Şeffaflıkta Kaybolan, Kesafette Tecelli Eden Hakikat

Şeffaflıkta Kaybolan, Kesafette Tecelli Eden Hakikat

Bir hakikat vardır ki gözlerden gizlenmiş ama gönüllere açık bırakılmıştır: Şeffaflık, bazen görünmeyenin perdesidir; kesafet ise görünmeyeni görünür kılan bir aynadır. Hava ve su gibi latif varlıklar, Güneş’in yedi rengini yansıtmazken, toprak gibi kesif bir cevher Rahmân’ın arşı olur; çiçeklerde, yapraklarda, meyvelerde Rabbânî isimlerin nakışlarını rengârenk gösterir. Çünkü toprak, ilâhî tecellîye en mütevazı olan yerdir. Ve insan, yaratılış itibariyle topraktan gelen bu kesifliğin hikmetli temsilcisidir.

Toprağın Hikmeti, İnsanın Sırrı

Toprak, ayak altında ezilir ama her şeyi o büyütür. İnsan da belki kusurlarıyla, zaaflarıyla bir “toprak” gibidir; fakat Rahman’ın isimlerine mazhar olabilecek yegâne varlık da yine insandır. Melekler nurludur, ama toprağın kalbinde yeşeren bir menekşe gibi, insanın kalbinde Rahman’ın sevgisi boy verir.

Su, hava ve ışık yalnızca taşıyıcıdır; ama toprak, dönüştürücüdür. İlâhî rahmet, toprakta şekillenir. Aynı şekilde ruhânî hakikatler, insanda anlam kazanır. Çünkü toprak gibi olan insan; aşkı, sabrı, şükrü, hamdı, secdeyi taşır. Kalbiyle Allah’ın arşı olur; zira arş, sadece gökte değil, secdede boynunu büken kalpte de kurulur.

Kaderin Yaprağı, Hayatın Kitabı

Kur’an, En’am suresinde apaçık bir hakikati haykırır: “O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez.” O hâlde bizler ve işlerimiz, kaderin ince ve titiz terazisinden hariç kalabilir miyiz? Bir yaprak bile zamanını şaşırmadan düşerken, hayatımıza değen her olayın boşlukta savrulan bir tesadüf olduğunu sanmak ne büyük bir yanılgıdır!

Hayatın her ânı, “apaçık bir kitapta” yazılmıştır. Şûrâ Sûresi’nde “göklerin ve yerin anahtarları O’nundur” buyurulur. Ve o kitap, yalnızca sayfalarla değil; kalplerle, kaderle, dualarla okunur. Çünkü O, karanlık denizlerin dibinde bile bir taneyi bilir.

Yakınlığın Sonsuzluğu: Bizden Daha Yakın Olan

Rabbimiz bize, şah damarımızdan daha yakındır. Biz bazen kendimize bile yabancı oluruz; nefsimizi tanımayız, içimizdeki yangını adlandıramayız. Ama O, her hâlimizi bilir. Kalbimize düşen bir sevinç O’ndandır, boğazımıza düğümlenen hüzün de O’nun ilmindedir. Kulun Rabbine en yakın olduğu yer secdedir; çünkü secde, toprağa en çok yaklaştığımız yerdir ve toprak, Rahman’ın yansıma mekânıdır.

İnsanın acziyetinde, Allah’ın kudreti parıldar. Hatırlamadığımız o dokuz ay on günlük rahmetle dolu serüven; ne annenin sancısı ne de bizim hatıramızla anlatılabilir. Ama o karanlık mekânda bile bizi merhametle yoğuran, şekil veren, hayat nefesi üfleyen bir Kudret vardı. Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Sen bir damla idin, Rahmet denizine düştün.”
Ve de dönüştürür.

İmâm-ı Rabbânî Mektûbât’ında buyurur ki:
“İnsan, ne zaman kendi hiçliğini idrak ederse, o zaman Rabbini en yakından hisseder.”

Bilen, Gören ve Unutmayan

Beni benden daha iyi bilen bir Rabbim var. Ne kadar unutsam da O unutmaz. Ne kadar yanlış yapsam da, affı ve mağfiretiyle beni sarar. Gördüğümü zannettiğim nice şeyin ardında, O’nun görmesi ve bilmesiyle yazılan kader vardır.

Her gözyaşımın şahitliğini yapan bir Kudret var. Her secdede içimde doğan huzurun sahibidir O. Kalabalıklarda kaybolduğumda bile bana yön veren bir Rehber. Bizi bizden daha iyi gören ve duyan bir Hâlıkımız var.

SONUÇ VE ÖZET:

Toprak gibi kesif olan varlıklar, şeffaflardan daha fazla tecellîye mazhar olur. Bu yüzden insan, melekten daha aşağı bir maddeyle yaratılmış olsa da, Allah’ın isimlerine daha zengin bir ayna olur. Her bir yaprak kaderle düşerken, bizlerin hayatında da hiçbir şey tesadüf değildir. Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. O, bizi bizden iyi bilir, görür, duyar ve unutmaz. Unuttuğumuz geçmişimizi bile rahmetle yazmıştır. Ve kul, ne zaman toprak gibi alçalsa, o zaman Arş’a en yakın hâline gelir. İşte secde bu yüzden en yüksek makamdır. Çünkü secde, insanın toprakla Rahmân’a kavuştuğu andır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

ÖLÜMÜN YÜZÜNE MERDÂNE GÜL

ÖLÜMÜN YÜZÜNE MERDÂNE GÜL

 

National Geographic bu görüntüyü 2013’ün en iyi fotoğraflarından biri olarak seçti. Bu fotoğrafı çeken doğa fotoğrafçısı deklanşöre bastığı o anda gözyaşlarına boğulur. 

Hayvanın cesareti ve kişiliğinin gücüne hayran kaldığını söyler.

Bu anı hayatı boyunca saygıyla hatırlayacaktır…

( Eğer kaçınılmaz olarak ölecekseniz, neden korku ve dehşet içinde olasınız ? Bir kahraman olarak ölmek yakışır her zaman. )

Fotoğraftaki hikâye şöyle der:

Bu iki leopar anne Ceylana küçük çocukları ile oynarken saldırır.

Ve Ceylan kaçma şansı olduğu, mesafenin ve hayatını kurtarmanın kendi lehine olduğunu bildiği halde leoparlara teslim olmaya karar verir.

Neden ??

Çocuklarına kaçma şansı vermek için…

Çünkü önce o kaçarsa henüz hızlı koşamayan bebeklerinin kaçması için fazla zaman olmazdı. Onlara zaman tanımak için tek çare kendini feda etmekti.

Resim, yavrularının avlanmadan huzur içinde kaçtığından emin olmak için kararlı bir şekilde bakarken, boğazı leoparın ağzında olan annenin son anıdır.

Onurlu olmak budur. Hayat denen kısacık öykünün  başı kadar sonuda aynı ölçüde saygı duyulacak bir biçimde olmalıdır. Ve doğumda gülümseyip sevgiyle bakanlar ölümdede aynı hayranlık ve saygıyla bakabilmelidir..

Alıntıdır.

 

************

 

(Konu üzerine bir makale)

 

Makale: “Korkma, Ölüm Değil; Vuslattır!”

 

Hayatın en çarpıcı sahnelerinden biri, tabiatın sessiz ama hikmetli konuşmasıdır. Yukarıdaki resimde, üç çita tarafından kuşatılmış bir ceylanın yüzündeki sakinlik ve teslimiyet hali, göreni derin bir düşünceye davet eder. Ceylan, kendisini bekleyen kaçınılmaz sona karşı başını eğmemiştir. Gözlerinde korkudan çok, bir kabulleniş, bir tevekkül, hatta belki de bir huzur okunur. Bu tablo bize, ölümün korkulacak değil, anlaşılması gereken bir hakikat olduğunu hatırlatıyor.

 

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu cümlesi ise bu tabloyu adeta açıklayan bir pusuladır:

“Ey nefis! Başta Habîbullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme; merdâne kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak, ne ister.”

 

Ölüm, ne sadece bir son, ne de bir yok oluştur. Bilakis o, bu dünyada misafir olan insanın asıl yurduna, ebedî yurduna dönüş biletidir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “kabir, ehl-i iman için bir âlem-i rahmete açılan kapıdır.” Bu sebeple ölüm, eğer iman varsa, bir korku değil, bir vuslat anıdır.

 

Resimdeki ceylan, sanki bunu idrak etmişçesine dimdik durmakta, teslimiyet içinde beklemektedir. Oysa biz insanlar, ölüme dair her işareti sanki hayatı yok sayan bir bela gibi karşılar; ondan kaçar, onu konuşmaktan bile çekiniriz. Halbuki ölüm, hakikatin en berrak aynasıdır. Çünkü ölüm, hayatın faniliğini gösterirken, ebedî hayatın değerini de öğretir.

 

İnsan, nefsinin aldatıcı oyunlarına aldanıp da dünyayı bir yurt, ömrünü ise sonsuz sanmasın. Her doğan, ölmek üzere doğar; her nefes, biraz daha sona yaklaşır. Öyleyse korkarak değil, anlayarak, iman ederek ve hazırlık yaparak ölümle yüzleşmek gerekir. Çünkü ölüm, yokluk değil; diriliştir. Tene değil, ruha açılan bir kapıdır.

 

Tarihte nice salih insanlar, ölümle karşılaştıklarında ceylan gibi dimdik durmuşlardır. Çünkü onlar, ölümün arkasında Rahmet-i İlahi’yi, Sevgili’yi, dostlarını ve asıl yurtlarını görmüşlerdir. Bu sebepledir ki, ölüm onlara bir azap değil, bir müjde olmuştur. “Ölüm gelmeden ölünüz” emrini duyan kul, ölmeden önce nefsini terbiye eder, arzularını ezer ve hakikati aramaya koyulur.

 

Resimdeki sahne bize şunu fısıldıyor: Korkma! Teslimiyet bir zaaf değil, yüksek bir iman halidir. Zira ölüm, düşman değil; Hakk’a dostluğun kapısıdır. Öyleyse başını çevirme, merdâne bak. Ölüm, eğer imanla karşılanırsa, en karanlık geceyi en nurlu sabaha çevirebilir.

 

Özet:

 

Bu yazıda, üç çita tarafından çevrelenmiş bir ceylanın sakin ve teslimiyet içindeki hali üzerinden ölümün hakikati ele alınmıştır. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle ölümden kaçmak yerine onunla yüzleşmek, ölümün arkasındaki rahmet, vuslat ve ebediyet gerçeğini görmek gerektiği anlatılmıştır. Ceylanın hali, biz insanlara imanla teslim olmanın ve ölümden korkmak yerine ona hazırlıklı olmanın hikmetli bir örneği olarak sunulmuştur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Ölümle Bitmeyen Söz: Bülbülün Kemiğinden Açan Gül

Ölümle Bitmeyen Söz: Bülbülün Kemiğinden Açan Gül

“Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından :

نِگَرْ تَا گُلِسْتَانِ مَعْنَا شُگُفْتْ بَرُو هٖيچْ بُلْبُلْ چُنٖينْ خُوشْ نَگُفْتْ

عَجَبْ گَرْ بِمٖيرَدْ چُنٖينْ بُلْبُلٖى كِه اَزْ اُسْتُخٰوانَشْ نَرُويَدْ گُلٖى

   Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin bu derin mânâlı beyti ve Bediüzzaman Said Nursî’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde yer alışı, hem hakikatin ebediliğine hem de hak sözün ölümsüzlüğüne işaret eden son derece veciz bir örnektir.

Tarihte öyle kelimeler, öyle sözler vardır ki, sahibinin sesi kesilse de yankısı çağları aşar. Zaman onu susturamaz, ölüm onu silemez. Çünkü o sözler, hakikatin özünden süzülmüştür. Şeyh Sa’dî’nin “Bostan”ında geçen şu beyit, bu kudsî gerçeği zarif ve derin bir benzetmeyle dile getirir:

> “Gel bak, mana gül bahçesi açılmış; böyle bir bülbül şimdiye dek hiç bu kadar güzel söylememiştir. Hayret değil mi ki, böyle bir bülbül öldükten sonra, onun kemiklerinden bile gül bitmesin?”

Bu beytin, Bediüzzaman tarafından Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de zikredilmesi boşuna değildir. Risale-i Nur’un, Kur’an’dan beslenen bir marifet ve hakikatler gülistanı olduğunu; onun müellifinin sesi susturulsa da eserlerinin hâlâ gönüllerde gül açtırdığını ifade eder. Evet, bu eserler öyle derindir ki, bülbül gibi feryatlarla insanlığa hakikati terennüm eder. Ve bu ses, toprağa düşse de, kemikleri çürüse de, arkasından yine güller fışkırır.

Hakikatin Mezarı Yoktur

Sa’dî’nin bülbülü, sadece bir şairin ilhamı değildir; o, hakikatin dile gelişidir. Bediüzzaman’ın tabiriyle, bu bülbül “Kur’an’dan gelen nefhayı” taşır. Böyle bir nefesin kaynağı semavîdir; onun ölmesi yokluk değil, yeni bir doğuşun kapısıdır. Çünkü hak söz ölmeyecektir.

Tarihte nice hakikat bülbülleri susturulmak istendi. Nice peygamberler, veliler, âlimler zindanlara atıldı, susturuldu, hatta şehid edildi. Ama onların feryatlarından çağlar boyu güller açtı. Çünkü “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler hoş görmese de.” (Saff, 61/8)

Bülbülün Kemiğinden Gül Biter mi?

Bu soru, zahiren bir çelişkiyi barındırıyor: Ölmüş, kemikleri toprak olmuş bir canlının nasıl olur da ardından gül biter?

Lakin hakikat planında bu mümkündür. Çünkü hak bir söz, sahibinin ömründen çok daha uzun yaşar. Gönüllerde yeşerir, akıllarda çiçek açar. Risale-i Nur gibi eserlerin hâlâ canlı olması, onun sahibinin “kemiğinden açan güller” değil de nedir?

Bugün, Bediüzzaman’ın vefatından onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen; onun eserlerinden ilham alarak binlerce gönül, iman, hikmet, sadakat ve şefkat gülleri yetiştiriyor. Onun kelimeleri hâlâ şifadır, hâlâ gıdadır. Onun suskunluğu, konuşkanların sesini bastıran bir yankıdır.

Bir Bülbül Gibi Söyleyebilmek

Bizlere düşen, bu bülbülce nağmeleri anlayabilmek ve mümkünse kendi çapımızda biz de bülbülleşebilmektir. Her bir Müslüman, yaşadığı çağda Kur’an’ın sesi, İslam’ın nağmesi, insanlığın feryadı olmalıdır. Eğer biz de mana gül bahçelerinde öyle sözler söylersek, ardından “bizim kemiklerimizden de güller bitebilir.” İşte o zaman ölümler bile tesirini kaybeder.

Özet:

Bu makalede, Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “bülbülün ölse de kemiklerinden gül bitmesi” benzetmesiyle dile getirdiği hakikat sözü ölümsüzlüğü teması ele alındı. Risale-i Nur gibi hakikate dayanan eserlerin zamanla solmadığı, hatta müelliflerinin vefatından sonra bile gönüllerde gül açtırmaya devam ettiği ifade edildi. Bu tür sözler, sadece şiir değil; aynı zamanda çağları aşan bir davetin, diriliğin ve imanî nefhânın sembolüdür. Hakikat ölmez; hak bir söz, zamanın üstündedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Ölümle Bitmeyen Söz: Bülbülün Kemiğinden Açan Gül

Ölümle Bitmeyen Söz: Bülbülün Kemiğinden Açan Gül

“Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından :

نِگَرْ تَا گُلِسْتَانِ مَعْنَا شُگُفْتْ بَرُو هٖيچْ بُلْبُلْ چُنٖينْ خُوشْ نَگُفْتْ

عَجَبْ گَرْ بِمٖيرَدْ چُنٖينْ بُلْبُلٖى كِه اَزْ اُسْتُخٰوانَشْ نَرُويَدْ گُلٖى

   Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin bu derin mânâlı beyti ve Bediüzzaman Said Nursî’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde yer alışı, hem hakikatin ebediliğine hem de hak sözün ölümsüzlüğüne işaret eden son derece veciz bir örnektir.

Tarihte öyle kelimeler, öyle sözler vardır ki, sahibinin sesi kesilse de yankısı çağları aşar. Zaman onu susturamaz, ölüm onu silemez. Çünkü o sözler, hakikatin özünden süzülmüştür. Şeyh Sa’dî’nin “Bostan”ında geçen şu beyit, bu kudsî gerçeği zarif ve derin bir benzetmeyle dile getirir:

> “Gel bak, mana gül bahçesi açılmış; böyle bir bülbül şimdiye dek hiç bu kadar güzel söylememiştir. Hayret değil mi ki, böyle bir bülbül öldükten sonra, onun kemiklerinden bile gül bitmesin?”

Bu beytin, Bediüzzaman tarafından Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de zikredilmesi boşuna değildir. Risale-i Nur’un, Kur’an’dan beslenen bir marifet ve hakikatler gülistanı olduğunu; onun müellifinin sesi susturulsa da eserlerinin hâlâ gönüllerde gül açtırdığını ifade eder. Evet, bu eserler öyle derindir ki, bülbül gibi feryatlarla insanlığa hakikati terennüm eder. Ve bu ses, toprağa düşse de, kemikleri çürüse de, arkasından yine güller fışkırır.

Hakikatin Mezarı Yoktur

Sa’dî’nin bülbülü, sadece bir şairin ilhamı değildir; o, hakikatin dile gelişidir. Bediüzzaman’ın tabiriyle, bu bülbül “Kur’an’dan gelen nefhayı” taşır. Böyle bir nefesin kaynağı semavîdir; onun ölmesi yokluk değil, yeni bir doğuşun kapısıdır. Çünkü hak söz ölmeyecektir.

Tarihte nice hakikat bülbülleri susturulmak istendi. Nice peygamberler, veliler, âlimler zindanlara atıldı, susturuldu, hatta şehid edildi. Ama onların feryatlarından çağlar boyu güller açtı. Çünkü “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler hoş görmese de.” (Saff, 61/8)

Bülbülün Kemiğinden Gül Biter mi?

Bu soru, zahiren bir çelişkiyi barındırıyor: Ölmüş, kemikleri toprak olmuş bir canlının nasıl olur da ardından gül biter?

Lakin hakikat planında bu mümkündür. Çünkü hak bir söz, sahibinin ömründen çok daha uzun yaşar. Gönüllerde yeşerir, akıllarda çiçek açar. Risale-i Nur gibi eserlerin hâlâ canlı olması, onun sahibinin “kemiğinden açan güller” değil de nedir?

Bugün, Bediüzzaman’ın vefatından onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen; onun eserlerinden ilham alarak binlerce gönül, iman, hikmet, sadakat ve şefkat gülleri yetiştiriyor. Onun kelimeleri hâlâ şifadır, hâlâ gıdadır. Onun suskunluğu, konuşkanların sesini bastıran bir yankıdır.

Bir Bülbül Gibi Söyleyebilmek

Bizlere düşen, bu bülbülce nağmeleri anlayabilmek ve mümkünse kendi çapımızda biz de bülbülleşebilmektir. Her bir Müslüman, yaşadığı çağda Kur’an’ın sesi, İslam’ın nağmesi, insanlığın feryadı olmalıdır. Eğer biz de mana gül bahçelerinde öyle sözler söylersek, ardından “bizim kemiklerimizden de güller bitebilir.” İşte o zaman ölümler bile tesirini kaybeder.

Özet:

Bu makalede, Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “bülbülün ölse de kemiklerinden gül bitmesi” benzetmesiyle dile getirdiği hakikat sözü ölümsüzlüğü teması ele alındı. Risale-i Nur gibi hakikate dayanan eserlerin zamanla solmadığı, hatta müelliflerinin vefatından sonra bile gönüllerde gül açtırmaya devam ettiği ifade edildi. Bu tür sözler, sadece şiir değil; aynı zamanda çağları aşan bir davetin, diriliğin ve imanî nefhânın sembolüdür. Hakikat ölmez; hak bir söz, zamanın üstündedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Tekrarın Ardındaki Hikmet: Kur’ân’da Bir Mucize Lemi’ası

Tekrarın Ardındaki Hikmet: Kur’ân’da Bir Mucize Lemi’ası

“Tekraratındaki lem’a-i i’caza bak ki; Kur’ân kitâb-ı zikir, kitâb-ı dua, kitâb-ı dâvet olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir, belki eblağdır. Zira zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir. Emir ve dâvetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir. Hem herkes, her vakit bütün Kur’ân’ı okumağa muktedir olamaz veya muvaffak olmaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için mühim makâsıd-ı Kur’âniye, ekser uzun surelerde dercedilerek herbir sure, birer küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Kıssa-i Musa (A.S.) gibi bâzı maksatlar tekrar edilmiş.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu pasajı, Kur’ân’daki tekrarların hikmetini ve i’cazını (mucizevî yönünü) büyük bir derinlikle izah eder.

Kur’ân, sözlerin en yücesidir.
Her harfi bir nur, her ayeti bir kevnî delil gibidir.
Ancak bazen bir zihin, Kur’ân’daki tekrarları görünce, yüzeysel bir anlayışla sorar:
“Niçin aynı kıssa tekrar edilir? Aynı ifadeler neden defalarca geçer?”

İşte bu noktada, zahirin ötesine geçen hikmetli bir bakış devreye girer.
Bediüzzaman, bu soruya sadece cevap vermez; meseleyi i’cazın (mucize oluşun) bir penceresi olarak takdim eder:

> “Kur’ân, kitâb-ı zikir, kitâb-ı dua, kitâb-ı dâvettir. Bundan dolayı içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir, belki de eblağdır.”

🕊️ Zikirde Tekrar: Nûrla Yoğrulmuş Bir Aydınlık

Kur’ân bir zikirdir.
Zikir ise tekrar ile kuvvet bulur.
İnsan, unutan bir varlıktır. Unutmanın ilacı ise tekrardır.

Nasıl ki bir lamba, sürekli yanarak etrafı aydınlatır;
Aynen öyle de, Kur’ân’ın tekrarlanan ayetleri de ruhu tenvir eder, kalbi nurlandırır.
Tekrar, kalpte yer eder, hafızada kökleşir, ruhta yankılanır.

👐 Dua ve Tekrar: Israrla Kapıyı Çalmak

Kur’ân aynı zamanda dua kitabıdır.
Dua ise ısrar ister, tekrar ister.

> “Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir.”

Yani dua, çokça dilemekle güzelleşir.
Bir dilencinin kapıyı defalarca çalması gibi, bir kul da Rabbi’ne tekrar tekrar yönelir.
Kur’ân’daki duaların tekrar edilişi, bu yalvarışın bir tezahürüdür.
Kabulü hızlandıran değil, yakınlığı artıran bir yakarıştır.

📣 Dâvet ve Tekrar: Vurguyla Seslenmek

Kur’ân, aynı zamanda bir dâvet kitabıdır.
İnsanı hakka, hayra, ebedî kurtuluşa çağırır.
Ve çağrı ne kadar önemliyse, tekrar da o kadar zarurîdir.

> “Emir ve dâvetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir.”

Yani tebliğ, tekrar ile kuvvet bulur.
Bir annenin çocuğuna sürekli “Dikkat et, düşeceksin” demesi gibi;
Kur’ân da kullarına rahmetle tekrar tekrar seslenir:
“Sakın! Uyan! Yönel! Kurtul!”

📜 Her Sure, Küçük Bir Kur’ân’dır

Bediüzzaman bir başka nükteye dikkat çeker:

> “Herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okuyamaz. Ama bir sûreye muktedir olur. Onun için mühim makâsıd-ı Kur’âniye uzun sûrelerde tekrar edilmiştir.”

Yani tekrar, herkesin istifade etmesini sağlamaya yöneliktir.
Bir kişi sadece Yâsîn’i okuyabilir, bir diğeri sadece Bakara’yı.
Ama her biri, birer küçük Kur’ân hükmünde olduğu için, içinde tevhid, ahiret, nübüvvet, haşir, ibadet gibi temel esaslar mutlaka yer alır.

Kıssa-i Musa gibi bazı konular, bu yüzden defalarca anlatılır.
Çünkü her tekrar, farklı bir açı, yeni bir hikmet, başka bir ders barındırır.

🌊 Kur’ân’daki Tekrar: Usanç Değil Derinliktir

İnsan beyni, aynı hakikati farklı açılardan tekrar ederek daha iyi kavrar.
Kalp ise aynı hakikati farklı duygularla tekrar ederek daha çok sever.

Bu yüzden tekrar, yüzeysellik değil;
derinliktir, kemâldir, vurgudur, şefkattir.

Kur’ân’da tekrar eden ayetler, birer şefkatli ses, birer merhametli uyarı, birer imanî davet hükmündedir.

ÖZET

Kur’ân’daki tekrarlar, basit bir yineleme değil; hikmetli bir i’cazdır. Çünkü Kur’ân bir zikir, dua ve dâvet kitabıdır. Zikir, tekrar ile kalbi nurlandırır; dua, tekrar ile kabul için ısrar eder; dâvet, tekrar ile muhatabı uyandırır. Her insan her zaman Kur’ân’ın tamamını okuyamayacağı için, temel hakikatler her sûrede farklı şekillerde yer alır. Kıssa-i Musa gibi olayların tekrarı, yeni boyutlar, derin anlamlar ve evrensel mesajlar ihtiva eder. Bu tekrarlar, usanç değil; rahmettir, te’kiddir, tebliğdir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Kâinatın Tercümesi, İnsanlığın Rehberi: Kur’ân-ı Kerîm

Kâinatın Tercümesi, İnsanlığın Rehberi: Kur’ân-ı Kerîm

“Rabbimizden gelen ve Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân: Şu kitâb-ı kebir-i kâinatın tercüme-i ezeliyesi, şu sahâif-i Arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiye’nin keşşâfı, şu sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâikın miftahı, şu âlem-i şehâdet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı Rahmâniye ve hitabât-ı ezeliyenin hazinesi, şu avâlim-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi.. ve âlem-i uhreviyenin haritası.. zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiye’nin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kâtıı, tercüman-ı sâtıı; şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikîsi, mürşidi, hâdîsi; insana hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı şeriât, hem bir kitâb-ı dua ve ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir gibi, insanın bütün hacât-ı mâneviyesine karşı birer kitap.. hem bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliyâ ve sıddıkînin, asfiyâ ve muhakkikînin herbirinin meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphâne-i mukaddestir.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu harikulade tasviri, Kur’ân’ın mahiyetini, çok yönlü faaliyetini ve hem kâinata hem insana yönelik vazifesini büyük bir derinlikle açıklar.

Kur’ân-ı Kerîm yalnızca bir kutsal kitap değildir.
O, kâinatın dili, vahyin tercümesi, insanın rehberi, hakikatin aynası, ebediyetin haritası ve rahmetin sesidir.

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ı öyle bir genişlikte ve derinlikte tarif eder ki, onu sadece bir ibadet kitabı olmaktan çıkarır; kâinatın özeti ve hayatın manası haline getirir.

> “Kur’ân: Şu kitâb-ı kebir-i kâinatın tercüme-i ezeliyesidir.”

Yani Kur’ân, gökyüzüne yazılmış yıldızların, yere serilmiş nebatatın, yaratılmış her bir varlığın anlamını açıklayan ezelî bir rehberdir. Çünkü kâinat, bir kitap gibi yazılmıştır. Kur’ân ise o kitabın ilahî bir şerhidir. Gördüğümüz her şeyin arkasındaki maksadı, gayeyi, hikmeti Kur’ân açıklar.

🌌 Kur’ân: Kâinatta Gizlenmiş Hakikatlerin Anahtarıdır

Bediüzzaman şöyle der:

> “Şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiye’nin keşşâfı…”

Yani yeryüzü ve gökyüzünde gizlenmiş olan Allah’ın isimleri, sıfatları Kur’ân’la ortaya çıkar.
– Toprağın altında gizlenen rahmetin tohumu,
– Güneşin ışığında parlayan kudretin yansıması,
– Rüzgârın sessizliğinde akan hikmetin mesajı…
Bunların hepsi Kur’ân’la konuşur. Kur’ân, bu sessiz kâinatı konuşturur. Onunla yıldızlar şahitlik eder, dağlar zikreder, nehirler anlatır.

> “Şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftahı…”

Yani hadiselerin satır aralarında gizlenmiş hakikatleri açan bir anahtar da Kur’ân’dır.
Depremler, savaşlar, doğumlar, ölümler…
Her biri bir anlam taşır. Ama bu anlamı Kur’ân açar, Kur’ân yorumlar. O yüzden Kur’ân’sız bir dünya, anlamsız bir karanlıktır.

🗺️ Kur’ân: Hem Dünya Hem Ahiret Haritasıdır

> “Âlem-i uhreviyenin haritası…”

Kur’ân bize sadece bu dünyayı değil, ahireti de gösterir. Ölüm sonrası ne olacağını, cennet ve cehennemin mahiyetini, hesap gününün dehşetini, ebedî saadetin tarifini Kur’ân verir. O olmadan ebedî bir hayatı akıl tam kavrayamaz.

Kur’ân aynı zamanda bir mürşittir, bir hâdîdir, bir mürabbîdir.
O, insanı olgunlaştırır, eğitir, yükseltir.
Hem bir zikir, hem bir fikir, hem bir şeriat, hem bir hikmet kitabıdır.
Yani:
– Kalbi tatmin eder,
– Aklı ikna eder,
– Nefsi terbiye eder,
– Ruhu doyurur.

📚 Kur’ân: Bir Kütüphane Gibi Her Meşrebe Hitap Eder

> “Evliyâ ve sıddıkînin, asfiyâ ve muhakkikînin herbirinin meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphâne-i mukaddestir.”

Yani Kur’ân, her seviyedeki insana hitap eder.
Bir çocuk da ondan feyz alır, bir âlim de.
Bir derviş, onunla zikreder; bir düşünür, onunla tefekkür eder.
Fıkıhçısı hüküm çıkarır, mutasavvıfı sır çözer, mütefekkiri hikmet arar.
Kur’ân, tek bir kitap gibi görünür ama aslında mukaddes bir kütüphanedir.

📜 Sonuç: Kur’ân, Allah’tan Gelen Ezelî Mektuptur

Kur’ân;
– Ezelden gelen bir mektuptur.
– Rahmetin kelamıdır.
– Hikmetin özüdür.
– Varlığın anlamıdır.
– Kulluğun pusulasıdır.

Onu anlamak, kâinatı anlamaktır.
Onu okumak, kendini tanımaktır.
Onunla yaşamak, ebediyete hazırlanmaktır.

Kur’ân, sadece dinî bir metin değil,
hayatın bizzat kendisidir.

ÖZET

Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir ibadet kitabı değil; kâinatın tercümesi, hayatın rehberi, insanlığın terbiyecisi, ahiretin haritasıdır. O, Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının, rahmet ve hikmetinin diliyle yazılmış bir kütüphane gibidir. Her meşrebe hitap eder, her seviyede kalbi ve aklı doyurur. Kur’ân, kâinatın hikmetini açan anahtar, hadiselerin anlamını çözen pusula ve hem dünya hem ahiret için rehber bir mucizedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Bir Tek Duanın Semasında Açılan Cennet

Bir Tek Duanın Semasında Açılan Cennet

“Nev’-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman Fahr-i Kâinât (A.S.M.) ne istiyor? Bak, saâdet-i ebediye istiyor, beka istiyor, likà istiyor, cennet istiyor… Bu meraya-yı mevcûdâtta cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adâlet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi, şu Zâtın (A.S.M.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti. Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derinlikli pasajı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dua ve talebinin ne kadar yüksek, kapsamlı ve kâinatı kuşatıcı olduğunu ortaya koyar. Aynı zamanda Cennet’in yaratılışının bile bir tek dua ile mümkün olabileceğini, bu Zâtın (s.a.v.) kıymetini ve misyonunu imanî ve hikmetli bir bakışla açıklar.

Bir duanın nelere kadir olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Öyle bir dua ki, sadece ağızdan çıkan birkaç kelime değil…
O dua, bir ümmetin duasıdır.
O dua, insanlığın iç sesi, kâinatın tercümanıdır.
Ve o dua, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (s.a.v.) aittir.

Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda bu eşsiz Zâtın (s.a.v.) ne istediğini sorar:

> “Ne istiyor bu Fahr-i Kâinat (A.S.M.)?”

Ve cevap verir:

> “Saâdet-i ebediye istiyor, beka istiyor, likâ istiyor, Cennet istiyor…”

Yani o, sadece kendi adına değil, tüm mahlûkatın, tüm ruhların, tüm arzuların özeti olarak istiyor. O’nun duası, sadece dert anlatmak değil; hakikat istemektir. Çünkü onun istediği şeyler, yalnızca zevk veya menfaat değil, varlığın öz gayesidir.

🌿 O Dua, Kâinatın Kalbinden Yükseliyor

Bir insan cenneti ister, ama arzu derecesindedir. Bir evliya ister, ama niyaz derecesindedir.
Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cenneti isterken, arkasında bütün esmâ-i hüsnâyı, rahmeti, hikmeti ve adaletiyle birlikte istiyor.

> “Bu merâyâ-yı mevcûdâtta cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor.”

Yani onun duası, Allah’ın bütün güzel isimlerini araya koyarak, hakikati hakkıyla isteyen bir arzudur. O’nun isteği sıradan bir arzu değil; rububiyetin kabul buyuracağı bir niyazdır.

🕊️ Cennet, O Duanın Bir Meyvesidir

Bediüzzaman, çok dikkat çekici bir cümle kurar:

> “Eğer rahmet, inayet, hikmet, adâlet gibi esbâb-ı mûcibe olmasa idi, şu Zâtın (A.S.M.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti.”

Yani Allah’ın kudreti için baharın icadı ne kadar kolay ve mümkünse, Efendimiz’in o niyazı da cennetin yaratılmasına yeterli bir sebeptir. Çünkü o, bu âlemin en nurlu meyvesi, yaratılışın merkezi, hilkatin sebebidir. Nitekim:

> “Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.”

Yani dünya imtihan sahnesi olarak açılmışsa, bu onun risaleti içindir. O’nun gönderilmesiyle imtihan başlar; onun sözleriyle hak ile bâtıl ayrışır.

🌌 Hz. Muhammed (s.a.v.): Arzunun Temsilcisi, Duanın Sahibidir

O, bir kuldur ama sıradan değil…
O, bir nebi, bir rasuldür ama sadece haber getiren değil…
O, kâinatın duasını temsil eden, rahmetin tezahürü olan ve bekanın sesini insanlığa ulaştırandır.

Evet, eğer cennet varsa, onun duasıyla açılmıştır.
Eğer ebediyet özlemi gerçekse, onun duasıyla kabul edilmiştir.
Eğer beka umudu varsa, onun risaletiyle anlam kazanmıştır.

Ve onun duası, sadece dilde değil; hayatında, gözyaşında, secdesinde, ümmetine olan sevgisinde ete kemiğe bürünmüştür.
O dua, şimdi ümmetinin duasına dönüştü.

ÖZET

Bediüzzaman’a göre Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.), cennet, ebedî saadet ve Allah’la buluşma gibi büyük hakikatleri, yalnızca kendi adına değil; tüm kâinat ve esmâ-i hüsnânın şehadetiyle istemektedir. Onun bir tek duası, cennetin yaratılmasına sebep olacak kadar kıymetlidir. Çünkü onun risaleti, bu dünyanın imtihan yurdu olmasına vesile olmuştur. Efendimiz (s.a.v.), arzunun özü, duanın sahibidir ve insanlığın beka arayışına en güçlü cevaptır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Bir Tek Duanın Semasında Açılan Cennet

Bir Tek Duanın Semasında Açılan Cennet

“Nev’-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman Fahr-i Kâinât (A.S.M.) ne istiyor? Bak, saâdet-i ebediye istiyor, beka istiyor, likà istiyor, cennet istiyor… Bu meraya-yı mevcûdâtta cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adâlet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi, şu Zâtın (A.S.M.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti. Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derinlikli pasajı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) dua ve talebinin ne kadar yüksek, kapsamlı ve kâinatı kuşatıcı olduğunu ortaya koyar. Aynı zamanda Cennet’in yaratılışının bile bir tek dua ile mümkün olabileceğini, bu Zâtın (s.a.v.) kıymetini ve misyonunu imanî ve hikmetli bir bakışla açıklar.

Bir duanın nelere kadir olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Öyle bir dua ki, sadece ağızdan çıkan birkaç kelime değil…
O dua, bir ümmetin duasıdır.
O dua, insanlığın iç sesi, kâinatın tercümanıdır.
Ve o dua, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (s.a.v.) aittir.

Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda bu eşsiz Zâtın (s.a.v.) ne istediğini sorar:

> “Ne istiyor bu Fahr-i Kâinat (A.S.M.)?”

Ve cevap verir:

> “Saâdet-i ebediye istiyor, beka istiyor, likâ istiyor, Cennet istiyor…”

Yani o, sadece kendi adına değil, tüm mahlûkatın, tüm ruhların, tüm arzuların özeti olarak istiyor. O’nun duası, sadece dert anlatmak değil; hakikat istemektir. Çünkü onun istediği şeyler, yalnızca zevk veya menfaat değil, varlığın öz gayesidir.

🌿 O Dua, Kâinatın Kalbinden Yükseliyor

Bir insan cenneti ister, ama arzu derecesindedir. Bir evliya ister, ama niyaz derecesindedir.
Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cenneti isterken, arkasında bütün esmâ-i hüsnâyı, rahmeti, hikmeti ve adaletiyle birlikte istiyor.

> “Bu merâyâ-yı mevcûdâtta cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor.”

Yani onun duası, Allah’ın bütün güzel isimlerini araya koyarak, hakikati hakkıyla isteyen bir arzudur. O’nun isteği sıradan bir arzu değil; rububiyetin kabul buyuracağı bir niyazdır.

🕊️ Cennet, O Duanın Bir Meyvesidir

Bediüzzaman, çok dikkat çekici bir cümle kurar:

> “Eğer rahmet, inayet, hikmet, adâlet gibi esbâb-ı mûcibe olmasa idi, şu Zâtın (A.S.M.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti.”

Yani Allah’ın kudreti için baharın icadı ne kadar kolay ve mümkünse, Efendimiz’in o niyazı da cennetin yaratılmasına yeterli bir sebeptir. Çünkü o, bu âlemin en nurlu meyvesi, yaratılışın merkezi, hilkatin sebebidir. Nitekim:

> “Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.”

Yani dünya imtihan sahnesi olarak açılmışsa, bu onun risaleti içindir. O’nun gönderilmesiyle imtihan başlar; onun sözleriyle hak ile bâtıl ayrışır.

🌌 Hz. Muhammed (s.a.v.): Arzunun Temsilcisi, Duanın Sahibidir

O, bir kuldur ama sıradan değil…
O, bir nebi, bir rasuldür ama sadece haber getiren değil…
O, kâinatın duasını temsil eden, rahmetin tezahürü olan ve bekanın sesini insanlığa ulaştırandır.

Evet, eğer cennet varsa, onun duasıyla açılmıştır.
Eğer ebediyet özlemi gerçekse, onun duasıyla kabul edilmiştir.
Eğer beka umudu varsa, onun risaletiyle anlam kazanmıştır.

Ve onun duası, sadece dilde değil; hayatında, gözyaşında, secdesinde, ümmetine olan sevgisinde ete kemiğe bürünmüştür.
O dua, şimdi ümmetinin duasına dönüştü.

ÖZET

Bediüzzaman’a göre Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.), cennet, ebedî saadet ve Allah’la buluşma gibi büyük hakikatleri, yalnızca kendi adına değil; tüm kâinat ve esmâ-i hüsnânın şehadetiyle istemektedir. Onun bir tek duası, cennetin yaratılmasına sebep olacak kadar kıymetlidir. Çünkü onun risaleti, bu dünyanın imtihan yurdu olmasına vesile olmuştur. Efendimiz (s.a.v.), arzunun özü, duanın sahibidir ve insanlığın beka arayışına en güçlü cevaptır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Yeryüzü Bir Mescid, Efendimiz (s.a.v.) Bir İmamdır

Yeryüzü Bir Mescid, Efendimiz (s.a.v.) Bir İmamdır

“Evet, bak! Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber, Peygamberimiz (A.S.M.) bütün ehl-i îmâna imam, bütün insana hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri. Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravetdar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; her bir dâvâsını, mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu kudsî tasviri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yeryüzündeki yerini, misyonunu ve ümmet içindeki merkezi konumunu derin ve ihtişamlı bir ifadeyle ortaya koymaktadır.

Dünyaya sadece bir varlık sahnesi olarak bakmak mı gerekir, yoksa bir mescid olarak mı?

Bediüzzaman Said Nursî, bakışı kökünden değiştiriyor:

> “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minberdir.”

Yani dünya, rastgele dönen bir taş yığını değil; hikmetle döşenmiş, ilahi nizamla şekillenmiş bir secde yurdudur. Bu mescidin mihrabı, yani yöneliş noktası Mekke’dir. Çünkü orada Kâbe vardır. Ve minberi –yani sözün yükseldiği, hakikatin ses bulduğu kürsüsü– Medine’dir. Çünkü orada Efendimiz’in (s.a.v.) sesi yankılanır.

Bu bakış açısı, hayatın sıradanlığını kırar, onu mukaddes bir görev alanına dönüştürür. Çünkü böyle bir mescidin imamı da sıradan biri olamaz:

> “Peygamberimiz (A.S.M.), bütün ehl-i imâna imam, bütün insana hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyiddir.”

🌍 O, Tüm İnsanlığa Rehberdir

Hz. Muhammed (s.a.v.), sadece 7. yüzyılda Arabistan’da yaşayanlara değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa hitap eden bir peygamberdir. Sesi, çağları aşar; sözü, zamanları delip geçer. Çünkü onun getirdiği mesaj, sadece bir topluluğa değil, insanlık hakikatine dairdir.

Bir hatip düşünün ki, cemaatinin hududu yok. Siyah, beyaz, doğulu, batılı, fakir, zengin… Herkes onu dinlemek zorunda. Çünkü onun sözü, yaratılışın manasını anlatır.

🌱 O, Nebîler Ağacının Meyvesidir

Bediüzzaman, Efendimiz’i (s.a.v.) “bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri” olarak tarif eder. Yani o, geçmiş bütün peygamberlerin mesajını özetleyen, onların sesiyle konuşan bir zâttır. Onun davası yeni değil; binlerce yıl öncesine, Âdem’den İbrahim’e, Musa’dan İsa’ya kadar uzanan bir tevhid zincirinin son halkasıdır.

O, aynı zamanda bir şecere-i nuraniyenin en parlak meyvesidir.
Bu nur ağacının kökleri hayattar peygamberler, dalları evliyalar, yaprakları salihlerdir.
Ve o ağaç, Efendimiz ile kemalini bulmuştur. Çünkü:

> “Her bir dâvâsını mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.”

Bu ne demektir?
Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamberlik iddiasında yalnız değildir. Tüm peygamberler, onun getirdiği hakikati önceden müjdelemiştir. Tüm velîler de, onun izinde yürümüş, onun davasını kalplerde sürdürmüştür. Böyle bir imza zinciri, onun nübüvvetini sarsılmaz bir hakikat haline getirir.

🕋 Dünya Bir Mescidse, Hayat Bir Namazdır

Bu bakış, bize şunu öğretir:
Hayatın her ânı, aslında bir ibadettir.
Çalışmak, ilim öğrenmek, insanlara faydalı olmak — hepsi birer secdedir.
Çünkü dünya bir mesciddir, Efendimiz onun imamıdır ve bizler de o mescidin cemaatiyiz.

O hâlde, onun arkasında saf tutmak ne demektir?
– Onun ahlâkı ile ahlâklanmak.
– Onun davasını yaşamak.
– Onun sünnetini sürdürmek.
İşte gerçek kulluk budur.

ÖZET

Bediüzzaman Said Nursî, yeryüzünü bir mescid, Mekke’yi mihrab, Medine’yi minber olarak tasvir eder. Bu kutsal mescidin imamı ise Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v.). O, bütün mü’minlere imam, insanlığa hatip, enbiyaya reis, evliyaya seyyiddir. O’nun peygamberliği, geçmiş tüm peygamberlerin ve velîlerin tasdikiyle sabittir. Dünya bir mescid olduğuna göre, hayat da bir namazdır; Efendimiz’in (s.a.v.) arkasında saf tutmak ise onun ahlâkı ile yaşamak demektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Küfür Bir Boşluktur: Hakikat, İsbat Üzerine Kurulur

 

Küfür Bir Boşluktur: Hakikat, İsbat Üzerine Kurulur

“Küffarın tarifi ise: Küffar, hayvanât-ı İlâhîden bir nevi habistirler ki; imaret-i dünyaya ve hem mü’minlere derecât-ı niam-ı İlâhiye’yi anlamağa bir vâhid-i kıyasî olmak için halkedilmişler ve imhal edilmişlerdir. Şu küffar denilen bu nevi hayvânâtın, hakkı inkâr edip nefyetmekte ittifakları kuvvetsizdir. Evet küfür, çendan isbat suretinde de olsa; nefiydir, inkârdır, cehildir, ademdir. Binler ehl-i nefiy ve inkârın iki ehl-i isbata karşı sözleri bâtıldır, sukut eder.”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu keskin ifadeleri, küfrün mahiyetini, aklî ve mantıkî zayıflığını, ve hakikatin ispata dayalı gücünü çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.

İnsanlık, tarihi boyunca iki temel yol ayrımında yaşamıştır: İman ve küfür.
İman; nuru temsil eder, anlamı derinleştirir, varlığı değerlendirir.
Küfür ise; hakikati reddeder, cehaleti yüceltir, anlamı boşaltır.

Bediüzzaman Said Nursî, “Nur’un İlk Kapısı”nda küfrün sadece bir reddediş değil, aynı zamanda bir cehalet, adem ve yokluk olduğunu anlatır. O, küfrü bir varlık gibi değil, bir hiçlik ve inkâr zemini olarak tarif eder.

> “Küfür… çendan isbat suretinde de olsa; nefiydir, inkârdır, cehildir, ademdir.”

Yani kâfir, var olanı yok sayar.
Bir sarayın içinde bulunup, onu bir ustası olmadan hayal etmek isteyen birinin gafleti gibi…
Bir kitap okuyup da yazarı yoktur demek gibi…
Göz önünde binlerce delil varken, gözünü kapayıp “görmüyorum” demek gibi…

Küfür Neden Delilsizdir?

Çünkü küfür, isbat değil inkâr eder.
Ve inkâr, her zaman cehalet üzerine kurulur.
Bir şeyi yok saymak için sadece “bilmiyorum” demek yeterlidir. Ama bir şeyi var kabul etmek, ilim, basiret, delil ve dikkat ister.

Nursî, bu sebeple kâfirlerin hakikati inkârda ittifak etmelerinin bir kıymet taşımadığını söyler:

> “Binler ehl-i nefiy ve inkârın, iki ehl-i isbata karşı sözleri bâtıldır, sukut eder.”

Çünkü bir şeyi var etmek için delil yeterlidir. Ama yokluğunu isbat etmek neredeyse imkânsızdır.
Bin kişi “Bu eser sahipsizdir” dese, bir kişi çıkıp “Hayır, işte ustası budur” dese, o tek kişi haklıdır. Çünkü onun elinde isbat vardır. İşte bu yüzden hakikat, çoğunlukla değil; isbatla yaşar.

🐂 Küfür Neden “Nevi Habîs”tir?

Bediüzzaman küfrü sadece fikrî bir sapma değil, aynı zamanda bir ahlâkî düşüş olarak tanımlar. Küfür, Allah’a karşı isyanı barındırdığı gibi, yaratılmışlara karşı da saygısızlığı barındırır. Bu yüzden küfür ehli, Kur’an diliyle “hayvandan daha aşağı” bir hâle düşer.

> “Küffar, hayvanât-ı İlâhiyeden bir nevi habistirler.”

Bu ifade çok çarpıcıdır. Çünkü burada insan, sadece inançsız olmakla kalmaz, aynı zamanda manevî olarak deruni kirlenme yaşar. Aklı, vicdanı, kalbi işlemez hâle gelir. Gaye-i hilkatini (yaratılış amacını) inkâr eden bir varlık, şerefini kaybeder.

📏 Küfür Ne İşe Yarar?

Elbette Allah, küfrü mutlak bir felaket olarak yaratmamıştır. Nursî burada da dengeyi kurar:

> “İmaret-i dünyaya ve mü’minlere derecât-ı niam-ı İlahiye’yi anlamağa bir vâhid-i kıyasî olmak için halkedilmişler.”

Yani küfür, bir kıyas unsurudur. Karanlık olmadan ışık, sessizlik olmadan ses, acı olmadan tat anlaşılmaz. Kâfirin varlığı, mü’minin nimetini daha iyi kavramasını sağlar. Mü’min, küfrün boşluğunu gördükçe imanının kıymetini bilir. Cehennemin korkusuyla cennetin arzusu artar.

🔚 Sonuç: Küfür, Boşluk; İman, Varoluştur

Küfür; varlığa karşı isyan, hakikate karşı inkârdır.
İman ise; varlığa teslimiyet, hakikate yöneliştir.
Küfür binlerle ittifak etse de, isbat karşısında susar.
Hakikat, isbat üzerinedir; inkâr değil, delil konuşur.
Ve hakikat, her zaman az da olsa parlar; zira ışığın varlığı karanlığın çokluğunu ezer.

ÖZET

Bediüzzaman’a göre küfür, varlık değil, yokluk; bilgi değil, cehalet; isbat değil, inkârdır. Kâfirlerin çoğunluğu hakikatin ölçüsü değildir; çünkü bir kişinin isbatı, bin inkârdan daha kıymetlidir. Küfür, ahlâkî ve ruhî bir çöküştür. Ancak aynı zamanda mü’minler için bir kıyas ölçüsüdür. Hakiki iman, isbatla yaşar; küfür ise boşlukta yok olur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

CHP BELEDİYELERİNDEKİ YOLSUZLUK İDDİA VE GEREKÇELERİ

CHP BELEDİYELERİNDEKİ YOLSUZLUK İDDİA VE GEREKÇELERİ

Aşağıda, CHP’ye mensup eski ve mevcut belediye başkanları ile ilin yöneticilerinin “yolsuzluk, zimmet, rüşvet, ihale usulsüzlüğü, suç örgütü” gibi suçlamalarla tutuklanma veya görevden uzaklaştırılma süreçlerini, iddia olunan suçları ve mevcut hukuki durumu tarihsel ve belgeli bir bakış:

  1. Ekrem İmamoğlu (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı)

Mart 2025’te “suç örgütü yönetme, yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat” gibi ağır suçlamalarla tutuklanarak görevden alındı. İstanbul’daki birçok çalışan da soruşturma kapsamında gözaltına alındı  .

Dava savcılık iddialarına dayanıyor; CHP yönetimi tüm süreci “siyasi operasyon” olarak nitelendiriyor  .

  1. Zeydan Karalar (Adana BŞB Başkanı)

Temmuz 2025 başında “örgütlü suç ve rüşvet” suçlamalarıyla gözaltına alınıp tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi.

Savcılık, Seyhan dönemi ihalelerinde haksız menfaat elde etmeye yönelik talepte bulunduğunu ve bunu temizlik müdürü aracılığıyla sağladığını iddia ediyor  .

  1. Abdurrahman Tutdere (Adıyaman Belediye Başkanı)

Aynı operasyon kapsamında “haksız menfaat talebi” ve “parayı başkan yardımcısına yönlendirme” iddialarıyla soruşturuldu. Tutuklama kararı çıkarıldı  .

– Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere’nin de belediyeyle iş yapan şirketlerden maddi menfaat talep ederek kişileri Belediye Başkan Yardımcısı Ceyhan Kayhan’a yönlendirdiği iddiaları neticesinde, Tutdere ve Kayhan için de gözaltı kararı alındı.[1]
– Yolsuzluktan dolayı Adıyaman Belediye Başkan Yardımcısının tutukluğu ve Başkanın ev hapsi kararı verildi.

Ve sonradan da görevden uzaklaştırıldı.

– İstanbul İzmir derken sıraya Adıyaman’da girdi.

*Sahipsiz ve gariban Adıyaman’ın kaderi bu demek ki!

Kırk yılda bir ders verim dedi, başına gelmeyen kalmadı.[2]

Beşer zulmeder, kader adalet eder. Vardır bunda da kaderi bir cihet.

 

  1. Muhittin Böcek (Antalya BŞB Başkanı)

Rüşvet soruşturması sonucu, İçişleri Bakanlığı kararıyla görevden uzaklaştırıldı  .

Tutuklama gerekçesi, belediyedeki rüşvet ve zimmet iddialarıdır.

  1. Tunç Soyer (Eski İzmir BŞB Başkanı)

Temmuz 2025’te, İzmir Büyükşehir Belediyesi iştiraki İZBETON üzerinden ihalelerde “ihaleye fesat ve nitelikli dolandırıcılık” suçlamasıyla tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi.

Söylenen kamu zararı: 281 milyon TL; İZBETON zararları: 973 milyon TL; yersiz ödemeler 274 milyon TL; kooperatif zararı 41 milyon TL  .

  1. Şenol Aslanoğlu (CHP İzmir İl Başkanı)

Aynı soruşturmanın kapsamında, İZBETON’daki usulsüzlükler nedeniyle tutuklandı  .

  1. Diğer CHP’li Belediye Başkanları (Tutuklu/Görevden Uzaklaştırılanlar)

Kiliskenthaber verilerine göre görevden uzaklaştırılan isimlerden öne çıkanlar:

**Utku Caner Çaykara (Avcılar)**

**Rıza Akpolat (Beşiktaş)**

**Alaattin Köseler (Beykoz)**

**Mehmet Murat Çalık (Beylikdüzü)**

Hasan Akgün (Büyükçekmece) → rüşvet/taşınmaz tahsis iddiaları 

**Hakan Bahçetepe (Gaziosmanpaşa)**

**Oya Tekin (Seyhan)**

**Kadir Aydar (Ceyhan)**

Ahmet Özer (Esenyurt), Mustafa Sarıgül (Ovacık), Resul Emrah Şahan (Şişli) → terör soruşturmaları kapsamında görevden uzaklaştırıldılar ve bazılarına kayyum atandı  .

📌 Tarihsel ve Hukuki Perspektif

2025 Temmuz başı itibarıyla bu büyük operasyon, yerel seçimlerde CHP’nin elde ettiği başarının ardından hızlandı.

Soruşturmalar Anadolu Ajansı, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı gibi kurum belgelerine dayanıyor.

CHP cephesi, yapılanları “siyasi baskı” ve “yargı yoluyla sindirme” olarak tanımlıyor  .

🧭 Düşündürücü Değerlendirme

  1. Türkiye siyasetinde yargı ile siyaset iç içe geçmiş durumda.
  2. Kamu kaynaklarının kullanımı, özellikle büyükşehirlerin ihalelerinde şeffaflık tartışmalarının merkezine oturuyor.
  3. Tutuklamalar kamu vicdanına seslenirken; CHP tabanında “masumiyet karinesi” savunmaları öne çıkıyor.
  4. İddiaların yargı süreci ile netleşmesi bekleniyor. Mahkemeler ileriki günlerde kararlarını açıklayacak.

Özet Tablo

Başkan/Şahıs Belediye & Görev İddia Edilen Suçlar Durum (Temmuz ’25)

Ekrem İmamoğlu İstanbul BŞB Örgüt, rüşvet, ihaleye fesat Tutuklu, görevden uzak
Zeydan Karalar Adana BŞB Rüşvet, suistimal Gözaltı, mahkemeye sevk
Abdurrahman Tutdere Adıyaman BŞB Haksız menfaat talebi Gözaltı, mahkemeye sevk
Muhittin Böcek Antalya BŞB Rüşvet, zimmet Görevden uzaklaştırıldı
Tunç Soyer Eski İzmir BŞB İhaleye fesat, yolsuzluk, kamu zararı (milyon TL’ler) Tutuklama talebi ile sevk
Şenol Aslanoğlu CHP İzmir İl Başkanı Aynı İZBETON ihale soruşturması Tutuklandı
Diğerleri… CHP’li birçok ilçe/il başkanı & BŞB Rüşvet, ihale usulsüzlüğü, zimmet, terör (bazıları) Tutuklama veya görevden uzaklaştırma

* Ortada bir güç zehirlenmesi var.
Yolsuzlukları perdelemek için, siyasi bir yaptırım olduğu ifade ediliyor.

Acaba bu şaibeli bir zihniyetin bir gereği midir?
Ayinesi iştir kişinin, misali midir?
Zaten öncesi böyleydi mi?

Ancak birisinin dile getirdiği şu hastalıklı zihniyetin bir tezahürüdür bu;

“Açık açık söyleyeyim CHP hırsızlık yolsuzluk her pisliği yapsa da biz müslümanları istemiyoruz onun için seçiyoruz”

**Trabzon’un CHP’li Ortahisar Belediye Başkanı Ahmet Kaya, dikkat çeken bir tartışmanın merkezine oturdu.

Kaya, 17 Mayıs tarihinde katıldığı TBMM Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu toplantısında, dikkat çeken bir öneri ortaya attı.

“TRABZON’DA İÇKİ İÇMEYE YER YOK”

Turizmin bir bütün olduğunu belirten Başkan Kaya, eğlence başlığının da bu bütünün bir parçası olduğunu söyledi.

Trabzon’da içki içmek için herhangi bir alan olmadığına işaret eden Kaya, “İçki içmek isteyen turistler Trabzon’da bu imkanı bulamadıkları için Batum’a gidiyorlar. Bu konuda cesur adımlar atmak zorundayız. Yoksa turizmden hak ettiğimiz payı alamayız” değerlendirmesinde bulundu.[3]

NOT: *🔰..CHP KALAYSIZ BAKIR KABA BENZER, İÇİNE GİREN HER

ŞEYİ ZEHİRLER..!
🔰..Merhum Ali Ulvi Kurucu hatıralarında, merhum dedesi, büyük âlim Hacı Veyis Efendi’nin CHP’nin hakkında şöyle buyurduğunu naklediyor;
🔰..Oğlum, bu fırka, bu teşekkül, kalaysız bir bakır kaba benzer, içine ne dahil olursa zehir olur. İsterse hacı, hoca olsun.
Oğlum bu fırka ehlullahtan, Allah dostlarından beddua almıştır. Bu yüzden öyle bir hale gelmiş ki, kalaysız kaba benzer, içine gireni zehirler.

 

[1] https://m.haber7.com/guncel/haber/3544419-aziz-ihsan-aktas-itiraf-etti-adana-ve-adiyaman-belediye-baskanlari-gozaltina-alindi

https://www.haber7.com/guncel/haber/3544419-adiyaman-belediye-baskani-gozaltina-alindi

[2] https://tesbitler.com/2024/04/06/adiyaman-ders-verdi-simdi-ders-alma-zamani/

https://tesbitler.com/2025/06/01/adiyamandan-bir-ders-daha-gazze-yardiminin-faiziyle-geri-istenmesi-uzerine/

[3] https://video.haber7.com/video-galeri/322946-chpli-belediye-baskaninin-turizmi-canlandirma-yontemi-sasirtti-trabzonda-icki-icmeye-yer-yok

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Çoğunluk Her Zaman Haklı Değildir: Sayı ile Değil, Kıymet ile Ölç!

Çoğunluk Her Zaman Haklı Değildir: Sayı ile Değil, Kıymet ile Ölç!

“Ey birâder! Küffar ve ehl-i dalâletin kesret-i adediyle beraber bâzı hakâik-i îmâniyenin inkârlarında ittifakları seni sarsmasın. Çünkü kıymet, kesrette değildir. Zira insan, insan olmadığı vakit, şeytan bir hayvan olur. Ecnebîler gibi ihtirasât-ı hayvaniyede terakki ettikçe, hayvaniyeti şiddetlenir; daha ziyâde hayvan olur. Hayvânâtın kemmiyetçe kesreti ve insanın hayvânâta nisbeten kılleti mâlum. Halbuki hayvânât, insan için halkolunmuştur. ”
Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî’nin “Nur’un İlk Kapısı”ndan alıntıladığınız bu parça, iman hakikatlerinin az sayıda kişi tarafından savunulmasının bir zayıflık değil, bir kıymet meselesi olduğunu izah ederken; çoğunluğun inkâr üzere birleşmesinin ise bir delil sayılamayacağını veciz şekilde ortaya koymaktadır.

Zaman zaman insanın zihnini bulandıran, kalbini sarsan bir soru olur:
“Acaba bu kadar inkârcı, bu kadar inanmayan topluluklar yanılıyor olabilir mi?”
Hele ki iman edenler azınlıkta kalmışsa, bu soru bazen fırtınaya dönüşür. İşte Bediüzzaman, tam da bu tereddüt anında, sarsılmaz bir ilkeyi hatırlatır:

> “Kıymet, kesrette (çoklukta) değildir.”

Çünkü çok olmak haklı olmak demek değildir.
Sayı, değer üretmez.
Kalabalık, hakikatin ölçüsü olamaz.

🔎 Çoğunluk Ne Zaman Aldatır?

Tarihin her döneminde hakikat sahipleri azınlıkta kalmıştır.
Hz. Nuh’un (a.s) gemisinde kaç kişi vardı?
Hz. İbrahim (a.s), tek başına bir ümmet değil miydi?
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Mekke’de yıllarca yalnız kalmadı mı?

Çünkü hakikat, rüzgâra kapılan yapraklar gibi çoğunlukla değil, kökü derinde sağlam ağaçlar gibi direnişle yaşar. Kalabalık, hakikatin değil, modanın ve menfaatin peşindedir. Bugün de materyalizmin, sekülerizmin, hedonizmin yani hazzın kalabalıkları vardır. Ama bu, onların haklı olduğunu göstermez. Çünkü:

> “İnsan, insan olmadığı vakit, şeytan bir hayvan olur.”

Yani insan eğer aklını, kalbini ve vicdanını terk ederse; sıradan bir canlıya, hatta hayvandan daha aşağı bir varlık hâline gelir. Çünkü hayvan haddini bilir, fıtratına itiraz etmez. Ama insan, Allah’ı inkâr edip kendi hevâsını ilah edindiğinde, nefsin kölesi olur. Ve bu kölelik “medeniyet” kılıfıyla sunulsa bile, aslında bir bozulma, bir hayvanileşme sürecidir.

Avrupa’nın bir kısmında görülen bu manzara buna işaret eder. İnsan, ihtirasât-ı hayvaniyede (yani şehvet, menfaat, güç hırsı) ilerledikçe, aslında insanlıktan uzaklaşır. Teknoloji ile terakki ederken, vicdanla irtibatını koparır. Akıl ilerler, ama ruh geriler. Sonunda ortada güçlü ama sorumsuz, bilgili ama merhametsiz, donanımlı ama anlamdan yoksun bir insan tipi çıkar.

⚖️ Değer Sayıda Değil, Vazifededir

Hayvanların sayıca çok olması, onların insanlardan daha değerli olduğu anlamına gelmez. Bediüzzaman bunu açıkça şöyle ifade eder:

> “Hayvânâtın kemmiyetçe kesreti ve insanın hayvânâta nisbeten kılleti mâlum. Halbuki hayvânât, insan için halkolunmuştur.”

Yani milyarlarca karınca, bir insanın değeriyle ölçülemez. Çünkü onlar hizmet için yaratılmıştır, insan ise hikmet için. Onlar emre itaat eder, insan ise emaneti yüklenmiştir. Sayı değil, sorumluluk kıymet verir.

🧭 Sonuç: Hakikat, Sürüde Değil, Şuurlu Azınlıktadır

İman, sayıya göre değil; sadakate göre ölçülür.
Hakikat, alkışın peşinden koşmaz; izzetin izini sürer.
Kalabalıklar doğruyu aramayabilir, ama hakikat her zaman doğru olanla beraberdir.
Bu yüzden Bediüzzaman’ın sesi, kalabalığın suskunluğundan daha kıymetlidir.

Bugün senin elindeki iman, belki milyarların inkârına karşı bir tek kandildir. Ama unutma, karanlığı yırtan güneş değil, bazen bir tek mum olur.

ÖZET

Bediüzzaman Said Nursî’ye göre çoğunluğun inkâr üzerinde birleşmesi hakikati sarsmaz; çünkü kıymet çoklukta değil, değerde ve vazifededir. İnsan, insanlığını kaybedince sıradan bir hayvana, hatta şeytana dönüşebilir. Avrupa’daki gibi ihtiraslarda ilerleyen insan tipi, maneviyatı terk ettikçe daha da hayvanileşir. Hayvanların çokluğu, insanın azlığından daha kıymetli değildir; çünkü insan onlara üstün kılınmıştır. Gerçek hakikat arayıcıları genellikle azınlıktadır ve iman bu azınlığın en kıymetli sermayesidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Cazibe Altında Çöküş: Avrupa’nın Kör Dehası

Cazibe Altında Çöküş: Avrupa’nın Kör Dehası

“Ey Avrupa! Senin, bir gözü kör dehan ile ruh-u beşere hediye ettiğin şu cehennemî hâleti sen de anladın. Sen, şu müthiş derde bir derman aradın. Bu derde şifa ve ilâç olan Hüda-i Kur’ân’dan gözünü yumdun. Muvakkaten elemi hissetmemek için câzibedar lehviyatı, parlak ve okşayıcı hevesatı ilâç olarak buldun. Ve bunlarla beşerin hissini iptal ettin. Senin bulduğun bu derman, senin başını yesin ve yiyecek!..”
Nur’un İlk Kapısı

Ey Avrupa!
Senin üzerine doğan güneş, bir asırdır hem dünyayı hem de ruhları yakıyor. Akıl, bilim, özgürlük ve ilerleme gibi kavramların arkasına saklanarak insanlığa kurtuluş vadettin. Fakat senin bu “deha”nın bir gözü kördü… Yani maddeyi gördü, ama mânâyı göremedi. Makineyi anladı, ama kalbi anlayamadı. Göğe yükseldi, ama yere sağlam basamadı. İnsanı ilahlaştırdı ama insanı da tanıyamadı.

Senin kurduğun medeniyet, cehennemî bir hâleti insanlığa hediye etti. Evet, bombalarıyla şehirleri yaktın, ama daha beteri, fikirlerinle ruhları çoraklaştırdın. Kendi ahlâkını, kendi menfaatini, kendi arzunu bir yasa gibi tüm insanlığa dayattın. Böylece adalet değil, çıkar düzeni; huzur değil, haz ve hız toplumu inşa ettin.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle sen bu gidişin bir “dert” olduğunu fark ettin. Yani içten içe çöküşünü hissettin. Bunu iki dünya savaşıyla, milyonların ölüm fermanıyla, aile yapısının çürümesiyle, maneviyatın boşalmasıyla gördün. Kalbinde bir sancı hissettin ama yanlış bir eczaneye gittin. Çünkü Kur’ân eczanesine gözünü kapattın. İlâhî reçeteye başvuracağına, geçici uyuşturuculara sarıldın. Lehviyatla, hevesatla, hissiyatı iptal ettin. Evet, sadece aklı ve bedeni besledin ama ruhu aç bıraktın.

Ve şimdi senin bu “bulduğun derman”, seni de yiyor!
Aile çöktü, toplum bölündü, birey yalnızlaştı. Hürriyet, ahlâksızlığa dönüştü. Bilim, kibir üretmeye başladı. Teknoloji ilerledikçe, kalp geriye gitti. Eğlence büyüdükçe, vicdan küçüldü. Artık Avrupa’nın ruhu, sadece binalarında değil, fikirlerinde de çöküşte…

Sen bu yoldan dönmedikçe, iç huzur değil, sadece dış parıltı bulursun. Dışında ışık var ama içinde karanlık var. Çünkü ışık, kaynağını kaybettiğinde göz kamaştırmaz; göz kör eder.
İşte o yüzden diyor Bediüzzaman:

> “Senin bulduğun bu derman, senin başını yiyecek.”

Çünkü dinsiz ilerleme, felâkettir.
Vicdansız bilim, yıkımdır.
Maneviyatsız medeniyet, intihardır.

Eğer insanı sadece akıldan ibaret sayarsan; kalbi yok edersin.
Sadece dünyaya ait kılarsan; ahiretini karartırsın.
Sadece özgür bırakırsan; hevasına esir edersin.

Bugün Avrupa’nın gidişi, aslında tüm insanlık için bir uyarıdır.
“Kör deha”nın alternatifi, “münevver iman”dır.
Kur’ân’ın gösterdiği nur yoludur.

ÖZET

Bediüzzaman Said Nursî, Avrupa medeniyetini “bir gözü kör deha” olarak nitelendirir. Bu medeniyet, insanlığa geçici zevkler, eğlenceler ve hazlar sunmuş; ama ruhî ve ahlâkî çöküşe sebep olmuştur. Avrupa, bu durumun bir problem olduğunu hissetmiş ama çözüm olarak Kur’an’ın eczanesine yönelmek yerine heves ve lehviyatla hisleri uyuşturmuştur. Bu sahte ilaçlar, sonuçta Avrupa’nın kendisini de yiyen bir hastalığa dönüşmüştür. Hakiki kurtuluş, ancak maneviyatla, Kur’ân’ın ilacıyla mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Ferdî İlginin Sırrı: Her Varlığa Mahsus Bir Tecelli

Ferdî İlginin Sırrı: Her Varlığa Mahsus Bir Tecelli

Toplu değil, ferdî bir ilgi vardır.
Allah tabiri caizse fabrikasyon şeklinde varlıklarla olan; yaratmadan şekillendirmeye, suretten biçimlendirmeye kadar ferden ferda ayrı ayrı ilgilenmektedir.
Bir ressamın her bir resimle ayrı bir şekil,boya ve özellik vermesi gibi.
Ondandır ki Allah, her bir varlıktan ona özel haberdar olup,ilgilenmekte, isteklerini duyup ihtiyaçlarını gidermektedir.
Her bir varliktaki tecellisi de farklı olarak yansıtmaktadır.
Herkese ve her şeye olan tecellisi ona özeldir.
Ondandır ki varlıklardaki farklılıklar, tecellinin ve ilginin farklılığından ileri gelmektedir.

********

Modern çağın mekanik düşünce yapısı, çoğu zaman kâinattaki varlıkları bir “seri üretim” anlayışıyla açıklamaya çalışır. Ancak Kur’ânî bir nazarla bakıldığında, Cenâb-ı Hakk’ın varlıklarla ilişkisi bir fabrika düzeninde değil, sanatkârâne, şefkatkârâne ve ferdî bir ilgilenme şeklindedir. Allah, tabiri caizse, fabrikasyon değil, sanat atölyesi düzeninde her bir varlıkla ferden ferda ilgilenmektedir. Bu ilgi, her şeyin yaratılışında, şekillendirilmesinde, suretinde ve hayat tarzında kendini apaçık gösterir.

Bir Ressam Misali: Ferdî Tasarımın Tecellisi

Bir ressam düşünün ki her bir tuvale farklı renkler, farklı fırça darbeleri ve ona özel anlamlar yüklesin. Aynı ressamdan çıkan her tablo, aynı elin işçiliğini taşımasına rağmen birbirinden ayrıdır. İşte Allah’ın mahlûkatla olan ilişkisi de buna benzer; ancak farkı, insan aklının tahayyül bile edemeyeceği bir ihtimamla her bir varlığa hususî muamelede bulunmasıdır.
Tıpkı güneşin ışınlarının her bir çiçekte farklı renk ve güzelliklerdeki yansıması gibi.

Aynı hava ile binlerce canlıyı nefessiz bırakmayan, aynı toprakla yüz binlerce çeşit bitkiyi farklı farklı suretlerde halk eden Allah’ın kudreti, her bir mahlûkun suretinde, simasında, yaratılışında ve ruh dünyasında bambaşka tecellilerle görünmektedir. Bu farklılıklar, gelişi güzel bir rastlantının değil, bilinçli ve hikmetli bir ilginin neticesidir.

Toplu Değil, Ferdî Muamele

Kur’ân’ın beyanıyla, Allah “her şeyi en güzel surette yaratan”dır (es-Secde, 7). “Allah sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde yaratır” (ez-Zümer, 6) ayeti de bu ferdî ilgiye bir işarettir. Anne karnında yaratılan her bebek, aynı sistemde yaratılır; ama hiçbiri ötekine benzemez. Ne simaları, ne parmak izleri, ne kader çizgileri birbirine denk düşer. Bu, sadece şeklen değil, ruhen ve manen de böyledir. Her insanda Allah’ın isimlerinin farklı bir tecellisi vardır. Kimi insanda Rahîm ismi daha parlaktır, kimi insanda Hakîm ismi öne çıkar, kimi insanda Vedûd ismi bir başka parlar.

İsteklere ve İhtiyaçlara Cevap

Bu ferdî ilgi yalnızca yaratılışla sınırlı değildir. Cenâb-ı Hak, her bir kulunun halini bilir, duasını işitir, ihtiyacına cevap verir. Herkesin duasını kendi diliyle, kendi hâliyle dinleyen ve cevaplayan bir Rab, elbette her bir kuluna özel bir ilgiyle yöneliyor demektir.

İnsanların ve varlıkların farklı talepleri vardır. Bir çiçek su ister, bir kuş yuva, bir anne evlat, bir âşık vuslat, bir mazlum adalet. Ve hepsi, farklı hâllerde farklı taleplerle ellerini semaya kaldırır. İşte bu taleplerin her biri işitilir, değerlendirilir ve hikmete uygun olarak karşılık bulur. Bu ise ancak “her şeyi kuşatan bir ilim”, “her varlığa yönelen bir kudret” ve “her gönle dokunan bir rahmet” ile mümkündür.

Tecellideki Sonsuz Renk: Farklılıkların Hikmeti

Bir bakıma, varlıkların birbirinden farklı olması, Allah’ın isimlerinin sonsuz yansımalarının bir delilidir. Eğer herkes aynı olsaydı, yalnızca birkaç ismin tecellisiyle yetinilirdi. Oysa her farklılık, bir ismin ayrı bir yansımasıdır. Bir insan sabrı temsil ederken diğeri ilmi; biri merhameti taşırken öteki hikmeti temsil eder. Birinin hayatı başarılarla süslenmişken, diğerinin kaderi imtihanlarla doludur. Ama her biri, ilâhî bir sanatın özel bir yansımasıdır.

Sonuç Yerine: İsimlerin Aynasındaki İnsan

İnsan, kendisine özel muamele gören bir misafir gibidir. Her bir insan, Allah’ın farklı isimlerini yansıtan bir ayna hükmündedir. Ve bu ayna, ferdî olarak parlatılmıştır. Bu yönüyle hiçbir insan “boşuna yaratılmış” değildir. Herkes bir manayı taşımakta, her şey bir maksada hizmet etmektedir.

Allah’ın bu ferdî ilgisi, O’nun insanlara verdiği değerin de en büyük delilidir. Zira sıradan bir sanatkâr bile yaptığı sanata önem verirken, en büyük sanat olan insanın da, en büyük sanatkâr olan Allah katında önemsiz olması mümkün değildir.

Özet:

Allah’ın varlıklarla olan ilişkisi toplu değil, ferdîdir.

Her mahlûk, kendine mahsus bir ilgi ve tecelli ile yaratılmıştır.

Varlıklar arasındaki farklılıklar, bu özel tecellilerin yansımasıdır.

İnsanların dualarına cevap verilmesi, ferdî ilginin en açık delilidir.

Her varlık, Allah’ın isimlerinden bir kısmını farklı şekillerde yansıtır.

Bu ferdiyet, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi, kudreti ve rahmetiyle mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025

Hayatın Sureti, Hakikati ve Kemâli: Aynadaki Sır

Hayatın Sureti, Hakikati ve Kemâli: Aynadaki Sır

“Hayatın sureti ise şudur: Hayatın bir kelime-i mektube ve hem mesmuadır. Esmâü’lHüsnâ’ya delâlet eder.

   Hakikat-ı hayatın da budur: Tecelli-i ehadiyete âyinelik etmektir.

   Hayatın saâdet ve kemâli ise; hayatın âyinesine temessül edene karşı, şuur ile muhabbet ve şevk ile ibâdet etmektir. ”
Nur’un İlk Kapısı

Hayat…
Dıştan bakıldığında bir nefes alış, bir kalp atışı, bir yürüyüş, bir zaman dilimidir. Lakin “hayatın sureti” ne baktığımızda gördüğümüz yalnızca bir görüntüdür. Tıpkı bir kelime gibi… Ama bu kelime “bir mektup” hükmündedir. Mektup ise gelişigüzel yazılmaz; mutlaka bir yazanı, bir göndereni ve bir anlamı vardır.

Risale-i Nur’un ifadesiyle hayat, sadece bir hareketlilik değil; “esmâ-i hüsnâya delâlet eden mesmu bir kelime”dir. Yani hayat dediğimiz şey, Allah’ın isimlerinin okunabilir, duyulabilir, görülebilir bir tecellisidir. Gözle görünen canlılık, kulakla işitilen bir emir gibidir. Merhametle beslenen yavru, Rezzâk isminin; büyüyen ağaçlar, Muhyî isminin; sanatlı bedenler Musavvir isminin tercümanıdır. Her şey ilahî isimlere açılan birer pencere gibidir.

Ama işin en önemli tarafı, hayatın hakikatidir. Suret bir kabuktur, hakikat ise özdür. Risale-i Nur bunu şu şekilde açıklar:
“Hakikat-ı hayat, tecelli-i ehadiyete âyinelik etmektir.”
Bu cümle, hayatın sıradan değil, şahsî bir ilahî tecelli olduğuna işaret eder. Her bir insanın hayatı, Allah’ın bir ismine değil, bizzat “Ehadiyet”ine, yani her şeyi doğrudan bilen, yöneten ve yaratan zatına bir aynadır. Senin gözyaşını Allah doğrudan bilir. Senin içindeki sevinci de, hüzün fırtınanı da doğrudan işitir. Çünkü senin hayatın, O’nun nazarında bizzat önemlidir. Toplu değil, ferdî bir ilgi vardır. İşte bu, varlığa sonsuz bir kıymet katar.

Bu durumda, hayat sadece yaşanacak bir şey değil; anlaşılacak, okunacak ve kıymet bilinecek bir emanet olur. Ama bu emaneti anlamlı kılan, son aşamada hayatın kemâlidir.

Peki hayat neyle kemale erer?
Ne makamla, ne mal ile, ne de şöhretle…
Risale-i Nur buna net cevap verir:
“Hayatın kemâli ve saâdeti; hayatın aynasına temessül edene karşı şuur ile muhabbet ve şevk ile ibadet etmektir.”

Yani hayat, O’na bir ayna olduysa; o aynadaki yansımanın kıymetini bilmek gerekir. Şuurla bakmak, yani gafletten uyanmak… Muhabbetle sevmek, yani korkudan değil, gönülden yaklaşmak… Ve şevkle ibadet etmek, yani görev değil, nimet bilinciyle kulluk yapmak… İşte o zaman hayat anlam bulur. Yoksa sadece nefes alıp veren bir varlık, şuurlu bir ayna olamaz.

Hayat, sana verilen bir isimdir. Ama sen o ismi nasıl okudun?
Hayat bir kelimedir ama sen onu hangi cümlede kullandın?
Hayat bir aynadır ama sen o aynada kimi seyrettin?

Hayatın değeri, yaşandığı sürede değil; kime şahitlik ettiğindedir. Eğer hayatın Allah’a şahitlik ediyorsa; o zaman bir ömür değil, bir ebediyet kazanırsın.

ÖZET

Hayat, Risale-i Nur’a göre sadece bir biyolojik varlık değil; Allah’ın isimlerini gösteren işaretli bir kelime, bir mektup ve bir aynadır. Bu hayatın hakikati, Allah’ın her şeyi doğrudan kuşatan “ehadiyet” tecellisine ayna olmaktır. Hayatın kemâli ise, bu aynadaki yansımanın farkına vararak şuurla düşünmek, sevgiyle bağlanmak ve ibadetle yaşamakla mümkündür. Gerçek anlamda yaşayan, yalnızca bu idrake varabilendir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 9th, 2025