanlığı mı?

Zaman zaman sorulur: “Batı İslâm’a mı dönecek?” Evet, eğer Batı, aklını tamamen yitirmezse ve manevî kıyametler yaşamazsa, Kur’ân’a dönecektir. Çünkü Batı’nın aradığı, mantıkla uyumlu bir inanç, adaletle uyumlu bir şeriat, merhametle uyumlu bir nizamdır. Tüm bunlar Kur’ân’da mevcuttur. Ancak o zaman İslâm’ın bir kavmin dini değil; insanlığın fıtrî dini olduğu yeniden anlaşılacaktır.

Özet:

Bu makale, insanlığın modern arayışları içinde Kur’ân-ı Kerim’e yönelme potansiyelini ele alır. Bediüzzaman’ın beyanıyla, özellikle Batı dünyasında (İsveç, Norveç, İngiltere, Amerika gibi ülkelerde) manevî uyanışların Kur’ân’a yönelmeye dönüşeceği müjdelenmektedir. Çünkü Kur’ân; insan aklına, kalbine, vicdanına ve toplumsal düzenine hitap eden eşsiz bir ilâhî kelamdır. Bu çağrıya kulak veren toplumlar, hakikati ve huzuru bulacak; onu görmezden gelenler ise çöküşü kaçınılmaz kılacaktır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

İstikbal İmanın Olacaktır: Aklın, İlmin ve İnsafın Zaferi

İstikbal İmanın Olacaktır: Aklın, İlmin ve İnsafın Zaferi

“Ey bu Camiü’l-Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler! Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz; akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin tabileri gibi ruhbanı taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.” 

    “Evet, şimdi olmasa da otuz kırk sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam teçhiz edip cihazatını verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.”
Emirdağ Lâhikası 2

Tarihler değişse de hakikat değişmez. Asırlar devrilir, iktidarlar yıkılır, fikirler çöker ama Kur’ân hakikatleri yerinde sabit durur. Bediüzzaman Hazretleri’nin 20. yüzyılın ortasında, hem Doğu’nun gafletine hem Batı’nın istikbale dair kibirli bakışına karşı dile getirdiği şu hakikat, bugün insanlık için hâlâ canlı, taze ve geçerlidir:

> “Biz Kur’an şakirdleri bürhana tâbiyiz. Akıl ve kalple hakikatleri anlıyoruz. Ruhbanlar gibi taklit için bürhanı terk etmeyiz.”

İşte bu ifade, İslâm’ın fıtratla, akılla ve ilimle olan sarsılmaz bağını ortaya koymaktadır. Kur’ân, sadece bir inanç kitabı değil; aynı zamanda aklın dostu, ilmin kılavuzu, medeniyetin ruhudur. Bu sebepledir ki; Bediüzzaman, gelecekte fen ve ilim hükmedecekse, Kur’ân da hükmedecek demektedir. Çünkü hakikatle çelişmeyen, bilakis onu destekleyen tek kelam Kur’ân’dır.

Taklidi Dinden Tahkiki İmana

Bediüzzaman’ın altını çizdiği en önemli farklardan biri şudur: Diğer dinlerin mensupları gibi ruhban sınıfına körü körüne bağlanmak değil, akıl ve kalp süzgecinden geçerek iman etmek. Çünkü İslâm’ın çağrısı:

> “Aklınızı kullanmaz mısınız?”,
“Bilenle bilmeyen bir olur mu?”,
“Bunda da düşünüp taşınan bir topluluk için büyük ibret vardır.” gibi ayetlerle açıkça tahkikî imanı teşvik eder.

Modern insan, din adına sunulan çelişkili, akıldışı dogmalardan bıktı. Bu noktada İslâm ve Kur’ân, bürhanî ve mantıkî yapısıyla bütün dikkatleri üzerine çekmektedir. Çünkü iman; aklın inkâr etmediği, kalbin tatmin olduğu bir teslimiyettir.

Dokuz Mani ve Üç Kuvvet: Mücadele Devam Ediyor

Bediüzzaman burada insanın içindeki üç kuvveti (akıl, kalp ve vicdan) ve onları engelleyen dokuz düşmanı (heva, gaflet, dalalet, enaniyet, zulüm, menfaatperestlik, tembellik, taassup ve korku) anlatır. O dönemde bu dokuz düşman, ferdin manevî cihazatını adeta felç etmiştir. Fakat medeniyetin gerçek güzellikleri, fen ve marifet ile insanın iç potansiyelini tekrar canlandıracaktır.

Bediüzzaman bu noktada şu müjdeyi verir:

> “Şimdi değilse de otuz kırk yıl sonra, fen, marifet ve medeniyet bu üç kuvveti teçhiz ederek, bu dokuz düşmana karşı zafer kazanacaktır.”

Bu, bir tahmin değil; ilâhî sünnetullahı okuyabilen bir basiret adamının kehanet değil, ferasetle yaptığı bir tesbittir. Bugün bu müjdeyi teyit eden yüzlerce işaret var. Gaflet devri kapanmakta, hakikat devri açılmaktadır.

İstikbalde Hükmedecek Olan Kur’ân’dır

Modern çağın “akıl ve ilim çağı” olduğu iddia edilir. O hâlde bizzat bu çağ, Kur’ân’ın hükümranlığını ilan etmelidir. Çünkü Kur’ân:

Delil ister, kör taklidi değil.

Akla hitap eder, sadece kalbe değil.

İnsanı küçültmez, yüceltir.

İmanla beraber insana şahsiyet kazandırır.

Bu nedenledir ki Bediüzzaman der:

> “Eğer nev-i beşer aklını kaybetmezse, Kur’ân’a sarılacaktır.”

Zira her kriz, Kur’ân’a dönüş için bir uyarı zilidir. Her çöküş, Kur’ân’a yönelişin başlangıcı olabilir. Bugün bilgiye ulaşmak kolay, fakat hikmete ulaşmak zor. Hikmet ise ancak Kur’ân’ın nuruyla elde edilir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “bürhan ve akıl çağı”na dair müjdesi üzerinden, Kur’ân’ın gelecekteki hükümranlığını ele alır. Kur’ân; akıl, kalp ve vicdanı birlikte kullanan insana hitap eder. Fen, marifet ve medeniyetle donanmış bir insanlık, zamanla içindeki dokuz düşmana karşı galip gelecek ve Kur’ân’ın hakikatlerini taklit değil, tahkik ile anlayacaktır. Çünkü bu çağda hükmedecek olan, sadece ilim değil; ilimle barışık olan ilahî kelam, yani Kur’ân’dır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

İslam’dan Kopuşun Bedeli: Mürtedlikten Anarşizme, Ye’cüc ve Me’cüc Fitnesine

İslam’dan Kopuşun Bedeli: Mürtedlikten Anarşizme, Ye’cüc ve Me’cüc Fitnesine

“Bir Müslüman İslâmiyet dairesinden çıksa mürted ve anarşist olur, hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünkü anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyesine çevirir. Âhir zamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cüc’ün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.  ”
Emirdağ Lâhikası 2

Tarih boyunca, din yalnızca kişisel inanç değil; toplumun ruhu, ahlakın temeli, düzenin sigortası olmuştur. Özellikle İslam, ferdin kalbini olduğu kadar toplumun omurgasını da ayakta tutan bir hayat nizamıdır. İşte bu sebepledir ki Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:

> “Bir Müslüman İslamiyet dairesinden çıksa mürted ve anarşist olur, hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer.”

Bu cümle, yalnızca ferdi bir inanç kaybını değil, aynı zamanda sosyal bir çöküşü ve medeniyetin içten içe çözülüşünü haber verir. Çünkü İslam’dan uzaklaşmak, insanı boşlukta bırakır. Ruhsuz kalan bir beden gibi, ahlâksız kalan bir toplum da hızla çözülmeye başlar.

Mürtedlikten Anarşiye: Ahlâkın Kaybı, Hakkın İnkarı

Mürted (dinden dönen kişi), yalnızca bir inançsız değildir. Aynı zamanda hakikati görüp terk ettiği için, ahlakın, adaletin ve kutsalın da bağını kesmiş olur. Bu kopuş, beraberinde boşluk ve başıboşluk getirir. Çünkü:

İslam’dan çıkan biri, artık Allah korkusunu, ahiret sorumluluğunu taşımaz.

Bu da toplumsal dengeyi sağlayan görünmez bağların kopmasına neden olur.

Vicdanın sesi yerine sadece nefsin ve arzuların sesi kalır.

İşte bu da insanı anarşiye götürür. Çünkü anarşi, tanıdığı hiçbir hakkı, sınırı, kutsalı tanımaz. Devleti değil, hukuku değil, Allah’ı ve ahireti de reddeder. Bütün sınırlar ortadan kalkar, hayat hayvaniyet seviyesine iner.

> “Anarşi, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyesine çevirir.”

Bu cümle, ahlâksızlıkla vahşiliğin nasıl birbiriyle örtüştüğünü, insanın nefsaniyete mahkûm kaldığında nelere dönüşebileceğini veciz şekilde anlatır.

Ye’cüc ve Me’cüc: Zamanın Anarşist Komiteleri

Kur’an’da bahsi geçen Ye’cüc ve Me’cüc, tarih boyunca farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bazıları bunu bir kavim olarak, bazıları ise bir fitne olarak değerlendirmiştir. Bediüzzaman Hazretleri ise çağdaş bir tevilde bulunarak bu meselenin anarşist komitelerle ilgili olduğunu belirtir.

Çünkü:

Ye’cüc ve Me’cüc yıkıcıdır, bozguncudur, fitnecidir.

Her yere yayılırlar, sınır tanımazlar, düzen bozucudurlar.

Aynı zamanda hak-hukuk tanımayan, tam bir başıbozuk kitledirler.

Bugün modern çağın birçok anarşist, terörist veya aşırılıkçı örgütleri bu tarifin tam da içine düşmektedir. Dinî değerleri, kutsalı, düzeni tanımayan; sadece yıkmak ve kaos üretmek için var olan bu yapılar, Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, Kur’an’ın Ye’cüc-Me’cüc remzine tam olarak uymaktadır.

İslam: İçtimai Hayatın Sigortasıdır

İşte bu büyük çözülüş karşısında, İslam’ın ferde verdiği iman, ahlâk ve sorumluluk duygusu; topluma verdiği hukuk, adalet ve denge anlayışı bir kalkan ve bir koruyucu zırh gibidir. Çünkü:

İslam, fert ile toplumu dengede tutar.

Vicdan ile hukuku barıştırır.

Nefsi dizginler, ahlâkı yüceltir.

Bunun için Bediüzzaman, İslam’dan çıkanların sıradan bir pasifliğe değil, anarşiye düşme tehlikesine işaret eder. Ve bu uyarı bugün her zamankinden daha aktüeldir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Bir Müslüman İslamiyet dairesinden çıksa mürted ve anarşist olur” sözü merkeze alınarak, imanın ferdî olduğu kadar içtimai değeri anlatılmıştır. İslam’dan kopan fert, hem ahlâk hem düzen açısından bir boşluğa düşer. Bu boşluk ise anarşi doğurur. Kur’an’da bahsi geçen Ye’cüc ve Me’cüc’ün, çağdaş anarşist komitelere işaret ettiği açıklanmış; İslam’ın ise toplum için vazgeçilmez bir ahlâk, hukuk ve huzur kaynağı olduğu ifade edilmiştir. İslam, bireyin iç dünyasını aydınlatırken toplumun da selametini temin eden ilâhî bir sistemdir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Siyaset mi, Saltanat mı? Memuriyet mi, Nemrutçuluk mu?

Siyaset mi, Saltanat mı? Memuriyet mi, Nemrutçuluk mu?

“Bu vatanda şimdilik dört parti var: Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.

Halk Partisi ise: Hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için yirmi sekiz senelik bütün cinayatıyla başkaların cinayatı ve İttihatçıların mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatte bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için bütün o acib cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki bir cihette manen Demokratlara galip geliyorlar.

   Halbuki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ

yani memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdat mutlak keyfî olur. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Bediüzzaman Said Nursî, yaşadığı dönemin karmaşık siyasi atmosferinde yalnızca bir sistem eleştirisi yapmamış, aynı zamanda siyasi ahlâkın, İslâmî ölçülerin ve millet irfanının neye dayanması gerektiğini ortaya koymuştur. Bu açıdan verdiği en dikkat çekici teşhislerden biri şudur:

> “Memuriyet, hakikatte bir hizmetkârlıktır; hâkimiyet, saltanat değil.”

Ne var ki, “benlik zamanı” dediği modern çağda bu ölçü tersine çevrilmiş, hizmetkârlık makamı bir tür ağalık, hatta nemrutluk hâline getirilmiştir. Bediüzzaman bunu, Halk Partisi’nin kanun kisvesi altında memurlara verdiği “zevkli rüşvet” ile açıklarken, bu durumun toplumda nasıl derin etkiler bıraktığını da vecizce ifade eder.

“Benlik Zamanı”nda Nefsin Tatmini: Hizmet Değil, Hâkimiyet

Toplumların yükselmesi için siyaset bir araçtır, gaye değil. Fakat Bediüzzaman’a göre, eğer siyaset “menfaate, makam arzusuna ve enaniyete” dayalı hâle gelirse, bu durumda artık idare değil, istibdat başlar. Kanunlar şahıslara, şahıslar keyfi davranışlara dönüşür. Nitekim ifade eder:

> “Ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır.”

Bu tesbit yalnızca 20. yüzyılın Türkiye’sine değil; tüm çağların ve toplumların siyasi arızalarına uygulanabilecek evrensel bir tahlildir. Çünkü siyaset, şahsî menfaat için yapıldığında, toplumsal huzuru tahrip eder.

Demokratlık: Vicdan Hürriyeti ve İslamiyet’in Temel Yasası

Bediüzzaman, siyasî partileri değerlendirirken onları salt “ideolojik kutuplar” değil, ahlâkî duruşlarıyla analiz eder. Bu açıdan Demokrat Parti’nin vicdan hürriyetine dayalı yapısı, İslamiyet’in şu temel esasıyla ilişkilendirilir:

> “سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ” — Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.

Bu hadis, siyasetçinin, memurun, idarecinin toplum karşısındaki konumunu netleştirir. Reislik değil, hizmetkârlık. Makam değil, mesuliyet. Bu ölçü, İslam toplumları için yalnızca bir ideal değil, aynı zamanda bir “kanun-u esasî”dir.

Demokratlık anlayışı, bu açıdan İslamî değerlerle bağdaşabilir. Çünkü:

Kuvvet şahıslarda değil, kanunlarda olmalı.

Hürriyet, vicdanın ve inancın güvencesi olmalı.

Devlet, milletin değil; millet, devletin hâkimi olmalı.

Rüşvet-i Umumiye: Bir Toplumun Felaketi

Halk Partisi’nin Bediüzzaman tarafından eleştirilen yönü, sıradan bir politik tutum değil; kanunlar perdesinde yapılan rüşvet-i umumiyedir. Yani makamlar, memuriyetler bir ağalık ve hükmetme hazzı karşılığında dağıtılmaktadır. Bu da ne yazık ki istibdadın yeni bir versiyonudur:

> “Kanunî istibdat” – yani görünüşte demokratik, gerçekte keyfî bir idare.
Bu durum bugünde aynı şekilde devam etmektedir.

Bu anlayış, toplumu yozlaştırır; hak ve adalet terazisini bozar. Çünkü böyle bir sistemde liyakat değil, sadakat; hizmet değil, hâkimiyet ön plandadır. Oysa Kur’ân ve sünnet ölçüleri bunun tam tersini emreder.

İttihad-ı İslâm: Gerçek Alternatif

Bediüzzaman, dört siyasî eğilimi sıralarken, asıl çözümün ne CHP’de ne DP’de, ne de diğer zayıf siyasi partilerde olduğunu belirtir. Çözüm şudur:

> “İttihad-ı İslâm.”

Yani İslam kardeşliğini ve ümmet birliğini esas alan; menfaat ve makam yerine iman ve ahlâkı temel alan bir duruş. Bu hem siyasetin özünü düzeltir, hem de toplumu asli kimliğine kavuşturur.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin, Emirdağ Lâhikası 2’deki siyasî tahlilinden hareketle, memuriyetin bir hizmet mi yoksa hâkimiyet mi olduğu; rüşvet-i umumiyenin toplumsal yozlaşmaya etkisi; vicdan hürriyeti ve İslam’ın temel kanunları; ve İttihad-ı İslâm’ın yegâne çözüm olduğu anlatılmıştır. Bediüzzaman’a göre, siyaset; adaletin, hizmetin ve İslam ahlâkının aracı olmalı, aksi hâlde toplum nemrutçulukla, istibdatla ve ahlâkî çöküşle karşı karşıya kalır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Siyasi Tercih mi, İmanî Mesuliyet mi? Kur’an ve Vatan Namına Bir Muhafaza Davası

Siyasi Tercih mi, İmanî Mesuliyet mi? Kur’an ve Vatan Namına Bir Muhafaza Davası

“Eğer Demokrat Parti düşse ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesi’yle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı a’zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek. Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için Demokrat Partiyi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum, dedi.”
Emirdağ Lâhikası 2

Her çağ, kendi içinden bir kırılma taşır. Kimi zaman bu kırılma ekonomik olur, kimi zaman kültürel; fakat bazı dönemlerde bu kırılma noktaları siyasi bir tercihin, tarihin rotasını değiştirdiği anlara dönüşür. Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lâhikası’nda yaptığı şu tespit, işte böyle bir dönüm noktasının tarifidir:

> “Demokrat Parti düşerse, Halk Partisi iktidara gelir. Bu ise komünizmin güçlenmesi ve vatanın tehlikeye girmesi demektir. Onun için Demokrat Partiyi Kur’an ve İslamiyet namına muhafazaya çalışıyorum.”

Bu sözler, sadece bir siyasi tavır değil, imanî bir mesuliyetin tezahürüdür. Çünkü mesele yalnızca kim iktidar olsun meselesi değil; hangi anlayış, hangi değerler ve hangi istikamet hâkim olsun meselesidir.

Halk Partisi: Tarihî Yükün Taşıyıcısı

Bediüzzaman’ın ifadesiyle Halk Partisi, sadece kendi hatalarıyla değil, aynı zamanda:

İttihatçıların bozuk kısmının mirasıyla,

Sevr Antlaşması’na zemin hazırlayan siyasî desiselerle,

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bazı baskıcı uygulamalarla yüklenmiş ağır bir siyasi bagajın taşıyıcısıdır.

Bu partinin iktidarı, yalnızca bir yönetim değişikliği değil, milletin hafızasına, inancına ve istikametine karşı bir tehdittir. Özellikle altına gizlenmiş komünist eğilimlerin bu zeminde serbest kalması, doğrudan İslâmiyet ve milliyet açısından bir tehdit olarak değerlendirilmiştir.

Komünizm ve İslam: İki Zıt Kutup

Bediüzzaman’ın şu sözleri oldukça keskindir:

> “Bir Müslüman kat’iyen komünist olamaz, anarşist olur.”

Çünkü komünizm:

Allah’ı inkâr eder,

Aileyi reddeder,

Mülkiyeti ortadan kaldırır,

Ahlakı, vicdanı ve kutsalı yok sayar.

Böyle bir ideolojiyi, Müslüman bir milletin yapısıyla uzlaştırmak mümkün değildir. Fakat siyasî boşluklar, inançsız ideolojilere zemin olabilir. Bediüzzaman bu tehlikeyi görmüş, Müslüman halkın kendi değerlerini bilmeden, siyasi tercihlerle bu uçuruma sürüklenmemesi için ikaz görevini ifa etmiştir.

Demokrat Parti: İdeal Değil, Zorunlu Bir Tercih

Bediüzzaman’ın Demokrat Parti’ye verdiği destek, mutlak bir onay değil, nisbî bir zaruret tercihidir. Yani:

Halk Partisi’nin taşıdığı tarihî, ideolojik ve fikrî tehditler göz önüne alındığında;

Demokrat Parti, İslamiyet ve millet açısından daha korunaklı, daha ılımlı, daha vicdanlı bir zemin sunmaktadır.

Bu bağlamda desteklenen şey şahıslar veya ideolojiler değil; İslâmî değerlerin, Kur’an ahkâmının ve vatan emniyetinin muhafazasıdır.

> “Demokratları, Kur’an ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum.”

İşte bu cümle, bir siyasi tutumdan çok, bir imani sorumluluk manifestosudur.

Bugüne Yansıyan Ders

Bu analiz yalnızca geçmişin bir sayfası olarak görülmemelidir. Bugün de benzer tehlikeler, farklı kisvelerle toplumun karşısına çıkabilir. O hâlde Müslümanlara düşen görev:

Siyasi tercihlerini iman, vicdan ve millet menfaati doğrultusunda yapmalarıdır.

Görünürde meşru ama arka planında İslam’a zıt ideolojiler taşıyan akımlardan ferasetle sakınmalarıdır.

Siyaseti değil, değerleri esas alarak, değerleri koruyacak olanlara yönelmeleridir.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lâhikası’ndaki uyarısından hareketle, Demokrat Parti’nin o dönemde Kur’an ve İslamiyet namına desteklenmesi gerektiğini; Halk Partisi iktidarının ise komünizmin güç kazanmasına ve vatanın manevî yapısının çökmesine sebep olabileceğini anlatır. Burada mesele, siyasal tercihten ziyade milletin imanî ve içtimai selametidir. İman, ahlak, vatan sevgisi ve Kur’an hakikatleri göz önüne alınmadan yapılacak siyasi tercihler, yalnız bugünü değil, istikbali de tehlikeye sokar.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Fecr-i Sadık ve Beşeriyetin İstikbali: Güneşin Doğuşu Yakın mı?

Fecr-i Sadık ve Beşeriyetin İstikbali: Güneşin Doğuşu Yakın mı?

“Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emaresi göründü. 71’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak.” 

    “Ey Cami-i Emevî’de kardeşlerim! Ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Baştan buraya kadar olan mukaddimeler netice vermiyor mu ki: İstikbalin kıtalarında hakiki ve manevî hâkim ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e  inkılab etmiş ve tahrifattan ve hurafattan sıyrılacak İsevîlerin hakiki dinidir ki Kur’an’a tabi olur, ittifak eder.”
Emirdağ Lâhikası 2

Giriş

Her karanlığın ardından bir fecr, her gecenin ardından bir sabah vardır. Beşeriyetin içinde bulunduğu maddî ve manevî zulmetler, tarihin birçok döneminde ümmetin yüreğini karartmıştır. Ancak bu karanlıklar içinde geleceğe dair Kur’ânî bir müjde hep saklı kalmıştır: İslâmiyet güneşinin yeniden doğuşu.

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu geleceği haber veriyor: “Fecr-i sadık başladı veya başlayacak.” Bu, sıradan bir yorum değil; Kur’ân’ın nuru ile zamanın ruhunu okuyabilen bir müellifin manevî müjdesidir.

Güneşin Tutulması ve Perdelerin Kalkışı

Bediüzzaman’a göre İslâmiyet, güneş gibidir; ama bazı batıl ideolojiler, hurafeler, ifsat komiteleri ve münafıkane siyasetler bu güneşin önüne perdeler çekmiştir. Bu perdeler:

Batı’dan ithal edilen fikrî bozulmalar,

Dinin tahrif edilmiş anlayışlarla sunulması,

Mezhepçilik, taassup, cehalet ve istibdat,

İslâm’ı temsil iddiasındaki yozlaşmış yapılar olmuştur.

Ancak müjde şudur: Bu perdeler çekilmeye başlamış; hakikat parlamaya yüz tutmuştur.

1971 ve Fecr-i Sadık’ın Başlangıcı

“1971’de fecr-i sadık başladı veya başlayacak” diyen Bediüzzaman, burada imanî bir uyanışın, tefekkürî bir silkinişin işaretini verir. Fecr-i sadık, sabahın ilk ışığıdır ve artık gecenin bitişine işaret eder.

Gerçekten de 1970’li yıllardan itibaren:

İslâmî hareketler uyanmaya başladı,

Risale-i Nur gibi Kur’ânî tefekkür eserleri gençliğin ruhuna inmeye başladı,

Tefsir, hadis, kelam gibi İslâmî ilimlere yeniden ilgi arttı,

Tahrif edilmiş din anlayışlarına karşı Kur’ân merkezli düşünceler yükseldi.

Gelecek Kime Aittir?

Bediüzzaman, asıl mesajını tarihin yönünü okuma noktasında verir:

> “Beşeri saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir.”

Bugünkü dünya; ilerleme adına bunalım, özgürlük adına zulüm, refah adına manevî boşluk içinde kıvranırken, beşerin ruhuna ve kalbine hitap eden yegâne hakikat, İslâmiyet ve onun evrensel mesajıdır. Ne ideolojiler, ne güç odakları, ne de materyalist anlayışlar insanı huzura kavuşturabilir. Gerçek kurtuluş, ancak:

Tahrifattan arındırılmış bir İslâmiyet’te,

Kur’ân’a ittiba eden bir maneviyat anlayışında,

İsevî ruhanilerle ittifak içinde yükselen bir hakikat medeniyetindedir.

Müjde: İsevîler Kur’ân’a Tabi Olacak

Bediüzzaman, bu noktada geleceğin bir başka büyük hakikatini bildiriyor:

> “Tahrifattan sıyrılacak İsevîler, Kur’an’a tabi olacaklar.”

Bu, sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın ortak vicdanı ve fıtratıyla buluşacağı bir çağın habercisidir. İsa Aleyhisselâm’ın nurlu ruhaniyeti ile Hz. Muhammed’in (sav) Risaleti, gelecekte birleşecektir. Bu birleşme, güçle değil, hikmetle ve imanla, kalplerin ittihadı şeklinde olacaktır.

Sonuç: İstikbal, İslâm’ındır

Dünya, her ne kadar kaos ve çatışmalar içinde görünse de hakikat güneşi doğmaya başlamıştır. Risale-i Nur’un imanı yeniden ihyâ eden hizmeti, İslâm’ın manevî esaslarını bütün insanlığa takdim etmesi, bu fecrin bir parçasıdır.

Bediüzzaman’ın “Yarım asır sonraki ihvanlarım!” hitabı, bugüne ulaşan bir çağrıdır:
Ey Müslüman gençlik, ey ehli iman! Sizlere büyük bir müjde, ama aynı zamanda büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu devir, yalnızca kurtuluş beklemek değil, imanı, hakikati ve adaleti temsil etme devridir.

Makale Özeti

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “İslâmiyet güneşi”nin yeniden parlayacağına dair öngörüsü ele alınmakta; “fecr-i sadık” kavramı üzerinden imanî bir uyanışın başladığı anlatılmaktadır. 1970’li yıllardan itibaren İslâmî tefekkürün yükselişe geçtiği belirtilerek, istikbalin yalnız İslâmiyet’e ait olduğu fikri savunulmaktadır. Ayrıca, İsevî ruhanilerle Kur’ân’a dayalı bir ittifakın geleceği de manevî bir müjde olarak sunulmaktadır. Sonuç olarak, bu uyanış çağrısı, bugünkü iman ehline bir sorumluluk yüklemektedir: Hakikati temsil etme vazifesi.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Siyaset Mi Dine Hizmet Edecek, Yoksa Din Mi Siyasete?

Siyaset Mi Dine Hizmet Edecek, Yoksa Din Mi Siyasete?

“Bu vatanda şimdilik dört parti var: Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.

   İttihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeye belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini, siyasete âlet etmeye mecbur olacağından şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Giriş

Siyaset, yönetme sanatıdır; din ise yaşatma nizamıdır. Bu ikisi arasında asırlardır devam eden bir gerilim vardır: Din mi siyasete hâkim olacak, yoksa siyaset mi dini yönetecek? Bu sorunun cevabı, sadece bir ülkenin kaderini değil, milletlerin manevî istikbalini de belirler.

Bediüzzaman Said Nursî, bu sorunun tam merkezinde, hikmetli bir denge önerir: Din, siyasete âlet edilemez; fakat siyaset, dine hizmetkâr olabilir.

Dört Parti, Dört Farklı Yönelim

Bediüzzaman’ın yaşadığı dönemde dört siyasi anlayış mevcuttu: Halk Partisi, Demokrat Parti, Millet Partisi ve İttihad-ı İslâm fikri.

Halk Partisi, jakoben laikliği savunur, dini tamamen kamusal alandan dışlamayı hedeflerdi.

Demokrat Parti, dindar halkla daha barışık olmakla beraber, tam bir İslamî perspektif sunmazdı.

Millet Partisi, gelenekçi-muhafazakâr bir çizgi izlemeye çalıştı.

İttihad-ı İslâm ise doğrudan Kur’ân merkezli, ümmet bilinciyle siyaset üstü bir çizgiyi temsil ederdi.

Bediüzzaman’ın bu dört yapı içinde en çok kıymet verdiği, idealize ettiği “İttihad-ı İslâm” fikriydi. Ancak, bizzat o bile bu fikrin şu anda siyaset başına geçmemesi gerektiğini söylüyordu. Neden?

Din Neden Siyasete Alet Edilemez?

Bediüzzaman’a göre, din; semavî, saf, evrensel ve ebedîdir. Siyaset ise dünyevî, değişken, çoğu zaman kirli ve muvakkat bir meşgale olabilir. Bu sebeple siyaset, dine yük olamaz; dinin yüceliği siyasetin inişli çıkışlı vadisine sokulamaz.

Din, siyaset meydanına indiğinde:

Kutsal değerler günlük hesaplara kurban edilir.

Partizanlık, din kardeşliğini ezer.

Menfaat, ihlâsı bozar.

Dini temsil ettiğini iddia edenler düşerse, din de düşmüş gibi anlaşılır.

İşte Bediüzzaman’ın dikkat çektiği en mühim nokta budur: Şu an için İttihad-ı İslâm fikrini siyaset meydanına sürmek, manevî bir felaket olabilir.

Siyaset Dine Hizmet Edebilir mi?

Evet, edebilir. Ama yalnızca kendi nefsini aradan çıkaran, hizmeti Allah rızası için yapan kadrolar varsa. Bediüzzaman bu konuda net bir ölçü verir: “Siyaseti dine âlet etmek değil; siyaseti dine hizmetkâr etmek” gerekir. Bu da:

Dinî değerleri reklam aracı yapmadan,

Dindar görünerek halkı aldatmadan,

Hakkı üstün tutarak adaletle davranmakla mümkündür.

Bu ölçüyü kaybeden bir hareket, kısa vadede güç kazansa da uzun vadede hem siyaseti hem dini yıpratır.

Günümüz İçin Ne Söyler?

Bugün dindar görünüp İslâm’ı yalnızca bir iktidar aracı gören yapılar, Bediüzzaman’ın bu ikazını göz ardı etmiş gibidir. Dinî sembollerle oy toplayan ama ahlâkî ve adaletli yönetim sergileyemeyen yapılar, sadece halkın güvenini değil, dine olan itibarı da sarsar.

Bir “İslamcı siyaset” imajı altında yapılan yolsuzluk, liyakatsizlik ve adaletsizlikler; dine düşmanlık doğurur. Oysa gerçek bir İttihad-ı İslâm, siyasetin değil; imanın, ihlâsın, hikmetin ve adaletin ittihadıdır.

Sonuç: İttihad-ı İslâm Bir Gaye-i Hayaldir, Ama Aceleye Gelmez

Bediüzzaman, bir ideal sunar ama bu ideali aceleyle, zamansız ve hazırlıksız bir şekilde hayata geçirmenin tehlikesine işaret eder. Dinî terbiye zayıf, ihlâsı bozulmuş, nefisleriyle hareket eden insanların eline bu büyük dava teslim edilemez.

Milletin imanını tahkim etmeden, ahlâkını düzeltmeden, ulema ve halkı aynı çatı altında toplatmadan bir “İslamî siyaset” kurmak, hayrı değil zararı netice verir.

O hâlde, öncelikli görevimiz, İslâmî siyaseti değil, siyasetsiz bir İslâmî şuuru inşa etmektir. Ta ki vakti gelince, siyaset bu şuura hizmetkâr olsun, hâkim olmasın.

Makale Özeti

Bu makale, Emirdağ Lâhikası’ndaki Bediüzzaman’ın dört siyasi yapı hakkındaki değerlendirmesinden hareketle, din-siyaset ilişkisini ele alır. “İttihad-ı İslâm”ın kutsal bir ideal olduğu, ancak mevcut terbiye zafiyetleri ve siyasi şartlar sebebiyle henüz iktidara geçmesinin doğru olmayacağı anlatılır. Dinî değerlerin siyasete alet edilmesinin tehlikelerine dikkat çekilir ve siyasetin dine hizmet etmesi gerektiği ifade edilir. Sonuç olarak, İslâmî şuurun inşası öncelikli bir vazife olarak ortaya konur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Müsbet Hareket ve Sorumluluk Bilinci: Vazifemiz Neydi?

Müsbet Hareket ve Sorumluluk Bilinci: Vazifemiz Neydi?

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Giriş

Bediüzzaman Said Nursî’nin, özellikle fitne zamanlarında ve sosyal çalkantıların arttığı dönemlerde sıkça vurguladığı bir hakikat vardır: Müsbet hareket. Bu, sadece bir strateji değil, aynı zamanda bir imanî duruş, bir ahlâkî sorumluluk ve Kur’ânî bir hikmettir. Çünkü iman hizmeti, kavga ederek değil, sabır ve metanetle inşa edilir.

Müsbet ve Menfî Arasındaki İnce Çizgi

Müsbet hareket, yapılan her fiilin netice-i İlâhiyeye karışmadan, rıza-yı İlâhî ekseninde gerçekleştirilmesidir. İnsanın eliyle değil, kalbiyle ve niyetiyle ölçülen bir duruştur bu.

Menfî hareket ise dıştan bakıldığında mücadele gibi görünse de içinde çoğu zaman öfke, intikam, karışıklık ve nefsaniyet taşır. Asıl niyet hizmet değil, görünür olmak, üstün gelmek ve galip çıkmaktır. Oysa galip gelse bile mağlup düşer insan, eğer rıza-yı İlâhî yoksa neticede kazanç değil, hizmetin bereketsizliği vardır.

Tarihten Bir İbret: Uhud’un Ardındaki Ders

Uhud Harbi, Müslümanların Bedir zaferinden sonra yaşadıkları bir imtihandı. Bedir’deki zafer ne kadar “müsbet bir hareketin” neticesiyse, Uhud’daki yenilgi de “emre muhalefet eden” küçük bir gurubun nefsani menfî hareketinin sonucuydu.

Ashab-ı Kiram’ın Uhud’da yaşadığı bu tecrübe, bize bir şeyi öğretir: Zafer, tedbirle değil, teslimiyetle gelir. Başarı, neticeye değil, niyete ve itaate bağlıdır.

Bediüzzaman’ın bu çağrısı da aynı eksendedir: “Vazife-i İlahiyeye karışma!” Çünkü senin işin emre itaat, Allah’ın işi ise neticeyi yaratmaktır.

Günümüz Dünyasında Müsbet Hareketin Değeri

Bugün, sosyal medya çağında, insanlar zıddını susturarak, gürültüyle haklı çıkmaya çalışıyor. Herkes, bir başka sesin üstüne basarak kendi sesini duyurmaya çalışıyor. Halbuki hakikat, sessizlikte de parlar. Müsbet hareket, karşındakini susturmak değil; sabırla, sebatla, hikmetle ve hilm ile konuşmaktır.

Müsbet hareket eden biri; tartışmaya değil, temsil gücüne güvenir. Provokasyona kapılmaz, sokak diline inmez. Herkes kavga ederken o sükûtu ile haykırır. Çünkü bilir ki bir damla hikmet, bin damla öfkeyi söndürür.

Sabır, Şükür ve Asayişe Hizmet

Bediüzzaman’ın “asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti” ifadesi, sadece bireysel sükûnet değil, toplumsal barışı da içine alır. Çünkü imanla terbiye edilen kalpler, kırıcı değil onarıcı olur. Ahlâkî zaaflar, imanla tamir edilir. Müsbet hareket, toplumda adaletin ve merhametin filizlenmesini sağlar.

Sabır, sadece katlanmak değil; vazifeye sadakatle devam etmektir. Şükür ise her türlü imkânda, “Allah beni bu hizmetten mahrum bırakmamış” diyebilmektir. Çünkü biz hizmetkârız; netice Allah’a aittir.

Sonuç: Vazifemizi Unutma, Neticeye Karışma

Bediüzzaman’ın “Vazife-i İlahiyeye karışmamak” öğüdü, bir çağrıdır: Sonuçlar bizim değildir. Bizim olan, niyet ve gayrettir. İman hizmeti bir sabır maratonudur, bir vakar yolculuğudur. Herkes bağırırken susmak, herkes dağıtırken toparlamaktır. Bu milletin huzuru, öfke yarışında değil; müsbet hareketle yapılan sessiz hizmetlerde saklıdır.

Makale Özeti

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “müsbet hareket” prensibi üzerinden, bireysel ve toplumsal sorumluluğu işler. Tarihî örneklerle desteklenerek, menfî hareketin tehlikeleri, müsbet hareketin hikmeti anlatılır. Neticede, hakka hizmetin sabır, şükür ve teslimiyetle mümkün olduğu; sonuçlara değil, rıza-yı İlâhîye odaklanılması gerektiği ifade edilir. Vazife bizim, netice Allah’ındır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Kur’an ve Vatan Aleyhindeki Üç Tehlikeli Cereyan: Sessiz Tahribatın Şifreleri

Kur’an ve Vatan Aleyhindeki Üç Tehlikeli Cereyan: Sessiz Tahribatın Şifreleri

“Şimdi Kur’an, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:

   Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz kırk adama zarar verebilir.

   İkincisi: Eskiden beri müstemlekatların, Türklerle alâkalarını kesmek için Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için ifsad komitesi namında bir komite. Bu da yüzde on yirmi adamı bozabilir.

   Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hristiyanlara benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde belki binde birisini, Kur’an ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir. ”
Emirdağ Lâhikası 2

Her devrin kendi içinde imtihanları vardır. Bir çağda düşmanlar açıktan gelirken, bir çağda sinsice içeriye sızar. Bir dönemde ok ve kılıçla saldırılırken, başka bir dönemde zihinlere ve kalplere yöneltilir saldırılar. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası’nda bu asrın üç önemli tehlikesini açıkça tespit eder:

> “Kur’an, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var…”

Bu üç cereyanın her biri farklı cepheden ama aynı hedefe yönelmiş silahlardır. Amaçları, milletin ruh kökünü kesmek, İslam’la olan bağını zayıflatmak ve bu toprağı sadece coğrafî değil, manevî olarak da işgale açık hale getirmektir.

  1. Komünist ve Dinsizlik Cereyanı (Zehirli İnkâr)

> “…yüzde otuz kırk adama zarar verebilir.”

Bu cereyan, doğrudan Allah’ı, dini, ahireti, vahyi inkâr eder. Maddeciliği kutsar, insanı hayvan derecesine indirir. Ahlâkî değerleri “toplumsal kurgu” diyerek silmeye çalışır. Nihayetinde:

Vicdanları kurutur,

Aileyi parçalar,

Toplumu bir sürü haline getirir.

Komünizm sadece ekonomik bir ideoloji değil, aynı zamanda din karşıtı bir dünya görüşüdür. Kur’an’ın vahiy olduğu gerçeğini reddeder; Peygamberliği beşerî bir efsaneye indirir; ahireti masal sayar.

Böyle bir düşünce, insanı kendi hevasının kölesi haline getirir. Ve bu tahribat, yalnızca fertleri değil, milletin tamamını ifsad eder. Zira dinsiz bir toplum, içten çöker.

  1. Dış Kaynaklı İfsad Komiteleri (Sessiz Yıkım Planı)

> “…Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için ifsad komitesi…”

Bu ikinci cereyan, daha sinsidir. Zorlamaz, bozar. Açıktan inkâr etmez, ama kalplere şüphe sokar. Kaynağı dışarıdadır; hedefi içeridedir. Bu komitelerin temel taktikleri:

İslâm’ı geçmişe ait bir masal gibi sunmak,

Dini değerleri “geri kalmışlık”la özdeşleştirmek,

Din adamlarını toplumdan soyutlamak,

Gençliğin zihnine “akıl-din çatışması” fikrini yerleştirmek.

Bu cereyan özellikle eğitim, kültür, sanat ve medya üzerinden işler. Ve bazen ne yazık ki yerli iş birlikçileri eliyle yürütülür. Amaç, bu milleti ruh kökünden koparıp, “ortak değer yoksunu” bir kalabalığa dönüştürmektir.

  1. Garplılaşma ve Dinde Reformculuk (Kılık Değiştirmiş Tahrip)

> “…bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan…”

Bu cereyan ise en tehlikeli olanıdır. Çünkü dinden söz eder ama dini içten bozar. Reform adı altında Kur’an’a, Sünnet’e ve geleneksel İslâmî anlayışa saldırır. “Çağa uydurmak” bahanesiyle dini çağ dışı bırakır.

Bu akım, Batı’da ortaya çıkan Protestanlık benzeri bir İslâm reformu üretme çabasındadır. Ancak Kur’an’da din tamamlanmış ve korunmuş olduğundan, bu tür müdahaleler ancak tahrife yol açar:

> “Bugün size dininizi tamamladım…” (Maide, 3)

Bu anlayışta olan bazı siyasî gruplar ve entelektüeller, aslında İslâm’ın özünü değil, kabuğunu taşımaktadır. İnancı bir “folklor unsuru” gibi görür; onu hayatın dışına, sadece ritüellere hapseder.

Milletin Kalbini Korumak: Cihad-ı Manevî Şart

Bu üç cereyan karşısında sessiz kalmak, dinî, millî ve insanî bir ihanete sessiz kalmak demektir. Oysa hakikat erbabı olanlar, bu yıkıma karşı durmalı; kalpleri ve akılları Kur’an’ın nuru ile muhafaza etmelidir.

Bediüzzaman’ın da dediği gibi:

> “Bu zamanın cihadı manevîdir.”

Silah değil, kalem. Kavga değil, hikmet. Kin değil, merhamet. Mücadele, fikrî, ahlâkî ve ilmî sahada yapılmalıdır. Çünkü düşman kılık değiştirmiştir, onunla mücadele de akıl ve hikmet ile olmalıdır.

Özet

Bediüzzaman, Kur’an ve İslâmiyet’e zarar veren üç ana cereyanı tesnit eder:

  1. Komünist ve açık dinsizlik,
  2. Dış kaynaklı ifsad komiteleri,
  3. Dinde reform ve Garplılaşma hareketi.

Bu akımlar farklı yollarla aynı hedefe yönelmiştir: Toplumu manevî köklerinden koparmak. Bu yıkıma karşı verilecek mücadele ise ancak cihad-ı manevî, yani kalemle, tebliğle, sabırla ve ihlasla mümkündür. Çünkü bu çağın savaş cephesi akıllardır; silahı ise fikirdir. Müslümanlar, Kur’an ve iman hakikatlerini esas alarak bu sinsi tehlikelere karşı uyanık olmalı, tedbir almalı ve toplumu ihya edecek bir iman dirilişi başlatmalıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Zamanın Cihadı: Kalemle, Sabırla ve Sadakatle

Zamanın Cihadı: Kalemle, Sabırla ve Sadakatle

“Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
Emirdağ Lâhikası 2

Her çağın bir cihadı vardır. Bir dönemde el, bir dönemde söz, bir dönemde fikir ve bir dönemde sabır öne çıkar. Ancak çağımızda en büyük yıkım, maddî değil; manevî tahribat üzerinedir. Kalpler kırık, inançlar sarsılmış, değerler aşınmıştır. İşte bu sebeple, Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözü büyük bir hakikati haykırır:

> “Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir.”

Yani bugünün en büyük mücadelesi; imanı kurtarmak, ahlâkı korumak ve kalpleri onarmaktır. Savaş meydanlarında değil, fikir cephelerinde, nefsin tuzaklarında, inançsızlık dalgalarında verilir bu cihad.

Manevî Tahribata Karşı Set Kurmak

Tahribat, sadece bina yıkmak değildir. İnançları sarsmak, değerleri çökertmek, ahlâkı yıkmak da bir tahribattır. Ve bu yıkım, top mermisinden daha sessiz ama daha öldürücüdür. Çünkü:

Fizikî yıkım yeniden yapılır.

Ama kalbî ve ahlakî çöküntü nesilleri perişan eder.

Bu yüzden manevî tahribata karşı yapılacak mücadele de özel, sabırlı ve stratejik olmalıdır. Bir kale nasıl dış surlarla korunuyorsa, iman kaleleri de sabır, sadakat, ilim ve ihlâs ile tahkim edilmelidir.

Cihad-ı Manevî: Silahla Değil, Kalemle

Bediüzzaman bu çağda cihadın mahiyetini şöyle tarif eder:

> “Bu zamanın cihadı manevîdir.”

Yani kılıçla değil, kalemle; silahla değil, hakikatle; çatışmayla değil, şefkatle ve sabırla yapılır. Bu da iki önemli sonucu doğurur:

  1. Asayişe zarar vermez.
    Çünkü cihad-ı manevî, kavga değil, tebliğdir. Darbeyle değil, kalplere dokunmakla olur.
  2. Neticeyi Allah’a bırakır.
    Bu hizmette temel kural şudur: “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu, bir tevekkül değil, aynı zamanda tavır ve disiplin meselesidir. Yani mü’min hizmette çalışır, neticede ısrar etmez. Çünkü sonucu istemek vazife-i ilahiyedir. Kul ise sadece üzerine düşeni yapmakla sorumludur.

Vazife Bilinci: Hizmet Bizden, Netice Allah’tan

İman hizmetinde olanlar için en büyük imtihanlardan biri acelecilik ve netice odaklılıktır. İnsan hemen görmek, başarmak, kazanmak ister. Ama bu hizmette başarı, “yayılan tesir” ile ölçülür; görünür başarılarla değil.

Bediüzzaman’ın şu düsturu bu hizmetin ruhunu özetler:

> “Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Netice Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu ifade aynı zamanda ihlasın ölçüsüdür. Eğer neticeye değil de Allah rızasına odaklanılırsa, işte o zaman ihlas korunmuş olur. Çünkü samimiyet, hizmeti sonuçla değil, niyetle tartar.

Dâhilî Asayişe Yardım: Düşmanlık Değil, İkna

Bugün iç huzurun en büyük düşmanı, fitne, kin, öfke ve kutuplaşmadır. Cihad-ı manevî yapan bir mü’min, bu düşmanlık ateşini körüklemez; bilakis söndürür. Çünkü:

Mü’min, kavga değil ıslah için vardır.

Tebliğ, tartışmayla değil, hikmetle olur.

Dâhilî asayişe yardım, susarak değil; sabırla, şefkatle konuşarak olur.

İşte bu anlayışla hareket eden bir kişi, toplumun dengesini bozan değil, denge sağlayan bir unsur hâline gelir.

Özet

Bu zamanın en büyük cihadı, manevî tahribata karşı ilim, sabır ve ahlakla yapılan mücadeledir. Bu cihad, silahla değil; kalemle, çatışmayla değil; şefkat ve hikmetle yapılır. İman hizmetinde asıl olan, netice değil; ihlasla hizmettir. Çünkü neticeyi yaratmak Allah’ın işidir; kulun görevi sadece çalışmak ve doğru yolda kalmaktır. Bu cihad, aynı zamanda toplumun iç huzuruna zarar vermez, bilakis onu korur. Gerçek mü’min, fitne değil barış, ayrılık değil vahdet üretir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Zamanın Cihadı: Kalemle, Sabırla ve Sadakatle

Zamanın Cihadı: Kalemle, Sabırla ve Sadakatle

“Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
Emirdağ Lâhikası 2

Her çağın bir cihadı vardır. Bir dönemde el, bir dönemde söz, bir dönemde fikir ve bir dönemde sabır öne çıkar. Ancak çağımızda en büyük yıkım, maddî değil; manevî tahribat üzerinedir. Kalpler kırık, inançlar sarsılmış, değerler aşınmıştır. İşte bu sebeple, Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözü büyük bir hakikati haykırır:

> “Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir.”

Yani bugünün en büyük mücadelesi; imanı kurtarmak, ahlâkı korumak ve kalpleri onarmaktır. Savaş meydanlarında değil, fikir cephelerinde, nefsin tuzaklarında, inançsızlık dalgalarında verilir bu cihad.

Manevî Tahribata Karşı Set Kurmak

Tahribat, sadece bina yıkmak değildir. İnançları sarsmak, değerleri çökertmek, ahlâkı yıkmak da bir tahribattır. Ve bu yıkım, top mermisinden daha sessiz ama daha öldürücüdür. Çünkü:

Fizikî yıkım yeniden yapılır.

Ama kalbî ve ahlakî çöküntü nesilleri perişan eder.

Bu yüzden manevî tahribata karşı yapılacak mücadele de özel, sabırlı ve stratejik olmalıdır. Bir kale nasıl dış surlarla korunuyorsa, iman kaleleri de sabır, sadakat, ilim ve ihlâs ile tahkim edilmelidir.

Cihad-ı Manevî: Silahla Değil, Kalemle

Bediüzzaman bu çağda cihadın mahiyetini şöyle tarif eder:

> “Bu zamanın cihadı manevîdir.”

Yani kılıçla değil, kalemle; silahla değil, hakikatle; çatışmayla değil, şefkatle ve sabırla yapılır. Bu da iki önemli sonucu doğurur:

  1. Asayişe zarar vermez.
    Çünkü cihad-ı manevî, kavga değil, tebliğdir. Darbeyle değil, kalplere dokunmakla olur.
  2. Neticeyi Allah’a bırakır.
    Bu hizmette temel kural şudur: “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu, bir tevekkül değil, aynı zamanda tavır ve disiplin meselesidir. Yani mü’min hizmette çalışır, neticede ısrar etmez. Çünkü sonucu istemek vazife-i ilahiyedir. Kul ise sadece üzerine düşeni yapmakla sorumludur.

Vazife Bilinci: Hizmet Bizden, Netice Allah’tan

İman hizmetinde olanlar için en büyük imtihanlardan biri acelecilik ve netice odaklılıktır. İnsan hemen görmek, başarmak, kazanmak ister. Ama bu hizmette başarı, “yayılan tesir” ile ölçülür; görünür başarılarla değil.

Bediüzzaman’ın şu düsturu bu hizmetin ruhunu özetler:

> “Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Netice Cenab-ı Hakk’a aittir.”

Bu ifade aynı zamanda ihlasın ölçüsüdür. Eğer neticeye değil de Allah rızasına odaklanılırsa, işte o zaman ihlas korunmuş olur. Çünkü samimiyet, hizmeti sonuçla değil, niyetle tartar.

Dâhilî Asayişe Yardım: Düşmanlık Değil, İkna

Bugün iç huzurun en büyük düşmanı, fitne, kin, öfke ve kutuplaşmadır. Cihad-ı manevî yapan bir mü’min, bu düşmanlık ateşini körüklemez; bilakis söndürür. Çünkü:

Mü’min, kavga değil ıslah için vardır.

Tebliğ, tartışmayla değil, hikmetle olur.

Dâhilî asayişe yardım, susarak değil; sabırla, şefkatle konuşarak olur.

İşte bu anlayışla hareket eden bir kişi, toplumun dengesini bozan değil, denge sağlayan bir unsur hâline gelir.

Özet

Bu zamanın en büyük cihadı, manevî tahribata karşı ilim, sabır ve ahlakla yapılan mücadeledir. Bu cihad, silahla değil; kalemle, çatışmayla değil; şefkat ve hikmetle yapılır. İman hizmetinde asıl olan, netice değil; ihlasla hizmettir. Çünkü neticeyi yaratmak Allah’ın işidir; kulun görevi sadece çalışmak ve doğru yolda kalmaktır. Bu cihad, aynı zamanda toplumun iç huzuruna zarar vermez, bilakis onu korur. Gerçek mü’min, fitne değil barış, ayrılık değil vahdet üretir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Irk Üzerinden Değil, İman Üzerinden Birlik: Siyasete Kur’ânî Bir Bakış

Irk Üzerinden Değil, İman Üzerinden Birlik: Siyasete Kur’ânî Bir Bakış

“Milletçilere gelince:

   Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa Demokrat Partiye yardım ettiği gibi muhalif ve muarız olmayarak iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise birden hakiki Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türk’tür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman Hürriyet’in başında olduğu gibi bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakiki Türkleri ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcud ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan Kur’an ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum, dedi.”
Emirdağ Lâhikası 2

İslamiyet’in temel prensibi olan “tevhid” sadece Allah’ın birliğini değil, insanların kardeşliğini, ümmetin vahdetini, ırkların eşitliğini de içine alır. Ancak insanlık tarihi göstermiştir ki, bu birlik ya adaletle korunmuş ya da ırkçılıkla parçalanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu tehlikeyi çağının siyasî gelişmeleri içinde çok net görmüş ve şöyle ikaz etmiştir:

> “Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise… bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek…”

Bu cümle, ırkçılığın sadece diğer milletleri değil, o ırkın kendisini de tehdit ettiğini ortaya koyan çarpıcı bir tesbittir.

Irkçılık: En Tehlikeli İçten Yıkım

Irkçılık bir milleti yüceltmek adına ortaya çıkar ama sonunda o milleti parçalar. Çünkü:

Irkı yücelten anlayış, başka unsurları dışlar.

Dışlanan unsurlar ise birleşip karşı cephe oluşturur.

Ve sonuçta iç çatışma, bölünme ve dış müdahaleye açık hale gelme başlar.

Bediüzzaman’ın uyardığı gibi, Türkiye’nin yapısı çok etnisiteli ve çok katmanlıdır. Yüzde 30 civarında “hakiki Türk”, geri kalanı Kürt, Arap, Çerkez, Laz, Boşnak gibi çeşitli unsurlardan oluşur. Irkçılık yapıldığında bu unsurların dışlanması, “bizden değilsiniz” denmesi, sadece adaleti değil, millî güvenliği de tehdit eder.

Bu anlayış; ya ecnebi destekli tahakküme,
ya da Türk milletinin kendi vatanında azınlık gibi muamele görmesine yol açabilir.

Kur’ân’ın Milliyetçilik Ölçüsü: İslâm Kardeşliği

Kur’ân’da ırkçılığın temelini oluşturacak hiçbir unsur yoktur. Bilakis, üstünlük ırkta değil, takvada aranır:

> “Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (Hucurât, 13)

Peygamber Efendimiz de (s.a.v) Veda Hutbesi’nde şöyle der:

> “Arap’ın Acem’e, Acem’in Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.”

Bediüzzaman da bu hakikati esas alarak, siyasî birlik için ırk temelinin değil, İslâm kardeşliğinin esas alınması gerektiğini belirtir. Çünkü:

Irkçılık ayrıştırır, İslâmiyet birleştirir.

Irkçılık menfaatle bağ kurar, İslâmiyet maneviyatla.

Irkçılık nefret üretir, İslâmiyet muhabbet.

Milliyetçiler İçin İki Yol: İslâmiyet mi, Irkçılık mı?

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, milliyetçi çizgide olanlar iki tercih arasında kalır:

  1. Eğer İslâmiyet’i esas alırlarsa, bu vatanın ve milletin selameti için Demokrat Partiye (ve dindar siyasetçilere) destek verirler. Çünkü ortak zemin dindir, kardeşliktir.
  2. Eğer ırkçılığı esas alırlarsa, millet içinde ayrışma çıkar ve bu durum hem Türk milletine hem de İslâm’ın hâkimiyetine büyük zarar verir. Çünkü o zaman herkes, etnik kimliğine göre saf tutmaya başlar ve devlet içten içe çözülmeye başlar.

Demokratlara Düşen Sorumluluk: Dayanak Noktası Kur’ân Olsun

Bediüzzaman bu noktada dine hürmetkâr Demokratlara da seslenir:

> “Ders veriyorum; Kur’an, vatan ve millet hesabına, dindar Demokratların iktidarda kalmasını temin edin.”

Çünkü adalet, hak, hürriyet ve milletin birliği gibi değerler Kur’ân’a dayanırsa kalıcı olur. Yoksa geçici menfaatlerin rüzgârında kaybolur gider. Ve dün mazlumu olanlar, yarın başka bir zulmün aracısı hâline gelebilir.

Özet

Bediüzzaman, siyasette milliyetçilik anlayışının ırk temelli değil, İslâm kardeşliği temelli olması gerektiğini anlatır. Irkçılık, sadece gayrımüslim unsurları değil, bizzat Türk milletini de tehlikeye atar. Çünkü millet homojen değil, çok unsurludur. Bu unsurları birleştirecek tek yol ise İslâm’dır. Bu sebeple, milliyetçi çizgide olanlar İslâmiyet’i esas almalı; dindar siyasetçiler de Kur’an hakikatlerini siyasetin temel dayanağı yapmalıdır. Aksi hâlde milletin bütünlüğü ve vatanın selameti zarar görür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Siyasetin Kıblesi: Irkçılık mı, İslâmiyet mi?

Siyasetin Kıblesi: Irkçılık mı, İslâmiyet mi?

“Bu vatanda şimdilik dört parti var: Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.

Zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

   Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin zafiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse, ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakiki Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar hem hakiki Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar.

   Çünkü İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerîme

وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى

dır. Yani birisinin günahıyla başkası muaheze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini belki de akrabasını belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakiki adalet yapılmadığı gibi şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü “Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez.” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

   Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.”
Emirdağ Lâhikası 2

Tarih boyunca milletler ya hakkı esas alarak yükselmiş, ya da bâtılı ölçü alarak çöküşe gitmiştir. Bugün de aynı imtihan sürmektedir. Siyasetin yönü ya adalete döner ya da tarafgirliğe. Ya milletin bütün fertlerini kucaklar ya da bir kısmını yüceltip diğerini ezer. İşte bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin şu tesbiti, hem hikmetli hem de zamanlar üstü bir uyarıdır:

> “Bu vatanda şimdilik dört parti var: Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır…”

Bu ifade, siyasî partiler ötesinde bir zihniyet tercihini gündeme getirir. Aslında bu dört parti, günümüz siyasî partilerinden çok, dört dünya görüşünü temsil eder:

  1. Halkçılık: Batıcı modernleşmeyi esas alan, seküler bir yönetim anlayışı.
  2. Demokratlık: Halk iradesini ve bireysel özgürlükleri gözeten yaklaşım.
  3. Milliyetçilik: Irk ve etnisiteyi merkeze alan millî esaslı siyaset.
  4. İttihad-ı İslâm: Din, ahlak, ümmet şuuru ve Kur’ân esaslarına dayalı bir birlik fikri.

Bediüzzaman’ın uyarısı açık: Eğer siyasetin kıblesi İslam değil de ırk olursa, hem adalet zedelenir hem de birlik dağılır.

İslâm’ın Esas Kanunu: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”

Kur’an’ın apaçık hükmüdür:

> “Ve lâ teziru vâziretun vizra uhrâ”
(Hiçbir günahkâr, bir başkasının günahını yüklenmez.) (En’âm, 164)

Bu ayet, sadece ahiret sorumluluğunu değil, dünya adalet sisteminin temelini de tarif eder. Adalet, bireyseldir. Suç kişiseldir. Kimse başkasının kabahatiyle yargılanamaz.

Ama ırkçılık duygusu, bu ilkeyi ayaklar altına alır. Irkçılığın mantığı şudur:

“Falanca bizim kavimdendi, suçluysa tüm kabilesi suçludur.”

“Bu etnik grup sorunlu, o hâlde hepsi şüphelidir.”

Bu ise adalet değil; açık bir zulümdür. Çünkü bir kişinin suçu, masum akrabalarına veya mensubu olduğu millete yüklenemez. İslam buna müsaade etmez.

Irkçılık: Hem Türk’e Hem İslâm’a Zarar

Bediüzzaman, milletin büyük çoğunluğunun Türk olmadığını ama herkesin Müslüman olduğunu hatırlatır. Eğer siyaset ırk merkezli bir yönelime girerse, hem hakiki Türkler hem de hâkimiyet-i İslâmiye zarar görecektir. Çünkü birlik unsuru olan din, birliğin temeli olmaktan çıkıp, bölücü etnik duyguların gerisine itilmiş olur.

Oysa tarihte milletleri bir araya getiren şey kavim değil, din bağıdır. Osmanlı bu bağla ayakta kaldı. Selçuklu bu bağla genişledi. Bugün de aynı ruh yeniden dirilmeden, gerçek bir millet olmak mümkün değildir.

Demokratlar: Dine Dayanın, Aksi Takdirde Mağlubiyet Kaçınılmazdır

Bediüzzaman, Demokrat Parti’ye seslenirken sadece bir partiye değil, aynı zamanda bütün dine saygılı siyasetçilere çağrıda bulunur:

> “Siz bu iki partinin (Halkçı-ırkçı çizgilerin) cazibedar noktalarına karşı, İslâmiyet’in hakikatlerini istinad noktası yapmaya mecbursunuz.”

Çünkü halkın gönlünde cazibe merkezleri vardır:

Bazısı milliyetçiliği cazip bulur.

Bazısı seküler özgürlükleri.

Ama dindar halkın gönlündeki en güçlü cazibe merkezi, İslamiyet’in hakikatleridir.

Bunlara dayanmayan bir siyasi hareket, halkın teveccühünü kalıcı olarak kazanamaz. Ve geçmişin yükü gibi başkalarının suçları da bugünün dindar siyasetçilerine yüklenebilir.

Siyasetin Rehberi: Hakaik-i İslâmiye Olmalıdır

Çünkü:

İslam, adaleti esas alır.

Irkçılık, öfkeyi ve ayrışmayı besler.

İslam, birliği ve kardeşliği sağlar.

Irkçılık, masumları suçlu sayarak zulme kapı açar.

O hâlde hakiki kurtuluş, İslam kardeşliğinde ve Kur’ân’ın esaslarında aranmalıdır.

Özet

Said Nursî, siyasette asıl istinat noktasının ırkçılık veya tarafgirlik değil, İslam hakikatleri olması gerektiğini anlatır. Kur’an’ın “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez” prensibi, hem hukuk hem de siyaset için temel olmalıdır. Irkçılık, adaleti bozar, kardeşliği parçalar. İslam ise herkesi birleştirir, adaleti tesis eder. Bu nedenle dindar siyasetçilerin, halkın teveccühünü kalıcı kılmak istiyorlarsa, dayanaklarını Kur’an’dan ve İslamî ilkelerden almaları zorunludur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

SOKAK ÇOCUKLARI VE SOKAĞIN ÇOCUKLARI

SOKAK ÇOCUKLARI VE SOKAĞIN ÇOCUKLARI

Dün dağa çıkıp da dağdan inenler, bugün dağdan inip bağdakilerini kovmaktan bahsediyorlar.
Sokak çocukları, sokağın çocukları, evin ve memleketin gerçek sahiplerini sokakla tehdit ediyorlar.
Terbiye bu ya.
Hayatı sokakta kazanıp sokakta sürdüren sokak kültürlü sokak çocukları; devlete ve devlet kademelerine sokaktan yükseleceklerini sanıyorlar.
Sokak terbiyesiyle yetişen de ancak bu kadar olur.
Soylu ve terbiye almış aileler çocuklarını pek sokağa salmaz,sokaktan alırlar.
Kurt köpek kapmasın diye.
Sokakta başı boş dolaşmasın diye.
Uyusturucusu var, berduşu var, nolur nolmaz diye.
Hatta ev terbiyesinde yetiştirdiğimiz Yumoş adlı kedimizi bile dışarıya çıkarırken yanında bulunuyoruz, ipini tutarak.
Nolur nolmaz, ipsiz sapsıza gelmesin diye.
İpini koparan ona saldırmasın diye.
Ne de olsa ev terbiyesi görmüş.
Bu aziz millet geçmişten beri ata terbiyesiyle yetişmiştir.
Sokakta yetişen başı boşlara kolay kolay pabuç bırakmaz.
Hadi hayırlısı.

*******

Sokağın Çocukları ve Evlat Terbiyesi: Bir Milletin İmtihanı

Giriş

Toplumların yükselişi, bireylerinin aldığı terbiyeyle başlar. Terbiye, sadece bilgiyle değil, ahlâkla, örfle, görgüyle, edep ve adapla yoğrulmuş bir inşa sürecidir. Bu inşa, ya aile ocağında şekillenir ya da hayatın çetin çarşısında, sokağın rastgeleliğinde. Fakat şurası kesindir ki: Her medeniyet, evin içinden doğar, sokaktan değil.

Tarihten Hikmetler

Tarihin derinliklerinde nice milletler, hanedanlar ve toplumlar görürüz ki çöküşlerinin sebebi sadece savaşlar ya da kıtlıklar değildir. Asıl çöküş, ahlâkın çözülmesiyle, terbiyenin yerini hoyratlık almasıyla başlar.

Osmanlı, son demlerinde bile Enderun Mektebi’nde padişah çocuklarını bile sokaktan uzak, edeple ve dikkatle yetiştirirken; Fransız İhtilali’nin arkasında sokağın öfkesi, sarayı basan ayak takımının terbiye yoksunluğu vardı.

İbn Haldun’un dediği gibi: “Devletler de insanlar gibidir; doğar, büyür, olgunlaşır ve çöker. Eğer bir devletin çocukları sokakta, ipsiz ve başıboş yetişiyorsa, o millet yaşlılığını yaşıyordur.”

Sokaktan Devlete: Tersine Yükselişin Tehlikesi

Bugün bazı çevrelerde, dağdan inip ovayı işgal etmek, sokaktan çıkıp devleti yönetmek bir marifet gibi sunuluyor. Oysa devlet yönetimi; terbiye, sadakat, vakar ve hikmet ister. O değerleri sokakta değil, köklerini ailede ve gelenekte bulan bir medeniyet kültüründe bulabiliriz.

Sokakta yetişmiş bir çocuk, yalnızca fizikî olarak başıboş değildir; düşünce dünyası da çoğu zaman disiplinsizdir. Sınır tanımayan, saygı bilmeyen, hak hukuk tanımayan bu zihin yapısı; adalet değil, öfke üretir.

Bugün sokaktan gelenlerin devleti tehdit etmesi, sadece fiziksel bir kalkışma değil; bir zihniyetin, köklü terbiyeye karşı başkaldırısıdır. Bu, milletin asaletine, aile yapısına, çocuk terbiyesine açılan bir savaştır.

Aile: Terbiyenin Kalesi

Türk-İslam geleneğinde çocuk terbiyesi, her şeyin önüne konmuştur. “Beşik sallayan el dünyayı sallar” sözüyle annelik ve terbiye eş anlamlı hâle getirilmiş; çocukların geleceği sadece bireysel değil, millî bir dava olarak görülmüştür.

Anne babalar, çocuklarını sokağın tesadüflerine bırakmazdı. Hele hele geçmişte “Sokakta başıboş gezen çocuk ya it olur ya dilenci” denilerek uyarılan bir milletin evladı, bugün “sokağı kutsallaştıran” bir sapkın akla asla pabuç bırakmaz.

Kürt çocuklarını sokaktan almak, “köpek kapmasın” söylemiyle değil, onlara sahip çıkmakla mümkündür. Çünkü çocuk sokaktaysa, o toplumda adalet eksik, aile zayıf, eğitim çökmüş demektir. Terbiye; dışlayarak değil, sahip çıkarak verilir. Ama asla sokak diliyle değil, medeniyet diliyle…

İpin Ucundakiler: Yumoş’un Temsili

Makalenin başında geçen “Yumoş” metaforu, aslında aile terbiyesinin bir temsili. Kendi köpeğine bile sokakta başıboş dolaşmasın diye ip takan bir aile, çocuğunu nasıl sokağa salabilir? Bugün ipini koparanlar yalnız hayvanlar değil, değerlerini koparan insanlardır. Sözde özgürlük arayışıyla bağlarını, terbiyesini, ailesini, milletini, Rabbini yitiren bir insan tipi…

İşte bu yüzden sokakta ipini koparan her “terbiyesiz”, sadece kendi değil, milletin huzurunu da tehdit eder.

Sonuç ve Değerlendirme

Toplumları çürüten şey; düşmanlar değil, içerden gelen başıboşluktur. Terbiye, bir medeniyetin ruhudur. Bu ruhu sokakta değil, evde yaşatabiliriz. Devletin asli sahibi, sokağın çocukları değil; terbiyeyle yoğrulmuş, aileden beslenen, örf ve imanla büyümüş nesillerdir.

Milletin geleceği, hangi parti veya hangi kadro değil; hangi ahlâk ve hangi terbiye ile yetiştirilen evlatlara emanet edildiğiyle ölçülür.

Makale Özeti

Bu makale, sokağın kültürü ile aile terbiyesi arasındaki derin farkı ele alarak, bir milletin ahlaki ve sosyal yapısının çocuk terbiyesiyle ne kadar yakından ilgili olduğunu anlatır. Tarihî örneklerle desteklenen yazı, sokakta başıboş kalan çocukların değil, aile terbiyesiyle yetişen evlatların milletin umudu olduğunu savunur. “Sokaktan devlete terfi” gibi ters akımların tehlikesine dikkat çeker ve geleceğimizin, köklü değerler ve ev terbiyesiyle inşa edileceğini hatırlatır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

MASKELERİN DÜŞTÜĞÜ ASIR: BİR MİLLETİN İMTİHANI

MASKELERİN DÜŞTÜĞÜ ASIR: BİR MİLLETİN İMTİHANI

Tarih, milletlerin hem şahsiyet kazandığı hem de şahsiyetini kaybettiği dönemeçlerle doludur. Türkiye, özellikle son yüz yılda bu iki sınavı da aynı bünyede yaşadı. Hilafet gibi küresel bir idarenin merkezinden, Batı’nın yön verdiği bir taşraya dönüşen bu millet, uzun yıllar kimliksizlik girdabında debelendi.

Erdoğan’ın varlığı, sadece bir siyasi figür değil, aynı zamanda bir turnusol kâğıdı, bir mizaç ölçer, bir karakter terazisi oldu. Onunla beraber her şey ve herkes olduğu gibi görünmeye, maskeler düşmeye başladı. Görünmeyen görünür oldu. Gizlenen açığa çıktı. Münafıklık geleneğinin üzerine çektiği perdenin altındaki derin çürüme artık saklanamaz hale geldi.

Dış Bağlantılı Zihinler

Türkiye’nin en büyük zaaflarından biri; içerdeki iradesizliğin dışarıdaki güçlerle yaptığı ittifaktır. İngiltere, ABD, Fransa, İsrail, Çin ve Rusya gibi ülkelerin Türkiye üzerindeki etkisi sadece silahla değil, akılla, fikirle ve algıyla olmaktadır. Asıl tehlike, bu ülkelerle organik bağ kurmuş, onlarla düşünen ve onların planlarını içerde uygulayan yerli taşeron akıllardır. Bu güdümlü zihinler, kendi halkının lehine değil, efendilerinin lehine konuşur, yazar ve hareket eder.

Bu yapılar, kendi içlerinde projeleri olmayan, millete dair bir vizyon sunamayan, fakat tek bir projeleri olan kitlelerdir: Erdoğan karşıtlığı. Çünkü Erdoğan, onların iç yüzünü ortaya çıkaran bir projektör oldu. Onun varlığı, onların yok oluşu anlamına gelir. Onun duruşu, onların eğriliklerini izhar eder.

Nankörlük ve Unutuş

Ne gariptir ki, Erdoğan sayesinde medyada, siyasette, bürokraside belli mevkilere gelmiş bazı şahıslar, en büyük saldırıyı yine ona yapmaktadır. Bu, sadece nankörlük değil, aynı zamanda tarih ve ahlak önünde ağır bir vebaldir. Bu kişiler, kendilerine verilen fırsatları kişisel ikballer uğruna harcarken, millete ve tarihe karşı olan borçlarını unuttular. Tıpkı Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri gibi; hased, nankörlük ve korku onları ihanete sürükledi.

Kim Kimdir Ortaya Çıktı

Bu arada Türkiye’de bir “karakter devrimi” yaşandı. Kimin milletle beraber, kimin millete karşı olduğu anlaşılır hale geldi. Medyada, siyasette, sanatta ve ilimde; kim samimi, kim sahte olduğu netleşti. Bu süreç aslında sancılı bir arınma sürecidir. Çünkü içteki kir açığa çıkmadan temizlik başlamaz. Bugün yaşanan krizler, çatışmalar ve ifşaatlar; bir milletin yeniden kendi hakikatine dönme sancılarıdır.

Millet Benliğini Yeniden Buldu

En büyük kazanım ise budur: Millet benliğine, özüne, tarihine ve inancına yeniden dönmeye başladı. Toplumsal hafıza, Batı’nın sunduğu sahte kimliklerden sıyrılıp kendi asli değerlerine yöneldi. Bunda Erdoğan’ın liderliğinin büyük bir payı vardır. Çünkü o, sadece yollar ve köprüler yapmadı; zihinsel ve kültürel bir yeniden doğuşa vesile oldu.

Özet:

Bu makale, Türkiye’nin son yüz yıldaki kimlik mücadelesine odaklanarak, Sayın Erdoğan’ın bu süreçte oynadığı belirleyici rolü ele almaktadır. Özellikle dış bağlantılı zihinlerin, Erdoğan düşmanlığını bir araç olarak kullanarak Türkiye’nin bağımsızlık yürüyüşünü engelleme çabası analiz edilmektedir.
Tıpkı yüz yıl önce merhum Abdülhamid’e yapıldığı gibi.
Erdoğan’ın liderliğiyle beraber maskeler düşmüş, kimin kim olduğu belirginleşmiş, millet ise kaybettiği benliğine yeniden kavuşmuştur. En önemli mesaj ise şudur: Asıl imtihan, içerideki düşmanla verilendir. Ve bu imtihanın neticesi, milletin asıl ve asil karakterini ortaya çıkaracaktır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025