Bin Bir İsm-i İlâhî: Kâinatı Tenvir Eden Kudret Güneşleri
“Bin bir ism-i İlahînin, kâinata müteveccih olan o esmadan her biri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eder bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, her bir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu. ”
Sikke-i Tasdiki Gaybî
Her sanatkâr, sanatında kendini gösterir. Her usta, eseriyle konuşur. Fakat öyle bir sanatkâr düşünün ki; sadece bir değil, bin bir sıfatıyla eser verir, bin bir tarzda konuşur, bin bir renkte görünür… İşte o Sanatkâr-ı Zülcelâl, Allah’tır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin “Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî”de yer verdiği bu cümle, bizlere kâinatın Allah’ın bin bir isminin tecellîgâhı olduğunu gösterir. Her bir İlâhî isim, adeta ayrı bir âlemin anahtarı, ayrı bir varlık tabakasının ışığı, ayrı bir idrakin penceresi gibidir.
Her İsim Bir Güneş, Her Güneş Bir Âlemi Aydınlatır
Cenâb-ı Hakk’ın isimleri, yaratılan her şeyde tecellî eder. Ancak bu tecellîler gelişigüzel değil; tam bir düzen, denge ve hikmet üzere cereyan eder.
Er-Rahmân ismi, bütün mahlûkatı bir rahmet dairesinde kuşatır.
El-Hakîm ismi, her varlıktaki ölçü, plan ve hikmeti yansıtır.
El-Kuddûs, her şeyi temizler, saflaştırır, arındırır.
El-Adl, kâinatı adalet terazisinde tutar.
El-Bâri, her şeyi kusursuz bir biçimde var eder.
Her bir isim bir güneş gibidir; ancak sırf o isim tecellî etmiyor. Her bir ismin içinde diğer isimlerin de cilveleri, yansımaları, nakışları hissedilir.
Meselâ:
“Er-Razzâk” isminin tecellî ettiği bir çiçekte, hem “el-Halîk”, hem “el-Müzeyyin”, hem “el-Latîf” de parıldar.
Sırr-ı Ehadiyet: Her Şeyde Bütün İsimlerle Tecellî
Cenâb-ı Hak bir şeyi yaratırken sadece bir ismiyle değil; bütün isimlerinin bir terkibiyle o şeye yönelir.
Bu sırra “sırr-ı ehadiyet” denir.
Yani Allah, bir çiçeği yaratırken, sadece “el-Halîk” değil, aynı anda “el-Musavvir”, “er-Razzâk”, “el-Hakîm” gibi çok ismini birlikte yansıtır.
Bu yüzden, bir tek varlık bir küçük âlem gibidir.
İşte bu yüzdendir ki; bir damla su, bir çekirdek, bir hücre dahi bir kâinat kadar mânâ taşır.
Bu da gösterir ki Allah’ın isimleri hem kapsayıcıdır (azametli) hem de nüfuz edicidir (derin).
Kâinat: İsimler Kitabının Açılmış Nüshası
Kâinatı bir kitap olarak düşünelim. Bu kitabın her satırı, her kelimesi, her harfi Allah’ın bir ismini yazıyor. Ama sadece o ismi değil; diğer isimlerle de ilişkili.
Bir ağaç, sadece Razzâk isminin değil; aynı anda Musavvir, Halîk, Muhyî ve daha nice isimlerin tecellîsidir.
Kâinattaki her şey böylece bir isimler bütünüyle dokunmuş.
Ve her isim, bir âlemi açıyor, o âlem içindeki başka âlemleri aydınlatıyor.
İşte bu yüzden kâinatta hiçbir şey basit, sıradan ve rastgele değildir.
SONUÇ VE ÖZET:
Cenâb-ı Hakk’ın bin bir ismi, kâinatta güneş gibi parıldar. Her bir isim, bir âlemi aydınlatan bir nur, bir kudret menbaı gibidir. Ancak her ismin içinde, diğer isimlerin cilveleri de gizlidir. Bu tecellîler, bir isimden diğerine akan bir hikmet ırmağı gibi tüm varlığı kuşatır. Bu derin sır, sırr-ı ehadiyet ile açıklanır: Yani Allah her şeyi yaratırken sadece bir isimle değil; bütün isimleriyle yönelir. Böylece bir tek varlık dahi kâinat çapında mânâ taşır.
Kâinat, Allah’ın isimlerinin yazıldığı bir kitap; insan ise o kitabı okuyacak bir göz ve kalptir.
Yani: “Sahife-i âlemin eb’ad-ı vâsiasında Nakkaş-ı Ezelî’nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl. Tâ ki mele-i a’lâdan uzanan şu selasil-i resail, seni a’lâyı illiyyîn-i tevhide çıkarsın.”
Âsâr-ı Bediiye
İnsan, çoğu zaman kendini dar kalıplara, dar mekânlara ve sınırlı kavrayışlara hapseder. Oysa önünde açık duran koca bir kitap vardır: Kâinat kitabı. Ve bu kitapta, her an yeni bir mektup, her varlıkta yeni bir kelime, her olayda yeni bir satır yazılmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şu veciz beyanla ifade eder:
Bu söz, yalnızca şiirsel bir mecaz değil; bir iman perspektifidir. Kâinat, bir sahife, yani sayfa; her hadise bir satır, her varlık bir kelime ve her oluş bir mânâdır. Bu anlamlar zinciri, insanı maddeden mânâya, sebepten Müsebbibe, çokluktan birliğe; yani tevhide götürür.
Bediüzzaman, bu mektupların “mele-i a’lâdan” geldiğini belirtir. Bu ifade, kâinattaki bütün olayların sadece fizikî bir düzenle değil, mânevî bir emirle, ilâhî bir iradeyle meydana geldiğini anlatır. Yani yağmurun yağması, bir kelebeğin kanat çırpması, bir çiçeğin açması; hepsi bir emir tahtında, bir mesajla yaratılmıştır. O zaman yağmur bir su değil, bir rahmet mektubudur; çiçek bir renk değil, bir hikmet satırıdır.
Ancak bu mektupları okumak için sadece göz yetmez. Göz, sureti görür; tefekkür ise hakikati kavrar. Gafletle bakarsan çiçek bir çiçek olur; ibretle bakarsan o çiçek, sana sonsuz güzelliğin ve hikmetin sahibini anlatır. Rüzgâr bir esinti değil, Rahman’ın habercisi olur. Ölüm bile, bir bitiş değil; ebede geçişi bildiren bir ferman haline gelir.
Tefekkür, bu ilâhî satırları okumayı öğrenmek demektir. Kâinatı bir kitap, hayatı bir dershane, olayları bir ayet gibi okumaya başladığında; o zaman sahife-i âlemden yükselen o resail seni, “a’lâ-yı illiyyîn-i tevhide”, yani en yüksek tevhid anlayışına ulaştırır. İşte o zaman insan, yalnızca bilgi değil; marifetullah kazanır. Allah’ı tanıma, sevme ve O’na yönelme yolculuğuna çıkar.
Kâinatın satırlarını okuyabilmek, ilim ile başlar, hikmet ile derinleşir, iman ile aydınlanır. Bu satırlar herkesin önündedir ama her göz göremez, her akıl okuyamaz. Bu yüzden Kur’ân, “Onlar, üzerlerinde gökyüzüne hiç bakmazlar mı?” diyerek dikkatimizi hep bu satırlara çeker.
Günümüz insanı bu satırları unuttuğu, sadece ekrana baktığı, sadece maddî veriyle yetindiği için kalbinde derin bir boşluk yaşamaktadır. Oysa tefekkür, yalnızca bilgi değil; huzur da verir. Çünkü bu satırları okuyan, yalnız olmadığını, sahipsiz olmadığını, gayesiz yaratılmadığını anlar. Ve böylece kendini değil, kendini yaratanı tanımaya başlar.
Özet:
Bu yazı, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Kâinatın satırlarına tefekkürle bak” ifadesi etrafında şekillenmiştir. Kâinatın, Allah’tan gelen mektuplarla dolu bir kitap olduğu; her varlığın, her olayın birer ilâhî mesaj taşıdığı anlatılmıştır. Bu mektupları okumak için tefekkür ve hikmet nazarıyla bakmak gerektiği anlatılmıştır. Böylece insan, kâinatı okudukça tevhid gerçeğine ulaşır ve marifetullahla tanışır. Kâinatın sessiz ayetleri, dikkatli bakışlar için konuşan birer delil haline gelir.
münâcat-ı meşhuresi nevinden, bütün mevcudat-ı zevi’l-hayat, Cenab-ı Hakk’a karşı aynı münâcatı ettiklerini ve on sekiz bin âlemin her birinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:
Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi şu âlem, binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum. O âlem ise âyet-i Nur’un arkasındaki
âyeti tasvir ettiği gibi; bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden bir ism-i İlahînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu. Hangi perde akla karşı açılmışsa hayale karşı başka bir âlem fakat gafletle karanlıklı bir âlem görünürken güneş gibi bir ism-i İlahî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir eder ve hâkeza… Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye çok devam etti.”
Sikke-i Tasdiki Gaybî
İnsan kalbi, eğer gafletin sisleriyle perdelenmemişse; kendisini kâinat kitabının en derin mânâlarını seyreden bir okuyucu gibi hisseder. Kalbin dikkatle bakan gözü, yalnız gördüğüyle yetinmez; perde arkasında saklı manaları da hisseder, sezgileriyle âlemleri aralar. İşte bu ruh halini en veciz şekilde yaşayanlardan biri Bediüzzaman Said Nursî’dir. Onun, Üveysî yakarışlarla süslenen ve iç dünyasında bir gül goncası gibi sarılmış âlemleri temaşa ettiği bu hayalî ve kalbî yolculuk, sadece bir tasavvur değil, aynı zamanda bir hikmet tecellisidir.
Bir Gül Goncası Gibi: Kâinatın Katman Katman Âlemleri
Bediüzzaman, bu temsîlî anlatımında dünyayı bir gül goncasına benzetir. Nasıl ki gonca, yaprak yaprak sarılı ve içinde nice sırları gizliyorsa; bu görünen âlem de içinde kat kat âlemleri saklamaktadır. Her perde bir âlemi gösterirken, o âlem bazen zulmetli, vahşetli, anlaşılmaz ve korkutucu olabilir.
Ama her bir karanlık perdenin ardında bir İlahi isim, bir nur tecellisi, bir rahmet ışığı açığa çıkar.
Her bir karanlık âlem, “Allah dilerse ancak ışıklanabilir” hakikatinin bir yansımasıdır.
“İlâhî! Sen Rabbimsin, ben kulum…”
Bu tefekkürün temeli, Üveysü’l-Karanî’nin şu yakarışıdır:
Bu dua, sadece Üveys’in değil, aslında bütün zevi’l-hayatın, yani canlıların fıtrî diliyle ettiği bir yakarıştır. Her varlık kendi diliyle bunu söyler:
Ağaç yaprağıyla,
Dere çağlayışıyla,
Kuş ötüşüyle,
İnsan dua ve secdesiyle…
“Sen Halıksın, ben mahlûkum.”
Bu tevhid şuurudur ki, kalpteki karanlıkları aydınlatır.
Zulmet İçindeki Nurlar: Nur Sûresi’nin Sırrı
Nursî, bu seyr-i kalbîyi anlatırken Nur Suresi 40. ayete dikkat çeker:
> “O kâfirin hâli, engin bir denizdeki karanlıklara benzer ki, onu bir dalga örtmekte, onun üstünden bir başka dalga, onun da üstünden bir bulut… Karanlıklar üst üste… Öyle ki insan elini çıkaracak olsa neredeyse göremez. Allah kime nur vermemişse, onun için nur yoktur.”
İşte kalbin yolculuğu da böyledir. Akıl ve hayal her perdeyi araladığında ya bir karanlıkla ya da bir nur tecellisiyle karşılaşır.
Nur yoksa, idrak sönük kalır.
Nur varsa, perdeler kalkar ve tevhid görünür.
İsm-i İlahîler: Âlemlerin Işığı
Her bir âlemi nurlandıran, o âleme bakan bir İsm-i İlahîdir:
Er-Rahmân, merhametiyle açar perdeyi.
El-Hakîm, hikmetiyle düzenler manzarayı.
El-Basîr, her şeyi görür ve gösterir.
En-Nûr, zulmeti deler ve kalbe tecelli eder.
Bu tefekkürî seyahat, insanı öyle bir hâle getirir ki, artık bütün varlıkların Allah’a karşı aynı yakarışta olduğunu hisseder.
Her şey O’ndan geldiğini, O’na yöneldiğini ilan eder.
SONUÇ VE ÖZET:
Bediüzzaman Said Nursî’nin hayalî ve kalbî yolculuğu, kâinatı gül goncası gibi kat kat âlemlerle dolu bir hakikat kitabı olarak görür. Her perde bir karanlıkla açılır; ancak o karanlık, bir İsm-i İlahî’nin nuruyla aydınlanır. Bu yolculuk, Üveysî bir münâcatla başlar ve tevhid nuru ile taçlanır. Kâinatın her canlısı, kendi lisanınca bu münâcata iştirak eder. Kalp, akıl ve hayal bir olup, İlahi isimlerin nuruyla bütün âlemleri temaşa eder.
Her perde O’nu gösterir, her karanlık O’nun nuruyla aydınlanır.
Elcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığışmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani;
لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلَّا اللّٰهُ
sonra vahdet-i idare, sonra vahdetü’ş-şühud, sonra vahdetü’l-vücud, sonra yalnız bir vücûdu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor.”
Âsâr-ı Bediiye
İnsanın hakikat yolculuğu, basit bir bilgi edinme değil; derin bir hissediş, seziş, ve zevk ediş yolculuğudur. Bu yolculukta, marifet ve tevhid mertebeleri birbirini takip eder; her bir seviye, bir öncekini ihtiva eden ama ötesine geçen bir idrak penceresi açar.
İşte bu yolculuğun en ileri safhalarından biri de, Vahdetü’l-Vücud olarak bilinen manevî haldir.
Bediüzzaman Said Nursî, bu hali “tevhidde istiğrak”, yani birliğin derinliğinde boğulmak olarak tarif eder.
Bu, sıradan nazarla kavranamayacak kadar zevkî ve şuûrî bir tevhid tecrübesidir.
Tevhid Mertebeleri: Adım Adım Birlik Yolculuğu
Tevhid-i Rububiyet:
Kâinatın tüm idare, terbiye ve sevkinde sadece Allah’ın tasarrufu olduğunu kabullenmektir.
Her nimet O’ndan, her tedbir O’nun kudretiyle olur.
Tevhid-i Ulûhiyet:
İbadet ve kulluğun sadece Allah’a mahsus olduğunu, başka ilahları ve kudret ortaklarını reddetmektir.
Zevkî Tevhidde Şiddet-i İstiğrak:
Artık bilgiyle değil, kalple ve ruhla tevhid yaşanır.
Tevhid bir düşünce değil, bir hâl olur.
Vahdet-i Kudret:
“La muessire fi’l-kevn illa Allah” sırrı tecellî eder.
Yani kâinatta tesir eden, değiştiren, dönüştüren yalnız Allah’tır.
Sebepler sadece birer perdedir.
Gerçek fail birdir.
Vahdet-i İdare:
Her şeyde Allah’ın idaresi görünür.
Rastgelelik yoktur, karışıklık yoktur.
Tüm âlem bir ordudur ve O orduya tek bir kumandan hükmeder.
Vahdetü’ş-Şühûd:
Çokluk içinde birliği görmektir.
Eşyaya bakılır, ama eşyada Allah’ın isim ve sıfatları şühûd edilir.
Bu hâl, enbiya ve evliyanın hâlidir.
Vahdetü’l-Vücûd:
Eşyadan perde kalkar, artık sadece bir vücut, yani sadece Allah görülür.
Eşya silinmez, ama kalpte silinir.
Bu, “yalnız O vardır, başka hiçbir şey yoktur” tecrübesidir.
Ancak bu hâl, nazara değil, zevke aittir.
Dışa aktarıldığında yanlış anlaşılmalara sebep olabilir.
> “Sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor.”
Bu hâl, bir tevhid sarhoşluğu değil, bir tecellî istiğrakıdır.
İnsan eşyayı görmez olur, çünkü her şeyde sadece O’nun varlığını hisseder.
Tehlikeli ama Yüce Bir Zirve
Vahdetü’l-vücûd hali, sûfîlerin bazılarında yanlış yorumlandığında, eşyayı inkâr eden bir inanç hâline dönüşmüştür.
Oysa bu hâl, eşyayı yok saymak değil, eşyanın gölgelendiği bir tevhid halidir.
Hakikatte Allah’tan başka bir vücudun olmadığını hissetmek…
Ama bu bir hikmet aklıyla değil, aşk gözüyle kavranır.
Bu yüzden bu yol, halk için değil; havas için, hatta havasu’l-havas içindir.
SONUÇ VE ÖZET:
Vahdetü’l-vücûd, tevhidin derinliğinde bir zevk ve şuur halidir. Bu hâl, eşyanın perde gibi aralandığı ve yalnızca Allah’ın varlığının hissedildiği manevi bir mertebedir. Fakat bu hâl, akıl ile değil, kalp ile idrak edilir. Bediüzzaman bu hali “tevhidde istiğrak” olarak tarif etmiş; sırayla tevhid-i rububiyetten başlayıp vahdet-i kudret ve vahdet-i idareye, oradan vahdetü’ş-şühûda ve nihayet vahdetü’l-vücûda varan bir manevî yükseliş olarak açıklamıştır.
Vahdetü’l-vücûd, nazara değil; zevke aittir. Herkese açık değil, kalbini ilâhî feyze açanlara lütfedilen bir sırdır.
Zamanın Kalbinde Bir Hakikat: İman, Hayat ve Şeriatın Tecdid Dönemleri
“Âlem-i insaniyette ve İslâmiyette üç muazzam mesele olan, îmân ve şerîat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı îmân hakîkatleri olduğundan…”
“Evet, bu zamanda hem imân ve din, hem hayat-ı içtimâî ve şerîat, hem hukuk-u âmme ve siyâset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli bir müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i îmâniyeyi muhafaza noktasındaki tecdid, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şerîat ve hayat-ı içtimâîye ve siyâsîye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.”
“Hem üç mesele var: Biri hayat, biri şerîat, biri îmândır. Hakîkat noktasında en mühimmi ve en âzamı, îmân meselesidir. Fakat, şimdiki umûmun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şerîat göründüğünden, o zât (Mehdî) şimdi olsa da, üç meseleyi birden umûm rû-yi zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki îmân hizmeti safvetini umûmun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.”
*********
> “Hem üç mesele var: Biri hayat, biri şerîat, biri îmândır. Hakîkat noktasında en mühimmi ve en âzamı, îmân meselesidir.”
— Bediüzzaman Said Nursî
Tarihin akışı bir nehir gibidir: Kimi zaman berrak ve serin, kimi zaman bulanık ve sert akar. Bu nehirde insanlık, zaman zaman boğulma tehlikesi yaşar. İşte böyle anlarda Cenab-ı Hak, rahmet ve hikmetinin bir tecellisi olarak “müceddidleri” gönderir. Onların tecdid görevi ise zamanın ihtiyacına göre değişir. Kimi zaman bu yenileme hayat sahasında olur; kimi zaman şeriat dairesinde; kimi zaman ise doğrudan kalplerdeki iman merkezine yapılır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıda verdiğiniz ifadelerinde çizilen üç mesele ve bunların sıralanışı; çağların ruhunu, ümmetin ihtiyaçlarını ve Mehdiyet’in hikmetli seyir defterini anlamamıza kapı aralamaktadır.
İlk ve En Yüce Mesele: İman
İnsanlığın varlık amacı, imanla anlam kazanır. İman, sadece bir inanç beyanı değil; varoluşun hikmetli şifresidir. Kalbi besleyen, aklı tatmin eden, ruhu yücelten ilahi bir nurdur.
Bediüzzaman’a göre üç mesele içinde en büyüğü, en azamı ve en asli olan iman hakikatlerinin muhafazası ve tecdididir. Çünkü iman sarsılırsa hayat da şeriat da çürür. Bir binanın temeli çatladığında, ne kadar süslü olursa olsun o yapı yıkılmaya mahkumdur.
Bu sebeple Mehdiyet’in birinci ve asli vazifesi “imanı kurtarmaktır.” Ve bu tecdit; kılıçla, siyasetle, şekille değil; ilim, hikmet, akıl, mantık ve kalple yapılacaktır.
Bugünün insanı, “ateizme bilim adına”, “deizme özgürlük adına” kayarken; zihinler şüpheyle, kalpler gafletle kararmıştır. Böyle bir zamanda yapılacak tecdit, iman esaslarını çağın diliyle, bilimle ve mantıkla yeniden inşa etmektir. Risale-i Nur, işte bu hizmetin bayraktarlığını yapmıştır.
İkinci Halkada: Hayat
İmanla dirilen kalpler, hayatı da diriltir. Ancak iman meselesi hâlledilmeden, hayat alanında yapılan ıslahatlar derinliksiz ve sathî kalır. Bediüzzaman’a göre bu ikinci mesele, “hal-i âlem ilcaatı” gereği bazen öne çıkar gibi görünür. Çünkü insanlar açtır, zulüm altındadır, çaresizdir. Ancak bunlar, meselenin hakikatte ikinci yüzüdür.
Hayat sahası; sosyal düzeni, adaleti, eğitimi, aileyi ve ahlâkı kapsar. Mehdiyet’in ikinci safhası bu alanda görünür. Toplumun adaletle yönetilmesi, değerlerin ayağa kaldırılması, ifsadın durdurulması gibi görevler, bu halkaya aittir. Lakin bu faaliyetler, imanla beslenmeyince formaliteye dönüşür.
Bu dönem, tarihî olarak İslam dünyasında farklı fikir ve hareketlerle temsil edilmiştir. Ancak iman temelli bir ruh taşımadığı zaman siyasîleşmiş, karşılığında baskı ve darbe görmüştür. Çünkü iman dirilmeden, hayat diriltilemez.
Üçüncü Halka: Şeriat
Şeriat; hakkı tanzim eden, adaleti tesis eden, hukuk ve nizamı ilahi ölçülerle düzenleyen sistemdir. Ancak şeriat da, iman ve hayat olmadan kuru bir şekilcilikten ibaret kalır. Şeriatın tatbiki, kalplerde iman nuru yanmadan ve hayat sahasında adaletle huzur oluşmadan istenilen neticeyi vermez. Hatta ters teper.
Bu yüzden Mehdi’nin üçüncü halkadaki vazifesi, şeriatı ikame etmek değil; şeriatın yanlış anlaşılan ve korkutucu bir ceza sistemi olarak anlaşılmasını düzelterek, onun merhamet, adalet ve hikmet temelli özünü yeniden göstermektir.
Bediüzzaman bu meseleyi şöyle izah eder: “Her halde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak.” Yani Mehdi, bu üç halkadan en büyüğü olan imanı temel yapacak; hayat ve şeriatı ikinci, üçüncü derecede ve iman merkezli ele alacaktır.
Bugün Hangi Dönemdeyiz? Hangi Döneme Geçiyoruz?
Bugün yaşananlar gösteriyor ki, iman dönemi hâlâ devam etmektedir. Hatta bu dönem henüz kemale ermemiştir. Çünkü küfr-ü mutlak; teknolojiyle, medya ile, eğitimle zihinleri işgal etmektedir. Ateizm, deizm, nihilizm gençliği kavurmaktadır.
Fakat aynı anda, hayat devresine de geçiş başlamıştır. Bu geçiş:
Ahlaki yozlaşmalara karşı aile merkezli tepkiler,
Toplumun adalet ve güvenlik arayışı,
Gençliğin sadelik ve anlam arayışıdır.
Şeriat ise hâlâ “korkulan” bir kavram olarak görünmektedir. Bunun için henüz vakti gelmemiştir. O, ancak iman ve hayat tam dirilince, kendi asaletinde anlaşılacaktır.
Zamanın Ruhu: Tecdidin Ağırlık Noktası Nerede?
Bugün bir genç:
Allah’a nasıl iman edeceğini,
Ölümün ne olduğunu,
Kâinatın anlamını,
Ahiretin isbatını sormaktadır.
Bu sorular, siyasetle değil; iman tefekkürüyle cevap bulur. Risale-i Nur, bu sorulara Kur’an’ın nuruyla cevap vermektedir.
Evet, zaman iman zamanıdır. Şekil değil, öz zamanı. Bediüzzaman’ın dediği gibi:
> “Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Başka şeyler, ikinci üçüncü derecede kalıyor.”
Sonuç ve İbretli Özet
İman, hayat ve şeriat üç büyük sütun gibidir. Lakin bu yapının temel taşı imandır. Temel çürürse üst yapı çöker. Bediüzzaman, bu çağda en büyük mücadelenin imanın kurtarılması olduğunu beyan etmiş; Mehdiyetin de bu mihver etrafında şekilleneceğini bildirmiştir.
Bugün kıyamete kadar tazeliğini muhafaza edecek olan, hâlen “iman dönemindeyiz” ve bu hizmet henüz tamamlanmamıştır. Ancak eşzamanlı olarak “hayat” safhasına geçiş başlamış, ahlak ve toplumsal düzen arayışı hızlanmıştır. Şeriat ise bu iki aşamanın tamamlanmasından sonra, korku nesnesi değil; adaletin teminatı olarak topluma sunulacaktır.
Ki bu üç devre, devrede olup faaliyetlerini farklı cephelerde sürdürmektedir
Makale Özeti
İman, hayat ve şeriat üç temel meseledir; en büyüğü ve önceliklisi imandır.
Mehdiyetin birinci görevi, imanı tecdid ve tahkim etmektir.
Bugün yaşanan dönem iman dönemidir ve hâlâ devam etmektedir.
Ancak eşzamanlı olarak hayat sahasında bir uyanış gözlemlenmektedir.
Şeriat dönemi ise ancak bu iki aşama özellikle kemale erdikten ve tamamlandıktan sonra anlaşılabilecek ve uygulanabilecektir.
Risale-i Nur bu dönemin en büyük manevî rehberidir.
İRAN’DA SÜNNİLERİN DURUMU: TARİHÎ, SİYASÎ VE İLMÎ BİR TAHLİL
“Hakkı üstün tutan bir millet, adaletle yükselir; mezhebi üstün tutan bir devlet, ayrılıkla çürür.”
Giriş: Mezhepler Arasında Bir Coğrafya
İran, coğrafî olarak İslam medeniyetinin kalbinde yer alırken, mezhebi yapısıyla da İslam dünyasının dikkat çeken merkezlerinden biridir. Şiîliğin devlet mezhebi olarak kabul edildiği bu ülkede, milyonlarca Sünni Müslüman da yaşamaktadır. Ancak bu varlık, sadece bir nüfus istatistiğinden ibaret değildir; hak ve hürriyet, aidiyet ve adalet sorularını da beraberinde getirmektedir.
Nüfus ve Dağılım: Sınır Boylarından Kalbe
İran’daki Sünnî nüfusun sayısı kesin olarak belirlenemese de, genel tahminler toplam nüfusun %10 ila %15’i arasında, yani yaklaşık 8 ila 12 milyon civarında olduğunu göstermektedir. Sünniler özellikle şuralarda yoğunlaşmıştır:
Belucistan (Sistan-Beluçistan Eyaleti)
Kürdistan ve Batı Azerbaycan (Kürt Sünniler)
Türkmen Sahra (Türkmen Sünniler)
Huzistan’ın bazı bölgeleri
Horasan’ın doğusu (Sünni Peştular ve Beluçlar)
Bu bölgelerdeki halk çoğunlukla Hanefî ve Şafiî mezhebine mensuptur.
Hizmetler ve Faaliyetler: Sessiz Ama Dirayetli Bir Duruş
İran’daki Sünniler, dini hizmetlerde devlet desteği olmaksızın kendi gayretleriyle bazı faaliyetlerini sürdürmektedir:
Medreseler kurarak geleneksel eğitim vermeye devam ederler. Özellikle Beluç bölgesindeki Zehdan Medresesi, bölgesel çapta bir Sünni ilim merkezidir.
Yerel düzeyde imamet, vaaz ve dini sohbet hizmetleri sürdürülmektedir.
Sosyal yardım faaliyetleri ise sivil inisiyatiflerle sağlanmaktadır.
Ancak bu hizmetler ciddi kısıtlamalar altındadır; merkezî devlet kontrolü, medreseler üzerinde büyük bir baskı kurmakta, din adamları zaman zaman gözaltına alınmakta veya görevden alınmaktadır.
Devletin Tutumu: Görünmeyen Engeller
Resmî olarak İran Anayasası’nda Sünnilere ibadet özgürlüğü tanınsa da, pratikte bu özgürlükler büyük oranda kısıtlanmaktadır. Devletin Şii kimliği, Sünni yurttaşlar üzerinde üç önemli baskı aracı üretmiştir:
İbadet Engelleri: Başkent Tahran dahil birçok şehirde Sünni camisi bulunmamaktadır. Ezan bile gizlice okunmaktadır. Cemaatle namaz ve cuma hutbelerine bazen izin verilmemektedir.
Eğitim: Okullarda din eğitimi tamamen Şii talime dayalıdır. Sünni öğrenciler kendi mezheplerine uygun dinî bilgi alamazlar. Sünni bölgelerde dahi eğitim müfredatı Şii esaslıdır.
Temsil Engeli: Sünnilerin devlet kurumlarında, özellikle güvenlik, istihbarat, yargı ve ordu gibi alanlarda temsil oranı yok denecek kadar azdır.
Sünnilerin Hadislere ve Mezhebe Yaklaşımı
İran’daki Sünniler, mezhebi olarak çoğunlukla Hanefî ve Şafiî ekollerine bağlıdırlar. Hadis anlayışları Ehli Sünnet çizgisindedir. Ancak resmî kurumlar tarafından yayılan Şii rivayetler, eğitimde ve medya yoluyla baskın olduğu için, mezhebi bilincin korunması daha çok aile ve medrese geleneğiyle sağlanmaktadır.
Medya ve Yayıncılık: Sessizliğin Sesi
Sünnilerin resmî TV kanalları bulunmamaktadır. Radyo, televizyon ve gazete gibi medya araçları devlet kontrolünde ve Şii ideoloji doğrultusundadır. Ancak bazı Sünni dinî liderler, internet ve sosyal medya üzerinden vaaz ve sohbetlerle seslerini duyurmaya çalışmaktadır.
Sünnilik-Şiilik Mücadelesi Var mı?
Fiilî olarak bir mezhepler savaşı yoktur; Sünniler bu tür çatışmalardan kaçınmakta, daha çok kendi mahallelerinde dini hayatlarını yaşama çabasındadır. Ancak sistematik ayrımcılık, eğitim ve temsil eksikliği, bir “sükûtî mücadele”yi sürekli diri tutmaktadır.
Devlet ve Hukukta Sünnilerin Rolü
Devlet yönetiminde Sünnilere sembolik olarak bazı meclis koltukları verilmiş olsa da, karar alma mekanizmalarında etkin bir rolleri yoktur.
Yargı ve anayasa alanında, sadece Şii mezhebine dayalı hükümler esas alınmakta, Sünni mezheplerin görüşleri yok sayılmaktadır.
Askeriye ve güvenlik birimlerinde Sünnilere üst düzey görev verilmemektedir.
Eğitim Sistemi: Mezhebî Bir Tek Seslilik
İran’daki eğitim sistemi tamamen Şii akide ve fıkhına dayalıdır. Bu durum, Sünni öğrencilerin kendi inançlarını öğrenmesini büyük ölçüde engellemektedir. Şii mezhebine ait kavramlar (İmamet, Takiye, Kerbela) müfredatın temelini oluşturur. Sünni öğrenciler bu eğitim sistemine uymak zorunda kalmakta, Sünni eğitimi ise ya gizli ya da özel medreselerde yürütülmektedir.
Sünni Çocukların Eğitimi: Araf’ta Yetişen Nesiller
Sünni çocuklar çoğunlukla iki farklı dünyanın arasında kalmaktadır:
Devlet okullarında Şii müfredatı ile şekillenen zihinler
Ev ve medrese ortamında gizlice verilen Sünni eğitimi
Bu durum kimlik çatışmasına, aidiyet boşluğuna ve ileride sosyal gerilimlere yol açabilecek bir altyapı oluşturmaktadır.
Cami, Ezan ve İbadet: Bir Kimliğin Sessiz Savaşları
Tahran gibi büyük şehirlerde Sünnilere ait bir cami bulunmaması, ezan sesinin kısıtlanması, ibadet yerlerine gizli kameralar yerleştirilmesi gibi uygulamalar, mezhebi baskının ne denli derin olduğunu göstermektedir.
Sonuç: Birlik mi, Ayrılık mı?
İran’daki Sünniler, bir varlık mücadelesi içerisindedir. Ellerinde silah değil, kitap vardır. Hedefleri çatışmak değil, var olmaktır. Ancak devletin Şii merkezli politikaları, bu barışçıl varlık talebini dahi tehdit olarak görmekte ve bastırmaktadır. Oysa gerçek birlik, ancak adaletle sağlanır.
> “Adalet, mezhep üstü bir ilkedir. Onu ayakta tutan bir millet, ayakta kalır. Mezhebi adaletin önüne koyan devletler ise ayrılıkla dağılır.”
Özet:
İran’da yaklaşık 10 milyon civarında Sünni yaşamaktadır.
Devlet Sünnilere ibadet, eğitim ve medya alanlarında kısıtlamalar uygulamaktadır.
Sünnilerin devlet ve kamu yönetiminde temsil oranı çok düşüktür.
Eğitim sistemi tamamen Şii temellidir; Sünniler kendi mezheplerine göre eğitim alamamaktadır.
Sünni camiler sınırlıdır; ezan ve ibadet özgürlüğü sıkça engellenmektedir.
Sünniler çoğunlukla Hanefî ve Şafiî mezhebine mensuptur.
Medyada ve hukukta etkinlikleri yoktur.
Mezhepler arası görünür bir çatışma olmamakla birlikte, fiilî bir ayrımcılık sürmektedir.
“Bir milletin yaşama hakkı, bombalara değil, vicdanlara emanet edilmelidir.”
Giriş: Gözümüzün Önünde Bir Soykırım
yüzyılın en kanlı dosyalarından biri, Gazze adını taşıyor. Sözde uygarlığın zirvesine ulaşmış bir çağda, insanların canlı canlı yakıldığı, yardım beklerken vurulduğu, çocukların un ve ekmek için sıraya girerken öldürüldüğü bir çağda yaşıyoruz. Sözde insan hakları savunucularının sustuğu, vicdanın sınavdan geçtiği bu çağda… Bir yanımızda soğukkanlı teknolojiler, diğer yanımızda açlıktan kıvranan bebekler var.
Gazze, artık sadece bir coğrafya değil; insanlığın aynasıdır.
Tarihin Gördüğü En Uzun Abluka: 17 Yıllık Sessiz Kıyım
2006’dan bu yana İsrail tarafından kuşatma altında tutulan Gazze Şeridi, dünya tarihinin en uzun süren abluka rejimine maruz kalmıştır. Bu abluka;
İlaç girişini engelledi,
Elektrik ve yakıt erişimini kısıtladı,
Temiz su kaynaklarını sabote etti,
Tarım alanlarını bombaladı,
Limanlarını işlemez hâle getirdi.
Yani sadece silahla değil; açlıkla, susuzlukla, elektriksizlikle, hastalıkla da öldürdü.
Bugün gelinen noktada, Gazze nüfusunun tamamı akut gıda güvensizliği altında. Yaklaşık 500 bin kişi açlık nedeniyle hayati risk altında. Gazze’de yaşamak artık sadece var olmak değil, her gün ölümle göz göze gelmektir.
III. Rakamların Ötesi: Bir Canın Değeri
7 Ekim 2023’ten bu yana şehit sayısı: 100 binin üzerinde (Enkaz altındakilerle)
Bu rakamlar sadece istatistik değildir; her biri bir hayattı. Henüz konuşmayı öğrenememiş bir bebek, düğün hazırlığı yapan bir genç kız, namaza duran bir baba, çocuğuna mama arayan bir anne… Bu insanlar hedef alınmadı sadece, sistemli olarak “insan” olmak cezalandırıldı.
Engelli Bir Babanın Sessiz Feryadı
Mecdi Cadallah… Han Yunus’ta yaşayan engelli bir baba. Saldırı sırasında dışarıdaydı. Döndüğünde, evinin enkazında eşini ve üç çocuğunu cansız halde buldu. Eliyle mezar kazamadı, gözyaşıyla toprağı suladı. Onun acısı, sadece bir bireyin acısı değil; sessiz dünyanın kolektif suçudur.
Vicdanın Yankısı: İspanya’daki Restoran Sahibi
İsrailli turistleri restoranından çıkaran bir İspanyol işletmecinin basit ama onurlu tavrı, “devletler sustuğunda halklar konuşur” sözünü bir kez daha haklı çıkardı. Bu küçük kıvılcım, dünya vicdanının hâlâ ölmediğini gösteren nadir sahnelerden biri oldu.
Bilimin Sessizliği ve Aklın İsyanı
Bir çocuğun yetersiz beslenme nedeniyle gelişiminin sekteye uğraması, bilimsel olarak “önlenebilir” bir durumdur. Fakat BM’nin açıklamasına göre 50 bin hamile ve emziren kadın yemek yiyemiyor. Bu, sadece tıbbi bir kriz değil, ahlakî bir felakettir. Bilim çaresiz değildir; ama susturulmuştur. Aklın sesi bastırılmış, siyaset çığırtkanlığına kurban edilmiştir.
VII. Soykırım Teknolojisi: İHA’larla Video Oyunu Oynar Gibi Katliam
İsrail askerlerinin itirafı: “Filistinlileri video oyunu gibi öldürdük.” El bombası takılmış dronlarla yapılan saldırılar, artık bir eğlenceye dönüşmüş durumda. Bu yalnızca bir askeri operasyon değildir; insanlığın yazılımına sızmış bir virüstür bu. Empatinin kodu silinmiş, yerine “düşmanlaştırma algoritması” yüklenmiştir.
VIII. İsrail Askerlerinin Krizi: Vicdanla Yüzleşme Anı
Haaretz’e konuşan bazı üst düzey İsrail askerleri, bu işgalin sürdürülebilir olmadığını, ordunun moralinin çöktüğünü itiraf etti. Çünkü hiçbir ordu, vicdanıyla savaşamaz. Fiziksel yorgunluk geçer, ama ruhsal çöküntü kalır. Zulmün zırhı ağırdır; giyeni de yakar.
Türk Halkının Şefkati: Umut Konservesi
Cibaliye’de konserve et alan çocukların 7 ay sonra ilk kez et yemesi… Bu sadece bir yardım değil; bir vicdanın, başka bir vicdana selamıdır. Türk halkının yardımları, bir milletin merhamet refleksinin somut tezahürüdür. Gıda yardımı, karın doyurmaktan öte, kalp onarır.
Sonuç: Gazze, Sadece Gazze Değildir
Gazze, bugün bombalanan evler değildir sadece. Gazze, her sabah haberleri dinlerken içi ezilen kalptir. Gazze, gözünü kaçıran vicdandır. Gazze, konuşmayan entelektüeldir. Gazze, susturulan hakikattir.
> “Zulümle abad olanın akıbeti berbattır” derler. Ama Gazze bize şunu da öğretti:
Zulümle abad olanlar, önce vicdanlarını, sonra geleceklerini, sonra da insanlıklarını kaybederler.
ÖZET
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında 7 Ekim 2023’ten bu yana 57.680 kişi şehit, 137.409 kişi yaralandı.
Gıda ve ilaç erişimi engelleniyor; 500 bin kişi açlık sınırında.
50 bin hamile ve emziren kadın, günlerdir yemek yiyemiyor.
İsrail askerleri, sivilleri “video oyunu gibi” öldürdüklerini itiraf etti.
Dünya sessiz, ama bazı vicdanlar ayakta: Türk halkı ve kimi bireysel tepkiler umut ışığı oldu.
Gazze, sadece coğrafî bir bölge değil; küresel bir vicdan sınavıdır.
İnsanın En Büyük Meselesi: İman ve Kudret Aynası Olarak Varlık
Hayatımızın her anında karşılaştığımız sayısız hadise ve içinde bulunduğumuz dünya, bize daimi bir ibret ve düşünce kaynağı sunar. dahili ve harici gözlemlerimiz, her bir zerrenin ve her bir olayın ardında yatan muazzam bir kudretin, ilmin ve iradenin varlığını fısıldar. İnsanın cüz’i ilmi, iradesi, görmesi (basar) ve işitmesi (sem’) gibi sıfatları, aslında Yaratıcısı olan Hâlık’ının külli ve kuşatıcı sıfatlarının birer aynasıdır. Kendi acziyetini ve sınırlılığını fark eden insan, bu cüz’i özellikler üzerinden sonsuz kudret sahibi olanın azametini idrak eder. Bu idrak, bizi “Edep Ya Hu” nidalarına yönlendirir; çünkü gerçek edep, varoluşun bu derin sırrına vakıf olmakla başlar.
Tarih sayfalarına baktığımızda, bu ilahi kudretin tezahürlerini apaçık görürüz. Hz. Yunus’u yutmayan balık, Hz. İbrahim’i yakmayan ateş, Hz. Musa’yı boğmayan deniz… Bunlar, Allah’a tevekkül edenlerin, O’na sığınanların asla yalnız bırakılmadığını gösteren ibretli misallerdir. Bu kıssalar, bize Allah’a olan güvenin sarsılmaz bir kale olduğunu, O’nun korumasının her şeyin üstünde olduğunu haykırır.
İnsanın bu dünyadaki en büyük meselesi, belki de tüm bu varoluşsal çalkantılar içinde imanını kurtarmak veya kaybetmek davasıdır. Çünkü böyle dehşetli bir asırda, nefsani arzuların ve dünyevi meşgalelerin kuşattığı bir zamanda, bu hakikate sımsıkı tutunmak, ahiret kurtuluşumuzun temelidir.
Kur’an-ı Kerim, en küçük varlıklar üzerinden dahi en büyük dersleri verir. Hac Suresi 73. ayette sinek üzerinden verilen misal, insanlığa adeta bir tokat gibi çarpar: “Ey insanlar, size bir misal verildi, şimdi ona iyi kulak verin! Sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar, hepsi bunun için toplansalar bile. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de.”
Sineklerin dahi 9 kalbi olması, gözlerinde 8000 mercek bulunması ve saniyede 100 görüntü alması gibi bilimsel gerçekler, küçücük bir varlıkta bile tecelli eden ilahi sanatı ve kudreti gözler önüne serer. Bu, yalnızca bir sinek değil, kainattaki her bir varlığın Yaratıcı’nın varlığına ve birliğine şehadet ettiğinin bir isbatıdır.
Bu ibretli tablo karşısında, insanın yarın için kesin sözler söylemesi ne kadar da yanıltıcıdır!
Kehf Suresi 23-24. ayetlerde belirtildiği gibi: “Hiçbir şey hakkında sakın ‘yarın şunu yapacağım’ deme! Ancak, ‘Allah dilerse yapacağım’ de. Unuttuğun zaman Rabbini an ve ‘Umarım Rabbim beni, bundan daha doğru olana ulaştırır’ de.”
Bu, bize mutlak iradenin yalnızca Allah’a ait olduğunu hatırlatır ve tevazu içinde yaşamayı öğütler.
Dünya hayatının geçiciliği ve aldatıcılığı ise sıkça gözden kaçırdığımız bir gerçektir.
“Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgar gibi uçar gider.”
Bu Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan hakikat, bize ömrün ne kadar kısa ve gelip geçici olduğunu idrak ettirir.
“Dünya bize bir gün haydi dışarı diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak.” Bu kaçınılmaz sona hazırlık, dünya nimetlerine aşırı bağlanmaktan kaçınmayı ve ahiret yurdunu esas edinmeyi gerektirir.
Cehennemde ateşin olmadığı, herkesin kendi odununu bu dünyadan götürdüğü gerçeği ise insanı derinden düşündürmelidir. İçki, zina, kumar, dedikodu, yalan… Bunlar, ahirette yakacak birer odun yığınıdır. Kendi ellerimizle hazırladığımız bu akıbetten kurtulmak için, nefsimizle olan mücadelemiz hayati önem taşır.
“Düşman istersen nefis yeter.” Nefsin arzu ve isteklerine teslim olmak, belalara ve zahmetlere yol açarken; nefsin tezkiye edilmesi ve terbiye edilmesi, saflığa ve ilahi rahmete ulaşmanın anahtarıdır. Kendini beğenmeyen, acziyetini bilen insan, Rabbinin rahmetine daha yakın olur.
Netice itibarıyla, varoluşun her anı ve her zerresi bize büyük dersler sunar. İlim ve irademizin sınırları, ilahi kudretin sınırsızlığını işaret eder. Tarihi olaylar, ilahi himayenin her an bizimle olduğunu gösterir. En küçük canlılar dahi, yaratılışın mucizesini fısıldar. Bu hakikatler ışığında, en büyük davamız imanımızı korumak, dünya hayatının geçiciliğini idrak etmek ve nefsimizle olan mücadelemizde başarılı olmaktır. İşte bu şuurla yaşanan bir hayat, hem dünya saadetini hem de ahiret kurtuluşunu beraberinde getirecektir.
Makale Özeti:
Bu makale, İslami ve hikmetli sözlerden ilham alarak, insanın varoluşsal davası olan iman ve kulluk bilinci üzerine odaklanmaktadır.
İnsanın cüz’i sıfatlarının Allah’ın külli sıfatlarının bir aynası olduğu anlatılarak, ilahi kudretin Hz. Yunus, Hz. İbrahim ve Hz. Musa gibi peygamberlerin kıssaları üzerinden nasıl tecelli ettiği anlatılmıştır.
Makale, sinek örneğiyle ilahi sanatın inceliğine değinerek, dünya hayatının geçiciliği, “inşallah” demenin önemi ve nefisle mücadelenin ehemmiyeti üzerinde durmuştur.
Cehennem ateşinin insanın kendi günahlarından oluştuğu fikriyle, iyi bir hayat sürmenin ve imanını korumanın önemini anlatarak, makale hem ibretli hem de düşündürücü bir perspektif sunmaktadır.
Asıl davanın imanımızı kurtarmak olduğu ve nefsi tezkiye etmenin rahmete giden yol olduğu ana fikriyle son bulmaktadır.
Yani: Mârifetullahın bürhanları nefesler kadar hadsizdir.
Mârifet-i Nebînin bürhanları dahi nüfûs-u mü’minîn kadar muhtelif şahsiyetler ile tezahür eder. Demek şu enfâs-ı halâik mikdarında ve bu nüfûs-u ehl-i imân adedinde layuadd bürhanların netice-i yegânesidir.
Evet muvaffak bir nazar, kainâtın her zerresinin her halinden vücûd-u Sânii, hem Peygamberin her bir hal, kal, fiilinden sıdk-ı nübüvvetin şuâını görür. ”
Âsâr-ı Bediiye
İnsanın varlıkla olan ilişkisi bir bakış, bir hissediş ve bir idrak meselesidir.
Bu idrak; hakikati arayan kalbin nazarıyla birleşince, kâinatın her zerresi, her nefesi, her varlığı insanı bir hakikate götürür: Allah’ın varlığına ve birliğine.
İşte bu yüzden Evliyâullah şöyle der:
Bu cümle sadece mecaz değil, aynı zamanda derin bir metafizik gerçektir.
Her varlık, her nefes, her zerre; ya doğrudan ya da dolaylı olarak Allah’ı tanıttırır.
Çünkü O, hem yaratıcısıdır hem de her an onunla kaimdir.
Marifetullah, yani Allah’ı tanıma yolları, sadece birkaç kelamî delile sığmaz.
Her akıl, her vicdan, her ruh; kendi lisanıyla o yolda yürür.
Kâinat: Bir Kitap, Her Satırı Marifet
Bir mü’minin dikkatli ve tefekkür yüklü bakışı, kâinatın her bir zerresinde Allah’ın varlığına ve birliğine deliller bulur.
Çünkü her şey intizam içindedir, hikmetle yaratılmıştır, gayesiz değildir.
> “Muvaffak bir nazar, kâinatın her zerresinin her halinden vücûd-u Sânii görür.”
Bir çiçeğin açışı, bir çocuğun doğuşu, bir yıldızın hareketi, bir kalbin atışı…
Hepsi, O’nun kudretini, ilmini, iradesini ilan eder.
Risaletin Parıltısı: Her Mü’minin Ruhunda Ayrı Bir Şua
Tıpkı marifetullahın yolları gibi, nübüvvetin isbatı da tek bir delile dayanmaz.
Bediüzzaman, bu noktada çok ince ve derin bir hakikati şöyle ifade eder:
> “Mârifet-i Nebînin bürhanları dahi nüfûs-u mü’minîn kadar muhtelif şahsiyetler ile tezahür eder.”
Yani her mü’minin kalbinde, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) risaletine ait bir farklı delil parlar.
Kimisi onun ahlakında nübüvveti görür,
Kimisi getirdiği Kur’an’da,
Kimisi duasında,
Kimisi savaşta gösterdiği cesaret,
Barışta sergilediği tevazu,
Yetime merhameti, zalime adaletiyle…
Nübüvvet, sabit bir hakikattir; ama onun tecellîleri şahsiyetler kadar çoktur.
Her Nefes, Bir Delil; Her Kalp, Bir Ayna
Bu ifade; marifetin ve risaletin isbatını dar kalıplara hapsetmekten kurtarır.
Her bir nefes gibi, her bir insan da Allah’a ulaşmak için ayrı bir yol, ayrı bir pencere olabilir.
Ve bu yolların hepsi aynı menzile çıkar: “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah.”
Her zerrenin, her insanın ve her olayın iç yüzünde Allah’a ve Resulüne işaret eden deliller gizlidir.
Yeter ki kalp uyanık, nazar hikmetli, akıl teveccüh sahibi olsun.
O zaman insan, her şeyde O’nu görecektir.
Çünkü Allah, kuluna “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.” (Kâf, 16) buyurmuştur.
Ve Peygamber, bu yakınlığın en parlak aynasıdır.
SONUÇ VE ÖZET:
Evliyâullah’ın ifadesiyle, Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri adedincedir. Her insan, her varlık, her olay O’na işaret eder. Aynı şekilde, Peygamber Efendimiz’in nübüvveti de her mü’minin şahsiyetinde farklı delillerle tezahür eder. Kimi ahlakıyla tanır onu, kimi duasında bulur izini, kimi Kur’an’da duyar sesini. Marifetullah da, risalet de sadece kelam kitaplarının isbatlarıyla sınırlı değildir. Tefekkür eden nazar, her şeyde O’na ait bir delil bulur.
Her nefes bir yol, her kalp bir aynadır. Yeter ki bakan göz, gören kalp olsun.
Kıyamet Aynasında İnsan: Her Canlıda Bir Son, İnsanda Sonsuzluk Arayışı
“Bir şahsın müddet-i ömründe başına geçen bir çok kıyamet çeşitleri geçmiştir. Beş altı senede bilittifak bütün zerratını değiştirmiş, belki bir senede iki defa tedricî bir kıyamet görmüş… Hem bazı envâ’-ı hayvanatta bazı vakitte bir kıyamet-i nev’iyye müşâhede ediyoruz.
İnsanın bir şahsı, başkasının nev’i hükmündedir. Zîrâ nur-u fikir, onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki; ezmine-i selâseyi yutsa tok olmaz.
Sair nevilerdeki ferdlerin mâhiyeti cüz’î, kıymeti şahsî, nazarı mahdut, kemâli mahsur, lezzet ve elemi ânîdir. Beşerin ise mâhiyeti ulvî, kıymeti gâlî, nazarı âmm, kemâli hadsiz, lezzeti, elemi kısmen dâimîdir.
Öyle ise, çok nev’ilerde olan birer çeşit kıyamet-i mükerrere-i neviyede, insan için bir kıyamet-i şahsiyye-i umumîyeye remz vardır.”
Âsâr-ı Bediiye
İnsanın hayatı, sadece doğumdan ölüme akan bir çizgi değildir. Her yıl, her an hatta her nefes, onun bedeninde ve ruhunda kıyametin küçük örnekleri yaşanır.
Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati veciz bir şekilde şöyle ifade eder:
> “Bir şahsın müddet-i ömründe başına geçen birçok kıyamet çeşitleri geçmiştir. Beş altı senede bilittifak bütün zerratını değiştirmiş…”
Yani bir insan, hayatı boyunca defalarca tedricî (aşamalı) bir kıyamet yaşar.
Bedenindeki hücreler değişir, organları yenilenir, gençlikten ihtiyarlığa geçer.
Her bir değişim bir son, ardından gelen ise yeni bir başlangıç gibidir.
Bu dönüşüm ve çözülüşler zinciri, bize büyük kıyametin küçük numunelerini gösterir.
Kıyamet, Sadece Son Değil; Sürekli Bir Süreçtir
“Bir senede iki defa tedricî bir kıyamet görmüş…”
İnsan, yılda birkaç kez vücudunu neredeyse tamamen yeniler.
Hücreleri ölür, yerine yenisi gelir. Saçları dökülür, yerine çıkar.
İşte bu bedensel dönüşüm, bir yıkım ve inşa dönüşüdür.
Kıyamet, sadece kâinatın sonunda yaşanacak büyük sarsıntı değildir.
Aslında o, her anın içinde saklıdır.
Bazen bir hastalıkla, bazen bir musibetle, bazen bir kayıpla insan kıyameti yaşar.
Ama hepsinde bir hikmet ve bir yeniden diriliş ümidi vardır.
Nev’î Kıyametler: Türlerin Sessiz Vedası
Bazı hayvan türleri bir anda yok olur.
Bazen bir afet, bazen bir iklim değişikliği bir türün tamamını siler.
İşte buna “kıyamet-i nev’iyye” denir.
Yani tür olarak yok oluş.
Her bir canlının kıyameti, kendi türünün tarihine yazılmış bir vedadır.
Ama bu da bize insan için bir remizdir.
Çünkü insan, sadece bir fert değil, aynı zamanda bir türün temsilcisidir.
> “İnsanın bir şahsı, başkasının nev’i hükmündedir.
Bu ifade, insanın sadece şahsî bir varlık olmadığını,
Aksine, bir âlem, bir nev, bir kelime-i kudret olduğunu anlatır.
Bir insanın hayatı, binlerce hissiyatı, hatırayı, hayali ve hedefi içinde taşır.
Dolayısıyla onun kıyameti, sıradan bir yok oluş değildir.
Beşerle Diğer Canlıların Ayrıldığı Yer
> “Sair nevilerdeki ferdlerin mâhiyeti cüz’î, kıymeti şahsî, nazarı mahdut, kemâli mahsur, lezzet ve elemi ânîdir. Beşerin ise mâhiyeti ulvî, kıymeti gâlî, nazarı âmm, kemâli hadsiz, lezzeti, elemi kısmen dâimîdir.”
Diğer canlılar sadece anlık zevkler ve ağrılarla yaşar.
Ama insan öyle değildir.
O, geçmişe üzülür, geleceğe endişe eder.
Bir hatıraya ağlar, bir hayale güler.
Bu yüzden onun acısı da sevinci de derin ve süreklidir.
Ve bu, onun ehemmiyetini ve sorumluluğunu gösterir.
Çünkü madem ki insanın mahiyeti ulvîdir;
Onun sonu da sıradan bir yok oluş değil, ebedî bir kapının açılışıdır.
Büyük Kıyamete Açılan Kapı: Şahsî Kıyametler
> “İnsan için bir kıyamet-i şahsiyye-i umumîyeye remz vardır.”
Yani her insanın yaşadığı şahsî kıyametler,
Büyük kıyametin bir işareti, küçük bir habercisidir.
Bir bedenin çürümesi, bir kalbin susması, bir gözün kapanması…
Hepsi, külli kıyametin ayak seslerini hatırlatır.
İşte bu yüzden insan, kıyamet fikrini unutmaz.
Çünkü o kıyameti hem yaşar, hem bekler, hem içinde taşır.
SONUÇ VE ÖZET:
Her insan, hayatı boyunca birçok kıyameti bizzat yaşar.
Bu kıyametler, hem bedensel hem ruhî hem de nev’î olarak zuhur eder.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, insanın bu hâlleri; büyük kıyametin küçük remizleridir.
İnsanın yaratılışı sıradan bir canlı gibi değil, ulvî bir gaye için olduğundan, onun kıyameti de sıradan bir son değil, ebedî bir başlangıçtır.
Çünkü insan, bir ferd değil, bir âlem hükmündedir.
Ve her kıyamet, hakikatte bir yeniden doğuşun habercisidir.
“Bak, vücûd-u insan tavırdan tavıra geçtikçe acib, muntazam inkılabatı geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azm ve lahme, azm ve lahmeden halk-ı cedide intikal, gâyet dakîk desâtîre tâbidir. Her bir tavrın öyle kavânin-i mahsusa, ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttaridesi vardır ki; cam gibi altında kasd, irade, ihtiyar, hikmetin cilvelerini gösterir. İşte vücûd itibariyle böyle her sene libasını değiştiren o vücûdun bekası, inhilâlin yerini dolduran bir terkibe muhtaçtır. ”
Âsâr-ı Bediiye
İnsan; görünüşte et ve kemikten ibaret bir varlık gibi zannedilir. Oysa onun serüveni, yaratılışın en derin sırlarını, kaderin en ince işçiliklerini ve İlâhî iradenin kudretli tecellilerini içinde barındırır.
Toprağın kokusundan gelen nutfe, bir hilkat mucizesine dönüşene kadar; adım adım işlenen bu yolculuk, bir planın değil, bir kasdın, bir iradenin ve bir hikmetin eseridir.
Bediüzzaman’ın bu derin pasajında dikkat çektiği gibi:
> “Vücûd-u insan tavırdan tavıra geçtikçe acib, muntazam inkılabatı geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azm ve lahme…”
Bu ifadeler, modern embriyolojinin dahi ancak son yüzyılda keşfettiği oluşum aşamalarını asırlar öncesinden Kur’ân-î bir hakikat olarak dillendirmektedir.
Hilkatin Basamakları: Her Tavır Bir Kudret Tablousu
İnsanın yaratılış aşamaları, birbiriyle bağlantılı ve kusursuz bir sıralama içindedir.
Her aşama; bir yıkım değil, bir inşa, bir yok oluş değil, bir terakkidir.
Nutfeden başlayan bu yolculukta bir damla su,
Alakaya geçerken asılıp tutunur,
Mudga hâlinde şekil almaya başlar,
Kemik (azm) oluşur,
Ve ardından bu kemikler, et (lahm) ile sarılır.
Nihayetinde ise, “halk-ı cedid” yani yepyeni bir yaratılış zuhur eder.
Her bir adım, hem zamanlama hem de yapı bakımından öyle dakik kurallara ve öyle değişmez yasalara tabidir ki; tesadüfün zerre kadar yeri olamaz.
Cam Altında Kasdın Cilvesi
> “Her bir tavrın öyle kavânin-i mahsusa, öyle nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttaridesi vardır ki; cam gibi altında kasd, irade, ihtiyar, hikmetin cilvelerini gösterir.”
Cam gibi şeffaf olan bu yaratılış serüveni; içinde hiçbir kapalılık, karmaşa ya da keyfiyet barındırmaz. Tersine, her adımıyla bir kasdın, bir iradenin ve bir hikmetin yansımasını gösterir.
Bir çiçeğin açışı, bir yıldızın hareketi, bir kalbin atışı… Hepsi aynı İlâhî planın farklı tezahürleridir.
Her Sene Libasını Değiştiren Vücut
İnsan vücudu sadece anne rahminde değil, hayat boyunca da bir değişim içindedir.
Her yıl bedenimizin büyük bir kısmı yenilenir.
Saçımız dökülür, hücrelerimiz değişir, kanımız yenilenir.
Sanki her yıl, bir terkip bozulur ve yeni bir terkip kurulur.
> “Vücûdun bekası, inhilâlin yerini dolduran bir terkibe muhtaçtır.”
Yani insanın devamı ve bekası; sürekli bir yenilenmeye, dirilişe ve taze bir yaratılışa bağlıdır.
Bu, bize bir şeyi daha hatırlatır:
Dünya hayatı geçicidir ama ruhî hayat bir terkip ister, bir baki yurt arar.
SONUÇ VE ÖZET:
İnsanın yaratılış süreci; nutfeden ete, etten yeni bir cana doğru uzanan muhteşem bir yolculuktur. Bu yolculuk, en ince detaylara göre ayarlanmış, hikmetli bir planın eseridir. Her aşamada İlâhî kudretin ve iradenin izleri cam gibi berrak bir şekilde gözükür. Bu muazzam düzen, insanın hem bedeninin hem de ruhunun gelişigüzel olmadığını, bir gayeye ve ebedî bir hayata hazırlandığını isbat eder.
İnsan bir tesadüf değil, bir tevcihtir. O, inkılaplar içinde terakkiyle yoğrulmuş bir İlâhî sanat eseridir.
“İnsanın cevheri büyüktür. Ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir. Cinayeti dahi azîmdir. intizamı da mühimdir. Sair kâinata benzemez. İntizamsız olamaz. Mühmel kalamaz. Abes olamaz. Fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi âğuş-u nazindârânesini açıp bekliyorlar.”
Âsâr-ı Bediiye
İnsan… Topraktan yaratılan, ama semaya yükselmeye layık kılınan bir varlık. Hem en aciz, hem en şerefli… Hem günahkâr, hem de mağfirete en çok muhtaç…
İnsanın cevheri büyüktür. Çünkü o, sadece toprak ve sudan ibaret değildir. O, içinde taşıdığı sırlarla ebediyete adaydır. Kalbinde sonsuzluk iştiyakı, vicdanında adalet hissi, ruhunda ahiret yurduna ait bir özlem vardır. Ve bu, sıradan bir varlık olamayacağını gösterir.
Yani insan sadece yaşamak için yaratılmamıştır. Onun yaratılış gayesi yüce, mesuliyeti ağır, mahiyeti latif ve ulvîdir. Çünkü insan sıradan bir taş, hayvan veya yıldız değildir. O, Allah’ın isimlerine ayna olan bir mahlûktur.
İntizam ve Hikmet: İnsan Gelişigüzel Olamaz
“İntizamı da mühimdir. Sair kâinata benzemez. İntizamsız olamaz. Mühmel kalamaz.”
Kâinatta hiçbir şey başıboş değildir. Bir yaprak bile kaderle düşerken, insan gibi hikmetle donatılmış bir varlık asla gelişigüzel bırakılamaz. Bu kadar derin mahiyet, bu kadar hassas vicdan, bu kadar güçlü akıl ve irade… Tüm bunlar, insanın hayatının bir imtihan, varlığının bir maksat üzere olduğunu isbat eder.
Eğer insanın hayatı, sadece yeme-içme ve üreme gibi hayvani yönlerle sınırlı olsaydı, ona akıl verilmez, kalp verilmezdi. Oysa kalbiyle ağlar, vicdanıyla utanır, aklıyla tevbe eder. Bu da gösterir ki insanın yaratılışı; “abes” değil, “hikmet” içindir.
Sonuçtan Kaçış Yok: Ya Cennet, Ya Cehennem
“Fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz.”
İnsan, yokluğa mahkûm değildir. Çünkü onun iç dünyasında ebed isteği, sonsuzluk arzusu vardır. Bu da gösteriyor ki, onun yaratılışı fânî bir âleme değil, bâkî bir yurda hazırlıktır. Bu dünya bir tarladır, ebed ise hasat yeridir.
Ve şimdi, iki kapı insanı bekliyor:
> “Cehennem ağzını, Cennet dahi âğuş-u nazindârânesini açıp bekliyorlar.”
Bu ifade, hem ilahi adaletin hem de ilahi rahmetin büyüklüğünü gözler önüne seriyor. Çünkü insan, yaptığı her tercihle ya o ateşin kapısını aralıyor ya da rahmetin koynuna koşuyor. Ne yaparsa onunla yüzleşecektir.
Bu da bize şu hakikati gösterir: İnsan mesuliyet sahibidir. Onun yaratılışı ulvîdir, sonu da ya azîm bir mükâfat ya da şiddetli bir ceza olacaktır.
SONUÇ VE ÖZET:
İnsan sıradan bir varlık değildir. Mahiyeti yüce, yaratılışı hikmetli, sorumluluğu büyüktür. Onun gelişigüzel yaşaması mümkün değildir. Çünkü içindeki istidatlar ebed için yaratılmıştır. İnsan abesle iştigal etmez; fıtratı da abeslikten uzaktır. Dolayısıyla ne mutlak yokluğa mahkûmdur ne de hesapsızlığa bırakılmıştır. Onun önünde iki kapı vardır: Cennet ve Cehennem. Hayatıyla, tercihiyle ve ahlakıyla bu kapılardan birine doğru yürür. İnsan; ebedin eşiğindedir ve bu eşiğin şuurunda olmalıdır.
“Fâil muktedirdir. Kudrette noksan yoktur. A’zam ve asgar ona nisbeten birdirler. Evet bir Kadîr ki; âlem bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerratı, cevahiri, gayr-ı mütenahî lisanlar ile azametine, kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi O kudretten istib’âd etsin? ”
Âsâr-ı Bediiye
İnsanoğlunun en büyük endişelerinden biridir ölüm. Çünkü onun arkasında büyük bir sır, sonsuzluk kapısı ve mahiyetini tam bilemediği bir dönüşüm vardır. Fakat bu dönüşüm, yani haşr-i cismanî – bedenin yeniden diriltilmesi – Allah’ın kudretini bilen için ne bir hayaldir ne de bir imkânsızlık.
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu derin ifadesiyle:
“Fâil muktedirdir. Kudrette noksan yoktur. A’zam ve asgar ona nisbeten birdir.”
Yani Allah, her şeyi yapmaya muktedirdir. O’nun kudretinde büyükle küçük, dağla zerre, yıldızla atom fark etmez. O, kudretinde kusurdan münezzehtir. Bir insanı yeniden yaratmak, bir baharı yaratmak kadar kolaydır O’nun için. Çünkü kudreti sonsuz, fiilleri mükemmeldir.
Kâinatın Lisanı: Her Şey Şahitlik Ediyor
“Âlem bütün güneşleri, yıldızları, âlemleri, zerreleri, cevherleri, gayr-ı mütenahî lisanlar ile azametine, kudretine şehadet eder.”
Gözümüzü semaya çevirdiğimizde, her yıldız birer şehadet parıltısıdır. Yeryüzüne baktığımızda, her tohum bir kudret haritası gibidir. Denizler, dağlar, kuşlar, çiçekler ve kalbimizde çarpan her nabız; hepsi Allah’ın kudretine sessiz bir dille işaret eder. Kâinat, bir kitap gibi, her satırıyla O’nun kudretini ilan eder.
Böylesine azametli bir kudretin, ölen bir bedeni tekrar diriltmesi neden zor görülsün ki? Her ilkbahar, milyonlarca nebatın dirilişi değil midir? Her gece uyuyan ruhun sabah uyanması, bir haşr provası değil midir? Her atomda işleyen mükemmel düzen, Allah’ın kudretini haykırmıyor mu?
Haşr-i Cismanî: Kudretin Kaçınılmaz Bir Tecellisi
Bazı vesveseli kalpler haşr-i cismanîyi akla uzak görür. “Dağılmış bir beden nasıl toplanacak?” der. Oysa aynı kalp, bir mikroçipin milyarlarca bilgiyle dolu olduğunu kabul eder de, Allah’ın kudretine dar bir bakışla yaklaşır. Oysa:
Bir ağaçtan binlerce meyve çıkaran,
Her meyveye ayrı tat, renk ve şekil veren,
Her DNA’ya hayat programı yazan bir Kudret için, toprağa karışmış bir bedenin parçalarını bulmak, toplamak ve diriltmek; bir zerreyi yerli yerine koymak kadar kolaydır.
Bu yüzden:
“Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismanîyi O kudretten istib’âd etsin?”
Yani bu kadar delile rağmen, vesvese ve şüpheye yer var mı?
Hayır. Çünkü kudret ezelîdir, mutlak hâkimdir. O, yoktan var eder. O’nu anlamak için yaratılışa bakmak yeterlidir. Her sabah, uyanan dünya; her bahar, dirilen toprak; her çocuk, varlık sahnesine çıkan yepyeni bir mucize…
İman ve Haşir: Kudretin Yolunu Açan Anahtar
Haşre iman, insanı hem dünyada huzura, hem ahirette kurtuluşa götürür. Eğer haşir olmazsa, adalet eksik kalır, rahmet yarım olur. Ama haşir varsa – ki vardır – o zaman mazlumlar için bir müjde, zalimler için bir hesap günü vardır. Ve bu da, Allah’ın kudretinin bir gereğidir. Çünkü kudretin mutlaklığı, ahireti zarurî kılar.
SONUÇ VE ÖZET:
Allah’ın kudreti, sonsuzdur; eksiksiz, basittir ve büyüklük-küçüklük farkı gözetmez. Kâinatın her parçası, O’nun kudretine şahitlik eder. Yıldızların yaratılışı ile bir insanın diriltilmesi arasında fark yoktur. Haşr-i cismanî, yani bedenlerin yeniden diriltilmesi, bu mutlak kudretin kaçınılmaz bir sonucudur. Şüphe ve vesvese bu hakikat karşısında boşa düşer. Çünkü kudret sahibinin kudretiyle haşir mümkündür, gereklidir ve olacaktır. Her şeyin yeniden yazıldığı günde, her şey yeniden yaratılacaktır.
Sınırsız Kudretin Sade Tecellisi: Ne Cüz’ü Zorlar Ne Küll’ü Zorlanır
“Evet Kudret, hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî… Mahall-i taalluk-u kudret, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü yok, cemaat ferde rüchânı yok. Küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz. ”
Âsâr-ı Bediiye
İnsan kudreti sınırlıdır. Elini uzatabildiği yere kadar ulaşır, aklı anladığı kadarıyla hükmeder, gücü bir yere kadar yeter. Ama İlâhî kudret öyle değildir. O ne sınıra, ne zamana, ne mekâna bağlıdır. Basittir, sâfîdir, sonsuzdur. Ve işte bu yüzden, en küçüğü yaratmakla en büyüğü yaratmak arasında O’nun kudreti için hiçbir fark yoktur.
“Kudret hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî…”
Basittir, yani içinde mertebeler, karmaşıklıklar, sınıflamalar yoktur.
Nâmütenahîdir, yani sonsuzdur; ne sayı ile ne hacim ile çevrilemez.
Zâtîdir, yani başka bir varlığa veya sebebe muhtaç değildir; doğrudan Allah’ın zatından kaynaklanır.
Kudretin Lekesizliği ve Vasıtasız Tecellisi
İnsan bir işi yaparken aracıya ihtiyaç duyar. Bir şeyi almak için elini uzatır, bir duvarı boyamak için fırça kullanır. Ama Allah’ın kudreti, vasıtasız işler.
Ne melek aracılığına mecburdur, ne doğa kanunlarına.
O diler ve “Ol” der. Her şey olur.
İşte bu yüzden kudretin tecelli ettiği yer lekesizdir. Orada gölge yoktur, şaibe yoktur, isyan yoktur. Çünkü O’nun emir ve kudreti karşısında direnç olmaz. Her şey kayıtsız şartsız boyun eğer.
Küçük-Büyük Ayrımı Yoktur: Hepsi Eşit Tecelliye Mahsustur
Biz insanlar için bir dağı kaldırmak bir taştan daha zordur. Ama Kudret-i İlahiye için bir dağı yaratmakla bir kar tanesini yaratmak arasında zerre kadar fark yoktur. Çünkü:
“Büyük küçüğe tekebbürü yok, cemaat ferde rüchânı yok.”
Yani bir galaksinin yaratılması, bir zerreye tercih edilmez. Allah nazarında büyük, küçük, çok, az gibi nisbî ölçüler yoktur. O her şeyi bir anda, bir emirle, aynı kolaylıkta yaratır.
Bu bakış açısı, hem insanın Rabbine olan güvenini artırır hem de insanın kendisini küçümsememesi gerektiğini öğretir. Çünkü Rabbimiz nazarında, bir fert de kıymetlidir, bir yaprak da, bir zerre de. Kudretin tecellisi her varlıkta tamdır. Eksik değildir. Gölge düşmemiştir.
İsyan Edemeyen Bir Tablo: Kudrete Karşı Boyun Eğmiş Kâinat
Kudretin mahalli yani yaratılan şeyler, isyan etmez.
Güneş her sabah doğar, yıldızlar yörüngesinde döner, ağaç vaktinde meyve verir.
Hiçbiri “Ben bu emri yerine getirmem” demez.
Çünkü her biri Allah’ın kudretine “kulluk eden” bir varlıktır. Bu, zoraki bir itaat değil; yaratılıştan gelen fıtrî bir secdedir.
Kâinatın her zerresi Allah’a itaat hâlindedir.
Ve bu, bize bir mesajdır:
Ey insan! Koca galaksiler bile O’nun emrine secde ederken, sen mi başkaldıracaksın?
SONUÇ VE ÖZET:
İlâhî kudret; basit, lekesiz, vasıtasız ve mutlak bir kudrettir. Allah için büyükle küçük, çokla az arasında fark yoktur. Her şeyi aynı kolaylıkla yaratır. Kudretin tecelli ettiği her yerde tam bir itaat ve kusursuz bir denge vardır. Zerreler, dağlar, galaksiler; hepsi aynı emirle boyun eğer. Kudretin bu şaşmaz iradesi, bize hem Allah’a güvenmeyi hem de yaratılış gayemizi unutmamayı öğretir. Çünkü kudret, ne cüz’ü ihmal eder ne küll’e zorluk duyar. O’nun kudretinde her şey yerli yerindedir.
“KÜN” Emrine İtaat: Kemâlin Çağrısı ve Kâinatın Secdesi
“Her şeyin bir nokta-i kemâli var. Ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil ihtiyaçtır. Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır. Muzaaf iştiyak incizabdır. Bunlar emr-i tekvinînin mahiyyât tarafından birer habb ve nüve-i imtisalidir. Mahiyat-ı mümkinatın mutlak kemâli, mutlak vücûddur. Hususî kemâli, isti’dadatını bilfiile çıkaran ona mahsus vücûddur. Bütün kâinatın
كُنْ
emrine itaâtı, bir nefer hükmünde olan bir zerrenin itaâtı gibidir. İrade-i Ezeliye’den gelen
كُنْ
emr-i ezelîsine mümkinin itaât ve imtisalinde, yine iradenin tecellîsi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab birden mümtezic, mündemiçtirler. İşte itaât sırrı.”
Âsâr-ı Bediiye
Her şey bir noktaya doğru akar. Her varlık, kendi özünde taşıdığı kemâl tohumunu bir gün meyveye dönüştürmek ister. Topraktaki çekirdek, göğe uzanan bir ağaç olmayı arzular. Su, bulutlara yükselecek buharı taşır içinde. İnsan, fıtratında gizli bir nur gibi bekleyen hakikatle buluşma arzusuyla yanar.
Bediüzzaman’ın derin ifadesiyle:
“Her şeyin bir nokta-i kemâli var. Ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil ihtiyaçtır. Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır. Muzaaf iştiyak incizabdır.”
Bu cümle, varlıkların hem yaratılış sırrını hem de Allah’ın “Kün = Ol!” emrine nasıl bir yönelişle cevap verdiğini gösterir. Zira her şeyin içindeki meyil, ihtiyaç, şevk ve cazibe; İlâhî bir iradenin yankısıdır. Bu sadece bir eğilim değil; emr-i tekvinîye karşı bir secdedir, bir teslimiyet ve bir kulluktur.
Mümkinatın Kalbinde Saklı Kemâl
Varlık, Allah’tan gelen bir emirle var olur. Mümkin (yani yokluğu da varlığı da mümkün olan şey), o “Kün” emrine secde edercesine boyun eğer. Çünkü onun içinde ezelî bir çağrıya cevaz verecek bir çekim, bir şevk yaratılmıştır.
Her varlık kemâlini ister. Çünkü o kemâl, yaratıldığı anda ruhuna konulmuş bir “hedef kodu” gibidir.
Bir tohumun içindeki meyil, ağaç olana kadar susmaz. Bu meyil zamanla bir ihtiyaç hâline gelir. O ihtiyaç, ruhun yanışıyla iştiyaka döner. İştiyak, artık onu bulunduğu yerde durduramaz; incizab, yani cazibe başlar. Varlık, kendini çekene doğru akar. İşte bu, kâinat çapında bir itaat sırrıdır.
Kün Emrine İtaat: Bir Zerrenin Secdesi
“Bütün kâinatın ‘Kün’ emrine itaati, bir nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir.”
Bu ne demek?
Güneş, sistemler, galaksiler… Kainatın dev cisimleri nasıl İlâhî nizama boyun eğiyorsa; bir atom da, bir hücre de aynı itaatle hareket eder. Zira hepsinin içinde, “irade-i ezeliye”den gelen emre yönelten bir çekim vardır.
Bu çekim, sadece fizikî değil; aynı zamanda manevîdir. Gök cisimleri de, hücreler de, insanlar da emre muhataptır. İnsanda bu yöneliş, bir arayışa dönüşür: Hakkı bulma, hakikati yaşama ve kemâle erme arayışı…
İtaat Sırrı: Hürriyetteki En Yüksek Teslimiyet
İnsanın iradesi vardır. Bu yönüyle diğer varlıklardan ayrılır. Ama o da aynı meyil, aynı ihtiyaç ve aynı şevkle yaratılmıştır. Eğer bu ruhî yöneliş, nefsin tesiriyle sapmazsa, insan da “Kün” emrine, yani Allah’ın iradesine, rızasına uygun bir hâl alır.
İşte gerçek itaat budur. Zoraki değil, içten gelen, meyil ile başlayan, iştiyakla olgunlaşan ve incizab ile Allah’a yönelen bir teslimiyet…
Varlıklar bu teslimiyeti sessizce yaşar. Ağaç büyürken Allah’a haykırmaz, ama dallarıyla secde eder. Su akarken konuşmaz, ama yolu Allah’ın çizdiği yerdedir. İnsan da eğer içindeki kemâl tohumunu yeşertirse, onun da hayatı bir secdeye dönüşür.
SONUÇ VE ÖZET:
Her şeyin içinde bir kemâl noktası vardır ve bu noktaya ulaşma arzusu, İlâhî iradeye bir cevaptır. Bu arzunun yoğunlaşması, ihtiyaç, iştiyak ve sonunda incizaba dönüşür. Tüm varlıklar, Allah’ın “Kün” emrine meyil, ihtiyaç ve cazibe ile cevap verir. Bir zerreden galaksilere kadar her şey İlâhî düzene itaat içindedir. İnsan da kendi içindeki bu kemâl tohumunu anlayıp iradesini Allah’ın rızasına yönelttiğinde, varlığının gayesine ulaşır. Gerçek itaat, hür iradenin Allah’a duyduğu şevkle yapılan secdedir.