Bir Milletin İstikbaline Atılan Sessiz Darbe: Eğitimde Dil ve İhmalin Bedeli

Bir Milletin İstikbaline Atılan Sessiz Darbe: Eğitimde Dil ve İhmalin Bedeli

“Şu cihan-ı medeniyette ve şu asr-ı terakki ve müsabakatta sair ihvan gibi yekâheng-i terakki olmak için, himmet-i hükûmetle Kürdistanın kasaba ve kurasında mekatib te’sis ve inşa’ buyrulmuş olduğu ayn-ı şükranla meşhûd ise de, bundan yalnız lisan-ı Türkîye âşina etfal istifade ediyor. 

   – Lisana âşina olmayan evlâd-ı Ekrad yalnız medaris-i ilmiyeyi mâden-i kemâlat bilmeleri ve mekatib muallimlerinin lisan-ı mahalliye adem-i vukufiyetleri cihetiyle maariften mahrum kalmaktadır. Bu ise; vahşeti, keşmekeşi, dolayısıyla garbın şematetini davet ediyor. 

   – Hem de ahalinin vahşet ve taklid, hâl-i ibtidaisinde kalmaları cihetiyle evham ve şükûkun te’siratına hedef oluyor. 

   – Eskiden beri herbir vecihle Ekradın madûnunda bulunanlar, bu gün onların hâl-ı tevakkufta kalmalarından istifade ediliyor. Bu ise ehl-i hamiyyeti düşündürüyor. Ve bu üç nokta Kürtler için müstakbelde bir darbe-i müthişe hazırlıyor gibi ehl-i bâsîreti dağdar etmiştir. ”
Âsâr-ı Bediiye

“Cehalet, sadece bir eksiklik değil; bazen bir milletin geleceğini zehirleyen en sinsi tuzaktır.”

Bir milletin yükselişi, onun ilim ve irfanla kurduğu bağ kadar sağlamdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadeleri, Kürt toplumu özelinde, ama bütün ümmeti ilgilendiren bir sosyal gerçeği dile getirir: Eğitimin, kültürel kimliği dikkate almadan uygulanması; cehaleti, keşmekeşi ve geri kalmışlığı besleyen bir tuzaktır.

Bu yazı; dil, eğitim, kültür ve medeniyet arasındaki derin ilişkiyi; tarihî, sosyolojik, ilmî ve hikmetli yönleriyle ele alacak; ihmallerin nelere mal olduğunu, çözüm yollarıyla birlikte ortaya koyacaktır.

  1. Eğitimde Tek Lisan Dayatması: Fırsat mı, Engel mi?

Bediüzzaman, bu pasajında şikayetini açıkça dile getirir: Hükûmet, eğitim yatırımı yapıyor ama yalnızca lisan-ı Türkî bilen çocuklar bundan istifade edebiliyor. Oysa Kürt çocukları, yerel dillerini anlayamayan öğretmenlerle karşılaştıklarında, o bilgiye ulaşamıyorlar.

Sonuç:

Eğitim yabancılaşıyor.

Öğrenci öğrenemiyor.

Cahil kalıyor.

Cehalet de yeni sorunların kaynağı oluyor.

Bu durum sadece bireysel kayıp değil, bir milletin potansiyelinin heba olması demektir.

Eğitimin asıl hedefi, bireyi dönüştürmek ve toplumu ileriye taşımaktır. Ama bu hedef, öğrenciyle dili, kültürü ve kalbi arasında bağ kurulmadan başarılamaz.

  1. Maariften Mahrumiyetin Faturası: Vahşet, Keşmekeş ve Garbın Şemâteti

Bediüzzaman’ın kullandığı “vahşet” ve “keşmekeş” kelimeleri yalnız bir dağlık coğrafyayı değil; içtimâî dağınıklığı, ahlâkî çözülmeyi ve kültürel dağınıklığı da ifade eder. Eğitimden mahrum kalan bir toplum:

Kendi kimliğini koruyamaz,

Batının kınayıcı bakışına hedef olur,

Modernleşme yarışında geri kalır,

Cehaletle şekillenen hurafelerin kurbanı olur.

Buradaki “Garbın şemâteti” vurgusu oldukça çarpıcıdır: Batı, geri kalan Müslüman toplumlara sadece acımıyor, onlarla alay ediyor. Bu da, İslâm ümmetinin izzetine ağır bir darbedir.

  1. Taklit ve Evhamla Yoğrulmuş Bir Toplum: İbtilâya Açık Hedef

Maariften uzak kalan toplumlar, fikrî ve ahlâkî gelişme sağlayamadıkları için:

Taklitçiliğe meyleder,

Evham ve şüphelere açık hale gelir,

Bâtıl ideolojilere kolayca kanar.

Eğitim, bir toplumun bağışıklık sistemi gibidir. Onu zayıf bırakırsanız, dış müdahalelere açık hale gelir. Bugün hâlâ bazı bölgelerde yaygın olan dış tesirler, ideolojik dağınıklıklar, “bizden olmayanın bizim üzerimizdeki etkisi”, tam da bu boşluğun sonucudur.

  1. Tevakkufta Kalan Kürt Halkı ve İstismar Gerçeği

Bediüzzaman, çok hassas bir noktaya daha temas eder: Eskiden her yönden Kürtlerin altında kalan unsurlar, bugün onların yerinde saymasından istifade etmektedir.

Bu; içten içe büyüyen bir sosyal eşitsizlik demektir. Eğitimle desteklenmeyen topluluklar, sadece geri kalmaz; aynı zamanda başka grupların rekabeti karşısında yenik ve mahkûm hale gelir.

Bu ise, bir bakıma sessiz bir sosyal soykırımdır: Fiziksel değil ama zihinsel, kültürel ve ekonomik olarak eritme ve dışlama anlamına gelir.

  1. Çözüm: Mekatibin Dili Değil, Ruhudur Mühim Olan

Çözüm, tek tipleştirmede değil, çoğulculukta;
asimilasyonda değil, aidiyetle eğitimde gizlidir.

Eğitim sistemi, bir milletin farklı unsurlarını birlik içinde geliştirecek esneklikte olmalıdır. Mahalli lisanlar, öğretimin aracı haline getirilebilir. Bu, sadece bir kolaylık değil; aynı zamanda bir saygı ve aidiyet inşasıdır.

Bugün dünyada birçok gelişmiş ülke, çok dilli eğitim politikalarını uygulamakta; bu sayede hem etnik bütünlüğü korumakta, hem de eğitimin verimliliğini artırmaktadır.

Sonuç: Maariften Mahrum Bırakmak, Bir Milleti Sıfırlamaktır

Eğitim, bir milletin istikbalinin temelidir. Lisan ve kültür gözetilmeden yapılan eğitim politikaları, yalnız verimsiz olmakla kalmaz; aynı zamanda bir toplum mühendisliği aracı haline gelir. Bu da milletin parçalanmasına, değerlerin erozyonuna ve istismarların çoğalmasına yol açar.

Bediüzzaman’ın uyarısı, bugüne de ışık tutar: Eğer Kürt toplumu (ve genel olarak geri bırakılmış halklar) eğitimle bütünleştirilmezse; cehalet, dış etkilere açık hale getirir. Ve bu, sadece o toplumun değil; ümmetin tamamının kaybı olur.

Özet:

Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kürt halkı özelinde yaptığı bir eğitim eleştirisini esas alarak, dil, kültür ve eğitim ilişkisini tarihî, ilmî ve sosyolojik yönleriyle değerlendirmiştir. Eğitim, yerel kültür ve dil gözetilmeden yapıldığında cehalet doğar; cehalet de vahşeti, keşmekeşi ve istismarı beraberinde getirir. Bu durumdan yalnızca Kürtler değil, ümmetin tamamı zarar görür. Çözüm; farklılıkları yok etmek değil, onları ilimle birleştiren adil bir eğitim modelidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Kartal Ruhlu Tavuklar: Özgürlüğün ve Hakikatin Peşinde

Kartal Ruhlu Tavuklar: Özgürlüğün ve Hakikatin Peşinde

“Sen, sen ol. Başkası olma. Başkası gibi de olma.”
Bu asil çağrı, varoluşumuzun en temel ilkesini fısıldar bize. Her birimiz, kendi özel fıtratımızla, potansiyelimizle dünyaya gelmiş, eşsiz birer varlığız. Ancak ne yazık ki, tarih boyunca ve günümüzde, bu özgünlüğü boğan, bireyleri ve toplumları kendi hakikatlerinden uzaklaştıran güçlü rüzgarlar esmiştir. Tıpkı o kartal yavrusunun, tavuklar arasında yaşarken kendi doğasını unutması gibi, bazen milletler de kendi asil kimliklerini ve potansiyellerini unutup, kendilerine dayatılan “tavukluk” rolüne bürünürler.
Tıpkı kartal yavrusu, tavuklar tarafından “büyük bir tavuğun yumurtası” zannedilir, büyüdükçe de “ilginç gagalı tuhaf bir tavuk” olarak kabul edilir. Ona öğretilen, bir tavuğun yapması gerekenlerdir: böcek yemek, arpa-buğday toplamak, tehlikelere karşı “tavuk gibi” savunmak.
Oysa gökyüzünde süzülen kartalı gördüğünde hissettiği hayranlık ve “Keşke ben de uçabilseydim!” özlemi, onun içindeki asil kartal ruhunun bir çığlığıdır. Ne yazık ki, çevresindeki tavukların, özellikle de “babası, dedesi, amcası”nın dahi bu hayali gerçekleştirememiş olması, ona kendi potansiyelinin inkarını dayatır. Sonunda, bir kartal olarak doğan bu asil canlı, bir tavuk gibi yaşayıp, bir tavuk gibi defnedilir.

Bu hikaye, Etienne de La Boétie’nin “Gönüllü Kulluk” eserindeki o çarpıcı tesbitiyle örtüşür: “Eğer iki kuşak köleleştirilirse, bundan sonra gelen kuşak özgürlüğü hiç tanımadığı, görüp bilmediği için pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir.”
Toplumlar da nesiller boyu dayatılan yanılgılara inandıklarında, kendi özgürlüklerini ve potansiyellerini unutabilirler.

Bu kartal, bir milletin sahip olması gereken asli gücün, bağımsızlığın ve özgürlüğün sembolüdür. Ancak bu gücü ortaya koyabilmek için öncelikle kendi kimliğini tanımak, kendini bilmek gerekir.

***********

Kur’an-ı Kerim’den En’am Sûresi 135. ayet, “Dünya hayatı bitince, kimin kazançlı çıkacağını öğreneceksiniz,” diyerek tüm bu dünya telaşının, manipülasyonların ve mücadelelerin asıl sonucunun ahirette belli olacağını hatırlatır. Bu, hakikat arayışımızın ve doğru yolda kalma çabamızın nihai mükafatının Allah katında olduğunu anlatır.

*********

Mesnevi-i Nuriye’den: “Evet kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevap veren Zât, bütün mahlukata hâkimdir. Öyle ise, bütün mahlukata dahi Hâlıktır.” diyerek, en zayıf görünenin dahi dua ile büyük güçleri yenebileceğine, ilahi kudretin her şeye hakim olduğuna işaret eder.

Bu, kartal ruhlu tavukların dahi, kendi fıtratlarına dönmeleri için bir umut kapısıdır. Zira gerçek güç, ne bedeni heybetle ne de zahiri baskılarla değil, kalpteki iman ve duanın gücüyle tecelli eder.

Bir milletin, kendi ” maddi manevi mikroplarını” temizleyip yola devam edebilmesi için, öncelikle kendi içindeki “kartal ruhunu” keşfetmesi, kendi özüne dönmesi, tarihi ve manevi köklerinden güç alması elzemdir.

Bu, “Başkası olma. Başkası gibi de olma” düsturuna sıkı sıkıya bağlı kalarak, kendi özel değerleriyle yükselmesi, iç ve dış düşmanların manipülasyonlarına karşı uyanık olmasıyla mümkündür.

Zira dünya hayatı bir imtihan meydanıdır ve kimin kazançlı çıkacağı, ancak bu yolda gösterilen sağlam duruş, hakikate bağlılık ve ilahi kudrete olan tevekkülle belli olacaktır.

Makale Özeti
Bu makale, Kartal ruhlu bir yavrunun tavuklar arasında yaşarken kendi potansiyelini unutması hikayesiyle, bir milletin kendi özel kimliğini ve gücünü kaybetme tehlikesini işlemektedir.

Makale, tüm bu dünyevi mücadelelerin ötesinde, ilahi adaletin ve duanın gücüne işaret ederek, bir milletin kendi özüne dönerek ve hakikate bağlı kalarak gerçek özgürlüğüne kavuşabileceği mesajını verir.

Temel vurgu, “Sen, sen ol. Başkası olma. Başkası gibi de olma” ilkesi etrafında şekillenen kendi özüne bağlı, bağımsızlık ve manevi diriliş arayışıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Peygamberimizin Hayatı Özeti

Peygamberimizin Hayatı Özeti**

**Fil Vakası**: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) doğmadan yaklaşık 50 gün önce, Habeş Meliki Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak için Mekke’ye gelir. Abdulmuttalib, develerini geri almak için Ebrehe’ye gider ve Kâbe’nin Allah tarafından korunacağını söyler. Kur’an’da anlatılan Ebabil kuşlarının taş yağmuruyla Ebrehe’nin ordusu yok edilir.

**Doğumu**: Hz. Muhammed (s.a.v.), 571 yılında, Rebiülevvel ayının 12. gecesi, Mekke’de doğar. Annesi Amine, hamilelikte olağanüstü haller yaşar; doğumda nur, kuşlar ve melekler gibi mucizeler görülür. Dedesi Abdulmuttalib, ona “Muhammed” adını koyar. Doğumunda sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak dünyaya gelir, sırtında nübüvvet mührü bulunur. Yahudi bir bilgin, onun son peygamber olduğunu tasdik eder.

**Çocukluğu ve Gençliği**: Babasını doğumundan önce, annesini 6, dedesini 8 yaşında kaybeder. Amcası Ebu Talib’in yanında büyür. 12 yaşında Şam’a giderken Rahip Bahira, onun peygamberlik alametlerini fark eder ve amcasına onu korumasını öğütler. Süt annesi Halime’ye verilir, 4 yıl onun yanında kalır.

**Doğumundaki Mucizeler**: Doğumunda Sava Gölü’nün kuruması, Kisra’nın sarayının burçlarının yıkılması, putların devrilmesi gibi olaylar, onun peygamberliğinin habercisidir.

**Nesebi**: Hz. Muhammed’in (s.a.v.) soyu, Adnan üzerinden Hz. İsmail ve Hz. İbrahim’e uzanır. Soyunda zina bulunmaz, hep nikâhla devam eder.

**Anne ve Babası**: Babası Hz. Abdullah ve annesi Hz. Amine, soylu ve faziletli kişilerdir. Hz. Abdullah’ın alnındaki nur, Hz. Amine ile evliliğinden sonra kaybolur. Bazı âlimlere göre ikisi de iman etmiş, ehl-i necat’tır.

**Evliliği**: 25 yaşında, 40 yaşındaki dul Hz. Hatice ile evlenir. Hz. Hatice hayattayken başka eş almaz. Toplam 11 hanımla evlenir; 4 kızı (Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma) ve 3 oğlu (Abdullah, İbrahim, Kasım) olur. Çok evliliğinin hikmetleri; İslam’ın yayılması, kadınların korunması ve sünnetin öğretilmesidir.

**Peygamberliği**: 610 yılında, 40 yaşında Hira Mağarası’nda ilk vahiy gelir. Hz. Hatice ve Varaka bin Nevfel, onun peygamberliğini tasdik eder. 23 yılda Kur’an tamamlanır, en büyük mucizesi Kur’an’dır.

**Diğer Semavi Kitaplarda**: Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair işaretler bulunur. Hz. İsa, “Ahmed” adıyla bir peygamberi müjdeler. Barnaba İncili, onun peygamberliğini açıkça belirtir.

**Şahsiyeti ve Ahlakı**: Hz. Muhammed (s.a.v.), kainatın yaratılış vesilesi, en üstün ahlaka sahip, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmış bir zattır. İsmet sıfatıyla günahlardan korunmuştur. Güzelliği, hem siret hem suret açısından eşsizdir.

**Mekke Dönemi**: Mekke’de 12 yıl süren zorluklara, eziyetlere sabreder. İman tohumlarını eker, müşriklerin baskılarına rağmen tebliğe devam eder.

**Hicret**: 622’de Mekke’den Medine’ye hicret eder. Hicret; sabır, mücadele, kardeşlik ve İslam devletinin kuruluşunun başlangıcıdır. Medine’de İslam toplumu şekillenir, tebliğ evrenselleşir.

**Medine Dönemi**: 622-632 yılları arasında Medine’de İslam’ı yerleştirir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında müşriklere karşı mücadele eder. Bedir’de zafer, Uhud’da mağlubiyet, Hendek’te stratejik başarı kazanılır. Krallara mektuplar göndererek İslam’ı tebliğ eder.

**Vefatı**: 632 yılında, Rebiülevvel ayının 12’sinde, Pazartesi günü vefat eder. Son anlarında Kelime-i Tevhid ile ruhunu teslim eder. Vefatında ümmeti büyük bir hüzne boğulur, ancak bıraktığı Kur’an ve sünnetle yolları aydınlanır. Bazı rivayetlere göre, Hayber’de yediği zehirli etin etkisiyle şehid olmuştur.

**Sonuç**: Hz. Muhammed (s.a.v.), insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran, ahlakı, mucizeleri ve tebliğiyle kainatın en büyük rehberidir. Hicret, savaşlar ve tebliğleriyle İslam’ı evrensel bir din haline getirmiştir.

https://tesbitler.com/2015/01/03/peygamberimizin-hayati/

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

KÜRDLER VE İSLÂMİYET

KÜRDLER VE İSLÂMİYET  

   “… Bu hususda en ziyade söz söylemek salâhiyyetine haiz bulunan ve Kürdlerin salâbet-i diniye, necabet-i ırkiye ve celâdet-i İslâmiyesini bihakkın temsil eden ve “Dar-ül Hikmet’il İslâmiye” azasından Kürd eşraf ve mütehayyızanından bulunan fazıl-ı şehîr Bediüzzaman Said-i Kürdî Efendi Hazretleri buyuruyorlar ki: 

   Boğos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en müskit ve beliğ cevap, vilayat-ı şarkiyede Kürd aşairi rüesası tarafından çekilen telgraflardır. Kürdler camia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler, mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve kürdlük namına söz söylemeye selahiyettar olmayan beş on kişiden ibarettir. 

   Kürdler, İslâmiyet nam ve şerefini i’la için beşyüzbin (500.000) kişi feda etmişler ve makam-ı hilafete olan sadakatlerini, îsar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir. 

   Ma’hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince: Ermeniler Vilayât-ı Şarkiye’de ekall-i kalil derecesinde bulundukları için; asla bir ekseriyet teminine.. ve ne kemiyyeten, ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu’da iddia-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar.. Maksadlarına Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşayı alet etmeyi müsait ve muvafık buldular. Bu suretle Kürd ve Ermeni davası ortada kalmayacak ve Şarkî Anadoludaki iftirak âmâli mevki-i fiile çıkmış olacaktı. 

   İşte, bu gaye ile o ma’hud beyanname müştereken imzalandı ve konferansa takdim olundu. Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkâr edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabi’a haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını isbat ediyorlar. Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez. 

اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ

   İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder. 

   Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.

   İslamiyyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsur-u İslâm aleyhine olarak menfî surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat-ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on kişiden ibaret!.. Hakiki Kürdler kimseyi kendilerine vekil-i müdafi’ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek ancak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniye’deki mebûslar olabilir. 

   Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor… Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ediyorlar. Eğer Kürdlerin serbestî-i inkişafını düşünmek lazım gelirse; bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i Âliyye düşünür. Hülâsa: Kürdler bu hususta kimsenin tavassut ve müdahalesine muhtaç değildirler. Seyyid Abdülkadir Efendinin beyanat-ı malumesine gelince; bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla beraber, bu beyanatın tahrif edilip edilmediğini bilemiyorum.” -Bediüzzaman-
Âsâr-ı Bediiye

KÜRDLER VE İSLÂMİYET: BİR MİLLETİN KADERİNDE DİNİN İZİ

  1. Giriş: Kürdlük Davası mı, İslâmiyet Davası mı?

Tarih sahnesinde birçok kavim, iz bırakmıştır. Lakin bazı kavimler vardır ki, onların varoluş gayesi sadece etnik bir aidiyetle sınırlı kalmamış; inançla, dava ile, şuurla şekillenmiştir. Kürd milleti, bu anlamda sadece bir etnik kimlik değil, İslâmiyet’in yüksek ahlâkını ve celâdetini taşımış bir “iman cephesi” olarak tarih boyunca temâyüz etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, Kürdler, İslâmiyet’in celâdetini, necabetini ve salabetini bihakkın temsil eden bir millettir.

  1. Siyasî Hileler ve Tarihî Aldatmacalar: Şerif Paşa Meselesi

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kürdleri temsilen sahneye çıkarılan bazı şahıslar –ki bunların başında Şerif Paşa gelir– Ermeni taleplerine Kürd adını alet ederek, gayr-i meşru siyasi planlara ortak olmaya çalışmışlardır. Halbuki:

Ne bu şahıslar Kürd milletinin gerçek temsilcisidir.

Ne de iddia ettikleri fikirler Kürd halkının kalbinden neşet etmiştir.

Bediüzzaman bu meseleyi açık ve keskin bir ifadeyle ortaya koyar:

> “Kürdler camia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler.”

Kürd milleti, dinî sadakatini hilâfete kan dökerek göstermiştir. Beşyüz bin şehitle tescillenmiş bu sadakat, siyasî masa oyunlarına kurban edilemeyecek kadar büyük bir mirastır.

  1. Kavmiyetçilik ve İslâm: İkisi Birlikte Yürür mü?

İslâmiyet, kavmiyet taassubunu kaldırmış, kardeşlik esasına dayalı bir ümmet bilinci tesis etmiştir. Bu çerçevede:

Kürdler, ırkçılığı değil İslâm kardeşliğini seçmiştir.

“اَلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ – İslâm, cahiliyet taassubunu kesip atmıştır.” hakikatiyle amel etmişlerdir.

Kavmî iddialar, İslâm’ın üst şemsiyesi altında anlam kazanabilir. Aksi hâlde bir ırkın üstünlüğü iddiası, İslâm’ın ruhuna zıttır.

  1. Ermeni Oyunu: Kemiyette Az, Keyfiyette İddialı

Bediüzzaman’ın tarihî analizine göre:

Ermeniler, Doğu Anadolu’da azınlık olmalarına rağmen, dış güçlerin desteğiyle bu coğrafyada hâkimiyet kurma hayali taşımışlardır.

Bu maksada ulaşmak için Kürdleri bir araç olarak kullanmak istemişlerdir.

Ancak şu gerçek hiç değişmemiştir:

> Kürd halkı ne kemiyette ne de keyfiyette Ermenilerin tahakkümüne boyun eğmemiştir.

Çünkü Kürdler, kendi kaderlerini yabancı iradelere teslim edecek bir iradesizlik içinde hiçbir zaman olmamışlardır.

  1. Kürdlük Davası: İfadesi Var, İddiası Yok

Kürd meselesi, eğer bir dava olacaksa, bu:

İslâmî bir zemin üzerinde yükselmeli,

Hak ve adalet ekseninde olmalı,

Asla Batı’nın himayesi veya vesayetiyle değil, İslâm birliği içinde anlam kazanmalıdır.

Bediüzzaman’ın şu cümlesi bu noktada veciz bir özet gibidir:

> “Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar.”

  1. Muhtariyet Bahsi: Hürriyet mi, Himaye mi?

O dönemde bazı Batılı planlarda Kürdistan’a sözde muhtariyet teklif edilmiştir. Ancak bu muhtariyet, bir bağımsızlık değil; Batı vesayeti altına sokulmuş bir kültürel esaret projesidir.

Kürd halkının buna cevabı nettir:

> “Kürdlük namına ecnebî himayesini kabul etmektense, ölümü tercih ederiz.”

Bu ifade, bir milletin izzetini, iradesini ve imanını aynı cümlede toplamaktadır.

SONUÇ: İslâmiyet Kürdlerin Ruhudur, Damarıdır, İstikametidir

Kürd halkı tarih boyunca İslâmiyet’le yoğrulmuş, hamurunda tevhid, harcında Kur’an olan bir millettir. Onların millî şuuru, dinî şuurlarıyla iç içedir. Onlar yalnızca Kürd oldukları için değil, İslâmiyet’e sadakatleriyle yücelmişlerdir.

Bediüzzaman’ın bu güçlü ve berrak ifadeleri, sadece bir siyasî beyanda bulunmak değil; bir milletin manevî kimliğini ve tarihî vakarını muhafaza etme sorumluluğunun ifadesidir.

ÖZET

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Kürdler ve İslâmiyet” başlıklı beyanı temel alınarak; Kürdlerin İslâm’a olan sadakati, siyasî istismarlara karşı duruşları, Ermeni oyunu karşısındaki şuur ve basiretleri, kavmiyetçilik karşısındaki İslâmî tavırları tarihî, hikmetli ve ilmî bir bakışla ele alınmıştır. Netice olarak Kürdler, kavmî iddiaların ötesinde İslâm davasının birer neferi olmuş, tarih boyunca bu davanın celâdet ve sadakatle temsilcisi olmuşlardır.

www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Türkler, bizim aklımız… Biz de onların kuvveti.

Türkler, bizim aklımız… Biz de onların kuvveti.

“Türkler, bizim aklımız… Biz de onların kuvveti… Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlad böyle olur. Hem de istibdad zamanında bir batman itaât etmişsek, şimdi on batman itaât ve ittihad lâzımdır. Zîrâ, şimdi sırf menfaâtı göreceğiz. Çünkü hükûmet-i meşruta, hakikî hükûmet-i meşruâdır. 

  Elhasıl:  

   İttifakta kuvvet var. İttihadda hayat var. Uhuvvette saadet var. İtaât-ı hükûmette selâmet var. Hablül metin-i ittihada, ve şerît-i muhabbete sarılmak zarurîdir.”
Âsâr-ı Bediiye

İttifakın İzi, Selâmetin Yolu: Aklın ve Kuvvetin El Ele Verdiği Medeniyet
“İttifakta kuvvet, uhuvvette saadet, itaâtte selâmet vardır.”

Her milletin tarihinde kırılma anları vardır. Bu anlar, ya bir dağılmanın ya da yeniden dirilişin işaret fişeğidir. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadeleri, Osmanlı sonrası çözülme döneminde, ümmetin en temel ihtiyacını özetler: İttifak, uhuvvet, ittihad ve meşru itaât.

Bu makale, bu kadim çağrının hem tarihî hem hikmetli boyutlarını ele alırken; akıl ile kuvvetin, millet ile devletin, birey ile ümmetin nasıl sağlam bağlarla birbirine kenetlenebileceğini izah etmeyi amaçlamaktadır.

  1. “Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvvetiyiz.” – Akıl ve Kuvvetin İttifakı

Bu söz, sadece iki unsurun övgüsü değil; bir medeniyet inşasının formülüdür. Akıl ve kuvvetin ayrılığı, güçsüzlük doğurur.

Akıl, yönsüz kuvveti ifsada sürükler.

Kuvvetten yoksun akıl ise zayıf kalır, etkisizleşir.

Burada “biz” diye kast edilenler şüphesiz ümmetin farklı unsurlarıdır: Türk, Arap, Kürt, Acem, Laz, Çerkez… Her biri, İslâm bedeninin ayrı bir uzvu gibidir. Bu uzuvlar uyum içinde çalıştığında ümmet yaşar; ayrıldığında beden hastalanır.

Bediüzzaman’ın bu cümlesi, ırkçılığı reddederken; İslâmî temelli, fonksiyonel bir birlik anlayışını ortaya koyar.

  1. İttifak: Parçalanmış Zihinlere Karşı Diriltici Ruh

“İttifakta kuvvet var” ifadesi, Kur’anî bir hakikatin sosyal yansımasıdır. “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmrân, 103) ayeti, bu hakikatin temelidir.

Fikirde birlik, üretkenliği artırır.

Gayede birlik, çatışmayı önler.

Eylemde birlik, sonucu bereketlendirir.

Toplumun yapay ayrılıklarla bölünmesi, düşmanın işini kolaylaştırır. Oysa tarih, birlik olduğumuzda nasıl çağlar açtığımızın; ayrıldığımızda nasıl haritadan silindiğimizin şahididir.

  1. Meşru İtaât: Zulme Değil, Düzenin Devamına Destek

Bediüzzaman’ın “on batman itaât” vurgusu, istibdat devriyle hürriyet devrini kıyaslayan bir şuur inşasıdır.

İstibdatta itaât, korkudan doğar;

Meşrû hükûmette itaât, akıldan, menfaattan ve düzen kaygısından doğar.

İtaât burada körü körüne boyun eğmek değil; düzeni korumak, anarşiyi önlemek, toplumsal barışı muhafaza etmektir. Bir toplumda her fert “ben ne istersem yaparım” derse, orada sadece kargaşa hâkim olur.

Meşru yönetime itaât, bir sadakat değil; bir hikmetli tercihtir.

  1. Uhuvvet ve Muhabbet: Toplumsal Bütünlüğün Kalbî Çimentosu

İttifakın aklî zemini olduğu gibi, uhuvvetin de kalbî temeli vardır. Bediüzzaman’ın “hablül metin-i ittihada, ve şerît-i muhabbete sarılmak zarurîdir” ifadesi; sevginin, kardeşliğin, gönül birliğinin ittifakı tamamlayan yönüne işaret eder.

Uhuvvet olmadan birlik yapay kalır.

Muhabbet olmadan dayanışma sürmez.

Gönül bağları koparsa, hukuk bağları da çözülür.

İttihad yalnızca zihinlerde değil; gönüllerde de inşa edilmelidir. Herkes kendi kardeşini dışlayınca, ümmet zayıflar. Herkes kendi menfaatini öne alınca, millet dağılır.

  1. Başka Unsurlara “Ders-i İbret” Olmak: Medeniyet Davasının Evrensel Yüzü

Said Nursî’nin bu çağrısı sadece içeriye değil, dışarıyadır da. Bu birlik ve düzen örneği, başka milletlere bir ahlak dersi, bir siyaset dersi, bir medeniyet numunesi olmalıdır.

Bir millet, kendi içinde kavga ederken dışarıya örnek olamaz. Lakin bir millet, kendi aklıyla kuvvetini, fikriyle imanını, ruhuyla sistemini birleştirirse; o zaman rehber millet olur. Tıpkı Selçuklu ve Osmanlı gibi…

Sonuç: Hakiki Kuvvet, Gerçek Selâmet

Bediüzzaman’ın metninde geçen tüm unsurlar (ittihad, sa’y, muhabbet, itaât), bugünün sosyal ve siyasal krizlerinin panzehiri gibidir.

Aklın rehberliğinde,

İmanın heyecanıyla,

İttihadın birliğiyle,

Meşru düzenin selâmetiyle…

Toplum yeniden ayağa kalkabilir. Bu sadece siyasî bir reçete değil; Kur’anî ve ilmî bir yol haritasıdır. Çünkü selâmet, sadece kanunla değil; kalp ve aklın birlikte çalışmasıyla mümkündür.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “ittifakta kuvvet, uhuvvette saadet, itaâtte selâmet” prensipleri; tarihî, ilmî ve hikmetli bir perspektifle ele alınmıştır. Akıl ile kuvvetin birleşmesi; farklı unsurların bir ümmet şuuru içinde birleşmesi, yalnızca millî bir kalkınmanın değil, ümmetin ve insanlığın dirilişinin de anahtarıdır. Meşru yönetime akıllı itaât, toplumsal düzenin sigortasıdır. Uhuvvet ve muhabbet ise bu birliğin ruhudur. Bu esaslara sarılan bir toplum, içeride huzur, dışarıda örnek olur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

15 Temmuz Bir Hain Darbe Girişiminin Arka Planı

15 Temmuz Bir Hain Darbe Girişiminin Arka Planı

-Yahudi Solomon fıkrasında; Bir gün vatikanda kardinaller ayinden çıkıp meydana doğru yürüyorlarmış. Bir tarafta hristyanım diyen bir dilenci diğer tarafta ise yahudiyim, yardım edin diyen dilenci varmış. Kardinallerden biri yahudinin yanına ilişip;
-Bak, arkadaşın ne güzel para kazanıyor, kimse sana para vermiyor, gel sen de hristiyan ol demiş. Yahudi diğer dilenciye seslenmiş;

-Hey solomon şu adama bak bana ticaret anlatıyor.!!!

İki yüzlü oyun!?
Fetövari…

15 Temmuz 2016’da Türkiye’nin yaşadığı menfur darbe girişimi, derinlemesine analiz edildiğinde, yıllardır sinsice örülen bir ihanet ağının ürünü olduğu anlaşılmaktadır.

Bu süreçte döşenen taşlar, sadece bir darbe girişiminin değil, aynı zamanda ülke içindeki ve dışındaki güç odaklarının kirli oyunlarının da bir yansımasıdır.

FETÖ’nün Yükselişi ve Kilit İsimler

FETÖ’nün bu denli güçlenmesinde ve günümüze gelmesinde iki önemli ismin etkisi büyüktür: CHP Genel Sekreteri ve Milletvekili Kasım Gülek ile Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür. Kasım Gülek, Fethullah Gülen’i Masonlarla tanıştıran kişi olarak öne çıkarken, Yaşar Tunagür ise Gülen’e sahip çıkarak onun örgütlenmesine zemin hazırlamıştır. Özellikle Kasım Gülek’in vefatında Gülen’in cenaze namazını kıldırması ve Amerika’ya gidişinde CIA ajanı Graham Fuller’ın aracılığıyla kalma izni alması, dış güçlerle olan bağlarını açıkça göstermektedir. Gülen’in İzmir’i seçmesi ise Sabataistlerin yoğunlukta olduğu bir bölge olması açısından dikkat çekicidir. Ayrıca, MİT Müsteşarı Fuat Doğu ve Vehbi Koç gibi önemli isimlerin Gülen ile 1971’de toplantı yapması, örgütün kuruluşundan itibaren devlet içindeki derin ilişkilerine işaret etmektedir.

Sessiz Kalışın Bedeli ve Örgütün Kirli Yüzü

Yıllarca FETÖ’ye karşı ferdi zararlar içe atılmış, gıybet ve iftiradan korkularak ses çıkarılmamıştır.
Benim 1993 yılında yaşadığım hadis öğretim görevliliği sınavındaki haksızlıklar
https://tesbitler.com/2019/09/06/15-temmuz-yolunda-dosenen-taslar/ )
ve polislerin alımındaki suiistimaller, liyakat yerine yandaşlığın tercih edilmesinin vahim sonuçları gözler önüne serilmektedir.

Eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan’ın “Himmet paraları FETÖ’ye yetmez. FETÖ, PKK’yla birlikte uyuşturucu ticareti yaptı ve kara para akladı” açıklaması, örgütün sadece dini bir yapılanma olmadığını, aynı zamanda kirli ticari ilişkilerle de beslendiğini göstermektedir.

Kadir Mısıroğlu’nun 1971’de Fethullah Gülen için “Bu içimize konulmuş bir ajandır” demesi, Gülen’in gerçek yüzünün çok önceden bilindiğini ancak göz ardı edildiğini ortaya koymaktadır.

Makyavelist ve Hain Bir Yapı

FETÖ’nün temel özelliklerinin başında makyavelist yani hedefe ulaşmak için her yolu mübah gören bir yapıya sahip olması gelmektedir. Menfaatçı, yararcı ve çıkarcı olması, örgütün samimiyetten uzak, hesap ve plan üzerine kurulduğunu göstermektedir.

Hasan Sabbah ve Haşhaşilerle yapılan benzetmeler, bu yapının ne denli tehlikeli ve İslam dünyasını değiştirmeyi amaçlayan bir ihanet şebekesi olduğunu gösterir.

Bu yapının altı ibadet, ortası ticaret, üstü ise ihanet üzerinedir. 25 yıl Azerbaycan’da idareci olarak kalan birinin hiç Cuma namazına gitmemesi, örgütün dini kisve altında nasıl münafıkça davrandığının çarpıcı bir örneğidir. Ayrıca Gülen’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı İran yanlısı olmakla eleştirirken kendisinin en büyük İran hayranı ve takiyye yapan biri olması, ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermektedir.

Devletin Acziyeti ve Dış Destekler

Devletin dine cephe alma tavrı, merdiven altı akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. FETÖ’nün Milli Eğitim’deki başarısı, aslında devletin Milli Eğitim’deki başarısızlığının bir sonucudur.

Örgütün İmam Hatiplerin orta kısımlarını kapattırma teklifinde bulunması, Türk solu dergisi çıkarması, Alevi dernekleri kurması ve Cami ile cemevini bir arada yapmaya çalışması, kirli bir planın parçasıdır. Kur’an-ı Kerim’i camide yere fırlatması ise görülmemiş bir vahşet örneğidir.

Bir İngiliz ajanının üst düzey bir askere “Aslında Gülen bizim kontrolümüzdeydi, şu an ABD’nin kontrolündedir” demesi, FETÖ’nün dış istihbarat servisleriyle olan derin bağlarını ortaya koymaktadır.

Pakistan’daki “Topal Molla” ve Irak’taki “Kesnizani Tarikatı” örnekleri, FETÖ benzeri yapılanmaların İslam coğrafyasında nasıl kullanıldığını ve ülkeleri iç savaşa sürüklediğini göstermektedir. Bu örgütler, dini lider kisvesi altında halkı kandırarak kaos oluşturmuş ve ülkeleri dış güçlerin kontrolüne teslim etmişlerdir.

15 Temmuz Gecesi ve Direnişin Destanı

15 Temmuz darbe girişimi, Binbaşı O.K.’nin MİT’e önceden haber vermesiyle darbenin erkene alınması ve Ömer Halisdemir’in Özel Kuvvetler Komutanı Semih Terzi’yi öldürmesiyle akamete uğramıştır.

WhatsApp yazışmalarında ortaya çıkan vahşet tablosu, darbecilerin masum insanlara, polislere ve devlete nasıl acımasızca saldırmaya hazırlandığını gözler önüne sermektedir. “Ateş serbest”, “10-15 kişi pert”, “Çengelköy’de direnen 4 kişiyi vurduk” gibi ifadeler, FETÖ’cü zihniyetin ne denli cani olduğunu göstermektedir.

Camilerin yayınlarının kesilmesinin istenmesi ise örgütün dini sembollere dahi tahammül edemediğini ortaya koymaktadır.

15 Temmuz gecesi 251 şehit ve 2703 gazi ile Türkiye, bu hayasızca akına karşı göğsünü siper etmiştir. 8561 asker, 35 uçak, 37 helikopter, 74 tank ve 4000 hafif silah kullanılarak gerçekleştirilen bu kanlı darbe girişiminde, milletin tozlansa ve kirlense de mayasındaki temizlik ve asalet kendisini göstermiştir.

Çanakkale’de 256 bin şehide karşı, 15 Temmuz’da 251 şehit verilmesi, bu milletin zor zamanlarda nasıl kenetlendiğinin en bariz isbatıdır.

Köprüye yakın bir meyhanede bulunan on kişinin darbeye karşı koymak için paralarını ödemeden gitmeleri ve üç gün içinde geri dönüp borçlarını ödemeleri, hatta bir hırsızın “Hırsızsam hain değilim ya!” diyerek darbecilere karşı mücadele etmesi ve şehit düşmesi, milletin vatan sevgisinin ne denli güçlü olduğunu isbatlanmıştır.

Dış Güçlerin Rolü ve Geleceğe Yönelik Dersler

Ahmet Akgündüz’ün Meclis tutanaklarındaki beyanatına göre, Beyaz Saray danışmanının “Biz bu darbeyle, başarısız olmakla partnerlerimizi kaybettik” demesi ve Hollandalı siyasetçi Wilders’ın darbenin başarısızlığına üzüldüğünü belirtmesi, uluslararası alandaki destekçilerin varlığını açıkça ortaya koymaktadır.

PKK’nın saldırılarını durdurması, DEAŞ’lı ve PKK’lıların Türkiye’ye giriş yapmaya hazırlandığı bilgisi ve İngiltere’nin Kıbrıs’ta 50 bin askerle beklemesi, 15 Temmuz’un uluslararası bir komplo olduğunu doğrulamaktadır.

FETÖ’nün “Haçlının ülkenizi işgal etmesi tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize ilişmezler” sözü, örgütün Haçlılara olan hayranlığını ve ihanetini en çıplak haliyle ortaya koymaktadır. Bu söz bile, Gülen’in ne mal olduğunu anlamak için fazlasıyla yeterlidir.

Sonuç olarak, 15 Temmuz darbe girişimi, sadece FETÖ’nün değil, aynı zamanda dış güçlerin de Türkiye üzerindeki emellerinin bir göstergesidir. Bu tarihi ve ibretli olaydan çıkarılacak en önemli ders, devletin liyakat esasını göz ardı etmemesi, milletin uyanık olması ve içimizdeki münafıklara karşı daima teyakkuzda bulunmasıdır.

Yozgat türküsündeki gibi: “Boğazında Hakik Var / Ne Çok Kalbi Yıkık Var / Şimdiye Kavuşurduk / Arada Münafık Var.” Bu sözler, yaşadığımız tecrübelerin bir özeti niteliğindedir.

MEHMET ÖZÇELİK
13/07/2025
www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Üç Elmas Kılıç: Bir Milletin Bekasını Temin Eden Üç Kudretli Prensip

Üç Elmas Kılıç: Bir Milletin Bekasını Temin Eden Üç Kudretli Prensip

“Şimdi bize üç elmas kılıç lâzımdır. Tâ ki, üç cevherimizi muhafaza ve üç düşmanımızı da mahvetsin. 

   Birincisi 

   İttihad-ı millî… 

   İkincisi 

   Sa’yı insanî… 

   Üçüncüsü 

   Muhabbet-i millidir kî; bu ittihadla o kuvve-i cesimeyi hükümetin eline vermekle harice sarfettiğinden; kendimizi müstehakk-ı adalet; ve ona bedel hükümetten adâlet ve müterakim hukukumuzu isteyeceğiz. Altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı i’la eden, ve istibdada şiddet-i itaât; ve terk-i âdât-ı milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim.”
Âsâr-ı Bediiye

“İttihad, sa’y ve muhabbet; milletin ruhu, bedenin kuvveti ve kalbin nurudur.”

Tarih sahnesine yön veren milletlerin ayakta kalma sırları, yalnızca toprak büyüklüğünde veya askerî kudrette aranmaz. Gerçek kudret, milletin iç dinamiklerinde, manevî bağlarında ve ortak hedeflerinde gizlidir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki ifadesi, millet-i İslâmiyenin ve hususan Türk milletinin karşılaştığı tarihî kriz anlarında sahip olması gereken üç temel prensibi “üç elmas kılıç” metaforuyla veciz bir biçimde ortaya koyar:

  1. İttihad-ı millî (millî birlik),
  2. Sa’y-ı insanî (çalışkanlık ve gayret),
  3. Muhabbet-i millî (millete sevgi ve aidiyet hissi).

Bu makalede bu üç kudretli silahın ne anlam taşıdığı, nasıl kaybedildiği ve yeniden nasıl kuşanılması gerektiği; tarihî, sosyolojik, hikmetli ve ilmî bir bakışla ele alınacaktır.

  1. İttihad-ı Millî: Birlik, Birliğin Bereketi

İttihad, yalnızca siyasi birlik değil; kalplerin, fikirlerin, hedeflerin birleşmesidir. Bir toplumun parçalanması düşmanlar için en büyük fırsattır. Bediüzzaman’ın “üç düşmanımız” ifadesi; cehalet, zaruret ve ihtilaftır.

İhtilaf, milletin damarlarını koparır. Aynı kıbleye dönen, aynı ezanı duyan insanların mezhep, meşrep veya siyasî farklılıklarla birbirine düşmesi, milletin dirliğini yok eder.

İttihad, farklılık içinde vahdeti tesis etmek; düşman karşısında yekvücut durabilmektir. Tarihte ne zaman ittihad bozulmuşsa, ümmet dağılıp zillete düşmüştür. Hilafet sonrası yaşanan parçalanma bunun çarpıcı örneğidir.

  1. Sa’y-ı İnsanî: Tembelliğe Karşı İlmin, Emeğin ve Alın Terinin Kılıcı

İkinci elmas kılıç “sa’y” yani çalışma, üretme, gayret etmedir. Bediüzzaman burada ferdî değil, millî bir gayretten söz eder. Üretmeden tüketen, öğrenmeden konuşan, çalışmadan isteyen bir toplum, hakka değil lütfa muhtaç hale gelir.

Kur’an’da “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 53/39) buyurulur. Allah’ın sünnetinde, çalışmadan rızık yoktur. Batı, çalıştı, ilimle yürüdü ve fenle kuvvet buldu. Biz ise birçok dönem çalışmayı terk edip çalışmadan netice bekledik.
Dua bir ibadettir; fakat onu da
sebepleri işletmeden yaptık, meyvesini alamadık.

Bugün yeniden kalkınmak için ilme dayalı, alın teriyle yoğrulmuş bir gayret seferberliği gereklidir.

  1. Muhabbet-i Millî: Nefretin Yerine Şefkat, Ayrılığın Yerine Aidiyet

Muhabbet, kalbin bağ kurmasıdır. Millî muhabbet, yalnız kuru milliyetçilik değil; milletin değerlerine, tarihine, kültürüne, insanına ve mukaddesatına derin bir sevgiyle sahip çıkmaktır.

Bu sevgi; ötekileştirici değil, birleştirici olmalıdır. Bediüzzaman burada millî muhabbeti, milliyetçi taassubun ötesinde, ümmet ve millet şuuruyla yoğrulmuş hakiki bir bağlılık olarak ifade eder.

Millî muhabbet, aynı zamanda milletin şanlı mazisine karşı bir vefa borcudur. Altı yüz yıl bayraktarlık yapmış bir milletin torunları, geçmişin mirasını heder edemez. Atalarının İ’la-yı Kelimetullah uğruna döktüğü ter ve kan, bir neslin sefahat uğruna feda edeceği bir hatıra değildir.

Sonuç: Üç Kılıcı Kuşanmak, Üç Felaketi Savmak

Bu üç kılıç, yalnız savunma değil; aynı zamanda inşa vasıtasıdır.

İttihad; ayrılığı, bölünmeyi bertaraf eder.

Sa’y; tembelliği, sefaleti yener.

Muhabbet; nefreti, çözülmeyi durdurur.

Bu üç esas, milletin hem iç direncini hem de dış düşmanlara karşı mukavemetini artırır. Devlet, bu üç temel üzerine yükselir. Toplum, bu üç ruhla ayakta durur. Nesiller, bu üç mayayla istikbale yürür.

Özet:

Bediüzzaman Said Nursî’nin “üç elmas kılıç” metaforu; bir milletin bekasını sağlayacak üç temel değeri ifade eder: Millî birlik (ittihad), çalışkanlık (sa’y) ve millî sevgi (muhabbet). Bu esaslar kaybedildiğinde toplumda dağınıklık, tembellik ve nefret hâkim olur; düşman galip gelir. Ancak bu üç manevi kılıcı yeniden kuşanmak, ümmeti diriltmek ve geleceği inşa etmek için elzemdir. Bu yol hem tarihî bir hakikatin, hem de ilmî ve aklî bir zaruretin ifadesidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Hakikat Kürsüsü: Vaizin Vasıfları ve Zamanın İlmî İmtihanı

Hakikat Kürsüsü: Vaizin Vasıfları ve Zamanın İlmî İmtihanı

“Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve ikna’ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem belîğ-i mukni’ olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaât-ı zamana mutabık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olması da şarttır. ”
Âsâr-ı Bediiye

“Söz, ancak hakikat terazisinde tartıldığında değer kazanır.”

Her dönemin bir dili, bir derdi ve bir ilacı vardır. Vaaz, İslâm toplumlarında sadece bir hitabet değil; bir irşad, bir ıslah, bir tebliğ ve bir diriltme vesilesidir. Ancak bu mukaddes kürsü; hikmetsiz, ilimsiz, zamansız ve duyarsız sözlerle işgal edildiğinde faydadan çok zarar doğar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki cümlesi, ideal vaiz tipolojisini ortaya koyarken, aynı zamanda İslâmî davetin niçin kimi zaman tesirsiz kaldığını da hikmetlice açıklar. Bu yazıda, bu üç temel vasıf (âlim-i muhakkik, hakîm-i müdakkik, belîğ-i mukni’) üzerinden sahih bir vaaz anlayışı, tarihi ve ilmî boyutlarıyla ele alınacaktır.

  1. Âlim-i Muhakkik: Tahkik Ehli Bir Âlim

Vaaz, sadece kalbi değil, aklı da ikna etmeli. Bu, ancak “muhakkik” yani tahkike dayalı ilmi özümsemiş bir âlimle mümkündür.

Taklit değil, tahkik.

Bediüzzaman bu noktada “muhakkik âlim”i, yüzeysel bilgi taşıyan değil; delil ve burhanla hakikati ortaya koyan kişi olarak tanımlar.

Günümüzde, bilimsel şüphecilik çağında yaşıyoruz.

Sorular çoğaldı, akıl ön plana çıktı.

Genç nesil artık “öyle dedi diye” değil; “niçin öyle?” sorusunu soruyor.

Bu sebeple vaiz, çağın akıl diliyle konuşabilmeli; Kur’an ve Sünnet’teki derinlikli hakikatleri, güncel aklî yaklaşımlarla da desteklemelidir. Aksi halde vaaz, havada kalır; kalbe inmeden akılda takılır.

  1. Hakîm-i Müdakkik: Hikmet Sahibi, İnce Ölçülü Bir Denge Adamı

Şeriat, sadece emir ve yasaklar bütünü değil; bir mizan, bir denge sistemidir. Bu denge, ancak hikmetle korunur.

Hakîm-i müdakkik olan vaiz, meseleleri uçlara savurmadan; toplumun anlayış seviyesini, ihtiyaçlarını ve duyarlılıklarını dikkate alarak anlatan kişidir.

Ne ifrata, ne tefrite sapar.

Ne korkutmayı abartır, ne ümit vererek rehavete sebep olur.

Ne kuru şekilcilikle boğar, ne de ruhsuz modernleşmeyle sular.

Denge, şeriatın ruhudur. Her meselede aşırılıktan sakınmak; hükmü, hikmetle, zamanı ve zemini gözeterek söylemek gerekir. Aksi halde ya taassup doğar ya da laubalilik.

  1. Belîğ-i Mukni’: Halin Diline Vâkıf, Kalbe Dokunan Bir Hitabet Üstadı

Güzel söz söylemek başka, etkili konuşmak başkadır. “Belîğ-i mukni’” olmak, hem belagat sahibi (yani düzgün, açık, edebî konuşmak), hem de ikna edici olmak demektir.

Ancak bunun da bir şartı var: “Mukteza-yı hâl ve ilcaât-ı zaman” yani içinde bulunulan halin gerekleri ve zamanın ihtiyaçları gözetilerek konuşmak.

Bugünün insanı:

Sosyal medya bombardımanında zihin yorgunu,

Kalabalıklar içinde yalnız,

Bilgiye boğulmuş ama hikmete susamış…

İşte böyle bir zamanda konuşan kişi, yalnız bilgi aktaran değil; dert duyan, hal bilen, gönle inebilen biri olmalı. Yoksa vaaz; kulaklardan girer, yüreğe ulaşmadan kaybolur.

Sonuç: Hakikatin Sesi, Sadece Bilgiyle Değil Hikmetle Yükselir

Vaaz kürsüsü bir emanettir. O emaneti taşıyan kişi, hem ilimle, hem hikmetle, hem edebiyatla, hem ruhla donanmış olmalıdır. Vaiz, sadece bir anlatıcı değil; bir rehber, bir hâdî, bir hakkı temsil edicidir.

Tahkiksiz âlim, taklidi yayar.

Hikmetsiz konuşan, dengeyi bozar.

Belagatsiz vaiz, kalplere ulaşamaz.

Ümmetin yeniden dirilişi, bu vasıfları taşıyan ilim, hikmet ve tebliğ ehli şahsiyetlerle mümkündür. Hakikati hakkıyla temsil eden, onu çağın idrakine sunan bu öncüler, ümmetin yarınını inşa edecek hakikat mimarlarıdır.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin ortaya koyduğu ideal vaiz tipi üç temel vasıfla (âlim-i muhakkik, hakîm-i müdakkik, belîğ-i mukni’) ele alınmıştır. Vaaz yalnızca dini bilgi değil; ilim, hikmet ve edebî derinlik taşımalıdır. Vaiz, hem aklı hem kalbi ikna etmeli; hem dengeyi gözetmeli hem de halin ve zamanın diline hitap etmelidir. Bu esaslara sarılan bir tebliğ anlayışı, hem bireyleri hem toplumları ıslah edecek kudrete sahiptir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Her Ebu Cehil Bir Gün Biter, Her İkrime Yeni Bir Diriliştir

📌 KÖŞE YAZISI – Mehmet Özçelik

Her Ebu Cehil Bir Gün Biter, Her İkrime Yeni Bir Diriliştir

Zulmün Sonu, Hidayetin Başlangıcıdır

Tarih bize gösteriyor ki, her karanlık figür bir gün tarihin çöplüğüne düşer. Her Ebu Cehil’in devri biter. Fakat Allah, her devirde yeni bir İkrime çıkarır. Çünkü hakikatin nuru söndürülemez; o, bir gönülde sönse bile bir başkasında yeniden yanar.

Ebu Cehil…

İslam’a karşı en katı, en kibirli direnişin adı. Zekiydi, liderdi, ama kalbi karanlığa mühürlüydü. Ve o, Bedir’de öldü. Sadece bir adam değil, bir zihniyet öldü o gün. İslam düşmanlığının sembol ismi sessizce toprağa gömülürken, hakikat bir adım daha yükseldi.

Ve sonra…
O’nun oğlu İkrime, aynı karanlık gelenekten gelse de, bir gün kalbindeki perdeyi araladı. Mekke’nin fethi sonrası Peygamber’in huzuruna geldi. Affedildi. İman etti. Ve nihayet İslam uğruna canını verdi. Şehit oldu.

Kur’an, toplumları saptıran önderler için şöyle buyurur:

> “Onları cehenneme çağıran liderler yaptık. Kıyamet günü yardım da görmeyeceklerdir.”
(Kasas, 28/41)

Ve ardından müjde gelir:

> “Ey kendilerine zulmetmiş kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”
(Zümer, 39/53)

Ebu Cehil gibi olanlar elbet kaybedecek.
Ama İkrime gibi olanlar –ve İkrime olmaya niyet edenler– her zaman yol bulacak.

Bugün de çağımızın Ebu Cehil’leri var.
Zulümle, ihanetle, fitneyle milletin kalbine hançer saplayanlar…
Kimileri manen bitmiş durumda: Abdullah Öcalan gibi…
Kimileri de maddeten artık yok: Fethullah Gülen gibi…

Ama asıl mesele bu değil.

Asıl mesele şu:
📢 Sen İkrime olabilecek misin?
📢 Ya da hiç değilse, İkrime niyetlilerden biri olabilecek misin?

Bugün hâlâ tövbe kapısı açık.
Bugün hâlâ hak ile bâtılın safları ayrılmış değilken tercih yapılabilir.

Bu çağrımız, sadece bir dönüşe değil, bir dirilişe davettir.
Geçmişin karanlığını bırakıp, tertemiz bir istikbal için yürümek isteyenleredir bu çağrı.

🕌 İkrime gibi tövbe et.
🕋 İkrime gibi imanla yürü.
⚔️ İkrime gibi sebatla şehadeti göğüsle.

Çünkü:

> “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”
(İsrâ, 17/81)

Ne mutlu İkrime olanlara…
Daha da ne mutlu, İkrime niyetli olanlara…

🖊 Mehmet Özçelik
📍 www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Toplumların İmtihanı ve İslâm Medeniyetinin Yeniden İnşası.

Toplumların İmtihanı ve İslâm Medeniyetinin Yeniden İnşası.

İnsanlık tarihi, yükselişler ve düşüşlerle dolu bir ibret sahnesidir. Bu sahnenin perdesi aralandığında, toplumların kaderini belirleyen ilahi yasaların işlediği görülür. Kur’an-ı Kerim, bizlere bu yasaları açıkça beyan ederek, geçmişin acı tecrübelerinden ders çıkarmamızı ve geleceği şekillendirmemizi öğütler. Bir toplumun kendini değiştirmedikçe Allah’ın da onların durumunu değiştirmeyeceği (Rad Sûresi, 11. Ayet) hakikati, bireysel ve toplumsal sorumluluğun temelini oluşturur. Bu, pasif bir bekleyiş yerine, aktif bir gayret ve sürekli bir öz-dönüşüm çağrısıdır. Zira değişim, önce gönüllerde başlamalı, sonra amellere yansımalıdır.

Tarih şahit olmuştur ki, Allah’ın zikrinden yüz çeviren, yani ilahi hakikatlerden, adaletten ve ahlaki değerlerden uzaklaşan toplumlar, dar bir geçimle (Taha Sûresi, 124. Ayet) imtihan edilmişlerdir. Bu darlık sadece ekonomik bir sıkışıklık değil, aynı zamanda manevi bir boşluk, kültürel bir yozlaşma ve sosyal bir çöküştür.

Hz. Ali (r.a.)’nin “Dünya hüznün yeridir, gariplerin sıkıntısı bitmez” sözü, bu çetin imtihanın ve dünya hayatının fani yönünün bir yansımasıdır. Zira hakiki huzur ve genişlik, ancak ilahi rızaya uygun bir yaşamla elde edilebilir.
Ancak, umutsuzluk girdabına düşmek yerine, ilahi lütfun müjdesi de daima mevcuttur: “Bir toplum hakkıyla iman edip salih amel işlerse yeryüzü iktidarı onların olacaktır.” (Nur Sûresi, 55. Ayet)
Bu ayet, İslâm medeniyetinin altın çağlarını müjdeleyen ve Müslümanlara cihanşümul bir sorumluluk yükleyen temel bir prensiptir. İslâm Hakikati’nin nuruyla bu topraklarda iman ziyafetinin, hakiki medeniyetin fen ve sanat çiçeklerini açtıracağı, vatanın maddi ve manevi saadetlerle gül ve gülistana dönüşeceği inancı (Tarihçe-i Hayat 158), geçmişte olduğu gibi gelecekte de bize yol göstermelidir.

Bu, sadece altı yüz sene değil, Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakim’in bayraktarlığını yapan bu vatanın evlatlarına düşen büyük bir görevdir. Zira Kur’an, sadece okunan bir metin değil, aynı zamanda hayatın her alanına yön veren bir rehberdir.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin belirttiği gibi, cismani ihtiyaçlar gibi manevi hacetler de çeşitlidir ve insan her nefeste bunlara muhtaçtır; cismin havaya, ruhun “hü” zikrine duyduğu gibi. Tekrar eden ayetler, işte bu ihtiyaçlara işaret ederek bizi uyandırır, teşvik eder, iştiyak ve iştahımızı tahrik eder. (Sözler 266.sh – Risale-i Nur)

Bu, Kur’an’ın canlılığını ve zamandan mekana hükmeden evrenselliğini gösterir.
Ne yazık ki, günümüzde “bilimsel görünen siyasal manipülasyonlar” ve “4+4+4 anketi” gibi örneklerde görüldüğü üzere, hakikatin üzeri örtülmeye çalışılmakta, bilimsel temellerden uzak, iktidara hizmet eden algı yönetimleri oluşturulmaktadır. Temsiliyetten yoksun, çarpık verilerle bilimsel maske takan bu tür “sipariş” çalışmalar, zorunlu eğitimin kısaltılması gibi geri adımlara zemin hazırlamaktadır. Bu durum, ilahi yasaları göz ardı etmenin ve hakiki bilimi yozlaştırmanın acı bir sonucudur. Toplumların dirilişi için, hakikate dönüş, bilimsel dürüstlük ve Kur’an’ın aydınlattığı yolda ilerlemek elzemdir.

Özet:
Bu makale, Kur’an-ı Kerim’in belirlediği üç siyasi yasayı temel alarak toplumların kaderini incelemektedir. Birinci yasa, toplumun kendi durumunu değiştirmedikçe Allah’ın da değiştirmeyeceğini anlatirken, ikinci yasa ilahi zikirden yüz çevirenlerin dar bir geçimle imtihan edileceğini belirtir.
Üçüncü yasa ise, iman eden ve salih amel işleyen toplumların yeryüzü iktidarına sahip olacağını müjdelemektedir.
Makale, Hazreti Ali’nin sözleriyle dünya hayatının zorluklarına değinirken, İslâm medeniyetinin yeniden inşası ve Kur’an’ın evrensel rehberliği üzerinde durmaktadır.
Son olarak, güncel siyasi manipülasyonların ve sözde bilimsel yaklaşımların tehlikelerine dikkat çekilerek, hakikate dönüş ve bilimsel dürüstlüğün önemi anlatılmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Dört Yara, Bir Çöküş: İslâm Dünyasının Neden Geri Kaldığına Dair Derin Bir Teşhis “Taklitten Kurtul, Tahkike Sarıl!”

Dört Yara, Bir Çöküş: İslâm Dünyasının Neden Geri Kaldığına Dair Derin Bir Teşhis
“Taklitten Kurtul, Tahkike Sarıl!”

“Kat’iyyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyatimiz ve tedenniyâtımız ve sû’-i ahvalimiz dört sebebden gelmiş: 

   1- Şeriat-ı garranın adem-i müraat-ı ahkâmından.. 

   2- Bazı müdahinlerin keyfemayeşâ sû’-i tefsirinden.. 

   3- Zahirperest âlim-i cahil, veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı nâbemahallinden.. 

   4- Sû’-i tali’ cihetiyle, sû’-i intihab tarîkıyla müşkil-üt tahsil, Avrupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub ve mesavî-i medeniyeti tutî gibi takliddir ki, bu netice-i seyyie zuhûr ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini îfa etse, memur olmayan ilcaât-ı zamana muvafık sa’yetse, sefahete vakit bulmayacaktır. ”
Âsâr-ı Bediiye

Tarihin akışı içinde milletlerin yükselişi kadar, düşüşleri de birer ibrettir. Her medeniyetin çöküşü, ardında derin ihmaller ve büyük sapmalar bırakır. Bediüzzaman Said Nursî’nin yukarıdaki cümleleri, İslâm ümmetinin yaşadığı içtimâî, siyasî ve ilmî gerilemenin yalnız dış etkenlere değil, esasen içteki dört büyük yanlışa dayandığını açık bir vecizlikle beyan eder.

Bu makale, bu dört sebebi tarihî ve aktüel örneklerle ele alacak; hem hikmetli hem ilmi hem de ibretli bir değerlendirme sunacaktır.

  1. Şeriat-ı Garrâ’nın Ahkâmına Uymamak

İslâm şeriatı, sadece ibadetler değil; siyaset, iktisat, hukuk ve ahlâk gibi tüm hayat alanlarına dair mükemmel bir düzen sunar. Ancak bu düzenin hayattan çekilmesi, hakikatin değil; Müslümanların gafletinin bir eseridir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde dahi, İslâm’ın şer’î hükmü bir süs gibi görülmüş; kanunlar Batı’dan ithal edilmiş, kadıların yerini ecnebi müsteşarlar almıştır. Bugün İslâm dünyasında hukuk sistemlerinin büyük kısmı, Kur’an’dan değil, Paris’ten, Londra’dan ithal edilen modellerden alınmıştır.

Neticede adalet yerini keyfiliğe, merhamet yerini zorbalığa bırakmıştır.

  1. Müdahinlerin Keyfî ve Sapkın Tefsirleri

Her dönemin dalkavukları vardır. Bunlar, hakikati değil, yöneticilerin veya nefislerin hoşuna gidecek şekilde dini yorumlarlar.

“İslamiyet modernleşmeye engel değildir” gibi güzel görünen ama içi boşaltılmış ifadelerle, birçok asli hüküm ya tahrif edilmiş ya da devre dışı bırakılmıştır.

Kur’an’ın hakikatleri keyfî heveslere kurban edildiğinde, hakikate değil hevâya kul olunur. Nitekim bu tür tefsirler, hem ümmeti bölmüş hem de halkın İslâm’a güvenini sarsmıştır.

  1. Zâhirperest Âlim-i Câhil ve Câhil-i Âlimin Taassubu

Bu madde, ilim kisvesi altında cehaletin nasıl zarar verdiğini gösterir. Dış görünüşte âlim ama iç hakikatte cehaletle malul kimseler, ümmetin fikrî gelişimini durdurmuştur.

Bir kısmı lafzî ilme takılıp ruhu kaybetmiş, diğer kısmı ilmin ağırlığını taşımadan fetvaya kalkışmıştır. Böylece ilim; aydınlatmak yerine, karanlık üretmiştir.

Taassup, ilmi yerinden saptırır. Taklitçilik, hakikatin önüne perde çeker. Halbuki ilim, tahkik ister. Tartışmaya değil, tefekküre muhtaçtır.

  1. Avrupa’nın Sefahatini Taklit ve Sû’-i Tabiatla Sû’-i Seçim

Avrupa’nın medeniyet vitrini parlaktır. Ancak o vitrinin ardında sömürü, zulüm ve sefahat vardır.

Bediüzzaman, Batı’dan fen, teknik ve ilim alınabileceğini belirtir; fakat onların “günahkar medeniyetini” taklit etmeyi felaket olarak görür. Ne var ki, Müslümanların bir kısmı ilmini değil; sefahatini örnek almıştır. Tıpkı bir çocuğun parlayan şekerle kandırılması gibi, bir ümmet süslü günahlarla zehirlenmiştir.

Bu “tuti gibi taklit” neticesinde; ne ilimde ilerleme sağlanmış, ne ahlâkta bir yükseliş görülmüştür.

Çözüm: Aslına Dönmeyen, Aslı Gibi Olamaz

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği bu dört sebep; bugün hâlâ İslâm dünyasının kanayan yaralarıdır. Ancak teşhis nettir. Bu hastalığın devası da İslâm’dadır.

– Şeriat yeniden hayatın merkezine alınmalı.
– İlim ehli, hakikat ehli olmalı.
– Dinî tefsir ve yorumlar hevâya değil, hakikate dayanmalı.
– Medeniyetin fen ve hikmet kısmı alınmalı, günah kısmı reddedilmelidir.

Bir millet ancak bu esaslarla şahsiyetini bulur ve medeniyetini kurar. Aksi takdirde başkasının gölgesinde yaşamaya mahkûm olur.

Özet:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin ortaya koyduğu İslâm dünyasının gerileme sebepleri dört ana başlıkta incelenmiştir: Şeriatın terk edilmesi, dinî hükümlerin keyfî tefsiri, hakikatten uzak âlim tipi ve Batı’nın sefih yönünü taklit. Bu sebepler sadece bir tarihî tespit değil, aynı zamanda bugünümüzü şekillendiren dinamiklerdir. Kurtuluş, Kur’an ve Sünnet’e dönmek, ilmi tahkik ile yeniden diriltmek ve medeniyetimizi hakikatin temelleri üzerine inşa etmekle mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Srebrenitsa’dan Gazze’ye: İnsanlığın Vicdanında Çürüyen Hafıza

Srebrenitsa’dan Gazze’ye: İnsanlığın Vicdanında Çürüyen Hafıza

Tarihin Tekerrürü Müdür, Yoksa İnsanlığın İnatla Unutması mı?

“Bir daha asla” sloganıyla anılan Srebrenitsa Soykırımı’nın üzerinden geçen yıllar, insanoğlunun zulmü hatırlamakta ne denli zayıf olduğunu, ders almakta ne kadar gevşek ve çıkarcı davrandığını açıkça ortaya koymaktadır. Bosna’nın yeşil tepelerinde şehit düşen 8 binden fazla Boşnak’ın ardından, şimdi Gazze’nin kumları üzerine aynı sahneler kanla çiziliyor. Ne değişti? Hiçbir şey.

Gazze’de yaşananlar, yalnızca bir bölgenin kuşatma altında kalması değil; insanlığın, adaletin ve merhametin de kuşatılmasıdır. Srebrenitsa’da Birleşmiş Milletler gözlemcilerinin gölgesinde işlenen vahşetle, Gazze’de uydu görüntüleriyle belgelenen katliamlar arasında zamandan başka bir fark kalmadı.

  1. Srebrenitsa ve Gazze: Ortak Kaderin Farklı Coğrafyaları

Srebrenitsa’da BM korumasındaki Boşnak sivillerin Sırp güçleri tarafından sistematik biçimde katledilmesi, uluslararası düzenin çöküşünü gösteren bir eşikti. Uluslararası toplumun “seyreden gözleri”, Bosna’da ne kadar kör kaldıysa, bugün Gazze’de o kadar sağır ve dilsizdir.

İsrail’in 7 Ekim 2023’ten itibaren başlattığı saldırılar; hastaneler, okullar, pazar yerleri ve çadır kamplarını hedef aldı. 195 bin kişinin ya öldüğü ya da yaralandığı bu süreç, sadece bir savaş değil, bir soykırım mühendisliğidir.

Srebrenitsa’da 11 Temmuz 1995’te yaşananlar “etnik temizlik” adı altında yapıldıysa, Gazze’de yaşananlar “demografik yok etme”, “kültürel silme” ve “insani felç” şeklinde yürütülmektedir.

  1. Adaletin Suskunluğu: Uluslararası Hukukun Çifte Standardı

Uluslararası Adalet Divanı kararlarına rağmen İsrail, saldırılarını sürdürmekte, adeta BM’nin kararlarını kâğıt mendil gibi buruşturup atmaktadır. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Adalet, neden güçlülerin keyfine göre çalışır hâle geldi?

Srebrenitsa’da Radovan Karadziç ve Ratko Mladiç yıllar sonra yargılandılar. Peki ya Netanyahu ve işgalci kabinesi? Gazze’de hastaneleri yerle bir eden, çocukların açlıktan ölmesine neden olan sistematik kıyımın bir adı yok mu?

Uluslararası toplumun “itidal çağrıları”, “derin endişeleri” artık sadece soykırımı normalleştirmekte, sıradanlaştırmaktadır. Hukuk, sadece mahkeme salonlarında değil, sokakta ağlayan annelerin çığlıklarında da ölmekte.

  1. Bilim, Vicdan ve Akıl Nerede Duruyor?

Srebrenitsa’da insan hakları örgütlerinin yazdığı raporlar şimdi Gazze’de güncelleniyor. Ama bu raporlar kitaplık raflarında tozlanırken, Filistinli çocuklar toprağa gömülüyor.

Bilim ve teknoloji çağında yaşıyoruz; her şeyin kaydı tutuluyor. Ama vicdan, kayıt altına alınmıyor. Bugün sosyal medya üzerinden anbean Gazze’deki katliamı izleyen milyarlarca insan var. Oysa “seyretmek” artık yeterli değil.

İnsanlık, sadece “bilmek”le erdemli olmuyor. Vicdan, ancak harekete geçtiğinde ahlak üretir. Bilgiye sahip olmak değil, bilgiye uygun tavır almak insani bir duruşu temsil eder.

  1. Tarih Yazmak mı, Tarihi Tekrarlamak mı?

Eğer tarih ders alınmazsa kendini tekrar eder; ama bu tekrarlar daha trajik, daha korkunç ve daha küresel olur. Srebrenitsa’da ölen Boşnaklar, sadece bir milletin değil insanlığın kaybıdır. Gazze’de ölen her çocuk, sadece bir annenin değil insanlığın yitip giden vicdanıdır.

Erdoğan’ın da vurguladığı gibi, Srebrenitsa’dan ders çıkarılsaydı, Gazze’de bu vahşet yaşanmazdı. Ama yaşandı. Ve yaşanmaya devam ediyor. Çünkü dünya düzeni, adaleti değil gücü kutsuyor. İnsan hakları evrensel değil, seçici uygulanıyor.

  1. İbret: Susanlar da Tarih Önünde Yargılanacak

Tarih yalnızca suçluları değil, susanları da yargılar. Zalimden yana tavır alanlar kadar, sessiz kalanlar da o zulmün ortaklarıdır. Bir çocuğun ölümü karşısında susan, tüm insanlığın çöküşüne tanıklık etmiş olur.

Oysa Kur’ân şöyle buyurur:
“Kim bir insanı haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Maide, 32)

Srebrenitsa’dan Gazze’ye uzanan bu zulüm zinciri, sadece siyasal değil, ahlaki bir çöküştür. Bu çöküşten çıkmak için sadece devletlerin değil, bireylerin de vicdanla silahlanması gerekir.

Sonuç: Gazze Aynasında İnsanlığın Yüzü

Gazze bir coğrafya değil, insanlığın aynasıdır. O aynaya bakınca ne görüyoruz? Teknolojiyle sarhoş olmuş ama ahlaktan yoksun bir uygarlık mı? Srebrenitsa’da verilen “bir daha asla” sözü, Gazze’de boğulmuşsa, bu insanlık için en büyük utançtır.

Yarın hangi şehir Gazze olacak? Hangi çocuk “savaş artık yok” sözünü duyduktan sonra toprağa gömülecek?
Cevabı vicdanlarda aramak gerekiyor.

MAKALE ÖZETİ

Bu makale, Srebrenitsa Soykırımı ile Gazze’deki katliam arasında tarihî, siyasi, vicdani ve hukuki bir karşılaştırma yapmaktadır. Uluslararası toplumun geçmişten yeterince ders almadığını, adaletin çifte standartla işlediğini ve insanlığın ortak vicdanının ağır yara aldığını ifade eder. Ayrıca Gazze’nin sadece bir coğrafya değil, insanlık aynası olduğuna dikkat çeker. Sonuçta, sadece devletlerin değil bireylerin de sorumluluk üstlenmesi gerektiği hatırlatılır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 12th, 2025

Her Ebu Cehil bir nesil için bitmiş olabilir, ama her İkrime, yeni bir neslin dirilişi olabilir.

🔹 “Her Ebu Cehil bir nesil için bitmiş olabilir, ama her İkrime, yeni bir neslin dirilişi olabilir.”

Ebu Cehil, İslam’a düşmanlığın, küfrün ve inatla hakikate karşı gelmenin sembolüdür. Öldüğü gün İslam bir nefes almış, zulüm cephesinde bir çatlak oluşmuştur.

İkrime bin Ebu Cehil ise, babası gibi bir önder inkârcının oğlu olmasına rağmen kalbini hakikate açmış, İslam’ın yiğitlerinden biri olmuştur. Onun dirilişi, sadece bir bireyin değil, bir neslin ruhani dirilişinin sembolüdür.

> Bu ifade, “her Ebu Cehil’in bir dönemde silinip gideceğini, ama yeni İkrimelerin her çağda çıkabileceğini” söyler. Umut ve davet ihtiva eder.

🔹 “EBU CEHİL ÖLDÜ, NE MUTLU İKRİME VE İKRİMELERE VE DE İKRİME NİYETLİ ADAYLARA !!!…”

Bu cümle, tarihteki Ebu Cehil’in ölümünü simgesel olarak bugünkü zalimlerin akıbetiyle ilişkilendirirken; asıl vurguyu, İkrime gibi tövbe edip hakka dönenlere yapar.

“İkrime niyetlilere” ifadesi, daha hâlâ imanla ve teslimiyetle buluşmamış ama içten içe bir arayış içinde olanlara bir çağrıdır.

> 🎯 “Dün babası Ebu Cehil olan İkrime’ler vardı. Bugün de zihniyeti kararmış toplumların içinden saf ve halis insanlar çıkabilir” mesajı verilir.

🔹 “Abdullah Öcalan manen ölürken, Fethullah Gülen madden öldü.”

Burada iki çağdaş figür, zulümle anılan ve milletin acısını temsil eden isimler olarak zikredilmiştir:

Abdullah Öcalan: Fiziken yaşasa bile manevî olarak itibarsızlaşmış, bitmiş biridir.

Fethullah Gülen: Maddi ölümüyle, toplumda oluşturduğu fitnenin karşılığı olarak nihayet sona ermiştir.

> ⚖️ Bu kısım, “zalimlerin sonu er ya da geç gelir” hakikatine işaret eder.

🔹 “Haydi, var mısınız İkrime bin Ebu Cehil değil de, İkrime Ebû Osman olmaya!!!”

( Peygamberimiz İkrime bin Ebu Cehil adını, İkrime  Ebû Osman olarak değiştirmiştir. )

Bu cümle çok güçlü ve teşvik edicidir:

“İkrime bin Ebu Cehil” olmak demek, geçmişi karanlık ama sonu güzel biri olmak demektir.

Ama daha da ileri giderek, “İkrime Ebû Osman” olmak, baştan sona tertemiz bir çizgiyle hak yolda yürümeyi temsil eder.

> 🌱 Bu, sadece tövbe çağrısı değil; tertemiz bir başlangıçla, bilinçli ve kararlı bir İslami duruşun çağrısıdır. Hem gençliğe hem aydınlara hem de hakikat arayıcılarına sesleniştir.

SONUÇ VE ÖNERİ

Bu metin, toplumu hakikate davet eden, umut vadeden, geçmişten ders çıkaran ve yeni bir diriliş ruhu aşılayan güçlü bir söylemdir.

*********

🌿 Dirilişin Adı: İkrime Olmak!

Zaman zaman öyle olaylara şahit oluruz ki, bir çağ kapanır, yeni bir çağ başlar. Bir karanlık dağılır, bir nur parıldar. İşte tarihte bu dönüm noktalarının başrolünde kimi zaman bir ölüm, kimi zaman da bir diriliş olur.

Bugün ise önümüzde hazir böyle bir örnek mevcut :
Bir isim: Ebu Cehil… Ve onun oğlu: İkrime bin Ebu Cehil…

Ebu Cehil, İslam düşmanlığının en katı, en kibirli, en inatçı simasıydı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yüzüne hakaret eden, İslâm’a karşı savaşlar açan, halkı kandırarak Mekke’nin müşrik cephesini diri tutan bir figürdü.

Ama sonra ne oldu?
Ebu Cehil öldü! Hem de Bedir’de, hak ile bâtılın ilk büyük savaşında. Bedenen yıkıldı, zihniyeti sarsıldı. O gün Müslümanlar derin bir nefes aldı. Ama bu sadece bir ölüm değil, bir çağın kapanışıydı.

İşte o anda bir başka yol başladı: İkrime’nin yolu.
Babasının ölümünden sonra Mekke fethine kadar İslâm’a düşmanlıkta duran İkrime, Mekke fethedildiğinde kaçtı. Fakat eşi Ümmü Hakîm’in nasihatleriyle kalbi yumuşadı. Ve o gün, Peygamber’in huzuruna çıkıp, “Ya Resulallah! Babamın izinden gittim ama şimdi Allah’a ve sana iman ediyorum” diyerek Müslüman oldu.

İşte bu bir dirilişti!
Hem bireysel, hem toplumsal…

Ve biz bugün şunu söylüyoruz:
👉 Her Ebu Cehil bir nesil için bitmiş olabilir; ama her İkrime, yeni bir neslin dirilişi olabilir.

Günümüzle Bağlantı:

Bugün de çağımızın Ebu Cehilleri var. Milleti ifsat edenler, dini değerleri alaya alanlar, ümmeti parçalayanlar…
Bazıları manen ölüdür, artık itibarı kalmamıştır.
Kimileri de maddeten aramızdan ayrılmıştır, ardında acı, yıkım ve pişmanlık bırakmıştır.

🟥 Abdullah Öcalan — hâlâ fiziken yaşıyor olabilir; ama manen, milletin vicdanında çoktan ölmüştür.

🟥 Fethullah Gülen — ölüm haberiyle gündeme geldi ama çok daha önce ümmetin gözünde düşmüştü. Hainlik, bölücülük, ihanet; hepsi artık onunla anılıyor.

Bunlar çağımızın Ebu Cehilleridir.
Ve onların ardı sıra giden binlerce kişi, hâlâ bir çıkış yolu aramaktadır. İşte tam bu noktada sesleniyoruz:

📣 Haydi, var mısınız İkrime bin Ebu Cehil değil de, İkrime Ebû Osman olmaya?!

Nedir bu çağrı?
Bu, geçmişin yükünü taşısa da bugün tövbe ederek yeni bir sayfa açmak isteyenler içindir.
Bu, kirlenmiş ortamda temiz kalmak isteyen gençler içindir.
Bu, nefsin karanlığından nura koşmak isteyen yürekler içindir.

Sonuç:

Tarihte nice Ebu Cehiller geldi geçti. Ama onların ardından nice İkrimeler de geldi. Asıl mesele, bizim nerede durduğumuzdur.

Bugün zalimlerin zulmü biterken, biz hangi safta duruyoruz?
Bugün bir çağ kapanırken, biz yeni çağın diriliş erleri olabilecek miyiz?

🔔 Gelin! İkrime gibi silkelenip kendimize gelelim.
🔔 Gelin! Kalbimizi Tevbe-i Nasûh ile yıkayalım.
🔔 Gelin! Ebu Cehillerin yanında değil, Resûlullah’ın yanında saf tutalım.
🔔 Gelin! Babası Ebu Cehil bile olsa, oğlu İkrime gibi yüce bir sahabi olmayı dileyelim!

📿 Ne mutlu İkrime olanlara…
📿 Daha da ne mutlu, İkrime niyetli olanlara!

******

Kur’ân-ı Kerîm’de, liderlerin ya da toplum önderlerinin kavimlerini dalalete (sapıklığa) sürükledikleri ve ahirette onlardan şikâyetçi olacakları birçok ayetle bildirilmiştir. Bu ayetlerde hem dünyada liderlerin yanlış rehberlikleri hem de ahiretteki pişmanlıkları ve azapları tasvir edilir.

Aşağıda bu konuyu doğrudan ifade eden bazı önemli ayetler:

  1. Ahkâf Suresi 32. Ayet

> “Kim Allah’ın Resûlünü dinlemezse bilsin ki, o yeryüzünde (Allah’ı) âciz bırakacak değildir. Onun hiçbir dostu da yoktur. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”
(Ahkâf, 46/32)

Bu ayet, Allah’ın elçisini dinlemeyenlerin açık bir sapıklık içinde olduğunu belirtir. Burada genellikle kavim önderlerinin inkârları kastedilir.

  1. Kasas Suresi 41. Ayet

> “Ve onları cehennem çağırıcı önderler kıldık. Kıyamet gününde yardım da görmeyeceklerdir.”
(Kasas, 28/41)

Bu ayette, dalalete götüren liderler, “cehennem çağırıcı önderler” olarak tanımlanır. Allah tarafından lanetlenmiş ve ahirette yardım görmeyeceklerdir.

  1. İbrahim Suresi 21-22. Ayetler

> “(Kıyamet günü) Hepsi Allah’ın huzuruna çıkarılırlar. Zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: ‘Biz size uymuştuk. Şimdi siz, Allah’ın azabından bir şey savabilir misiniz?’ derler. Onlar: ‘Allah bize yol gösterseydi, biz de size yol gösterirdik. Artık sızlansak da sabretsek de birdir. Bizim için sığınacak bir yer yoktur’ derler.”
(İbrahim, 14/21)

> “İş bitirilince şeytan der ki: ‘Allah size gerçek sözü verdi. Ben de size vaatte bulundum ama ben yalancı çıktım. Benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu, ben sadece sizi çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil, kendinizi kınayın!'”
(İbrahim, 14/22)

Bu ayetler, ahirette önde gelenlerin, kendilerine uyanlardan sorumluluğu reddettiklerini ve insanların liderlerinden dolayı pişman olduklarını gösterir.

  1. A‘râf Suresi 38-39. Ayetler

> “(Allah) der ki: ‘Cehenneme giren ümmetlerden birincisi onlara (diğerlerine) lânet eder. Hepsi orada toplandığında, sonrakiler öncekiler için: ‘Rabbimiz! Bunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver!’ der. (Allah da) der ki: ‘Herkese kat kat azap vardır ama bilmezsiniz.’”
(A‘râf, 7/38)

> “Öncekiler, sonrakilere der ki: ‘Sizin bize karşı bir üstünlüğünüz yoktur. O hâlde işlediklerinizin cezasını tadın!’”
(A‘râf, 7/39)

Bu ayetlerde öncekilerin –yani liderlerin– sapıklıkta ilk halkayı oluşturduğu, sonrakilerin de onları takip ederek cezayı hak ettiği görülür.

  1. Sâd Suresi 59-61. Ayetler

> “İşte cehennem ehli! Kendileriyle birlikte cehenneme dalacak toplulukları görünce: ‘Merhaba yok size! Siz bize azabı getirdiniz. Ne kötü bir yerdir burası!’ derler.”
(Sâd, 38/59)

> “Onlar da der ki: ‘Hayır! Asıl siz, bizim için bir uğursuzluk oldunuz. Ne kötü bir yer burası!’ derler.”
(Sâd, 38/60)

> “Sonra Allah’a yönelerek: “Rabbimiz bunu bizim başımıza kim getirdiyse, onun cehennemdeki azabını kat kat artır!” diye feryat edecekler.”
(Sâd, 38/61)

Bu ayetlerde de cehennemlikler, kendilerini aldatan liderlerden şikâyetçi olur ve onların daha şiddetli bir azaba uğratılmasını isterler.

  1. Fussilet Suresi 29. Ayet

> “İnkâr edenler derler ki: ‘Rabbimiz! Bizi saptıran cin ve insanlardan iki misli azap ver onlara!’ ”
(Fussilet, 41/29)

Burada da inkârcıların, kendilerini saptıran kimseleri ahirette suçlayıp cezalandırılmalarını istedikleri belirtilir.

  1. Ahzâb Suresi 67-68. Ayetler

> “Dediler ki: ‘Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar.’”
(Ahzâb, 33/67)

> “Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve onları büyük bir lanetle lanet et!”
(Ahzâb, 33/68)

Bu ayet, liderlerine körü körüne uyan halkın ahirette o liderlerden şikâyetçi olacağını ve onların daha ağır cezalandırılmasını isteyeceklerini gösterir.

  1. Bakara Suresi 166-167. Ayetler

> “Kendilerine uyulanlar, azabı görünce, kendilerine uyanlardan uzak dururlar ve aralarındaki bütün bağlar kopar.”
(Bakara, 2/166)

> “Uyanlar da der ki: ‘Keşke dünyaya bir kez daha dönebilsek de, onların bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursak.’ Böylece Allah, onlara yaptıklarını pişmanlık olarak gösterecektir. Onlar ateşten çıkacak değillerdir.”
(Bakara, 2/167)

Bu ayet, önde gelenlerin ve onları takip edenlerin kıyamet gününde birbirinden kopacağını ve pişmanlık duyacaklarını haber verir.

Özetle:

Kur’an’da şu önemli gerçek vurgulanır:

Liderlik bir sorumluluktur, dalalete sevk eden liderler cehennemliktir.

Kavmini aldatan, kandıran, saptıran önderler kıyamet günü en ağır cezaya uğrayacaklardır.

Kavmi de onları suçlayacak, ancak bu onları kurtarmaya yetmeyecektir.

Dünya hayatında “itaat ettik, güvendik” bahanesi ahirette geçersizdir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 12th, 2025

NAZ VE NİYAZ MAKAMI: İNSANIN İHTİYAÇTAN İZZETE YÜKSELİŞİ

NAZ VE NİYAZ MAKAMI: İNSANIN İHTİYAÇTAN İZZETE YÜKSELİŞİ

“Diğer ilaç ise şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzak-ı Rahîm’in rahmetine itimattır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvad-ı Kerîm’in misafirine fakr u ihtiyaç, nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr u ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır. İştiha gibi fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir.”
Sözler

********

> “İnsanın en makbul hâli, en zayıf ve en muhtaç olduğu andır. Çünkü tam o anda kul, nazı bırakıp niyaza yönelir.”

  1. Naz ve Niyaz Makamı: Bir Paradoksun Şerhi

Naz ve niyaz… İki zıt gibi görünen ama hakikatte aynı hakikatin iki yönünü temsil eden bu kavramlar, kul ile Hâlık arasındaki en latif münasebetin adıdır. Naz, sevilenin şefkatinden emin olup istekte bulunmasıdır. Niyaz ise mahcubiyetle, fakr u ihtiyaç içinde yalvarmaktır. Sûfîlerin dilinde, bu iki hâl, bir yönüyle aşkın kemâline; diğer yönüyle ubudiyetin zirvesine işaret eder.

Kur’ân’ın ifadesiyle insan “fakirdir” (Fâtır 15). Bu fakr, yalnız maddî değil, manevîdir de. Her şeyi Allah’tan istemeye mecbur olan bir varlığın aczi, onu niyaza; marifeti, onu naz’a sevk eder. Fakat bu naz, kibirle değil, muhabbetle yoğrulmuş bir teslimiyettir.

  1. Kimler Ulaşabilir? Hangi Hallerle?

Naz ve niyaz makamı, öyle bir yer değildir ki herkes doğrudan oraya ayak basabilsin. Bu makam, ruhî terakkiyle elde edilir. İmam Rabbânî, bu hali “fakr-ı mutlak” olarak ifade eder. Kul, varlığının hakikatte bir yokluk olduğunu, her şeyinin O’ndan olduğunu idrak ettiğinde, naz ve niyaz arasında salınmaya başlar.

Bu makama ulaşanlar:

  1. Fakr ile iftihar edenlerdir. Yukarıda Sözler’de geçtiği gibi, kâmil insanlar fakr ile fahretmişlerdir. Çünkü bu, bir zilletten değil, bir ubudiyet izzetindendir.
  2. Şükür ve kanaatle yaşayanlardır. Çünkü şükür, nimetle bağı değil, Mün’im ile bağı kuvvetlendirir. Kanaat ise talebin adabını belirler.
  3. Dua edenlerdir. Zira dua, niyazın en halis şeklidir. Dua eden insan, ihtiyacını ilan ederken aslında bir makama değil, bir marifete erer.
  4. Talep eden, ama tevekkülle bekleyenlerdir. Naz, bazen sabırla kendini gösterir. Çünkü her talebin hemen karşılık bulması gerekmez.

III. Yüksek Bir Makam mı?

Naz ve niyaz makamı, evet, çok yüksek bir makamdır. Çünkü bu makamda kul, Rabbinin Rahîmiyetini ve Rezzâkiyetini doğrudan temaşa eder. Allah’a karşı naz, Allah’ın kulunu sevdiğinin delilidir. Zira naz, sadece sevene yapılır. Niyaz ise kulun Rabbine olan ihtiyacının, onu zillete değil izzete ulaştırdığının şuurudur.

Bu makamı yaşayanlar için hayat; ya şükürdür ya sabır. Ya naz içinde niyaz ya da niyaz içinde naz…

  1. Hangi Hallerden Bu Makama Geçilir?
  2. İstiğna’dan fakr’a geçilir. Kişi, kendi nefsinden vazgeçip Allah’a yöneldikçe fakrını fark eder.
  3. Sebebe değil, Müsebbibü’l-Esbâb’a teveccüh edilince… İnsan, sebeplerin perde olduğunu anladığında artık yüzünü doğrudan Allah’a çevirir.
  4. Dertten derde düşüp, sonunda derdin O olduğunu anlayınca… Yunus Emre’nin ifadesiyle:
    “Bir dert verdin, bu dert beni her dertten âzâd eyledi.”
  5. Zahiri nimetlerin yokluğunda bile zenginliği bulunca… Çünkü hakiki zenginlik, fakrın bilincinde gizlidir.
  6. Tarihten ve Edebiyattan İbretler

Hz. Eyyub, niyaz makamının sultanıdır. Her şeyini kaybettiğinde değil, tam aksine “Rabbim, bana zarar dokundu, Sen Erhamü’r-Râhimîn’sin” (Enbiyâ 83) dediğinde şifa bulmuştur.

Bediüzzaman, Kur’ân’ın şefkatiyle “Ben muhtacım, o halde her şeyim O’ndan” diyerek naz ile niyazın birleştiği noktada yaşar. Fakr ve acz, onun en büyük kuvvetidir.

Mevlânâ, nazı aşk ile yoğurur: “Ben sana naz ediyorum çünkü senin sevginle doluyum. Yoksa ben kimim ki naz edeyim?”

Yunus Emre, hem naz hem niyazdır:
“Ben yürürüm yâne yâne, aşk boyadı beni kane, Ne âkilim ne divâne, gel gör beni aşk neyledi.”

  1. Bilimsel ve Akli Bir Bakışla: Psikolojik Derinlik

İnsan psikolojisinde ihtiyaç ve güven, varoluşa yönelik iki ana eksendir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde “kendini gerçekleştirme” en üstte yer alırken; İslâmî yaklaşımda “Allah’ı tanımak ve O’na kul olmak” nihai hedeftir. Burada naz, güvenin, niyaz ise ihtiyaç hissinin bir tezahürüdür.

Niyaz hâli, modern psikolojide “varoluşsal kırılganlıkla baş etme” aracıdır. Naz ise sevgi ve aidiyetin bir tezahürüdür. İkisi birlikte, insanı hem tevazuya hem de itminana ulaştırır.

VII. Sonuç ve Hikmetli Kapanış

Naz ve niyaz makamı, kulun Allah karşısında kendini bulduğu, kaybetmekle kazandığı, fakr ile zenginleştiği yerdir. Bu makam, bir dua makamıdır, bir tevekkül makamıdır, bir aşk makamıdır.

Fakr, zenginliğin; acz, kudretin kapısını açar. Kul Rabbine muhtaç olduğunu anladıkça, aslında her şeye sahip olduğunu fark eder. Naz ile talep eder, niyaz ile secdeye varır.

Makale Özeti

Naz ve niyaz makamı, kulun Allah’a olan ihtiyaç ve güven dengesini kurduğu yüksek bir manevî makamdır. Bu makama; fakr, şükür, dua ve tevekkül gibi hallerle ulaşılır. Tarihî şahsiyetler ve sufîler bu hali yaşamış, fakr ile iftihar etmişlerdir. Psikolojik olarak da bu makam, insanın hem iç huzurunu hem varoluşsal bağını güçlendiren bir duraktır. Naz, sevginin; niyaz ise teslimiyetin lisanıdır. Kul, Rabbine yöneldikçe hem naz eder, hem niyaz eder; hem muhtaç olur, hem izzet bulur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 12th, 2025

Medeniyetin Parlak Yüzü mü, Maneviyatın Sessiz Çöküşü mü?

Medeniyetin Parlak Yüzü mü, Maneviyatın Sessiz Çöküşü mü?

“Şu zamanın medenî engizisyonu müdhiş bir vesile ile, bazı ezhanı telkîh ile, bir kısım nâmeşru’ evlâdını vücûda getirip, İslâmiyet’e karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. 

   Diyanetsizliğe veya lâübaliliğe veya Hristiyanlığa temayüle veya İslâmiyet’ten şübhe ile soğutmaya bir kapı açmak ister. 

İşte o desise şudur: “Ey Müslüman bak! Nerede bir müslim varsa binnisbe fakir, gafil, bedevîdir. Nerede Hristiyan varsa, bir derece medenî, mütenebbih, ehl-i servettir. Demek?.. ilâ âhir.” 

   Ben de derim ki: 

   -Ey Müslüman! 

   Biri maddî, biri manevî Avrupa rüchanının iki sebebinin şu netice-i müdhişiyle; o neticenin tesir-i muharribanesine karşı, mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetme, dört el ile sarıl. Yoksa mahvolursun. 

   Evet biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır. Biri maddî, biri manevîdir. ”
Âsâr-ı Bediiye

Bir Zamanın Desisesi, Bir Ümmetin İmtihanı

Giriş:

Tarih boyunca hak ve bâtılın mücadelesi yalnızca kılıçlarla değil, fikirlerle, telkinlerle ve “medeniyet” adı altında sunulan sinsi planlarla da yürütülmüştür. 20. yüzyılın başlarında Bediüzzaman Said Nursî’nin nazarları, zamanının derin akıntılarını çözüme kavuşturarak, Müslüman toplumlara karşı yöneltilen fikrî saldırılara ışık tutar. Yukarıdaki paragrafta geçen ifadeler, “medenî engizisyon” adı altında yürütülen bu yeni tür sömürgeleştirme operasyonunun içyüzünü göstermektedir.

Medenî Engizisyon: Bir Fikir Kumpası

Engizisyon, Orta Çağ’da Hristiyan Avrupa’nın sapkın ilan ettiği inançlara karşı uyguladığı kanlı baskının adıdır. Ancak Said Nursî, çağdaş dönemde bu baskının kılıç ve zindanla değil; kalem, televizyon, okul ve medya aracılığıyla “medenî” kılıflarla yapıldığını ifade eder. Bugünün engizisyonu, zihinlere telkinlerle yön vererek, kendi bâtıl inanç ve anlayışlarını “doğal gerçek” gibi sunar.

Bu “medenî engizisyon”, İslâmiyet’e yöneltilen şüphe oklarını, çoğu zaman zenginlik, kalkınmışlık ve bilim görüntüsüyle bezeyerek atar. “Hristiyanlar medeni, Müslümanlar fakir” anlayışı, bu sahte üstünlüğün en önemli argümanlarından biridir. Oysa bu kıyas, sebep-sonuç açısından koparılmış, derinliksiz ve sahte bir karşılaştırmadır.

Maddî Yükselişin Ardındaki Sebepler

Bediüzzaman, Avrupa’nın maddî yükselişinin sebeplerini ikiye ayırır: biri hakikî, biri sathî. Hakikî sebep olarak, fen ve sanatı kullanarak kâinattaki ilâhî kanunlara (sünnetullah) uymaları gösterilebilir. Yani sebebe riayet etmeleri, çalışma ve disiplin gibi sünnetullah esaslarını işletmeleri, onlara teknik ve teknolojik bir ilerleme sağlamıştır.

Ancak bu ilerleme, manevî kemale ermek anlamına gelmez. Tıpkı Firavun’un serveti, Ebu Cehil’in zekâsı, Nemrud’un saltanatı gibi… Maddî başarı, hakkı temsil ettiğini göstermez.

İslâm Dünyasının Gerileyişi: Asıl Neden

Müslümanların fakir ve geri kalmış olması ise İslâmiyet’in değil, İslâm’dan uzaklaşmanın sonucudur. Namazdan, Kur’an’dan, adaletten ve ilimden uzaklaşan toplumlar, İslâm’ın nurunu söndürmediler ama kendilerini karanlığa mahkûm ettiler.

Bu düşüş, tesadüfi değil; içimizdeki gafletin, dışımızdaki düşmanla birleşmesinden doğmuştur. Müslümanların ilimden kopması, taassup ve taklitle iktifa etmesi; içtimaî ve siyasî bir durgunluğa yol açmış; neticede Batı’nın emperyalist planlarına açık hale gelmiştir.

Zihinlere Zerk Edilen Şüphe: Bir Sömürge Aracı

“Bak! Onlar zengin, biz fakiriz” sözü, sadece bir gözlem değil; arkasında bir maksat barındırır: Müslüman’ın kendi inancından, kimliğinden utanmasını sağlamak…
Bu kompleks hali, bireyi önce kendi medeniyetine karşı yabancılaştırır; ardından başka bir medeniyete özendirir. Zihinlerde İslâm’a karşı bir soğukluk meydana getirerek, Hristiyanlığa temayül ettirir.

Ama bu yöneliş, bir aklın değil; bir hipnozun ürünüdür. Tıpkı şekeri yaldızlı bir zehire dönüştüren bir el gibi…

Çözüm: Dört Elle İslâmiyet’e Sarılmak

Bediüzzaman, bu tehlikeye karşı reçetesini çok net şekilde verir:
“İslâmiyet’ten elini gevşetme, dört el ile sarıl!”
Çünkü bizi medeniyet değil, iman ayakta tutar. Bizi Avrupa’nın fabrika bacaları değil, Kur’an’ın aydınlatıcı nur ve hikmeti kurtarır.

Çünkü bizim “yükselmemiz”, teknolojiyi ithal etmekle değil; ruhumuzu ihya etmekle mümkündür. Hakiki terakki, ilmin ve imanın beraberce yürüdüğü yoldur.

Sonuç: Hakikî Medeniyetin İzi

Gerçek medeniyet, insanın hem aklını hem ruhunu besleyen; hem bedenini hem vicdanını aydınlatan bir sistemdir. Eğer yalnızca maddî terakki varsa ama manevî çöküş yaşanıyorsa, bu medeniyet değildir — bir aldatmacadır.

İslâm, bize hem dünya hem ahiret saadetini vaad eden tek nizamdır. Bu nizamdan uzaklaşmak, hem bu dünyayı hem öbür dünyayı kaybetmektir. Bize düşen, bu oyunu görmek ve oyuna gelmemektir.

Özet:

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “medenî engizisyon” kavramı merkeze alınarak, Batı’nın fikir ve kültür üzerinden İslâm dünyasına yönelttiği sistemli saldırı ele alınmıştır. Hristiyan dünyasının maddî yükselişiyle Müslümanların manevî üstünlüğü arasında yanlış kıyaslar yapılarak, zihinlerde bir aşağılık kompleksi inşa edilmek istenmektedir. Bu tuzaktan kurtulmanın tek yolu, İslâmiyet’e dört elle sarılmak ve ilimle, imanla yükselmenin yollarını aramaktır. Aksi halde “medeniyet” sandığımız şey, bizi biz olmaktan çıkaran bir esaret zincirine dönüşecektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 12th, 2025