Zamanın Tamircisi: Bediüzzaman Said Nursî ve Medeniyetin Kırılma Noktası

Zamanın Tamircisi: Bediüzzaman Said Nursî ve Medeniyetin Kırılma Noktası”

“Şark vilayetlerindeki gayr-ı muntazam olan içtimaî ahvali tanzim etme niyet ve maksadıyla 1907 sonlarında geldiği İstanbul’da, Osmanlı Devletinin mütezelzil vaziyetini müşahede ettikten sonra, onun bekası için siyasetle alâkadar olmaya başlayan Bediüzzaman Hazretleri, o tarihten itibaren başlayan ve ard-arda vukua gelen büyük inkılâblar, umumî harbler, muahedeler, çöküşler ve yıkılışlar devrinin tamircisi ve yol göstericisi olan en mümtaz şahsiyetidir. Yüzyılda, belki binyılda bir meydana gelen bu büyük inkılâp ve hadiselere dair fikirlerini her vesileyle beyan etmiş ve farklı milletleri bünyesinde barındıran Osmanlı Devletine ilmî ve manevî reçeteler sunmuş, çıkış yolları göstermiş bir nurlu rehberdir.”
Âsâr-ı Bediiye

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil; aynı zamanda şahsiyetlerin, fikirlerin ve hikmetin damgasını vurduğu bir sahnedir. Her dönemin karanlığında, o karanlığı yaran bir ışık zuhur eder. İşte Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlı’nın çözülme sürecine girdiği, ümmetin dağılma tehlikesiyle yüzleştiği ve medeniyetin değer ekseninde kaymaya başladığı o kırılma çağında, bir tamirci olarak sahneye çıkmıştır.

1907 yılında, Şark vilayetlerinin dağınık, gayr-ı muntazam ve sahipsiz sosyal yapısını görüp İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri, burada yalnızca mahallî bir ıslah değil, bütün bir ümmetin mukadderatına müdahil olacak çapta bir vazife hissine bürünür. İstanbul’un siyasi çalkantıları, Osmanlı’nın yıkılışa giden adımları ve Batı’dan gelen ideolojik fırtınalar karşısında, onun tercihi silah, isyan veya menfaat değil; ilim, fikir ve hikmettir.

O, siyasetle ilgilenmiş ama asla bir politikacı olmamıştır. Çünkü onun siyaset anlayışı, milletin selameti ve ümmetin bekasıyla sınırlıdır. Kendisinin de ifadesiyle, “Siyaseti dine âlet etmek değil; dini siyasete feda etmemek” temel şiarıdır. Bu yönüyle o, içtimâî tamiratı, ahlâkî restorasyonu ve ilmî direnişi esas alan bir manevî mütefekkirdir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin çağını farklı kılan en önemli unsur, bir değil birçok büyük hadisenin aynı zaman diliminde zuhur etmesidir. Bir imparatorluk yıkılıyor, ümmet paramparça oluyor, hilâfet kaldırılıyor, din hayattan kovuluyor ve manevî direkler birer birer yıkılıyordu. Bu hengâmede o, sadece şikayet eden biri değil; çözüm üreten bir rehber olmuştur. Medreseleri yeniden kurmaya çalışmış, İttihad-ı İslâm fikrini savunmuş, Türk-Kürt-Arap kardeşliğine işaret etmiş, şeriatın doğru anlaşılmasını temin etmeye çalışmıştır.

Onun en önemli hizmeti, harplerle parçalanan fiziki coğrafyaların ötesinde, zihnî ve kalbî coğrafyaların tamiratıdır. Zihinler Batı’ya meyledip dinin ruhunu unuturken, o “iman kurtarmak” gibi görünmeyen ama aslında en temel meseleye yönelmiştir. Çünkü ona göre iman sağlam olmadan hiçbir inşa ayakta duramaz.

Bediüzzaman’ın öngörüleri, sadece kendi zamanına dair değildir. O, yüz yıl ötesini görebilen bir müstakbel okuyucusudur. Nitekim “Benimle değil, eserlerimle meşgul olunuz” derken, onun Risale-i Nur Külliyatı’nı bir çağ rehberi olarak bıraktığını da ilan etmiştir. Bu eserler, bir milletin değil, bütün insanlığın karanlıkta yönünü bulacağı birer hikmet pusulasıdır.

İşte bu yönüyle Bediüzzaman, yalnızca Osmanlı’nın son devrine değil, modern çağın bütün krizlerine dair manevî reçeteler sunmuş bir nurlu tamircidir. Her şeyin yıkıldığı bir dönemde o, inşa edenlerden olmayı tercih etmiş; hamaset değil, hikmet konuşmuş; yıkımı değil, ihyayı hedeflemiştir.

Özet:
Bu yazıda Bediüzzaman Said Nursî’nin, Osmanlı’nın çöküş sürecinden modern zamanlara kadar uzanan kritik tarihsel dönemlerde üstlendiği ıslah ve tamirat misyonu ele alınmıştır. 1907’deki İstanbul’a gelişiyle başlayan ilmî ve manevî mücadelesi, onun yalnızca bir fikir adamı değil, aynı zamanda bir çağ tamircisi olduğunu göstermektedir. Risale-i Nur Külliyatı vasıtasıyla sunduğu reçeteler, yalnızca geçmişi değil geleceği de aydınlatacak hikmetli bir yol haritası niteliğindedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Siyasetin Zehri, Kalbin Huzuru ve Ruhun Sığınağı

Siyasetin Zehri, Kalbin Huzuru ve Ruhun Sığınağı

“Evet bu zamandaki siyaset, kalpleri ifsad edip asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Zamanın siyaseti ile kalplerin ve ruhların ifsadı.

Zamanın çehresi değiştikçe, insanın sığınağı da değişmek zorunda kalır. Eskiden siyaset bir hizmet vesilesi, adaletin temsilcisi, halkın sesi olarak görülebilirdi. Fakat zaman öyle bir hâl aldı ki; siyaset artık kalpleri karartan, ruhları yoran ve zihinleri kirleten bir bataklığa dönüştü.

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözleri, zamanın ruhunu adeta özetlemektedir:

> “Evet bu zamandaki siyaset, kalpleri ifsad edip asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.”

Bu söz, bir kaçış değil, bir kurtuluş reçetesidir.

  1. Kalpleri İfsad Eden Siyaset: Hakkı Değil Taraftarlığı Kutsayan Düzen

Zamanımızda siyaset, çoğu zaman hak ile bâtılı ayırmak için değil; taraf olmak, kavga etmek ve menfaat devşirmek için yapılıyor. Haklıyı değil, kendi yandaşını desteklemek; adaleti değil, kendi cephesini savunmak esas alınıyor.

Bu hâl ise insanın vicdanını dumura uğratıyor. Tarafgirlik körlüğü, kalbi ifsad ediyor. Hakkı kabul etmeyi değil; karşıyı susturmayı öğretiyor. Böylece siyaset, bir fikir mücadelesi olmaktan çıkıp, bir benlik savaşına dönüşüyor.

  1. Asabî Ruhlar, Perişan Kalpler

Siyasetle meşgul olanların çoğunda ortak bir ruh hâli vardır:

Sürekli gerginlik,

Sürekli öfke,

Herkesten şüphe,

Her olaydan korku,

Ve neticede ruhî yorgunluk…

Bediüzzaman Hazretleri işte bu hâle dikkat çeker:

> “Asabî ruhları azap içinde bırakır.”

Siyasî mücadelelerin içinde uzun süre kalan insanlar, zamanla yumuşaklığını, sabrını, insafını, hatta merhametini kaybeder. Her şeyi bir cephe savaşı gibi görmeye başlar. Kalbi kararır, ruhu daralır, huzuru kaçar.

  1. Musibetten Herkes Hissedardır

Bediüzzaman şöyle der:

> “Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben ya ruhen ya aklen ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır.”

Bu söz, çağımızın global krizlerini anlatır:

Kimisi açlıkla,

Kimisi savaşla,

Kimisi fikir karmaşasıyla,

Kimisi sosyal depresyonla boğuşmaktadır.

Zihinler bilgiyle değil; bilgi kirliliğiyle dolmuştur. Kalpler merhametle değil; tarafgir kinle sertleşmiştir. Ruhlar tefekkürle değil; televizyon ve sosyal medya çığırtkanlığıyla yorulmuştur. Bu hâl, bir ümmetin değil; bir insanlığın küresel perişanlığıdır.

  1. Çözüm: Kalbî Selâmet, Ruhî İstirahat

İşte böyle bir ortamda hakiki huzur, siyasetten değil; iman, ibadet, tefekkür, dua, marifetullah gibi kalp ve ruhun asli gıdalarından gelir.

Siyasetle uğraşmak değil; insanları hakka davet etmek, iyiliği yaymak, kalplere Allah sevgisi ekmek, ruhlara ahiret endişesi koymak gerekir. Çünkü:

Siyaset geçicidir, hakikat kalıcıdır.

İktidar değişir, iman bâkîdir.

Dünya biter, ama kalpte ekilen tohumlar ebediyete açılır.

Özet:

Bu makalede, siyasetin kalpleri ifsad eden, ruhları yoran etkisi ele alındı. Bediüzzaman’ın “Siyaset asabî ruhları azap içinde bırakır” sözü çerçevesinde, çağımızın ruhî hastalıklarına dikkat çekildi. Siyasî tarafgirlik, insanları kin ve körlük içinde bırakırken; iman, dua, tefekkür ve marifet gibi değerler kalbin selâmetini ve ruhun istirahatini sağlar. Gerçek kurtuluş, fânî çekişmelerde değil; ebedî hakikatlerde saklıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

İmanın Mertebeleri: Çekirdekten Ağaca, Gölgeden Güneşe

İmanın Mertebeleri: Çekirdekten Ağaca, Gölgeden Güneşe

“İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil. Bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki bin bir esma-i İlahiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki: “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir.” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler. ”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de yer alan “imanın dereceleri” ve “tahkikî imanla gelen marifet-i kudsiyenin üstünlüğü” konusunu esas alan hikmetli, ibretli, mantıklı ve düşündürücü bir makale yer almaktadır.

İman, sadece kuru bir tasdik, sadece dil ile “inandım” demek değildir. O, canlıdır. Gelişir, serpilir, derinleşir. Bir çekirdeğin, toprağa düşüp bir hurma ağacı olmasına benzer. Bazen bir ayinedeki yansıma gibidir; yüzeyde görünür ama derinliği yoktur. Bazen de denizin yüzeyinden geçip gerçek güneşe ulaşan bir nur gibi, hakiki kaynağa bağlanır.

Bediüzzaman Said Nursî, bu derin hakikati şöyle ifade eder:

> “İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil… Bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları vardır.”

Bu ifade bize şunu söyler: İman statik değil, dinamik bir süreçtir. Her Müslüman imanla başlar ama herkesin imanı aynı seviyede değildir. Kimi, sadece annesinden babasından duyduğu kadarıyla inanır. Kimi ise o imanı araştırır, delillere yaslar, akıl ve kalbiyle sindirir. İşte tahkikî iman, bu gelişmenin adıdır.

  1. Taklidî İman: Emanet Üzerine Kurulu İnanç

Taklidî iman, başkasından görüp inanmak demektir. Çoğu insan bu imanla hayatına başlar. Bu kötü değildir, fakat kırılgandır. Sorgulamalar karşısında sarsılabilir. Dinsizlik propagandaları, modern şüphecilik ve materyalist yaklaşımlar bu tür imanı kolayca zedeler. Çünkü kendi malı değildir; emanettir.

  1. Tahkikî İman: Delille Derinleşmiş, Kalpte Kök Salmış İnanç

Tahkikî iman ise delillere, akla, kalbe ve tefekküre dayanan bir inançtır. Sadece “Allah vardır” demekle kalmaz; neden vardır, nasıl vardır, varlığı her şeyi nasıl kuşatır gibi soruların cevaplarıyla desteklenir.

Bu iman kalpte kök saldığı gibi, insanın ruhuna, sırlarına, latifelerine de sirayet eder. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu iman:

> “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğüdür.”

Çünkü gerçek anlamda tahkikî iman sahibi olan bir kişi, kâinata başka bakar. Her şeyde Allah’ın isimlerini, sanatını, iradesini, hikmetini, adaletini ve rahmetini görür. Bu kişi için iman, sadece ahiret bileti değil; hayatın merkezidir, kainatın anlamıdır.

  1. Marifet-i Kudsiyeye Giden Yol: İlimle Yoğrulmuş Bir Kalp

Tahkikî iman, sahibini marifetullaha ulaştırır. Allah’ı sadece “var” bilmek değil; tanımak, sevmek, O’na yönelmek demektir. Bu ise ancak tefekkürle, ilimle, kalp ile mümkündür.

Bir insan fen bilimlerinde ilerleyebilir, teknik bilgiye sahip olabilir. Fakat Allah’ı tanımamışsa, ilmi kuru ve yetersiz kalır. Çünkü bütün hakikatlerin ve ilimlerin zirvesi, Allah’ı tanımaktır.

İmanın Mertebeleri: Gölgeden Güneşe

İlmel-yakîn: Bilgiyle imandır. Uzakta dumanı görüp ateşi var kabul etmektir.

Aynel-yakîn: Gözle görmeye benzer. Ateşi doğrudan gözle görmektir.

Hakkal-yakîn: Ateşe elini sokup sıcaklığını hissetmektir. Yani doğrudan yaşamaktır.

Tahkikî iman, kişiyi hakkal-yakîne götürür. Artık o iman, ne teori ne fikir ne de bir gelenek olur. Hakikatin ta kendisi hâline gelir.

Özet:

Bu makalede, imanın çekirdekten ağaca, yansıdan güneşe uzanan çok katmanlı yapısı ele alındı. Taklidî imanla başlayan süreç, tahkikî imanla derinleşir ve sahibini marifetullah denizine taşır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bütün ilimlerin ve insanî kemâlatın zirvesi iman-ı tahkikîden gelen marifet-i kudsiyedir. Bu nedenle imanı yalnızca kalıplaşmış bir inanç değil, sürekli gelişen bir hakikat olarak görmek ve beslemek gerekir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Şahıslar Değil, Şahsiyetler

Şahıslar Değil, Şahsiyetler

“Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için böyle büyük ve bâki hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez! ”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Zamanın Ruhunu Okumak ve Hakikati Korumak

Zaman değiştikçe tebliğ usulleri de değişir. Eskiden bir âlim, bir sultan, bir mürşid tek başına bir toplumu etkileyebilirken; günümüzde meseleler karmaşıklaşmış, insanlar bireyselleşmiş ve bilgi daha da dağılmıştır. Böyle bir zamanda hakikatin yükünü bir şahsa yüklemek, onu fânilikle lekedar etme riskini de beraberinde getirir. İşte bu noktada Bediüzzaman Hazretleri şu hikmetli cümleyi kurar:

> “Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için böyle büyük ve bâki hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez!”
(Sikke-i Tasdik-i Gaybî)

Bu cümle, çağın ruhunu ve imani-manevi hizmetlerin nasıl korunması gerektiğini çok net bir şekilde özetlemektedir.

Şahıslar Fânidir, Hakikat Bâkîdir

Tarih boyunca birçok hakikat, taşıyıcısı olan şahısların zaafları sebebiyle zedelenmiş, hatta unutulmuştur. Bir zat ne kadar samimi ve büyük olursa olsun, neticede insandır: Hastalanır, sürçebilir, vefat eder, hatta yanlış anlaşılabilir. Eğer bütün bir dava onun şahsiyetine bağlanmışsa, o gider gitmez hizmet dağılır.

Oysa hakikat, şahıs üstü bir meseledir. İman, Kur’an, marifetullah, ubudiyet gibi ebedî değerler; faniliğin gölgesine terk edilemeyecek kadar büyüktür. İşte bunun içindir ki Bediüzzaman, Risale-i Nur hizmetinin şahsa değil, şahs-ı manevîye dayandığını vurgular.

Şahs-ı Manevî Nedir?

Şahs-ı manevî, bir davayı omuzlayan, aynı maksada yönelmiş bir cemaat ruhudur, bir heyet şuûrudur. Bu, bir kişinin değil; bir topluluğun müşterek aklı, iradesi ve sadakatidir. Bu yapı, zamanın şartlarına göre esner ama bozulmaz. Bir ferdin yokluğu onu sarsmaz.

Risale-i Nur hizmetinde “ben” değil, “biz” dili hâkimdir. Bu nedenle Risale-i Nur’un birçok yerinde Bediüzzaman özetle şöyle der:

> Ben değil, Kur’an konuşuyor.
Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ders veriyor.

Böylece hizmetin yükü bir kişinin omuzuna değil, ihlaslı bir cemaate dağıtılmış olur.

Bu Devrin Riski: Şahıs Şahsiyetçiliği

Günümüzün en büyük tehlikelerinden biri de şahıs merkezli hareketlerdir. Liderin etrafında şekillenen, onun sözüyle hareket eden ama hakikate değil şahsa bağlı gruplar, er ya da geç büyük yıkımlarla karşılaşır.

Tarih, bunu defalarca göstermiştir. Lider düştüğünde, hareket sarsılmış; fikirler değil, fanatizm kalmıştır. Oysa Kur’an’ın kıssaları, hep şahıslar değil; ilkeler, değerler ve hikmetler merkezlidir.

Bediüzzaman, bu tehlikeyi erken sezmiş ve bu çağda “mehdiyet” gibi yüksek hizmetlerin bile şahs-ı manevî eliyle yapılacağını söylemiştir. Çünkü artık hakikatler cemaat şuûruyla, istişare ile, müşterek tefekkürle korunabilir.

Şahs-ı Manevîye Dayalı Hizmetin Bereketi

Bir kişi hata yapar, şahs-ı manevî düzeltir.

Bir kişi zayıflar, cemaat destekler.

Bir fert inkâr edilir, fikir ayakta kalır.

Bir fert hapsedilir, eser konuşur.

Bir kişi ölür, dava yaşamaya devam eder.

Böylece hakikat bâkî kalır, şahıslar ise nezaketle sahneden çekilir. Bu da tebliğde devamlılık, sağlamlık ve sarsılmazlık sağlar.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Bu zaman şahs-ı manevî zamanı olduğu için büyük hakikatler fânî şahsiyetlere bina edilmez” sözü çerçevesinde, çağın tebliğ ve hizmet anlayışı ele alındı. Artık bireysel karizma değil, cemaat şuûru ve istişareyle yürütülen şahs-ı manevî yapılar etkili ve kalıcıdır. Şahs-ı manevî, bir kişiye değil; hakikate ve ortak bir ruha dayanır. Bu da hizmetin fânilikten korunmasını, davanın sarsılmadan devam etmesini sağlar.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Asırların Yenileyicileri: Müceddidlerin Gölgesinde Dirilen Ümmet

Asırların Yenileyicileri: Müceddidlerin Gölgesinde Dirilen Ümmet

“Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دٖينَهَا

yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” hadîs-i şerifine mazhar ve mâsadak ve muzhir-i tam olan Mevlana eş-şehîr kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarîkatü’l-aliyyeti ve’l-müceddidiyeti Hâlid-i Zülcenaheyn kuddise sırruhu ilh.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا”
“Allah bu ümmete, her yüz yılın başında dinini yenileyecek (müceddid) birini gönderir.”
(Ebu Davud, Melahim, 1; Hâkim, Müstedrek, 4/522; Beyhakî, Şuabü’l-İman)

Bu kutlu beyan, ümmet-i Muhammed’in tarih boyunca yıkılmadan ayakta kalmasının hikmetini gösterir. Zira zaman geçtikçe dini anlayışta zayıflama, bid’at ve hurafelerin karışması, gaflet ve dünyevîleşmenin artması kaçınılmazdır. Fakat Allah Teâlâ, ümmetin çöküşünü değil; yenilenerek dirilişini murad etmiştir. İşte müceddidler, bu dirilişin adıdır.

Müceddid Kimdir? Ne Yapar?

Müceddid; zamanın hastalıklarını teşhis eder, dine bulaşan kiri temizler, akaidi yeniden berraklaştırır, bid’atları reddeder, sünneti ihya eder. Yenilik yapmaz; aslî safiyeti yeniden ortaya çıkarır. Dini değiştirmez; dini hatırlatır. Tahrifi değil, tecdidi esas alır.

Müceddid, aynı zamanda hem alimdir hem mürşittir. Hem akla hitap eder hem kalbe. Hem fertleri ıslah eder hem toplumu. Mücadele eder, çile çeker, zindanlara girer, iftiralara uğrar ama geriye daima nurlu bir iz bırakır.

Tarihte Müceddid Olarak Zikredilen Bazı Zatlar ve Hizmetleri

  1. Hz. Ömer b. Abdülaziz (H. 1. asır sonu – 2. asır başı)

Emevî halifesi olarak adaletiyle tanındı. İsrafa ve zulme karşı çıktı, sünnet-i seniyyeyi ihya etti. “Beşinci raşid halife” olarak anıldı.

  1. İmam Şâfiî (H. 150-204)

Fıkıh usûlünü sistemleştirdi. Hem hadis hem kıyas ehli arasında denge kurdu. Fıkıh ilminin temellerini attı. Sünnetin korunmasına büyük hizmet etti.

  1. İmam Gazâlî (H. 450-505)

Felsefî şüphecilik karşısında akaidi savundu. Tasavvuf ile zahiri ilimleri birleştirdi. “İhyâ-u Ulûmiddîn” ile kalpleri ihya etti.

  1. Abdulkadir Geylânî (H. 470-561)

Tasavvufun hakiki mecrasını korudu. Ehl-i sünnet akaidini her alanda savundu. Kalpleri tevhide ve ihlâsa döndürdü.

  1. Mevlânâ Celaleddin Rûmî (H. 604-672)

Aşk ve irfan diliyle hakikati şiirle anlattı. İnsanlara merhameti, hoşgörüyü ve tevhidi hikmetli şekilde öğretti.

  1. İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî (H. 971-1034)

Hindistan’daki bid’atları reddetti. Tasavvufu şeriatla bütünleştirdi. İslamî dirilişi başlattı. “Müceddid-i elf-i sânî” (ikinci bin yılın müceddidi) unvanını aldı.

  1. Mevlana Hâlid-i Bağdadî (H. 1193-1242)

Nakşî tarikatını ihya etti. İrfanla akaidi birleştirdi. Hindistan’dan Osmanlı topraklarına kadar geniş bir tesir alanı oluşturdu. Tecdid-i dinî hem kalben hem fikren gerçekleştirdi.

  1. Bediüzzaman Said Nursî (H. 1293-1379 / M. 1876-1960)
  2. yüzyılın en büyük tecdid hareketini başlattı. Risale-i Nur Külliyatı ile Kur’an hakikatlerini akla ve kalbe hitap eden bir tarzla anlattı. Materyalizme, pozitivizme, ilhad fikrine karşı iman-ı tahkikîyi esas aldı. Din ile bilimi uzlaştırdı; imanı kurtaran bir manevi cihad yürüttü.

Bu Asrın Derdi ve İlaçları

Her asrın müceddidi, çağın hastalığını teşhis eder. Bu çağın en büyük hastalığı: şüphecilik, inkâr, ahlâkî dejenerasyon ve dünyevîleşmedir.
Bu çağda tecdit, sadece medresede değil; sokakta, okulda, sosyal medyada, akıl ve kalpte yapılmalıdır. Bu nedenle Said Nursî’nin yaklaşımı, imanı kurtarmayı esas alır. Çünkü iman varsa her şey var; yoksa hiçbir şeyin anlamı kalmaz.

Özet:

Bu makalede, “Her yüz yılda bir ümmetin dinini yenileyen bir müceddid gelir” hadisi çerçevesinde, İslam tarihindeki müceddidler ve tecdid hizmetleri ele alındı. Müceddidler, bid’at ve sapmalara karşı dini asli çizgisine çeken ve ümmeti uyanışa çağıran Allah dostlarıdır. Hz. Ömer b. Abdülaziz’den Bediüzzaman Said Nursî’ye kadar gelen bu silsile, ümmetin canlı kalmasını sağlamıştır. Her çağın mücadelesi farklı, ama hakikatin sahibi aynıdır: Allah ve O’nun dinidir. Tecdid hareketi, hâlâ devam etmektedir ve yeni müceddidler kıyamete kadar gelecektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Asırların Yenileyicileri: Müceddidlerin Gölgesinde Dirilen Ümmet

Asırların Yenileyicileri: Müceddidlerin Gölgesinde Dirilen Ümmet

“Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دٖينَهَا

yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” hadîs-i şerifine mazhar ve mâsadak ve muzhir-i tam olan Mevlana eş-şehîr kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarîkatü’l-aliyyeti ve’l-müceddidiyeti Hâlid-i Zülcenaheyn kuddise sırruhu ilh.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا”
“Allah bu ümmete, her yüz yılın başında dinini yenileyecek (müceddid) birini gönderir.”
(Ebu Davud, Melahim, 1; Hâkim, Müstedrek, 4/522; Beyhakî, Şuabü’l-İman)

Bu kutlu beyan, ümmet-i Muhammed’in tarih boyunca yıkılmadan ayakta kalmasının hikmetini gösterir. Zira zaman geçtikçe dini anlayışta zayıflama, bid’at ve hurafelerin karışması, gaflet ve dünyevîleşmenin artması kaçınılmazdır. Fakat Allah Teâlâ, ümmetin çöküşünü değil; yenilenerek dirilişini murad etmiştir. İşte müceddidler, bu dirilişin adıdır.

Müceddid Kimdir? Ne Yapar?

Müceddid; zamanın hastalıklarını teşhis eder, dine bulaşan kiri temizler, akaidi yeniden berraklaştırır, bid’atları reddeder, sünneti ihya eder. Yenilik yapmaz; aslî safiyeti yeniden ortaya çıkarır. Dini değiştirmez; dini hatırlatır. Tahrifi değil, tecdidi esas alır.

Müceddid, aynı zamanda hem alimdir hem mürşittir. Hem akla hitap eder hem kalbe. Hem fertleri ıslah eder hem toplumu. Mücadele eder, çile çeker, zindanlara girer, iftiralara uğrar ama geriye daima nurlu bir iz bırakır.

Tarihte Müceddid Olarak Zikredilen Bazı Zatlar ve Hizmetleri

  1. Hz. Ömer b. Abdülaziz (H. 1. asır sonu – 2. asır başı)

Emevî halifesi olarak adaletiyle tanındı. İsrafa ve zulme karşı çıktı, sünnet-i seniyyeyi ihya etti. “Beşinci raşid halife” olarak anıldı.

  1. İmam Şâfiî (H. 150-204)

Fıkıh usûlünü sistemleştirdi. Hem hadis hem kıyas ehli arasında denge kurdu. Fıkıh ilminin temellerini attı. Sünnetin korunmasına büyük hizmet etti.

  1. İmam Gazâlî (H. 450-505)

Felsefî şüphecilik karşısında akaidi savundu. Tasavvuf ile zahiri ilimleri birleştirdi. “İhyâ-u Ulûmiddîn” ile kalpleri ihya etti.

  1. Abdulkadir Geylânî (H. 470-561)

Tasavvufun hakiki mecrasını korudu. Ehl-i sünnet akaidini her alanda savundu. Kalpleri tevhide ve ihlâsa döndürdü.

  1. Mevlânâ Celaleddin Rûmî (H. 604-672)

Aşk ve irfan diliyle hakikati şiirle anlattı. İnsanlara merhameti, hoşgörüyü ve tevhidi hikmetli şekilde öğretti.

  1. İmam Rabbânî Ahmed Sirhindî (H. 971-1034)

Hindistan’daki bid’atları reddetti. Tasavvufu şeriatla bütünleştirdi. İslamî dirilişi başlattı. “Müceddid-i elf-i sânî” (ikinci bin yılın müceddidi) unvanını aldı.

  1. Mevlana Hâlid-i Bağdadî (H. 1193-1242)

Nakşî tarikatını ihya etti. İrfanla akaidi birleştirdi. Hindistan’dan Osmanlı topraklarına kadar geniş bir tesir alanı oluşturdu. Tecdid-i dinî hem kalben hem fikren gerçekleştirdi.

  1. Bediüzzaman Said Nursî (H. 1293-1379 / M. 1876-1960)
  2. yüzyılın en büyük tecdid hareketini başlattı. Risale-i Nur Külliyatı ile Kur’an hakikatlerini akla ve kalbe hitap eden bir tarzla anlattı. Materyalizme, pozitivizme, ilhad fikrine karşı iman-ı tahkikîyi esas aldı. Din ile bilimi uzlaştırdı; imanı kurtaran bir manevi cihad yürüttü.

Bu Asrın Derdi ve İlaçları

Her asrın müceddidi, çağın hastalığını teşhis eder. Bu çağın en büyük hastalığı: şüphecilik, inkâr, ahlâkî dejenerasyon ve dünyevîleşmedir.
Bu çağda tecdit, sadece medresede değil; sokakta, okulda, sosyal medyada, akıl ve kalpte yapılmalıdır. Bu nedenle Said Nursî’nin yaklaşımı, imanı kurtarmayı esas alır. Çünkü iman varsa her şey var; yoksa hiçbir şeyin anlamı kalmaz.

Özet:

Bu makalede, “Her yüz yılda bir ümmetin dinini yenileyen bir müceddid gelir” hadisi çerçevesinde, İslam tarihindeki müceddidler ve tecdid hizmetleri ele alındı. Müceddidler, bid’at ve sapmalara karşı dini asli çizgisine çeken ve ümmeti uyanışa çağıran Allah dostlarıdır. Hz. Ömer b. Abdülaziz’den Bediüzzaman Said Nursî’ye kadar gelen bu silsile, ümmetin canlı kalmasını sağlamıştır. Her çağın mücadelesi farklı, ama hakikatin sahibi aynıdır: Allah ve O’nun dinidir. Tecdid hareketi, hâlâ devam etmektedir ve yeni müceddidler kıyamete kadar gelecektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Sarsılmaz Bir Sığınak: Tahkikî İmanın Şeytana Kapalı Kaleleri

Sarsılmaz Bir Sığınak: Tahkikî İmanın Şeytana Kapalı Kaleleri

“İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe hem ruha hem sırra hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Bediüzzaman Said Nursî’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde yer alan tahkikî imanın gücünü ve şeytanın vesvesesine karşı koruyuculuğunu konu alan derin ve düşündürücü bir makale yer almaktadır.

İnsanın hayat yolculuğunun en çetin anı, hiç şüphesiz ölüm anıdır. Bu anda hem ruh hem nefis hem de şeytan, var gücüyle son hamlelerini yapar. En sinsi tuzaklar, sekerat anında kurulmak istenir. Çünkü o an, ya bir ebedî kurtuluşun kapısıdır ya da ebedî bir pişmanlığın başlangıcı. İşte tam da bu noktada, kişinin sahip olduğu imanın kalitesi belirleyici olur. Zira her iman aynı kuvvette değildir. Ve her iman, şeytana karşı aynı mukavemeti gösteremez.

Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati şöyle açıklar:

> “Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor.”

Bu ifade, sarsılmaz bir kalenin resmini çizer. Sıradan bir iman değil; tahkikî, kökleşmiş ve letaiflere sirayet etmiş bir iman, şeytanın erişemeyeceği bir emniyet kalesidir.

Zannî İman ve Tahkikî İman: Aradaki Fark Nedir?

Zannî iman, genellikle taklitten doğar. Kişi inanır ama neden inandığını derinlemesine bilmez. Bu iman, çoğu zaman kültürel bir mirastır. Faydalıdır, ama kırılgandır. Şüphelerle çatlayabilir, baskılarla sarsılabilir. Hele ölüm gibi bir korkunun yoğun hissedildiği anda şeytanın fısıltılarına açık hâle gelebilir.

Oysa tahkikî iman, aklî delillerle, kalbî yakinle, ruhî tecrübeyle ve marifet-i İlahiye ile elde edilen bir inançtır. Kökleri derindedir; sadece zihni değil, kalbi ve latîfeleri de besler. Bu sebeple akıl sarsılsa bile, kalp ayakta kalır. Göz şaşırsa bile, iç göz (basiret) yönünü şaşırmaz. İşte böyle bir iman, sekeratın fırtınasına karşı sağlam bir sığınaktır.

Şeytanın Stratejisi: Akla Fısıltı, Kalbe Hücum

Şeytan, doğrudan kalbe nüfuz edemez. Onun girdiği kapı, çoğu zaman akıldır. “Acaba?”, “Ya yoksa?”, “Peki ya bu?” gibi sorularla şüphe tohumları atar. Fakat iman yalnızca akılda kalmışsa, bu tohumlar filizlenebilir. Ama iman kalbe, ruha ve sırra yayılmışsa, orada şeytanın tesiri durur.

Tahkikî imanın sağladığı bu bütünsel bağışıklık, tıpkı bedenin her hücresine nüfuz etmiş bir antikor gibi; kalpte, ruhta ve sırda şeytana karşı direniş noktaları oluşturur. Artık o iman, aklı aşar; bir sezgi, bir huzur ve bir teslimiyet hâline gelir.

Ölüm Anında Kazanmak İçin Hayatta Kazanmak Gerekir

Unutulmamalıdır ki, ölüm anında gösterilecek imanî istikamet, hayattaki inanç derinliğiyle doğru orantılıdır. Sekeratta kurtuluş, bir mucize değil; bir hayat tarzının neticesidir. Tahkikî iman, öyle son anda elde edilecek bir şey değil; hayat boyu ilimle, tefekkürle, ibadetle, dua ve zikirle kazanılan bir mücevherdir.

Bu yüzden imanını tahkikî hâle getirmek, her müminin en acil ve en hayati vazifesidir. Çünkü son nefeste “imanla gitmek”, başıboş bir temenniyle değil; akıllı bir gayretle ve ihlâslı bir yolculukla mümkün olur.

Özet:

Bu makalede, tahkikî imanın mahiyeti ve şeytanın ölüm anındaki vesveselerine karşı sağladığı koruyuculuk ele alındı. Zannî iman sadece akılda kaldığı için şeytanın şüphe tohumlarına açık olurken; tahkikî iman kalbe, ruha ve sır gibi letaiflere yayıldığı için şeytanın eli o derinliklere erişemez. Bu da imanın sarsılmaz bir kale hâline gelmesini sağlar. Ölüm anındaki selâmet, dünya hayatında elde edilen bu köklü imanla mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Tarihten Günümüze İlâhî Tokat: Fil Suresi’nin Asırlara Bakan Nidası

Tarihten Günümüze İlâhî Tokat: Fil Suresi’nin Asırlara Bakan Nidası

“Sure-i ‎ اَلَمْ تَرَ كَيْفَ‎  meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz’iyeyi beyan ile gelen ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her bir tabakaya göre bir manayı ifade etmek, umum asırlarda umum nev-i beşerle konuşan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın belâgatının muktezası olmasından bu kudsî sure bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor, fenaları tokatlıyor. Mana-yı işarî tabakasında, bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber; dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalalette gitmenin cezası olarak cifir ve hesab-ı ebced ile üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk edip işaret ediyor. ”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Kur’ân-ı Kerîm’in belâgatı öyle bir hakikat lisanıdır ki, hem zamansız hem zamana tam denk düşen bir konuşmadır. Geçmişi anlatırken bugünü hatırlatır; geleceği bildirirken mazinin izlerini gösterir. Fil Suresi de bu yönüyle sadece tarihî bir olayı değil, her asırda tekrar eden bir hakikati dile getirir:

> أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِيلِ
“Rabbin fil sahiplerine ne yaptı, görmedin mi?” (Fil, 105/1)

Fil Suresi: Bir Olaydan Sonsuz Mesaja

Bu sure, zahirde Ebrehe’nin ordusunu anlatır. Lakin bu sadece bir tarih notu değildir. Çünkü Kur’an, sadece vak’aları anlatmaz, şekilleri değişmiş hakikatleri her çağda tekrar hatırlatır. Bediüzzaman Hazretleri’nin tabiriyle:

> “Her asırda efradı bulunan o gibi hâdiseleri ihtar eder.”

Yani bu sure, yalnızca Ebrehe’yi ve filleri değil, her çağın Ebrehelerini, her devrin tuğyan ordularını, Kâbe’ye yani dinin kalbine saldıran her sistemi haber verir ve uyarır.

Her Çağa Hitap: Surelerin Çok Katmanlı Lisanı

Kur’an’ın “tabakat-ı işariyesi”, yani işari manaları, onun çok katmanlı okunuşunu sağlar. Fil Suresi’nin işari anlamında, Allah’ın dinine savaş açanlara karşı uyguladığı ilâhî müdahaleler zinciri görülür.

Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de bu surenin bu asrımıza da baktığını şöyle açıklar:

> “Bu kudsî sure bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor, fenaları tokatlıyor.”

Yani, bu çağda dinin temel direklerine saldıranlar, tıpkı Ebrehe gibi bir gurur ve kibirle dine meydan okuyanlar, doğrudan ya da dolaylı olarak tokat yemeye mahkûmdur.

Bu Asrın Ebreheleri Kimdir?

Sekülerleşmeyi dinin yerine ikame eden zihniyet,

Din ile bilim çatışıyor diyen oryantalist akımlar,

Modern medya ve kültürle genç nesilleri imandan uzaklaştıran sistemler,

Zulmü kanunlaştıran küresel düzenler,

Siyonist işgalin Kudüs ve çevresine karşı yürüttüğü saldırılar…

Bunların hepsi, bu çağın “fil sahipleri”dir.

Ve bu asrın Ebreheleri yalnız tank ve tüfekle değil; ideoloji, felsefe, medya ve ekonomik hegemonya ile dinin kalbine yürümek istemişlerdir. Ama Kur’ân’ın işaretiyle:

> “Tokatlarını yemeye başlamışlardır.”

Çöküş, sadece bombalarla değil; değerlerin çürümesiyle, ahlâkın erimesiyle, kendi içlerinden gelen çöküşle başlamıştır.

Geçmiş Asırların Büyük Hadiseleri

Nuh Tufanı: İlâhî sisteme topyekûn isyan eden bir toplumun yeryüzünden silinişi.

Lût Kavmi’nin helâki: Ahlâkî sapkınlıkların nasıl son bulduğunun ilâhî örneği.

Firavun’un boğuluşu: En büyük devletin dahi Allah’a karşı kibirle duramayacağının ibret verici belgesi.

Ebrehe’nin ordusunun yok oluşu: Kutsal değerlere yapılan saldırıların ilâhî tokatla nasıl geri püskürtüldüğünün sembolü.

  1. yüzyılın dünya savaşları: İnsanlık din dışı ideolojilerin neye sebep olduğunu görerek yıkımı tattı.

Bu olaylar, sadece tarih değildir; her birinin çağlar boyunca tekrar eden yönleri vardır. Bugün ahlâkî sapkınlıklar, kibirli liderlikler, din düşmanlığı ve küresel zorbalıklar yeniden sahnededir. Kur’an ise bu hâdiseleri bize sadece ibret olsun diye değil; görev ve sorumluluk bilinciyle değerlendirelim diye anlatır.

Özet:

Bu makalede, Fil Suresi’nin sadece tarihî bir olaydan ibaret olmadığını, her çağın zalimlerine, tuğyan edenlerine ve din düşmanlarına ilâhî tokatların nasıl indirildiğini haber verdiği işlendi. Bediüzzaman’ın işari tefsirine göre bu sure, bu asırda dine savaş açan sistem ve anlayışlara karşı da bir uyarıdır. Geçmişte olduğu gibi bu asırda da Allah’ın nurunu söndürmeye çalışanlar hüsrana uğrayacaktır. Kur’an, her zaman yaşayan bir hitaptır ve her çağın karanlıklarına karşı nurdur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Allah Yoluna Engel Olanlar: Kendi Sapmakla Yetinmeyenler

Allah Yoluna Engel Olanlar: Kendi Sapmakla Yetinmeyenler


وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ

ile der ki: “O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adâvetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Kur’ân-ı Kerîm’in “وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ – Allah’ın yolundan alıkoyarlar” (En’âm, 6/26 gibi birçok ayette geçer).

Kur’ân-ı Hakîm, insanlık tarihinin en karanlık tipolojisini tanımlarken şöyle buyurur:

> وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ
“Ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar.”
(En’âm, 6/26)

Bu ayet sadece inanmayanı değil, kendi inançsızlığı ile yetinmeyip başkalarını da inançtan çevirmeye çalışan, karanlığını yaymak isteyen azgın bir zihniyeti tarif eder.

Bediüzzaman Said Nursî bu ayeti şöyle yorumlar:

> “O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleri ile durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onun ile ecdadları bağlı olan dine adâvetkârane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”

Yani bu kimselerin inançsızlığı pasif değil, aktiftir. Kendi içinde kalmaz; yayılır, saldırır, yakar ve kapatır.

Sapkınlığın Temeli: Hayat Sevgisi ve Başkaldırının Putlaşması

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği iki temel kaynak vardır:
“Muhabbet-i hayat” ve “temerrüd.”
Yani hayata düşkünlük ve Allah’a isyanın gururla birleşmesi…

Bu kimseler, dünya hayatına o kadar bağlıdır ki, ahiret fikrinden rahatsız olurlar. Ölümden korktukları için ölümsüzlük yalanlarına sarılırlar. Hesap gününden kaçtıkları için “hesap yok” yalanını üretirler. Ama bu yalanı sadece kendileri için istemezler; başkalarının da hakikatle buluşmasına mani olmak için yolları tıkar, kapıları kapatır, kaynakları kurutmak isterler.

Dine Düşmanlık: Salt Nefret Değil, Bilinçli Bir Savaş

Bu insanlar dine sadece kayıtsız değil, düşmandırlar. Bu düşmanlık ise yüzeysel bir hoşnutsuzluk değil; bilinçli, örgütlü ve kasıtlı bir yıkım faaliyetidir.

> “Menbalarını kurutmak, esasatını bozmak, kapılarını ve yollarını kapatmak…”

Bu ifadeler, İslâm’a yapılan sistemli saldırıların tarihsel derinliğine işaret eder. Kimi zaman eğitim yoluyla dinî bilgiler unutturulur, kimi zaman medya üzerinden dini değerler aşağılanır. Kimi zaman da hukuk ve siyaset yoluyla dinin topluma etkisi kırılmak istenir. Amaç, sadece İslâm’ı silmek değil; insanların ona ulaşabileceği yolları da kapatmaktır.

İman Yoluna Engel Koyanlar: Tarihin Kara Sayfaları

Firavun da bu zihniyetteydi. Sadece Musa’ya karşı çıkmadı; halkının Musa’ya ulaşmasını da engellemeye çalıştı. Ebu Cehil de öyleydi. Sadece inkâr etmedi; Kur’an’ı dinleyenleri taşladı, susturdu. Bugün de modern Ebu Cehiller, modern Firavunlar, medya, teknoloji, ideoloji ve ekonomik baskılar yoluyla iman yoluna barikat kurmaya devam ediyorlar.

Ama ne Firavun kazandı, ne Ebu Cehil, ne de modern takipçileri kazanacak. Çünkü her menbaın başında bir Hızır vardır, her kapalı kapının ardında bir Yusuf hazırlanır.

Sonuç: Hakkın Yolunu Kimse Kapatamaz

Tarihte defalarca denendi: Kur’an’ı susturmak istediler, daha çok yankılandı. Ezanı yasakladılar, daha gür söylendi. Risaleleri topladılar, daha çok çoğaldı. Çünkü hak yol, Allah’ın yoludur. Ve “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 61/8)

Mesele şudur: Biz bu hak yolun yolcuları mıyız, yoksa o yolu tıkayanlardan mı?

Özet:

Bu makalede, Kur’an’ın “Allah’ın yolundan alıkoyarlar” (وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ) ayeti ve Bediüzzaman’ın bu ayet üzerine yaptığı tahlil esas alınarak, bazı kimselerin kendi inkârıyla yetinmeyip başkalarının da iman yolunu kapatma çabası ele alındı. Bu inkâr, dünya hayatına aşırı bağlılık (muhabbet-i hayat) ve başkaldırının (temerrüd) birleşiminden doğar. Amaç, İslam’ın kaynaklarını kurutmak, esaslarını bozmak ve insanları dine ulaşmaktan alıkoymaktır. Fakat tarih göstermiştir ki, hak yol her zaman bir yolunu bulmuş, nurunu yaymaya devam etmiştir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Batı’nın Gölgesinde Büyüyen Terör: PKK’nın İtiraflarla Çöken Maskesi

Batı’nın Gölgesinde Büyüyen Terör: PKK’nın İtiraflarla Çöken Maskesi

“Karanlık bir ideolojinin ardına saklanan silah, hakikate karşı asla kazanamaz.”
Zaman, terörün ve küresel çetelerin maskelerini bir bir düşürüyor. Kanla yazılmış bir geçmişin, gözyaşıyla sulanan toprağımızda artık hakikat gür bir sesle yükseliyor. Türkiye, 50 yılı aşkın süredir sadece bir terör örgütüyle değil; emperyalizmin taşeronlarıyla, küresel planlarla, ve ‘insan hakları’ kisvesi altına gizlenmiş kirli niyetlerle mücadele ediyor.

🔥 Duran Kalkan İtirafı: Terörün Arkasındaki Avrupalı Hayaletler

PKK’nın sözde yöneticilerinden Duran Kalkan’ın yıllar sonra yaptığı itiraflar, yıllardır milletçe hissettiğimiz ama diplomatik dille anlatılan gerçeği net bir şekilde göz önüne seriyor:

> “Avrupa ülkeleri bize defalarca ‘silah bırakmayın, savaşı sürdürün’ dayatmasında bulundu.”
“Ateşkesi engellediler. Barışa değil çatışmaya hizmet ettiler.”

Bu itiraf, sadece bir teröristin ağzından dökülen sözler değil; Avrupa’nın ikiyüzlülüğünü teşhir eden bir belgedir. Bir yanda demokrasi, barış ve insan hakları sözleri… Öte yanda Türkiye’ye karşı kullanılan silahlar, beslenen militanlar, açılan propaganda merkezleri…

🏴 Batı’nın ‘İnsan Hakları’ Maskesi: Terörün Meşrulaştırılması

Avrupa başkentlerinde PKK’ya ait yayın organları faaliyet gösterdi. Dernekler, kongreler, konserler ve mitingler organize edildi. Alman polisi, Fransız yetkililer, İngiliz diplomatlar yıllarca teröristleri himaye etti. Bu kirli ilişki ağı, tıpkı bir örümcek ağı gibi Türkiye’nin etrafına örülmek istendi.

Ancak unuttukları bir şey vardı:

> “Zulüm ile abat olanın akıbeti berbat olur.”

Kur’an buyurur:

> “Zalimlere eğilim göstermeyin, yoksa ateş size de dokunur.”
(Hud Suresi, 113)

> “Allah, bozgunculuğu sevmez.”
(Bakara, 205)

🇹🇷 Türkiye: 50 Yıllık Bir Direnişin Adı

1978’den bu yana PKK’nın açtığı yaralar, 15 binden fazla şehit, on binlerce yaralı, trilyonlarca liralık ekonomik zarar… Ama en önemlisi, milletin kalbine saplanmak istenen ayrılık hançeri.

Ne var ki Türk milleti teslim olmadı. Her şehit bir bayrak, her yetim bir vatan sevdalısı oldu. Ve bugün, bu milletin inancı ve kararlılığı sayesinde o örgüt dağılmanın eşiğine geldi.

Öcalan’ın “Silah bırakın” çağrısı; örgütü yöneten aklın artık başka planlar aradığını, saha hâkimiyetini yitirdiğini gösteriyor. Çünkü Türkiye artık tek başına değil; sahada da masada da güçlü.

🧩 Terör: Batı’nın Ortadoğu’da Kullandığı En Kirli Araç

PKK bir örgüt değil; bir projedir.
Tıpkı DEAŞ, FETÖ, YPG gibi… Hepsi aynı mutfaktan çıkmış, farklı tabaklarda servis edilmiştir.
Bugün Suriye’de, Irak’ta, Libya’da yaşananlar; “barış” diyen Batı’nın arka bahçesinde patlayan bombalardır.

Tarihte de aynı oyunlar oynandı:

Haçlı Seferleri, din kisvesiyle ticari ve stratejik hesapların yürütüldüğü bir vahşetti.

Şark Meselesi, Osmanlı’yı yıkmak için üretilmiş 200 yıllık bir Batı planıydı.

Bugünün terörü, geçmişin işgal ordularının farklı bir yüzüdür.

🧠 İbret Alanlara Mesaj: Silahlar Sussa da Oyun Bitmedi

PKK silah bıraksa da, onun ardındaki güçler hâlâ farklı isimlerle, farklı stratejilerle Türkiye’yi zayıflatma peşindedir. Bugün, terör örgütünün çökmesi kadar önemli olan, zihinsel ve diplomatik farkındalığın artmasıdır.

> “Ey iman edenler! Düşmanlarınıza karşı hazırlıklı olun. Gücünüzü artırın.”
(Enfal, 60)

Mücadele sadece dağda değil; masada, medyada, müfredatta ve zihinlerde verilmeye devam edecek.

🔍 Özet:

Duran Kalkan’ın itirafları, Avrupa’nın PKK üzerindeki yönlendirici, çatışma kışkırtıcısı rolünü gözler önüne serdi.

Batı, yıllarca “barış” maskesiyle Türkiye’yi içeriden bölmek için terörü destekledi.

PKK’nın bilançosu 15 bin şehit, 30 bin yaralı ve 2 trilyon dolar zarardır.

Türkiye, direnci ve stratejisiyle terörü bitirme aşamasına gelmiş; Öcalan bile silah bırakmaya çağırmıştır.

Terör örgütleri bitse bile, onları besleyen kaynaklar halen aktiftir. Uyanık olmak, hazırlıklı olmak elzemdir.

Bu süreç, Türkiye için sadece bir zafer değil; aynı zamanda tarihin yeniden yazıldığı bir dönüm noktasıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Zulmün Akıbeti: Cezasız Kalmayan Adaletsizlikler

Zulmün Akıbeti: Cezasız Kalmayan Adaletsizlikler

“Zulüm ile abad olanın akıbeti berbat olur” der eskiler. Bu söz, yalnızca bir atasözü değil, aynı zamanda tarihin ve ilahi adaletin değişmez yasalarından biridir. İnsanlık tarihi boyunca zulmeden nice zorba, sonunda kendi kurduğu düzenin altında kalmış; mazlumun ahı, zalimin sarayını sarsmıştır.

🔥 Zulüm Cezasız Kalmaz: İlahi Adaletin Gerçekliği

Kur’an’da zulüm kavramı çok net tanımlanır. Zulüm; haddi aşmak, başkasının hakkına girmek, Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemektir. Rabbimiz şöyle buyurur:

> “Zalimler nasıl bir inkılaba uğrayacaklarını yakında bilecekler.”
(Şuara Suresi, 227)

> “Allah, zalimleri asla hidayete erdirmez.”
(Bakara, 258)

> “Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar, kendilerine zulmettiler.”
(Hud Suresi, 101)

Bu ayetler, zulmün yalnızca bir günah değil, aynı zamanda kendi cezasını içinde taşıyan bir ilahi lanet olduğunu bildirir. Zalim, sadece başkasına değil; kendi vicdanına, ruhuna, geleceğine de zulmeder.

🧠 Çevik Bir Örneği: Darbeci Zihniyetin Çöküşü

28 Şubat postmodern darbesinin baş aktörlerinden Çevik Bir, bir zamanlar devletin en tepe kademelerinde idi. Yetkisini, milletin inancına ve iradesine karşı kullanmış; başörtülülere, dindarlara, irtica gerekçesiyle memleketin evlatlarına zulmetmişti.

Yıllar sonra bugün, mahkeme kararıyla akli melekelerini kaybettiği tesbit edilerek oğlu tarafından vasi tayin edildi. Fiziki ve zihinsel çöküş, sadece tıbbî bir sonuç değil, aynı zamanda manevî bir çöküşün ve adaletin tecellisinin bir sembolüdür.

Tarih boyunca birçok zalim, iktidar sarhoşluğuyla kendini ilâhlaştırmış, ama sonunda bir hastalık, bir düşüş veya bir zillet haliyle tarihin çöp sepetine atılmıştır.

🏛 Tarihten İbretler: Firavunlar Hep Aynı Sonla Biter

Nemrut, kendini ilah ilan etti. Sonunda bir sineğin burnundan girmesiyle can verdi.

Firavun, “Ben sizin en büyük rabbinizim” dedi. Denizde boğuldu ve cesedi ibret için korundu.

Ebu Cehil, iman nuruna karşı savaş açtı. Bedir’de bir genç sahabenin kılıcıyla yere serildi.

Zalimlerin sonu, sadece ölüm değildir; zillet içinde bir çöküştür.

🌍 Günümüzden Örnekler:

Kenan Evren: Darbenin mimarıydı. Yaşlılık günlerini yalnızlık ve mahkeme kararlarıyla geçirdi.

Esed, zulmüyle dünyayı titretti ama hem halkını hem kendini perişan etti.

Hitler, milyonları katletti ama sonunda kendi canına kıydı.

Zalim İsrail yöneticileri, Gazze’de mazlumlara kan kusturuyor; fakat dünya kamuoyu önünde birer vicdan suçlusu olarak tarih sahnesine yazılıyorlar.

Tüm bu örnekler, zulmün asla kazandırmadığını, yalnızca geçici bir güç hissi verdiğini ama sonunda mutlak bir çöküşle sonlandığını gösterir.

💔 Zulüm ve Akılsızlık: Manevî Körlük

Zulüm, sadece kalbi değil, aklı da köreltir. Çünkü kalpteki merhameti yok eden kişi, aklın denge terazisini de kırar. Allah, bazı zalimlere dünya hayatında da akli denge, sağlık, itibar gibi nimetlerini geri alarak adeta onların gözlerinin önünde birer ibret levhasına çevirir:

> “Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir.”
(Nahl Suresi, 93)

🧭 İbret Alanlara Mesaj:

Zulümle yükselen her yapı yıkılmaya mahkûmdur. Bugün güçlü görünen zalimler, aslında yarının mahkûmlarıdır. Mazlumun duası ise sessiz ama yüce bir ordudur. Rabbimiz buyurur:

> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur.”
(Hud Suresi, 113)

🔍 Özet: Zulümle Yükselenler, Zilletle Yıkılır

Çevik Bir’in sağlık gerekçesiyle vasi altına alınması, sadece tıbbî değil ilahi adaletin bir yansımasıdır.

Kur’an, zulmün cezasız kalmayacağını ve Allah’ın zalimleri er ya da geç adaletle yakalayacağını bildirir.

Tarih boyunca Nemrut’tan Firavun’a, Hitler’den darbecilere kadar her zalim ya hastalıkla ya yalnızlıkla ya da toplumun lanetiyle sarsılmıştır.

Zulüm, sadece başkasına değil, kişinin kendi geleceğine ve akıbetine yapılan en büyük ihanettir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Hakkı Eğriltmek: Kalbin Körlüğü, Aklın Gururu

Hakkı Eğriltmek: Kalbin Körlüğü, Aklın Gururu


وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا

ile der ki: “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki kâinatı idare eden İlahî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî

Kur’ân-ı Kerîm’in “وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا – Onlar onu eğri göstermek istiyorlar” (Kehf, 18/1)

Bu kısa ama derin ifade, yalnızca Kur’an’a değil, hakikatin bütün yönlerine karşı takınılan sinsi ve inatçı bir tavrın tarifidir. Zira hakikate bizzat saldırmaktan ziyade, onu “eğri”, “çarpık”, “eksik” göstermeye çalışmak; modern inkârın, felsefî gururun ve enaniyetin en belirgin vasfı hâline gelmiştir.

Fikirle Gelen Dalâlet: Nefsin İlmi Kullanması

Bediüzzaman Said Nursî, bu ayetin tefsirinde çok çarpıcı bir hakikate parmak basar:

> “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için; acib bir gurur, garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verilip nefislerini öyle şımartmış ki…”

Evet, modern inkârın kaynağı çoğu zaman cehalet değil, kibirdir. Fen ve felsefe gibi aslında hakikati aramak için var edilmiş ilim yolları, nefisle ve hevâ ile birleştiğinde “hakikati eğri gösterme” aracı hâline gelir. Bu durum, ilmin zifiri bir karanlığa dönüştüğü andır. Çünkü bilgi, eğer kalp ile birleşmezse, kibri besler; hakikati değil, şahsî çıkarı büyütür.

Tarih boyunca nice filozoflar, nice bilim adamları hakikati gördüğü hâlde, “nefsine hoş gelmediği için” onu inkâr etti. İlahî kanunlar onların süflî arzularına ters düştüğü için, bu kanunları yalanlamak için aklı, bilimi ve felsefeyi perde olarak kullandılar. Onların mücadelesi hakla değil, hakikatin kendilerine ayna tutmasıyladır.

Enaniyetin Firavunluğu: Eğri Görmek Değil, Eğrilik İstemek

Ayette geçen “يَبْغُونَهَا – onu isterler” ifadesi dikkat çekicidir. Burada sadece “öyle görüyorlar” değil, bilerek “öyle görmek istiyorlar” denilmektedir. Bu, bir algı meselesi değil; bir niyet, bir yöneliş bozukluğudur. Hakikatin doğru oluşunu istememek, onun kendilerini rahatsız edici boyutundan kaçmaktır.

Tıpkı firavun gibi… Musa Aleyhisselâm’ın hakikatini inkâr etmedi Firavun. Onu bildi, tanıdı ama kabul etmek istemedi. Çünkü onun varlığı ve hükmü, kendi tahtına tehdit idi. Bugün de modern firavunlar, Kur’an’ın hakikatlerini “eğri” göstermekle uğraşıyorlar. Sebebi, o hakikatlerin kendi hevâlarına, çıkarlarına, arzularına uymamasıdır.

Kur’an Eğri Değildir, Ama Göz Eğri Bakarsa…

Kur’an dümdüzdür, dosdoğrudur. Onun yolu “sırat-ı müstakîm”dir. Eğrilik, Kur’an’da değil, bakanda; kalpte değil, nefiste; sözde değil, niyettedir. Tıpkı eğri bir gözlük takanın, her şeyi eğri görmesi gibi… Eğer kişi kalbini, nefsin arzusuyla eğriltmişse, Kur’an ona düz bile görünmez. Ona düşen gözlüğünü düzeltmek, kalbini arındırmak, niyetini tashih etmektir.

Çünkü Kur’an bir nurdur. Nurun karşısında eğrilik yoktur, sadece perde vardır. Perdeyi kaldıran, hakikati bütün parlaklığıyla görecektir. Ama perdeyi baş tacı eden, ışığın bile zarar verdiğini iddia edecektir.

Özet:

Bu makalede, Kehf Sûresi’ndeki “ve yebğûnehâ ivacen” (Onu eğri göstermek isterler) ayeti esas alınarak, modern dönemde hakikate karşı yapılan bilinçli tahrif ve inkâr çabası ele alındı. Bediüzzaman’ın tahliline göre, fen ve felsefenin doğru kullanılmaması hâlinde, nefis bu yolları enaniyeti beslemek ve ilahî hakikatleri “eğri göstermek” için kullanır. Eğrilik Kur’an’da değil, onu görmek istemeyen niyettedir. Hakikate düşmanlık çoğu zaman bilgiyle değil, kibirle ilgilidir. Kur’an ise her dönemde hakikatin düz ve berrak yolunu göstermeye devam etmektedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Buğday Bitmedi, Ambar Delik: Türkiye’nin Ekonomik Gerçeği

Buğday Bitmedi, Ambar Delik: Türkiye’nin Ekonomik Gerçeği

Bir milletin geleceğini sadece tarlalarındaki mahsul değil, vicdanlarındaki ahlâk belirler. Çünkü toprak, her yıl Allah’ın izniyle sabırla yeniden ürün verir; ama kalplerdeki çürüme başladığında, en verimli toprak bile doyuramaz. Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik sıkıntılar, yalnızca üretimle, yalnızca ihracatla veya dövizle açıklanamaz. Asıl mesele, o kutsal ambarlarımızın içindeki “farelerin çokluğu”dur.
“Mevzu; buğdayın kıtlığı değil, ambardaki farelerin çokluğudur.”
Yani mesele, yokluk değil; israf, hırsızlık ve yolsuzluktur.

Zengin Bir Ülke, Fakirleştirilmiş Halk

Türkiye, doğal kaynaklarıyla, genç nüfusuyla, stratejik konumuyla aslında zengin bir ülkedir. Ancak yıllardır yaşadığımız krizlerin temelinde, bu kaynakların adaletle değil, açgözlülükle yönetilmesi yatmaktadır. İhaleler adrese teslim edilirken, kamu kaynakları bir avuç çıkar grubuna peşkeş çekilirken, halkın alın teri çalınmaktadır.

Bankaların, halkın değil, belirli çevrelerin arka bahçesi hâline getirildiği dönemleri gördük. Darbe dönemlerinde devletin hazinesi, “istikrar” bahanesiyle boşaltıldı. Bir gecede milyarlar uçup giderken, sabahında vatandaş daha ağır vergilere uyanmak zorunda kaldı. Çünkü sistem hep aynıydı: Altta ezilen halk, yukarıda semiren bir azınlık.

Ambarın Delikleri: Hırsızlık, Yolsuzluk, Liyakatsizlik

Ekonomik sıkıntılarla mücadelede sadece üretimi artırmak yetmez. Eğer ambarınız delikse, ne kadar çok buğday koyarsanız koyun, sonunda yine aç kalırsınız. Türkiye’nin ambarı da yıllardır delik:

Hırsızlıkla,

Rüşvetle,

Kayırmacılıkla,

İsrafla,

Liyakatsizlikle…

Devlet malı deniz sayıldı, “benim adamım” zihniyetiyle çark döndürüldü. Halka sabır, kemer sıkma, fedakârlık çağrısı yapılırken; lüks araçlar, şatafatlı makamlar, milyarlık ihaleler sessiz sedasız yükseldi. Ambarın içindeki “fareler” her geçen gün çoğaldı.

Gerçek Güç, Ahlâk ile Yönetilen Zenginliktedir

Bir ülkeyi büyüten şey sadece fabrikalar, barajlar veya yollar değildir. Asıl kalkınma; adaletli bir vergi sistemi, şeffaf bir yönetim ve halka hesap veren bir idareyle olur. Çünkü “bütün yolların yapıldığı bir ülke”de, ahlâk ve liyakat bozulmuşsa, o yollar hırsızlığa daha hızlı ulaşmak içindir.

Hz. Ömer (ra) adaletiyle hatırlanır; çünkü çaldırmadı, israf ettirmedi. Bir dirhemin hesabını verdi. O yüzden Medine’de aç kalmadı kimse. Çünkü adalet varsa bolluk gelir, israf varsa kıtlık başlar. O yüzden bu milletin kurtuluşu, ahlâkı yönetim anlayışına yeniden taşımakla mümkündür.

Bugün “Buğday” Var Ama “Bereket” Yok

Türkiye hâlâ üretiyor, hâlâ çalışıyor. Ama gelin görün ki, adaletli dağıtım gerçekleşmemektedir. Çünkü sofraya konmadan çalınıyor, vergi olarak alınıp başka yerlere akıyor. Milletin alın teri, başka hesaplara hizmet ediyor.

Bu yüzden mesele gelir değil, giderin yönü ve niyeti…
Mesele fakirlik değil, adaletsizlik…
Mesele buğday değil, ambarın güvenliği…

SONUÇ VE ÖZET:

Türkiye’nin bugünkü ekonomik sıkıntısı, kaynakların azlığından değil, kaynakların adil paylaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Problem buğdayın azlığında değil, ambardaki farelerin çokluğundadır. İsraf, yolsuzluk, hırsızlık ve liyakatsizlik; bu milletin alın terini kemiren asıl tehlikelerdir. Çözüm; ahlâklı yönetim, şeffaf denetim ve adaletli bölüşümdedir. Eğer biz bu ambardaki delikleri kapatmazsak, her yeni hasat yine kaybolur gider. Çünkü “buğdaydan önce, ambarı korumak gerekir.”

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Kudüs’ten Akkuyu’ya: Planlı Bir Kaosun Anatomisi

Kudüs’ten Akkuyu’ya: Planlı Bir Kaosun Anatomisi

Tarihin en kadim ihtilaflarından biri olan Kudüs davası, bugün yeniden insanlığın vicdanını sarsmakta, zalimin maskesi artık yüzünden düşmektedir. İsrail, şimdiye dek sinsice yürüttüğü stratejisini açıktan açığa dillendirmeye başlamıştır. Ne bir diplomasi inceliği ne de bir uluslararası denge kaygısı kalmıştır. Çünkü kibir, haddini aşınca hakikati göremez olur.

Geçmişte darbelerle, terör örgütleriyle, medya manipülasyonlarıyla Türkiye’yi zayıflatmak isteyen İsrail, artık doğrudan hedef gösteriyor. Akkuyu Nükleer Santrali’ni “bölgesel tehdit” olarak ilan ederek, Türkiye’yi İranlaştırmak istiyor. Bu sözler sadece bir medya söylemi değildir. Bu, derin ve tarihî bir kin ve korkunun itirafıdır. Çünkü İsrail, güçlü bir Türkiye’nin tarihî misyonunu kuşanmasından ürkmektedir.

Oyun büyük, hedef sadece Gazze değil, sadece Mescid-i Aksâ değil. Hedef; İslâm coğrafyasının ruhudur, hilâlin yeniden yükselmesidir.

Kudüs: Üç Dinli Bir Kıyametin Eşiğinde

Mescid-i Aksâ’nın altında kazılan tüneller, sadece bir yapının yıkımı için değil, dünya barışının da altına dinamit koymaktır. Evanjelik inançlarla hareket eden ABD’li siyasetçiler, üçüncü bir Yahudi tapınağı inşasını “Mesih’in gelişini hızlandıracak adım” olarak görüyor. Bu inançla, insanlığı büyük bir savaşın eşiğine sürüklüyorlar. Oysa Kudüs; barışın, merhametin ve vahyin kalbidir. Ona savaş layık görülemez. O beldeye saldıran, sadece taş duvarları değil; Peygamberlerin mirasını hedef alır.

İsrail’in yaptığı şey, sadece askeri bir işgal değil, kutsal olan her şeyi çiğnemek ve yerine zalim bir krallık kurma arzusudur. Bu, tarihî kinlerini yeniden diriltmenin, “vaad edilmiş topraklar” efsanesiyle tüm bir bölgeyi kana bulamanın bahanesidir.

Derin Korkunun Adı: Türkiye

Bugün İsrail basını “Türkiye yeni İran’dır” diyorsa, bu aslında Türkiye’nin bölgesel güç olmasından, hatta daha da ötesi, mazlumların umudu olmasından duyulan korkunun bir dışavurumudur. Akkuyu gibi stratejik projeler sadece ekonomik değil, jeopolitik anlamda da Türkiye’nin elini güçlendirmekte. Enerjide bağımsızlaşan, savunmada millîleşen bir Türkiye, İsrail’in bölgedeki hesaplarını bozmaktadır.

Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in açıklamaları bu açıdan oldukça manidardır. “3. Dünya Savaşı her an çıkabilir” sözü bir kehanet değil, gözlemlenen somut gelişmelerin tabii bir sonucudur. Ve bu savaş, manevî değerleri ayakta kalan milletlerle, tüm insânî erdemleri tahrip eden emperyal akıllar arasında olacaktır.

ABD: İlâhî Adaletin İnişi

ABD, İsrail’i besleyen can damarıdır. Fakat ilâhî adalet, hiçbir zulmü cezasız bırakmaz. Kasırgalarla, sellerle, yangınlarla Amerika kıtası adeta zelzeleler gibi sarsılıyor. Bu sadece meteorolojik bir tesadüf değildir. Zulümle yükselen her güç, çöküşünü tabiatın diliyle yaşar.

New York’ta bir sinagogun altındaki kanlı döşekler, gizli kazılar ve tüneller; sadece bir polis vakası değil, tarihten beri Yahudilere atfedilen ve zaman zaman antisemitizm olarak değerlendirilen “çocuk kurban etme” sözlerinin yeniden hortlatılmasıdır. Bu tür olaylar, karanlık bir zihniyetin, masumiyet üzerinden bina edilmiş bir şeytanî sistemin çöküş alametleridir.

Masonluk ve Siyasetin Şifreleri

ABD’deki başkanların çoğunun mason olması bir tesadüf değildir. Biden’ın da bu zincirin bir halkası olması, küresel bir aklın dünya yönetimini ele geçirme çabasının simgesidir. Bu yapı, sadece bir düşünce kulübü değil, karar alıcıları şekillendiren derin bir örgütlenmedir.

Ve bu yapı, Türkiye’nin önünü kesmek, manevî değerlerini çökertmek için içeride ve dışarıda her yola başvurmaktadır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, milletin ruhunu esir alamazlar. Çünkü bu milletin kalbinde iman var, dilinde dua, alnında secde var.

Sonuç: Zalim Planlar ve İlâhî Hesap

Tarih, zalimlerin planlarıyla değil, Allah’ın takdiriyle yazılır. Firavunlar plan yapar, ama Musa gelir. Nemrutlar kibirlenir, ama İbrahim ateşi serinletir. Bugün İsrail’in ve destekçilerinin yaptığı, sadece kendi sonlarını hızlandırmaktır.

Ve bilinsin ki, Kudüs sahipsiz değildir. Akkuyu yalnız değildir. Türkiye, sadece bir ülke değil, bir dirilişin, bir medeniyetin adıdır. Ve bu medeniyetin özünde zulme karşı durmak, mazluma sahip çıkmak vardır.

ÖZET:

İsrail, artık sinsilik perdesini kaldırmış, Türkiye’yi doğrudan hedef alan açıklamalarla savaş psikolojisine girmiştir. Kudüs’teki tapınak planı, sadece bir inşaat değil, büyük bir savaşın fitilidir. ABD’nin İsrail’le olan ittifakı da, hem ahlâkî hem coğrafî olarak çöküş sinyalleri vermektedir. Masonik yapılanmalar, siyaseti şekillendirirken Türkiye’yi hedef tahtasına koymuşlardır. Ancak hakikatin, adaletin ve imanın gücü, bu kirli hesapları bozacak kudrettedir. Çünkü tarih boyunca Firavunlara karşı Musa’lar, Nemrutlara karşı İbrahim’ler gönderilmiştir. Ve Türkiye bu misyonun son halkasıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Kudüs’ten Akkuyu’ya: Planlı Bir Kaosun Anatomisi

Kudüs’ten Akkuyu’ya: Planlı Bir Kaosun Anatomisi

Tarihin en kadim ihtilaflarından biri olan Kudüs davası, bugün yeniden insanlığın vicdanını sarsmakta, zalimin maskesi artık yüzünden düşmektedir. İsrail, şimdiye dek sinsice yürüttüğü stratejisini açıktan açığa dillendirmeye başlamıştır. Ne bir diplomasi inceliği ne de bir uluslararası denge kaygısı kalmıştır. Çünkü kibir, haddini aşınca hakikati göremez olur.

Geçmişte darbelerle, terör örgütleriyle, medya manipülasyonlarıyla Türkiye’yi zayıflatmak isteyen İsrail, artık doğrudan hedef gösteriyor. Akkuyu Nükleer Santrali’ni “bölgesel tehdit” olarak ilan ederek, Türkiye’yi İranlaştırmak istiyor. Bu sözler sadece bir medya söylemi değildir. Bu, derin ve tarihî bir kin ve korkunun itirafıdır. Çünkü İsrail, güçlü bir Türkiye’nin tarihî misyonunu kuşanmasından ürkmektedir.

Oyun büyük, hedef sadece Gazze değil, sadece Mescid-i Aksâ değil. Hedef; İslâm coğrafyasının ruhudur, hilâlin yeniden yükselmesidir.

Kudüs: Üç Dinli Bir Kıyametin Eşiğinde

Mescid-i Aksâ’nın altında kazılan tüneller, sadece bir yapının yıkımı için değil, dünya barışının da altına dinamit koymaktır. Evanjelik inançlarla hareket eden ABD’li siyasetçiler, üçüncü bir Yahudi tapınağı inşasını “Mesih’in gelişini hızlandıracak adım” olarak görüyor. Bu inançla, insanlığı büyük bir savaşın eşiğine sürüklüyorlar. Oysa Kudüs; barışın, merhametin ve vahyin kalbidir. Ona savaş layık görülemez. O beldeye saldıran, sadece taş duvarları değil; Peygamberlerin mirasını hedef alır.

İsrail’in yaptığı şey, sadece askeri bir işgal değil, kutsal olan her şeyi çiğnemek ve yerine zalim bir krallık kurma arzusudur. Bu, tarihî kinlerini yeniden diriltmenin, “vaad edilmiş topraklar” efsanesiyle tüm bir bölgeyi kana bulamanın bahanesidir.

Derin Korkunun Adı: Türkiye

Bugün İsrail basını “Türkiye yeni İran’dır” diyorsa, bu aslında Türkiye’nin bölgesel güç olmasından, hatta daha da ötesi, mazlumların umudu olmasından duyulan korkunun bir dışavurumudur. Akkuyu gibi stratejik projeler sadece ekonomik değil, jeopolitik anlamda da Türkiye’nin elini güçlendirmekte. Enerjide bağımsızlaşan, savunmada millîleşen bir Türkiye, İsrail’in bölgedeki hesaplarını bozmaktadır.

Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in açıklamaları bu açıdan oldukça manidardır. “3. Dünya Savaşı her an çıkabilir” sözü bir kehanet değil, gözlemlenen somut gelişmelerin tabii bir sonucudur. Ve bu savaş, manevî değerleri ayakta kalan milletlerle, tüm insânî erdemleri tahrip eden emperyal akıllar arasında olacaktır.

ABD: İlâhî Adaletin İnişi

ABD, İsrail’i besleyen can damarıdır. Fakat ilâhî adalet, hiçbir zulmü cezasız bırakmaz. Kasırgalarla, sellerle, yangınlarla Amerika kıtası adeta zelzeleler gibi sarsılıyor. Bu sadece meteorolojik bir tesadüf değildir. Zulümle yükselen her güç, çöküşünü tabiatın diliyle yaşar.

New York’ta bir sinagogun altındaki kanlı döşekler, gizli kazılar ve tüneller; sadece bir polis vakası değil, tarihten beri Yahudilere atfedilen ve zaman zaman antisemitizm olarak değerlendirilen “çocuk kurban etme” sözlerinin yeniden hortlatılmasıdır. Bu tür olaylar, karanlık bir zihniyetin, masumiyet üzerinden bina edilmiş bir şeytanî sistemin çöküş alametleridir.

Masonluk ve Siyasetin Şifreleri

ABD’deki başkanların çoğunun mason olması bir tesadüf değildir. Biden’ın da bu zincirin bir halkası olması, küresel bir aklın dünya yönetimini ele geçirme çabasının simgesidir. Bu yapı, sadece bir düşünce kulübü değil, karar alıcıları şekillendiren derin bir örgütlenmedir.

Ve bu yapı, Türkiye’nin önünü kesmek, manevî değerlerini çökertmek için içeride ve dışarıda her yola başvurmaktadır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, milletin ruhunu esir alamazlar. Çünkü bu milletin kalbinde iman var, dilinde dua, alnında secde var.

Sonuç: Zalim Planlar ve İlâhî Hesap

Tarih, zalimlerin planlarıyla değil, Allah’ın takdiriyle yazılır. Firavunlar plan yapar, ama Musa gelir. Nemrutlar kibirlenir, ama İbrahim ateşi serinletir. Bugün İsrail’in ve destekçilerinin yaptığı, sadece kendi sonlarını hızlandırmaktır.

Ve bilinsin ki, Kudüs sahipsiz değildir. Akkuyu yalnız değildir. Türkiye, sadece bir ülke değil, bir dirilişin, bir medeniyetin adıdır. Ve bu medeniyetin özünde zulme karşı durmak, mazluma sahip çıkmak vardır.

ÖZET:

İsrail, artık sinsilik perdesini kaldırmış, Türkiye’yi doğrudan hedef alan açıklamalarla savaş psikolojisine girmiştir. Kudüs’teki tapınak planı, sadece bir inşaat değil, büyük bir savaşın fitilidir. ABD’nin İsrail’le olan ittifakı da, hem ahlâkî hem coğrafî olarak çöküş sinyalleri vermektedir. Masonik yapılanmalar, siyaseti şekillendirirken Türkiye’yi hedef tahtasına koymuşlardır. Ancak hakikatin, adaletin ve imanın gücü, bu kirli hesapları bozacak kudrettedir. Çünkü tarih boyunca Firavunlara karşı Musa’lar, Nemrutlara karşı İbrahim’ler gönderilmiştir. Ve Türkiye bu misyonun son halkasıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025