Sonsuzluk Yolculuğunda Aşkın ve Hakikatin Rehberliği

Sonsuzluk Yolculuğunda Aşkın ve Hakikatin Rehberliği

Kâinatın varoluşunun temelinde yatan sır, muhabbetle örülmüştür. “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır.” der Risale-i Nur.
Bu derin ifade, sadece kozmik bir düzeni değil, aynı zamanda varoluşun ta kendisinin ilahi bir aşkla yaratıldığını ve bu aşkın her şeyi bir arada tutan yegane bağ olduğunu işaret eder. İnsan ise, bu engin kâinatın en cem’i meyvesi, en kıymetli neticesidir. Kalbine bahşedilen kâinatı istila edecek kadar geniş bir muhabbet hissi, aslında insanın yaratılış gayesinin ve ilahi tecellilerin bir yansımasıdır. Bu muhabbet, bilimin en derin araştırmalarından, teknolojinin en ileri uygulamalarına kadar her alanda, insanı sürekli daha ileriye, daha mükemmele sevk eden bir ilham kaynağıdır.
Ancak bu dünyada, fani olanın cazibesi, bizleri gerçek ve ebedi olanın peşinden alıkoyabilir.

Hazreti Ebubekir (r.a.)’ın boş ceviz hikayesi, bu acı gerçeği ne kadar da çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor: Uğruna didindiğimiz, kavga ettiğimiz dünyanın aslında içi boş bir cevizden ibaret olabileceği ibreti.
“Meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malumat ile vakit geçiriyorsun.”
Bu cümleler, dijital çağın getirdiği bilgi bombardımanı ve dikkat dağınıklığı çağında daha da anlam kazanır. Teknolojinin nimetleri, eğer doğru kullanılmazsa, bizi asıl amacımızdan, kendimizi okumaktan ve sonsuzluğa hazırlıktan alıkoyabilir.

Oysa “Ecel gizli olduğundan, her bir günde ölmek ihtimali var.” Bu hakikat, bize her anın kıymetini, her nefesin bir emanet olduğunu hatırlatır. Fani bir dünyanın geçici lezzetlerine kapılmak yerine, ebedi hayat için çalışmak elzemdir.

“Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır.” Zira “Evet, madem ezelî, ebedî bir ALLAH var; elbette Saltanat-ı Ulûhiyetinin sermedî bir medârı olan ÂHİRET vardır.”
Ahiret inancı, sadece bir ölüm sonrası yaşam beklentisi değil, aynı zamanda bu dünyadaki her eylemin bir karşılığı olduğunu, adaletin nihai tecelligahı olduğunu gösteren bir ilahi nizamın temel direğidir.

Karşılaştığımız her türlü sıkıntı, zorluk ve imtihan da aslında bu sonsuzluk yolculuğunun bir parçasıdır.
“Madem hakikat budur. Biz küçücük sıkıntılarımızı ‘kinin’ gibi bir acı ilaç bilip sabır ve şükretmeliyiz, ‘Yâhu bu da geçer’ demeliyiz.” Bu bakış açısı, musibetlere karşı isyan etmek yerine, onları bir terbiye ve arınma vesilesi olarak görmeyi öğretir. Tıpkı ilaçların acılığı gibi, bazen hayatın acı tecrübeleri de ruhumuzu olgunlaştırır ve bizi hakikate daha da yaklaştırır.

Bu dünyada doğru yolu bulmak ve tevfik (ilahi yardım) elde etmek için ise “Kur’an’ı dinle ve hükmüne muti’ ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.”
Bu, sadece bir dini emir değil, aynı zamanda hayatın karmaşık denklemlerini çözen, insanı huzura ve saadete ulaştıran ilahi bir programdır.
Kur’an, kâinatın büyük kitabının bir tefsiri, insana kendi iç dünyasını ve dış âlemi okuma rehberidir.

Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi, “Kitaplardan önce kendimizi okumaya çalışalım.” Kendini bilmek, fıtratındaki ilahi sırrı keşfetmek, Kur’an’ın rehberliğinde mümkündür. Zira insanın kendi fıtratı da, Allah’ın kainata yerleştirdiği “kavanin-i âdetullah”tan, yani ilahi yasalardan biridir. Bu yasalara uyum sağlamak, hem bireysel hem de toplumsal alanda başarı ve huzurun anahtarıdır.

Sonuç olarak, hayat, muhabbetle örülmüş, fani ile baki arasında bir köprüdür. İnsan, bu köprüde ilerlerken, boş dünya meşgalelerine takılıp kalmak yerine, her an gelebilecek ecel bilinciyle ahiretine yatırım yapmalı, Kur’an’ın hikmetli yol göstericiliğinde kendini tanımalı ve ilahi kanunlara uygun hareket etmelidir. Gerçek saadet ve lezzet, bu bilinçli yaşamda, sonsuzluk hedefine odaklanmakta gizlidir.

Özet:
Makale, kâinatın muhabbetle var olduğunu ve insanın kâinatın özü olarak bu muhabbeti kalbinde taşıdığını belirtir. Dünyevi boş meşgalelere dalmanın ve fani olanın peşinden koşmanın boş ceviz misali ibretlik bir yanılgı olduğunu ifade eder.
Ecelin her an gelebileceği hakikatiyle, asıl çalışılması gerekenin ahiret hayatı ve kabrin arkası olduğu ifade edilir. Karşılaşılan sıkıntıların sabır ve şükürle aşılması gereken birer imtihan olduğu anlatılır.
Makale, doğru yolun ve ilahi yardımın Kur’an’a tabi olmakla ve ilahi kanunlara uygun hareket etmekle mümkün olacağını, insanın asıl görevinin ise “kitaplardan önce kendini okumak” olduğunu hatırlatarak sona erer.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Rahmetin Kanatları Altında: Gurbetten Vatan-ı Asliye Dönüş

Rahmetin Kanatları Altında: Gurbetten Vatan-ı Asliye Dönüş

İnsanoğlu, varoluşundan itibaren bir arayış içindedir. Kimi zaman maddi dünyada, kimi zaman manevi derinliklerde huzur ve aidiyet arar. Ancak gerçek aidiyet, mutlak hakikatin ve sonsuz kudretin sahibi olan yaratıcıyla kurulan bağda saklıdır.
“Mâdem Rahîm bir Hâlık’ımız var; bizim için gurbet olamaz. Mâdem O var; bizim için her şey var.”
Bu derin cümle, varoluşsal yalnızlığın ve yabancılığın ancak Yüce Yaratıcı’ya yönelmekle aşılabileceğini ifade eder. Bilimsel çalışmalarımızda ulaştığımız her keşif, teknolojinin sunduğu her imkân, aslında bu Rahîm Hâlık’ın eserlerinin birer tecellisidir. Bir programcının yazdığı kod nasıl ki bir yazılımın işleyişini belirlerse, kâinatın programı da ilahi iradeyle mükemmel bir düzen içinde işler. Bu ilahi düzenin farkına varmak, insana evrenin içinde yalnız bir nokta değil, aksine en değerli varlık olduğu hissini verir.
Tarihin sayfaları, insanlığın bu ilahi bağdan uzaklaştığında düştüğü hezimetlerle doludur. İnsanın kendini Allah’a hakiki kul addetmeyip, başkalarını, hatta kendi nefsinin arzularını rab edinmesi, ona musibetleri musallat eder.
Zira “Allaha hakikî Abd olan, başkalara Abd olamaz. Birbirinizi – Allahtan başka – kendinize Rab yapmayınız!..”
Bu ilke, sadece bireysel özgürlüğün değil, toplumsal düzenin de temelini oluşturur. Tarih boyunca, zalim iktidarların, şahısların veya ideolojilerin peşinden giderek hüsrana uğramış toplumlar, bu ilahi uyarıya kulak vermemenin bedelini ödemişlerdir. Bilimin ve teknolojinin kötüye kullanılması, bencillik ve hırs uğruna yapılan programlamalar da aslında bu “başkalarına rab edinme” hastalığının modern tezahürleridir.
Peki, bu varoluşlu yolculukta neye tutunacağız? İnsanlığın dermanı nedir?
Bir doktora sorulan “En etkili ilaç nedir?” sorusuna verilen “İlgi ve sevgidir.
Ya işe yaramazsa? O zaman dozunu artırın” cevabı, sadece bireysel ruh sağlığı için değil, toplumsal şifa için de bir reçetedir. Kâinatın yaratılış sebebi olan muhabbetin, insanlığın da yegane kurtuluş reçetesi olduğunu gösterir. Zira ilahi ilgi ve sevgiye layık olmanın yolu, kulların birbirine ve tüm mahlukata karşı merhametli ve ilgili davranmasından geçer. Bu, aynı zamanda İslam’ın temel düsturlarından biridir.

***********

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, “İnşâallah yine Arablar ye’si bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd, ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.”
Bu, sadece tarihi bir temenni değil, aynı zamanda İslam ümmetinin yeniden dirilişi için bir yol haritasıdır. Geçmişte Endülüs’ten Osmanlı’ya kadar bilimde, sanatta ve yönetimde zirvelere ulaşan İslam medeniyeti, bu birliğin ve tefsir ışığında Kur’an’ın evrensel mesajını tüm dünyaya ulaştırmanın önemini isbatlanmıştır.
Türklerin ve Arapların tarihsel olarak omuz omuza vererek gerçekleştirdiği büyük medeniyet atılımları, bu ilahi programın somut birer göstergesidir. Geleceğin teknolojisi ve programlaması da bu ittifakla, insanlığın yararına kullanılmalı, bilgi ve hikmet tüm dünyaya yayılmalıdır.

Bu büyük yürüyüşte, insan da kâinatın bir fihristi, yani özeti gibidir.
“Evet nasılki Fatiha Kur’ana, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir.”
Fatiha Suresi nasıl ki Kur’an’ın bütün mesajlarını özünde barındırıyorsa, insan da tüm kâinatın küçültülmüş bir modeli, ilahi isimlerin bir aynasıdır.
Namaz ise, tüm güzel amellerin, iyiliklerin ve ibadetlerin bir özeti, bir programı mahiyetindedir. Namaz, insanı Yaradan’la doğrudan bir ilişkiye sokar, ruhunu arındırır ve ona bu dünyadaki “gurbet” hissini unutturarak gerçek vatanına, yani Rabbi’ne yakınlaştırır.

Sonuç olarak, her şeyin mutlak sahibi olan Rahîm Hâlık’a aidiyet bilinci, bizi gurbet hissinden kurtarır ve her şeyin mümkün olduğu inancını aşılar. Başkalarını rab edinme tehlikesinden sakınarak, ilgi ve sevgiyle yaralarımızı sarabiliriz.
Tarihten ders çıkararak, İslam’ın kahraman ordusu olan Türkler ve diğer Müslüman milletler el ele vererek Kur’an’ın evrensel mesajını yeniden yüceltebiliriz. Ve en önemlisi, kendimizi kâinatın bir özeti olarak bilip, namaz ile tüm hasenatı cem ederek, bu dünya gurbetinden ebedi saadete doğru emin adımlarla ilerleyebiliriz.

Özet:
Makale, Rahîm bir Yaratıcı’nın varlığıyla insanın gurbet hissinin ortadan kalktığını ve her şeye sahip olunduğunu anlatır. İnsanın, Allah’a kul olmak yerine başkalarını kendine rab edinmesinin musibetlere yol açtığını belirtir.
En etkili ilacın “ilgi ve sevgi” olduğu fikriyle, bu değerlerin toplumsal şifa için önemini ele alır.
Tarihi bir perspektifle, Türklerin ve Arapların İslamiyet’in bayrağını yeniden yükseltme potansiyelini Bedîüzzaman Said Nursî’nin sözleriyle aktarır.
Son olarak, insanın kâinatın bir özeti, namazın ise tüm iyiliklerin fihristi olduğunu ifade ederek, bu bilinçle hareket etmenin kişiyi dünya gurbetinden kurtarıp gerçek saadete ulaştıracağını anlatır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Her Şeyin Dili: Kâinatın Sonsuz Kudret ve Hikmet Aynası

Her Şeyin Dili: Kâinatın Sonsuz Kudret ve Hikmet Aynası

İnsanlık var olduğu günden bu yana kâinatın sırlarını çözmeye, onun engin manalarını idrak etmeye çalışmıştır. Kimi zaman bilimin merceğiyle atom altı parçacıkların derinliklerine inmiş, kimi zaman yıldızların ve galaksilerin sonsuzluğunda kaybolmuşuzdur. Ancak bu arayışta, her bir zerrede tecelli eden ilahi sanatı ve hikmeti göz ardı etmek, en büyük yanılgı olacaktır.

Bediüzzaman’ın beyan ettiği gibi, “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusasıyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırırlar.”
Bu söz, bilimin sadece maddeyi değil, aynı zamanda manayı da keşfetme aracı olduğunu, her bir bilim dalının kendi özgün diliyle Yaradan’ı anlattığını bize fısıldar.

Fizik, evrenin enerji ve madde arasındaki ilişkiyi E=mc^2 formülüyle açıklarken, biyoloji DNA’nın sarmal yapısında hayatın mucizevi kodlarını barındırır. Jeoloji, dağların katmanlarında milyarlarca yıllık bir tarihi fısıldar. Tüm bunlar, sadece cansız ve kör doğa kanunları değil, adeta bir ressamın tablosundaki fırça darbeleri gibi, Sonsuz Kudret ve İradenin delilleridir. Teknoloji ve programlama da aslında bu kâinat programının birer küçük taklitleri gibidir; her bir algoritma, ilahi düzendeki kusursuz işleyişin bir yansımasıdır.

Ancak insanlık tarihi boyunca, bu hikmet perdesini aralamakta zorlandığımız zamanlar da olmuştur. Günahlar ve zulümlerle kalbimiz karardığında, kâinattan bize sunulan rahmet kapıları da kapanır gibi olur.
“Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki; onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır” hadisi, insan fiillerinin sadece kendi üzerinde değil, tüm ekosistem üzerinde ne denli derin etkiler bıraktığını ibretli bir şekilde ortaya koyar.
Bu, çevresel felaketlerden sosyal huzursuzluklara kadar pek çok sorunun temelinde, ilahi düzene aykırı hareket etmenin yattığına dair düşündürücü bir uyarıdır.

Fakat tüm bu zorluklara rağmen ümitvar olmak, müminin şiarıdır. “Evet Ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!” müjdesi, sadece bir inanç beyanı değil, aynı zamanda tarihsel bir hakikatin de yansımasıdır.
İslam medeniyeti, bilim ve sanatın altın çağını yaşarken, bu topraklara iman ziyafeti altında gerçek medeniyetin, fen ve sanat çiçeklerinin açmasına vesile olmuştur. Bu, geçmişten alınan bir dersle geleceği inşa etme sorumluluğumuzu hatırlatır.

*********

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı, bu derin manaları çağımıza taşıyan eşsiz bir tefsirdir. Hastalıkları bile “AH” yerine “OH” demeye çağırması, ilahi rahmetin her musibette gizli olduğunu anlamamızı sağlar. Her bir hastalığın, sabır ve şükürle aşıldığında bir arınma vesilesi olabileceğini anlatır. Aksi takdirde;
Zira “Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibadına hastalıkları vermezdi.” Bu bakış açısı, insana karşılaştığı zorluklar karşısında dayanma gücü ve derin bir teslimiyet bahşeder.

Sonuç olarak, “Sultan-ı kâinat birdir, her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir; her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”
Bu ifade, tüm arayışlarımızın nihai hedefinin Yüce Yaradan’ı tanımak ve ona teslim olmak olduğunu açıkça ortaya koyar. Zira gerçek huzur, sonsuzluğun kapısını aralamak, “Ebedî ömrün önündedir” bilinciyle bu fani ömrü Salih amellerle inşa etmektir.

Kâinatın her bir zerresi, göklerin ve yerin tüm kitapları ve peygamberler, O’nun uluhiyetini ve vahdaniyetini ilan eder. Unutmayalım ki, bu dünyada yaptığımız her şeyin karşılığını göreceğiz. Allah kullarına zulmetmez, adildir ve iman edip Salih amel işleyenlerin mükafatlarını tastamam verecektir.

Özet:
Bu makale, kâinatın her bir varlığının ve bilimin her bir dalının kendi özel diliyle Allah’ı ve O’nun sonsuz kudretini anlattığını anlatır. Fizikten biyolojiye, jeolojiden teknolojiye kadar her şeyin ilahi sanatın birer delili olduğu belirtilir. İnsan fiillerinin, özellikle günahların, kâinatın düzeni üzerindeki olumsuz etkileri hadisler ışığında ele alınır. Ancak tüm zorluklara rağmen ümitvar olmanın ve İslam’ın bilimle olan güçlü bağının önemi anlatılır.

Risale-i Nur’dan yapılan alıntılarla hastalıkların manevi boyutu ve ilahi rahmetin tecellisi açıklanır.

Makale, insanın nihai hedefinin Yaradan’ı tanımak ve O’na teslim olmak olduğunu, çünkü gerçek huzur ve ebedi kurtuluşun bu yolda bulunacağını ifade eder.
Son olarak, ilahi adaletin tecellisine ve Salih amellerin mükafatlandırılacağına dikkat çekilir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

AİLEDE YANGIN VAR

AİLEDE YANGIN VAR

📊 Türkiye’de Boşanma Oranı (Kaba Boşanma Hızı)

2024 yılı itibarîyle, boşanan çift sayısı 187.343 olup, kaba boşanma hızı binde 2,19 (yani %0,219) olarak gerçekleşmiştir  .

Ayrıca TÜİK nüfus verilerine göre, yetişkin nüfus içerisindeki boşanmış bireylerin oranı yaklaşık %5’e yükselmiş durumdadır  .

📍 En Yüksek Boşanma Oranına Sahip İller

Kaba Boşanma Hızı Açısından (2024 verisi, binde oranlar):

  1. Antalya – binde 3,29
    2. İzmir – binde 3,09
    3. Karaman – binde 3,04
    Öte yandan Hakkari en düşük oranla binde 0,45, onu binde 0,55 ile Şırnak, ve binde 0,60 ile Siirt ve Muş izlemektedir  .

Yetişkin Nüfus İçindeki Boşanmışlık Oranı Açısından (%):

İzmir – %8,09
Muğla – %8,04
Antalya – %7,42
Bu oranların üzerinde (yani %5’in üstünde) toplam 22 il bulunmaktayken, örneğin İzmir ve Muğla bu listede öne çıkmaktadır  .
(20 Küsür sene öncede boşanma istatistiklerine baktığımda İzmir boşanmada birinci sıradaydı. )

🧮 Özet Tablo

Ölçüt : Türkiye Genel Oran En Yüksek İller

**Kaba Boşanma Hızı (2024)** Binde 2,19 (%0,219) Antalya (3,29), İzmir (3,09), Karaman (3,04)
Yetişkin Nüfus İçindeki Boşanmışlık Oranı Yaklaşık %5 İzmir (%8,09), Muğla (%8,04), Antalya (%7,42)

🔍 Ek Bilgiler

Boşanma sayısı, 2023’e kıyasla yaklaşık %8 artarak 187.343’e yükselmiştir  .

Boşanmaların %33,7’si, evliliğin ilk 5 yıllık döneminde gerçekleşmektedir; %21,3’ü ise evliliğin 6–10 yılı içinde  .

Çocukların velayeti: 2024’te boşanmalarda etkilen çocukların %74,4’ü anneye verilirken, %25,6’sı babaya verilmiştir  .

Özetle:

Türkiye’de 2024 yılı boşanma oranı, binde 2,19 (yaklaşık %0,22).

Yetişkin nüfus içinde boşanmış birey oranı yaklaşık %5.

En yüksek boşanma hızına sahip iller Antalya, İzmir ve Karaman.

İller arasında yetişkin nüfusta boşanmış oranının en yüksek olduğu şehirler İzmir (%8,09), Muğla (%8,04), Antalya (%7,42).

********

Türkiye’de boşanmalara yol açan başlıca nedenler, TÜİK verileri, aile danışmanlık merkezlerinin raporları ve sosyolojik araştırmalara dayalı olarak aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

Türkiye’de Boşanmaların Başlıca Sebepleri (Maddeler Hâlinde)

  1. Ekonomik Sorunlar

İşsizlik, maddi yetersizlik, borçluluk, gelir dengesizliği

Geçim sıkıntısı nedeniyle artan stres ve tartışmalar

  1. Sadakatsizlik (Aldatma)

Evlilik dışı ilişkiler veya güvenin sarsılması

Sosyal medyanın aldatmaya zemin hazırlaması

  1. Şiddet ve İstismar

Fiziksel, psikolojik, ekonomik veya cinsel şiddet

Kadınların artan bilinç düzeyiyle şiddete karşı sıfır tolerans tutumu

  1. İletişim Eksikliği

Duygusal uzaklık, konuşamama, empati kuramama

Tartışmaların sağlıksız biçimde ilerlemesi

  1. Aile Baskısı ve Müdahalesi (Kayınvalide-Kayınpeder Etkisi)

Özellikle geniş aile yapılarında ebeveyn müdahalesi

Evliliğe dışardan yapılan olumsuz etkiler

  1. Evliliğe Hazır Olmadan Evlenme

Genç yaşta veya baskı altında yapılan evlilikler

Kişisel gelişim tamamlanmadan kurulan bağlar

  1. Uyuşmazlık ve Karakter Farklılıkları

Hayata bakış açısı, değerler, beklentiler arasında büyük farklar

“Uymadık” ya da “anlaşamıyoruz” ifadeleriyle açıklanan boşanmalar

  1. Cinsel Uyum Sorunları

Cinsel tatminsizlik, beklentilerin uyuşmaması

Bu durumun konuşulamaması veya bastırılması

  1. Bağımlılıklar

Alkol, madde, kumar veya teknoloji bağımlılığı

Aile içi sorumlulukların ihmal edilmesi

  1. Çocuk Sahibi Olma Konusundaki Uyuşmazlık

Çocuk istememe, çok çocuk isteme, çocuk eğitimi konusunda ayrılıklar

  1. Eğitim ve Kültür Farklılıkları

Sosyo-kültürel seviyedeki farkların çatışmalara dönüşmesi

  1. İhanet Dışında Duygusal İhmal (Sevgisizlik)

Eşlerin birbirine yeterince zaman ayırmaması, ilgisizlik

Romantik bağın zamanla kaybolması

  1. Mental Sağlık Problemleri

Depresyon, anksiyete gibi ruhsal rahatsızlıkların tedavisiz kalması

Eşin bu durumlara sabır gösterememesi veya fark edememesi

🔍 Not:

TÜİK verilerinde “şiddetli geçimsizlik” çoğu boşanmanın yasal gerekçesi olarak yer alır. Ancak bu başlık, yukarıdaki birçok nedenin (şiddet, iletişimsizlik, sadakatsizlik vb.) genel adı olarak kullanılır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

AİLEDE YANGIN VAR

AİLEDE YANGIN VAR

📊 Türkiye’de Boşanma Oranı (Kaba Boşanma Hızı)

2024 yılı itibarîyle, boşanan çift sayısı 187.343 olup, kaba boşanma hızı binde 2,19 (yani %0,219) olarak gerçekleşmiştir  .

Ayrıca TÜİK nüfus verilerine göre, yetişkin nüfus içerisindeki boşanmış bireylerin oranı yaklaşık %5’e yükselmiş durumdadır  .

📍 En Yüksek Boşanma Oranına Sahip İller

Kaba Boşanma Hızı Açısından (2024 verisi, binde oranlar):

  1. Antalya – binde 3,29
    2. İzmir – binde 3,09
    3. Karaman – binde 3,04
    Öte yandan Hakkari en düşük oranla binde 0,45, onu binde 0,55 ile Şırnak, ve binde 0,60 ile Siirt ve Muş izlemektedir  .

Yetişkin Nüfus İçindeki Boşanmışlık Oranı Açısından (%):

İzmir – %8,09
Muğla – %8,04
Antalya – %7,42
Bu oranların üzerinde (yani %5’in üstünde) toplam 22 il bulunmaktayken, örneğin İzmir ve Muğla bu listede öne çıkmaktadır  .
(20 Küsür sene öncede boşanma istatistiklerine baktığımda İzmir boşanmada birinci sıradaydı. )

🧮 Özet Tablo

Ölçüt : Türkiye Genel Oran En Yüksek İller

**Kaba Boşanma Hızı (2024)** Binde 2,19 (%0,219) Antalya (3,29), İzmir (3,09), Karaman (3,04)
Yetişkin Nüfus İçindeki Boşanmışlık Oranı Yaklaşık %5 İzmir (%8,09), Muğla (%8,04), Antalya (%7,42)

🔍 Ek Bilgiler

Boşanma sayısı, 2023’e kıyasla yaklaşık %8 artarak 187.343’e yükselmiştir  .

Boşanmaların %33,7’si, evliliğin ilk 5 yıllık döneminde gerçekleşmektedir; %21,3’ü ise evliliğin 6–10 yılı içinde  .

Çocukların velayeti: 2024’te boşanmalarda etkilen çocukların %74,4’ü anneye verilirken, %25,6’sı babaya verilmiştir  .

Özetle:

Türkiye’de 2024 yılı boşanma oranı, binde 2,19 (yaklaşık %0,22).

Yetişkin nüfus içinde boşanmış birey oranı yaklaşık %5.

En yüksek boşanma hızına sahip iller Antalya, İzmir ve Karaman.

İller arasında yetişkin nüfusta boşanmış oranının en yüksek olduğu şehirler İzmir (%8,09), Muğla (%8,04), Antalya (%7,42).

********

Türkiye’de boşanmalara yol açan başlıca nedenler, TÜİK verileri, aile danışmanlık merkezlerinin raporları ve sosyolojik araştırmalara dayalı olarak aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

Türkiye’de Boşanmaların Başlıca Sebepleri (Maddeler Hâlinde)

  1. Ekonomik Sorunlar

İşsizlik, maddi yetersizlik, borçluluk, gelir dengesizliği

Geçim sıkıntısı nedeniyle artan stres ve tartışmalar

  1. Sadakatsizlik (Aldatma)

Evlilik dışı ilişkiler veya güvenin sarsılması

Sosyal medyanın aldatmaya zemin hazırlaması

  1. Şiddet ve İstismar

Fiziksel, psikolojik, ekonomik veya cinsel şiddet

Kadınların artan bilinç düzeyiyle şiddete karşı sıfır tolerans tutumu

  1. İletişim Eksikliği

Duygusal uzaklık, konuşamama, empati kuramama

Tartışmaların sağlıksız biçimde ilerlemesi

  1. Aile Baskısı ve Müdahalesi (Kayınvalide-Kayınpeder Etkisi)

Özellikle geniş aile yapılarında ebeveyn müdahalesi

Evliliğe dışardan yapılan olumsuz etkiler

  1. Evliliğe Hazır Olmadan Evlenme

Genç yaşta veya baskı altında yapılan evlilikler

Kişisel gelişim tamamlanmadan kurulan bağlar

  1. Uyuşmazlık ve Karakter Farklılıkları

Hayata bakış açısı, değerler, beklentiler arasında büyük farklar

“Uymadık” ya da “anlaşamıyoruz” ifadeleriyle açıklanan boşanmalar

  1. Cinsel Uyum Sorunları

Cinsel tatminsizlik, beklentilerin uyuşmaması

Bu durumun konuşulamaması veya bastırılması

  1. Bağımlılıklar

Alkol, madde, kumar veya teknoloji bağımlılığı

Aile içi sorumlulukların ihmal edilmesi

  1. Çocuk Sahibi Olma Konusundaki Uyuşmazlık

Çocuk istememe, çok çocuk isteme, çocuk eğitimi konusunda ayrılıklar

  1. Eğitim ve Kültür Farklılıkları

Sosyo-kültürel seviyedeki farkların çatışmalara dönüşmesi

  1. İhanet Dışında Duygusal İhmal (Sevgisizlik)

Eşlerin birbirine yeterince zaman ayırmaması, ilgisizlik

Romantik bağın zamanla kaybolması

  1. Mental Sağlık Problemleri

Depresyon, anksiyete gibi ruhsal rahatsızlıkların tedavisiz kalması

Eşin bu durumlara sabır gösterememesi veya fark edememesi

🔍 Not:

TÜİK verilerinde “şiddetli geçimsizlik” çoğu boşanmanın yasal gerekçesi olarak yer alır. Ancak bu başlık, yukarıdaki birçok nedenin (şiddet, iletişimsizlik, sadakatsizlik vb.) genel adı olarak kullanılır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Peygamberin İnsan Yetiştiriciliği: İstidatları Yeşerten Rahmet Eli

Peygamberin İnsan Yetiştiriciliği: İstidatları Yeşerten Rahmet Eli

Her insanın içinde bir çekirdek saklıdır. Kiminde bu çekirdek bir çınar olmaya, kiminde bir gül bahçesine dönüşmeye muktedirdir. Fakat bu potansiyel, ancak bir dokunuşla, bir şefkatle, bir yönlendirmeyle uyanır. İşte bu noktada Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v), sadece vahiy getiren bir elçi değil; insan ruhunun en derin tabakalarına inerek oradaki istidatları uyandıran, kabiliyetleri geliştiren ve kişiyi kendi kemaline ulaştıran eşsiz bir mürşid-i kâmil, bir “rahmet peygamberi” olarak karşımıza çıkar.

Fıtratın Gönül Toprağına Su Veren Nebî

Peygamberimiz’in en belirgin yönlerinden biri, insanların içinde var olan ama kendi kendine keşfedemedikleri cevherleri ortaya çıkarmasıdır. Onun eğitimi, doğrudan doğruya kalbe dokunan bir eğitimdir. O, insanı olduğu gibi değil, olabileceği gibi gören bir terbiye ustasıdır.

Tıpkı susuz kalan bir toprak parçasının, yağan rahmetle bir anda çiçeklerle bezendiği gibi; Peygamberimizin manevi terbiyesiyle insanlar:

Korkakken cesur,

Cahilken bilge,

Zalimken adil,

Savrulmuşken düzenli,

Yalancı iken sadık hâle gelmiştir.

Örnekler Üzerinden Bir Tefekkür

Hz. Ebû Bekir: Sadakati içinde vardı, ama İslam ile zirveye çıktı. “Sıddîk” unvanını aldı, çünkü Peygamber onu sıdk yoluna yönlendirdi.

Hz. Ömer: Sert mizacının ardında adalet istidadı gizliydi. Peygamber o cevheri keşfetti. Sonunda “Faruk” oldu, hak ile batılı ayıran bir mihenk taşı.

Hz. Bilâl: Köleydi, hor görülürdü. Oysa içinde hürriyet ve sadakat tohumu vardı. Peygamber bu tohumu suladı. O da ezanın gür sesi oldu.

Hz. Halid b. Velid: Müşrik saflarında savaşırken dahi bir kumandan zekâsına sahipti. Peygamber bu istidadı yönlendirdi, onu “Allah’ın kılıcı” yaptı.

Bu örnekler, Peygamber’in ne kadar keskin bir feraset ve mânevî rehberlik kudretine sahip olduğunu gösterir.

Bunu tüm sahabelere teşmil edebilirsiniz.

Manevi Eğitim Modeli: Bir Nebevî Pedagoji

Modern psikoloji ve eğitim bilimleri de her insanın içinde bir yetenek haritası taşıdığını kabul eder. Ancak bu potansiyel, genellikle zahiri sebeplere ya da rastgele çevresel etkilere bağlı olarak gelişir. Oysa Peygamberimiz’in yaklaşımı:

Niyet merkezlidir: Herkesi, yaratılış gayesi doğrultusunda eğitir.

Bireysel farkları tanır: Sahabeler arasında kişiye özel yöntem uygular.

Önce kalbi fetheder: Zorlamaz, sevdirerek yönlendirir.

Sürekli gelişime açık bırakır: Sınırlamaz, istikamete yön verir.

İnsan psikolojisine bu kadar uygun bir eğitim modeli, çağlar üstü bir metodolojiyi de beraberinde getirir.

Tohumu Yeşerten Dokunuş: Ahlak ve Merhamet

Peygamberimizin başarısının ardındaki temel sır, ahlak ve merhamettir. O, insanı bir nesne değil; bir emanet, bir mücevher gibi görür. Onu kırmak değil, işlemek ister. Zira derdi insanı sadece  adam etmek değil, insanı “insan-ı kâmil” etmektir.

Bu yönüyle o, bir bahçıvan gibidir: Tohumu tanır, toprağın yapısını bilir, hangi ağacın ne zaman meyve vereceğini sezerek kavrar ve ona göreİslamın suyuyla sular. Sonra sabırla sulamaya devam eder. Gölge yapar, budar, destek verir. Ve sonunda ortaya öyle bir bahçe çıkar ki, asırlarca hem meyve verir hem de gölge olur.

Tarihî ve İbretli Bir Perspektif

Peygamberimizin vefat ettiği gün, ardında dev bir ordu, organize bir devlet, hukuk sistemi, sosyal adalet anlayışı ve binlerce yetişmiş insan bırakmıştı. Hiçbir dünyevî araç-gereç kullanmadan, sadece sevgi, ahlak, sabır ve hikmetle gerçekleştirdiği bu inkılap; tarihte eşi benzeri olmayan bir “insan inşası”dır.

Tarihin gördüğü en güçlü liderler bile ardında harabeler veya kaos bırakırken; o, insan bırakmıştır. Birer yıldız gibi parlayan sahabeler, onun en büyük eserleridir.

Bilimsel ve Akli Boyut

Nörobilim ve eğitim teorileri, insan beyninin dış uyarıcılarla geliştiğini, fakat gerçek öğrenmenin anlamla bütünleştiğinde kalıcı olduğunu söyler. Peygamberimiz’in talimleri; yalnızca bilgi değil, anlam da ihtiva ettiği için kalplerde kök salmıştır.

Modern “potansiyel keşfi” programları, bugün milyarlarca dolarlık endüstrilere dönüşmüştür. Oysa Allah Rasûlü, bin dört yüz yıl önce bu işin en mükemmel örneklerini bir hurma kütüğüne yaslanarak gerçekleştirmiştir.

Edebi Bir Yorumla

O, kurumuş dallara su yürütendi. Tohumun yüzyıllardır uyuduğu gönülleri şefkatle uyandıran bir sabah esintisiydi. Sert kayalarda dahi bir gül açtırdı. Herkesi olduğu hâliyle değil, Allah katındaki en güzel hâliyle gördü. Ve bu yüzden onun terbiye ettiği insanlar, sadece iyi değil; en iyi oldular.

Sonuç

Peygamber Efendimiz (s.a.v), insan potansiyelini harekete geçirme noktasında eşsiz bir örnektir. O, kabiliyetleri keşfetmiş, istidatları uyandırmış ve insanı kendi hakikatine kavuşturmuştur. Her biri ayrı karakterde binlerce insanı aynı rahmet potasında eritmiş, bir ümmet oluşturmuştur. Onun metodu hem ilahîdir hem de fıtrîdir. Onun bıraktığı miras, sadece bir din değil; bir insanlık modelidir.

Özet

Bu makalede, Peygamber Efendimiz’in en belirgin yönü olan insanlardaki potansiyeli keşfetme ve harekete geçirme özelliği ele alındı. Hz. Peygamber; sevgi, şefkat, ahlak ve rehberlik yoluyla insanların içindeki cevherleri ortaya çıkarmış, istidatlarını en güzel şekilde geliştirmiştir. Onun eğitimi, modern pedagojik yaklaşımlarla da örtüşen, ama onları aşan bir derinliğe sahiptir. Vahyin nuru, onun eliyle sadece karanlıkları değil, içimizdeki saklı güzellikleri de aydınlatmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Peygamberin İnsan Yetiştiriciliği: İstidatları Yeşerten Rahmet Eli

Peygamberin İnsan Yetiştiriciliği: İstidatları Yeşerten Rahmet Eli

Her insanın içinde bir çekirdek saklıdır. Kiminde bu çekirdek bir çınar olmaya, kiminde bir gül bahçesine dönüşmeye muktedirdir. Fakat bu potansiyel, ancak bir dokunuşla, bir şefkatle, bir yönlendirmeyle uyanır. İşte bu noktada Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v), sadece vahiy getiren bir elçi değil; insan ruhunun en derin tabakalarına inerek oradaki istidatları uyandıran, kabiliyetleri geliştiren ve kişiyi kendi kemaline ulaştıran eşsiz bir mürşid-i kâmil, bir “rahmet peygamberi” olarak karşımıza çıkar.

Fıtratın Gönül Toprağına Su Veren Nebî

Peygamberimiz’in en belirgin yönlerinden biri, insanların içinde var olan ama kendi kendine keşfedemedikleri cevherleri ortaya çıkarmasıdır. Onun eğitimi, doğrudan doğruya kalbe dokunan bir eğitimdir. O, insanı olduğu gibi değil, olabileceği gibi gören bir terbiye ustasıdır.

Tıpkı susuz kalan bir toprak parçasının, yağan rahmetle bir anda çiçeklerle bezendiği gibi; Peygamberimizin manevi terbiyesiyle insanlar:

Korkakken cesur,

Cahilken bilge,

Zalimken adil,

Savrulmuşken düzenli,

Yalancı iken sadık hâle gelmiştir.

Örnekler Üzerinden Bir Tefekkür

Hz. Ebû Bekir: Sadakati içinde vardı, ama İslam ile zirveye çıktı. “Sıddîk” unvanını aldı, çünkü Peygamber onu sıdk yoluna yönlendirdi.

Hz. Ömer: Sert mizacının ardında adalet istidadı gizliydi. Peygamber o cevheri keşfetti. Sonunda “Faruk” oldu, hak ile batılı ayıran bir mihenk taşı.

Hz. Bilâl: Köleydi, hor görülürdü. Oysa içinde hürriyet ve sadakat tohumu vardı. Peygamber bu tohumu suladı. O da ezanın gür sesi oldu.

Hz. Halid b. Velid: Müşrik saflarında savaşırken dahi bir kumandan zekâsına sahipti. Peygamber bu istidadı yönlendirdi, onu “Allah’ın kılıcı” yaptı.

Bu örnekler, Peygamber’in ne kadar keskin bir feraset ve mânevî rehberlik kudretine sahip olduğunu gösterir.

Bunu tüm sahabelere teşmil edebilirsiniz.

Manevi Eğitim Modeli: Bir Nebevî Pedagoji

Modern psikoloji ve eğitim bilimleri de her insanın içinde bir yetenek haritası taşıdığını kabul eder. Ancak bu potansiyel, genellikle zahiri sebeplere ya da rastgele çevresel etkilere bağlı olarak gelişir. Oysa Peygamberimiz’in yaklaşımı:

Niyet merkezlidir: Herkesi, yaratılış gayesi doğrultusunda eğitir.

Bireysel farkları tanır: Sahabeler arasında kişiye özel yöntem uygular.

Önce kalbi fetheder: Zorlamaz, sevdirerek yönlendirir.

Sürekli gelişime açık bırakır: Sınırlamaz, istikamete yön verir.

İnsan psikolojisine bu kadar uygun bir eğitim modeli, çağlar üstü bir metodolojiyi de beraberinde getirir.

Tohumu Yeşerten Dokunuş: Ahlak ve Merhamet

Peygamberimizin başarısının ardındaki temel sır, ahlak ve merhamettir. O, insanı bir nesne değil; bir emanet, bir mücevher gibi görür. Onu kırmak değil, işlemek ister. Zira derdi insanı sadece  adam etmek değil, insanı “insan-ı kâmil” etmektir.

Bu yönüyle o, bir bahçıvan gibidir: Tohumu tanır, toprağın yapısını bilir, hangi ağacın ne zaman meyve vereceğini sezerek kavrar ve ona göreİslamın suyuyla sular. Sonra sabırla sulamaya devam eder. Gölge yapar, budar, destek verir. Ve sonunda ortaya öyle bir bahçe çıkar ki, asırlarca hem meyve verir hem de gölge olur.

Tarihî ve İbretli Bir Perspektif

Peygamberimizin vefat ettiği gün, ardında dev bir ordu, organize bir devlet, hukuk sistemi, sosyal adalet anlayışı ve binlerce yetişmiş insan bırakmıştı. Hiçbir dünyevî araç-gereç kullanmadan, sadece sevgi, ahlak, sabır ve hikmetle gerçekleştirdiği bu inkılap; tarihte eşi benzeri olmayan bir “insan inşası”dır.

Tarihin gördüğü en güçlü liderler bile ardında harabeler veya kaos bırakırken; o, insan bırakmıştır. Birer yıldız gibi parlayan sahabeler, onun en büyük eserleridir.

Bilimsel ve Akli Boyut

Nörobilim ve eğitim teorileri, insan beyninin dış uyarıcılarla geliştiğini, fakat gerçek öğrenmenin anlamla bütünleştiğinde kalıcı olduğunu söyler. Peygamberimiz’in talimleri; yalnızca bilgi değil, anlam da ihtiva ettiği için kalplerde kök salmıştır.

Modern “potansiyel keşfi” programları, bugün milyarlarca dolarlık endüstrilere dönüşmüştür. Oysa Allah Rasûlü, bin dört yüz yıl önce bu işin en mükemmel örneklerini bir hurma kütüğüne yaslanarak gerçekleştirmiştir.

Edebi Bir Yorumla

O, kurumuş dallara su yürütendi. Tohumun yüzyıllardır uyuduğu gönülleri şefkatle uyandıran bir sabah esintisiydi. Sert kayalarda dahi bir gül açtırdı. Herkesi olduğu hâliyle değil, Allah katındaki en güzel hâliyle gördü. Ve bu yüzden onun terbiye ettiği insanlar, sadece iyi değil; en iyi oldular.

Sonuç

Peygamber Efendimiz (s.a.v), insan potansiyelini harekete geçirme noktasında eşsiz bir örnektir. O, kabiliyetleri keşfetmiş, istidatları uyandırmış ve insanı kendi hakikatine kavuşturmuştur. Her biri ayrı karakterde binlerce insanı aynı rahmet potasında eritmiş, bir ümmet oluşturmuştur. Onun metodu hem ilahîdir hem de fıtrîdir. Onun bıraktığı miras, sadece bir din değil; bir insanlık modelidir.

Özet

Bu makalede, Peygamber Efendimiz’in en belirgin yönü olan insanlardaki potansiyeli keşfetme ve harekete geçirme özelliği ele alındı. Hz. Peygamber; sevgi, şefkat, ahlak ve rehberlik yoluyla insanların içindeki cevherleri ortaya çıkarmış, istidatlarını en güzel şekilde geliştirmiştir. Onun eğitimi, modern pedagojik yaklaşımlarla da örtüşen, ama onları aşan bir derinliğe sahiptir. Vahyin nuru, onun eliyle sadece karanlıkları değil, içimizdeki saklı güzellikleri de aydınlatmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Hz. Ömer ve Ebû Cehil: İki Kutup, Bir Tercih

Hz. Ömer ve Ebû Cehil: İki Kutup, Bir Tercih

Rasûlullah (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Allah’ım, şu iki adamdan -Ebû Cehil ve Ömer b. Hattâb’tan- sana en sevimli olanı ile İslam’ı güçlendir.”

Rasûlullah (a.s.m.) sözünü şöyle sürdürdü:

“O iki kişiden Allah’a sevimli olanı Ömer’di.” (Tirmizî, Menâkıb, 18; bk. Müsned 2/25;; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/327; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 2/215)

İslam tarihinde öyle şahsiyetler vardır ki, onların varlığı bir dönüm noktası, bir kader çizgisi olmuştur. Bu şahsiyetlerden biri de Hz. Ömer b. Hattâb’tır. Onun Müslüman oluşu, bir şahsın iman etmesinden çok daha öte bir anlam taşır: O gün İslam’ın izzeti, sokaklara taşmış; zayıflar kuvvet bulmuş, inananlar başlarını dik tutmuştur.
O halde sormak gerekir: Neden Ömer? Rasûlullah’ın duasına mazhar olan bu şahıs, Allah’a neden sevimli gelmiştir?

Rasûlullah (a.s.m), Allah’tan, Ebû Cehil ya da Hz. Ömer’den biriyle İslam’ı aziz kılmasını dilemiştir. Bu dua, aslında zahiren benzer, hakikatte zıt iki karakterin mukayesesidir. Her ikisi de Kureyş’in ileri gelenlerindendi. Her ikisi de güçlü, karizmatik, etkiliydi. Ancak biri küfrün cebbarı; diğeri ise henüz iman etmemiş olsa da fıtratın safiyetini taşıyan bir cevherdi.

Hz. Ömer’in Fıtrî Kudreti ve Duru Aklı

Hz. Ömer’in iman etmeden önce bile taşıdığı bazı meziyetler, onun Allah’a sevimli gelen yönlerini anlamada ipuçları sunar:

Adalet duygusu: Cahiliye döneminde bile hak ve adaleti gözetmeye çalışır, zulme tahammül etmezdi.

Aklın selameti: Hz. Ömer düşünce ve muhakeme sahibi, olaylara akıl süzgecinden bakan bir şahıstı. Müşrikliğin mantıksızlığına itirazları zamanla onu tefekküre sevk etmişti.

Cesaret ve dirayet: Mekke’nin sert tabiatlı yapısı içinde yıldız gibi parlayan Ömer, irade ve karar adamıydı. Bu yönü, daha sonra İslam’ın yönetim sisteminde eşsiz bir denge unsuru oldu.

Zihnî berraklık: Gerçeği kabule hazır, istikameti bozulmamış bir zihne sahipti. Bu özellik, hakikati görmesinde önemli rol oynadı.

Allah’a Sevimli Gelen Özellik: Safiyet, İhlâs ve Potansiyel

Cenâb-ı Hak, kalpleri bilir. Zâhirde kabalık, şiddet veya muhalefet görülebilir; ancak bâtında saf bir cevher gizli olabilir. Hz. Ömer’in gönlü, şirkten ve taşlaşmış inkârdan tamamen nasipsiz değildi. Onun karakteri:

Kuvvetli ama kibirsiz

Kararlı ama inatçı değil

Zorlu ama adil

Asabiyetli ama samimi

bir çizgideydi. Ebû Cehil ise aynı kuvvete sahip olsa da bu kudreti şirk, istikbar ve zulüm yönünde kullanıyordu. Allah’ın nazarı kalpleredir. Bu sebeple, Hz. Ömer’in taşıdığı potansiyel, Allah’a sevimli gelmişti.

İslam’ın İzzet Bayrağı: Ömer’le Yükselen Kudret

Hz. Ömer’in Müslüman oluşu, sadece bir ferdin iman etmesi değildir; bu olay İslam’ın toplumsal ve siyasal görünürlüğünde bir kırılma noktasıdır. Daha önce gizli yürütülen ibadetler artık açıktan yapılmaya başlanmış; Kâbe’nin etrafında saf tutulmuş, müşriklerin kalbine korku düşmüştür.

Onunla birlikte İslam:

Korku döneminden cesaret dönemine,

Sükûnetten aksiyona,

Gizlilikten tebliğe geçmiştir.

Bilimsel ve Akli Boyut: Karakter Yapısının Etkisi

Modern psikoloji, insanın karakter yapısının dini yönelişinde etkili olduğunu gösterir. Hz. Ömer’in karakteri:

Dışa dönük (extraverted)

Yüksek kararlılık (conscientiousness)

Düşük nevrotiklik (emotional stability) ile tanımlanabilir. Bu yapı, hakikate yönelmede daha sağlam adımlar atmasını sağlamış; önyargılarından ziyade derin düşünceyle hareket etmesine imkân tanımıştır.

Tarihî ve İbretli Boyut

Hz. Ömer’in halifeliği döneminde devletin yapısı güçlenmiş, adalet müessesesi kurumlaşmış, fetihlerle İslam dünyası genişlemiştir. O, Müslümanların sadece bir ferdi değil; İslam’ın devletleşmiş vicdanıdır. Onun bu yönü, Allah katında ne denli sevimli olduğunun delillerindendir.

Edebi Bir Yorumla

Kalbinde hakka karşı samimi bir arayış olan kişi, ne kadar uzak görünse de Rabbin rahmet nazarından uzakta değildir. Hz. Ömer’in kalbi, küfrün zırhı içinde atan bir hakikat kandiliydi. Ve o kandil, bir dua ile parladı.

Sonuç

Hz. Ömer’in Allah’a sevimli gelmesinin ardında yatan hikmet, onun kalbinin hakikate açık, vicdanının diri, aklının berrak ve karakterinin sağlam oluşudur. Şeklen İslam’a düşman olsa da, özünde zulmü sevmeyen, adaleti arayan bu cevher, Allah’ın nazarında kıymet bulmuş ve İslam’ın izzet elçisi kılınmıştır.

Özet

Hz. Ömer’in Allah’a sevimli gelen yönü, onun fıtratının saf, karakterinin adil, aklının berrak ve vicdanının hakikate meyilli oluşudur. O, güçlü bir liderlik potansiyelini şirk uğruna harcamayan, aksine gerçeğe yönelince onu zirveye taşıyan bir şahsiyettir. Rasûlullah’ın duasına mazhar olması, onun iç dünyasında saklı olan bu hakikat cevherinin bir yansımasıdır. Onun Müslüman oluşu, sadece bireysel bir dönüşüm değil; İslam tarihinin en büyük izzetlerinden biridir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Yaratılışın Perde Arkası ve İnsan Olmanın Anlamı

Yaratılışın Perde Arkası ve İnsan Olmanın Anlamı

İnsanlık varoluşundan bu yana, kendini, evreni ve Yaradan’ı anlama arayışında olmuştur. Kimi zaman bilimle, kimi zaman felsefeyle, kimi zaman da inançla bu derin sorulara cevap aramıştır.

O, yarattıklarını yaratılmadan önce de, yarattıktan sonra da bütün halleriyle bilir. Yarattıkları ise ancak O’nun izin verdiği ve öğrettiği kadar bilebilirler…
Bu Allah’ın ilminin sonsuzluğunu ve her şeyi kuşattığını anlatırken, insanın bilgisinin sınırlı olduğunu ve ancak O’nun izniyle bir şeyler öğrenebileceğini hatırlatır.

Tarih boyunca nice ilim adamı, nice filozof bu gerçeği farklı yollarla idrak etmiştir.
İbn-i Sina’dan Biruni’ye, Gazali’den İbn-i Haldun’a kadar pek çok mütefekkir, evrenin işleyişindeki nizamı ve kudreti araştırırken, nihayetinde bu nizamın ardındaki sonsuz ilmi ve iradeyi teslim etmişlerdir.
Bilimsel çalışmalarımız ve teknolojik gelişmelerimiz ne kadar ilerlerse ilerlesin, her yeni keşif, bize kainatın daha nice sırlarını açarak, O’nun ilminin derinliğini bir kez daha gösterir.

*********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan süzülen hikmet damlaları ise, bu sınırlı ömrün nasıl değerlendirilmesi gerektiği hususunda bizlere kılavuzluk eder: “Şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarf etme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki, bâki kalsın.”
Bu söz, insana zamanın ve hayatın kıymetini hatırlatır. Geçici hevesler, dünyanın aldatıcı cazibeleri peşinde koşmak yerine, ölümsüz olana, ahirete yönelik ameller işlemeye davet eder. Geçmiş medeniyetlerin yükseliş ve çöküşleri, tarihin en büyük ibretlerinden biridir. Nice milletler, fani olana sarılıp bâki olanı ihmal ettiğinde, bir zamanlar hükmettikleri topraklar üzerinde sadece harabeler bırakarak yok olmuşlardır.

Yine Kastamonu Lahikası’ndan, Risale-i Nur’dan bir başka önemli mesaj: “İnsan hatadan hâlî olamaz fakat tövbe kapısı açıktır.” Bu söz, insanın yapısındaki acziyeti ve hata yapma potansiyelini kabul ederken, aynı zamanda umut kapılarını ardına kadar açar. Ne kadar günahkâr olursak olalım, tövbe ve istiğfar ile yeniden arınma ve Allah’a yönelme fırsatımız her zaman vardır.
İslam tarihinde, büyük günahlar işledikten sonra samimi bir tövbeyle Hakk’a dönen ve Allah’ın affına mazhar olan nice şahsiyetler bu gerçeğin canlı örnekleridir.
Mesnevî-i Nuriye’de gelen o müthiş ifade: “Bu latif, nazik masnuatı o kuru ağaçlardan ihraç eden KUDRETE hiçbir şey ağır gelmez.” Güllerin dikenli dallardan çıkışı, narın kuru topraktan filizlenişi, incirin ağacın bağrında olgunlaşması… Her biri, Kudret-i İlahiye’nin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını haykırır. Bilim, bu harika yaratılışın mekanizmalarını çözmeye çalışsa da, bu mekanizmaları var eden ve işleyişini sağlayan Yüce Kudret karşısında hayranlığını gizleyemez. Her bir meyve, her bir çiçek, her bir canlı, O’nun mucizevi sanatının birer eseridir.
Furkan Suresi’nin 59. ayeti ise yaratılışın ihtişamını özetler: “‘Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur…’
Bu ayet, kainatın bir plan dahilinde, belli bir düzen içinde yaratıldığını ve her şeyin O’nun tasarrufunda olduğunu anlatır. Göklerdeki yıldızların ahengi, gezegenlerin kusursuz dönüşü, mevsimlerin dönüşü… Tüm bunlar, tesadüflerle açıklanamayacak kadar muazzam bir tasarımın ürünüdür.

Sözler’den gelen “İnsan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır” cümlesi, insanın gerçek değerini ortaya koyar. İnsanı diğer varlıklardan ayıran yegâne özelliklerden biri olan iman, onu Rabbine bağlar ve ona kainattaki her şeyden daha büyük bir anlam kazandırır. İman nuruyla bakan bir kalp, her varlıkta Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini görür ve bu tecelliler karşısında hayranlık duyar.

Yine Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Sözler 474’ten bir ikaz: “Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevt’ten kaçarsan kat’iyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır.” Bu söz, insanın en büyük yanılgılarından birini, yani geleceği garanti zannetme ve ölümü unutma gafletini yüzüne vurur. Hayat, nefes aldığımız bu andan ibarettir. Gelecek belirsiz, geçmiş ise geride kalmıştır. Önemli olan, içinde bulunduğumuz anı hakkıyla yaşamak ve bu anı ahiret için bir hazırlık olarak görmektir.

Son olarak Lem’alar’dan gelen “Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir” cümlesi, evrenin ve dünyanın dinamik yapısını gözler önüne serer. Dünya, sürekli bir dönüşüm ve değişim içindedir. Doğumlar ve ölümler, inşaatlar ve yıkımlar, gelip geçen nesiller… Her şey birbiri ardına gelip geçmektedir. Bu döngü içinde insan, sadece kısa bir süreliğine bu misafirhanede kalan bir yolcudur. Önemli olan, bu misafirlikte geride ne gibi izler bıraktığımızdır.

Bu makalede ele alınan tüm bu hakikatler, Tefsir ve Risale-i Nur’un derinliklerinden süzülerek günümüz insanına ulaşan paha biçilmez derslerdir. Bilimsel çalışmalarımız ve teknolojik ilerlemelerimiz, bu ilahi hakikatleri daha iyi anlamamıza ve kainattaki muhteşem düzeni daha yakından görmemize vesile olmalıdır. Zira, en ileri teknoloji bile, kâinatın yaratılışındaki ince sırrı ancak bir nebze aralayabilir.

Özet:
Bu makale, Risale-i Nur Külliyatı’ndan seçilen hikmetli sözler ışığında, yaratılışın derin anlamını, insanın evrendeki yerini ve fani ömrünü nasıl değerlendirmesi gerektiğini ele almaktadır. Allah’ın sonsuz ilmi ve kudreti karşısında insanın sınırlı bilgisi anlatılırken, dünya hayatının geçiciliği ve ahirete yönelik amellerin önemi üzerinde durulmuştur.
Makale, insanın hata yapma potansiyeline rağmen tövbe kapısının her zaman açık olduğunu hatırlatır ve kainattaki her bir varlıkta tecelli eden ilahi sanatın güzelliğine dikkat çeker.
Dünya, sürekli işleyen büyük bir fabrika ve geçici bir misafirhane olarak tanımlanırken, insanın gerçek değerinin iman ile kazandığı manevi yücelikle olduğu belirtilmiştir.
Tüm bu konuların, bilim ve teknoloji ile de desteklenebilecek derin bir tevhid anlayışına işaret ettiği sonucuna varılmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Yaratılışın Perde Arkası ve İnsan Olmanın Anlamı

Yaratılışın Perde Arkası ve İnsan Olmanın Anlamı

İnsanlık varoluşundan bu yana, kendini, evreni ve Yaradan’ı anlama arayışında olmuştur. Kimi zaman bilimle, kimi zaman felsefeyle, kimi zaman da inançla bu derin sorulara cevap aramıştır.

O, yarattıklarını yaratılmadan önce de, yarattıktan sonra da bütün halleriyle bilir. Yarattıkları ise ancak O’nun izin verdiği ve öğrettiği kadar bilebilirler…
Bu Allah’ın ilminin sonsuzluğunu ve her şeyi kuşattığını anlatırken, insanın bilgisinin sınırlı olduğunu ve ancak O’nun izniyle bir şeyler öğrenebileceğini hatırlatır.

Tarih boyunca nice ilim adamı, nice filozof bu gerçeği farklı yollarla idrak etmiştir.
İbn-i Sina’dan Biruni’ye, Gazali’den İbn-i Haldun’a kadar pek çok mütefekkir, evrenin işleyişindeki nizamı ve kudreti araştırırken, nihayetinde bu nizamın ardındaki sonsuz ilmi ve iradeyi teslim etmişlerdir.
Bilimsel çalışmalarımız ve teknolojik gelişmelerimiz ne kadar ilerlerse ilerlesin, her yeni keşif, bize kainatın daha nice sırlarını açarak, O’nun ilminin derinliğini bir kez daha gösterir.

*********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan süzülen hikmet damlaları ise, bu sınırlı ömrün nasıl değerlendirilmesi gerektiği hususunda bizlere kılavuzluk eder: “Şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarf etme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki, bâki kalsın.”
Bu söz, insana zamanın ve hayatın kıymetini hatırlatır. Geçici hevesler, dünyanın aldatıcı cazibeleri peşinde koşmak yerine, ölümsüz olana, ahirete yönelik ameller işlemeye davet eder. Geçmiş medeniyetlerin yükseliş ve çöküşleri, tarihin en büyük ibretlerinden biridir. Nice milletler, fani olana sarılıp bâki olanı ihmal ettiğinde, bir zamanlar hükmettikleri topraklar üzerinde sadece harabeler bırakarak yok olmuşlardır.

Yine Kastamonu Lahikası’ndan, Risale-i Nur’dan bir başka önemli mesaj: “İnsan hatadan hâlî olamaz fakat tövbe kapısı açıktır.” Bu söz, insanın yapısındaki acziyeti ve hata yapma potansiyelini kabul ederken, aynı zamanda umut kapılarını ardına kadar açar. Ne kadar günahkâr olursak olalım, tövbe ve istiğfar ile yeniden arınma ve Allah’a yönelme fırsatımız her zaman vardır.
İslam tarihinde, büyük günahlar işledikten sonra samimi bir tövbeyle Hakk’a dönen ve Allah’ın affına mazhar olan nice şahsiyetler bu gerçeğin canlı örnekleridir.
Mesnevî-i Nuriye’de gelen o müthiş ifade: “Bu latif, nazik masnuatı o kuru ağaçlardan ihraç eden KUDRETE hiçbir şey ağır gelmez.” Güllerin dikenli dallardan çıkışı, narın kuru topraktan filizlenişi, incirin ağacın bağrında olgunlaşması… Her biri, Kudret-i İlahiye’nin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını haykırır. Bilim, bu harika yaratılışın mekanizmalarını çözmeye çalışsa da, bu mekanizmaları var eden ve işleyişini sağlayan Yüce Kudret karşısında hayranlığını gizleyemez. Her bir meyve, her bir çiçek, her bir canlı, O’nun mucizevi sanatının birer eseridir.
Furkan Suresi’nin 59. ayeti ise yaratılışın ihtişamını özetler: “‘Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur…’
Bu ayet, kainatın bir plan dahilinde, belli bir düzen içinde yaratıldığını ve her şeyin O’nun tasarrufunda olduğunu anlatır. Göklerdeki yıldızların ahengi, gezegenlerin kusursuz dönüşü, mevsimlerin dönüşü… Tüm bunlar, tesadüflerle açıklanamayacak kadar muazzam bir tasarımın ürünüdür.

Sözler’den gelen “İnsan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır” cümlesi, insanın gerçek değerini ortaya koyar. İnsanı diğer varlıklardan ayıran yegâne özelliklerden biri olan iman, onu Rabbine bağlar ve ona kainattaki her şeyden daha büyük bir anlam kazandırır. İman nuruyla bakan bir kalp, her varlıkta Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini görür ve bu tecelliler karşısında hayranlık duyar.

Yine Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Sözler 474’ten bir ikaz: “Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevt’ten kaçarsan kat’iyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır.” Bu söz, insanın en büyük yanılgılarından birini, yani geleceği garanti zannetme ve ölümü unutma gafletini yüzüne vurur. Hayat, nefes aldığımız bu andan ibarettir. Gelecek belirsiz, geçmiş ise geride kalmıştır. Önemli olan, içinde bulunduğumuz anı hakkıyla yaşamak ve bu anı ahiret için bir hazırlık olarak görmektir.

Son olarak Lem’alar’dan gelen “Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir” cümlesi, evrenin ve dünyanın dinamik yapısını gözler önüne serer. Dünya, sürekli bir dönüşüm ve değişim içindedir. Doğumlar ve ölümler, inşaatlar ve yıkımlar, gelip geçen nesiller… Her şey birbiri ardına gelip geçmektedir. Bu döngü içinde insan, sadece kısa bir süreliğine bu misafirhanede kalan bir yolcudur. Önemli olan, bu misafirlikte geride ne gibi izler bıraktığımızdır.

Bu makalede ele alınan tüm bu hakikatler, Tefsir ve Risale-i Nur’un derinliklerinden süzülerek günümüz insanına ulaşan paha biçilmez derslerdir. Bilimsel çalışmalarımız ve teknolojik ilerlemelerimiz, bu ilahi hakikatleri daha iyi anlamamıza ve kainattaki muhteşem düzeni daha yakından görmemize vesile olmalıdır. Zira, en ileri teknoloji bile, kâinatın yaratılışındaki ince sırrı ancak bir nebze aralayabilir.

Özet:
Bu makale, Risale-i Nur Külliyatı’ndan seçilen hikmetli sözler ışığında, yaratılışın derin anlamını, insanın evrendeki yerini ve fani ömrünü nasıl değerlendirmesi gerektiğini ele almaktadır. Allah’ın sonsuz ilmi ve kudreti karşısında insanın sınırlı bilgisi anlatılırken, dünya hayatının geçiciliği ve ahirete yönelik amellerin önemi üzerinde durulmuştur.
Makale, insanın hata yapma potansiyeline rağmen tövbe kapısının her zaman açık olduğunu hatırlatır ve kainattaki her bir varlıkta tecelli eden ilahi sanatın güzelliğine dikkat çeker.
Dünya, sürekli işleyen büyük bir fabrika ve geçici bir misafirhane olarak tanımlanırken, insanın gerçek değerinin iman ile kazandığı manevi yücelikle olduğu belirtilmiştir.
Tüm bu konuların, bilim ve teknoloji ile de desteklenebilecek derin bir tevhid anlayışına işaret ettiği sonucuna varılmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Yaratılışın Perde Arkası ve İnsan Olmanın Anlamı

Yaratılışın Perde Arkası ve İnsan Olmanın Anlamı

İnsanlık varoluşundan bu yana, kendini, evreni ve Yaradan’ı anlama arayışında olmuştur. Kimi zaman bilimle, kimi zaman felsefeyle, kimi zaman da inançla bu derin sorulara cevap aramıştır.

O, yarattıklarını yaratılmadan önce de, yarattıktan sonra da bütün halleriyle bilir. Yarattıkları ise ancak O’nun izin verdiği ve öğrettiği kadar bilebilirler…
Bu Allah’ın ilminin sonsuzluğunu ve her şeyi kuşattığını anlatırken, insanın bilgisinin sınırlı olduğunu ve ancak O’nun izniyle bir şeyler öğrenebileceğini hatırlatır.

Tarih boyunca nice ilim adamı, nice filozof bu gerçeği farklı yollarla idrak etmiştir.
İbn-i Sina’dan Biruni’ye, Gazali’den İbn-i Haldun’a kadar pek çok mütefekkir, evrenin işleyişindeki nizamı ve kudreti araştırırken, nihayetinde bu nizamın ardındaki sonsuz ilmi ve iradeyi teslim etmişlerdir.
Bilimsel çalışmalarımız ve teknolojik gelişmelerimiz ne kadar ilerlerse ilerlesin, her yeni keşif, bize kainatın daha nice sırlarını açarak, O’nun ilminin derinliğini bir kez daha gösterir.

*********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan süzülen hikmet damlaları ise, bu sınırlı ömrün nasıl değerlendirilmesi gerektiği hususunda bizlere kılavuzluk eder: “Şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarf etme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki, bâki kalsın.”
Bu söz, insana zamanın ve hayatın kıymetini hatırlatır. Geçici hevesler, dünyanın aldatıcı cazibeleri peşinde koşmak yerine, ölümsüz olana, ahirete yönelik ameller işlemeye davet eder. Geçmiş medeniyetlerin yükseliş ve çöküşleri, tarihin en büyük ibretlerinden biridir. Nice milletler, fani olana sarılıp bâki olanı ihmal ettiğinde, bir zamanlar hükmettikleri topraklar üzerinde sadece harabeler bırakarak yok olmuşlardır.

Yine Kastamonu Lahikası’ndan, Risale-i Nur’dan bir başka önemli mesaj: “İnsan hatadan hâlî olamaz fakat tövbe kapısı açıktır.” Bu söz, insanın yapısındaki acziyeti ve hata yapma potansiyelini kabul ederken, aynı zamanda umut kapılarını ardına kadar açar. Ne kadar günahkâr olursak olalım, tövbe ve istiğfar ile yeniden arınma ve Allah’a yönelme fırsatımız her zaman vardır.
İslam tarihinde, büyük günahlar işledikten sonra samimi bir tövbeyle Hakk’a dönen ve Allah’ın affına mazhar olan nice şahsiyetler bu gerçeğin canlı örnekleridir.
Mesnevî-i Nuriye’de gelen o müthiş ifade: “Bu latif, nazik masnuatı o kuru ağaçlardan ihraç eden KUDRETE hiçbir şey ağır gelmez.” Güllerin dikenli dallardan çıkışı, narın kuru topraktan filizlenişi, incirin ağacın bağrında olgunlaşması… Her biri, Kudret-i İlahiye’nin sonsuzluğunu ve sınırsızlığını haykırır. Bilim, bu harika yaratılışın mekanizmalarını çözmeye çalışsa da, bu mekanizmaları var eden ve işleyişini sağlayan Yüce Kudret karşısında hayranlığını gizleyemez. Her bir meyve, her bir çiçek, her bir canlı, O’nun mucizevi sanatının birer eseridir.
Furkan Suresi’nin 59. ayeti ise yaratılışın ihtişamını özetler: “‘Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur…’
Bu ayet, kainatın bir plan dahilinde, belli bir düzen içinde yaratıldığını ve her şeyin O’nun tasarrufunda olduğunu anlatır. Göklerdeki yıldızların ahengi, gezegenlerin kusursuz dönüşü, mevsimlerin dönüşü… Tüm bunlar, tesadüflerle açıklanamayacak kadar muazzam bir tasarımın ürünüdür.

Sözler’den gelen “İnsan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır” cümlesi, insanın gerçek değerini ortaya koyar. İnsanı diğer varlıklardan ayıran yegâne özelliklerden biri olan iman, onu Rabbine bağlar ve ona kainattaki her şeyden daha büyük bir anlam kazandırır. İman nuruyla bakan bir kalp, her varlıkta Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini görür ve bu tecelliler karşısında hayranlık duyar.

Yine Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Sözler 474’ten bir ikaz: “Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevt’ten kaçarsan kat’iyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır.” Bu söz, insanın en büyük yanılgılarından birini, yani geleceği garanti zannetme ve ölümü unutma gafletini yüzüne vurur. Hayat, nefes aldığımız bu andan ibarettir. Gelecek belirsiz, geçmiş ise geride kalmıştır. Önemli olan, içinde bulunduğumuz anı hakkıyla yaşamak ve bu anı ahiret için bir hazırlık olarak görmektir.

Son olarak Lem’alar’dan gelen “Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir” cümlesi, evrenin ve dünyanın dinamik yapısını gözler önüne serer. Dünya, sürekli bir dönüşüm ve değişim içindedir. Doğumlar ve ölümler, inşaatlar ve yıkımlar, gelip geçen nesiller… Her şey birbiri ardına gelip geçmektedir. Bu döngü içinde insan, sadece kısa bir süreliğine bu misafirhanede kalan bir yolcudur. Önemli olan, bu misafirlikte geride ne gibi izler bıraktığımızdır.

Bu makalede ele alınan tüm bu hakikatler, Tefsir ve Risale-i Nur’un derinliklerinden süzülerek günümüz insanına ulaşan paha biçilmez derslerdir. Bilimsel çalışmalarımız ve teknolojik ilerlemelerimiz, bu ilahi hakikatleri daha iyi anlamamıza ve kainattaki muhteşem düzeni daha yakından görmemize vesile olmalıdır. Zira, en ileri teknoloji bile, kâinatın yaratılışındaki ince sırrı ancak bir nebze aralayabilir.

Özet:
Bu makale, Risale-i Nur Külliyatı’ndan seçilen hikmetli sözler ışığında, yaratılışın derin anlamını, insanın evrendeki yerini ve fani ömrünü nasıl değerlendirmesi gerektiğini ele almaktadır. Allah’ın sonsuz ilmi ve kudreti karşısında insanın sınırlı bilgisi anlatılırken, dünya hayatının geçiciliği ve ahirete yönelik amellerin önemi üzerinde durulmuştur.
Makale, insanın hata yapma potansiyeline rağmen tövbe kapısının her zaman açık olduğunu hatırlatır ve kainattaki her bir varlıkta tecelli eden ilahi sanatın güzelliğine dikkat çeker.
Dünya, sürekli işleyen büyük bir fabrika ve geçici bir misafirhane olarak tanımlanırken, insanın gerçek değerinin iman ile kazandığı manevi yücelikle olduğu belirtilmiştir.
Tüm bu konuların, bilim ve teknoloji ile de desteklenebilecek derin bir tevhid anlayışına işaret ettiği sonucuna varılmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Secdenin Yüzde Bıraktığı İz: Bir Nurun Hikâyesi

Secdenin Yüzde Bıraktığı İz: Bir Nurun Hikâyesi

✍️ Mehmet Özçelik | www.tesbitler.com

س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ
simahum fi vucuhihim min eseris sucud, ”
“Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir.”
(Fetih suresi.29)

  1. Ayetin Edebi ve Manevi Derinliği

Kur’an’da geçen “سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِمْ” ifadesi, yalnızca fiziksel bir iz değil, ruhsal bir hâlin tezahürü olan bir nur, bir iz, bir alamet anlamına gelir.
“Secde izi”, sadece alnın renginin değişmesi, cildin kalınlaşması değil; kalbin, yüz vasıtasıyla dile gelen sadeliği, huzuru ve Rabbine yönelişinin işaretidir.

Bu iz, bir nişandır. Secdeyle yoğrulmuş bir ruhun dış dünyaya taşan mührüdür. Aynı bir anne şefkatinin bakışlara sinmesi gibi, secde ehlinin alnına, gözlerine, duruşuna siner.

  1. Tarihi Şahitlikler: Yüzlerdeki Secde Nurunun İzleri

İmam-ı Azam’ın, Hasan-ı Basri’nin, Rabia-i Adeviyye’nin yüzlerindeki vakur duruluk; Ömer bin Abdülaziz’in, Bediüzzaman Said Nursî’nin simasındaki mahviyet ve vakar hep bu ayetin birer yansımasıdır.
Öyle ki, tarih boyunca hakikat yolcuları secdeyle öyle bir hâl almışlardır ki, daha konuşmadan yüzlerindeki iz, onları tarif ederdi.

İbni Mesud der ki:

> “Mümin, yüzüyle çağırır. Konuşmasa da hâliyle davet eder.”
İşte bu hâl, secdenin izidir. Simahum fî vucûhihim…

III. Bilimsel Bakış: Secde Beyne Ne Yapar?

Modern nörobilim, insan beyninin en aktif merkezlerinden birinin prefrontal korteks olduğunu tespit etmiştir.
Bu bölge; karar verme, ahlaki yargılar ve ruhî dengeyle ilgilidir.
İşte secde sırasında alnın tam da bu bölgesi yere değmektedir. Bu durum, beynin:

Sakinleşmesine,

Elektriksel boşalımına (topraklama etkisi),

Melatonin ve serotonin hormonlarının dengelenmesine,

Kalpte huzur ve beyinde berraklık oluşmasına
vesile olur.

Bilimsel olarak da secde, kişinin psikolojik ve nörolojik yapısını olumlu etkiler. Hadiste:

> “Kulun Rabbine en yakın olduğu hal secde halidir. İşte bu sebeple secdede çok dua etmeye bakın!”
buyuruluyor.

  1. Aklî ve Mantıkî Yorum: Neden Yüzde İz Bırakır?

İnsan, kalbindekini ilk olarak yüzünde taşır.
Sevgi, öfke, kibir, haya, takva… hepsi yüzde okunur.
Secde bir ruh halidir. Kulun en zayıf, en mahviyetli, en samimi ânıdır. Bu hâl tekrarlandıkça kalpte yer eder; kalpteki hal ise yüzün mimiklerine, bakışlara, hatta huzura dönüşür.

Ayrıca bir insanın uzun süreli secdeye alışması, yüzünde fiziksel bir farklılık da oluşturabilir; ama Kur’an bu ifadeyi sadece fiziki değil, manevi bir hâlin parıltısı olarak sunmaktadır.

  1. Secde İzinin Hikmeti ve İbret Tarafı

Bu iz, makamdan, mevkiden değil; secdeden gelir.
Altın saatler, caka satmalar, medya parıltıları geçicidir. Ama secdenin yüzlerde bıraktığı nur; kabrin karanlığında bile parlar.

Bu yüz, kabirde de tanınır. Mahşerde “secde eden alınlar” diye çağrılır. Nitekim Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

> “Kıyamet günü secde edenlerin alınları nur gibi parlayacaktır.”
(Müslim, İman, 182)

  1. Günümüz İçin Dersler: Hangi İzle Tanınacağız?

Bugün sosyal medya filtreleri, makyajlar, yüz tasarımları insanın özünü örten maskelere dönüştü. Ama bir mümin için yüzün hakiki süsü secdedir.
Kimse “kaç takipçin var?” diye değil; “kaç secden var?” diye soracaktır ahirette.
Dünyada bıraktığın izler geçicidir. Ama secdeden gelen iz, ebedî tanınma vesilendir.

🔻 ÖZET:

“Simahum fi vucuhihim min eseris sucud” ayeti, müminlerin yüzlerinde secdeden kaynaklanan manevi bir iz, nur ve huzur olduğunu bildirir.

Bu iz, sadece fiziki değil, aynı zamanda ruhsal bir parıltı, derin bir iç huzurun dışa yansımasıdır.

Nörolojik olarak secdenin beyin kimyasını dengelediği ve kişiyi ruhen rahatlattığı bilimsel olarak da isbatlanmıştır.

Tarihte, secde ehli insanlar yüzlerinden tanınırdı. Bugün de kalpteki ihlas ve huzur, en çok yüzde görünür.

Secde izi, insanı mahşerde tanıtan ilahi bir nişandır.

> “Dünyada hangi iz seni tanımlıyor? Parmak izinden mi, secde izinden mi tanınacaksın?”

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Zulümle Âbâd Olanın Sonu: Gazze, İnsanlık ve İlahi Adalet

Zulümle Âbâd Olanın Sonu: Gazze, İnsanlık ve İlahi Adalet

✍️ Mehmet Özçelik | www.tesbitler.com

> “Âlem zulüm ile değil, adaletle kaimdir.” – Hz. Ali (r.a)

  1. Tarih Tekerrür mü Ediyor, Yoksa Tekrar mı Eden Biz miyiz?

Tarih boyunca nice kavimler, zulmü bir sistem haline getirerek iktidarlarını sürdürebileceklerini zannettiler. Firavun’un Nil kıyılarında çocuk boğduğu çağdan, Moğolların sarı nehirleri kana buladığı devirlere kadar değişmeyen bir kaide vardır:
Zulümle abat olunmaz.

Bugün Gazze’de yaşananlar, geçmişte Nemrut’un ateşinde yakılmak istenen İbrahim’in davasının modern bir yankısıdır. İsrail, sadece toprak değil; insanlık, vicdan ve masumiyet işgalindedir. Öyle bir işgal ki, bu çağın gözü önünde çocuklar parçalanmakta, bebekler doğar doğmaz toprağa verilmektedir.

  1. Maskeler Düşüyor, Hakikat Ortaya Çıkıyor

Uzun yıllar boyunca kuklaları, piyonları, vekalet savaşçıları ve medya manipülasyonlarıyla kendini perde arkasında saklayan İsrail, artık bizzat sahaya inmiştir. Çünkü artık kuklaları tükenmiştir. Amerika’yı siyasi, askeri ve ekonomik olarak içten kemiren İsrail zihniyeti, şimdi kendi yıkım senaryosunu devreye sokmaktadır.

Bu, bir akıl tutulması değil; Siyonist bir intihar politikasıdır. Amaç, bölgeyi tamamen kaosa sürüklemek, halkları birbirine kırdırmak ve son kart olan “kontrollü yıkım” üzerinden yeniden inşa oyunudur.

III. Her Gün Bir Sınıf Dolusu Çocuk Ölüyor

Gazze’de her gün ortalama 28 çocuk hayatını kaybediyor. BM kaynakları, 10 çocuğun da uzvunu kaybettiğini bildiriyor. Bunlar kuru rakamlar değil. Birer masum beden, birer cennetlik ruh, birer dua…
İsrail, yardım kuyruğundaki aç insanların üstüne gaz bombaları atarken 21. yüzyılın ne kadar ilkel, ne kadar vahşi ve ne kadar kör olduğunu da gözler önüne seriyor.

Bu ölümler sadece bedenleri değil; vicdanları da öldürüyor. İnsanlık, canlı yayında katlediliyor; ekranlarda bir haber geçerken, ekranın ardında bir çocuğun son nefesi yankılanıyor.

  1. Dürzi Çeteleri ve Yeni Fitneler

Suriye’de Dürzi gruplar kullanılarak yeni bir mezhep savaşı körüklenmek isteniyor. Bu, klasik “böl ve yönet”in yeni versiyonudur. Amaç net: Müslümanları kendi içinde parçalayıp İsrail’in çevresini tampon bir kaosa dönüştürmek.
İsrail’in aklı, fitneden beslenir. Ama fitneyle büyüyen her yapı, sonunda o fitnede boğulur.

  1. Bilim, Mantık ve Aklın Susturulduğu Yer: Çocuk Katliamları

Bilim, evrende düzen, denge ve yaşama saygı üzerine inşa edilmiştir. Modern tıbbın, genetiğin, psikolojinin bize söylediği şey şudur: Bir çocuk, sevgi ile büyürse insan olur.
Peki, Gazze’de öldürülen 18 bin çocuk, sadece fiziken mi yok ediliyor?
Hayır, aynı zamanda insanlığın geleceği, vicdanın potansiyeli, umut ve merhamet DNA’sı da bombalanıyor.

İsrail’in bu barbarlığı, akıl ve mantığın da altını oymaktadır. Hiçbir stratejik hedef, hiçbir “güvenlik endişesi” bu ölçekte bir katliamı haklı gösteremez.

  1. Allah’ın Adaleti Vaktini Bekler

Kur’an’da Firavun’un, Haman’ın, Karun’un akıbeti bildirilmiştir. Zulmün sistemi geçici, adaletin hükmü ise ebedîdir. Bugün mazlumlar yerin altındaysa da, onların duası arşın üstündedir.

> “Zalim bir millet ebedî olmaz.”

VII. Son Söz Yerine:

İsrail’in elinde atom bombası olabilir, Amerika’nın medya gücü sınırsız olabilir, kuklalar hâlâ dans ediyor olabilir.
Ama Allah vardır. Ve Allah’ın adaleti, bir annenin gözyaşıyla çalışır, bir yetimin ahıyla harekete geçer.

Bu zulmün içinde susmak, tarafsız kalmak değil; zalimden yana saf tutmaktır. Artık herkes bir saf belirlemeli:
Ya hakikatin tarafı, ya da soykırımın ortağı…

🔻 ÖZET:

İsrail, tarih boyunca zulümle anılan kavimlerin son temsilcisi gibi davranmakta, bebekleri öldürerek “güvenlik” bahanesiyle bir soykırım yürütmektedir.

Her gün ortalama 28 çocuk Gazze’de öldürülmekte, on binlerce masum hedef alınmaktadır.

İsrail artık kuklaları değil, kendisini sahaya sürmektedir; bu da sistemin çöküşe geçtiğini göstermektedir.

Suriye’de Dürzi gruplarla yeni mezhebi çatışmalar körüklenmekte, bölgede yeni bir fitne senaryosu uygulanmaktadır.

Zulümle kurulmuş hiçbir düzen ebedî değildir; Allah’ın adaleti, mazlumun duasıyla harekete geçer.

> Zulmün hükmü varsa, mazlumun da Allah’ı vardır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Fani Dünyada Hakikati Aramak: Ömrün Kıymeti ve Ahiret Hesabı

Fani Dünyada Hakikati Aramak: Ömrün Kıymeti ve Ahiret Hesabı

İnsan, varoluşunun derinliklerinde, daima bir arayışın ve anlamlandırma çabasının peşindedir. Dünya sahnesine gözlerini açtığı ilk andan itibaren, nefes aldığı her saniye, zaman denen o büyük nehirde sürüklenir durur. Oysa çoğu zaman, bu sürüklenişin farkında bile olmadan, fani olanı baki zannederek aldanırız.

Mesela yaşlı bir adamın aynada gençliğini görmesi ve beraberindeki “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi’ ettik.” ifadeleri, bu yanılgının acı bir itirafıdır.
Dünya hayatının bir uyku, bir rüya gibi gelip geçici olduğu, rüzgar gibi uçup gittiği hakikati, Risale-i Nur’un derinliklerinden yankılanan bir uyarıdır.

Tarih, bu fani dünyada baki kalmaya çalışan nice medeniyetlerin, imparatorlukların ve şahsiyetlerin ibretlik hikayeleriyle doludur. Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar… Hepsi bu dünyanın geçici ihtişamına aldanmış, kudret ve servetin kendilerine ebedi bir hükümranlık sağlayacağını zannetmişlerdir. Oysa zamanın çarkları arasında hepsi toz olup gitmiş, geriye sadece ders alınacak ibretler bırakmışlardır. Bugün dahi, modern dünyada bireylerin bitmek bilmeyen madde ve makam hırsı, bu kadim yanılgının farklı bir tezahürüdür.
İnsanlık, sahip olduklarına sıkıca sarılırken, aslında bir nefesle bile dağılıp gidecek olan bir gölgeye tutunduğunu çoğu zaman idrak edemez.
Peki, bu fani ömrü nasıl kıymetlendirmeliyiz?
Ahirette bizi kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, dünyada bırakılan eserlere kıymet vermemek gerektiğini vurgulayan söz, bizlere bir mihenk taşı sunar. İnsanlığın büyük dehaları, sanatkarları, bilim insanları, geride ölümsüz eserler bırakmış olsalar da, eğer bu eserler ahiret hayatına yönelik bir hazırlık ihtiva etmiyorsa, o zaman hakiki bir kıymetten söz edilebilir mi?

Asıl kıymet, bir zerrenin bile karşılığının görüleceği ilahi adalettedir: “Zerre miktarı hayır ve iyilik yapan onun mükafatını, zerre miktarı şer ve kötülük yapan da onun cezasını görür.” (Zilzâl Sûresi, 7-8). Bu ayet, her amelin tartılacağı büyük hesabı hatırlatır ve bizi, her adımımızı ahiret nazarıyla atmaya teşvik eder.

Hayat, sadece doğum ve ölüm arasındaki boşluktan ibaret değildir; o, ruhlar aleminden başlayıp anne karnına, çocukluktan ihtiyarlığa, dünyadan kabre, berzahtan haşre ve sırat köprüsünden geçerek ebediyete uzanan uzun bir imtihan seferidir. Bu uzun yolculukta, her durağın kendine özel bir sınavı, her geçişin bir hikmeti vardır. İşte bu yüzden Hazreti Ali (r.a.)’nin buyurduğu gibi: “Mes’ul olduğun şeyle meşgul ol.” Asıl meşguliyetimiz, bu imtihanı başarıyla geçmek, kendimize düşen vazifeyi idrak etmek ve sorumluluklarımızı yerine getirmektir.

*********

Takva, yani Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederek yaşamak, bu imtihan yolculuğunda insanın en büyük kılavuzudur.
Nahl Suresi 128. ayette belirtildiği gibi: “…Allah takvâ ile hareket edip iyiliği seçenlerin yanındadır.” İyilik ve hayır tohumları ekmek, tıpkı toprağa atılan bir fidana su vermek gibidir. Küçük bir iyilik, ahirette umulmadık derecede büyük bir mükafata dönüşebilir. Bu açıdan, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin tesettürlü bir hanımı görünce “Yirmi vaiz kadar İslam’a hizmet ediyor.” demesi, bir tesettürün sadece örtünmekle kalmayıp, aynı zamanda topluma yaydığı manevi mesajın, tebliğin ve davetin gücünü göstermesi açısından son derece düşündürücüdür. Bazen küçük görülen bir amel, samimiyet ve ihlasla yapıldığında, nice büyük işlerden daha faziletli olabilir.

Sonuç olarak, dünya hayatının fani oluşu, bir karamsarlık değil, aksine bir uyanış vesilesi olmalıdır. Geçici olana takılıp kalmak yerine, asıl ve ebedi olana yönelmek, her anımızı ibret nazarıyla değerlendirmek, hayırda yarışmak ve ahiretimizi mamur etmek için gayret göstermek. İşte bu, fani dünyada baki kalan hakiki saadetin yoludur.

Makale Özeti:
Risale-i Nur alıntıları, ayetler ve özlü sözler ışığında dünya hayatının geçiciliği, insan ömrünün kıymeti ve ahiret hesabının önemi üzerine derinlemesine bir bakış sunmaktadır.
“Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik.” ifadesinden hareketle, fani olana aldanma yanılgısı ve tarih boyunca bu yanılgıya düşenlerin ibretlik hikayeleri ele alınmıştır.
Zilzâl Suresi’ndeki zerre miktarı hayır ve şerrin karşılığının görüleceği ilkesiyle ilahi adalet vurgulanmış, dünya hayatının ruhlar aleminden başlayıp ahirete uzanan uzun bir imtihan yolculuğu olduğu belirtilmiştir.
Hz. Ali’nin “Mes’ul olduğun şeyle meşgul ol.” sözüyle sorumluluk bilinci, Nahl Suresi’ndeki takva ile hareket etmenin önemi ve Bediüzzaman Said Nursi’nin tesettüre dair sözleri ile amellerin manevi etkisi işlenmiştir.
Makale, fani dünyaya takılmak yerine, ahirete yönelik salih amellerle ömrü kıymetlendirmenin önemini vurgulayarak son bulmaktadır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025

Ölüm ve Diriliş: Beşeriyet Kervanının Kudsi Hedefi

Ölüm ve Diriliş: Beşeriyet Kervanının Kudsi Hedefi

İnsanlık tarihinin kadim sayfalarında yankılanan, zamanın ve mekânın ötesinden günümüze ulaşan bir hakikat fısıltısı var: Ölüm bir son değil, belki de en parlak dirilişin başlangıcıdır. Bedîüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesinde de belirtildiği gibi: “Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler; emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz.”
Bu söz, basit bir sayısal artışı değil, manevi bir uyanışı, bir diriliş hareketinin kudsi gücünü temsil eder.
Başımızdan rezaîl ve ihtilafın gubarını silkip, hakiki münevver ve müttehid olarak kervan-ı benî beşere pîşdarlık etme ideali, sadece bir milletin değil, tüm insanlığın şanlı bir geleceğe yürüme azmini resmeder.

Tarih şahittir ki, nice milletler, nice medeniyetler, zulmün ve istibdadın karanlık dehlizlerinde boğuşmuş, acımasız savaşların ve düşmanlıkların pençesinde varoluş mücadelesi vermiştir. Ancak gerçek dostluk, kin ve düşmanlık tohumlarını eken istibdadın ölümüyle yeşerir.

Ermenilerle olan tarihi süreçte yaşanan acılar, geçmişin bir mirası olsa da, Bedîüzzaman’ın dediği gibi: “Düşmanlığın sebebi olan istibdad öldü. İstibdadın zevaliyle dostluk hayat bulacak.”
Bu, sadece siyasi bir ittifak çağrısı değil, kalplerin ve ruhların hakiki adalete ve insanlık onuruna dayalı bir barışa kavuşması için bir davettir. Önemli olan, zelilane değil, milli izzeti muhafaza ederek musalaha elini uzatmaktır. Çünkü milletlerin saadeti ve selameti, karşılıklı anlayış ve dostluk üzerine kurulur.

Kur’an-ı Kerim, ölümlü dünya hayatının geçiciliğini ve ahiret hayatının ebediliğini defalarca hatırlatır. “Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Ali İmran, 186. Ayet) Bu ayet, dünya nimetlerine aldanıp ahiret hazırlığını ihmal edenlere bir uyarıdır. Bir başka ayette ise zalimlerle birlikte olmanın tehlikeleri anlatılır: “Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz!” (Hûd Suresi 11/113. Ayet) Bu, adaletten sapmanın ve zulme ortak olmanın sadece ahirette değil, dünyada da kişiyi yalnızlığa ve azaba sürükleyeceğinin apaçık bir beyanıdır.

Ölen kimsenin peşinden üç şeyin takip ettiği, bunlardan ikisinin geri döndüğü, birinin ise kendisiyle birlikte kaldığı hadis-i şerifte açıkça ifade edilmiştir: “Aile çevresi, malı ve yaptığı işler (ameli).” Aile çevresi ve mal geri dönerken, yapılan işler, yani amel, kişiyle birlikte kalır.
Bu, fani dünyanın gelip geçiciliğini ve baki olanın yalnızca salih ameller olduğunu gösteren ibret verici bir hakikattir. Hayatın gerçek anlamı, dünya malına tamah etmekten ziyade, ardımızda bırakacağımız hayırlı eserler ve salih amellerle belirlenir.
Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin hikmetli sözleri de bu hakikati pekiştirir: “Kul, amelde gevşeklik gösterince, çoluk çocuğu ona eziyet etmeye başlar, kazancı azalır, oğlu ve kızı ona isyan eder, karısı ondan nefret etmeye başlar, nereye yönelirse kayar. İşte bunlar; Rabbine karşı itaatte kusur ettiğinin cezasıdır.”
Bu sözler, amellerimizin sadece ahireti değil, dünya hayatımızı da doğrudan etkilediğini, ilahi adaletin tecellisinin çok yönlü olduğunu hatırlatır.

Peki, insanlık tarihi boyunca nice kavimler neden helak oldu? Kur’an-ı Kerim sorar: “Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi?” Ayette geçen “karn” (nesil), ortalama yetmiş sene, hatta seksensekiz sene olarak da belirtilir. Ancak “karn” aynı zamanda, az veya çok, içinde bir peygamber veya ilimde seçkin birinin bulunduğu zaman dilimi olarak da tanımlanır. Bu, bir neslin sadece ömrüyle değil, o neslin içinde yaşayan ve insanlığa yol gösteren şahsiyetlerle de anlam kazandığını gösterir.

Hazreti Mevlana’nın şu çağrısı ise tüm bu hakikatlerin özeti gibidir: “Ey Gönül! Sen Sen Ol Kimsenin Gönlünü Yıkma.” Bu derin anlam yüklü cümle, insan ilişkilerinde temel bir prensibi ortaya koyar: Kalp kırmaktan sakınmak. Zira Allah katında en değerli mekânlardan biri insan kalbidir.

Sonuç olarak, zulüm ve haksızlık karşısında mazlumların çaresizliği, zalimlerin ise geçici izzeti, büyük bir mahkemenin, Mahkeme-i Kübra’nın varlığına işaret eder. Bu dünya, bir imtihan sahası, bir geçiş durağıdır. Gerçek adalet, ancak bu dünyadan sonra tecelli edecektir. Bizler, bu fani âlemde kalıcı olanı arayarak, salih amellerle ahiret için yatırım yaparak, gönül kırmadan, adaletten şaşmadan ve hakikat yolunda ilerleyerek yaşamakla yükümlüyüz. İslâmiyet’in bakiliği ve “O millet-i kudsiye sağ olsun” duası, hem bu dünya hem de ahiret için bir kurtuluş reçetesidir.

Özet:
Bu makale; ölüm ve diriliş, milli birlik ve kardeşlik, dünya hayatının geçiciliği ve ahiret hazırlığı, adalet ve zulüm, amellerin önemi ve gönül kırmama prensibi gibi evrensel temaları ele almaktadır.

Bedîüzzaman Said Nursî’nin sözlerinden yola çıkarak manevi dirilişin önemine değinilmiş, tarihten ve Kur’an ayetlerinden örneklerle dünya hayatının fani oluşu ve salih amellerin kalıcılığı ifade edilmiştir.
Ayrıca, istibdadın son bulmasıyla dostluğun yeşereceği ve milletlerin saadeti için izzeti koruyarak barışa yönelmenin gerekliliği üzerinde durulmuştur.
Makale, Abdülkadir Geylani Hazretleri ve Hazreti Mevlana’nın hikmetli sözleriyle amellerin ve insan ilişkilerindeki nezaketin önemini anlatarak son bulmaktadır.
Tüm bu hususlar, dünyanın bir imtihan yeri olduğu ve gerçek adaletin ahirette tecelli edeceği fikriyle özetlenmiştir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 18th, 2025