Vicdanın Kuşatması: Gazze’de Sessizliğe Mahkûm Edilen İnsanlık

Vicdanın Kuşatması: Gazze’de Sessizliğe Mahkûm Edilen İnsanlık

GİRİŞ: ZULMÜN FOTOĞRAFI DEĞİL, SESİ GEREKİR

Gazze’de bombalar sadece binaları değil, insanlığın hafızasını da yıkıyor. İsrail’in başlattığı ve uzattığı bu kıyım artık sıradan bir savaş değil; tarihe “ahlakın çöküşü” olarak yazılacak bir insanlık trajedisidir. Dünya, ateşin ortasında açlıktan ölen çocukları seyrederken; suskun kalan vicdanlar, en az bombalar kadar yaralayıcıdır. Bu yazı, rakamların arkasındaki sesi arıyor: Sessizliğin çığlığını…

  1. GAZZE: YERLE BİR OLAN SADECE ŞEHİRLER DEĞİL, VİCDANLARDIR

UNICEF’in verileri açık: Sadece haziran ayında 5.800 çocuk yetersiz beslenmeden muzdarip. Binden fazla çocuk şiddetli akut açlıkla yüz yüze. Bunlar bir ülkenin değil, insanlık ailesinin çocukları. Her çocuğun gözünde aynı umut, aynı korku vardır. Ama bazı çocukların gökyüzü füzeyle, gündüzü yıkımla doludur. Bu tabloyu sadece “İsrail-Filistin meselesi” diye özetlemek, zulme felsefe uydurmaktır.

  1. TARİHİN TANIKLIĞI: ZULÜM, HER ZAMAN KAYBEDER AMA GEÇ KAYBEDER

Tarih bize öğretir: Zulüm kalıcı değildir; fakat uzun sürebilir.

Firavun, bebekleri öldürerek gücünü pekiştirmeye çalıştı, ama o bebeklerden biri olan Musa (as), zalimin sonunu hazırladı.

Nemrut, ateşiyle tehdit etti, ama ateş serin oldu İbrahim (as) için.

Hitler, Yahudi çocuklarını kamplarda aç bıraktı; bugün aynı zulüm, Gazze’de onların torunları tarafından uygulanıyor.

Tarih, bu tür çelişkileri not alır. Kanla yazılmış defterler asla kapanmaz. Ve her mazlumun duası, zalimin korkulu rüyası olur.

III. BİLİMSEL BİR GERÇEK: AÇLIK YALNIZ MIDENİN DEĞİL, RUHUN YIKIMIDIR

Bir çocuğun birkaç gün aç kalması, onun sadece fiziksel gelişimini değil, beyin yapısını da kalıcı olarak etkiler. Yetersiz beslenme, öğrenme bozukluklarına, dikkat dağınıklığına ve duygusal travmalara yol açar.
Bunu bilen İsrail, sadece çocukları öldürmüyor; hayatta kalanları da geleceksiz bırakıyor.

Açlık, bir savaş aracı değil; insanlığa karşı suçtur. Uluslararası hukuk, bunu net tanımlar: Aç bırakmak da soykırımdır.

  1. ZULMÜN İÇ POLİTİKAYA ALET EDİLMESİ: SİYASETİN İFLASI

New York Times’ın haberine göre İsrail Başbakanı Netanyahu, siyasi çıkarları uğruna ateşkesi reddetti. Savaşın uzamasıyla hem aşırı sağcı ortaklarını memnun etti hem de kendi iktidarını sağlamlaştırdı. Bu tablo, bir liderin politik ikbal için bir halkı kurban ettiği isbatıdır.
Savaşın değil, zulmün siyasetidir bu. Bu bir devletin değil, bir despotizmin resmidir.
Bir liderin gücünü artırmak uğruna çocukların cesetleri kullanılıyorsa, orada insanlıktan değil; vahşetin matematiğinden söz edebiliriz.

  1. İSLAMÎ VE KUR’ANÎ BAKIŞ: MAZLUMUN YANI ALLAH’IN YANIDIR

Kur’an’da mazlumun duası ile Allah arasında perde olmadığı bildirilmiştir:

> “Mazlumun duasından sakın, çünkü onun duası ile Allah arasında perde yoktur.”
(Hadis-i Şerif – Buhârî, Mezâlim, 21)

Ve Kur’an, zalimlerle işbirliği yapanları da uyarır:

> “Zalimlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur.”
(Hud, 11/113)

Gazze’deki direniş, sadece fizikî değil; ahlakî bir direniştir. Müslümanlar için Gazze, bugün bir coğrafyadan öte, bir duruştur, bir sınavdır.

  1. MANTIKİ VE AHLAKİ TARTI: KİM ZALİM, KİM MAZLUM?

Kimin tankı var? İsrail’in.
Kimin uçakları var? İsrail’in.
Kimin nüfuzu var? İsrail’in.
Peki, kim açlıktan ölüyor? Gazze’nin çocukları.

O hâlde kim daha güçlü değil, kim haklıdır sorusunu sormalıyız.
Zulme karşı tarafsız kalmak, zalimden yana olmaktır.
Vicdan susarsa, siyaset bağırır. Ahlak susarsa, silah konuşur.
Ve sustukça, çocuklar ölmeye devam eder.

SONUÇ: BU YIKIMIN ALTINDA KALAN BİNALAR DEĞİL, VİCDANLARDIR

Gazze’de yaşananlar, savaş değil; soykırımdır. Açlığa mahkûm edilen çocuklar, sadece Gazze’nin değil; tüm dünyanın ortak evlatlarıdır. Ve sessiz kalan her ülke, her insan, bu suça ortak olmaktadır.

Bir milletin felaketi karşısında susmak, insanlıkla olan bağları koparır. Gazze’deki zulüm, sadece bombalarla değil; dilsiz, hissiz kalplerle de sürmektedir.
Bugün Gazze’ye değil, insanlığa yardım etme günüdür.

ÖZET

Gazze’de açlıktan ölen çocuklar ve bombalarla yok edilen hayatlar, bir savaşın değil, insanlığın tükenişinin göstergesidir. İsrail’in bu zulmü, siyasi çıkar için uzattığı belgelerle sabitken; dünya kamuoyunun sessizliği, daha büyük bir felaketi haber veriyor. Bu bir savaş değil, zalim ile mazlum arasındaki ahlaki bir cephedir. Vicdanların sustuğu, ahlakın yıkıldığı, siyasetin felç olduğu bu ortamda, Gazze sadece Filistin’in değil; insanlığın aynasıdır. Ve bu aynaya bakan herkes, kendisini görecektir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

İttikanın Sırrı: Sanatta Kemâl, Tesirde Tevhid ve Vasıtasız Kudret

İttikanın Sırrı: Sanatta Kemâl, Tesirde Tevhid ve Vasıtasız Kudret

“Eğer îcaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi, hem bizzarûre eser-i ittikan, kemâl-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mahiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî’den bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”
Âsâr-ı Bediiye

(Bediüzzaman’ın sanat, tesir, ihtiyar ve yaratılış üzerine hakikatli bir tefekkürü)

GİRİŞ: Sanatın Arkasındaki Sır Kimindir?

Evren, baştan sona bir “ittikan” (en ince ayrıntısına kadar kusursuz işçilik) ile dokunmuştur.
Bir atomun içindeki nizam ile bir galaksinin dönüşündeki ahenk, aynı kemâlin farklı tecellileridir.
Bir arının petek örmesi ile beyin hücrelerinin bilgi işlemesi aynı tasarımın yansımasıdır.

Ve bu sanatta görülen şey mütemadiyen kusursuzluktur.
Soru şudur:

> Bu ittikan kime aittir?
Bu kusursuzlukta vasıtanın payı var mıdır?
Yaratılışta hakiki fail kimdir?

İşte Bediüzzaman, Âsâr-ı Bediiye’de bu soruları cevaplarken, aklı ve kalbi aynı çizgide buluşturan bir tevhid perspektifi sunar.

  1. İcadda Vasıta Olsa Ne Gerekirdi?

> “Eğer îcaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi…”

Eğer yaratılış bir aracıya –örneğin tabiat, sebepler veya atomlar gibi maddî unsurlara– verilseydi, bu aracının:

Her şeyi bilen bir şuur-u küllîye,

Sonsuz bir iradeye,

Mükemmel bir kudrete
sahip olması gerekirdi.

Ama ortada ne akıl, ne idrak, ne de şuurlu tercih vardır.

Dolayısıyla:

Sebeplerin tesiri hayaldir.

Gerçek tesir Allah’a aittir.

  1. Sanatın Her Yerdeki Kemâli: Küçükte Büyükte Aynı Hassasiyet

> “En âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemâlde, mahiyetin kameti nisbetindedir.”

Bir sineğin kanadında görülen ince nizam, bir kartalın uçuşundaki ustalıkla yarışır.
Bir hücredeki DNA dizilimiyle bir gezegenin yörüngesi, aynı elden çıkmış gibi aynı sanat ölçüsüne sahiptir.

Buradan çıkan sonuç:

Eğer bu işler sebeplere bırakılmış olsaydı,

Küçük işlerde savrukluk,

Basit canlılarda rastgelelik,

“Âdi” yaratılışlarda dikkatsizlik olurdu.

Ama görüyoruz ki:
Her varlık, sanatın zirvesinde yaratılıyor.
Bu da gösteriyor ki:

> Sanattaki ittikanın kaynağı bir vasıta değil, vasıtasız bir Kudret’tir.

  1. Yakınlık ve Uzaklık Kıyasını Bozan Kudret

> “Demek Müessir-i Hakikî’den bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir.”

Yani yaratıcı, bazı şeyleri “yakından”, bazılarını “uzaktan” yaratıyor değil.
Ya da küçükleri doğrudan, büyükleri dolaylı yapıyor değil.

Çünkü:

Allah için uzak–yakın farkı yoktur.

Basit–karmaşık ayrımı geçerli değildir.

Kudret için zorluk–kolaylık yoktur.

Bu bakış, tevhidî bakıştır.
Sebepleri inkâr etmez ama onlara hakikî tesir vermez.
Her şeyde Hakk’ın kudreti doğrudan işler.
Ve bu kudret, zerredeki ittikanla da, yıldızdaki nizamla da aynı derecede mükemmeldir.

  1. İnsan ve Kusurlu Sanatı: İhtiyarın Delili

> “İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.”

İnsan yaptığı işte genellikle hata yapar.
Noksanlık olur. Bazen mükemmel yapar, bazen eksik kalır.
Çünkü:

İnsan muhtardır (seçme hürriyeti vardır).

Ve onun işinde cebir yoktur (zorunluluk yoktur).

İnsan her ne kadar “eser” verse de, bu eserindeki eksiklik, onun:

Mecbur değil,

Seçen, irade eden bir varlık olduğunu gösterir.

Dolayısıyla:

> Eserdeki kusur, ihtiyarın ispatıdır.
İhtiyar ise mesuliyetin temelidir.
Mesuliyet de insanı imtihana tâbi kılar.

  1. Akıl, Bilim ve Hikmet Yönünden Yaratılışta Tevhid

Aklen: Tesadüf ile mükemmel sanat olmaz.

Felsefî olarak: Vasıta olan madde, kudretsizdir.

Bilimsel olarak: Canlılıkta tesir eden güç, fizikî sebeplerle izah edilemez.

Mantıken: Sanatta tek el izi varsa, çokluk iddiası düşer.

İlmî olarak: Genetik, biyoloji ve fizik, sebeplerin sınırlı olduğunu ve onları işleten daha büyük bir düzenleyici bulunduğunu gösterir.

Bütün bunlar birleştiğinde:

> Her şeyde doğrudan Allah’ın sanatı ve kudreti vardır.
Sebep görünür, ama sebep değildir.
Varlık bir sahnedir ama perde arkasında bir Mutasarrıf-ı Hakikî çalışır.

SONUÇ: Vasıtasız Kudret, Kusursuz Sanat

Bediüzzaman’ın bu veciz ifadesi, hem varlığa, hem sanata, hem de insana bakışı değiştirir.
Yaratılışta hiçbir şey başıboş değildir.
Her şey, hikmetli ve kusursuz bir nizama göre vücut bulur.
Ve bu nizamda, sebepler ancak bir perdedir.
Perdeyi kaldırınca, arkada sadece Allah’ın kudreti ve ilmi kalır.

İnsanın eserindeki kusur, onun ihtiyar sahibi olduğuna delildir.
Fakat Allah’ın eserindeki mutlak kemal, O’nun vasıtasız ve kusursuz yaratışına şahittir.

MAKALE ÖZETİ

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin “Eğer icaddaki vasıta hakiki olsaydı…” cümlesinden hareketle yaratılışta sebeplerin rolü, hakiki tesir sahibi olan Allah’ın kudreti, sanatta gözlenen mükemmel ittikanın vasıtasızlıkla olan ilişkisi, insanın eserlerindeki kusur üzerinden ihtiyar ve cebir meselesi, aklî ve ilmî delillerle tevhidî bakış açısı irdelenmiştir. Sonuç olarak, kainatta her şeyde doğrudan Allah’ın kudreti işler; vasıtalar yalnızca birer görünüşten ibarettir. Sanatın mutlak kemâli, vasıtaların değil, Müessir-i Hakikî olan Allah’ın eseridir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Sülûkun Yol Haritası: Ene’nin Çöküşü ve Tevazuun Yükselişi

Sülûkun Yol Haritası: Ene’nin Çöküşü ve Tevazuun Yükselişi

“Bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, Fena fillah makamını görür. Gayr-ı mütenahî makamatta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakikî Hristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyanda, “ene” levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli, makam sahibi bir adam Hristiyan olsa, mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayd olur.”
Âsâr-ı Bediiye

(Bediüzzaman Said Nursî’nin enaniyet ve sülûk anlayışı üzerine derinlikli bir tefekkür makalesi)

Giriş: Yolun Başlangıcı Tevazudur

Tasavvuf ve maneviyat yolculuğu, doğası gereği nefsin dar kalıplarından çıkmayı; “ene”nin (benliğin) daracık kabuğunu kırmayı hedefler.
Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye’de bu yolculuğun başını ve sonunu şöyle tarif eder:

> “Bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, Fena fillah makamını görür.”

Yani bu yolda ilerlemenin ilk adımı: başını eğmektir.
Son durağı ise: benliğin bütünüyle Allah’a feda edilmesidir.
Makamlardan geçilir ama esas olan, her adımda “ene”nin erimesidir. Bu makalede, İslâmî sülûkun aklî, felsefî, tarihi ve manevî boyutları; “ene”nin hakikati ve çöküşü; Batı düşüncesiyle karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır.

  1. Sülûkun Ruhu: Tevazu, Mahviyet ve Fena Fillah

İslam maneviyatında “sülûk”, kişinin nefsiyle olan iç yolculuğudur. Bu yol:

Tevazu ile başlar: Kendi hiçliğini bilmektir.

Mahviyetle ilerler: Kendi varlığını silmektir.

Fena Fillah ile zirveye ulaşır: Benliğini Allah’ta eritmek, O’nunla bakmak ve O’nunla duymaktır.

Bu bir yok oluş değil; hakiki bir varlık kazanımıdır. Çünkü “ene”nin perdeleri yırtıldıkça, insan Rabbini ve kendini tanımaya başlar.
İmam-ı Rabbânî der ki:

> “Fena’da beka vardır.”

Bediüzzaman ise bu hakikati şöyle işler:

> “Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner.”

Yani “ene” (benlik) ne kadar güçlenirse, manevî hayatta o kadar tehlike artar.

  1. Ene: Varlık mı, İmtihan mı?

Bediüzzaman’ın eserlerinde “ene”nin iki yüzü vardır:

Bir yüzüyle: bir ölçüdür; Allah’ı tanımaya yarayan bir anahtardır.

Diğer yüzüyle: bir tuzaktır; gurur ve kibirle insanı Hakk’tan koparır.

İslam düşüncesinde “ene”, hiçbir zaman mutlak bir değer kazanmaz. Onun “bendeki sınırlarını bilmesi”, hidayetin anahtarıdır.

Tasavvufta ise bu “ene”, çeşitli hallere bürünür:

Nefs-i emmâre (emreden nefis),

Nefs-i levvâme (pişman olan),

Nefs-i mutmainne (tatmin bulmuş nefis),
ve nihayetinde

“Râzıye” ve “Mardiyye” makamlarına ulaşır.

İşte bu yolculukta, ene yavaş yavaş sükût eder, erir ve sonunda sadece “kul” kalır.

  1. Batı’daki Ene: Tevhid Yerine Tefrika

> “Hakikî Hristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyanda, ‘ene’ levazımatıyla kuvvetleşir.”

Bu cümle, Batı düşüncesindeki “ben” kavramının dönüşümünü çok iyi özetler.
Hristiyanlık, başlangıçta tevazuya dayalı bir dindi. Fakat:

Skolastik düşünceyle katı kurallara,

Rönesans ve hümanizmle bireyin tanrılaşmasına,

Modernizmle ene’nin ilahlaştırılmasına evrildi.

Nietzsche’nin “üst insan” fikri veya Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü, bu “ene merkezli” dönüşümün temel yapı taşlarıdır.

Sonuçta Batı’da:

Müteşahhıs (benliğine aşırı bağlı),

Rütbeli,

Makam sahibi kişiler kendilerini ilahlaştırma eğilimi gösterdi.

> “Hristiyan olsa, mütesallib olur.”
Yani tahakküm eden, buyurgan ve zalimleşen bir hâle gelir.

  1. İslâm’da Ene’nin Terbiyesi: Lâkaytlık mı, Tevazu mu?

> “Fakat Müslüman olsa lâkayd olur.”

Burada geçen “lâkayd” ifadesi, Batı’daki anlamda “umursamazlık” değildir.
Bediüzzaman, burada bir Müslümanın benliğini makam, şöhret veya unvana bağlamadığını; kendini kudsî değerlerle sınırladığını anlatır.

Çünkü:

Bir Müslüman, başına hangi rütbe gelirse gelsin, o rütbeyi emanet bilir.

Makamlar, Allah adına bir hizmet vesilesidir.

Nefsini değil, vazifesini görür.

“Ben” demez, “biz” der.

Bu tavır, sadece ahlâkî değil, aynı zamanda siyasal ve sosyal düzenin selameti için de gereklidir.

  1. Tarihî ve Toplumsal Boyut: Sülûk Olmadan Sistem Çürür

Tarih bize gösteriyor ki:

İç kemâl ve sülûk olmadan, dıştaki makamlar yozlaşır.

Manevî yükseliş olmadan, dünyevî rütbe zulme ve kibire dönüşür.

Nefsini terbiye etmeyen komutan, devlet adamı, alim; iktidar zehriyle sarhoş olur.

Osmanlı’da yükselen padişahların çoğu, şeyh terbiyesinden geçmiştir.
Mevlânâ’nın, Hacı Bayram-ı Velî’nin, Şeyh Edebali’nin önünde eğilen siyaset erbabı, önce içte adam olmayı öğrenmiştir.

Modern dünyada ise sülûk unutulmuş, sadece “kariyer basamakları” kalmıştır.
Sonuç: Gurur, narsizm, doyumsuzluk, inkâr ve tükenmişlik sendromu…

Sonuç: Ene’yi Terbiye Etmeden Yol Alınmaz

İslâm maneviyatında yolculuk, kendini silerek başlar.
Sülûkun başlangıcı tevazudur, ortası mahviyettir, nihayeti Fenâ fillah’tır.
Ene’nin ve nefs-i emmare’nin kibriyle bu yolda yürünmez.
Bediüzzaman, enaniyetin sönmesini bu yolculuğun ana gayesi sayar.

Batı’da ise benlik yüceltilmiş; bu da tahakküm ve zulüm doğurmuştur.
Müslüman, benliği terbiye ederek makamda bile lâkayd, yani tevazu sahibi olur.
Hakiki sülûk, sadece tasavvufî bir hâl değil, aynı zamanda medenî, siyasî ve insanî bir zarurettir.

MAKALE ÖZETİ

Bu yazıda Bediüzzaman’ın “Bizde sülûk tevazudan başlar…” ifadesinden hareketle, İslâmî sülûkun hakikati, “ene”nin anlamı, Batı düşüncesinde benlik anlayışının dönüşümü, tevazunun medeniyet kurucu gücü, enaniyetin çöküşü ve ruhların tekâmülü ele alınmıştır.
İslam’ın iç yolculuğu, benliğin terbiye edilmesiyle başlar. Fena Fillah, bu yolda varlığın Allah’ta erimesidir. Batı’da ise tahrif edilmiş Hristiyanlık ve felsefî eğilimler, “ene”yi kutsamış ve insanı tahakkümcü yapmıştır. Gerçek yükseliş, kendini silmede; hakiki hâkimiyet, tevazuda gizlidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Kalbin Tarlası ve Hakikatin Yolculuğu: Fıtneden Uzak, Hikmete Yakın Bir Bakış

Kalbin Tarlası ve Hakikatin Yolculuğu: Fıtneden Uzak, Hikmete Yakın Bir Bakış

İnsanoğlu, varoluş sahnesinde bir misafir, her anı bir imtihan olan uzun bir yolculuğun yolcusudur. Bu seyrüseferde, yol azığı ve rehber, çoğu zaman göz önündeki maddi gerçeklikten çok, kalbin derinliklerinde saklı manevi hakikatlerdir.
Mevlânâ’nın hikmetli sözüyle “Ot kendini derde şifa sanmasın, Çare de Allah, Hekim de Allah…” diyerek başlarız bu yolculuğa.
Zira insanoğlunun acizliği ve muhtaçlığı, her şeyi kuşatan ilahi kudretin ve rahmetin bir nişanesidir. Şifayı yalnızca sebeplerde aramak, tabiri caizse otu şifa sanmak, hakiki tabip olan Allah’ı görmezden gelmektir.
Bu, hem fiziki hem de ruhi hastalıklar için geçerlidir. Kulun, diğer kul üzerinde hükümranlık taslaması, yargılaması da aynı gafletin ürünüdür.
Çünkü “Yargıç da Allah, Hakim de Allah.” Hakiki hüküm sahibi ve her şeyin iç yüzünü bilen yalnızca O’dur.
Bu derin hakikatler ışığında, insan kalbi bir tarlaya benzer. İmam Şafii rahmetullahi aleyh’in buyurduğu gibi: “Hak ile meşgul olmayan bir kalbi, bâtıl işgâl eder.” Kalbin boş kalması mümkün değildir; ya hakikat tohumları ekilir ya da batılın yabani otları yeşerir.
Hak ile meşguliyet, tevhidin nuruyla kalbi aydınlatmak, ilahi emirlere uymak, kainat kitabını tefekkürle okumaktır.

Risale-i Nur’un Şualar’da ifade ettiği gibi, “Tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mu’cizesi, suretleri açmasıdır.”
Her bir varlık, her bir çiçeğin, kuşun, hatta bir karıncanın yaratılışı, tek bir Yaratıcı’nın varlığına ve kudretine apaçık bir delildir. Bu delilleri görmek, kalbi hakikatle doldurur ve batılın işgaline izin vermez.
Ancak günümüzde, kalpleri batılın işgal etmesine zemin hazırlayan en büyük tehlikelerden biri de fıtnedir.
Tarihçe-i Hayat’ta (653) belirtildiği gibi: “Dinin şiddetle men’ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz!” Fitne, toplumda karışıklık, ayrılık ve düzensizlik çıkararak insanları hakikatten uzaklaştırır. Anarşi ise tüm hakları çiğneyen, adaletsizliğe ve zulme kapı aralayan bir felakettir. Böyle bir ortamda, günahların sıradanlaşması, normalleşmesi, hatta “özgürlük” adı altında sunulması, bir toplumu helake sürükler.
Günahın alenileşmesi, ayıp olarak görülmemesi, kalplerdeki hakikat nurunu söndürür ve batılın kök salmasına neden olur.

********

İnsanın bu dünyadaki varlığı, ruhlar âleminden başlayıp anne karnından, çocukluktan ihtiyarlığa, dünyadan kabre, berzahtan haşre ve sırattan geçen uzun bir imtihan seferidir. (Sözler 5.sh – Risale-i Nur)
Bu zorlu yolculukta, her yerin bir misafirhane olduğunu idrak etmek önemlidir.
Risale-i Nur (Şualar 474.sh‘de) ‘da belirtildiği üzere: “Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe bârdır ve herkes düşmandır.”
Bu hakikat, insanın kainata ve diğer varlıklara bakış açısını temelden değiştirir.
Eğer Allah’ın rahmetini kendimize dost edinirsek, tüm evren ve içindekiler bize dost olur; aksi takdirde her şey bize yük ve düşman kesilir.

Bu misafirhane dünya, bizlere ekilen her tohumun biçileceği bir tarladır. “Kalp bir tarladır. Kimi muhabbet eker, kimi nefret. Mahsulü ameldir. Herkes ektiğini biçer.” Bu yüzden, kalbimize ne ektiğimize dikkat etmeliyiz.

Sevapların zorlukları geçici, mükafatı kalıcıdır; günahların lezzeti geçici, azabı ise kalıcıdır. Şair Eşref’in hicivli dizeleriyle “Bir soğan soyuluyor, Yaşarıyor gözler. Bir devlet soyuluyor, Aldırmıyor öküzler” sözleri, duyarsızlaşan toplumsal vicdanın acı bir tablosunu sunar.

Bu duyarsızlık, kalplerin batılla işgal edilmesiyle, hakikate karşı körleşmeyle doğru orantılıdır.

Sonuç olarak, insanın bu fani dünyadaki asıl gayesi, kalbini hakikatle mamur etmek, fıtneden uzak durmak ve ilahi rahmete sığınmaktır.
Risale-i Nur’un işaret ettiği gibi, her varlıkta tecelli eden kudret ve tevhid delillerini okumak, kalbi diri tutar.
Bu uzun imtihan yolculuğunda, hakiki rehberimiz ve yegane yardımcımız, tüm kainatın Sahibi olan Allah’tır.

Makale Özeti:

Bu makale, insanın dünyadaki varoluşunu bir yolculuk ve kalbi bir tarla olarak ele alarak, manevi ve ahlaki değerlerin önemini anlatmaktadır.
Mevlânâ’nın ve İmam Şafii’nin sözleriyle ilahi kudretin ve kalbin hakikatle meşguliyetinin gerekliliği açıklanmıştır.
Makale, fitne ve anarşinin toplumsal zararlarını ve günahın sıradanlaşmasının bir toplumu nasıl helake götürdüğünü tarihi ve edebi göndermelerle izah etmektedir.
Özellikle Risale-i Nur’dan yapılan iktibaslarla, dünyanın bir misafirhane olduğu ve Allah’ın rahmetine sığınmanın önemi üzerinde durulmuştur. Kalbin ne ekilirse onu biçeceği ilkesiyle, sevapların ve günahların sonuçları arasındaki farka dikkat çekilmiş, toplumsal duyarsızlığın tehlikeleri ifade edilerek, kalbi hakikatle doldurmanın ve ilahi rahmete yönelmenin önemiyle son bulmaktadır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Yabancıya Yalancı, Millete Yabancı: Ruhları Kiralanmış Zihniyetin Anatomisi

Yabancıya Yalancı, Millete Yabancı: Ruhları Kiralanmış Zihniyetin Anatomisi

GİRİŞ: BİR MİLLETİN EN ZOR DÜŞMANI

Her milletin tarihindeki en büyük yıkımlar, çoğu zaman dış düşmanlardan değil, içteki yabancılaşmış ruhlardan gelir. Bunlar sayıca az olabilir; ama yerleştikleri makamlar, tuttukları mevkiler, aldıkları pozisyonlar sebebiyle etkileri büyüktür. Çünkü onlar milletin bağrında yetişmemiş, ona ait olmamış, onunla hemhâl olmamış; ama onun damarlarına sızmış bir zihniyetin temsilcileridir. Bu zihniyet; dıştan gelen istilayı mümkün kılan, işgalin içten ayağını kuran, sefaheti meziyet, esareti medeniyet zanneden bir çürümenin adıdır.

  1. TARİHÎ PERSPEKTİF: FAYTONUN ATINI BIRAKIP YERİNE KOŞAN RUH

Yüz yıl önce, işgal günlerinde bir İngiliz sefiri İstanbul sokaklarında dolaşırken, bir Osmanlı vatandaşı onun faytonunun atını çözmüş, kendisini atın yerine koşmuştu. Bu sahne, sadece trajik bir aşağılık duygusunun değil, bir zihniyetin teşhiridir. Bu ruh, ne bir ihanetin ani parlamasıdır ne de sadece o zamana ait bir garabettir. Bugün de diplomatik, ekonomik ve medya alanlarında aynı zihniyetin modern versiyonları, o atlı arabaya gönüllü hizmetkârlık yapmaktadır.

Bu insanlar “makam” için “millet”i terk ederler. “Mevki” için “milliyet”i unutur, “güç” için “şeref”i bırakırlar. Onların nazarında yerli olmak kabalıktır; milli olmak geriliktir. Onlar için Batı’nın sefaheti uygarlık; milletin irfanı ise ilkelliktir.

  1. RUHUN KİRASI: KENDİSİ OLMAYAN, HERKES OLABİLİR

Kur’an’da Firavun’un sarayında yetişip onun zulmüne boyun eğmeyen Hz. Musa örnek gösterilirken, bir de Firavun’un istibdadına alkış tutan saray efradı vardır. Onlar hem korkaktır hem fırsatçıdır. Güce tapar, zulme ses çıkarmazlar. Bugünün “küresel Firavunlarının” gönüllü hizmetçileri de bu karakterin modern kopyalarıdır.

> “Allah’a inanmayanlar, kendilerine bir azamet vehmederler. Oysa onlar alçalmışların ta kendisidir.”
(Münafıkûn, 63/5)

Kendine ait olmayanı “üstün”, kendine ait olanı “aşağı” gören bu tipler, aslında kendi şahsiyetlerinden mahrum kişilerdir. Onlar milletin arasında yaşasa da o milletin parçası değildir.
Bir milletin gücüne değil, dış güçlerin gölgesine sığınarak yükselmek isterler.

III. AKIL, MANTIK VE HAKİKAT DÜZEYİNDE BİR TESBİT

Sosyolojik olarak, kendi toplumuna yabancılaşmış entelektüel elitler, sömürgeci zihinlerin en kullanışlı aparatlarıdır.

Psikolojik olarak, aşağılık kompleksiyle kendi kültürünü değersiz gören bu yapılar, “üstün olanı taklit”le kurtuluş vehmine kapılır.

Tarihsel olarak, Tanzimat’tan bu yana “medeniyet” adına yapılan Batı hayranlığı, bazı zihinlerde millî benliğin tamamen silinmesine yol açmıştır.

Bilimsel olarak, “kendilik algısı” zayıf olan bireyler, dıştan gelen her telkine daha açıktır. Medyada, sanatta, akademide, hatta dinî yapılar içinde bile bu “kiralanmış benlikler” türer.

  1. DOKU UYUŞMAZLIĞI: EFENDİ GÖRÜNÜP KÖLE YAŞAMAK

Bu zihniyetin en belirgin vasfı şudur: Efendi gibi görünür, ama köle gibi yaşar. Ülke içinde milletin iradesini temsil ettiğini söyler; ama kararını dış odaklardan alır. Halkın arasında görünür; ama gönlü Batı’dadır. Onlar için milletin değerleri “aşılacak bir eşik”, Batı’nın değerleri “erişilecek bir zirvedir”. Bu bir zihin esaretidir, bir kimlik krizi ve ruhsatlı bir ihanettir.

  1. MİLLETİN DEĞERLERİNE YABANCI, YABANCILARA YALANCI

Bu insanlar, milletin ruh köküne yabancıdırlar. Hatta yabancılara da tam sadakat gösteremezler. Çünkü onlar şahsiyetli bir köle bile değildirler. Onlar sadece kullanışlı birer “araç”tır. Sefih Batı kültürüyle iç içe yaşamayı “ilerleme”, millî kültürle yaşamayı ise “gerileme” sayarlar. Ama aslında ne Batı’nın ne Doğu’nun adamı olabilirler. Kökü olmayan hiçbir ağaç meyve veremez.

  1. BİR İSTİLADAN DAHA TEHLİKELİSİ: ZİHNİN İŞGALİ

Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike, sadece ekonomik veya askeri saldırılar değildir. En tehlikelisi, “yerli görünümlü yabancı” akıllardır.

Bunlar darbelerle gelir, milletin iradesini boğarlar.

Bunlar medya üzerinden milletin değerlerini aşağılarlar.

Bunlar uluslararası platformlarda kendi devletini şikayet ederler.

Bunlar kendi milletine “geri kalmış”, efendilerine “ilerici” derler.

Ve hepsi, “tarladaki ayrık otları gibi”, bir kere temizlenmezse, kök salıp ürer. Onların problemi sadece davranış değil, tohum meselesidir. Mayasında yabancılık, özünde kimliksizlik vardır.

SONUÇ: BİR MİLLETİN DİRİLİŞİ, KENDİ TOHUMUNU TANIMASINDADIR

Bu ülke, nice düşmanı yendi; ama en büyük savaşı hâlâ kendi içindekilerle vermektedir. Bugün yeniden millî şahsiyeti inşa etmenin, medenî özgüveni ayağa kaldırmanın vakti gelmiştir.
Bu milletin toprağı temiz, tohumu sağlamdır. Ancak yabancı tohumlar, içimize ekilmeye çalışılmaktadır. O yüzden mesele, sadece işgal değil; zihinsel istiladır.

Millet olarak, kökümüze dönmek; bu toprakların değerini yeniden keşfetmek; efendi gibi yaşamak için, başkasına kul olmayan bir şahsiyet inşası şarttır.

ÖZET

Türkiye’de azınlığın da azı bir kesim, tarih boyunca olduğu gibi bugün de dış güçlerin menfaatine çalışmaktadır. Bu insanlar, milletin değerlerine yabancı, dış güçlere ise yalaka bir tavır içindedir. Batı hayranlığı, aşağılık kompleksi ve makam için şahsiyetini satan bu zihniyet, milletin ruhuyla bağdaşmaz. Tarihî örneklerle, sosyolojik tahlillerle ve psikolojik bakışla bu kişilerin aslında sadece işgalin aracı olduğu görülür. Çözüm, milletin kendi değerlerini tanıması, kendi tohumuna dönmesi ve her türlü zihinsel işgale karşı uyanık olmasıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Ruhun Dirilişi: Pasiflikte Çürüyen İnsan, Faaliyette Yeşeren Tohumdur

Ruhun Dirilişi: Pasiflikte Çürüyen İnsan, Faaliyette Yeşeren Tohumdur

İnsan ruhu, yaratılış itibarıyla yüksek istidatlarla donatılmıştır. Ancak bu istidatlar, hareketsizlik ve rehavet ortamında körelir, çürür ve yok olur. Tıpkı toprağa atılmayan bir tohum gibi… Oysa tohumun karanlık, soğuk ve basınçlı toprak altında çatlayarak dirilişe geçmesi gibi; insan da sıkıntılarla, meşakkatlerle, mücadeleyle yoğrularak yükselir. Bu hakikatin ilk temsilcisi Hz. Âdem’dir. Cennet gibi hazır bir ortamdan, zorluklarla dolu dünya hayatına gönderilmesi; insanlık tarihine yön veren büyük bir ilim, ibret ve hikmet dersidir.

  1. RUHUN ÇÜRÜMESİ: PASİFLİĞİN İNSAN ÜZERİNDEKİ TESİRİ

Kur’an’da, insanın gafletle, boşlukta ve amaçsızlık içinde kaldığında kendi nefsine zulmettiği açıkça beyan edilir:

> “Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz.”
(Tâhâ, 20/124)

Bu ayet, pasifliğin ve ilâhî gayeden uzak bir yaşamın nasıl bir ruh çöküşü meydana getirdiğini açıkça ortaya koyar. İnsanın potansiyeli, sorumlulukla ve çabayla ortaya çıkar. Sadece hazırda duran nimetler ve rehavet, insanı çürütür.

  1. FAALİYETİN YEŞERTTİĞİ RUH: HAREKETTE BEREKET VARDIR

Kur’an-ı Kerim’de sıkça geçen “salih amel” kavramı, sadece iyi niyet değil; bu niyetin fiile dönüşmüş hâlidir. Yani “aktif bir iman”dır. Müminin tanımı da budur: İnanan ve inancını amele dönüştüren.

> “İman edip salih amel işleyenler için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır…”
(Bakara, 2/25)

Faaliyetle beslenen bir ruh, Allah’ın rızasına ulaşır. İslâmiyet’in tebliği, fetihleri, medeniyetleri; hepsi aktif ruhların eseridir. Hiçbiri pasiflikten, konfordan doğmamıştır.

III. HZ. ÂDEM’İN CENNETTEN DÜNYAYA İNİŞİ: HAZIRDAN HİKMETE

Hz. Âdem’in yaratılışı, Kur’an’da çok detaylı anlatılır. Cennette yaratılan bu ilk insan, bir emirle dünyaya gönderilmiştir. Bu iniş (nüzul), bir düşüş değil; bir yükselişin başlangıcıdır.

> “Dedik ki: Hepiniz oradan inin. Artık benden size bir hidayet geldiğinde, kim Benim hidayetime uyarsa, onlar için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”
(Bakara, 2/38)

Cennet, rahmetin ve lütfun tam tecellisiydi; dünya ise terbiyenin ve tezkiyenin alanıdır. Dünya, Hz. Âdem ve evlatlarının “tohum gibi” toprağa ekildiği bir arınma meydanıdır.

  1. TOHUM VE TOPRAK BENZETMESİ: GİZLİ BİR YASANIN TEBESSÜMÜ

Tohumun yeşermesi için karanlık toprağa gömülmesi gerekir. Bu karanlık, yok oluş değil; dirilişin habercisidir. Pasif, serin, hazır bir tabakada kalan tohum çürür. Ama toprağın içindeki nem, basınç, sıcaklık ve mikro yaşamla temas eden tohum çatlar, kök salar, filiz verir.

İnsan ruhu da böyledir. Zahmetli hayat şartları, deruni tekâmülün mayasıdır. Kolaylık değil, zorluk insanı inşa eder. Bir bebek, anne rahmindeki karanlıkta gelişir. İnsanın en kıymetli organı olan kalp, göğüs kafesinin karanlığında, basınç altında atar. Görünüşte zahmet, içte rahmet saklıdır.

  1. TARİHTEN İBRETLER: ZORLUKLARDA YÜKSELENLER

Hz. Yusuf (as), zindanda çürümek yerine rüyaları yorumladı ve bir medeniyeti yönetti.

İmam-ı Azam Ebu Hanife, zorluklar içinde ilim üretti, fıkhı sistemleştirdi.

Bediüzzaman, zindanlarda ve sürgünlerde “Risale-i Nur” gibi bir diriliş mektebi kurdu.

Hepsinde ortak olan şudur: Konfor değil, çile onları büyüttü.

  1. BİLİMSEL BAKIŞ: NEDEN HAREKET GELİŞİM GETİRİR?

Modern psikoloji ve nörobilim, insan beyninin ancak yeni deneyimlerle, zorlayıcı ama yapılandırıcı faaliyetlerle geliştiğini ispatlamıştır. Sinapslar, yeni öğrenmelerle güçlenir; monotonluk, zihinsel gerileme getirir. İnsanın duygusal ve ruhsal gelişimi de sosyal, entelektüel ve fiziksel mücadele ile şekillenir.

Pasif kalan beyin hücreleri bile zamanla ölürken, aktif olanlar çoğalır. Tıpkı işlemediğinde paslanan bir kılıç gibi, ruh da hareketsiz kaldığında faaliyetlerini yitirir.

VII. DÜŞÜNDÜRÜCÜ SONUÇLAR VE HİKMETLİ YORUMLAR

Ruhsal çöküntülerin çoğu, amaçsızlık ve faaliyet eksikliğinden doğar.

Hakikat, mücadele ile görünür hâle gelir.

Cennet, amelin değil; lütfun mekânıdır; ama dünya, amel meydanıdır.

Cennet’te olsaydık “insan” değil “melek” olurduk. Ama biz, “kul”uz. İmtihanla yükselecek mahlukuz.

> “İnsan için ancak çalıştığı vardır.”
(Necm, 53/39)

SONUÇ: DÜNYA BİR ZİNDAN MI, BİR BAĞ MI?

Evet, mümin için dünya bir zindandır. Ama bu zindan, ruhun eğitim alanıdır. Hz. Âdem’in cennetten çıkışı, aslında bir ilahî okulun kapısının açılışıdır. Bu dünyada emekle, çabayla, acıyla yeşeren ruh; ebedî baharın sahibi olur. Cennet, bu çilenin mükâfatı değil; bu emeğin semeresidir.

ÖZET:

İnsan ruhu, pasiflikte çürür; ancak faaliyetle gelişir ve yeşerir. Hz. Âdem’in cennetten dünyaya gönderilmesi, insanın gelişimi için gerekli olan zorlukların sahnesidir. Tohumun toprağa düşüp gelişmesi gibi, insan da ancak meşakkat içinde olgunlaşır. Hem ayetler hem tarihî olaylar hem de bilimsel veriler; insanın ruhi ve zihni tekâmülünün ancak mücadeleyle mümkün olduğunu gösterir. Cennetten dünyaya inmek bir düşüş değil, bir diriliş başlangıcıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Sır: Tekâmülün Kanunu ve Hayatın Nizamı

Sır: Tekâmülün Kanunu ve Hayatın Nizamı

“Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedid ve mütenevvi lezzet, tegayyür-ü âlemin mayesi ve kanun-u tekâmülün nüvesidir. Zindandan bostana çıkmak, dâneden sünbüle geçmek ayn-ı lezzettir. Faaliyet istihaleyi tazammun etse, lezzet tezayüd ederek taşar. Vazifedeki külfeti taşıttıran o tattır. Zîşuura nisbeten gayetteki kemâl, ne kadar cazibedarsa, “Lâmüdrike”ye nisbeten nefs-i faaliyet öyle cazibedardır, sa’ye sevkeder. Bu sırdandır ki: Rahat zahmettir, zahmet rahattır.”
Âsâr-ı Bediiye

(Bediüzzaman Said Nursî’nin faaliyet, tekâmül ve zahmet anlayışı üzerine derinlikli bir tefekkür yazısı)

Giriş: Lezzet Nerede Gizli?

Modern insan mutluluğu hep “rahat”ta aradı. Kolay olanın, zahmetsizin peşine düştü. Fakat tarihin, hikmetin ve insan fıtratının bize anlattığı başka bir gerçek var:

> “Rahat zahmettir, zahmet rahattır.”

Bu çarpıcı ifade, Bediüzzaman Said Nursî’nin Âsâr-ı Bediiye’de faaliyet, tekâmül ve zahmet ekseninde inşa ettiği bir hakikatin anahtarıdır.
Lezzet, faaliyetle; faaliyet, istihaleyle; istihale (başkalaşım), tekâmülle; tekâmül ise zahmetle mümkündür. Ve insan, işte bu döngünün içinde, kendi hakikatini keşfeder.

  1. Kuvveden Fiile Geçmek: Hayatın Aslı ve İlerlemenin Sırrı

> “Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedid ve mütenevvi lezzet…”

Bediüzzaman burada çok temel bir hakikati ifade eder:
Kuvve, yani potansiyel hâl; fiil, gerçekleşmiş durumdur.
Tıpkı:

Tohumun fidana,

Çocuğun kemale,

Bilginin hikmete dönüşmesi gibi…

Her hareket, bir iç istidadın açığa çıkmasıdır. Ve bu geçiş süreci, göründüğü gibi “zahmetli” değil; lezzetlidir. Çünkü insanın fıtratı, gelişmeye programlanmıştır.

  1. Değişim Lezzeti: Zindandan Bostana, Dâneden Sünbüle

> “Zindandan bostana çıkmak, dâneden sünbüle geçmek ayn-ı lezzettir.”

Zindan = kuvve hâli, potansiyel.
Bostan = fiil, gerçekleşme.
Dâne (tohum) = imkân.
Sünbül (başak) = vücuda geliş.

İşte bu değişim, “acı” değil, doğal bir lezzettir. Çünkü:

Ruh, darlıkta değil; genişlikte ferah bulur.

İnsanın potansiyeli haykırır: “Ben açılmak isterim.”

Gelişmek, mutlak lezzettir.

Ve değişim sadece mekânî değil, aynı zamanda:

Ahlâkî (nefsin tezkiyesi),

İmanî (marifetin artması),

Zihnî (ilimde derinleşme) yönlerden de faaliyet ve dönüşümle mümkündür.

  1. Faaliyet ve Lezzet: Külfetin Taşıyıcısı Olan Tat

> “Faaliyet istihaleyi tazammun etse, lezzet tezayüd ederek taşar.”
“Vazifedeki külfeti taşıttıran o tattır.”

Yani zahmetli gibi görünen işler, aslında ruhî doyumun anahtarıdır. İnsanı harekete geçiren şey, sonuç değil; süreçteki tattır.

Dağa tırmanan, zirveye ulaşmak kadar tırmanmanın lezzetini arar.

Sanatçı için bitmiş eser kadar, çalışma süreci de doyurucudur.

Anne için doğum acısı, yerini tarifsiz bir şefkat ve mutluluğa bırakır.

Burada önemli olan şudur:
İnsan ruhu, pasiflikte çürür; faaliyette yeşerir.

  1. Zîşuura ve Lâmüdrike Göre Lezzet: Şuur ve Şuursuzlukta Faaliyet Farkı

> “Zîşuura nisbeten gayetteki kemâl ne kadar cazibedarsa, lâmüdrike nisbeten nefs-i faaliyet öyle cazibedardır.”

Bediüzzaman, burada şuurlu (zîşuur) varlıklar ile şuursuz (lâmüdrik) varlıklar arasındaki faaliyet farkını ortaya koyar:

Zîşuur varlıklar (insan gibi) için faaliyet, kemâle ulaşmak içindir.

Lâmüdrik varlıklar (bitki, toprak gibi) için ise faaliyet kendisi bir cezbedir.

İnsan ise bu iki yönü birlikte taşır:

Şuuruyla kemâl arar,

Fıtratıyla faaliyetten tat alır.

Bu yüzden faaliyet, hem maddî hem mânevî bir ihtiyaçtır. Boşluk insanı boğar. Durağanlık, çürütür. Hayat hareketle canlıdır.

  1. “Rahat Zahmettir, Zahmet Rahattır”: Paradoksun Hakikati

> “Rahat zahmettir, zahmet rahattır.”

Bu ifade, sathî aklın anlayışını ters yüz eder.
Gerçekten de:

Tembellik anlık bir rahatlık gibi görünür ama uzun vadede ızdıraba dönüşür.

Zahmetli işler ise başta zorluk sunsa da sonrasında derin bir tatmin verir.

Sınavlara çalışmak zahmettir, ama kazanmak en büyük rahattır.

İbadet sabır ister, ama ruhu serinletir.

Modern psikoloji de aynı sonuca ulaşmıştır:

> Anlamlı acılar, anlamsız hazlardan daha tatmin edicidir.

  1. Tarih ve Bilim Perspektifinden Faaliyet ve Tekâmül

Kaos teorisi, düzensizlikten doğan yeni düzenleri gösterir.

Nörobilim, zihinsel gelişimin yeni deneyimlerle arttığını ifade eder.

Tarih, yükselen toplumların “zahmet ve mücadele”den geçtiğini anlatır.

Osmanlı’nın yükselişi de, İslâm’ın zuhuru da bu kaideyle olmuştur:
Zahmetsiz terakki, mümkün değildir.

Sonuç: Hayatın Lezzeti, Sırrını Zahmette Saklamış

Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, hayatı sadece “haz” temelli okuyan modern aklın karşısına, tefekkür temelli bir saadet modeli koyar.
İnsan için en büyük huzur, “rahata ermek”te değil, yolda olmakta saklıdır. Çünkü hayat, bir faaliyettir; faaliyet, bir değişimdir; değişim, bir yükseliştir. Ve bu yükselişin bedeli zahmettir.

Ama o zahmetin içi doludur, anlamlıdır, tatlıdır.
Tıpkı zindandan bostana çıkmak gibi…

MAKALE ÖZETİ

Bu yazıda, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki lezzet…” ifadesinden yola çıkılarak, insan hayatındaki faaliyet, değişim, tekâmül ve zahmet ilişkisi incelenmiştir. İnsanın yaratılışı, potansiyelden kemâle yürüyen bir istihale sürecidir. Bu süreçteki zahmetler, aslında en derin lezzetlerin taşıyıcısıdır. Gerçek huzur ve tatmin, konfor alanında değil; anlamlı zahmet ve faaliyetle oluşur. “Rahat zahmettir, zahmet rahattır” sözü bu hakikatin veciz ifadesidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Masumun İmtihanı, Günahkârın Ateşi: Teklif, İbtilâ ve Ruhların Elmaslaşması

Masumun İmtihanı, Günahkârın Ateşi: Teklif, İbtilâ ve Ruhların Elmaslaşması

“Masum ekall, günahkâr ekserin musibetinden hissedâr olur. Zîrâ teklif nazarî kalsa, ihtiyar kalır; Sırr-ı teklif, hikmet-i ibtilâ tahakkuk eder. Teklifde bedahet ve zâruret olsa, ıztırar olur; Hikmet-i teklif zâyi olur. Günahkârın muhterik hânesinde bir masum, bir dest-i gaybiyle masun kalsaydı, meâdin-i ervahın medar-ı tenmiye ve tezhibi olan imtisal-i evamir ve ictinab-ı nevâhî ile elmaslaşmış “Ebubekir-i Sıddık”ın ruhu; ve aksiyle fahmleşmiş “Ebu Cehil”in ruhundan temeyyüz edemezdi.”
Âsâr-ı Bediiye

(Bediüzzaman Said Nursî’nin kader ve musibet tefekkürü üzerine bir derinlik yazısı)

Giriş: Ateşin İçindeki Elmas

İnsanlık tarihi boyunca sorulan en çetin sorulardan biri şudur:

> “Neden masumlar da musibetlerden nasibini alır?”

Bu soru sadece felsefenin ve teolojinin değil, aynı zamanda vicdanın da konusudur. Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye’de bu meseleye hem kaderî, hem imânî, hem de aklî bir zemin kazandırır. Şöyle der:

> “Masum ekall, günahkâr ekserin musibetinden hissedâr olur. Zîrâ teklif nazarî kalsa, ihtiyar kalır…”

Bu derin ifade, masumların musibetteki hissedarlığını açıklarken; kader, irade, teklif, imtihan ve ruhun tekâmülü gibi çok katmanlı kavramları birlikte işler.
Bu yazıda, bu veciz sözün ışığında “imtihanın hikmeti, musibetin sırrı ve ruhların terakkisi” akıl, iman ve tarih perspektifiyle ele alınacaktır.

  1. “Masumun Payı” Meselesi: Adalet mi, Zulüm mü?

Zahiren bakıldığında, günahkâr bir toplumun musibetinden masumların da etkilenmesi bir adaletsizlik gibi görünür. Fakat Bediüzzaman, bu zahirî çelişkiyi imtihan sırrı ile izah eder.

> “Zîrâ teklif nazarî kalsa, ihtiyar kalır.”

Yani eğer Allah, her kötülüğün sonucunu anında cezalandırsa, imtihan kalkar, ihtiyar (irade) devre dışı kalır. İnsan artık:

Sevap için değil, zorunluluktan iyilik yapar.

Günahın neticesini hemen gördüğü için korkuyla sakınır.

Bu da teklifin yani “serbest irade ile imtihan edilme” hikmetini bozar. Teklifin manası, imtihanın bilinmezliğinde saklıdır.

  1. Teklif ve Bedahet: Görünürlük Arttıkça İmtihan Azalır

> “Teklifde bedahet ve zâruret olsa, ıztırar olur; Hikmet-i teklif zâyi olur.”

Yani eğer Allah’ın varlığı, cennet-cehennem gibi mükâfat ve cezalar gözle görülür ve apaçık olsa, imtihan olmaz. İnsan iradesini kullanmaz, bir robot gibi emirleri uygular.

Bu durumda:

Sevabın kıymeti kalmaz.

Günahın vebali ortadan kalkar.

Ruhlar arasındaki fark silinir.

İmtihan sırrının işlemesi için “gayb”ın örtülü kalması gerekir. Musibetler, bu gayb perdesinin bir parçasıdır.

  1. Ruhların Elmaslaşması: Ebubekir mi, Ebu Cehil mi?

> “Günahkârın muhterik hânesinde bir masum, bir dest-i gaybiyle masun kalsaydı…”

Bu sözle Bediüzzaman, ilahî bir elin (dest-i gaybî), her musibette masumu koruyarak ayırdığını varsaymanın, teklif sırrını bozacağını ifade eder. Çünkü bu durumda:

Hayat, açık bir gösteriye dönüşür.

Herkes Allah’ın müdahalesini görerek iman eder.

İman, bir tercih değil; zorunlu bir sonuç olur.

> “Ebubekir-i Sıddık’ın ruhu ile Ebu Cehil’in ruhu temeyyüz edemezdi.”

İşte burada esas fark ortaya çıkar:

Ruhlar ibtilâ (sınanma) ile pişer.

Musibetler, imanın cevherini elmaslaştırır.

Günahkârın evi yanarken, masumun sabrı onu yıldızlaştırır.

  1. Tarihî ve Akli Örnekler: Musibetlerle Ayrışan Ruhlar

Ashab-ı Uhdûd: Yakılan çukurlarda masumlar can verdi ama imanları göğe yükseldi.

Kerbelâ: Hazret-i Hüseyin ve ailesi zahiren zulme uğradı, ama ruhları asırlarca aydınlatıcı kandil oldu.

Bosna-Srebrenitsa: Masum halk katledildi, ama zulüm ilelebet anıldı, vicdanlar uyanmaya devam etti.

Eğer Allah, her mazlumu korusa; zalimin zulmü imtihana dönüşemezdi. Eğer her iyilik hemen mükâfatlansa, ihlas kalmazdı.

  1. Bilimsel ve Felsefî Bakış: Kaosun İçindeki Düzen

Modern fizik ve kaos teorisi, evrende görünen düzensizliklerin bile derin bir düzene hizmet ettiğini söylüyor.

Evrende enerji dengesi, bazen yıkım üzerinden yeniden kurulur.

İnsanın gelişimi, zorluklar ve krizlerle tetiklenir.

Ruhî olgunlaşma, ancak acı, sabır ve metanetle mümkündür.

Aynı şekilde, sosyal yapı da böyledir:
Musibetler sadece cezalandırma değil; arınma, ayrışma ve derinleşme vesilesidir.

  1. Masumun Hissesinde Hikmet Vardır

Masumun çektiği acı:

Onun için bir terakki vesilesi,

Toplum için bir ibret levhası,

Zalim için ahirette delil olur.

Kur’ân buyurur:

> “Hiç kimse, bir başkasının günah yükünü taşımaz.” (En’âm, 164)

Ancak dünyadaki musibet, her zaman bireysel cezaya delil değildir. Bazen:

Bir kabile yüzünden şehir yanar.

O şehirdeki sabırlı masum, meleklerden üstün olur.

O musibet, toplumun uyanışına vesile olur.

Sonuç: İmtihanın Adaleti ve Ruhların Temeyyüzü

Bediüzzaman’ın bu derin tefekkürü, musibetlerin adaletsizlik değil, imtihan sırrının bir gereği olduğunu ortaya koyar.
Zalimle mazlumu, mü’minle münafığı, takva sahibiyle gafili birbirinden ayıran şey; zorluklara verilen tepkidir.
Ve bu temeyyüz (ayrışma), ahiret yurdundaki adaletin en büyük delilidir.

MAKALE ÖZETİ

Bu yazıda, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Masum ekall, günahkâr ekserin musibetinden hissedâr olur…” ifadesi merkeze alınarak, imtihan sırrı, kader, teklif, ibtilâ ve ruhların elmaslaşması konuları ele alınmıştır. Masumların musibetlerden etkilenmesi, ilahî adaletsizlik değil; teklifin, ihtiyarın ve gaybın korunması adına zaruri bir durumdur. Ruhlar, bu sayede Ebubekirî ya da Ebu Cehilî kimliğini ortaya koyar. Asıl saadet, bu dünyadaki musibetin ahiretteki ebedî adalete vesile olduğunun bilinmesindedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Kalbin İki Yüzü: Zahiri Âlemden Bâtıni Derinliğe Yolculuk

Kalbin İki Yüzü: Zahiri Âlemden Bâtıni Derinliğe Yolculuk

“Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini, sair şeylere müheyya etmiştir.”
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Kalp, İki Kapılı Bir Saray

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu ifadesi, insanın yaratılış sırrını ve deruni âlemini derin bir hakikatle özetler:

> “Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini, sair şeylere müheyya etmiştir.”

Bu veciz söz, insanın en kıymetli cevheri olan kalbin çift yönlü mahiyetine işaret eder:

Zahir, yani dış yüz, dünyevî meşguliyetlere yöneliktir.

Bâtın, yani iç yüz, Allah’a yönelmek, O’nu bilmek ve sevmek içindir.

Modern çağda insan, kalbin zahir yönünü alabildiğine geliştirirken bâtınını ihmal etmiş; sonuçta madde içinde boğulmuş, mânâsızlıkta kaybolmuştur. Bu makalede, kalbin çift yönlü yapısı, dini, felsefi, bilimsel ve ahlaki boyutlarıyla incelenecek, insanlığın kurtuluşunun ancak kalbin bâtınî yönünü ihya ile mümkün olabileceği anlatılacaktır.

  1. Kalbin Anatomisi: Sadece Bir Et Parçası mı?

Tıpta “kalp”, kan pompalayan bir organdır. Ama insan sadece biyolojiden ibaret değildir. Kur’ân ve hadislerde kalp, aynı zamanda:

İdrak merkezi,

Vicdanın mahalli,

Niyetin kaynağı,

Allah ile bağ kurulan latîfe olarak tanımlanır.

Hadiste buyrulur:

> “Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır. O düzgün olursa bütün beden düzgün olur. O bozulursa bütün beden bozulur. Dikkat edin! O kalptir.” (Buhârî)

Bu, kalbin sadece fizyolojik değil, ontolojik ve ahlakî bir merkez olduğunu gösterir.

  1. Kalbin Zahiri: Duyguların ve Dünya Hayatının Alanı

Kalbin zahiri, insanın dış dünyaya dönük yüzüdür. Gündelik hayat, alışkanlıklar, ilişkiler, zevkler, mücadeleler bu alandadır. Burası fıtraten insanın:

Sevinç duyduğu,

Üzüldüğü,

Hırslara kapıldığı,

Dünyevî hedefler edindiği alandır.

Bediüzzaman bu yönü “sair şeylere müheyya edilmiştir” ifadesiyle sınırlandırır. Yani bu alan, esas gaye değil; bir vesile, bir geçittir.

Kalbin zahiri yüzüne saplanan bir insan:

Ya maddeciliğe sapar,

Ya gösteriş ve şekilciliğe yönelir,

Ya da iç huzuru ararken tatminsizlik içinde kaybolur.

Bu yön ihmal edilmez ama merkez yapılmaz.

  1. Kalbin Bâtını: Marifet, İman ve Muhabbetin Derinliği

Kalbin bâtını, insanın Rabbiyle irtibat kurduğu en saf ve derin noktadır.

İman burada yerleşir.

Marifetullah burada inkişaf eder.

Muhabbetullah burada kemale erer.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle kalbin bâtını, dünya için değil; ebed için, eşya için değil; Allah için yaratılmıştır. Bu yüzden kalp:

Dünya dolusu mal ile tatmin olmaz.

Şöhretle doymak bilmez.

En büyük başarılarla dahi sükûna ermez.

Ancak O’nu tanımakla, sevmekle, O’na güvenmekle huzura kavuşur:

> “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.” (Ra’d, 28)

  1. Tarihî ve İlmi Yorum: Kalp İhmal Edilince Ne Olur?

Modern çağda psikoloji, insanın davranışlarını akıl üzerinden okumaya çalıştı. Ancak son yıllarda pozitif bilimler bile kalbin derinliğini kabul etmek zorunda kalmıştır.

Pozitif psikoloji, iç huzur ve şükür gibi bâtınî kavramları konuşur.

Kalp ritmi bilimi (HRV), insanın duygusal bütünlüğünü kalp üzerinden ölçer.

Bilinçaltı çalışmaları, kalbin “bâtınî bilgeliği”ni aramaktadır.

Ama ne kadar ilerlese de, modern bilim bir noktada tıkanır. Çünkü iman, marifet ve muhabbet sadece laboratuvarda değil, secdede anlaşılır.

Tarih ise bize gösteriyor:

Kalbiyle yaşayanlar, medeniyetler kurmuşlardır.

Kalbini unutanlar, fıtratla çatışıp yıkıma uğramışlardır.

  1. Kalbin Eğitimi: Zahirden Bâtına Yolculuk

Kalbin zahiri ihtiyaçları kontrol altına alındığında, bâtını parlar. Bu yolculuk:

Tezekkür ile başlar,

Tevbe ile temizlenir,

Tevhid ile istikamet kazanır,

Aşk ve muhabbet ile kemale erer.

İslam’ın ibadet sistemi, bu yolculuğu destekler:

Namaz, bâtınî derinliğin disiplinidir.

Zekât, kalbin mal sevgisini arındırır.

Oruç, zahirden bâtına geçiş eğitimidir.

Hac, kalbin tüm dünyadan soyunup Rabbiyle baş başa kalmasıdır.

Kalbin bu şekilde inşası, hem ferdi hem içtimai huzurun temelidir.

Sonuç: Kalp, Allah İçin Atmalı

Bediüzzaman’ın o veciz cümlesiyle kalp; bâtın yönüyle Allah’a, zahir yönüyle mahlûkata bakar. İnsanın mutluluğu, bu iki yönün dengesiyle mümkündür. Fakat bâtın ihmal edilirse, kalp fizyolojik olarak atsa da, manevî olarak ölür.

Kalbin bâtınını unutan bir insan:

Ne Rabbini tanır,

Ne kendini bilir,

Ne de hayatın anlamını kavrar.

O halde yapılacak şey açıktır: Kalbi, asıl vazifesiyle diriltmek. Çünkü asıl hayat, kalbin bâtınında başlar.

MAKALE ÖZETİ

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin kalbe dair yaptığı çift yönlü tasnif çerçevesinde; kalbin zahiri ve bâtınî yönleri açıklanmış, bu yönlerin fıtrî görevleri izah edilmiş, modern çağda bâtınî yönün ihmaliyle yaşanan boşluklara dikkat çekilmiştir. Kalbin bâtını iman, marifet ve muhabbet ile hayat bulur; zahiri ise bu dünyada imtihan vesilesidir. İnsan ancak bu dengeyle kemale erer, huzura kavuşur ve yaratılış gayesine ulaşır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Sosyalizm, Seküler Medeniyet ve İslâmiyet: Fikri Bir Mukayese

Sosyalizm, Seküler Medeniyet ve İslâmiyet: Fikri Bir Mukayese

“Sosyalistlik desatiri, İslâmiyetin esasatını bozamaz. Şu medeniyet-i sefihe bozuyor. Hem çok pahalı düşüyor. Zîrâ maddiyunluk ve engizisyonluk mayasıyla neşvü-nema bulan medeniyet-i hâzıra, pek çok aldatıcı ve müşevvik vesâit ile mücehhez ve câzibedârdır. O sehhâre, din ve nâmus ve fazilet mukabilinde kendini satıyor. Şa’şalı bir hayatı gösterip takdim ettiğinden; dinden, namustan, faziletten fazla rüşvet alıyor. Sosyalistlik ise; basit, sade bir hayatı takdim ediyor. Ona mukabil, kimseyi dininden, imanından, namusundan büyük bir hisseyi fedâ etmeye icbar etmediği gibi; kimse de kendinde mecburiyet hissetmez.”
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Hakikat Arayışında Yolunu Şaşıran Medeniyet

Tarih boyunca insanlık; adalet, eşitlik, huzur ve hürriyet gibi kavramların peşinden koşmuştur. Bu arayış, kimi zaman sosyalizm, kimi zaman liberalizm, kimi zaman da medeniyet adı verilen yapılarla somutluk kazanmıştır. Fakat bu ideolojilerin ve sistemlerin büyük çoğunluğu, insanın fıtratını ve ruhunu göz ardı ettikleri için ya kısa ömürlü olmuş ya da felaketle sonuçlanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye adlı eserinde modern medeniyeti, sosyalist fikirlerle karşılaştırırken esasen İslâmiyetin değiştirilemez hakikatlerine dikkat çeker. Onun şu tesbiti son derece çarpıcıdır:

> “Sosyalistlik desatiri, İslâmiyetin esasatını bozamaz. Şu medeniyet-i sefihe bozuyor. Hem çok pahalı düşüyor.”

Bu makalede, sosyalizmin İslamiyet karşısındaki etkisizliği, modern medeniyetin tehlikeli cazibesi ve bu iki fikrin ahlaki zeminleri İslam nazarından değerlendirilecektir.

  1. Sosyalizm: Sade ama Sınırlı Bir Yol

Sosyalizm; sınıfsız bir toplum, üretim araçlarının paylaşımı ve emeğin kutsanması gibi kavramlarla ortaya çıkmıştır. Temel amacı, ekonomik adalet ve eşitliktir. Fakat sosyalist düşünce, çoğu zaman maneviyatı ihmal etmiş, dini ya dışlamış ya da toplumsal bir unsur olarak küçümsemiştir.

Bediüzzaman şöyle der:

> “Sosyalistlik ise; basit, sade bir hayatı takdim ediyor. Ona mukabil, kimseyi dininden, imanından, namusundan büyük bir hisseyi feda etmeye icbar etmediği gibi…”

Yani sosyalizm, zahiren “ahlaki” bir zemine dayanır. Ama bu ahlak, menşeini ilahi bir kaynaktan almadığı için kalıcı olamaz. Oysa insan sadece midesiyle değil, vicdanı, ruhu ve aklıyla da yaşar. Sadece ekonomik eşitlik yeterli değildir; insanın kalbi, anlam ve ibadet de ister.

  1. Medeniyet-i Hâzıra: Göz Kamaştıran Bir Aldatıcı

Asıl tehlike, Bediüzzaman’a göre modern seküler medeniyettir. Çünkü bu medeniyet:

Dini dışlamaz gibi görünür ama içten içe eritir.

Namus, fazilet gibi değerleri meta haline getirir.

Zevk ve refah perdesiyle ruhu unutturur.

> “O sehhâre, din ve namus ve fazilet mukabilinde kendini satıyor. Şa’şaalı bir hayatı gösterip takdim ettiğinden, dinden, namustan fazla rüşvet alıyor.”

Burada “sehhâre” yani büyücü ifadesiyle kastedilen, modern hayatın göz boyayıcı cazibesidir. Lüks, moda, teknoloji, haz ve gösteriş üzerine kurulu bu yapı, bireyin ahlakî reflekslerini felç eder.

Ve bu medeniyetin mayası:

Bir yanda maddiyunluk (pozitivizm, materyalizm)

Diğer yanda **engizisyonluk (dine karşı baskı ve zorbalık)**tır.

  1. Sosyalizm mi, Seküler Medeniyet mi Daha Tehlikeli?

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği en önemli karşılaştırma şudur:
Sosyalizm, sade bir hayat sunar ama dinden fazla şey talep etmez.
Modern medeniyet ise refah sunar ama karşılığında iman, haya, iffet, fazilet gibi değerleri alır.

Yani:

Sosyalizm aç bırakır ama yavaş yavaş ruhu söndürür

Seküler medeniyet doyurur ama ruhu susturur.

Bu yüzden sosyalizmin desatiri (kural, ideoloji) İslamiyet’in esasatına zarar veremez; çünkü doğrudan dine çatmaz, hatta yer yer dindar kitlelerle barışık olabilir.
Ancak medeniyet-i sefihe (ahlâken yozlaşmış medeniyet), şekilcilik perdesiyle dini içten çürütür.

  1. Bilimsel ve Ahlaki Yorum: Maneviyatsız Sistemlerin Sınırı

Modern bilim, artık şunu kabul etmektedir:
Toplumların uzun vadeli huzuru, sadece ekonomiyle değil; ahlakla, maneviyatla ve ortak değerlerle mümkündür. Sosyal devletler dahi, sadece gelir dağılımı ile adaletin sağlanamayacağını kabul etmişlerdir.

Bir fikrin cazibesi, onun manevî zemininden gelir.

Bir medeniyetin gücü, onun insanı ne kadar “insan” olarak gördüğüne bağlıdır.

İslam ise sadece bir din değil, aynı zamanda ahlaki, içtimai ve fikrî bir sistem sunar. İslam’da ekonomik adalet, manevi ahlakla; özgürlük, sorumlulukla; eşitlik, kulluk şuuruyla dengelenir.

  1. Tarihî İbretler: Medeniyetin Çöküşü Nereden Başladı?

Sovyet Sosyalizmi, manevi boşluk nedeniyle çöktü.

Batı Medeniyeti, fazilet erozyonu nedeniyle çürüyor.

İslam Medeniyeti, kendi asli kaynaklarından uzaklaşınca çözüldü.

Bediüzzaman’ın vurgusu şudur:

> “Hak kısmına sahip olmalı…”
Yani her fikrin içinde bir hak parçası olabilir. Ancak bu parça, İslam’ın hakikat terazisinde tartılmazsa batıla hizmet edebilir. Sosyal adalet, sadece sistemle değil, iman ve ahlakla kaim olur.

Sonuç: İslâmiyet, Kendi Hakikatine Sahip Çıkmalıdır

Bediüzzaman’ın bu pasajda altını çizdiği hakikat çok açıktır:

> Modern çağda ne sosyalist fikirler, ne de Batı medeniyeti İslâmiyet’in özünü sarsamaz. Ama Müslümanlar gafletle kendi değerlerinden uzaklaşırsa, başkalarının sistemlerini yüceltip kendi madenini görmez hale gelir.

Bugün yapılması gereken:

Sosyal adaleti İslamî esaslarla kurmak,

Medeniyeti ahlakla yoğurmak,

Fikri, imanın nuruyla yüceltmektir.

Aksi halde ya aşırı sadeleşip köksüzleşiriz ya da şaşaaya kapılıp ruh kaybına uğrarız.

MAKALE ÖZETİ

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin sosyalistlik ve modern seküler medeniyet karşısında İslam’ın konumunu ele aldığı tesbitler ışığında; sosyalizmin sade yapısı ama sınırlı maneviyatı, modern medeniyetin cazibesi ama ahlakî bedeli, İslam’ın ise hem dünya hem ahiret için bir denge sunması analiz edilmiştir. İslam’ın hakikatlerini koruyarak çağın fikirlerinden istifade etmesi, ama onların teslimiyetine düşmemesi gerektiği vurgulanmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Kimin Elinde Kalırsa O Yön Verir: Din, Medeniyet ve Fikrin Silahı

Kimin Elinde Kalırsa O Yön Verir: Din, Medeniyet ve Fikrin Silahı

“İslâmiyet gaflet edip küstü; Hristiyanlık dini kendi hasmı olan fen ve medeniyeti kendine maledip iki silahla galebe çaldı. 

   Şimdi şarkta müthiş bir silah îmal ediliyor. Bunun hak kısmına sahip olmalı. Yoksa yine küssek, onu da Hristiyanlık İslâmiyet aleyhinde istimal edecektir. Buna karşı husumetle dayanmak pek güçtür.
Cumhur-u avama müteveccih olan bir fikir, kudsiyet almazsa söner. O yeni desatire kudsiyet verecek iki muazzam rakîb din var. 

   Şu keskin fikir gözünü açtığı vakit, hasmını Hrıstiyan ve hasmının elindeki silahını Hristiyanlık dini bulmuştur. Öyle ise o fikir, yaşamak ve kudsiyet almak için İslâmiyete dehâlet etmeye mecburdur.”
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Gafletin Bedeli, Hakikatin Dönüşü

Tarih boyunca fikirler, sadece düşünce alanında değil, medeniyetlerin inşasında ya da yıkımında kullanılmış en tesirli “silahlar” olmuşlardır. Bu silahlar; kimi zaman kılıçtan keskin, kimi zaman kalemden derin, kimi zamansa ekranlardan güçlüdür. Bediüzzaman Said Nursî’nin Âsâr-ı Bediiye’de dile getirdiği şu hakikat, bu çağda da tazeliğini korumaktadır:

> “İslâmiyet gaflet edip küstü; Hristiyanlık dini kendi hasmı olan fen ve medeniyeti kendine maledip iki silahla galebe çaldı.”

Yani İslam dünyası, modern bilimi ve teknolojiyi dışlayarak geri çekildiği bir dönemde, Hristiyanlık dini ise kendi aleyhine gelişen bu süreci lehine çevirmeyi başardı. İşte bu dönüşüm, yalnızca Batı’nın yükselişine değil, Doğu’nun çöküşüne de zemin hazırladı.

  1. Fikrî Silahlar: Medeniyet Savaşlarının Yeni Cephesi

Modern çağda artık savaşlar tankla, topla değil; ideolojiyle, medya ile ve bilimsel hakimiyetle yapılmaktadır.

Fen ve teknik, insanlığın ortak mirasıyken, bu değerlerin kimin elinde olduğu onların nasıl kullanılacağını belirler.

Avrupa Rönesansı ve Aydınlanma Çağı, ilmi keşiflerle kiliseye muhalefet doğurdu; ama daha sonra bu fikirler sisteme entegre edilerek dinden kopuk bir kutsiyet kazandı.

Bediüzzaman bu noktada şöyle bir tespit yapar:

> “Şimdi şarkta müthiş bir silah îmal ediliyor. Bunun hak kısmına sahip olmalı.”

Bu, sadece teknik bir icat değil, fikir ve yönelimdeki bir kırılmadır. Eğer bu kırılma, İslam ile bütünleşmeden ilerlerse, kendi silahımızla vurulmamız kaçınılmazdır.

  1. İslam’ın Gafleti: Küskünlük Değil, Uyanış Gerekir

İslam dünyası uzun süre, Batı’nın modernleşmesini “inkâr, taklit ve tepkiyle” karşılamıştır. Oysa İslam, tarih boyunca ilimle ve medeniyetle iç içe yaşamıştır. Abbasiler, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı’nın ilk dönemleri, hem dinin hem de ilmin birlikte yürüdüğü çağlardı.

Ne zaman ki ilim İslam’dan kopar, işte o zaman:

Bilim şüphe üretir,

Medeniyet şekilciliğe sapar,

Fikir kutsiyetini kaybeder,

Toplum ise ideolojiler arasında savrulur.

İşte bu noktada Bediüzzaman’ın uyarısı:

> “Yoksa yine küssek, onu da Hristiyanlık İslâmiyet aleyhinde istimal edecektir.”
İslâm dünyasının küsme lüksü yoktur. Çünkü gaflet, sadece içe kapanmayı değil, başkalarına meydanı bırakmayı getirir.

  1. Kudsiyetsiz Fikirler: Cumhur-u Avam Nezaretinde Yanar

Bediüzzaman’ın şu veciz tespiti çok önemlidir:

> “Cumhur-u avama müteveccih olan bir fikir, kudsiyet almazsa söner.”

Bir fikir, sadece “rasyonel” değil; aynı zamanda “mukaddes” de olmalıdır ki kitleleri harekete geçirebilsin. Halk, sadece akla değil, kalbe de hitap eden fikirleri benimser. Bilgi, ancak ahlakla birleştiğinde fikrî inkılaplar doğurur.

Sadece akılla gelen fikir, yalnızca entelektüellerin zihninde kalır.
Oysa kutsiyet taşıyan fikir, toplumun vicdanında karşılık bulur.

Bu nedenle, ilim ve medeniyet fikri eğer İslamî değerlerle mecz edilmezse, toplum ya fikri reddeder ya da onu yoz biçimde içselleştirir.

  1. Fikrin İstikameti: Kutsiyetle Bütünleşme Mecburiyeti

Yeni ortaya çıkan fikirler, hakikati arayan şuurlu bireyleri “din”le karşılaştırmak zorundadır. Bediüzzaman bu hakikati şöyle ifade eder:

> “Şu keskin fikir gözünü açtığı vakit, hasmını Hrıstiyan ve hasmının elindeki silahını Hristiyanlık dini bulmuştur. Öyle ise o fikir, yaşamak ve kudsiyet almak için İslâmiyete dehâlet etmeye mecburdur.”

Yani çağın fikrî uyanışı, artık Batı’ya değil, İslam’a yönelmek zorundadır. Çünkü Batı, din adına ürettiği kutsiyetle fikirleri taşıyamıyor. Sekülerleşme, kalbi susturdu. Vicdanın sesi kısıldı.

İslam ise; fikre iman kazandırır, ilme ahlak katar, medeniyete adalet getirir.
Böylece fikir, sadece bilgi değil, hayat tarzı olur.

  1. Tarihî ve Güncel İbretler: Mücadele Nerede ve Nasıl?

Fransız Devrimi, aklı merkeze aldı ama değerleri yok etti.

Marksizm, adalet aradı ama Allah’ı devre dışı bıraktı.

Seküler bilim, bilgi üretti ama ahlakı tahrip etti.

Bugün de yapay zekâ, biyoteknoloji, yapay bilinç, transhümanizm gibi alanlarda yürüyen fikrî silahlar; ya insanı merkeze alacak ya da insanı değersizleştirecek.
Eğer bu fikirler kutsiyet bulamazsa, insanlık robotlaşacak, ruhsuzlaşacak.

Sonuç: Fikrin Silahı, Kimin Elindeyse Zafer Ondadır

Bediüzzaman’ın ifadesiyle yeni fikirler ve teknolojiler müthiş bir silah hükmündedir. Bu silahı kimin elinde, hangi niyetle ve hangi değerlerle tuttuğu geleceğin yönünü tayin edecektir.

İslam bu silahı iman, ilim ve hikmet ile kuşanırsa, çağın fikrî inkılabına öncülük edebilir. Aksi takdirde, başka dinler ya da seküler ideolojiler bu silahı İslam’a karşı kullanmaya devam eder.

Bugünün Müslümanı; sadece geçmişe övünmekle değil, geleceği inşa etmekle meşgul olmalıdır.
Ve bu inşa, kutsiyetli fikirlerle, ilme dayalı medeniyetle, imanla yoğrulmuş akılla mümkündür.

MAKALE ÖZETİ

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Âsâr-ı Bediiye’de dile getirdiği; fikir, din ve medeniyet arasındaki mücadele, tarihî ve çağdaş boyutlarıyla ele alınmıştır. İslâm’ın fenden küsmesinin, Batı’nın ise bilimi dinî zırha bürüyerek galebe çalmasının sonuçları değerlendirilmiştir. Yeni fikirlerin ancak kutsiyet kazanarak toplumda yer bulabileceği, İslâm’ın da bu fikirlere yön vererek onları kendi bünyesine dâhil edebileceği vurgulanmıştır. Sonuçta, fikrin silahı, ancak ilimle değil; ilim + iman ile kullanılmalıdır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025

Zerreden Güneşe: İnsan-ı Mükerremin Kozmik Yolculuğu

Zerreden Güneşe: İnsan-ı Mükerremin Kozmik Yolculuğu

“Cüz’-ü lâ-yetecezza zerresinden insana, insandan şems-üş şümusa, müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i ferîdi, insan-ı mükerremdir.”
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Mahrutî Bir Kâinat, Merkezinde İnsan

Bediüzzaman Said Nursî’nin Âsâr-ı Bediiye adlı eserinde geçen şu cümle;
“Cüz’-ü lâ-yetecezza zerresinden insana, insandan şems ü şümusa, müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i ferîdi, insan-ı mükerremdir.”
– sadece edebi değil, aynı zamanda bilimsel, felsefî ve kelâmî açıdan derin bir metafizik harita sunar.

Bu ifade, kâinatın en küçük parçası olan atom altı zerreden, galaksilere kadar uzanan bir varlık zincirinin ortasında “benzersiz bir cevher” olan insanın durduğunu bildirir. Yani insan, ne sadece biyolojik bir canlıdır, ne de sadece zihinsel bir varlıktır. O, madde ve mânânın, mikrokosmos ile makrokosmosun birleşim noktasıdır.

  1. Cüz’-ü Lâ-yetecezza: Varoluşun En Küçük Basamağı

“Cüz’-ü lâ-yetecezza”, bölünemez en küçük parçayı ifade eder. Klasik kelamcılar bu kavramla maddenin en küçük birimini anlatırken, modern bilimde buna atom altı parçacıklar (kuark, lepton vs.) tekabül eder.

Ancak burada mesele sadece fiziksel küçüklük değil, başlangıç noktasıdır.
Bediüzzaman bu ifadeyle, en küçük varlık birimiyle başlayan yaratılış zincirinin; şuursuz ve tesadüfî değil, bilinçli ve düzenli bir hiyerarşiyle yükseldiğine dikkat çeker. Yani atomdan insana, insandan güneşe kadar her şey bir maksada ve nizama bağlıdır.

  1. Mahrutî Silsile: Kâinatın Piramitvari Dizilimi

“Mahrutî silsile” tabiriyle, bir hiyerarşik düzen, yani sivri ucu aşağıda ve genişliği yukarıda olan bir koni (mahrut) biçiminde varlık yapısı tasvir edilir. Bu hiyerarşide:

Zerre, başlangıç noktasıdır; küçüktür ama taşıdığı kudretle büyüktür.

Nebâtat ve hayvanat, hayat mertebesinde üst basamaktır.

İnsan, akıl, şuur ve irade gibi yüksek hasletlerle bu piramidin ortasında yer alır.

Güneş ve yıldızlar, fiziki büyüklük olarak yukarıdadır, ama manevî kemal açısından insandan geridedir.

Bu silsilenin orta noktası olan “insan-ı mükerrem”, hem zerreden aşağı düşmeye hem güneşten yukarı çıkmaya potansiyel taşıyan tek varlıktır.

  1. Cevher-i Ferîd: Eşsiz Varlık Olarak İnsan

“Cevher-i ferîd” ifadesiyle Bediüzzaman, insana sadece “üstün” değil, benzersiz bir cevher olarak dikkat çeker. Bu, Kur’ân’daki “Ve le-kad kerremnâ benî Âdem” (İsra, 70) ayetinin bir tefsiri gibidir. Yani insan;

Vicdanıyla Rahman’a yönelir,

Aklıyla kâinatı okur,

İradesiyle tercihte bulunur,
ve bütün bunlarla diğer mahlûkatı geride bırakır.

İnsanı eşsiz kılan, sadece düşünmesi değil, anlamlandırması ve sorumluluk taşımasıdır. Varlıklar içinde yalnızca insana emanet yüklenmiştir (Ahzâb, 72).

  1. Bilimsel Yorum: Kozmik Dengede İnsanın Yeri

Modern bilim, insanın “kozmik ölçekte küçük ama etkide büyük” bir varlık olduğunu fark etmeye başlamıştır. Carl Sagan’ın dediği gibi, biz “kozmik toz”dan ibaret değiliz; çünkü evrenin farkında olan tek varlığız.

Evrenin yaşı, elementlerin oranı, Dünya’nın konumu, oksijen seviyesi, DNA yapısı… Tüm bu ince ayarlar, insan hayatının varlığı için milimetrik bir dengeye sahiptir. Bu da bize şunu gösterir:
İnsan, tesadüfün değil, maksatlı bir yaratışın eseridir.

  1. Tarihî ve İlmî Yorum: İnsanlık Medeniyetinin İstikameti

Tarihte insan, cevher-i ferîdliğini ne zaman hatırladıysa medeniyet yükselmiş; ne zaman unuttuysa çökmüştür.

Endülüs’te ilim ve hikmetle yükselen insan, ahlakî çürüme ile çökmüştür.

Osmanlı, “insan eşref-i mahlûkattır” anlayışıyla hukuk ve medeniyeti birleştirmiştir.

Modern çağda ise insanı sadece biyolojik bir tür olarak gören seküler anlayış, onu makineleştirmiş ve değerini zayıflatmıştır.

Halbuki insan, sadece düşünen değil; kıymet bilen, şükreden, arayan ve sorumlu olan bir varlıktır. İslam’ın insan telakkisi, bu bütüncül bakışı yeniden inşa eder.

Sonuç: İnsan, Kâinatın Hedefidir; Ama Sorumluluğuyla

İnsan, sıradan bir canlı değil; kâinatın hikmet merkezidir. Zerreden güneşe kadar uzanan bu varlık zincirinin maksadı, “insan” ile tezahür eder. Ama bu konum, bir imtiyaz değil; büyük bir mesuliyet demektir.

İnsan cevherdir; ama bu cevher, işlenmezse taşlaşır.
Cevher-i ferîd, anlamını bulduğu zaman “abd-i kâmil” olur; bulamazsa esfel-i sâfilîne düşer.

MAKALE ÖZETİ

Bu makalede Bediüzzaman Said Nursî’nin, insanın yaratılış hiyerarşisindeki yeriyle ilgili cümlesi çerçevesinde; zerreden güneşe uzanan kâinatta insanın “merkezî ve eşsiz” konumu anlatılmıştır. “Mahrutî silsile” benzetmesiyle kâinattaki düzenli yaratılış zinciri açıklanmış, insanın bu yapıdaki cevherliğine dikkat çekilmiştir. Bilimsel, tarihi ve ahlaki boyutlarla insanın üstünlüğü, sorumluluğu ve varoluş gayesi bütüncül bir yaklaşımla değerlendirilmiştir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Vicdanın Sessizliği: Fasıkın İç Dünyası ve İslam’ın Adalet Telakkisi

Vicdanın Sessizliği: Fasıkın İç Dünyası ve İslam’ın Adalet Telakkisi

“Bizde biri fâsık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zîrâ arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden, tam ihtiyarıyla şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehâdetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, i’dam eder. Zimmîyi ve muahidi ibka eder. 

   İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa, yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar -eğer tahakkuk etse-. Nâsın itabından çekinir -eğer tebeyyün etse-.”
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Günahın Anatomisi ve İmanla Mücadele

Her günah, kalpte bir karartı bırakır. İnsanın vicdanıyla olan mücadelesi, imanının derecesiyle doğru orantılıdır. Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye adlı eserinde bu meseleyi hem psikolojik hem ahlaki hem de toplumsal boyutlarıyla ele alır. “Bizde biri fâsık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur” ifadesi, sadece bir ahlak yargısı değil, insan fıtratına dair derin bir tesbittir.

Fasık, yani İslami sınırları bilinçli şekilde çiğneyen kişi, bunu ancak vicdanının sesini bastırarak başarabilir. Günah işlemek, imanlı bir kalpte susturulmuş bir çığlıktır. Zira iman, kalpteki nurdur; ama bu nur, günahlarla karartıldığında artık karanlıkta kalan vicdan, kötülüğü mazur görmeye başlar.

  1. Vicdanın Susturulması: Fasık Nasıl Olur?

Bediüzzaman’a göre bir müminin fısk yoluna girmesi; akıl, kalp ve ruh cephesinde gerçekleşen derin bir deformasyonla mümkündür. Masiyet arzusunun gelişebilmesi için vicdandaki iman sesinin bastırılması gerekir. Bu bastırma süreci, deruni bir mücadeleyle başlar; sonunda kişi, hem kendini kandırır hem de hakikati küçümseyerek ahlaken düşer.

🔹 Bu noktada psikolojik bir hakikat devreye girer:
İç çatışmayı dindirmek için dış meşrulaştırmaya başvurulur.
Kişi ya dini hafife alır, ya emirleri sorgular ya da kendine özel bir “mazeret dini” uydurur. Bu da onu, ahlaken zaafa ve ruhen çürümeye götürür.

  1. İslam’ın Fâsıka Bakışı: Neden Şehadeti Kabul Edilmez?

İslam’da adalet, sadece hukukî değil, aynı zamanda ahlakî bir hakikatin korunmasıdır. Bir fâsıkın şehadeti kabul edilmez; çünkü yalan söyleme ihtimali değil, vicdanının zayıflamış olması göz önüne alınır. Burada mesele sadece “doğruyu söyleyip söylememesi” değildir. Asıl mesele, vicdani sorumluluğu taşıyacak karakteri hâlâ muhafaza edip etmediğidir.

Mürtede (İslam’dan çıkan kişiye) zehir nazarıyla bakılması ise yine aynı mantıktan doğar. Dini terk etmek, sadece kişisel bir tercih değil, toplumsal yapının ruhunu dinamitleyen bir adım olarak görülür. Çünkü bir fert, manevi bağları kopardığında artık toplumu tutan müşterek değerlerden de ayrılmış olur. Bu, içtimai yapının çözülmesini beraberinde getirir.

  1. Adaletin Hedefi: Sadece Cezalandırmak Değil, Islah Etmektir

Bediüzzaman, çok ince bir noktaya temas eder:
“İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler.”

Yani bir kişiye ceza vermekle yetinilmemeli, bu ceza vicdani ve akli bir muhasebe ile anlamlı hale gelmelidir. Ceza sadece korkutma üzerine kurulursa, kişi yalnızca hükümetin takibinden korkar ama ahlaken düzelmez. Aksine, yakalanmamak için yeni yöntemler arar.

Bu nedenle İslam’daki ceza sistemi, ıslah edici bir çerçeveye oturtulmuştur. Hedef; sadece bireyi durdurmak değil, onu yeniden bir inşa sürecine sokmaktır. Ceza, hem maddi hem manevi boyutuyla işlenmelidir. Ancak o zaman, adalet sadece hükmeden bir kuvvet değil, terbiye eden bir rahmet olur.

  1. Bilimsel ve Sosyolojik Bir Yorum: Ceza ve Vicdan İlişkisi

Modern ceza hukukunda da son yıllarda yeniden tartışılan bir mesele vardır:
Ceza davranışı değiştiriyor mu, yoksa yalnızca erteliyor mu?

Davranış bilimciler, içe sindirilmemiş bir cezanın sadece dıştan kontrol sağladığını, ama kişinin fırsatını bulduğunda suçu tekrarladığını göstermiştir. Yani kişi sadece “yakalanmaktan” korkuyorsa, o toplumda ahlakî erozyon zaten başlamış demektir.

İslam’ın bu noktada sunduğu çözüm, cezanın sadece bedeni değil, ruhi bir tesir doğurması gerektiğidir. Onun için “İslam’da ceza” değil, İslam’da terbiye daha isabetli bir tanımdır.

  1. Tarihî Bir İbret: Endülüs’ün Çöküşü ve Zahirî Dindarlık

Endülüs medeniyetinin çöküş sebeplerinden biri olarak, zahirde dindar görünen ama içten fasıklaşan toplum yapısı gösterilir. Saraylar, medreseler, camiler vardı ama vicdanların içi bozulmuştu. Dış görünüşte ibadetler yapılırken, rüşvet, fuhuş, zulüm yaygınlaşmıştı.

Bediüzzaman’ın bu satırları, işte o tarz bir “vicdan çürümesini” haber veriyor.
Bir milletin yıkımı dış düşmanlarla değil, fâsıklaşan fertlerle başlar. Vicdanı susturulan fert, şerri normalleştirir; şerri normalleştiren toplum, felaketin eşiğine gelir.

Sonuç: İslam’da Adalet, Ruhun Terbiyesiyle Başlar

İslam, sadece kanunlar dini değil, vicdanlar medeniyetidir. Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, bir fert şerri ancak vicdanını susturarak işler. Bu sebeple, İslam adaleti sadece dıştan bir infaz değil, dahili bir inşa süreci olarak görür.

Vicdanı susturulmuş bir toplumda en ağır kanunlar bile faydasızdır.
Ama vicdanı uyanık bir fert, kanunsuz da olsa adaletin kendisi gibi davranır.

MAKALE ÖZETİ

Bu makalede, Bediüzzaman’ın Âsâr-ı Bediiye’deki fâsık kavramına yaklaşımı üzerinden İslam’ın ahlak, vicdan ve adalet anlayışı ele alınmıştır. Günahın vicdanı bastırma süreciyle ilişkisi, fâsığın toplumdaki güven zedelenmesi, cezanın amacı, İslam hukukunun ıslah boyutu ve modern psikolojiyle bağlantıları tartışılmıştır. Sonuç olarak, İslam’da cezanın değil, vicdanın dirilişinin asıl amaç olduğu vurgulanmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

DİN VE VATAN SADAKATİ

DİN VE VATAN SADAKATİ:

“İkdam Ceride-i Muteberesine!  

   Evvelki günkü gazeteler, Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni heyet-i murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir i’tilaf akd edildiğini yazarak, Kürd efkâr-ı umumiyesinden istizahatta bulunuyorlardı. 

   Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakar ve cesur hâdim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürdler; henüz beşyüzbine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürlerle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilaf akdetmek suretiyle; salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler. Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.. Ve yegane emelleri de; vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza olduğundan, keyfiyyatın izahına delalet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ediyoruz.”
Sadat-ı Berzenciye’den Dava Vekili Ahmet Arif
Hizan Sadat-ı Kiramından İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıdık
Ulema-i Ekrad’dan Said-i Kürdî
Âsâr-ı Bediiye

Giriş: Bir Ümmetin Vicdanı Konuşuyor

Tarih bazı anlarda susar, bazı anlarda ise konuşur. Lakin konuşan sadece kalem değil, vicdandır. İşte Said Nursî’nin, 1919 yılında Şerif Paşa ile Ermeni temsilcisi Bogos Nubar arasında yapılan gizli antlaşmaya karşı yazdığı bu mektup, sadece bir cevap değil; bir milletin dinine, tarihine ve izzetine sadakatini haykıran bir vicdan beyanıdır.

Bu mektup, bir siyasi bildiriden öte; ümmetin bölünmesine karşı kalbin isyanı, aklın izahı ve vicdanın itirazıdır. Kürtlerin tarihî duruşunu, İslâm birliği içindeki yerini ve fitnelere karşı tavrını en veciz şekilde ortaya koyar.

  1. Metnin Tarihî Arka Planı: Osmanlı’nın Dağılışında Fitne Oyunu

1919… Osmanlı Devleti yıkılmakta, Sevr’e giden zemin hazırlanmaktadır. O karanlık günlerde Paris Barış Konferansı’nda bazı “sözde” temsilciler – Şerif Paşa ve Bogos Nubar – masa başında “Kürdistan” ve “Ermenistan” haritaları çizmekte, tarihi dostlukları ve kan kardeşliğini yok sayarak düşmanlık plânları yapmaktadırlar.

Bu sözde ittifak, sadece coğrafi bir pazarlık değil, ümmetin kalbine saplanan bir hançerdir. Çünkü dört asırdır Osmanlı çatısı altında İslam’ın sancaktarlığını yapan Kürt halkı, “dini ve milleti uğruna” can vermiştir. Ve şimdi, henüz şehitlerinin kanı kurumadan, onları soykırıma uğratmış güçlerle birlik yapması beklenmektedir. Bu, tarihe, dine ve şehide ihanettir.

  1. Duruşun İlmî ve Ahlâkî Boyutu: Din, Irktan Üstündür

Said Nursî ve imzacıları, bu ihanet girişimine karşı sadece siyasî değil, dini ve ahlâkî bir savunma yapmaktadır. Mektubun en dikkat çekici cümlelerinden biri şudur:

> “Salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler.”

Yani Kürtler, dinî sebatları ve bağlılıkları gereği, ümmeti bölen hiçbir ayrılıkçı hayalin peşinden gidemezler. Bu cümle, bir milleti sadece etnik değil, imanî bir kimlik olarak değerlendiren büyük bir şuuru temsil eder.

Burada “ümmetçilik” ile “etnik milliyetçiliğin” çatışması gözler önüne serilir. Said Nursî’ye göre milliyet, dinin hizmetinde olursa makbuldür; aksi hâlde ırkçılık zehrine dönüşür. Nitekim kendisi bunu yıllar sonra şöyle açıklar:

> “İslamiyet milliyetiyle müttehidiz; yoksa Türk unsuriyetine dayanmakla değil.” (Münâzarât)

  1. Ümmet Şuurunun Merceğinden: “Kardeşimin Düşmanıyla İttifak Etmem”

Kürtlerin Ermenilerle değil, İslam ümmetiyle birlikte hareket etmeleri gerektiğini savunan bu mektup, aslında bir hukuk beyanıdır. Diyorlar ki:

> “Kürd vicdan-ı millisinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanımazlar.”

Yani ümmetin ortak vicdanına zıt düşen hiçbir kişi veya anlaşma, meşru ve temsil yetkisine sahip sayılamaz. Bu ifadenin bugünkü karşılığı şudur: Hiçbir bireysel siyasal hamle, ümmetin vicdanını ve birliğini temsil edemez.

Bu yaklaşım, modern demokrasilerdeki halk iradesine yakın bir çizgide durmaktadır. Ancak bu iradenin kaynağı seküler değil, manevî ve imanî bir şuurdur. Bu da gösterir ki ümmet bilinci, sadece inanç değil, aynı zamanda aktif bir toplumsal sözleşme ve sorumluluktur.

  1. Kürtlerin Tarihî Rolü: İmanla Yoğrulmuş Bir Millet

Said Nursî’nin ifadesiyle:

> “Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakar ve cesur hâdim ve taraftarları…”

Bu cümle, Kürt halkının tarih içindeki yerine ayna tutar. Kürtler, Osmanlı’nın her cephesinde savaşa katılmış, Balkanlar’dan Yemen’e kadar her yerde şehadetle yoğrulmuş bir millettir. Bunun sebebi sadece devlet sevgisi değil, İslam aşkıdır.

Yani “din”, Kürt milletinin hamurunu yoğuran unsurdur. Bu yüzden, bir Kürt ancak diniyle oynanırsa parçalanır. Said Nursî bunu çok erken bir dönemde fark etmiş ve hayatını bu şuuru muhafazaya adamıştır.

  1. Günümüze Hitap Eden Boyut: Dün Yazılmış Bir Metin, Bugüne Mektup

Bugün hâlâ bazı çevreler Kürtleri ümmetten koparma hayali kurarken, Said Nursî’nin bu metni canlı bir cevap gibi duruyor. Çünkü bu mektup sadece bir dönemin metni değil, ümmetin dağılmasını önleyecek manevî bir sigortadır.

Milliyetçiliğin dinin önüne geçtiği her yerde, fitne çıkar. Dinde ittihad ise milleti hem yükseltir hem korur. Bu yüzden Nursî’nin çözümü nettir: Irk üzerinden değil, iman üzerinden birlik!

Sonuç: Kalemle Savunulan Vahdet

Bu tarihi mektup, sadece bir gazete yazısı değil; aynı zamanda bir ümmet beyannamesidir. Kürtlerin, din uğruna verdiği şehitleri unutmadıklarını; Ermenilerle değil, ümmetle beraber olacaklarını; milliyetin değil, dinin belirleyici olduğunu veciz bir şekilde ilan eder.

Ve nihayetinde Said-i Kürdî ve arkadaşlarının imzası, bu metni kişisel olmaktan çıkarır. Çünkü onlar sadece birey değil, bir milletin sesi, bir ümmetin şuurudur.

Makale Özeti

Bu makale, Said Nursî’nin 1919’da İkdam gazetesine yazdığı mektubu merkeze alarak Kürtlerin İslam birliği içindeki yerini, milliyetçilik karşısındaki duruşunu ve ümmet şuuruna bağlılığını ele almıştır. Mektup; Kürt halkının tarih boyunca ümmete sadakatle hizmet ettiğini, hiçbir siyasi anlaşmanın bu şuura aykırı olamayacağını ve ümmetin vicdanına karşı gelen temsilcilerin meşru sayılamayacağını bildirir. Risale-i Nur perspektifiyle de desteklenen bu yaklaşım, günümüz ayrılıkçı zihniyetlerine karşı güçlü bir tarihî ve ilmî delildir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025

Her Ebu Cehil Bir Gün Biter, Her İkrime Yeni Bir Diriliştir

Her Ebu Cehil Bir Gün Biter, Her İkrime Yeni Bir Diriliştir

Zulmün Sonu, Hidayetin Başlangıcıdır

GİRİŞ

Tarih; hak ile bâtılın, nur ile zulmetin mücadelesidir. Bu mücadele her çağda farklı isimlerle, farklı coğrafyalarda sürer durur. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yaşadığı dönemde bu çatışmanın iki güçlü siması vardı: Ebu Cehil ve İkrime bin Ebu Cehil.

Biri zulmün öncüsü, diğeri ise hidayetin şahididir.
Biri İslam nuruna perde olmak için mücadele etti,
diğeri aynı nurla aydınlanmak için kalbini açtı.

Bugün bizlere düşen, bu iki tarihi figürden ders alıp; geçmişin karanlık mirasına değil, hakikatin aydınlık izine tabi olmaktır.

1. ZALİMLERİN SONU: “Her Firavun’un bir Musa’sı, her Ebu Cehil’in bir Bedir’i vardır”

Kur’ân, zalimlerin zulmüyle sadece dünyayı değil, ahireti de kararttıklarını bildirir.
İlginçtir ki, onların çoğu, sadece kendilerini değil; toplumlarını da dalalete sürükleyen liderlerdir. Nitekim Kur’ân şöyle buyurur:

> “Ve onları cehenneme çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü yardım görmeyeceklerdir.”
(Kasas, 28/41)

Ebu Cehil de böylesi bir “cehennem önderi” idi. Mekke’nin ileri geleni, fikir babası, müşriklerin organize gücüydü. Ama onun ölümüyle sadece bir adam değil, bir zihniyet devrildi.

> “De ki: Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”
(İsrâ, 17/81)

2. HİDAYET YOLU AÇIK: “İkrime olmak, geçmişi silmek değil; geleceği inşa etmektir”

Ebu Cehil’in oğlu İkrime, başlangıçta babasının izinden yürüdü. Fakat Mekke’nin fethiyle birlikte kalbindeki perde kalktı. Eşi Ümmü Hakîm’in teşvikiyle Peygamber Efendimiz’e geldi. Hz. Peygamber, ona kucak açtı ve şöyle buyurdu:

> “İkrime geldi. Size gelinceye kadar çok şey yaşadı. Sakın babasını anarak onu incitmeyin.”

Bu yaklaşım, bize ümidin tükenmeyeceğini, bir insanın en derin küfürden bile kurtulabileceğini gösterir.

Kur’ân şöyle buyurur:

> “De ki: Ey kendilerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar.”
(Zümer, 39/53)

İkrime bu rahmetin en güzel örneklerinden biri oldu. Sadece Müslüman olmakla kalmadı; İslâm uğruna savaş meydanlarında canını verdi. Ve şehit olarak Rabbine yürüdü.

3. GÜNÜMÜZÜN EBU CEHİLLERİ VE YENİ İKRİMELER

Bugünün dünyasında da Ebu Cehil’ler vardır.
Bazısı din düşmanlığıyla, bazısı ümmeti bölmekle, bazısı mü’minleri aldatarak milletin felaketine sebep olur.

Bugün birileri manen ölüdür; mesela Abdullah Öcalan gibi…
Kimileri maddeten de artık aramızda değildir; mesela Fethullah Gülen gibi…

> “Zalimler için hazırlanan o ateşi bir bilsen!”
(Furkan, 25/11)

Ama mesele burada bitmez.
Tarihte olduğu gibi, bugün de İkrime’ler çıkabilir.
O karanlık kadrolardan, o inkâr zihniyetinden sıyrılıp, hakka yönelenler olabilir.

Bunun için çağrımız açıktır:

> 📢 “Haydi, var mısınız İkrime bin Ebu Cehil değil de, İkrime Ebû Osman olmaya?”

4. NESİLLERİN DİRİLİŞİ: “İkrime niyetliler” için bir çağrıdır bu…

Bugünün gençleri, sadece bu ümmetin değil, insanlığın kaderini belirleyecek nesildir.
Ama bu gençlik ya batılın kölesi olacak, ya da imanın öncüsü.
Tıpkı İkrime gibi bir hayat dönüşümüne imza atmak bugün de mümkündür.

Kur’ân bize bunun mümkün olduğunu bildiriyor:

> “Allah, içlerinden günahları silip iyiliklere çevirir.”
(Furkan, 25/70)

İkrime gibi:

Geçmişi karanlık olabilir,

İsyanla, inkârla yoğrulmuş olabilir,

Ama bir gün bir yönelişle, kalp kapısını açarsa…
Rabbin rahmeti onu da içine alır.

SONUÇ: İKRİME OLMAK BİR NİYETTİR, BİR DÖNÜŞÜMDÜR, BİR DİRİLİŞTİR

Kıymetli okuyucu,
Bu yazı sadece tarihî bir anekdot değil, yaşayan bir davettir.
Her çağın Ebu Cehil’leri bitecektir. Her çağın İkrime’leri dirilecektir.

Ama asıl mesele şu soruya cevaptır:

> Sen nerede duruyorsun?
Batılın gölgesinde mi, hakkın safında mı?

Zulmün yıkıldığı, hidayetin yeşerdiği o kutlu yürüyüşte sen de bir İkrime olabilir misin?

> “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize katından rahmet ver.”
(Âl-i İmrân, 3/8)

✍️ Ne mutlu İkrime olanlara,

💫 Daha da ne mutlu İkrime niyetli olanlara!

 

Loading

No ResponsesTemmuz 13th, 2025