İçten Vurulan Millet: Hayim Naum Planı ve İslâmiyet’e Tuzak Kurulmuş Bir Asır

İçten Vurulan Millet: Hayim Naum Planı ve İslâmiyet’e Tuzak Kurulmuş Bir Asır

“Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak planın muvaffakiyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde –yani Mustafa Kemal yanında– emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki bu tesir, ma’hud mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türk’ü içinden vurmanın planını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.

   İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadîs-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi ve şeriat-ı Ahmediyeye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatini gösterdiklerini ve yirmi beş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor. ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Bir milleti yıkmak istiyorsan, dış kalelerini değil, iç kalplerini hedef al.”
Tarih, yalnızca cephelerde değil; kalplerde, fikirlerde ve inkılaplarda kazanılır. Osmanlı’nın zahiren yıkılışı, aslında İslâmiyet’in hedef alınmasının son adımıydı. Asıl savaş, bir milletin ruhunu, inancını ve mukaddesatıyla bağını koparmaktı. Bu savaşın adı ise: İçten vurmak.

Hayim Naum ve Sinsi Planın Taşları

Tarihe adı az geçmiş ama etkisi çok büyük bir isimdir Hayim Naum. Osmanlı’nın son başhahamıydı. Ancak onun derdi ne dinî liderlikti, ne de halkının maslahatları. O, bir akılcı istihbarat figürü, bir proje adamıydı. Görevi şuydu:

> “Türkleri dıştan değil, içten yıkmak. Zorla değil, inkılapla.”

Ve bu görevi öyle bir zaman ve zeminle buluşturdu ki; plan, adeta İslâmiyet’e karşı bir ‘zihnî hilâfet kaldırma’ operasyonuna dönüştü. Zira onun etki alanı sadece diplomatlar ve dış güçler değil, Ankara’nın merkezindeki karar vericiler idi.

Ma’hud Mevzu: Hadisin Haber Verdiği Tehlike

Risale-i Nur’un Emirdağ Lâhikası’nda işaret ettiği gibi, bu plan hadis-i şeriflerin de haber verdiği bir felâketin yansımasıdır: Müslümanların kendi içinden çıkacak birtakım şahısların eliyle dine zarar verecekleri uyarısı. Bu uyarı, yalnız bir zamanın değil, tarihin birçok devresinde karşılık bulmuş bir gerçekliktir.

Hayim Naum, bu planı icra ederken karşısında beklenmedik bir heves ve şiddetle destek bulan bir isimle buluşur: Mustafa Kemal. Ve bu birleşme, “Türk’ü içinden vurmanın planını gerçekleştirmek için her unsurun tamamlandığı” an olarak kaydedilir.

Yahudi Lord Curzon, Hayim Naum ve Şeriata Darbe

İngilizlerin Lozan’daki murahhası Lord Curzon da bir Yahudiydi. Hayim Naum ile tam bir koordinasyon içinde çalıştılar. Batı, bu iki figürle şunu başardı:

Hilafeti kaldırdı,

Medreseleri kapattı,

Şeriatın kamusal varlığını yok etti,

Kur’an öğrenimini suç saydı,

İslâmiyet’in toplumu yönlendirme gücünü bitirdi.

Bunlar doğrudan bir askeri müdahale ile olmadı. İçten, “reform” ve “çağdaşlaşma” süsüyle yapıldı.

Nur Talebelerine Zulmün Asıl Sebebi: Bu Sinsi Planı Deşifre Etmeleri

Emirdağ Lâhikası’nda geçen şu tesbit, bu planın neden Risale-i Nur hareketine karşı büyük bir zulümle yürütüldüğünü açıklar:

> “Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmeti budur.”

Çünkü Risale-i Nur, bu içten yıkımın maskesini düşürüyordu. İslâmiyet’in inkılapla değil, kalple, imanla yaşatılacağını anlatıyordu. Bu yüzden, ne yazık ki o dönemde dine sadakat gösterenler “irtica” damgasıyla yaftalandı, zindanlara atıldı, susturulmak istendi.

Bugün Biz Neredeyiz?

Bugün hâlâ o planın kalıntıları içimizde sürüyor:

Laiklik, dinin kamusal alandaki etkisini hâlâ tehdit olarak görüyor.

Dindar nesiller, ötekileştirme ile hâlâ karşı karşıya.

İslâm, modernleşmenin önündeki “engel” gibi gösterilmeye çalışılıyor.

Ama aynı zamanda:

Gençler artık uyanıyor.

Risale-i Nur gibi iman hakikatleri yeniden okunuyor.

İslâm, ilimle ve basîretle savunuluyor.

O planı bozacak imanlı bir diriliş kapımızda.

ÖZET:

Hayim Naum, Osmanlı’nın son döneminde Türk milletini İslâm’dan koparmayı hedefleyen içten bir planın mimarıdır. Bu plan, Lord Curzon gibi dış aktörlerle ve içeride destek bulan “heveskâr İslâm düşmanlarıyla” hayata geçirildi. Risale-i Nur bu sinsi projenin mahiyetini deşifre ettiği için büyük zulümlere maruz kaldı. Bugün hâlâ bu zihinsel yıkımın etkileri sürse de, İslâmî uyanış ve imanlı diriliş bu gidişata dur diyebilecek güçtedir. Esas vazifemiz, bu planı tanımak, ifşa etmek ve Kur’an ve iman hakikatleriyle cevap vermektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 11th, 2025

Ruhsuz Zafer: Satveti Yitiren Bir Milletin Hikâyesi

Ruhsuz Zafer: Satveti Yitiren Bir Milletin Hikâyesi

“Lozan Muahedesi’nden sonra, İngiltere Avam Kamarasında “Türklerin istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:

   “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.

   Artık bunun üzerine her şey apaçık anlaşılıyor, değil mi? ”
Emirdağ Lâhikası 2

“Bir milletin kalbini sökerseniz, onu bir daha diriltemezsiniz.”
Tarih, sadece savaşların, antlaşmaların ya da liderlerin hikâyesi değildir. Tarih, aynı zamanda milletlerin kalbine inen darbelerdir. O kalp İslam’dır; ruhu ise Kur’an’dır. Kalbin atışını durdurduğunuzda, o milletin ne zaferi zaferdir, ne de barışı barış…

Lozan ve İngiliz’in Asıl Hesabı

Lozan Muahedesi, sadece toprakla değil, inançla imzalanan bir metindi. Masada görünen; hudutlardı, borçlardı, kapitülasyonlardı… Fakat görünmeyen ama asıl önemli olan; milletin ruhu, maneviyatı ve İslâm’la olan bağıydı. İşte bu görünmeyen planı, İngiltere Avam Kamarasında Lord Curzon şöyle itiraf etti:

> “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.”

Bu söz, bir düşmanın zafer narası değil; bir milletin ruhî cenazesinin ilânıdır. Dışarıdan yıkamadıkları bu milletin içini boşaltarak, kendi eliyle ruhundan uzaklaştırmayı başardıklarını itiraf ediyorlardı.

Zafer mi, Zafiyet mi?

Lozan’dan sonra her şey değişti. Birçoklarına göre bir “zafer” kazanılmıştı. Ama bu zaferin bedeli, hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, Kur’an’ın yasaklanması, ezanın susturulması, camilerin kapanması ve nesillerin dinsizleştirilmesi oldu.

Zafer, yalnız mermiyle kazanılmaz. Gerçek zafer, ruhla ve imanla kazanılır. Maddeten kaybedip manen diri kalan bir millet, vakti geldiğinde yeniden ayağa kalkabilir. Fakat manen çöken bir millet, yeryüzünün en güçlü devleti dahi olsa, içten içe çürümeye mahkûmdur.

Gürzon’un Sözleri ve Bugünün Manzarası

Bugün etrafımıza baktığımızda, bu sözlerin ne kadar gerçekleştiğini görmek acı ama ibret vericidir:

Gençler arasında inançsızlık ve manevî boşluk had safhada.

Aile kurumu sarsılıyor, evlilikler azalıyor, boşanmalar artıyor.

İslamî ilimlere ilgi azalmış, yerine popüler kültür ikame edilmiştir.

Tarihiyle, kimliğiyle ve ruhuyla barışık olmayan nesiller büyüyor.

İşte bu tablo, bir milletin ruhundan uzaklaştırılmasının neticesidir. Gürzon’un dediği gibi: “Onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürdük.”

Ama Her Mevsimin Bir Baharı Vardır

Evet, bu millet derin bir gaflet ve uzaklaşma yaşadı. Ama hâlâ Kur’an bu topraklarda okunuyor. Hâlâ ezan semayı deliyor. Hâlâ gençler camilere koşuyor. Hâlâ birileri bu milletin ruhunu yeniden uyandırmak için mücadele veriyor.

Çünkü bu milletin mayası İslam’dır. Hamuru Kur’an’dır. Batı’nın ruhsuzlaştırma projesi, imanlı gönüller oldukça başarıya ulaşamayacaktır. Asıl vazife şimdi bize düşüyor:

Geçmişin ihanetini bilmek ve unutmamak…

Lozan’ın görünmeyen maddelerini çocuklarımıza öğretmek…

“Zafer” sanılan o antlaşmanın aslında zihnî bir esaret olduğunu anlatmak…

Ve yeniden imanla dirilmek, Kur’an’la şahlanmak, sünnetle yürümek…

ÖZET:

Lozan Muahedesi sonrası İngiliz Lord Curzon’un “Türkleri maneviyat ve ruh cephelerinden öldürdük” sözleri, sadece bir diplomatik başarıdan değil, derin bir inançsızlaştırma planından haber verir. Türkiye’nin istiklâli tanınırken, ruhunun sökülmesi hedeflenmiştir. Hilafet, medrese ve İslamî hayatın tasfiyesi bu planın parçasıdır. Ancak milletimizin mayasında bulunan iman sayesinde bu çöküş tam bir yıkıma dönüşmemiştir. Bugün bize düşen, bu ihanetin farkında olmak ve yeniden iman, ilim ve şuurla dirilişe yönelmektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 11th, 2025

Ceset Dağılır, Ruh Dağılmaz: Mevtin Gölgesinde Bir Hakikat

Ceset Dağılır, Ruh Dağılmaz: Mevtin Gölgesinde Bir Hakikat

“Gayet kat’î bir hads ile sabittir ki; cesed ruhla kaimdir. Ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılsın, toplansın istiklâliyetine sebep vermez. Belki cesed, hanesi ve yuvasıdır. Libası ise bir derece sabit ve letafetçe ona münasib bir gılaf-ı latîfi var. Öyle ise mevtte bütün bütün çıplak olmaz.”
Âsâr-ı Bediiye

Hayat, bir sabah meltemi gibi başlar; tazedir, serin ve hafiftir. Ama o meltemin içinde gizli bir akşam vardır. İnsan ne kadar yaşarsa yaşasın, bir gün ölümle yüzleşecektir. Fakat bu yüzleşme, bir yok oluş değil, bir hakikate uyanıştır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Ceset ruhla kaimdir. Ruh binefsihi kaim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılsın, istiklâliyetine sebep vermez.”

Yani hakikatte asıl olan ruhtur. Ceset ise onun hanesi, yuvası ve geçici libasıdır. Bu anlayışla bakıldığında ölüm; son değil, bir elbise değişimidir. Ruh, bu dünya sahnesinde giydiği ceset gömleğini çıkarır ve ebedî âleme lâyık bir suretle yola devam eder.

Ceset: Bir Gömlek, Bir Misafirhane

İnsanın bedeni, yaratılış itibariyle topraktan gelmiştir. Geçicidir, kırılgandır, zamanla yıpranır. Ama bu zayıflığı içinde muazzam bir sırrı barındırır: Ruhun yuvası olmak.
Ruh ise ilahî bir nefhadır; sonsuzluktan iz taşır. Ceset ne kadar güzel, güçlü, genç olursa olsun, onsuz bir anlamı yoktur. O yüzden ölüm, cesedi dağıtsa da ruhun istiklâliyetine dokunamaz. Çünkü ruh, cesede değil; ceset ruha bağlıdır.

Bunu bir kuşun kafesinden uçması gibi düşünebiliriz. Kafes dağılsa, parçalanıp yok olsa bile, kuş hâlâ uçar. Çünkü asıl olan uçma kabiliyeti, yani ruhtur. Ceset ise o ruhun geçici bir kıyafetidir. Bediüzzaman bu hakikati veciz bir şekilde şöyle ifade eder:
“Mevtte, bütün bütün çıplak kalmaz. Cesedin letafetçe ona münasip bir gılaf-ı latîfi vardır.”
Demek ki ölüm, sadece maddî bedenin toprağa verilmesidir; ruh çıplak kalmaz, onun da mahiyetine uygun bir giysisi, bir nuranî libası vardır.

Ölüm: Yok Oluş Değil, Varlığın Bir Başka Merhalesi

Modern akıl ölümden korkar çünkü onu yoklukla eşleştirir. Hâlbuki İslamî düşüncede ölüm, bir geçiştir; bir perde değişimidir. Ruh, dünyadaki kabuğundan çıkarak berzah âlemine, sonra da ebedî saadet yurduna doğru bir yolculuğa başlar.

İnsan ruhu bu dünyada bedenle kayıtlıyken bile nice hayaller kurar, sevinçler yaşar, acılar çeker. Yani ruh, beden olmadan da varlığını ve şuurunu sürdürür. Ölümle birlikte bu kayıtlar kalkar. Beden çürür, dağılır; ama ruh asla dağılmaz. O, yaratıldığı andan itibaren Allah’ın izniyle bâkîdir.

Hayatın Hikmeti, Mevtin Şuurundadır

Eğer insanın cesediyle birlikte ruhu da toprağa karışacak olsaydı, hiçbir şeyin anlamı kalmazdı. Ne ibadet, ne ahlak, ne hak, ne hukuk… Ama insan, fıtraten ebed için yaratılmıştır. Ölümle yüzleştiğinde, içinde bir sonsuzluk arzusu canlanır. Çünkü ölüm, ebedî bir hayata açılan kapıdır.

Bir şairin dediği gibi:
“Ölüm bir hiçlik değil, bir varlık değişimidir.”
İnsan öldüğünde, sadece madde değişir; ruh yoluna devam eder.

SONUÇ VE ÖZET:

Ruh, varlığıyla bâkîdir; ceset ise geçici bir elbisedir. Ölüm, bu elbisenin çıkarılmasıdır ama ruh çıplak kalmaz; onun da latîf ve nuranî bir gılafı vardır. Ceset, ruhun yuvasıdır fakat ruh, cesede mahkûm değildir. Ölüm; yokluk değil, asıl varlığın başka bir boyutta devam etmesidir. Bu yüzden mevt, insan için bir bitiş değil, hakikate uyanış vesilesidir. İnsan cesetle sınırlı değil, ruhla kaimdir. Ceset dağılır; ama ruh dağılmaz.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 11th, 2025

Akıl, Varlık ve Sonsuzluk Arasında İnsan: Fani Dünyanın Ötesi

Akıl, Varlık ve Sonsuzluk Arasında İnsan: Fani Dünyanın Ötesi

İnsanın akıl ve fikir meydanı, gerçekten de tarifi imkânsız bir muamma.
Bazen “zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor.” dedirten bir darlığa sahipken, bazen de “âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder.”
Mesnevi-i Nuriye’den süzülen bu hikmetli sözler, insanın varoluşsal çelişkisini ne de güzel resmediyor. Bu genişlik ve darlık arasında sıkışıp kalan ruhumuz, fani dünyanın aldatıcı cazibesiyle ebedi hakikatlerin çağrısı arasında gidip geliyor.

**********

“Kaç kere pay ettik dünya malını, herkese en çok bir mezar düşüyor,” sözü ile bu faniliğe tokat gibi bir cevap veriyor. Dünya malı, makam, mevki uğruna verilen onca mücadele, dökülen terler, yaşanan hırs ve kavgalar… Hepsinin nihai durağı aynı: bir avuç toprak.
Bu idrak, insanı dünyaya olan aşırı bağlılığından koparıp, asıl yurduna yönelmeye teşvik etmeli.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, “Dünya madem fanidir değmiyor alaka-i kalbe.” Kalbin dünya heveslerine bağlanması, fani bir gölgeye takılıp kalmaktan farksızdır.
Risale-i Nur’dan gelen bir başka hakikat ışığı, insanın öz eleştirisi ve Allah’a yönelişi üzerine odaklanıyor: “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, Şeytan’ın şerrinden kurtulur.”
Bu zincirleme süreç, manevi arınmanın ve kemalata ermenin yol haritasıdır. İnsanın kendi eksikliklerini görüp kabul etmesi, ilk adımdır. Ardından pişmanlık ve af dileme gelir. Ve bu af dileme, bizi şeytanın ve nefsin saptırıcı fısıltılarından Allah’ın korumasına sığınmaya götürür.

*********

Tarihi ve ibretli bir başka boyut ise, Ayasofya üzerinden Bediüzzaman Said Nursi’nin derin görüşlerinde tecelli ediyor. “Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.” Bu sözler, sadece bir yapının statüsüyle ilgili değil, medeniyetlerin dönüşümü, dinlerin ve inançların tarihi seyri, ve ilahi takdirin zaman içindeki tezahürü üzerine derin bir perspektif sunar. Ayasofya, bu açıdan, fani olanın ebedi olana teslimiyetinin, bir mabetten öte, bir sembolü haline gelmektedir.

Haksızlığa karşı sessiz kalmak, yine Risale-i Nur’dan Mektubat’ın vurguladığı gibi, “hakka karşı bir hürmetsizliktir.” Bu, sadece bireysel bir ahlak meselesi değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur. Hakkın savunulması, adaletin tesis edilmesi, her müminin üzerine düşen bir vazifedir.

Zira “İki sultan bir cihâna sığmazken; On derviş bir kilimde uyurmuş” sözüyle Sa’di Şirazi, ihtiras ve bencilliğin yıkıcılığını, kanaat ve tevazunun ise birleştiriciliğini ne güzel anlatır. Dervişlerin daracık bir kilimde huzurla uyuyabilmesi, manevi zenginliğin maddi dünyanın sınırlamalarını nasıl aştığının bir isbatıdır.
.
Nasip meselesi ise Hazreti Mevlana’dan yankılanır: “Nasibinin Peşinde Bir Ömrü, Harcar da İnsan!
Nasibinden Başkasını, Nasip Etmez, YARADAN..!”
Bu, tevekkülün ve kader inancının en güzel ifadelerinden biridir. İnsan çalışır, çabalar; ancak neticede elde edeceği, Allah’ın kendisine takdir ettiğinden başkası değildir. Bu idrak, boşuna hırslara kapılmaktan, elde edemediklerimiz için hayıflanmaktan insanı kurtarır ve iç huzuru sağlar.

**********

Son olarak, Aliya İzzetbegoviç’in Batı medeniyeti üzerine olan tesbiti, “Bunu hiç unutma evlat.. Batı hiç bir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı devam edegelen sömürgeciliği döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur!!” cümlesiyle, maddi refahın manevi değerler ve ahlaki ilkeler pahasına nasıl inşa edildiğini gözler önüne seriyor. Bu, sadece bir tarih tesbiti değil, aynı zamanda günümüz dünyasının çarpıklıklarına ve insanlığın çektiği acılara dair derin bir eleştiridir.

Ve bu noktada, İmam Gazali’nin “Mümin dini uğruna malını, münafık ise malı uğruna dinini feda eder,” sözü, gerçek değerlerin ne olduğunu ve insanın hangi uğurda neyi feda etmesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koyar.

Tüm bu hikmetli sözler, bizlere fani dünyanın gelip geçiciliğini, nefis muhasebesinin önemini, hak ve adalet mücadelesinin gerekliliğini, tevekkülün huzurunu ve gerçek medeniyetin ne anlama geldiğini hatırlatıyor.

Kuşların ve sineklerin dahi lisan-ı hal ile “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) dediği bir dünyada, insanın da bu fani perdenin ardındaki sonsuz hakikatlere yönelmesi elzemdir.

Özet:

Bu makale, derin manaları ele alarak, insanın akıl ve varoluş arasındaki çelişkisini, dünya malının geçiciliğini ve mezarın kaçınılmazlığını anlatmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur külliyatından yapılan alıntılarla nefis muhasebesi, istiğfarın önemi ve şeytanın şerrinden korunma yolları açıklanmıştır.

Ayasofya’nın tarihi ve sembolik anlamı üzerinden medeniyetlerin dönüşümü ve ilahi takdirin tecellisi incelenmiştir.

Sa’di Şirazi’nin dervişlik ve ihtiras üzerine sözleri ile Mevlana’nın nasip ve tevekkül üzerine düşünceleri, manevi huzurun kaynakları olarak sunulmuştur.

Son olarak, Aliya İzzetbegoviç’in Batı eleştirisi ve İmam Gazali’nin mümin ile münafık arasındaki farka dair sözleri ile dünya düzeninin çarpıklıkları ve gerçek değerler üzerinde durulmuştur. Makale, tüm bu unsurları birleştirerek, insanın fani dünyanın ötesindeki sonsuz hakikatlere yönelmesi gerektiği sonucuna varmaktadır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 11th, 2025

Zât-ı Zülcelâl: Eksiklikten Münezzeh, Maddeden Mücerret

Zât-ı Zülcelâl: Eksiklikten Münezzeh, Maddeden Mücerret

“Sâni’-i Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir. Zîrâ nevâkıs, mâhiyet-i maddiyâtın istidatsızlığından neş’et eder. Zât-ı Zülcelâl maddiyâttan mücerreddir, münezzehtir. Hem kâinatın mâhiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levâzımatından mukaddestir. 

لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌ جَلَّ جَلَالُهُ سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهٖ سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِالْاَسْبَابِ لِعِزَّتِهٖ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan, sınırlı idrakiyle sonsuzu anlamaya çalışırken çoğu kez beşerî ölçülerle mutlak olanı kavramaya kalkar. Oysa Cenâb-ı Hak, bizim bildiğimiz ve tasavvur ettiğimiz hiçbir şeye benzemez. Bediüzzaman Said Nursî, bu derin hakikati şu sözlerle ifade eder:

> “Sâni’-i Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir. Zîrâ nevâkıs, mâhiyet-i maddiyâtın istidatsızlığından neş’et eder. Zât-ı Zülcelâl maddiyâttan mücerreddir, münezzehtir.”

Yani eksiklik (naks) bir şeye aitse, bu onun maddeye bağımlılığından veya yaratılmış olmasından kaynaklanır. Çünkü madde sınırlıdır, değişkendir, çürümeye ve bozulmaya müsaittir. Her maddî varlık, istidatları sınırlı olduğu için eksikliklere, ihtiyaçlara ve zıtlara maruz kalır. Ancak Allah Teâlâ maddeden mücerret (soyut) ve nekaisten münezzeh (her türlü eksiklikten uzak) olduğu için, eksiklik O’na isnat edilemez.

Bu kudsî hakikati te’yid eden âyet:

> لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَيْءٌ
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11)

Yani Allah Teâlâ’nın zatı, sıfatları, fiilleri ve şuunatı, hiçbir mahlûkunkiyle kıyaslanamaz. O’nun zıddı yoktur, çünkü her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun benzeri yoktur, çünkü her şey O’nun yarattığı ve kudretiyle varlıkta tuttuğu birer gölgedir. O, kendisiyle değil; eserleriyle tanınır. Zâtına dair ilim ise “taabbüdî”, yani teslimiyet gerektiren bir bilgidir.

Bediüzzaman, bu hakikati veciz bir Arapça ifadeyle şöyle dile getirir:

> سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ
“O Zât ki, şiddet-i zuhurundan gizlendi.”

Bu ifade, güneşe doğrudan bakamamak gibi bir durumu anlatır. Allah Teâlâ’nın varlığı ve kudreti o kadar aşikârdır ki, bakan gözler onu görmekte zorlanır. Çünkü O, her şeyde hazır ve nazırdır; ama zâtı gözle görülmez. Tıpkı ışığın her şeyi gösterip kendisini göstermemesi gibi…

> سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهٖ
“O Zât ki, zıddı olmadığı için gizlidir.”

Zıddı olmayan bir varlığı idrak etmek zordur. Çünkü insan aklı çoğu zaman zıtlıklar yoluyla anlamaya çalışır: Siyahın kıymetini beyazla, acının manasını tatlıyla idrak eder. Fakat Allah Teâlâ’nın zıddı yoktur ki, O’nu kıyasla anlayalım. O, eşi ve benzeri olmayan Mutlak Varlıktır.

> سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِالْاَسْبَابِ لِعِزَّتِهٖ
“O Zât ki, izzetinden dolayı sebepler arkasına gizlenmiştir.”

Cenâb-ı Hak, kudret ve azametinin yüceliği gereği sebepler perdesi arkasında iş görür. Çünkü doğrudan kudretiyle tecelli etseydi, insanoğlu bunu kaldıramaz, yanar ve erirdi. Bu sebeple O, sebepleri birer perde, birer vesile olarak kullanır. Fakat her perde arkasında işleyen kudret, yine Allah’ın kudretidir. Sebepler asıl değil, vesiledir; yaratıcı değil, perdedir.

Bu derin tefekkür, bizi hem imanın tahkikine götürür hem de marifetullah yolunda seyr-i sülûka çıkarır. Çünkü Zât-ı Zülcelâl’in bu muazzam vasıfları karşısında, insan yalnızca huşû, teslimiyet ve hayret içinde eğilir. Her şeye benzeyen değil; hiçbir şeye benzemeyen bir Allah’a iman etmek, insanın kalbine hakiki tevhidi yerleştirir.

Özet:
Bu makalede, Bediüzzaman’ın “Zât-ı Zülcelâl cemi-i nekaisten münezzehtir” ifadesi ekseninde, Allah’ın eksikliklerden uzak, maddeden mücerret, zıt ve benzeri olmayan bir Zât olduğu anlatılmıştır. Eksiklik maddî varlıklara aittir; çünkü onlar sınırlı, değişken ve fânidir. Oysa Allah Teâlâ ezelî ve ebedîdir, hiçbir şeye benzemez. Allah’ın sebepler arkasına gizlenmesi izzetinden, görünmemesi ise şiddet-i zuhurundandır. Bu bakış, kulun tevhid ve marifetullah yolculuğunda derinleşmesini sağlar.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 11th, 2025

Fıtrat Yalan Söylemez: Varlığın Sessiz Sadakati

Fıtrat Yalan Söylemez: Varlığın Sessiz Sadakati

“Fıtrat yalan söylemez. Meselâ, bir çekirdekdeki meyelan-ı nümuv der ki: “Sünbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Meselâ, yumurtada bir meyelan-ı hayat var, der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Meselâ bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar. İşte şu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellîleridir, cilveleridir.  ”
Âsâr-ı Bediiye

Kâinat, sessiz bir zikir meclisi gibidir. Konuşmaz, ama konuşturur. Konuşmaz, ama anlatır. İçinde barındırdığı her şey, bir anlam taşır. Bediüzzaman Said Nursî’nin “Fıtrat yalan söylemez” vecizesi, bu anlamın merkezindedir. Çünkü fıtrat, yani varlıkların yaratılışında bulunan yöneliş ve istidatlar, doğrudan İlâhî iradenin bir tercümanıdır.

Bir çekirdeği ele alalım… İçinde ağaç olma arzusu vardır. Henüz bir tohumken, toprak altında sessizce der ki:
“Sünbülleneceğim, meyve vereceğim.”
Ve gerçekten de uygun şartlar sağlandığında, bu sözünü gerçekleştirir. Bu, ne sadece biyolojik bir süreçtir, ne de tesadüfi bir dönüşüm. Bu, Allah’ın kudret elinden çıkan bir fermanın hayata geçmesidir. Çünkü meyelan, yani o yönelme, Allah’ın iradesinden gelen emr-i tekvinînin bir tecellisidir.

Bir yumurta… İçindeki hayat kıpırtısı, tıpkı bir emanet gibi saklanır kabuğunun ardında. O kıpırtı adeta şöyle der:
“Piliç olacağım!”
Ve zamanı gelince, o sessiz vaat gerçeğe dönüşür. Ne yumurta bunu kendisi planlamıştır, ne de anne tavuk bu süreci idare etmiştir. Her şey, İlâhî planın harfiyen yerine gelmesinden ibarettir.

Bediüzzaman bu örnekleri verirken, sıradan hadiselerin arkasında işleyen ilâhî iradeyi, kudretin sessiz cilvelerini ve hikmetin ince işçiliğini nazara verir. En dikkat çekici örnek ise sudur:

> “Bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: ‘Fazla yer tutacağım.’ Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar.”

Su donarken genleşir ve buz olur. Bu sırada demir bile çatlayabilir. Çünkü suyun fıtratında genleşmek vardır. Ona bu özelliği veren, ne suyun kendisidir ne de dış etkiler; bu, fıtrata yazılmış bir emirdir. Ve fıtrat yalan söylemez. İşte burada maddî dünyada bile gözle görülebilen bu sadakat, aslında metafizik bir hakikatin izdüşümüdür:

“Allah neyi takdir etmişse, o olur.”

Bu fıtrî yönelişler (meyelanlar), aynı zamanda bize şunu da söyler:
Her varlık, bir vazifeyle yaratılmıştır. Bir yönelişi, bir kabiliyeti, bir istikameti vardır. Ve bu, bir rastlantı değil, ilâhî yazılımdır. Dolayısıyla, insan da bu evrensel yasaya dahildir. İnsanın da içinde yanan bir yöneliş vardır: Sonsuzluk, anlam, adalet, güzellik ve merhamet arayışı. Tıpkı çekirdeğin ağaç olma arzusu gibi, insanın da Allah’a yönelme arzusu fıtratına kodlanmıştır.

Fakat insan, irade sahibi olduğu için bu meyelana karşı gelebilir. İşte o zaman fıtratla savaş başlar. İnsan kendi içindeki bu doğruyu inkâr ettiğinde, huzursuzluk başlar. Ruh bozulur, kalp karışır, akıl şaşar. Çünkü fıtrata karşı gelmek, hakikate karşı gelmektir. Ve sonunda insan, kendi içindeki doğru sesi susturmuş olur.

Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, meyelanlar, Allah’ın iradesinden gelen tekvini emirlerdir. Yani nasıl ki Allah “Ol!” derse her şey olur, fıtrata da öyle “Yönel!” denilmiş, her varlık da itaat etmiştir.
Bu yüzden fıtrat yalan söylemez. O doğruyu söyler. Hem de kelimesiz, sessiz ama çok daha etkili bir dille…

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Fıtrat yalan söylemez” sözünden hareketle, varlıkların içlerindeki doğal yönelişin (meyelan) İlâhî iradenin bir yansıması olduğunu ele alır. Çekirdekten ağaca, yumurtadan piliçe, sudan buza kadar her şey fıtratına uygun hareket eder ve bu sadakat İlâhî emre itaatin bir tezahürüdür. İnsan da fıtratına uygun yaşadığı sürece huzur bulur; aksi hâlde iç çatışma yaşar. Fıtrat, yaratılışın doğru ve şaşmaz dilidir. Ve bu dil, her varlığın Allah’a boyun eğdiğini sessizce haykırır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Duyuların Ötesinde: Gönlün Gayba Açılan Pencereleri

Duyuların Ötesinde: Gönlün Gayba Açılan Pencereleri

“Beşerin havass-ül hams-ı zahire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sâdise-i sadıka-i sâika var. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika-i şaika var. O şevk ve sevk yalan söyleyemez, yanlış gidemez. ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan denilen varlık, yalnızca etten kemikten ibaret değildir. O, görünen bedeniyle maddî âleme bağlıyken; görünmeyen ruhu, kalbi ve hisleriyle âlem-i gayba, yani fizik ötesi âlemlere açılan bir yolcudur. Beş duyuyla sınırlı olmayan bu yolculuk, Bediüzzaman Said Nursî’nin şu hikmetli ifadeleriyle tarif edilir:

> “Beşerin havass-ül hams-ı zahire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var.”

Beş duyu –görme, işitme, tatma, koklama, dokunma– insanın maddî dünyayla temasını sağlar. Fakat insan ruhunun haritası bunlarla sınırlı değildir. Kalbinin derinliklerinde, aklının kıvrımlarında, vicdanının dip akıntılarında, duyular ötesi başka hisler de vardır. Gayr-ı meş’ur, yani farkında olunmayan bu hisler; hakikate birer kapı, ilhama birer yol, Hakk’a birer işarettir.

Tıpkı gözle göremediğimiz ama varlığından emin olduğumuz hava gibi, bu hisler de görünmez ama gerçektir.
Nasıl ki kulakta “işitme”, gözde “görme” varsa; kalpte de “sezme”, “çekilme”, “cezbolunma”, “tanıma”, “yakîn” gibi manevî hisler vardır. İşte Bediüzzaman bu gizli duyuları “hiss-i sâdise-i sâdika-i sâika” ve “hiss-i sâbia-i bârika-i şaika” gibi tabirlerle anlatır.

Bu kelimelerin mânâları derindir:

Hiss-i sâdise-i sâdika-i sâika: Altıncı bir his gibi; doğru söyleyen, sevk eden bir hissiyattır.

Hiss-i sâbia-i bârika-i şaika: Yedinci bir his gibi; parlayan, çekici, cezbeli ve arzu uyandıran bir duyu.

Bu hisler, insana âdeta birer manevî pusula olur. Göz görmese de kalp hisseder, kulak duymasa da ruh işitir, akıl anlamasa da vicdan tanır. Özellikle tefekkürle, zikirle, kalbin saflaşmasıyla bu hisler keskinleşir. Tıpkı anteni düzgün ayarlanmış bir radyo gibi, gayb âleminden gelen ilhamları, manevî mesajları doğru frekanstan yakalar.

Bu hislerin en büyük özelliği şudur:

> “O şevk ve sevk yalan söyleyemez, yanlış gidemez.”

Çünkü bu sevk, nefsin değil, ruhun sevkidir. Arzunun değil, fıtratın çağrısıdır. Ve bu çağrı Allah’tandır. İşte bunun içindir ki bir anne, evladının başına bir şey geldiğini kalbinde hisseder. Bir dostun kalbi, uzaktaki bir dostun hüznünü fark eder. Bir mü’min, bir günahın içini kararttığını, bir duanın ruhunu aydınlattığını görür.

Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bize madde ötesi bir idrak alanı açar. Modern bilimin ölçemediği ama insanın ruhuyla tanıdığı bu hisler, imanın, marifetin ve hakikatin derin kanallarıdır. Ve bu hislerin en ileri noktası, insanı yakîn mertebesine, yani kalbî bir kesinliğe ulaştırır.

Bu yüzden insan, sadece gözleriyle değil; kalbiyle, vicdanıyla, ruhuyla da bakmalı. Ve kendisine verilen bu manevî hisleri susturmamalı, bastırmamalı, kirletmemelidir. Çünkü onlar, hakkı gösteren parmaklar, gaybı bildiren rehberler ve Cenab-ı Hakk’ın ilhamla gönderdiği seslerdir.

Özet:
Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “gayb âlemine açılan hisler” üzerine kurduğu derin cümlelerden hareketle yazılmıştır. İnsan, yalnızca beş duyusuyla değil; kalbi, vicdanı ve ruhuyla da hakikati sezer. “Hiss-i sâdise” ve “hiss-i sâbia” gibi gayr-ı meş’ur manevî hisler, Allah’ın insan fıtratına yerleştirdiği hakikate açılan pencerelerdir. Bu hisler, doğru söyler ve yanlış götürmez. Onları duymak, insanı marifetullaha, yani Allah’ı kalple tanımaya yaklaştırır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Mülk ve Melekût: Eşyanın İki Yüzü ve Kudretin Tecellisi

Mülk ve Melekût: Eşyanın İki Yüzü ve Kudretin Tecellisi

“Bir şeyde iki cihet var: Biri mülk, âyinenin mülevven vechi gibi. Ezdad ona vârid oluyor. Çirkin olur, şer olur, hakir olur, azîm olur… ilh. Esbab bu cihette vardır. İzhar-ı azamet ve izzet-i kudret öyle ister. 

   İkinci cihet: Melekûtiyet cihetidir. Âyinenin şeffâf vechi gibi. Şu cihet her şeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet öyle ister. Hattâ hayat ve ruh ve nur ve vücûd, iki vecihleri şeffâf ve güzel olduğundan mülken ve melekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar.  ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan, eşyaya bakarken genellikle zahire takılır; görünen yönüyle hüküm verir, görünmeyen derinliklerini çoğu zaman ihmal eder. Oysa Bediüzzaman Said Nursî, eşyanın iki farklı ciheti olduğunu hatırlatarak bizi daha derin bir bakışa davet eder:

> “Bir şeyde iki cihet var: Biri mülk, diğeri melekûtiyet cihetidir.”

Bu iki cihet, bir âyinenin (ayna) iki yüzüne benzetilir. Mülk ciheti, yani zahiri, mülevven (renkli) ve dağınık yüz gibidir. Burada zıtlıklar vardır: Çirkinlik ve güzellik, azamet ve hakirlik, hayat ve ölüm, yükseliş ve düşüş bir arada bulunur. Sebepler, zahiren bu alanda rol oynar. Fakat bu karışıklık, izzet-i kudretin, yani Allah’ın azamet ve yüceliğini sergilemesi için böyle düzenlenmiştir. Karanlıkla ışığın yan yana durması, güneşin daha parlak görünmesini sağlar. Aynı şekilde şer gibi görünen unsurlar da, hayrın ve hikmetin daha net anlaşılması için bu cihettedir.

Ancak işin bir de melekût ciheti vardır ki, burası âyinenin şeffaf yüzü gibidir. Tertemiz, parlak ve kusursuzdur. Orada çirkinlik yoktur. Her şey, Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan birer güzel âyine gibidir. Orada sebeplerin tesiri yoktur, çünkü bu cihette vahdet, yani Allah’ın birliği hâkimdir. Her şey doğrudan dest-i kudret, yani Allah’ın kudret eliyle yaratılır. Bu yüzden hayat, nur, ruh ve varlık gibi latif hakikatler, doğrudan Allah’tan gelir ve her iki cihette de güzellik taşır.

Bunu şöyle anlayabiliriz:
Bir çiçeğe dışarıdan bakarsanız, solması, ezilmesi, kuruması size çirkin görünebilir. Bu mülk cihetidir. Fakat o çiçek, Allah’ın isimlerinden Cemil (güzel), Latîf (zarif), Rezzâk (rızık verici) gibi isimlerin bir tecellisidir. Yani çiçek, yokluğa giderken bile arkasında bir mânâ, bir güzellik, bir hizmet bırakır. İşte bu da melekût cihetidir.

Aynı şekilde insanın başına gelen musibetler, hastalıklar ve zahiren kötü görünen olaylar, mülk cihetinden bakıldığında sıkıntı verir. Fakat melekût cihetinden bakıldığında, bu olaylar imtihan, terakki, arınma ve ilâhî rahmetin tecellisi olabilir. Bu bakış açısı, insanı isyan yerine sabra, şikayet yerine şükre götürür.

İşte insan, olaylara ve eşyalara yalnızca mülk cihetinden değil; melekût penceresinden de bakmalıdır. Çünkü hakiki güzellik, görünürde değil; görünmeyende, derinlikte ve kaynağındadır. Bu da ancak imanla, tefekkürle ve marifetle mümkündür.

Bu bakış, insanı neye götürür?

Her şeyde Allah’ın elini görmeye.

Zahirde çirkin görünen şeylerde bile hikmet aramaya.

Sebeplerin ötesinde Müsebbibü’l-Esbab’a yönelmeye.

Fâni yüzlerin arkasındaki bâki mânâlara sarılmaya.

Bediüzzaman’ın bu derin izahı bize gösteriyor ki: Eşyanın hakikati iki yüzlüdür, ama her iki yüzünde de Allah’ın isimleri okunur. Zahirde sebepler işlese de, batında yalnız bir Kudret işler. Bu da bizi tevhid, teslimiyet ve tevekküle götürür.

Özet:
Bu yazı, Bediüzzaman’ın eşyanın iki ciheti olan “mülk” ve “melekût” ayrımı üzerine kurulmuştur. Mülk ciheti, olayların ve varlıkların zahir yönünü temsil ederken, melekût ciheti onların iç yüzünü, ilâhî anlamını ve kudretle olan bağını temsil eder. Zahiren çirkin veya şerli görünen şeylerin, melekût cihetinden bakıldığında güzel ve hikmetli olduğu anlaşılır. Gerçek tevhid anlayışı, bu iki ciheti birlikte okuyabilen bir bakış açısıyla mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Ezeliyetin Akla Sığmayan Reddi ve Aklı Aşan Kabulü

Ezeliyetin Akla Sığmayan Reddi ve Aklı Aşan Kabulü

“Feya acaba! Vâcib-ül vücûd’un lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyetini zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da, her bir cihette ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nazik zerratların (öyle dehşetli salabet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-i i’damına karşı dayanıyor. Hem nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin hassası olan ibda’ ve îcadı, hiç bir münasebet-i makule olmadan en âciz ve en bîçare esbaba isnad ediliyor? ”
Âsâr-ı Bediiye

İnsan aklı, hakikate ulaşma yolunda en parlak bir kandil, fakat aynı zamanda en büyük bir imtihan vesilesidir. Doğru kullanıldığında marifete, yanlış kullanıldığında inkâra götürür. Bediüzzaman Said Nursî’nin şu derin ifadesi, aklın bu kritik eşiğinde nasıl bir çelişkiyle karşı karşıya kaldığını gözler önüne serer:

> “Vâcib-ül vücûd’un lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyetini zihinlerine sığıştıramayanlar, nasıl oluyor da, her bir cihette ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler?”

Yani bazıları, Allah’ın ezelî olduğunu kavrayamadıklarını söyleyip bunu inkâr ederken, aynı zihinle ve aynı mantıkla maddeyi ezelî kabul etmektedirler. Bu ise aklî değil, tam anlamıyla çelişkili ve izahı mümkün olmayan bir tavırdır. Çünkü ezeliyet, başlangıcı olmayan bir var oluşu ifade eder. Allah için bu mümkün ve zorunlu bir sıfattır. Ama madde için hem ilmen, hem mantıken hem de fıtraten imkânsızdır.

Madde, başıboş ve şuursuz bir varlıktır. Kendinde ilim, irade, kudret gibi yaratıcı sıfatlar bulunmaz. Sürekli değişir, dönüşür, başlar ve biter. O halde, sürekli başkalaşan, bir halden diğer hale geçen, zamanla kayıtlı olan bir varlık nasıl ezelî olabilir? Bu apaçık bir akıl tutulmasıdır.

Devamında Bediüzzaman, şu soruyu yöneltiyor:

> “Dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nazik zerratların (öyle dehşetli salabet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-i i’damına karşı dayanıyor?”

Kâinatın tamamı Allah’ın kudretine teslim olmuştur. Güneşler, galaksiler, dev yıldızlar; hepsi bir emre itaatle döner, doğar ve batar. Hiçbirisi kendi iradesiyle hareket etmez. Ancak iş madde ve atomlara gelince, sanki onlar ilahlaşmış gibi gösterilmek istenir. Sözde, bu şuursuz zerreler, sonsuz kudretin yerine geçirilip, yaratılış onlara isnad edilir. Bu, hem akıl dışı hem de kalp yaralayıcı bir kör inançtır.

Son olarak Bediüzzaman sorar:

> “Nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin hassası olan ibda’ ve icadı, hiçbir münasebet-i makule olmadan en âciz ve en biçare esbaba isnad ediliyor?”

İbda, yani yoktan yaratmak, yalnızca Allah’a mahsus bir sıfattır. Bu, hiçbir maddî sebep olmadan bir şeyi meydana getirmektir. Bir ressam resim yapmak için fırça ve boya ister. Bir marangoz için tahta gerekir. Fakat Allah için hiçbir sebebe ihtiyaç yoktur. O, “Ol” der, olur. (كُنْ فَيَكُونُ)

Ama modern materyalist akım, yaratmayı, sebeplere bağlıyor. Hâlbuki o sebeplerin kendisi de yaratılmıştır. Bir ağacın dalı, meyveyi yapamaz; çünkü ne iradesi vardır ne de bilgisi. Aynı şekilde, cansız sebeplerin sanatlı neticeler doğurması, ancak onların ilâhî kudrete perde yapılması ile mümkündür.

İşte bu sebeple, maddenin ezeliyetine inanmak, hem aklî hem ilmî hem de fıtrî olarak imkânsızdır. Gerçek ezelî olan yalnızca Vâcibü’l-Vücûd olan Allah’tır. Maddeyi ilah yerine koyan düşünce, aslında kendi aklını inkâr etmiş, ruhunu susturmuş, vicdanını körleştirmiş olur.

Özet:
Bu yazı, Bediüzzaman Said Nursî’nin ezeliyet meselesi üzerinden yönelttiği derin sorulara dayanarak, Allah’ın ezelîliğini reddedip maddenin ezelîliğini kabul eden anlayışın çelişkili ve akıl dışı olduğunu göstermektedir. Zamanla kayıtlı, sürekli değişen ve iradesiz olan maddenin ezelî kabul edilmesi imkânsızdır. Oysa kâinatın her zerresi, kudret-i ezeliyeye teslim olmuştur. İbda ve icat gibi sıfatlar yalnızca Allah’a mahsustur. Bu nedenle gerçek ezeliyetin sahibi yalnızca Allah’tır; sebepler ve madde değil.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Bir Şeyi Yaratan, Her Şeyi Yaratandır

Bir Şeyi Yaratan, Her Şeyi Yaratandır

“Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halkeden her şeyi halketmiştir. Öyle ise, bir şeyi yapan Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed olmak zarurîdir.
Şu ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddid, hem birbirinden haberi yok; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a’mâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir. 

قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ”
Âsâr-ı Bediiye

Evren öylesine muazzam, öylesine girift bir ağ ile örülmüştür ki; içinde tek bir zerre bile diğerinden bağımsız hareket etmez. Kainattaki bu kusursuz ahenk, düzen ve bütünlük, kendiliğinden olamayacak kadar mükemmeldir. Bediüzzaman Said Nursî’nin şu cümlesi, bu hakikati veciz şekilde ifade eder:

> “Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halk eden her şeyi halk etmiştir.”

Bu cümle, yalnızca aklî bir çıkarım değil; aynı zamanda derin bir tevhid delilidir. Çünkü evrendeki her şey, hem kendi içinde hem de diğer varlıklarla bağlantılıdır. Bir yaprağın fotosentez yapabilmesi için sadece güneş değil; hava, su, toprak ve hatta atmosferin dengesi gerekir. O halde bir yaprağı yaratmak, sadece onu değil; bütün sistemi birden yaratmayı gerektirir.

Bu gerçek, evrende “tek bir yaratıcı” fikrini zarurî kılar. Çünkü bir şeyin yaratımı, doğrudan veya dolaylı olarak her şeyi ilgilendiriyorsa, onu yaratanın her şeye hükmeden bir Ferd-i Samed olması gerekir. Yani her şeyden müstağni, ama her şey kendisine muhtaç olan bir Zât…

Buna karşılık ehl-i dalâlet ne yapar? Varlığın mükemmel yaratılışını, kör sebeplere, şuursuz tabiata ve başıboş tesadüflere havale eder. Oysa bu mantık, bir ressamın fırçasız resim yaptığına, bir mimarın hiç taş koymadan saray inşa ettiğine inanmak kadar akıl dışıdır.

Bediüzzaman bu durumu şöyle tasvir eder:

> “Ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddid (çok sayıda), hem birbirinden habersiz; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü âmâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir.”

Bu ne demektir? Sebepler çoktur ama şuursuzdur. Kördürler, yani neyi niçin yaptıklarını bilmezler. Birbirleriyle irtibatları yoktur. Böyle sebeplere, bilinçli bir eser atfetmek mantıken mümkün değildir.

Kur’ân bu tür inkârcı tavırları şu ayetle reddeder:
“قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ”
“De ki: Allah’tır (her şeyi yapan), sonra bırak onları, dalgınlıkları içinde oyalanıp dursunlar.” (En‘âm, 91)

Bu ayetle Rabbimiz, hakikatin Allah’tan başka bir açıklaması olmadığını bildirir. Gerçek Yaratan ancak Allah’tır. Onu inkâr edenler ise oyalanmakta, akıllarını kandırmakta ve hakikatin dışına düşmektedirler.

Bu noktada insanın görevi, her şeyde Allah’ın birliğini görmek, her yaratılışta bir kudret elini fark etmek ve her hikmette bir Rahmet-i İlahiye’yi sezebilmektir. Çünkü kainatta rastgele hiçbir şey yoktur. Bir sineğin kanadı dahi hesapsız yaratılmamıştır. Bu da gösterir ki bir atomu halk eden Zat, güneşi de, galaksileri de aynı kolaylıkla halk eder.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz.” hakikati üzerinden, kainattaki birlik ve bütünlük sisteminin yalnızca bir tek yaratıcı tarafından var edilebileceği isbat edilmiştir. Kör, şuursuz, birbirinden habersiz sebeplerin böyle hikmetli, düzenli ve maksatlı bir sistemi oluşturamayacağı vurgulanmış; Kur’an’ın “De ki: Allah’tır” emriyle bu hakikat pekiştirilmiştir. Tevhid inancı, yalnızca bir iman ilkesi değil; aynı zamanda aklî ve mantıkî bir zorunluluktur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Bir Şeyi Yaratan, Her Şeyi Yaratandır

Bir Şeyi Yaratan, Her Şeyi Yaratandır

“Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halkeden her şeyi halketmiştir. Öyle ise, bir şeyi yapan Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed olmak zarurîdir.
Şu ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddid, hem birbirinden haberi yok; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a’mâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir. 

قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ”
Âsâr-ı Bediiye

Evren öylesine muazzam, öylesine girift bir ağ ile örülmüştür ki; içinde tek bir zerre bile diğerinden bağımsız hareket etmez. Kainattaki bu kusursuz ahenk, düzen ve bütünlük, kendiliğinden olamayacak kadar mükemmeldir. Bediüzzaman Said Nursî’nin şu cümlesi, bu hakikati veciz şekilde ifade eder:

> “Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz. Bir şeyi halk eden her şeyi halk etmiştir.”

Bu cümle, yalnızca aklî bir çıkarım değil; aynı zamanda derin bir tevhid delilidir. Çünkü evrendeki her şey, hem kendi içinde hem de diğer varlıklarla bağlantılıdır. Bir yaprağın fotosentez yapabilmesi için sadece güneş değil; hava, su, toprak ve hatta atmosferin dengesi gerekir. O halde bir yaprağı yaratmak, sadece onu değil; bütün sistemi birden yaratmayı gerektirir.

Bu gerçek, evrende “tek bir yaratıcı” fikrini zarurî kılar. Çünkü bir şeyin yaratımı, doğrudan veya dolaylı olarak her şeyi ilgilendiriyorsa, onu yaratanın her şeye hükmeden bir Ferd-i Samed olması gerekir. Yani her şeyden müstağni, ama her şey kendisine muhtaç olan bir Zât…

Buna karşılık ehl-i dalâlet ne yapar? Varlığın mükemmel yaratılışını, kör sebeplere, şuursuz tabiata ve başıboş tesadüflere havale eder. Oysa bu mantık, bir ressamın fırçasız resim yaptığına, bir mimarın hiç taş koymadan saray inşa ettiğine inanmak kadar akıl dışıdır.

Bediüzzaman bu durumu şöyle tasvir eder:

> “Ehl-i dalâletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddid (çok sayıda), hem birbirinden habersiz; hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü âmâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir.”

Bu ne demektir? Sebepler çoktur ama şuursuzdur. Kördürler, yani neyi niçin yaptıklarını bilmezler. Birbirleriyle irtibatları yoktur. Böyle sebeplere, bilinçli bir eser atfetmek mantıken mümkün değildir.

Kur’ân bu tür inkârcı tavırları şu ayetle reddeder:
“قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ”
“De ki: Allah’tır (her şeyi yapan), sonra bırak onları, dalgınlıkları içinde oyalanıp dursunlar.” (En‘âm, 91)

Bu ayetle Rabbimiz, hakikatin Allah’tan başka bir açıklaması olmadığını bildirir. Gerçek Yaratan ancak Allah’tır. Onu inkâr edenler ise oyalanmakta, akıllarını kandırmakta ve hakikatin dışına düşmektedirler.

Bu noktada insanın görevi, her şeyde Allah’ın birliğini görmek, her yaratılışta bir kudret elini fark etmek ve her hikmette bir Rahmet-i İlahiye’yi sezebilmektir. Çünkü kainatta rastgele hiçbir şey yoktur. Bir sineğin kanadı dahi hesapsız yaratılmamıştır. Bu da gösterir ki bir atomu halk eden Zat, güneşi de, galaksileri de aynı kolaylıkla halk eder.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Her şey her şeyle bağlıdır. Bir şey her şeysiz yapılmaz.” hakikati üzerinden, kainattaki birlik ve bütünlük sisteminin yalnızca bir tek yaratıcı tarafından var edilebileceği isbat edilmiştir. Kör, şuursuz, birbirinden habersiz sebeplerin böyle hikmetli, düzenli ve maksatlı bir sistemi oluşturamayacağı vurgulanmış; Kur’an’ın “De ki: Allah’tır” emriyle bu hakikat pekiştirilmiştir. Tevhid inancı, yalnızca bir iman ilkesi değil; aynı zamanda aklî ve mantıkî bir zorunluluktur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Kainatın Ayineleri ve İnsanın Sorumluluğu: Müddessir Suresi Işığında Bir Tefekkür

Kainatın Ayineleri ve İnsanın Sorumluluğu: Müddessir Suresi Işığında Bir Tefekkür

İnsanlık tarihi, varoluşun sırlarını çözme çabasıyla doludur. Semavi kitaplar ve hikmetli sözler, bu kadim arayışta bizlere yol gösteren işaretler olmuştur.
Müddessir Suresi’nin 42-47. ayetleri ve Risale-i Nur Külliyatı’ndan gelen derin tefekkürler, hayatın anlamı, insanın sorumluluğu ve ölüm ötesi yaşam gerçeği üzerine düşündürücü bir panorama sunar.

Cehennem Sualinin Dört Cevabı: İnsani Kusurların İfadesi
Müddessir Suresi’nde, cehenneme atılanlara yöneltilen “Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?” sorusu ve gelen dört cevap, insanlığın evrensel zaaflarını ve ahirete yönelik sorumluluklarını çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.
İlk cevap: “Biz namaz kılanlardan değildik.” Namaz, yalnızca bedensel bir ibadet değil, aynı zamanda yaratıcıyla kurulan derin bir bağ, düzenli bir şükür ve kulluk bilincinin ifadesidir. Namazdan uzaklaşmak, kişinin ruhsal bağlarını koparması, kulluk şuurunu yitirmesi ve hayatın yüce gayesinden sapması anlamına gelir. Tarih boyunca nice medeniyetler, dini ve manevi değerlerden uzaklaştıkça çürümüş, toplumsal bağları zayıflamış ve nihayetinde yıkıma uğramıştır.

İkinci cevap: “Yoksulu doyurmuyorduk.” Bu cevap, sosyal adaletin ve dayanışmanın önemini ifade eder. Mal ve mülk sevgisi, insanı bencilliğe sürüklediğinde, toplumdaki uçurumlar derinleşir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Medine’de kurduğu toplum modeli, zenginin malında fakirin hakkı olduğu ilkesi üzerine inşa edilmiş, açlığın ve yoksulluğun giderilmesi için infak ve zekât mekanizmaları tesis edilmiştir. Tarihte fakiri, yetimi ve yoksulu göz ardı eden nice kavimler, servet birikimlerinin getirdiği ahlaki çöküşle yüzleşmek zorunda kalmışlardır.

Üçüncü cevap: “(Günaha) dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk.” Bu, çevrenin ve arkadaş ortamının insan üzerindeki etkisine dikkat çeker. Kötülüğe ve günaha meyletmek, bazen bireysel bir tercih olmanın ötesinde, içinde bulunulan toplumsal ortamın bir sonucudur. Toplumun genel ahlaki seviyesi düştüğünde, bireylerin de bu çürümeye ayak uydurması kolaylaşır. Tarihi olaylar, kötü arkadaşlıkların veya ahlaksız toplumsal akımların, bireyleri nasıl felakete sürüklediğine dair sayısız ibretlik örnekle doludur. Lût kavminin helakı, bu tür bir toplumsal yozlaşmanın neticesiydi.

Dördüncü cevap: “Ceza gününü de asılsız sayıyorduk.” Bu, inancın temeli olan ahiret inkarıdır. Ceza gününe inanmamak, insanı sınırsız bir hazcılığa ve sorumsuzluğa iter. Eğer bir hesap günü yoksa, yapılan iyiliklerin veya kötülüklerin bir karşılığı olmayacaksa, ahlaki değerlerin hiçbir anlamı kalmaz. Firavun’dan Nemrut’a, nice zorba hükümdar, ahireti inkar ederek zulüm ve isyan bataklığına saplanmış, ancak sonunda tarihin ibret sayfalarına kaydedilmişlerdir.
Ve son olarak: “Sonunda bize ölüm geldi çattı.” Bu hüzünlü ve çarpıcı ifade, tüm inkar ve gafletin nihai sonunu işaret eder. Ölüm, hiç şüphesiz varlığımızın en kesin gerçeğidir. Ne mal ne mevki ne de dünyevi zevkler, ölümün pençesinden kurtarabilir. O an geldiğinde, dünyada biriktirilenler değil, ahirete hazırlık için yapılanlar önem kazanır.

Kainatın Sanatında Yaratıcının İmzası: Böceklerden Kelebeklere Hikmetler

Risale-i Nur Külliyatı, kainatı bir “kitab-ı kebir” olarak okuma ve her zerresinde yaratıcının varlığını, kudretini ve sanatını görme üzerine kurulu bir tefekkür metodolojisi sunar. Görsellerde yer alan yaldızlı ve yıldızlı böceklerin, kelebeklerin muazzam güzellikleri ve kompleks yapıları, bu ilahi sanatın çarpıcı örnekleridir.
Bir böceğin kanadındaki desenler, bir kelebeğin metamorfozu, her bir canlının yaratılışındaki ince detaylar, tesadüfü reddeden bir intizamı ve ilahi bir iradeyi haykırır. “Öyle mu’cizane bir maharet ve dikkat ve harika bir sanat, bir ittikân…” ifadeleri, bu mükemmelliğin ancak nihayetsiz bir ilim ve kudret sahibi tarafından yaratılabileceğini anlatır. Çeşit çeşit şekiller, makineler, sistemler; hepsi bir Alîm-i Zülcelâl’in (Kudret ve Celal Sahibi Olan Her şeyi Bilen) varlığına şehadet eder.
Bu göz alıcı güzellikler, değişen ve tazelenen kainat, adeta bir ayna gibi, o güzelin Cemalini (Güzelliğini) tasvir ve tarif eder. Yani her şey, bir Yaratıcının varlığını, bir Yaratıcının güzelliğini ilan eder. Bu güzellikler, insanı sadece hayranlığa değil, aynı zamanda düşünmeye ve ibret almaya sevk etmelidir.

Tarihi ve İbretli Bir Perspektif
Tarih, bu iki perspektifi bir araya getirerek bize önemli dersler sunar. Geçmiş medeniyetler, bazen bilimde ve sanatta zirveye ulaşmış olsalar da, eğer manevi ve ahlaki değerlerden uzaklaşmışlarsa, içten içe çürümeye mahkum olmuşlardır. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünde, ahlaki yozlaşma ve sosyal adaletsizlik önemli rol oynamıştır. Öte yandan, Endülüs İslam Medeniyeti gibi dönemlerde, ilim ve sanatın manevi değerlerle birleştiği, kainattaki hikmetlerin okunduğu ve insanın sorumluluk bilinciyle hareket ettiği bir yükseliş gözlemlenmiştir.

Sonuç: Sorumluluk ve Tefekkürün Kesişimi
Müddessir Suresi’nin ayetleri, insanın ölüm sonrası karşılaşacağı acı gerçekleri ve bu acıya neden olan temel ihmalleri dile getirirken; Risale-i Nur’dan gelen tefekkürler, bu kainatın sadece bir tesadüfler zinciri olmadığını, aksine her zerresinde bir Yaratıcının sanatının ve hikmetinin izlerini taşıdığını gösterir.
Bu iki bakış açısı birleştiğinde, insanlığa düşen görev daha net anlaşılır: Hayatı bir gaflet içinde geçirmemek, yaratılış gayesinin bilincinde olmak, sosyal sorumlulukları yerine getirmek, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, ahiret inancını diri tutmak ve en önemlisi, kainat kitabını dikkatle okuyarak Yaratıcının varlığını ve sıfatlarını tefekkür etmek. Zira ölüm geldiğinde, tüm bu ibretlerin ve güzelliklerin farkında olmak veya olmamak arasındaki fark, ebedi hayatı şekillendirecektir.

Makale Özeti
Bu makale, Müddessir Suresi’nin 42-47. ayetleri ile Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan tefekkürleri birleştirerek, insanın varoluşsal sorumlulukları ve kainatın yaratılışındaki ilahi sanat üzerine derinlemesine bir bakış sunmaktadır. Makale, cehenneme gidenlere yöneltilen “Sizi ateşe sokan nedir?” sorusunun dört cevabını (namaz kılmamak, yoksulu doyurmamak, günaha dalanlarla olmak, ahireti inkar etmek) analiz ederek, bireysel ve toplumsal ahlaki zaaflara dikkat çeker. Bu zaafların tarihsel örneklerle pekiştirildiği makalede, ölümün kaçınılmazlığı anlatılır. Ardından, Risale-i Nur’un perspektifiyle, böceklerin ve kelebeklerin muazzam yaratılışlarındaki ince detayların, tesadüf eseri olmayıp, yüce bir Yaratıcının ilim ve kudretinin delilleri olduğu ifade edilir. Kainattaki güzelliklerin, Yaratıcının Cemalini yansıtan birer ayna olduğu tefekkürü sunulur. Sonuç olarak, makale, tarihi ibretler ve edebi bir dille, insanı gafletten uyanmaya, yaratılış gayesini anlamaya, sosyal sorumluluklarını yerine getirmeye ve kainatı bir ibret nazarıyla okuyarak Yaratıcı ile bağ kurmaya davet etmektedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Kâinat Kitabı ve Sessiz Ayetlerin Dili

Kâinat Kitabı ve Sessiz Ayetlerin Dili

“Kâinat kitabıdır. Evet şu kitabın bütün hurufu ve bütün noktaları, ifrâden ve terekküben Zât-ı Zülcelal’in vücûd ve vahdetini, elsine-i mahsusaları kıraat ile; 

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا  يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

yi tilavet ediyorlar. Cemi-i zerrat-ı kâinat birer birer zât ve sıfat vesair vücuh ile, hadsiz imkânat mabeyninde mütereddid iken; birdenbire bir ciheti takib, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayretbahşâ hikemi intac ettiğinden; Sâniin vücûb-u vücûduna şehâdetle avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbâniye içinde ilân-ı Sâni’ eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar.”
Âsâr-ı Bediiye

Kâinat… Gözümüzü açtığımız andan itibaren içine doğduğumuz bu muazzam düzen, sadece maddî bir âlem değil; aynı zamanda bir kelâm-ı İlâhîdir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “Kâinat bir kitaptır.” Bu kitap, sıradan bir eser değil; müellifi Zât-ı Zülcelâl olan bir mânâlar mecmuasıdır. Her harfi, her noktası, her zerresi, Allah’ın varlığını, birliğini ve sonsuz hikmetini dillendiren sessiz ayetlerdir.

Kur’ân’da buyurulduğu gibi:
“وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ”
(Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin.)
Bu ayet, kâinattaki her şeyin birer dil olduğunu, her bir varlığın kendi lisanıyla Allah’ı tesbih ettiğini ifade eder. Görünen o ki, biz çoğu zaman bu dili anlayamıyoruz, fakat onların konuşması hiç durmuyor.

Bediüzzaman bu hakikati daha da derinleştirerek, her bir zerreye dikkat çeker. Kâinattaki tüm zerreler, sayısız ihtimal arasında bir yolu seçmekte; gelişigüzel değil, belirli bir irade ve ilim dairesinde hareket etmektedir. Bir hücre bölünürken, bir yaprak şekillenirken, bir arı petek örerken, hepsi sonsuz yollar arasında tek bir yolu seçmekte ve hayranlık uyandıran neticeler doğurmaktadır. İşte bu şaşmaz tercihler zinciri, kör tesadüfün değil; sonsuz kudret ve hikmet sahibinin vücub-u vücûduna, yani zorunlu varlığına işaret eder.

Her parça, kendi başına ne bir ilim sahibidir ne de irade… Ancak hepsi birden ilâhî bir plânın parçaları olarak iş görür. Bu da gösteriyor ki, varlıkların her biri bir ayet, her bir oluş bir ilâhî fiil, her netice bir hikmet meyvesidir.

İşte burada insanın kalbinde yanan “misbah-ı iman”, yani iman kandili devreye girer. Kâinata bakan, ama yalnızca gözle değil, kalp ve akılla bakan bir insan, bu eşsiz düzende boşluk, anlamsızlık veya başıboşluk göremez. O, her şeyin arkasında bir irade, bir kudret, bir rahmet ve bir sanat görür. Bu da onu, kâinat kitabını okuyan bir mü’min kâra dönüştürür. O zaman kâinat, bir laboratuvar değil, bir mescid olur. Dağlar birer minare, yıldızlar birer kandil, çiçekler birer dua gibi görünmeye başlar.

Ne zaman ki insan bu dili unutur, bu kitabı kapatır, işte o zaman hayret yerini gaflete, marifet yerini inkâra, muhabbet yerini boşluğa bırakır. Oysa kâinat her zaman okumaya hazır bir Kur’an-ı Kebirdir; yeter ki göz değil, gönül gözü açılsın.

Özet:
Bu yazı, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Kâinat bir kitaptır” ifadesi üzerinden kâinatın ilâhî bir metin gibi okunabileceği fikrini işler. Varlıkların gelişigüzel değil, hikmetle yaratıldığını; her bir zerrenin Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik ettiğini anlatır. Bu hikmetli bakış açısıyla, kainatın yalnızca fizikî bir âlem değil, aynı zamanda tevhid hakikatini anlatan sessiz bir ayetler mecmuası olduğu ifade edilir. İmanla bakıldığında, her şeyin bir tesbih, her oluşun bir şehadet olduğu anlaşılır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Vicdan: Gayb ile Şehadet Arasında Bir Köprü

Vicdan: Gayb ile Şehadet Arasında Bir Köprü

“Âlem-i gayb ve şehâdetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâ’ını neşrederler.”
Âsâr-ı Bediiye

İnsanın iç dünyası, çoğu zaman dış dünyanın sırlarına açılan bir kapı gibidir. Görünen âlemle görünmeyen âlem arasında bir pencere, bir kavşak noktası vardır ki, işte orası vicdandır. Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle:

> “Âlem-i gayb ve şehâdetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur.”

Bu ifadede, insanın yalnızca etten kemikten bir varlık olmadığı; ruh, kalp, akıl ve en mühimi vicdan gibi manevi cihazlarla donatıldığı derin bir hakikat olarak karşımıza çıkar. Vicdan, yalnızca bir ahlâk terazisi değil; aynı zamanda gayb âlemine uzanan bir duyu organı gibidir. O, yalnızca günahı sezmekte değil; aynı zamanda Hakk’ı hissetmekte, Allah’ı bulmakta ve tevhidi duymakta da etkin bir mihenk taşıdır.

Bediüzzaman, vicdanı “fıtrat-ı zîşuur” yani şuurlu bir yaratılış olarak tanımlar. Çünkü o, yalnızca hisseden değil; idrak eden, yön tayin eden bir pusula gibidir. İşte bu yüzden vicdan, akla açılan bir penceredir. Akıl tefekkürle yol alırken, vicdan ise tefekkürün rotasını tayin eden bir iç sestir.

Vicdan, âlem-i gaybdan gelen hakikatlerin ilk karşılandığı yer, yani bir ilham limanı gibidir. Aynı zamanda âlem-i şehadette yaşanan tecrübelerin derinliğe indirildiği ve hazmedildiği bir berzahtır. İnsan, vicdanıyla yalnız kalabildiği oranda hakikate yaklaşır. Zira vicdanın sesi, nefsin bağırışlarından, dünyanın gürültüsünden ve şeytanın vesveselerinden sıyrılmış sessiz bir hikmettir.

Ne gariptir ki, çağımızda insanın en çok susturmaya çalıştığı şey de yine vicdandır. Modernizm, insanı dışa yönlendirirken, iç sesi olan vicdanı bastırmaya çalışır. Eğlence, haz, hız ve tüketim üzerinden kurulu hayatlar, vicdanın fısıltısını duymaktan kaçar. Fakat her insan, en yalnız anında, en karanlık gecede, en beklenmedik anda vicdanının tok sesiyle baş başa kalır. İşte o an, ya bir uyanıştır ya da bir pişmanlık…

Bediüzzaman’ın “tevhidin şuâ’ını neşrederler” sözü ise vicdanın yalnızca ahlâkî değil, aynı zamanda itikadî bir merkez olduğunu da gösterir. Vicdan, Allah’a giden yolların en kısasıdır. Dışarıdan gelen delillerden evvel, içeride parlayan bir nurdur o. Bu nedenle her insan, vicdanını susturmadığı müddetçe, en büyük hakikati inkâr edemez: Allah’ın varlığı ve birliği.

Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı bize şunu öğretiyor:
İman, yalnızca aklî bir faaliyet değildir; aynı zamanda vicdanî bir şahitliktir. Akıl delil arar, vicdan ise huzur. Akıl isbatla yetinir, vicdan ise teslimiyetle doyar. Vicdan, bir anlamda fıtratın secde eden dilidir.

Özet:
Bu yazı, Bediüzzaman Said Nursî’nin “vicdan” kavramı üzerine yaptığı derin bir tesbitten hareketle kaleme alınmıştır. Vicdanın, görünmeyen (gayb) ve görünen (şehadet) âlemler arasında bir köprü olduğu; hem akla açılan bir pencere hem de tevhidi hisseden bir merkez olduğu anlatılmıştır. Vicdan, yalnızca ahlâkın değil, imanın da asli bir parçasıdır. Çağımızın gürültüsü içinde susturulan vicdanın, aslında insanı Allah’a götüren en kısa ve en içten yol olduğu ifade edilmiştir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025

Zamanın Tamircisi: Bediüzzaman Said Nursî ve Medeniyetin Kırılma Noktası

Zamanın Tamircisi: Bediüzzaman Said Nursî ve Medeniyetin Kırılma Noktası

“Şark vilayetlerindeki gayr-ı muntazam olan içtimaî ahvali tanzim etme niyet ve maksadıyla 1907 sonlarında geldiği İstanbul’da, Osmanlı Devletinin mütezelzil vaziyetini müşahede ettikten sonra, onun bekası için siyasetle alâkadar olmaya başlayan Bediüzzaman Hazretleri, o tarihten itibaren başlayan ve ard-arda vukua gelen büyük inkılâblar, umumî harbler, muahedeler, çöküşler ve yıkılışlar devrinin tamircisi ve yol göstericisi olan en mümtaz şahsiyetidir. Yüzyılda, belki binyılda bir meydana gelen bu büyük inkılâp ve hadiselere dair fikirlerini her vesileyle beyan etmiş ve farklı milletleri bünyesinde barındıran Osmanlı Devletine ilmî ve manevî reçeteler sunmuş, çıkış yolları göstermiş bir nurlu rehberdir.”
Âsâr-ı Bediiye

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil; aynı zamanda şahsiyetlerin, fikirlerin ve hikmetin damgasını vurduğu bir sahnedir. Her dönemin karanlığında, o karanlığı yaran bir ışık zuhur eder. İşte Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlı’nın çözülme sürecine girdiği, ümmetin dağılma tehlikesiyle yüzleştiği ve medeniyetin değer ekseninde kaymaya başladığı o kırılma çağında, bir tamirci olarak sahneye çıkmıştır.

1907 yılında, Şark vilayetlerinin dağınık, gayr-ı muntazam ve sahipsiz sosyal yapısını görüp İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri, burada yalnızca mahallî bir ıslah değil, bütün bir ümmetin mukadderatına müdahil olacak çapta bir vazife hissine bürünür. İstanbul’un siyasi çalkantıları, Osmanlı’nın yıkılışa giden adımları ve Batı’dan gelen ideolojik fırtınalar karşısında, onun tercihi silah, isyan veya menfaat değil; ilim, fikir ve hikmettir.

O, siyasetle ilgilenmiş ama asla bir politikacı olmamıştır. Çünkü onun siyaset anlayışı, milletin selameti ve ümmetin bekasıyla sınırlıdır. Kendisinin de ifadesiyle, “Siyaseti dine âlet etmek değil; dini siyasete feda etmemek” temel şiarıdır. Bu yönüyle o, içtimâî tamiratı, ahlâkî restorasyonu ve ilmî direnişi esas alan bir manevî mütefekkirdir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin çağını farklı kılan en önemli unsur, bir değil birçok büyük hadisenin aynı zaman diliminde zuhur etmesidir. Bir imparatorluk yıkılıyor, ümmet paramparça oluyor, hilâfet kaldırılıyor, din hayattan kovuluyor ve manevî direkler birer birer yıkılıyordu. Bu hengâmede o, sadece şikayet eden biri değil; çözüm üreten bir rehber olmuştur. Medreseleri yeniden kurmaya çalışmış, İttihad-ı İslâm fikrini savunmuş, Türk-Kürt-Arap kardeşliğine işaret etmiş, şeriatın doğru anlaşılmasını temin etmeye çalışmıştır.

Onun en önemli hizmeti, harplerle parçalanan fiziki coğrafyaların ötesinde, zihnî ve kalbî coğrafyaların tamiratıdır. Zihinler Batı’ya meyledip dinin ruhunu unuturken, o “iman kurtarmak” gibi görünmeyen ama aslında en temel meseleye yönelmiştir. Çünkü ona göre iman sağlam olmadan hiçbir inşa ayakta duramaz.

Bediüzzaman’ın öngörüleri, sadece kendi zamanına dair değildir. O, yüz yıl ötesini görebilen bir müstakbel okuyucusudur. Nitekim “Benimle değil, eserlerimle meşgul olunuz” derken, onun Risale-i Nur Külliyatı’nı bir çağ rehberi olarak bıraktığını da ilan etmiştir. Bu eserler, bir milletin değil, bütün insanlığın karanlıkta yönünü bulacağı birer hikmet pusulasıdır.

İşte bu yönüyle Bediüzzaman, yalnızca Osmanlı’nın son devrine değil, modern çağın bütün krizlerine dair manevî reçeteler sunmuş bir nurlu tamircidir. Her şeyin yıkıldığı bir dönemde o, inşa edenlerden olmayı tercih etmiş; hamaset değil, hikmet konuşmuş; yıkımı değil, ihyayı hedeflemiştir.

Özet:
Bu yazıda Bediüzzaman Said Nursî’nin, Osmanlı’nın çöküş sürecinden modern zamanlara kadar uzanan kritik tarihsel dönemlerde üstlendiği ıslah ve tamirat misyonu ele alınmıştır. 1907’deki İstanbul’a gelişiyle başlayan ilmî ve manevî mücadelesi, onun yalnızca bir fikir adamı değil, aynı zamanda bir çağ tamircisi olduğunu göstermektedir. Risale-i Nur Külliyatı vasıtasıyla sunduğu reçeteler, yalnızca geçmişi değil geleceği de aydınlatacak hikmetli bir yol haritası niteliğindedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 10th, 2025