İki Ses Arasında: Hakikatin Sadâsı mı, Felsefenin Vesvesesi mi?

İki Ses Arasında: Hakikatin Sadâsı mı, Felsefenin Vesvesesi mi?

“Cenâb-ı Hak, sana verdiği kendi mülkünü, senden gâlî bir kıymetle satın alıyor. Yine senin için muhafaza ediyor.

   Ey beşer, bak! İki sadâ senin kulağına geliyor. Biri Kur’ân-ı Hakîm’in sadâ-yı semâvîsidir.

   Der ki: “Sat kârlısın.”

اِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

   diyor. Diğeri, küffarın felsefe-i medeniyesinin vesvesesidir ki; “Sen kendine mâliksin” der.

   Seni

اِنْ هِىَ اِلاَّ حَيَاتُنَا الدُّنْيَا

   diyenlerden etmek ister. Bu münevver hüdâ ile, şu müzevver dehânın mabeynlerindeki farkı gör. Tâ kör olmayasın.

وَمَنْ كَانَ فٖى هٰذِهٖٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِى اْلاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلاً ٭ اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ ٭ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ٭ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّٓالّٖينَ اٰمٖينَ ”
Nur’un İlk Kapısı

İnsanoğlunun kulaklarına her zaman iki ses çarpar. Biri göklerden gelen ilâhî bir sadâdır; diğeri ise yerden yükselen aldatıcı bir vesvese. Bu iki çağrı, insanın hayat rotasını tayin eder. Ya Hakk’a yönelir, ya da nefsin karanlık sokaklarında kaybolur.

Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda bu iki çağrıyı veciz şekilde karşı karşıya getirir. Biri Kur’an’ın semavî hitabıdır:

> “Sat, kârlısın!”
Diğeri ise inkârın ve felsefe-i maddiyenin sinsi telkinidir:
“Sen kendine mâliksin.”

İşte bu iki sesin çatışmasında insan, ya kendini bulur ya da kendini kaybeder.

  1. İlâhî Sadâ: “Sat, Kârlısın”

Kur’an-ı Kerim, insana bir tüccar gibi yaklaşır. Ona der ki:

> “Cenab-ı Hak, sana verdiği mülkü, senden kendi adına ama senin faydana satın almak istiyor.”

Yani can, mal, akıl, duygular… hepsi Allah’ın lütfu. Ama bu lütuflar zayi olmasın, ebedîleşsin diye Cenab-ı Hak onları sana satmak istiyor. Karşılığında ise sonsuz cennet, rızâ-i ilâhî, bakî hayat veriyor.

Bu sadâ, Tevbe Suresi’ndeki şu ayetle yankılanır:

> “اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ”
“Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır.”

Bu İlâhî teklif bir şereftir, bir rahmettir. Çünkü Allah senin sermayeni zayi olmaktan kurtarıyor. Hem sana geri bırakıyor, hem de değerini sonsuzlaştırıyor.

Kur’an, bu teklifin ehemmiyetini şu ifadeyle özetliyor:

> “اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ”
“Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur.” (Ankebut, 64)

Bu dünyadaki hayat, bir gölge; asıl hayat orada başlar. Bu yüzden Kur’an’ın sesi, sadece bir davet değil, aynı zamanda bir kurtuluştur.

  1. Sinsi Fısıltı: “Sen Kendine Mâliksin”

Öte yanda, modern felsefenin bâtıl bir anlayışı da kulağa fısıldar:

> “Sen kendine aitsin. Hayat senindir. Özgürlüğün var. Dilediğini yap.”

Bu anlayış, “hayat sadece dünyadan ibarettir” fikrini telkin eder:

> “اِنْ هِىَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا”
“Hayat, yalnızca bu dünya hayatıdır.” (Câsiye, 24)

Bu sözün altında aslında büyük bir gaflet yatar:
– Ölüm yokmuş gibi yaşamak,
– Hesap yokmuş gibi davranmak,
– Sahip olmadığın bir hayatı keyfine göre harcamak…

Ama hakikat şu ki: İnsan kendine değil, Allah’a aittir. Ne hayatına, ne ölümüne, ne kalbine ne de kaderine tam anlamıyla hükmedemez. O hâlde “mâlikim” demek, sadece bir vehimdir.

  1. Körlük ve Basiret Arasındaki Fark

Bu iki ses arasındaki farkı görememek, bir çeşit mânevî körlüktür. Kur’an bu körlüğe çok ağır bir uyarı ile seslenir:

> “وَمَنْ كَانَ فِى هٰذِهِ اَعْمٰى فَهُوَ فِى الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلاً”
“Kim bu dünyada körse, ahirette de kördür ve yolunu daha çok sapıtmıştır.” (İsrâ, 72)

Gözün körlüğü değil, kalbin ve basiretin körlüğüdür bu. Bu körlük, ahiret yurdunda mutlak bir pişmanlığa dönüşür.

O hâlde insan, kendisine fısıldanan her sese kulak vermemeli; gelen sesin kaynağını sorgulamalı:
Bu ses, gökten mi geliyor, yoksa nefsin karanlık odasından mı?

  1. Kurtuluş Duası: Doğru Yolun Sesi

Bu ikilemin ortasında, insanın en büyük ihtiyacı hidayettir. Ve bu hidayet için her gün Fâtiha’da dilimize gelen bir dua vardır:

> “اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ”
“Bizi dosdoğru yola ilet.”
O yol kimlerin yolu?
“صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ”
“Nimet verdiklerinin yolu.”
Kimlerin yolu değil?
“غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّٓالّٖينَ”
“Gazaba uğramışların ve sapmışların yolu değil.”

Bu dua, her gün iki sesi birbirinden ayırmak için yapılan bir yakarıştır. Ve bu dua, hakikatin sesini bulmak isteyen her kulun rehberidir.

Sonuç: Hangi Sese Kulak Veriyorsun?

Ey insan! Kulaklarında iki ses var:

Biri seni kurtuluşa, ebediyete, cennete çağırıyor.

Diğeri seni kendine, nefsine, geçiciliğe hapsediyor.

Kur’an sat diyor; kâr edeceksin. Felsefe tut diyor; ama kaybedeceksin.
Kur’an seni Allah’a götürüyor. Felsefe seni yalancı bir sahiplik duygusuna mahkûm ediyor.

O hâlde karar senin.
Müminin kulağı vahyi dinler. Gafilin kulağı ise hevesin fısıltısına açıktır.

Makale Özeti:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki bir pasaj üzerinden, Kur’an’ın ilâhî çağrısıyla, felsefe-i maddiyenin aldatıcı telkinleri karşılaştırılmıştır. Kur’an insanı Allah’a kul olmaya ve sermayesini kârla satmaya davet ederken, nefis ve maddeci felsefe insanı yalancı bir sahiplik vehmiyle kandırır. Bu iki ses arasında tercih yapan insan ya ebedî hayatı kazanır ya da karanlık bir körlüğe düşer. Kurtuluş, “sırat-ı müstakim”e yönelmek ve hakikatin sesine kulak vermekle mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Allah’ın Mükâfatlandıran Alımı: Beş Kâr ve Beş Zarar Üzerine Düşünce

Allah’ın Mükâfatlandıran Alımı: Beş Kâr ve Beş Zarar Üzerine Düşünce


اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

   Ey insan! Nedendir ki şu azîm ticarete girmiyorsun? Rabb-ı Kerîm, senin yanında emâneten koyduğu mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ ki zâyi olmaktan muhafaza etsin. Hem bin derece kıymeti yükselsin. Hem bedeline büyük bir fiyat veriyor. Hem istifâden için senin elinde bırakıyor. Hem külfet-i idaresini kendisi deruhte ediyor. İşte sana beş mertebe kâr içinde kâr! Halbuki ey gafil! Ona satmadığından, emânette hıyânet ettin. Hem bütün bütün kıymetten düşürttün. Hem bilâfaide senin elinde zayi olacak. Hem o yüksek fiyat elinden gidecek. Hem senin zimmetinde, günahı ile tekâlif-i idaresi ve âlâmı ile zahmet-i muhafazası kalacak. İşte beş müthiş derecede hasaret içinde hasaret!”
Nur’un İlk Kapısı

Kur’ân’ın şu muazzam ayeti insanı durup derin bir muhasebeye çağırır:

> “اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ”
“Şüphesiz Allah, müminlerden mallarını ve canlarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır.” (Tevbe Suresi, 111)

Bu ayet, Cenab-ı Hakk’ın insanla yaptığı en kazançlı ve en şerefli alışverişi beyan eder. Zira Allah insanın kendisine ait olmayan, zaten O’na ait olan nefsi ve malı, ona ebedî bir cennet karşılığında “satın almak” istiyor. Ve bu alışveriş, eşi benzeri olmayan bir mükâfatı da beraberinde getiriyor: Cennet, ebediyet, rıza-i İlahi.

  1. Neden Bu Ticaretle İlgilenmiyoruz?

Bugün insanlar, geçici menfaatler, gelip geçen kârlar için canhıraş bir şekilde çabalıyor. En küçük bir ekonomik kazancı bile elde etmek için saatlerini, günlerini veriyor. Fakat Allah’ın ebedî bir saadet karşılığı sunduğu bu “manevî alışverişe” çoğu insan bigâne kalıyor.

Neden?

Çünkü bu dünya gözüyle bakıldığında can, mal, mülk sanki bizimmiş gibi görünür. Oysa hakikat şu ki, sahip olduğumuz her şey emanet. Allah’tan gelen ve yine Allah’a dönecek olan bir emanet. Ve işte Rabbimiz, bu emanetleri yine bize, ama kıymetini misliyle artırarak geri satmak istiyor.

  1. Beş Kat Kâr: Allah’a Satmanın Hikmeti

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bu ticaretin içinde beş büyük kazanç vardır:

Zayi olmaktan muhafaza edilir: İnsanın canı ve malı fani olduğu için zayi olmaya mahkûmdur. Allah’a satıldığında ise bâki bir kıymet kazanır.

Kıymeti bin derece yükselir: Dünya için harcanan bir ömür, sonunda kabirde tükenir. Fakat Allah için harcanan ömür, ebedî mükâfatlar doğurur.

Büyük bir fiyat verilir: Karşılık, sadece cennet değil; rıza-i İlahi, dostluk ve sonsuz saadettir.

Senin elinde bırakılır: Allah onu hemen almaz. Sen o can ve malı, hayatın boyunca kullanırsın. Sadece niyet ve yön değişir.

İdaresinin külfeti Allah’a aittir: Teslim olan kalbe Allah yardım eder, yönetimini üstlenir, yükü hafifletir.

Bu beş kazanç, yalnızca bir inanan için değil, her akıl sahibi için mantıklı ve kıymetlidir. Çünkü akıl, geçiciye değil, kalıcıya yatırım yapmayı gerektirir.

  1. Beş Kat Zarar: Satmayanın Hasareti

Peki bu büyük ticarete girmezsek ne olur?

Emanette hıyânet etmiş oluruz: Allah’ın verdiği canı O’na karşı kullanmak, bir nankörlük ve ihanettir.

Kıymetten düşer: Allah için çalışmayan bir ömür, tüketilmiş bir sermaye olur.

Zayi olur: Ölümle her şey biter, ardında hiçbir iz bırakmadan kaybolur.

Yüksek fiyat kaybolur: Cennet ve sonsuzluk nimeti kaybedilir.

Zimmette kalır: Hem günah yükü, hem de mal ve canın zahmeti omuzda kalır. Ahirette bu hesap sorulur.

Bu beş zarar, sadece uhrevî değil; dünyevî bir huzursuzluğu da beraberinde getirir. Çünkü insan, manevî sermayesini yanlış yerde harcadığında, içten içe tükenmeye mahkûmdur.

  1. Bu Alışverişte Sırrı Anlamak

Bir alışverişin sırrı, karşılıklı rıza ve güven üzerinedir. Allah bize güveniyor, bizden canımızı ve malımızı istiyor. Biz de O’na güvenip teslim olmalıyız. Çünkü bu ticarette zarar ihtimali yoktur. Zaten her şey O’nundur. Biz sadece emanetçiyiz.

İşte bu nedenle Allah’a teslimiyet, esarete değil, hürriyete; yüklenmeye değil, hafiflemeye; faniye değil, bakîye yönelmedir. Ve bu teslimiyetle kişi sadece Allah’a satar, karşılığında sonsuzluğu alır.

Sonuç: En Büyük Yatırım Ebediyete Olandır

İnsan bu dünyada tüccardır. Herkesin bir sermayesi var: Canı ve malı. Bu sermaye ya ebedîye yatırılır ya da faniye harcanır. Akıllı tüccar, az bir şey verip sonsuz kâr alandır.

O hâlde, ey insan!
Mal senin değil, can senin değil, ömür senin değil…
Ama tercih senin.
Sat ve kazan, tut ve kaybet.

Makale Özeti:

Bu makalede, Tevbe Suresi 111. ayetinin ışığında insanın can ve malını Allah’a satmasının hikmeti, faydası ve derin anlamı üzerinde durulmuştur. Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı”ndaki açıklamalar doğrultusunda, Allah’a satılan bir can ve malın beş büyük kazanç sağladığı, satılmadığında ise beş büyük zarar doğurduğu ortaya konmuştur. Makale, hem akla hem kalbe hitap ederek, insanı bu İlâhî alışverişe girmeye teşvik etmekte ve en büyük yatırımın ebediyete yapılan yatırım olduğunu anlatmaktadır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Gözün İki Yolu: Şehvetin Hizmetkârı mı, Şehâdetin Nuru mu?

Gözün İki Yolu: Şehvetin Hizmetkârı mı, Şehâdetin Nuru mu?

“Meselâ, göz, Allah hesabına isti’mâl edilse; şu kitâb-ı kebir-i kâinatın bir mütâlâacısı ve şu müzeyyen mevcûdâtın bir seyircisi ve şu masnuâtın çiçeklerinin bir arısı olarak ibret ve mârifet ve muhabbet şehdinden yâni balından nur-u şehâdeti kalbe akıtıyor. Eğer nefis hesabına isti’mâl edilse; zâil, fâni bâzı mehasini seyretmekle, heves ve şehvetin âdi bir hizmetkârı olur.”
Nur’un İlk Kapısı

İnsana verilen her uzuv, bir emanet; her hissiyat, bir fırsattır. Özellikle göz gibi keskin, derin ve yönlendirici bir nimet, insan hayatında ya hidayetin anahtarı olur ya da hevesin pençesi hâline gelir. Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda gözün nasıl kullanılacağına dair öyle bir mîzan sunar ki, bu mîzan insana hem bir ölçü verir, hem de bir uyanış kapısı aralar:

> “Göz, Allah hesabına kullanılırsa; kâinat kitabının bir okuyucusu, mahlûkatın bir seyircisi, san’at eserlerinin bir arısı olur. Bu göz, ibret, marifet ve muhabbet balından kalbe şehadet nuru akıtır.”

> “Ama nefis hesabına kullanılırsa; fanî, gelip geçici güzelliklere takılıp kalan, heves ve şehvetin düşük hizmetkârı hâline gelir.”

Bu ifadeler, gözün iki ayrı yolda nasıl iki ayrı akıbet doğuracağını gözler önüne seriyor.

  1. Göz, Bir Kitap Okuyucusu Olarak

Göz, kâinat denilen muazzam bir kitabı okuyan bir mütalaacı olabilir. Her varlık bir harf, her mahlûk bir kelime, her olay bir cümle gibidir. Gökyüzündeki yıldızlar Allah’ın kudretini; çiçeklerdeki incelik Allah’ın san’atını; bir annenin şefkati Allah’ın rahmetini gösterir. İşte göz, bu ilâhî yazıları okuyup kalbe iman, hayrete akıl, şükre secde sevki yapar.

Böyle bir göz bakarken sadece bakmaz; ibret alır, marifet kazanır, muhabbet duyar. O zaman da baktığı her şey “şehadet” olur: “Bu kâinatın bir sahibi, bir sanatkârı var” der. Göz, basirete dönüşür; sıradan bir uzuv olmaktan çıkar, kalbe pencere olur.

  1. Göz, Bir Arı Gibi

Arı, çiçekten çiçeğe gezer; ama her çiçekten bal almaz. En saf özleri seçer. Göz de eğer Allah hesabına kullanılırsa, varlıkların en derin anlamlarını seçer, onların arkasındaki Esma-i İlahiye’yi seyreder. Kalbe “bal gibi” iman ve muhabbet akıtır. Böyle bir göz, varlıkları zevk için değil, ibret ve hikmet için seyreder. Çiçekleri sadece güzellik için değil, o güzelliği vereni tanımak için inceler.

  1. Göz, Nefis Hesabına Kullanılırsa

Gözün Allah için kullanılmadığı her an, onun nefsin emrine girmesi demektir. İşte o zaman göz, artık bir hikmet arayıcısı değil, bir heves avcısı olur. Güzel manzaralar, suretler, ziynetler onun için geçici zevklerin tuzağına dönüşür. Fanî şeylere tutkun olan bir göz, hem gerçek güzelliği göremez hem de kalbi karartır.

Bu durumda göz, aslî gayesinden sapar; Allah’ı göstermesi gereken bir pencereyken, gaflet perdesine dönüşür. Ne ibret verir, ne marifet kazandırır. Sadece şehveti tahrik eden, boş hayallerin hizmetkârı olur.

  1. Gözün Hesabı ve Sorumluluğu

Her nimet gibi göz de hesap sorulacak bir emanet. Nerelere baktın? Ne için baktın? Baktığın şey seni Allah’a mı yaklaştırdı, nefsine mi hizmet ettirdi?

Cenab-ı Hak, Kur’ân’da şöyle ikaz eder:

> “Gözler günah işlemekten dolayı sorumludur.”
(İsra, 36; Nur, 30-31)

Bu sorumluluk, gözün başıboş olmadığını gösterir. Allah için bakmak da bir ibadettir. Haramdan çevirmek de bir cihattır. Göz, Allah’ın isimlerinin bir tecelligâhıdır; basiretsiz bakış ise bu tecellilere perde çeker.

  1. Gözün Terbiyesi: Muhabbetin Yönü

Aslında mesele sadece “bakmak” değil, “kime ve neye muhabbet duyduğumuzdur.” Kalpte Allah sevgisi varsa göz O’na götüren güzellikleri arar. Kalpte nefsanî heves varsa göz de o hevesi tahrik eden şeylere yönelir. Gözün yönü, kalbin kıblesini gösterir.

Sonuç: Gözünü Nereye Koyduğuna Dikkat Et!

Her gün yüzlerce, binlerce şeye bakıyoruz. Bu bakışlar boş değil. Ya kalbimize nur akıtıyor ya da zehir. Ya hakikate götürüyor ya da heva yolunda köreltiyor. Göz, ya cennetin anahtarı olur ya da gafletin vesilesi.

O hâlde şu soruyu kendimize sormalıyız:

> “Ben gözümü Allah hesabına mı kullanıyorum, yoksa hevesimin kölesi mi oldum?”

Bu sorunun cevabı, hem bu dünyadaki huzurumuzu hem de ebedî akıbetimizi belirler.

Makale Özeti:

Bu makalede, göz nimetinin Allah hesabına ya da nefis hesabına kullanılmasının doğurduğu iki ayrı yol ve iki farklı sonuç ele alınmıştır. Göz, kâinat kitabını mütala eden, mahlûkatı seyreden, ibret ve marifet arayan bir araç olduğunda, kalbe şehadet nuru akıtır. Aksi hâlde, göz fanî güzelliklerin peşinde hevesin hizmetkârı olur, kalbi karartır ve nefsi besler. Bu sebeple göz, Allah’ın marifetine giden bir vasıta olarak kullanılmalı, aksi durumda nefsin tuzağına dönüşebileceği unutulmamalıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Kelimelerin Dil ve Mana İncelemesi

Kelimelerin Dil ve Mana İncelemesi

Ayet:

وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِۜ
(Âl-i İmrân Suresi, 134. Ayetin bir bölümü)

  1. الكاظمين – el-Kâzımîn

Kökü: ك-ظ-م (kazame)

Sözlük Anlamı: Yutmak, bastırmak, içine atmak, tutmak.

Terim Anlamı: Öfkesini yutan, öfkesine hâkim olan kimse.

Yorumu: Kâzım, bir duyguyu dışa vurmadan bastıran kimsedir. Kur’an bu vasfı, özellikle “gayz” (öfke, kin) ile ilişkilendirir. Bu bastırma, zulmü sineye çekmek değil, tepkide ölçüyü koruyarak, nefsin ve şeytanın taşkın arzularına set çekmektir.

  1. الغيظ – el-Ğayz

Kökü: غ-ي-ظ (ğayza)

Sözlük Anlamı: Yoğun öfke, içe işleyen kızgınlık, kaynayan öfke.

Terim Anlamı: Bir haksızlık karşısında hissedilen fakat genelde ifade edilmeyen deruni öfke hali.

Yorumu: “Ğayz”, tepkisel değil, derin bir kızgınlık hâlidir. Kinle karıştırılmamalıdır. Kin süreklilik arz ederken, gayz anlık bir tepkinin sonucudur.

  1. العافين – el-Âfîn

Kökü: ع-ف-و (afve)

Sözlük Anlamı: Bağışlayan, affeden, cezalandırmaktan vazgeçen.

Terim Anlamı: Hakkı olduğu hâlde cezalandırmayan, bağışlayan kimse.

Yorumu: Af, zulme rıza göstermek değildir. İzzetli bir merhametle karşılık vermek, intikam yerine irfanla hareket etmektir. Af, kulun kendi nefsine değil, Allah’a güvenerek yücelmesidir.

🕊️ MAKALE: “Öfkeyi Yutmak: İnsanlık Sanatıdır”

Öfke…
İnsanın kalbine düşen bir kıvılcımdır. Eğer bu kıvılcım kontrol edilmezse, önce dili yakar, ardından elleri tutuşturur ve nihayetinde ilişkileri, aileleri, toplumları kül eder. Tam da bu yüzden, Kur’an, öfke anında sabrı, adaleti ve affı emreder. Bu yönüyle “وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ” ayeti, bir öfke terbiyesi ve ahlak manifestosudur.

“Kâzım” olmak, yalnızca öfkesini içine atan biri değil, onu hikmete çeviren kişidir. Çünkü öfkeyi yutmak pasiflik değil, aktif bir nefis mücadelesidir. Nefis, her zaman “vur” der, ama iman “dur” der. Bir insan, öfkesine hâkim olduğunda, yalnızca bir anı kurtarmaz, geleceğini de kurtarır. Belki bir kelimeyle bir yuva yıkılacakken, sabırla o yuvayı cennete çevirir.

“Ğayz”, insanın en tehlikeli duygularından biridir. Zira adalet kisvesiyle zulme meylettirir. Hakkı ararken haddi aşmaya sürükler. Böylece hakkını korumaya çalışırken, hakkı çiğnemiş olur. Bu yüzden Kur’an, “gayz”ı değil, “kazm”ı över. Çünkü öfke bir ateşse, onu yutmak bir serinliktir; öfke bir fırtınaysa, onu bastırmak bir limandır.

“Af” ise bu terbiyenin zirvesidir. Hakkı olduğu hâlde affeden insan, aslında kendi nefsini azad eder. Kırgınlıklarını Allah’a havale eder, kalbini kinle değil rahmetle yıkar. Kimi zaman en büyük cezalandırma, affetmektir. Çünkü af, güçsüzlerin değil; kalbi büyüklerin işidir.

Düşünün…
Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atılmıştı. Yıllar sonra onları affetti ve sadece affetmekle kalmadı, bağrına bastı. Neden? Çünkü öfkesini bastırmış, affı seçmişti. Sonunda o kazandı; hem kalpleri hem cenneti.

Bugün toplumlar kinle, bireyler hınçla yoğrulmuş durumda. En küçük meselede bile “hesabını soracağım” diyen bir zihin hâkim. Oysa Kur’an bize diyor ki:
“Bağışlayın ki Allah da sizi bağışlasın.”

Bu ayet, bir çağrıdır.
İnsanlara değil önce kendimize:
– Öfkeni yut!
– Kinini sil!
– Affet ki af olunasın!

✍️ Makale Özeti

Kur’an’ın “وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ” ayetinde geçen “kâzımîn” (öfkesini yutanlar), “ğayz” (şiddetli öfke) ve “âfîn” (insanları affedenler) kelimeleri, insana nefsini kontrol etmeyi, öfkesini hikmete çevirmeyi ve bağışlayıcı olmayı öğütler. Öfkeye hâkim olmak pasiflik değil, aktif bir nefis terbiyesidir. Af ise, güçlü bir ruhun, ilahi rızayı esas alarak insanlara merhametle yaklaşmasıdır. Bu vasıflar, bireyi kemale, toplumu huzura ulaştırır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Ertelemenin Gölgesindeki Hayatlar: Yarın Diye Diye Tükenen Umutlar

Ertelemenin Gölgesindeki Hayatlar: Yarın Diye Diye Tükenen Umutlar

Hayat, nefes alıp verdiğimiz her an, bize sunulan eşsiz bir armağan. Ancak bu armağanın kıymetini ne kadar biliyor, onu ne kadar verimli kullanıyoruz? Bir yanda “Yarın Yaparım Diyenler Helak Oldu!” başlığı altında sergilenen mezar taşları ve her birinin üzerinde biriken “yarın” bahaneleri, diğer yanda ise merhametsizliğin getireceği kaçınılmaz kayıplara işaret eden kısa ve özlü bir cümle. Bu iki mesaj, insanlığın ortak zaaflarından ikisini, ertelemeyi ve merhametsizliği, derinlemesine sorgulamamıza yol açıyor.
Bir mezar taşında “Sonra kılarım”, “Evlenince örtünürüm”, “Daha erken”, “Okul bitsin sonra”, “Emekli olduktan sonra”, “Zamanı hele var”, “Hazır değilim”, “Daha gencim”, “Başlarız bir gün” gibi erteleme cümleleri yazıyor. Bu sahnede yürüyen bir adamın silueti, belki de bu mezar taşlarındaki yazıları okuyarak kendi ertelemeleriyle yüzleşen bir bireyi temsil ediyor.
Ve bir Hadis-i Şerifte: “Cehennem halkının en fazla çığlıkları güzel işlerini, tövbelerini tehir etmekten, ertelemekten, yarıncılıktan kaynaklanır.”
Bu hadis, ertelemenin sadece dünyevi kayıplara değil, ahiret yurdunda da derin pişmanlıklara yol açacağını açıkça ifade ediyor.
Ertelemek, modern çağın en yaygın hastalıklarından biridir. Yapılması gerekenleri sürekli olarak yarına, bir sonraki zamana bırakmak, sanki zaman denen bu kısıtlı sermayenin sonsuz olduğunu varsaymak gibidir. Yarınlar, çoğunlukla hiç gelmeyen, gelse bile dünün heyecanını ve fırsatını taşımayan birer hayalden ibarettir. İbadetleri ertelemek, tövbeleri geciktirmek, sevdiklerimize iyi davranmayı sonraya bırakmak, ilim öğrenmeyi, iyi bir iş yapmayı, bir projeye başlamayı “bir gün”e hapsetmek… Tüm bunlar, zamanın kılıcı altında eriyip giden ömrümüzden çalınan değerli anlardır. Her “yarın yaparım” deyişimiz, aslında potansiyel bir fırsatın, bir iyiliğin, bir adımın tabutuna çakılan bir çividir. Vakti gelince pişmanlıklarla dolu bir mezarlıkta uyanmak istemiyorsak, şimdi ve burada harekete geçmeliyiz.

*********

“Merhametsiz olan herkes kaybedecek. Her gün bir şeyini, bir gün her şeyini…”

Bu cümle, yaşamın bir diğer temel ilkesini, merhameti ifade etmektedir.
Merhamet, sadece başkalarına karşı duyduğumuz şefkat değil, aynı zamanda kendimize, zamanımıza ve potansiyelimize karşı gösterdiğimiz bir nezakettir. Merhamet eksikliği, kişinin çevresiyle bağlarını zayıflatır, empati yeteneğini köreltir ve nihayetinde yalnızlığa sürükler. Merhametsiz bir kalp, dünyevi kazanımlarla dolsa bile, gerçek mutluluğu ve huzuru bulamaz. Kaybetmekten kasıt sadece maddi varlıklar değil, aynı zamanda iç huzur, sevgi, saygı, dostluk gibi paha biçilmez manevi değerlerdir. Merhametsizce ertelenen yardımlar, söylenmeyen güzel sözler, yapılmayan iyilikler, aslında kendi ruhumuzdan çaldığımız parçalardır.

Böylece Hayatın değeri, anı yaşamakta, yapılması gerekenleri ertelememekte ve kalbimizi merhametle doldurmaktadır. Her birimiz, kendi “yarın yaparım” mezar taşlarımızı inşa etmemek için bugün adım atmalıyız. Pişmanlıkların gölgesinde değil, eylemlerin ve merhametin aydınlığında bir ömür sürmek için, zamanın kıymetini bilmeli ve kalbimizi şefkatle beslemeliyiz. Zira hayat, ertelemeye gelmeyecek kadar kısa, merhametsizliğe tahammül edemeyecek kadar değerlidir.

Özet:

Bu makale, “Yarın Yaparım Diyenler Helak Oldu!” ve “Merhametsiz olan herkes kaybedecek.” mesajlarını ihtiva eden sözlerden hareketle, ertelemenin ve merhametsizliğin insan hayatındaki yıkıcı etkilerini ele almaktadır. İnsanların ibadetleri, tövbeleri ve genel olarak iyi işleri “yarın”a bırakarak hayatlarını nasıl pişmanlıklarla doldurduklarını bildirirken, Peygamberimizin (sav) bir hadisiyle bu durumun ahiretteki vahim sonuçlarına dikkat çekilmektedir.
Makale, ertelemenin zamanın kıymetini bilmemekten kaynaklandığını ve kaçırılan fırsatlara yol açtığını anlatır.

İkinci cümledeki “merhametsiz olan herkes kaybedecek” mesajı ise, merhametin sadece başkalarına değil, kişinin kendi iç huzuru ve manevi zenginliği için de ne kadar önemli olduğunu belirtir. Merhamet eksikliğinin yalnızlığa ve deruni boşluğa neden olduğu ifade edilir.
Sonuç olarak makale, zamanı iyi kullanmanın, ertelemekten kaçınmanın ve kalbi merhametle doldurmanın, pişmanlıklardan uzak, anlamlı bir hayat sürmek için elzem olduğunu belirtir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

“İnsani Yardım” Maskesi Altında Cani Planlar: Zalimler İçin Yaşasın Cehennem!

“İnsani Yardım” Maskesi Altında Cani Planlar: Zalimler İçin Yaşasın Cehennem!

Tarih boyunca zalimler daima mazlumların kanı üzerinden medeniyet kurma iddiasında bulundu. Ancak her yalanın bir ömrü, her zulmün bir vakti vardır. Bugün Gazze’de yaşananlar, tarihin gördüğü en alçakça planlardan biri olarak hafızalara kazınıyor. “İnsani yardım” adı altında kurulan sözde vakıflar, danışmanlık şirketlerinin hazırladığı “sürgün planları” ve “kamplarda yaşam” kurguları, bir soykırım senaryosunun diplomatik kılıfa bürünmüş hâlidir.

500 Bin Filistinliyi Sürgüne Hazırlayan Akıl

Boston Consulting Group (BCG) gibi büyük danışmanlık şirketlerinin, 500 bin insanı yerinden edecek planlar hazırlaması, sadece bir stratejik plan değil, bir insanlık suçudur. Bu şirketlerin “yardım” adı altında hazırladığı belgeler, Hitler döneminin toplama kamplarını aratmayacak cinsten projelerdir. Gazze Yardım Vakfı (GHF) ise yardım perdesi ardına gizlenmiş modern bir Siyonist tuzaktır.

Sözde “insani şehir” planı, aslında bir mezar şehirdir. İsrail Savunma Bakanı Katz’ın açık açık “Bu kamplara giren bir daha çıkamaz” sözleri, niyetin ne olduğunu çok net ortaya koyuyor. Bu, bir “etnik temizlik” değil, doğrudan “varlık silme” girişimidir.

Bebek Cesetleri ve Bombalanan Hastaneler: Sessizliğe İsyan

Gazze’de hastanelerin bombalanması, bebeklerin top mermileriyle parçalanması, sıradan bir savaşın değil, insanlığa karşı işlenen bir suçun izleridir. Şu ana kadar 57 bini aşkın şehit… Aralarında binlerce çocuk… Ve dünya, bunu hâlâ bir “çatışma” olarak tanımlıyor.

Her gün bir katliam, her gece bir ağıt yükseliyor Gazze’den. Fakat her defasında bu sesler “insani yardım” paketlerinin ambalajına sarılıyor, batı medyasının çarpıtmalarıyla boğuluyor.

Kızgın Boğalardan Kaçan İspanyollar, Filistin İçin Durdu

İspanya’daki San Fermin Festivali’nde 1 milyon kişinin hep bir ağızdan “Özgür Filistin” diye haykırması, dünyanın vicdanının hâlâ ölmediğini gösteriyor. Bu tür çıkışlar, küçük gibi görünse de, insanlık onurunun hâlâ bazı yüreklerde yaşadığının isbatıdır. Filistin için yükselen her ses, zulmün karanlığında bir kandildir.

Kurtarıcı Diye Gelen ABD ve Trump: Ateşe Benzin Dökenler

Dünyaya barış vadeden Trump’ın, Ukrayna’ya yeni silah sevkiyatı açıklaması, “barış” söylemlerinin içinin ne kadar boş olduğunu bir kez daha isbatladı. Trump ya da başka biri… ABD siyaseti, halklar üzerinden çıkar devşirme sistemine dönüşmüştür. Aynı anlayış şimdi İran’da da devreye girmiş görünüyor. Pezeşkiyan’a suikast girişimi ve nükleer tesislere yapılan saldırılar, bölgeyi yangın yerine çevirmeye yemin etmiş karanlık odakların işidir.

Kur’an’dan Ders: Zulmün Haritası Hep Aynıdır

Kur’ân, “Zalimler için hazırlanmış olan cehennem” (Furkan, 25/19) ayetiyle bu tür planların sonunu çok önceden haber vermiştir. İsrailoğullarının kendi içindeki zalimlerinin nasıl azaba uğradığını anlatan onlarca kıssa, bugünkü İsrail’in benzer akıbetine işaret eder. Bir milleti topyekûn mahkûm etmeyen Kur’ân; zalim olanı ayırır, mazlumu ayakta tutar.

Bu sebeple Müslümanların yapması gereken şey, sadece protesto değil, aktif bir şekilde şuurlu dayanışmadır. Gazze sadece bir coğrafya değil, imanın ve zulme karşı direnişin adıdır.

Özet:

Bu makalede, İsrail ve ABD destekli kuruluşların Gazze’de “insani yardım” adı altında yürüttüğü etnik temizlik ve toplama kampı planlarına dikkat çekilmiştir. İsrail’in saldırıları altında binlerce Filistinli hayatını kaybetmiş, hastaneler ve bebekler hedef alınmıştır. Buna rağmen dünya kamuoyunun sessizliği sürmektedir. Ancak İspanya’daki vicdani çıkış gibi bazı gelişmeler, insanlığın tamamen ölmediğini göstermektedir. Kur’ân perspektifiyle değerlendirildiğinde bu zulmün geçici, mazlumun ise kalıcı olduğu açıkça ortadadır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Eğer Ölümü Öldürebilirsen, Konuş!

Eğer Ölümü Öldürebilirsen, Konuş!

“Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen; zevâli dahi dünyadan izâle edebilirsen; ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen; ve katıü’t-tarîklik yapmak için zîhayatın hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan; dinden istiğna ve dinin şeairini terketmeğe insanları dâvet edebilirsin. Yoksa ey sersem! Sus!.. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın dediğini dinle.”
Nur’un İlk Kapısı

Her şeyi kontrol ettiğini zanneden insan,
bir musibetle, bir acizle, bir kayıpla
ya da bir ölüm haberiyle aniden durur.
Çünkü bütün dünyevî hikâyelerin sonunda
değişmeyen bir hakikat vardır:
Ölüm.

İşte bu yüzden Bediüzzaman Said Nursî, gaflet içinde dine burun kıvıran,
dünyayı ebedî zanneden insanlara dönerek şöyle seslenir:

> “Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen… zevâli dahi dünyadan izale edebilirsen… acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen…”

Yani:
Sen ölüm gibi kesin bir hakikati ortadan kaldırabiliyor musun?
İnsanlığın sonsuz arzularına, bu fâni dünyada cevap verebiliyor musun?
İnsanın aczini, fakrını, çaresizliğini ebedî bir güvene dönüştürebiliyor musun?

Hayır?
O zaman sus!
Çünkü konuşma hakkı, ancak hakikati bilenindir.

🌑 Ölüm: Fikrî Dürüstlüğün Testi

İnsanı dinden uzaklaştıran fikirler, genellikle ölüm gerçeğinden kaçar.
Felsefî sistemler, nefsî eğilimler, seküler talimler
hayatı sadece “şimdi” ile sınırlamak ister.
Çünkü “ölüm” geldiğinde bütün o süslü yalanlar çöker.

Ölüm, insanın kibir balonunu patlatır.
Ve insana şöyle der:
“Sen fâni bir yolcusun. Nereye gidiyorsun?”
Bu sorunun cevabını din verir.
Kur’ân verir.
Vahiy verir.

🪞 Acz ve Fakr: İnsan Olmanın İtirafı

> “Acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen…”

İnsan, ne kadar zengin olsa da bir hastalıkla yere yığılır.
Ne kadar güçlü olsa da bir afetle un ufak olur.
Ne kadar bilgili olsa da bir ölümle susar.

İşte bu yüzden din, insanı önce kendisiyle tanıştırır.
Sen acizsin.
Sen fakirsin.
Sen fânisin.
Ama işte tam bu noktada, din sana sonsuz bir kudretin, bir Rahmân’ın kapısını açar.
İnsan bu kapıdan içeri girdiğinde,
hiçbir acz onu ezemez, hiçbir fakr onu korkutamaz.

🛑 Ebed Yolunu Kapatabilir misin?

> “Katıu’t-tarîklik yapmak için zîhayatın, hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan…”

En sarsıcı soru bu:
İnsanın içindeki ebed arzusunu susturabiliyor musun?

İnsan, sonsuzluk için yaratıldığını hisseder.
Geçici olan hiçbir şey ona yetmez.
Mutluluk dursa da, huzur sürse de,
eninde sonunda içinde bir “devam etsin” arzusu uyanır.

Bu arzuyu hiçbir felsefe tatmin edemez.
Çünkü bu arzu yaratılışın özüdür.
Ve bu arzunun tek karşılığı Cennet’tir.
Tek yolu ise vahiy ve imanla çizilmiştir.

📖 Sus ve Kur’ân’ı Dinle

Son satırda, Bediüzzaman net bir çağrıda bulunur:

> “Yoksa ey sersem! Sus! Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın dediğini dinle!”

Bu, kibirle konuşan akla bir sarsıcı uyarıdır.
“Her şeyi ben bilirim” diyen nefsin yüzüne vurulan bir tokattır.
Çünkü hakikat, insanın uydurduğu şey değil;
Allah’ın gönderdiği şeydir.

Susmak, teslimiyettir.
Kur’ân’ı dinlemek, gerçek konuşmaya kulak vermektir.

ÖZET

Bediüzzaman’a göre, dine burun kıvıran insan ancak şu dört şeyi başarabildiği zaman konuşabilir:
1. Ölümü öldürmek,
2. Dünyanın faniliğini ortadan kaldırmak,
3. İnsanın acz ve fakrını yok etmek,
4. Ebed yolunu kesmek.

Bunları yapamayan hiçbir fikir, dine alternatif olamaz. Bu yüzden insan, susmalı ve Kur’ân’ın rehberliğine kulak vermelidir. Çünkü ölüm, acz ve ebediyet arzusu, insanı ancak vahiy ve imanla tatmin eder.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

İman Sarayı ve Kapalı Kapılar: Hakikatin Değerini Anlamak

İman Sarayı ve Kapalı Kapılar: Hakikatin Değerini Anlamak

“Bir saray var. O sarayın yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapının açılmasıyla, o saraya girilebilir. Öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir-iki tanesi kapalı olsa, o saraya girilemez diye söylenemez.

   İşte hakâik-i îmâniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakâik-i îmâniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilmez. Şeytan ise, bâzı esbaba binaen, ya gaflet veya cehâlet vasıtasıyla kapalı kalmış bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskât ediyor. “İşte bu saraya girilmez; belki bu saray değildir, içinde birşey yoktur.” der, kandırır.”
Nur’un İlk Kapısı

İnsanın kalbinde nice hakikatler bir saray gibi kurulmuştur. Bu saray, iman hakikatlerinin bütününü içinde barındırır. Her bir iman esası—Allah’a iman, ahirete iman, meleklere iman, kitaplara iman, kader ve kazaya iman gibi—o sarayın bir kapısıdır. Her kapı, ayrı bir pencereden o muhteşem sarayın içindeki manevî güzelliklere açılır. Her kapının kendine has bir anahtarı vardır; bu anahtarlar da delillerdir, burhanlardır, hüccetlerdir.

İşte bu saraya girmenin sırrı, bu delilleri görmek ve kalp gözünü onlarla açabilmektir. Sarayın bir kapısını açmak, aslında içeri girmeye ve o âlemin hakikatlerini temaşaya başlamak için yeterlidir. Diğer kapılar zamanla açılabilir; yeter ki saraya girecek niyeti taşıyan bir ruh, bir kalp olsun.

Fakat ne hazindir ki, şeytan ve nefsin işbirliği, gaflet ve cehaletin yardımıyla bu saraya girmek isteyenleri yanıltmak için sinsi bir hile kullanır: Açık olan birçok kapıyı görmezden gelip sadece kapalı kalan bir kapıyı gösterir. “Bak,” der, “bu kapı açılmıyor; demek ki bu saray boş, belki saray bile değil!” Halbuki hakikatin değeri, birkaç kapının hâlâ açılmamış olmasından dolayı eksilmez.

Burada en büyük aldanış, hakikatin tamamını sadece birkaç çözülmemiş meseleye indirip tümünü inkâr etmektir. Bu durum, içinde paha biçilmez hazineler olan bir saraya sadece bir kapısı kapalı diye hiç girmemek gibidir. Akıl ve kalp bu hileye karşı uyanık olmalıdır. Çünkü imanın hakikatleri öyle derin, öyle kuşatıcıdır ki, bazen bir tek burhan, insanın tüm benliğini sarsar ve hakikate götürür.

Düşünün ki; bir bina hakkında yüz kişiden doksan dokuzu “Bu bina sağlamdır, içinde oturulabilir” diyor. Bir kişi de “Bence bir kusur olabilir” diyor. Şimdi bu tek şüpheye dayanarak o sağlam yapıyı yıkmak, ne kadar mantıksızsa, yüzlerce iman deliline rağmen bir meseleyi anlayamayıp imanı terk etmek de o kadar yanlıştır.

İman sarayının tüm kapılarını açmaya ömrümüz yetmeyebilir. Ama içeri girmek için bir kapı yeterlidir. O bir kapı, bize içeridekileri gösterir. Göremediğimiz kapılar için ise sabırla, dua ile, ilimle çabalamak gerekir. Çünkü zamanla, açılmayan kapılar da açılacaktır. O halde insan, birkaç kapının henüz açılmadığı bahanesiyle o sarayı inkâr etmemelidir.

Zira hakikatin değeri, bizim onu ne kadar anladığımızla değil, onun hakikat oluşuyla sabittir. Gözümüz görmese de güneş vardır. Biz bilmesek de yerçekimi vardır. Öyle de, kalp bazen her şeyi idrak etmese bile iman hakikatleri vardır. Ve bir gün, kalp ve akıl o kapalı kapıların ardındaki manaları da idrak edecektir.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “iman sarayı” temsili üzerinden şu gerçeğe dikkat çekilmiştir: İmanın tüm delilleri ve hakikatleri, bir sarayın farklı kapıları gibidir. Bir kapının açılması, içeri girmeye ve hakikati tanımaya yeterlidir. Ancak şeytan, bazı kapıların kapalı kalmasını öne sürerek bütün sarayı inkâr ettirir. Akıl ve kalp bu hileye aldanmamalıdır. Hakikati anlamakta zorlanmak, onun yokluğuna değil, bizim idrakimizin sınırlılığına işarettir. Sabır, ilim ve dua ile tüm kapılar zamanla açılabilir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Hakiki Rehber: Kur’an ve Sünnet Mizanında Hayat

Hakiki Rehber: Kur’an ve Sünnet Mizanında Hayat

“İşte ey şeytanın desiselerine müptela olan bîçare insan! Hayat-ı diniyenin ve hayat-ı şahsiyenin ve hayat-ı içtimâiyenin selâmetini dilersen; ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemât-ı Kur’âniye’nin mîzanlarıyla ve Sünnet-i Seniyye’nin terazileriyle a’mâl ve hâtıratını tart ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyye’yi rehber yap ve

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ

   de, Cenâb-ı Hakk’a iltica et!…”
Nur’un İlk Kapısı

Hayat, insana emanet edilmiş büyük bir sermaye ve imtihan vesilesidir. Bu hayat, yalnızca bireysel bir yürüyüş değil; aynı zamanda dinî, içtimaî, fikrî ve kalbî bir yolculuktur. Ve bu yolculukta insan, daima yönünü tayin edecek bir pusulaya, adımlarını dengeleyecek bir mizana, kararlarını isabetli kılacak bir ölçüye muhtaçtır. İşte o ölçülerin en doğrusu, Kur’ân-ı Hakîm’in muhkem mizanları ve Sünnet-i Seniyye’nin terazileridir.

Fakat şeytan, bu ilâhî ölçülerin yerine aldatıcı hayalleri, süslü fakat boş fikirleri, geçici arzuları koymak için gece gündüz çalışır. Kalbe vesvese fısıldar, akla şüphe tohumları eker, insanı gafletin ve hevânın girdabına çeker. İşte bu nedenle, insanın her an uyanık olması gerekir. Çünkü şeytan yalnızca dinî hayatı değil, şahsî huzuru, sosyal dengeyi ve fikir istikametini de ifsat eder.

Bediüzzaman Said Nursî bu gerçeği şöyle özetler: Eğer hayatının her sahasında selamet istiyorsan; şeytanın desiselerine kapılmamak, fikrinin sıhhatini korumak, kalbini selamette tutmak ve nazarını isabetli kılmak istiyorsan, yapacağın şey bellidir: Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyye’yi rehber edinmek.

Bu rehberlik sadece şekli bir bağlılık değil, bütün niyetleri, fiilleri, düşünceleri onların terazisinde tartmaktır. Kur’ân ve sünnet, sadece ibadetleri değil; alışverişten aile hayatına, eğitimden siyasete kadar her şeyi ölçen ilahî mizanlardır. Onlar olmadan fikir karışır, kalp sapar, nefis azgınlaşır, toplum çözülür.

Bununla beraber insan, acizdir, nisyana meyyaldir. Bu yüzden hem daima tefekküre hem de Rabbine ilticaya muhtaçtır. İşte bu iltica, Bediüzzaman’ın da hatırlattığı şu kısa ama tesirli dua ile başlar:
“Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm.”

Bu dua, sadece şeytanı uzaklaştırmak değil, aynı zamanda bir idrakin, bir duruşun göstergesidir: “Ben kendi başıma, nefsimin ve şeytanın tuzaklarından kurtulamam; Rabbim, bana yardım et!” demektir. Bu bir teslimiyettir, aynı zamanda bir istikamet arayışıdır.

Kur’ân ve sünnetin ölçüsüyle yaşamak, sadece dinî bir vecibe değil; aynı zamanda aklî bir zorunluluktur. Çünkü şeytanın yolu hevâya kolay, hakikate uzak; Kur’ân’ın yolu ise sabır ve metanet ister ama neticesi selamettir.

Özet:

Bu makalede, şeytanın insan hayatını çeşitli yönlerden ifsat edebileceği; ancak Kur’ân’ın muhkem mizanları ve Sünnet-i Seniyye’nin terazileriyle bu tuzaklardan korunulabileceği anlatılmıştır. Bireysel, dinî ve toplumsal hayatta istikamet ve selamet ancak bu iki temel rehberle sağlanabilir. Şeytanın desiselerinden kurtulmak için en güçlü silahlardan biri de, bilinçli bir kalple edilen “Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm” duasıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Bir Dosyanın Kapanışı: Emeklilikten Ebediyete

Bir Dosyanın Kapanışı: Emeklilikten Ebediyete

 

Bugün itibariyle çok şükür 65 yaş dolayısıyla öğretmenlik mesleğinden emekli oldum.
Hamdolsun.
Memura bir evrak için gittiğimde tüm görev süresince bana ait olan klasörü gostererek;
Hocam, her şey tamam, şu dosyanızı da arşive kaldıracağız, başka iş kalmadı, dedi.
Bir an sonrasına gittim.
Artık okulla işim bitmiş, dosyam da kaldırılmıştı.
Bunu bir günde dünyadan gidince söyleyecekler.
Merhumun tüm resmi ve gayri resmi dosyaları kütükten düşülmüştür.
Öyle değil mi?

*********

Hayat uzun bir yolculuktur; ama bu yolculukta duraklar kadar dosyalar da vardır. Her insanın ömrü, tıpkı devlet dairelerinde tutulan klasörler gibi, kayıt altına alınır. Kimlik kartları, sicil belgeleri, disiplin kayıtları, başarı belgeleri, teşekkür yazıları, hatta unutulmuş birkaç evrak bile dosyanın içindedir. İşte insan, yıllar içinde çalıştığı kurumlarda kendisine ait bir iz bırakır; hem evraklarda hem gönüllerde.

Emekli olan bir öğretmenin devlet dairesinde karşılaştığı tablo, aslında hepimizin bir gün karşılaşacağı hakikatin küçük bir izdüşümüdür. Memurun “Dosyanızı da arşive kaldıracağız, işiniz bitti.” demesi; sıradan bir işlem değil, adeta varlığın idari olarak da tamamlandığını, o görevin kapandığını ilan eden bir cümledir. O dosya, bir dönemin bittiğini, artık başka bir kimlikle, başka bir statüyle yaşanacağını fısıldar.

Ama asıl derin ve düşündürücü olan şudur:

Bir gün bu dünyadan göç ettiğimizde de aynı şey olacak.

O gün yine birileri diyecek ki:

> “Merhumun tüm resmi ve gayri resmi dosyaları düşmüştür.”

Artık devlet kayıtlarında da, mahalle nüfusunda da, sosyal güvenlik sisteminde de aktif bir yerimiz kalmayacak. Ne işe gidilecek, ne maaş alınacak, ne sicil işlenecek. Dünya defteri kapanmış olacak. Ve bu kapanış, sadece bir klasörün rafa kaldırılması değil, tüm bir ömrün muhasebesi anlamına gelecek.

Dünyada Dosya Kapanır, Ahirette Açılır

Risale-i Nur’da geçen bir ifadede özetle şöyle denilir:
Bu dünya bir meydan-ı imtihandır. Burada işleyen yazılır, fakat karşılık verilip yargılama burada yapılmaz. Ahirette ise dosyalar açılır, herkesin hayat kitabı kendisine okunur.

Demek ki, dünyada resmi işlemler nasıl bir dosyada toplanıyorsa; manevi işlemlerimiz de Levh-i Mahfuz’da toplanıyor. Allah’ın katip melekleri, hiçbir detayı atlamadan yazıyor. Küçük büyük her amel, her söz, her niyet, o büyük dosyada kayıtlı.

Öğretmenlik hayatı boyunca nice öğrenciye bilgi, ahlak, yön ve ışık olan bir kişi; inşallah bu yönüyle manevi bir sermaye biriktirmiştir. Her doğru yönlendirme, her güzel söz, bir başka insanın kaderinde olumlu bir değişime sebep olmuşsa, bu da ahiret dosyasına yazılmıştır.

O yüzden emeklilik, bir son değil; bir tefekkür başlangıcıdır. Kendini dışarıya kapatmayan, topluma hâlâ örnek olmaya devam eden bir öğretmenin emekliliği, sadece görev tanımının değişmesidir. Artık tahtada değil, hayatın ortasında öğretmeye devam edecektir.

Ama o kapanan dosya, bir şeyi daha hatırlatır:

Bir gün asıl dosya kapanacak.

Ve o gün, arşivlere değil mahşer meydanına konulacağız. Bu sebeple, emekliliği bir zafer olarak görmekten ziyade, “şimdi ne yapmalıyım, daha ne kadar hazırlanmalıyım?” sorusuyla karşılamak gerekir.

Çünkü:

Devlet arşivine giden dosya belki bir daha hiç açılmaz.

Ama ahiretteki dosya, kişinin ebedi akıbetine yön verecek kadar önemlidir.

Şimdi ne yapmalı?

Emeklilik, sadece bir veda değil, aynı zamanda bir davettir. Yeni bir hayata, yeni bir hizmet biçimine, belki daha az meşguliyetle daha çok derinleşmeye çağırır. Kitaplar, tefekkür, ibadet ve özellikle de genç nesle manevi miras bırakma zamanı gelir çatar.

Çünkü ölüm, emekliliğin de emekliliğidir.

Sonuç:

Dünyadaki klasörler rafa kaldırılır, tozlanır, unutulur. Ama ebediyetin dosyaları canlıdır, titizlikle korunur ve günü geldiğinde açılmak üzere bekler.

Öyleyse, şimdi kapanan dosyanın ardından durup şunu sormalı:
Ben ebedî dosyam için neler biriktirdim?

Özet:

Bu makalede, bir öğretmenin emekliliği vesilesiyle yaşadığı “dosya kapatılma” süreci üzerinden hayatın geçiciliği ve ölüm sonrası sorumluluklar ele alınmıştır. Emekliliğin bir dinlenme değil, daha derin bir hazırlık dönemi olduğu anlatılmış; dünya dosyalarının kapanışı ile ahiret dosyalarının açılışı arasındaki bağlantı hikmetli bir bakışla işlenmiştir. Her kapanan klasör, bir açılışın habercisidir: Ya hesap günü ya da ebedî bir istirahat…

***********

Kur’ân-ı Kerîm, amel defterlerinin verilmesini çok çarpıcı ve ibretli şekilde anlatır. Bu anlatımlar, insanın dünya hayatındaki yaptıklarının kayıt altına alındığını ve ahirette bu kayıtların ortaya konulacağını bildirir. Özellikle sağdan ve soldan verilen defterler ile ilgili sahneler, insanın ebedî akıbetine dair derin bir uyarı taşır. İşte bu konuda Kur’an’daki bazı ibretli ayetler ve kısa izahlarıyla birlikte bir derleme:

  1. Sağdan Amel Defteri Verilenler: Sevinç ve Kurtuluş Sahnesi

📖 “Kitabı sağından verilen kimse der ki: ‘Alın, kitabımı okuyun!’”

(Hâkka Suresi, 19)

Bu ayette kurtuluşa eren müminin sevincine dikkat çekilir. O kişi, amel defterini utanmadan, sıkılmadan çevresindekilere gösterir. Çünkü içinde hayırla dolu bir ömür vardır.

📖 “Ben zaten hesabımla karşılaşacağımı biliyordum.”

(Hâkka, 20)

Bu ifade, dünyadayken hesap bilinciyle yaşamanın ve buna göre bir hayat sürmenin sonucudur. Mümin kişi, dünyada yaptığı hiçbir şeyin boşuna olmadığını bilerek yaşar.

📖 “Artık o, hoşnut edici bir hayat içindedir. Yüksek bir cennettedir.”

(Hâkka, 21-22)

Bu ödül, dünyada yaptığı sabır, takva ve ihlaslı amellerin karşılığıdır. Cennet, onun için bir mükâfat değil; adaletin tecellisidir.

  1. Soldan Amel Defteri Verilenler: Dehşet ve Pişmanlık Sahnesi

📖 “Kitabı sol tarafından verilen kimse ise şöyle der: ‘Keşke kitabım bana verilmeseydi!’”

(Hâkka, 25)

Bu sahne, pişmanlığın en derin halini yansıtır. Artık hiçbir şey geri çevrilemez, hiçbir mazeret geçerli değildir. O kişi, dünyadayken yaptığı kötülüklerin şimdi bir bir önüne konduğunu görür.

📖 “Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!”

(Hâkka, 26)

Hesap, artık iş işten geçtikten sonra anlaşılmıştır. Ne çare ki bu anlayış, faydasız bir pişmanlıktır.

📖 “Keşke ölüm her şeyi bitirseydi!”

(Hâkka, 27)

Bu ifade, kişinin ölümün bir son değil, bir başlangıç olduğunu fark ettiğinde içine düştüğü dehşeti gösterir. Keşke ölümle yok olsaydı da bu azapla karşılaşmasaydı demektedir. Fakat artık dönüş yoktur.

  1. “Kime Defter Nereden Verilecek?” – Bir Ölçü ve Adalet Meselesi

📖 “O gün insanlar amellerine göre bölük bölük Rablerinin huzuruna çıkarılır. Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür; kim zerre kadar şer işlerse onu da görür.”

(Zilzâl, 6-8)

Bu ayetler, büyük-küçük her şeyin kayda geçtiğini ve adaletin eksiksiz işlediğini bildirir. Hiçbir amel boşa gitmez.

📖 “O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Eller bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.”

(Yâsîn, 65)

Sadece defterler değil, uzuvlar da şahitlik yapacaktır. İnsan artık kendi kendine bile savunma yapamayacaktır.

  1. Meleklerin Kayıt Tutması ve Defterin Hazırlanışı

📖 “Üzerinizde, yaptıklarınızı yazan değerli yazıcılar vardır. Onlar, yaptığınız her şeyi bilirler.”

(İnfitar, 10-12)

Her insanın yanında, amellerini kaydeden melekler vardır. Bu melekler hata yapmaz, unutmaz, yanlış yazmaz.

💡 Sonuç: Amel Defteri Yaşarken Yazılır, Ölünce Teslim Alınır

Kur’an’ın bu tablolarla verdiği mesaj nettir:

Hayat bir imtihandır.

Her söz ve davranış kayıt altındadır.

Defter ya sağdan verilir: Sevinç ve cennetle sonuçlanır.

Ya soldan verilir: Pişmanlık ve azapla sonuçlanır.

Kısa Özet:

Kur’an’da amel defterlerinin verilmesiyle ilgili sahneler, ahiret inancının en çarpıcı anlatımlarındandır. Sağdan defter verilenlerin sevinçle, soldan verilenlerin ise pişmanlıkla bu anı yaşadığı vurgulanır. Bu anlatımlar, hesap gününe hazırlık için sürekli bir muhasebe bilinci oluşturur:
Bugün yaşadığımız her şey yazılıyor. Yarın, o defteri ya gururla okuyacağız ya da “keşke verilmeseydi” diyeceğiz.

Rabbim utandırmasın…

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Sesin Yolculuğu: Havanın Sırrı ve Radyoların Hikmeti

Sesin Yolculuğu: Havanın Sırrı ve Radyoların Hikmeti

“Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi

اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ

âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melâike ve ruhanîlere işittirmek ve arş-ı a’zam tarafına sevk etmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.

   Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan kelâmullahın, başta Kur’an-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer. ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Güzel söz, semaya yükselir; kalplere rahmet, göklere şükür olur.”
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:
“İyi söz O’na yükselir, salih amel onu yükseltir.” (Fâtır, 10)
Bu ayet, yalnızca dilde söylenen bir hayrı değil; kainattaki ilahî bir akışı, gökler ve yer arasındaki manevî bir trafik hattını haber veriyor. İşte Risale-i Nur’da geçen bu yüksek hakikat, havanın sır perdelerini aralayarak insanın dilinden çıkan kelimelerin nasıl semaya yükseldiğini, melekût âleminde nasıl yankılandığını gözler önüne seriyor.

Hava: Kudret-i İlâhiyenin Konuşan Sayfası

Modern bilim havayı, sesin yayılma ortamı; iletişimin taşıyıcısı olarak tarif eder. Fakat bu tarif eksiktir. Hava, yalnızca moleküllerin titreştiği bir alan değil; ilahi kudretin tecelli ettiği, manevî yazıların yazıldığı bir levha gibidir.

Risale-i Nur bu sahifeyi şöyle tarif eder:

> “Havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi; güzel ve manidar kelimelerin istinsahı, yayılması ve melekût âlemine ulaştırılmasıdır.”

Yani insanın söylediği güzel sözler, imanî kelimeler, dualar, zikirler, havanın zerrelerinden geçerek meleklerin kulaklarına, hatta arş-ı a’zama kadar ulaşır.

Bu yönüyle hava, bir tür mânevî postacı, bir kudret mürekkebi, rahmetli bir telgraf teli gibidir.

Radyolar ve Modern İletişimin Manevî Mesuliyeti

Bugün insanlık havayı çok daha farklı bir şekilde kullanıyor. Radyo dalgaları, Wi-Fi sinyalleri, cep telefonu konuşmaları, yayınlar, reklamlar… Hepsi havayı mesken tutmuş durumda.

Bediüzzaman bu noktada çok çarpıcı bir uyarıda bulunur:

> “Beşer bu pek büyük nimete karşı umumî bir şükür olarak o radyoları evvela Kur’ân’ın, imanın, ahlâkın ve insanlığın faydasına kullanmalı. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.”

Bugün radyolar, televizyonlar, internet; eğer Kur’an’ın nûruna hizmet etmiyor, bilakis heva ve hevesi kamçılıyorsa, o zaman o nimet değil, bir vebale dönüşür.

Tıpkı ekmeği israf etmek gibi, tıpkı suyu kirletmek gibi, havayı da boş ve kirli sözlerle meşgul etmek, bir çeşit nimeti inkâr sayılır. Oysa hava, Kur’an’ı taşımak için, duayı ulaştırmak için yaratılmıştır.

Hikmetle Kullanılan Teknoloji: Nimetin Şükrü

Bugün elimizde mikrofon var, yayın var, internet var. Peki neyi yayıyoruz?

İman mı?

Kur’an mı?

Ahlâk mı?

Yoksa eğlence, boş söz, gıybet ve heva mı?

Müminin vazifesi; bu ilahî nimeti asıl gayesi üzere kullanmaktır. Eğer bir yayın, bir ses, bir kelime insanın kalbine Allah’ı hatırlatıyorsa, o ses bir sadaka olur, bir şükür olur. Fakat boş ve anlamsız içerikler, havayı kirleten manevî birer günah bulutu olabilir.

ÖZET:

Risale-i Nur’un işaret ettiği gibi, hava yalnız fiziksel bir unsur değil, ilahî kelimelerin semaya taşındığı kudsî bir sahifedir. Havanın en büyük hikmeti, güzel sözlerin, imanî hakikatlerin melekler ve ruhanîlere ulaştırılmasıdır. Modern zamanlarda bu nimet, radyolar ve iletişim araçlarıyla daha da genişlemiştir. Ancak bu nimet, Kur’an ve hakikatlerin yayılması için kullanılmazsa, insanlığa zarar verir. Müminin görevi, bu sesi, bu havayı, bu teknolojiyi şükür ve tebliğ aracı hâline getirmektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

İki Yol Arasında Değil, Bir Yoldayız: Bu Topraklarda Ya İman Ya Hiçlik Var

İki Yol Arasında Değil, Bir Yoldayız: Bu Topraklarda Ya İman Ya Hiçlik Var

“Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.”Emirdağ Lâhikası 2

“İmanla küfür ortasında bir çizgi yoktur; o çizgi, ya karanlığa ya da aydınlığa çıkar.”

Medeniyetlerin kaderinde inanç esaslı ayrışmalar belirleyicidir. Tıpkı gece ile gündüz gibi, imanla küfür arasında da kesin ve belirgin bir sınır vardır. Bu sınır, bazı toplumlarda görece flu olabilir; ancak bazı milletler vardır ki, ya İslâmiyet’le yaşar ya da tamamen ruhsuz bir anarşiye sürüklenir. İşte o milletlerden biri de Türk milletidir.

Orta Yolcuların Yanılgısı

Modern Türkiye’de bir asırdır “ılımlı laiklik”, “ortada bir ideoloji”, “ne sağcıyım ne solcu” gibi kavramlarla milletin önüne bir “üçüncü yol” konmaya çalışılıyor. Bu üçüncü yol, ne yazık ki ne İslâm’ı yaşatan bir yoldur ne de açıkça küfrü ilan eden dürüst bir sapmadır. Tam aksine, bir buhranın, kimliksizliğin, fikrî çürümenin adıdır.

Bediüzzaman Said Nursî bu meseleyi şöyle ortaya koyar:

> “Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olamaz.”

Neden?

Çünkü bu milletin fıtratında, tarihinde, ruhunda tevhid ve İslâm hakikati derinlemesine kök salmıştır. Bu millet Hıristiyan olamaz, Yahudi hiç olamaz. Dini bıraksa, boşluğa düşer ve anarşist olur. Çünkü bu topraklarda küfür, organize bir sistem değil; bir çöküştür.

İngiliz’in Ortası, Türk’te Boşluk

İngiliz, Katoliklikle Protestanlık arasında bir yol bulur. Fransız laikliği, Hristiyanlık zemininde bir denge kurabilir. Ama Türkiye’de böyle bir zemin yoktur. Burada “orta yol” denilen şey, aslında İslâm’dan uzaklaştıran ince ve sinsi bir kayma hattıdır.

Sağ, İslâmiyet’tir.
Sol, komünistliktir.
Ortası, bu millet için yok hükmündedir.

Çünkü ortada durmak, doğrularla yanlışları meczetmek anlamına gelir. Hak ile batıl bir araya gelirse, hak zedelenir; batıl güçlenir. Bu sebeple, Bediüzzaman’ın tesbiti çok nettir:

> “Küfür ile iman ortası yoktur.”

İslâmiyet’ten Sapan, Hiçliğe Düşer

Tarihte Müslüman olup da sonra başka bir dine geçen milletlerin çoğu yok olmuş ya da kimliksizleşmiştir. Çünkü İslâm, insanın tüm yönlerini kapsayan bir dindir: Akıl, kalp, ruh ve beden hep birlikte yönelir. Bu bütünlük bozulursa, insan yarım kalmaz; tamamen dağılır.

Ve işte Türkiye’nin bugün yaşadığı kimlik buhranı, tam da bu noktada baş göstermektedir. Ne tam Batılı olabildik, ne de İslâm’a tam sarıldık. Bu arada kalanlar, zamanla ya anlamsız bir sekülerliğe ya da yıkıcı bir inançsızlığa sürüklendi. Uyuşturucu, intihar, aile dağılması, kimlik kaybı gibi problemler; hep bu inançsız aralığın neticesidir.

Çözüm: Tam Bir İman, Saf Bir İstikamet

Bu milletin selâmeti, İslâm’a tam yönelmek ile mümkündür. Ortada durmak; ne Batı’ya yaranır ne de İslâm’a sadakat getirir. Sağlam bir duruş için, inancını netleştirmek gerekir.

Ya iman, ya inkâr.

Ya Kur’an, ya boşluk.

Ya ubudiyet, ya serkeşlik.

Çünkü imanla küfür ortası bir köprü değil, bir uçurumdur.

ÖZET:

Emirdağ Lâhikası’nda belirtildiği üzere, Türkiye gibi İslâmî temeller üzerine kurulu bir millet için imanla küfür arasında bir “orta yol” yoktur. Sağ İslâm’dır, sol komünistliktir; ortası ise bu millet için yok hükmündedir. Çünkü bir Türk, Hristiyan ya da Yahudi olamaz; dini bırakırsa ancak anarşist ve kimliksiz olur. Bu sebeple “ortayolculuk” bir çözüm değil, tehlikeli bir yok oluşun adıdır. Kurtuluş, sadece tam bir imanla, istikametli bir hayatla mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

İffetin Bedeli ve İzzetin Tercihi: Kadın, Maişet ve Ubudiyet Dengesi

İffetin Bedeli ve İzzetin Tercihi: Kadın, Maişet ve Ubudiyet Dengesi

“Fıtraten kadın, zaafı için maişet noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. O ihtiyaç için şimdiki terbiye-i İslâmiyeden ders almayan; serseriliğe, tahakküme alışanlardan o küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârane kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyetini ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışmasıyla kazanmak, on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakiki çocukların rızkını süt ile verdiği gibi onların da rızkını o Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek elbette Nur talebesinin kârı değil. ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Kadının şerefi, iffeti; izzeti ise kulluk bilincidir.”
Zaman değiştikçe değerler de değişiyor; ama hakikat değişmiyor. Kadın, insanlığın yarısıdır, anneliğin sığınağıdır, merhametin remzidir. Lakin modern zaman, kadını ya bir tüketim nesnesine ya da sadece ekonomik bir varlığa indirmiştir. Oysa kadının hakikî kıymeti, fıtratının ve ubudiyetinin korunmasıyla mümkündür.

Fıtratın Fısıltısı: Kadın Zayıftır Ama Zillet İçin Değil

Risale-i Nur’da geçen “fıtraten kadın zaafı için maişet noktasında bir yardımcıya muhtaçtır” ifadesi, kadının ekonomik değil, fıtrî bir hakikate işaret eder. Zira kadın yaratılış itibarıyla daha ince, daha şefkatli, daha kırılgandır. Bu zafiyet, horluk değil; bir hikmettir.

Kadın, aile hayatında erkeğin desteğine, onun muhafazasına ve rızasına muhtaçtır. Ama bu ihtiyaç, tahakküm altına girmek, izzetini kaybetmek, riyaya sapmak pahasına değil; izzetli bir beraberlik içinde bir araya gelmek içindir.

Terbiye-i İslâmiye Olmadan Gelen Tehlike

Eğer erkek, İslâm terbiyesi almamışsa; dinden, ahlâktan, merhametten uzaksa; kadının bu fıtrî ihtiyacını bir sömürü aracı hâline getirir. İşte burada kadın, bir tercih noktasına gelir:

> “Ubudiyetini ve ahlâkını bozmak pahasına, riyakârane bir erkeğin tahakkümüne mi girecek? Yoksa köy kadınları gibi kendi nafakasını izzetle mi kazanacak?”

İşte bu sorunun cevabı, her çağın kadınına yapılmış bir şahsiyet ve izzet çağrısıdır.

İffet mi? İaşe mi?

Modern çağ, kadına “özgürlük” diye sömürü zincirini uzatıyor. Onu ya reklam panolarında bir yüz, ya da patron masasının karşısında bir maaş nesnesi yapıyor. Bu tabloda, kadın ya süslenmek ve beğenilmek için yaşıyor, ya da ekonomik kaygılarla hayatta kalmaya çalışıyor. Oysa:

> “Rezzak-ı Hakiki, çocuklara rızıklarını sütle verdiği gibi, kadınlara da rızıklarını kendi rahmetiyle verir.”

Bu kudsî cümle, kadına verilmiş bir teminat gibidir. Yani sen Allah’ın kulusun. Rızkın Allah’tandır. Ahlâkını kaybetmek, namazsız bir zevcin gözüne girmek için riyaya girmene gerek yoktur.

Mümin Kadının Tavrı: İzzetli İktisat ve Ubudiyetle Direniş

Nur Talebesi olan bir kadın veya iman şuuru taşıyan bir hanımefendi; geçim için şerefini zedelemez. Kocasının helal kazanmasına destek olur; ama onun zulmüne, ahlâksızlığına, ibadetsizliğine razı olmaz. Bu çağrıda bir kadın hareketi değil, bir izzet ve ibadet hareketi gizlidir.

Bu çağın kadınları, evet üretmeli, çalışmalı, kendini geliştirmelidir. Ama bunu yaparken:

Ahlâkını yitirmemeli,

Kendisini meta gibi sunmamalı,

Erkek egemenliğine değil, Allah’ın rızasına göre bir hayat kurmalıdır.

ÖZET:

Kadın, maişet konusunda fıtraten bir yardımcıya muhtaçtır. Ancak bu ihtiyaç, zillet ve riyakârlık pahasına olmamalıdır. İslâmî terbiye almamış erkeklerin tahakkümü altına girmektense, kendi rızkını helal ve izzetli bir şekilde kazanmak daha evladır. Çünkü asıl maksat, kadının hem dünya hem ahiret saadetini sağlayacak ubudiyetini ve ahlâkını korumasıdır. Kadına rızkı veren Allah’tır; onun izzetini zedeleyerek çalışmasına asla muhtaç değildir. Mümin kadın, bu bilinçle yaşar ve izzeti, iffeti ve ubudiyeti pahasına hiçbir şeye tâviz vermez.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Nimet mi, Nıkmet mi? Radyonun Dili, Kalbin Yönü

Nimet mi, Nıkmet mi? Radyonun Dili, Kalbin Yönü

“Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.

   Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’an’ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarf edilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.”
Emirdağ Lâhikası 2

“Hakikat, ruhun gıdası; heves ise nefse tatlı bir oyundur. Mesele, hangisini çoğalttığınla ilgilidir.”

İnsan fıtratı, hem hakikate hem de keyfe, yani ciddiyete olduğu kadar dinlenmeye ve eğlenceye de muhtaçtır. Ancak bu muhtaçlık, ölçüsüz hâle geldiğinde, insanı beslemez; çürütür. İşte Risale-i Nur’un bu veciz tesbiti, zamanımızda teknolojinin, özellikle medya araçlarının kullanımına dair muazzam bir ölçü sunmaktadır.

Radyo: İman İçin Mi, Heves İçin Mi?

Bediüzzaman’ın gözüne takılan bir manzara vardır:
Kur’an dinlemek için odasına getirilen bir radyo…
Ancak ne garip ki o radyoda, on hisseden sadece biri imanî kelimelere ayrılmıştır. Geri kalan dokuz hisse, boş sözlere, eğlenceye, hevesata tahsis edilmiştir.

Bu tabloyu sadece o günkü radyo için değil, bugün elimizdeki televizyon, internet, sosyal medya, dijital platformlar için de düşünelim:
Acaba biz de hakikate bir, hevesata dokuz pay mı veriyoruz?

Heves, Ölçüsüz Olunca Ne Olur?

İnsanın elbette dinlenmeye, keyiflenmeye ihtiyacı vardır. Fakat Risale-i Nur burada açıkça uyarır:

> “Bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Fazlası, tembelliğe, sefahete, vazifenin terkine ve şükürsüzlüğe yol açar.”

Bu cümle, çağımıza tutulmuş bir aynadır. Bugün televizyonlar, YouTube, diziler, müzik uygulamaları, TikTok videoları hep bu “heves”in çokluğunu satıyor. Neticede ne oluyor?

Zihinler yoruluyor,

Kalpler kararıyor,

Ruhlar boşalıyor,

Asıl hayat unutuluyor.

Teknoloji nimet iken nıkmete, yani lanete dönüşüyor. Çünkü amacından saptırılmış oluyor.

Radyo: Bir Meclis-i Nûr, Bir Mekteb-i İman Olabilir

İşte burada Bediüzzaman’ın hayali devreye giriyor:

> “İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek.”

Ve ardından büyük bir temennide bulunuyor:
Radyo, bütün yeryüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî, bir mekteb-i imanî yapsın!
Yani:

Her ev, bir dershane;

Her kulak, bir hakikat havuzu;

Her ses, bir tefekkür çağrısı olsun!

Bu mümkün mü? Elbette mümkün. Eğer niyet hakikatse, teknoloji secde eder. Eğer hedef ebediyetse, dijital âletler Kur’an’a hizmet eder. Mesele; cihaza değil, niyete bağlıdır.

Bugünün Radyo Kabı: Akıllı Telefonlar ve Ekranlar

Bugün artık “radyo kabı” yerini cep telefonlarına, tablet ekranlarına, sosyal medya platformlarına bıraktı. Ama mesele değişmedi. Hâlâ aynı soru ortada:

> Bu cihazlar, hakikate mi çalışıyor yoksa hevesata mı?

Ve cevabı da biz veriyoruz. Çünkü bu cihazları biz yönlendiriyoruz.

ÖZET:

İnsan hem hakikate hem hevesata muhtaçtır; ancak bu ihtiyaç oranlı olmalıdır. Risale-i Nur’da belirtildiği gibi, eğlence ve keyif unsurları hayatın beşte birini geçmemelidir. Aksi takdirde teknolojik nimetler insanı tembelliğe, gaflete ve nankörlüğe sürükleyerek nıkmete dönüşür. Radyonun, ekranların ve medya araçlarının temel vazifesi, Kur’an, iman ve ahlâk gibi “kelimat-ı tayyibe”yi yaymak olmalıdır. Eğer bu sağlanırsa, yeryüzü bir meclis-i nur ve mekteb-i iman hâline gelir. Asıl mesele, elimizdeki nimeti hangi niyetle ve hangi muhtevayla kullandığımızdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025

Zerrelerdeki Zekâ: Kör Tesadüf mü, Kudret-i İlâhiye mi?

Zerrelerdeki Zekâ: Kör Tesadüf mü, Kudret-i İlâhiye mi?

“Demek bu bir avuçtaki hava zerreleri, yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihata eden bir ilim ve iradenin, sem’ ve basarın sahibi bir zatın ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen bir Kadîr-i Mutlak’ın kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu’cizat-ı kudrete mazhar oluyorlar.

   Yoksa temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek; her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise yüz bin derece akıldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalalet gelsinler, mezhepleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.”
Emirdağ Lâhikası 2

“Küçüğe bak, büyüğü gör. Zerreyi oku, Allah’a ulaş.”

Her şeyin hızla küçüldüğü bir çağdayız. Nano teknolojiler, atom altı parçacıklar, kuantum dalgalanmalar… Bilim, maddeyi bölüyor, parçalıyor, detaylandırıyor. Lakin bu küçültme işlemi bizi hakikate götürüyor mu? Zerreye kadar inen insanlık, zerredeki kudreti görebiliyor mu?

Bediüzzaman Said Nursî, bu sorunun tam merkezine şu cevabı yerleştiriyor:

> “Bu bir avuç hava zerresi, ancak kâinatı kuşatan bir ilim ve iradeyle hareket ediyor.”

Bir Avuç Hava Zerresi Ne Yapar ki?

Bugün bir cep telefonuyla dünyanın öbür ucuyla konuşabiliyoruz. Radyo dalgalarıyla ses, görüntü, hatta veri gönderiyoruz. Bu dalgaların taşıyıcısı hava zerreleri. Yani varlığı görülmeyen, sesi bile olmayan mikroskobik zerrecikler…

Ama bu zerreler:

Sesimizi taşıyor,

İnce tınıları ayırıyor,

Saniyede yüz binlerce frekansı yönetiyor,

Karmaşık sinyalleri sıraya koyuyor,

Radyo, televizyon, internet gibi sistemleri mümkün kılıyor.

Peki soralım:
Bu kadar akıllı faaliyetleri bu şuursuz zerreler kendi başına mı yapıyor?

Eğer öyle diyorsak, o zaman her bir hava zerresine:

Sonsuz bir ilim,

Mutlak bir irade,

Her şeyi gören bir basiret,

Her sesi ayıran bir kulak isnad etmemiz gerekir.

Bu ise aklın ve mantığın binlerce kat ötesinde batıl bir hurafedir.

Kör Tabiat mı, Kudret-i Mutlak mı?

Modern materyalist felsefe, tabiatı bir “yasa üreticisi” gibi takdim eder. Oysa tabiat, sadece yaratılan şeylerin tekrarlayan düzenidir. Kendi başına ne iradesi vardır, ne ilmi, ne kudreti…

Eğer biz hava zerrelerini tabiatın veya tesadüfün ürünü saysak, şu soruların cevabını nasıl veririz?

Hangi tesadüf, bir sesi alıp kilometrelerce uzağa aynı tınıyla taşır?

Hangi kör kuvvet, milyarlarca frekansı karıştırmadan organize eder?

Hangi sağır tabiat, milyonlarca radyoyu karıştırmadan yayınlatır?

Bediüzzaman bu meseleyi şöyle özetler:

> “Yoksa temevvücat-ı havaiyede tesadüfe yer vermek; her bir zerreyi, her şeyi bilen ve gören bir mutlak hâkim kabul etmektir. Bu ise akıldan yüz bin derece uzaktır.”

Zerrelerdeki Nizam, Allah’ın İlmine Delildir

Hava zerresi gibi küçücük bir şeyde görülen bu düzen, Allah’ın varlığına en güçlü delildir. Çünkü:

Bir zerre kendi başına bu işleri yapamaz.

Ama o zerre, bir emirle, bir kanunla, bir nizamla işliyorsa…

O zaman o düzenin arkasında bir İlâhî irade, bir sınırsız kudret var demektir.

Bu kudret, bütün zerreleri tek bir merkezden idare eden Allah’tır.

ÖZET:

Bir avuç hava zerresi, ses, görüntü ve iletişimi mümkün kılan olağanüstü fonksiyonlara sahiptir. Bu faaliyetler, onların kendi başlarına, tesadüfen veya tabiatla gerçekleşmesi mümkün değildir. Her bir zerrede görülen bu yüksek nizam ve hikmet, ancak kâinatı kuşatan bir ilim, irade ve kudretin eseri olabilir. Tesadüf ve kör kuvvet anlayışı, her bir zerreye ilâhlık vermek kadar saçmadır. Bu yüzden her zerre, Allah’ın birliğine ve büyüklüğüne açık birer şahit gibidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 8th, 2025