“M. Kemal bir Yahudi idi.
Onun etrafındakiler de Yahudi idi.
Cumhuriyetin ilanının hemen ardından Selanik’ten “Türk” diye Sabetaycı Yahudileri getirdik.
Yeni göçmüş olmalarına rağmen onları bir anda ülkenin en zenginleri, toprak zenginleri, iş verenleri, sanatkarları, ünlüleri yaptık.
Ankara’yı başkent ilan etmeye biz karar verdik.
Yahudi kardeşlerimize haber verip dağını taşını satın aldırdık.
Bir anda gayr-i menkul zengini oluverdik.
Türkler kurtuluş savaşı falan kazanmadı.
İngiltere’ye karşı durmadık.
İngiltere’de hakim Yahudiler ile anlaştık ve bu toprakların Yahudi Cenneti ayarında ilan edilecek yeni bir Cumhuriyet ile bize bırakılmasına karar verdik. Bu bir plandı.
İngilizler bu nedenle savaşmadan geri çekildi.
Bu süreçte pek çok sanal kahraman ürettik.
Ordunun adını bile Türk Silahlı Kuvvetleri koyduk.
Merkez bankasını çok uluslu ve çok ortaklı bir anonim şirket yaptık.
Bu süreçte Sabetayist Yahudilerden çok faydalandık.
Çok ince hesaplar yaptık.
Planlarımızı büyük bir gizlilik ve başarı içinde uyguladık.
Ne kadar hayatta kalmış Türk ve Müslüman fikir adamı ve beyin takımı varsa onları da sudan bahanelerle astırdık.
Olmadı sürgüne gönderdik.
İstiklal mahkemelerinin hakimlerinin de çoğunu Yahudi olanlardan oluşturduk.
Önce asıp sonra yargıladılar.
İnkılaplar çok önceden belirlediğimiz bir planın parçasıydı.
İngiliz ajanı Ali Suavi ve Ziya Gökalp ile inkılapların temelini oluşturduk.
Mustafa Kemal yıllar evvel hazırladığımız büyük oyunun nice uygulayıcılarından sadece biridir.
O, oyunun son perdesini büyük maharetle oynadı ve tabir caizse, taşı gediğine koydu.
Ondan önce çok kişi çabaladı, bu planı M. Kemal iyi oynadı.
Bütün başarının onun zaferiymiş gibi görülmesi sonraki süreçte sıkıntılara sebep olsa da bunları da aştık.
Muhalif Yahudileri İzmir Suikasti bahanesi ile astık.
1943’te Varlık vergisini çıkarılmasını da biz planladık.
Yahudilerin çoğunu ilan edilecek İsrail’e gönderdik.
İsraili ilk Türkiye tanıdı, bunu aslında Yahudi aklı yaptı.
Biz büyük işler başardık.
Atatürk’ün öldüğü gün tüm Türkiye’de olduğu gibi bizim evde de matem havası hakimdi.
Babamın ağladığına ilk kez o zaman şahit oldum.
Bir yahudi; Goyim’e (Yahudi olmayan diğer insanlar, yani hizmet hayvanları) merhamet etmeyeceği gibi kendisinden olmayana da asla tevazu, şükran, minnet ve mihnet gösteremez.!
Kendilerinden olmayanlara tevazu ve hoşgörü göstermek talim ve terbiyelerinde yoktur.!
Akp’nin ilk dönem milletvekili; Jack Kamhi Profilo yönetim kurulu başkanı bu yahudi iş adamının yeni çıkacak olan kitabından alıntı.!
(Analiz; Taha Akyol, gazeteci)
Eser Kaya👇
Zihinlerindeki heykeli yikamayanlar, gerçekleri göremezler.
Yıllarca Zihinlerinde taşlaşmış heykellerle yaşayanlar, gelişimede, o gelişimin sahibine de elbette düşman olurlar.
Peygamber Efendimiz 12 yıl boyunca cahiliyedeki insanların zihinlerindeki bu putlarla mücadele etti.
Kalplerindeki putları kırdı ve put sevgisini silerek yerine ilahi sevgiyi yerleştirdi.
Bizdeki katı ve katılaşmış zihniyet ve Kalplerindeki put kolay kolay yıkılacak gibi değil.
Çok nesillerin değişmesi gerekecek.
“Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”
Karşılaştır 27: “Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.”
Karşılaştır 28: “Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!”Nuh Sûresi 26-28. Ayet.
“Onlara (müşriklere): Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, «Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız» dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”
Bakara Sûresi(2) 170. Ayet
“(İsrâiloğulları:) “Ey Mûsâ! Doğrusu biz, (onlar) orada bulundukları müddetçe, oraya ebedî olarak aslâ girmeyiz; onun için sen, Rabbinle git, artık (onlarla) ikiniz savaşın, doğrusu biz (onlarla harb etmektense) burada (bu Tih Sahrâsında) oturacak olan kimseleriz” dediler.”Mâide Sûresi(5) 24. Ayet.
Çünkü kalplerinde hala firavunun korkusu ve kökleşmiş korkusu yatmaktaydı.
Oysa aklı başında olan bir insan delil ve mantığa dayanır.
“Biz Kur’ân şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhâna (delîle) tâbi‘ oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakāik-ı îmâniyeye (îman hakīkatlerine) giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları (ferdleri) gibi, ruhbanları(hristiyan din adamlarını) taklîd için bürhânı (delîli) bırakmıyoruz.” (Mektûbât, Hutbe-i Şâmiye, 404)
**********
Zihindeki Putları Kırmak: Hakikatle Aramızdaki Görünmeyen Engel
Her çağın bir putu vardır. Kimisi taşa, kimisi güce, kimisi geleneğe, kimisi de kendi aklına secde eder. Ama en zor yıkılanı, zihinde ve kalpte taşlaşmış olanıdır. Çünkü bu put görünmezdir; insan onu fark etmez, hatta sever. Kalp ona alışmış, akıl onu doğrulamış, nefis ise onu meşrulaştırmıştır. Oysa ki Kur’an’ın en büyük inkılâbı, sadece taş heykelleri değil, o heykellerin dayandığı zihniyetleri de kırmak olmuştur. Zira zihniyet yıkılmadan, tevhid gönle yerleşmez.
Câhiliyenin Kalbindeki Putlar
Peygamber Efendimiz (sav), Mekke’deki ilk 12 yıllık tebliğinde, fiziki putlardan çok zihnî putlarla savaşmıştır. Atalardan miras kalan bâtıl gelenekler, taassuplar, sınıfsal kibir ve ekonomik çıkarlar, hakikate karşı kalın duvarlar örmüştü. Bu yüzden Kur’an onların bu dirençli hâlini şöyle tasvir eder:
> “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 2/170)
İşte bu ayet, bu bâtıl geleneğin ve alışkanlığın sorgusuzca dinleştirilmesini eleştirir. Çünkü hakikate kör olan, zihninde kendi oluşturduğu sahte ilahları ve putları izlemeye başlar.
Kalplerindeki Firavun ve İsrailoğulları’nın İsyanı
Hz. Mûsâ’nın mucizelerine defalarca şahit olmuş bir topluluk olan İsrailoğulları, özgürlüğe kavuşmalarına rağmen, zihnî ve ruhî esaretten kurtulamamışlardı. Onlar hâlâ Firavun’un kudretini kalplerinde taşıyorlardı. Bu sebeple Allah’ın vaadine güvenmek yerine şöyle dediler:
> “Ey Mûsâ! Biz, orada (Kenan diyarında) zorba bir kavim olduğu sürece asla oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız.” (Mâide 5/24)
Bu ayet, zihinsel esaretin ne kadar tehlikeli olduğunu gösterir. Zira fiziksel zincirleri kırmak kolaydır, fakat kalpteki korkuları, alışkanlıkları ve batıl düşünceleri yıkmak, çok daha zordur.
Taklit ve Delilsiz İnancın Tehlikesi
Zihnî putların en tehlikelilerinden biri de, düşünmeden, sorgulamadan, sadece gelenek veya otorite adına hareket etmektir. Risale-i Nur’un şu cümlesi bu noktayı çok veciz bir şekilde özetler:
> “Biz Kur’ân şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhâna tâbi‘ oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakāik-ı îmâniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi, ruhbanları taklîd için bürhânı bırakmıyoruz.” (Mektûbat, Hutbe-i Şamiye)
İman, taklit değil tahkik üzere kurulmalıdır. Düşünmeyen bir zihin, başkasının zihniyle yaşar. Böyle bir zihin, hakikatle karşılaşsa da onu inkâr eder; çünkü hazır kalıpları vardır ve bu kalıplar dışındaki her şeyi tehdit sayar.
Bilim, Akıl ve Kur’an’ın Ortak Yolu
Modern bilim, zihinsel kalıpların nasıl oluştuğunu ve nasıl değiştirileceğini araştırıyor. Beyin nöroplastisitesi kavramı, insan zihninin zamanla öğrenme ve sorgulamayla şekil değiştirebildiğini isbatlıyor. Yani zihnî putlar, yerinde sabit duran kaya parçaları değil; eğitimle, delille, sevgiyle ve tefekkürle kırılabilir, yerine hakikat yerleştirilebilir.
Kur’an tam da bunu yapar: Önce aklı muhatap alır, sonra kalbi ikna eder, sonra hayatı inşa eder.
Bugün Bizim Kalplerimizdeki Putlar Neler?
Bugün artık taştan yapılmış putlara secde eden yok; ama zihinlerde hâlâ statü putları, ideoloji putları, aidiyet putları, para, makam, kariyer, akılcılık, pozitivizm, sekülerizm gibi modern “ilahlar” hüküm sürmektedir. Hatta bazen “benim partim ”, “benim düşüncem”, “benim yorumum” diyerek, hakikatin yerine kişileri ve kurumları ikame eden Müslümanlar da zihinsel bir sapma içinde olabilir.
Bu çağın cihadı, görünen düşmandan çok görünmeyen zihnî duvarlara karşı verilecektir.
Hakikatin Fethi, Zihnin Fethidir
Zihinsel devrim olmadan, toplumların hiçbir değişimi köklü olamaz. Zihniyet değişirse ahlak değişir, toplum değişirse tarih değişir. Bu yüzden Kur’an, “İnne’llâhe lâ yuğayyiru mâ bi-kavmin hattâ yuğayyirû mâ bi-enfusihim — Allah, bir kavmin durumunu, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez.” (Ra’d 13/11) buyurmuştur.
İşte bu değişim, zihinlerdeki ve kalplerdeki heykellerin yıkılmasıyla başlar.
Sonuç: Putları Yıkmadan Hakikat Kurulmaz
Bir birey ya da toplum, gerçek anlamda dirilişi yaşamak istiyorsa, önce kendi zihnindeki ve kalbindeki putları tesbit edip yıkmalıdır. Bu, bazen atadan kalma bir düşünce, bazen sorgusuz kabuller, bazen ise modern dünyanın sahte değerleri olabilir. Tevhid, sadece “Allah birdir” demek değildir; aynı zamanda “başka hiçbir şey ilah olamaz” demektir.
Ve unutulmamalıdır: Taşlaşmış zihinler değişmeden, yeni bir gelecek kurulamaz.
Makale Özeti
Bu makalede, zihinde ve kalpte oluşan putların, gerçekleri görmeye nasıl engel olduğu ele alınmaktadır. Hz. Peygamber’in ilk yıllarda insan zihninde yer etmiş cahiliye kalıplarıyla mücadelesi, İsrailoğulları’nın Firavun’dan kalan korkularıyla sahici özgürlükten uzak durmaları ve modern dönemde Müslümanların karşılaştığı zihinsel sapmalar analiz edilmiştir. Delil, akıl, tefekkür ve Kur’an ışığında putların nasıl yıkılabileceği ve zihniyet devriminin önemi anlatılmıştır. Sonuç olarak, hakikate ulaşmanın yolu, her bireyin kendi içindeki görünmeyen heykelleri kırmasından geçmektedir.
Ölümle Konuşan Panayır: Hadisle Kus bin Saide’nin Ortak Nidası
> “Her sabah bir melek nida eder: Ey insanlar! Ölmek için doğuyorsunuz, harap olmak için binalar yapıyorsunuz.”
(Lem’alar, s.248)
> “Ey insanlar! Gelir geçersiniz. Ölür gidersiniz. Gelenler gitti, kalanlar da gidecek. Her gelen fâni, her giden sessiz bir haber. Nereye bu gidiş?!”
(Kus bin Saide, Ukaz Panayırı hutbesinden)
İki Zaman, Bir Gerçeklik: Hadis ile Hitabenin Ortak Kaygısı
Zaman farklı, zemin farklı, muhatap farklı. Ama kaygı aynı: İnsanın gafletine karşı bir uyarı, bir silkinme çağrısı…
Hadiste, ilahi menşeli bir hakikat sunuluyor: “Dünya sizi aldatmasın. Her sabah hakikat size sesleniyor ama siz uykudasınız.”
Kus bin Saide ise, henüz İslam gelmeden önce bir Arap hatibi olarak, insanlığın ortak yazgısını dile getiriyor: “Gelen gidiyor, duran yok. Akıllı olan nedir bu işin sonu der.”
Bu yönüyle, Bediüzzaman’ın “gözümle işitiyordum” dediği hakikat, hem Kur’ânî mesajlarda hem de vicdanı selimle bakan her akıl sahibinin iç sesiyle teyit olunmaktadır.
Panayırda Fısıldayan Ebediyet
Ukaz panayırları, ticarî ve edebî şöhret arayanların buluştuğu çöl arenasıydı. Herkes satış, şöhret veya sanat için oradaydı. Ama bir kişi -Kus bin Saide- çıkıp şöyle dedi:
> “Ey insanlar! Ölenler nereye gitti, kalanlar ne bekliyor? Yemin ederim, bu gök altında başka bir saltanat var.”
Bu sözler, âdeta Kur’an’dan önce Kur’an’a açılan bir kapıydı. O gün panayırda kimse alışveriş konuşmadı; çöl suskunlaştı. Çünkü ölüm konuşuyordu.
> “Dünyada yapılan binalar haraplık içindir, doğanlar ölüm içindir.”
İki çağ, iki lisan, ama aynı feryat…
Binalar Niçin Yapılır? İnsan Niçin Doğar?
İnsan ölmek için doğar, çünkü hayat sonsuz bir gidişin başlangıcıdır.
İnsan harap olacak binalar yapar, çünkü kalıcılığı yanlış yerde arar.
Kus bin Saide’nin sorusu ise bu gafleti yüzümüze çarpar:
> “Nereye gidiyorsunuz? Neden ölmeyecek gibi yaşıyorsunuz?”
Bu iki metin, insanı fanilikle yüzleştirip, ebedi olana yönlendirmeyi hedefler. Binaların harap oluşu, bedenin toprak oluşu, makamların unutuluşu… Hepsi tek bir mesaj verir: Varlığın gayesi dünyada değil, ötededir.
İlmi, Akli ve Mantıki Bir Değerlendirme
Modern bilim der ki:
Her insan doğduğunda, hücreleri yaşlanmaya başlar.
İnsan vücudu, en başından itibaren ölüme programlı bir yapıdadır.
Dünya üzerindeki her sistem -binalar dahil- entropiye tabidir, yani düzenli yapıların bozulması kaçınılmazdır.
Aklî ve mantıkî olarak düşündüğümüzde:
Sonsuz arzu taşıyan bir varlık, fâni bir mekânda doyurulamaz.
Geçici olanla sonsuzu tatmin etmek, mantıken imkânsızdır.
O hâlde bu feryat, hem vahiy, hem vicdan, hem akıl, hem de bilim tarafından onaylanmaktadır.
Kus bin Saide’nin Peygamberle Buluşamayan Yalnızlığı
Rivayet edilir ki Kus bin Saide, Hz. Peygamber’in nübüvvetinden kısa süre önce vefat etti. Eğer yetişebilseydi, ilk müminlerden olacağı söylenir. Çünkü vahyi bekliyordu, göklerden gelen haberi duymak istiyordu.
Hadiste bildirilen meleğin sabah çağrısı, belki de onun vicdanında panayırda haykırdığı ses olmuştu. O sesi kendi içinde duymuş, sonra halka duyurmuştu.
İbret ve Hikmet: Biz Neredeyiz?
Bugün milyonlarca insan:
Ölmek için doğduğunu unutur,
Sonsuza dek yaşayacakmış gibi saraylar, siteler, planlar kurar.
Fakat ne Kus bin Saide hayattadır, ne de onun panayırı…
Ancak sözü hâlâ yaşamaktadır.
Tıpkı hadisteki melek nidası gibi, gözle işitilecek kadar apaçık bir hakikat olarak önümüzdedir.
SONUÇ
Kus bin Saide, vahiyden habersiz ama vicdandan haberdar bir hakikat arayıcısıydı.
Bediüzzaman ise, o sadayı gözleriyle seyreden ve çağımıza tercüme eden bir nur sahibidir.
İkisi de aynı şeyi söyler:
> “Ey insan! Yolcusun. Dünya senin menzilin değil, köpründür. Ebedi kalmak için yaratılmadın. Ölüm yok oluş değil, dönüş yoludur.”
MAKALE ÖZETİ
Bu makalede, Bediüzzaman’ın aktardığı hadis rivayeti ile İslam öncesi hatiplerden Kus bin Saide’nin Ukaz Panayırı’nda söylediği sözler karşılaştırılmıştır. Her ikisi de insanın ölümlü ve geçici fıtratına karşı uyanış çağrısıdır. Hem vahiy hem de akıl ortak bir mesaj verir: Dünya bir konak yeridir; maksat ebedi yurda hazırlıktır.
Kus bin Saide’nin sözleri, İslam’dan önceki bir tebliğci vicdanının haykırışıdır. Hadiste bildirilen meleğin sabah çağrısıyla aynı kökten beslenir: İnsanı gafletten silkmek ve onu asıl yurduna yönlendirmek.
yüzyılın en büyük utançlarından biri Gazze’de yaşanıyor. Çocukların, yaşlıların, kadınların kumla karışık un kırıntılarını yerden topladığı bir coğrafyada insanlık susuyor. Modern dünyanın göbeğinde, milyonlarca insan açlığa mahkûm edilirken, 6 bin tır yardım sınır kapısında bekletiliyor. Bu tablo sadece bir savaş sahnesi değil; adeta vicdanların, ahlakın, uluslararası hukukun, inancın ve insanlık onurunun topluca iflas ettiği bir andır.
Açlığın Silaha Dönüşmesi: Tarih Boyunca ve Bugün
Açlık, insanlık tarihinde birçok kez bir silah olarak kullanıldı. Orta Çağ’da kuşatma altındaki şehirlerde su ve yiyecek kaynaklarının kesilmesi yaygın bir stratejiydi. Modern çağda ise bu yöntem, diplomatik açıklamalarla kamufle edilen sistematik soykırımların aracı hâline geldi. Gazze’de yaşananlar da bunun en çıplak örneğidir. Yardım tırları sınırda bekletilirken, içeride çocuklar ölüyorsa bu bir “strateji” değil, açık bir insanlık suçudur.
Kur’ân, insanı hem nimetle hem de darlıkla imtihan eder. Ancak bu imtihanın faili Allah’tır, zalim değil. Zulümle gelen açlık, sadece bir sınav değil, mazlum için bir terfi, zalim için ise mutlak bir çöküştür. Peygamber Efendimiz (sav) “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” buyururken, bu söz bugün yalnızca fertlere değil, tüm dünya milletlerine bir uyarı hâlindedir.
İlmi ve Mantıki Açıdan: Açlığın Anatomisi ve Küresel Çelişki
Birleşmiş Milletler Gıda Programı (WFP) açıklıyor: Gazze nüfusunun üçte biri günlerdir yemek yiyemiyor. Bilimsel olarak bir insan ortalama 3-4 hafta açlığa dayanabilir; bu sürenin sonunda ölüm riski hızla artar. Oysa Gazze’de açlık sadece fizikî bir ölüm değil, ruhsal ve toplumsal bir yıkımdır. İlginçtir ki, bu tablo dünyanın gözü önünde cereyan ederken, sözde medenî ülkeler diplomatik sessizlik zırhına bürünmüş durumda.
Tarihi ve İbretli Yönü: Ebu Cehil’in Kuşatmasıyla Netanyahu’nun Ablukası Arasında Fark Yok
Tarihte, Mekke müşrikleri Hz. Muhammed (sav)’in mensubu olduğu Haşimoğulları’nı açlıkla terbiye etmek için ambargo uyguladılar. Şi’b-i Ebi Talib günlerinde 3 yıl boyunca aç bırakıldılar. Bugün Netanyahu ve destekçileri, aynı yolu izliyor. Yöntem aynı: yiyecek kes, suyu engelle, dış dünyayı sustur, sonra da bekle. Ancak Allah’ın adaleti gecikse de tecelli eder. O gün müşrikler kaybetti. Bugün de zalimler kaybedecek.
Gazetecilerin Açlık Grevi: Utandıran Sessizliğe Bir Cevap
“Boş Mideler Hareketi” adını verdikleri açlık greviyle Gazzeli gazeteciler sadece meslekî bir duyarlılığı değil, aynı zamanda insanlık onurunu da temsil ediyorlar. “En küçük çocuk yemek yiyene kadar biz de yemeyeceğiz” diyerek verdikleri mesaj, dünya kamuoyunun yüzüne çarpılan tokat gibi. Bu çığlık, medyanın yalnızca olayları aktarmakla değil, vicdanı harekete geçirmekle de yükümlü olduğunu hatırlatıyor.
Siyasi Boyut: Açlık Diplomasi Değil, Cinayettir
İsrail’in açlığı bir politik enstrüman gibi kullanması, uluslararası hukukun açık ihlalidir. BM Antlaşması ve Cenevre Sözleşmeleri, sivillerin aç bırakılmasını “savaş suçu” olarak tanımlar. Fakat bugüne kadar ne bir yaptırım uygulanmış ne de ciddi bir tepki gösterilmiştir. Bu da bize gösteriyor ki adalet, kimin elinde olduğuna göre işliyor.
Sonuç: Açlığın En Büyük Tehlikesi Vicdanları Da Aç Bırakmasıdır
Açlık sadece bedenleri değil, aynı zamanda vicdanları da yok eder. Bugün Gazze’de çocuklar ölürken susan her birey, kurum ve devlet, bu zulmün dolaylı ortağıdır. İnsanlık, gıda tırlarının önünde değil, kendi yüreğinin eşiğinde sınanıyor. Eğer bu sınavda başarısız olunursa, sadece Gazze değil, tüm insanlık kaybedecektir. Çünkü zulme karşı sessizlik, bir sonraki zulmün davetiyesidir.
Makale Özeti:
Gazze’deki açlık, İsrail tarafından bir savaş silahına dönüştürülmüş, yardım tırları sınırda bekletilirken, içeride insanlar ölüme terk edilmiştir.
Tarihi örnekler, zulümle gelen açlığın daha önce de kullanıldığını ve sonuçta zalimlerin kaybettiğini gösterir.
İslami perspektifte, açlık imtihanı Allah’tan geldiğinde sabırla karşılanır, ancak zalimin aç bırakması zulüm olup, kıyametin işaretidir.
İlmi açıdan, açlık birkaç hafta içinde fiziki ölüme sebep olurken, bu sürecin kitleler üzerinde kalıcı travmalar bıraktığı belirtilmiştir.
Gazetecilerin açlık grevi, dünyaya onurlu bir çağrıdır: Sessizliğe ortak olmayın.
Sonuç olarak, Gazze’de yaşananlar sadece bir bölgesel kriz değil, tüm insanlığın vicdan sınavıdır.
Böl, Parçala, Yut: Kimliksizliğin Girdabında Türkiye
Kimliğin Kırılma Noktasında Bir Ülke
Türkiye, yüz yılı aşkın bir süredir yalnızca coğrafî değil, aynı zamanda fikrî, kültürel ve inanç yönüyle de bir çatışmanın, hatta bir kimlik mücadelesinin ortasında yer almaktadır. Bu mücadele; doğu ile batı arasında, İslam ile sekülerlik arasında, tarihî hafıza ile modern ideolojiler arasında bocalayan bir aklın, kararsız bir ruhun ve netlikten uzak bir yönetim zihniyetinin tezahürüdür. Her millet kendi iç barışını sağlamadıkça dışarıdan gelen her fikir, her ideoloji, bir virüs gibi o toplumun bünyesinde ayrışmaya ve çürümeye neden olur.
1970’ler: Komünizmin Gölgesinde Türkiye
1970’li yıllar, Türkiye’nin hem iç hem dış tehditlerle boğuştuğu, ancak bu tehditlerin çoğunun içerideki fay hatları üzerinden derinleştirildiği bir dönemdi. Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği komünizm ideolojisi, sadece ekonomik bir sistem değil, aynı zamanda millî kimliği ve dini aidiyeti yok eden bir kültürel saldırı aracıydı. “Böl, parçala, yut” formülü tam da bu noktada devreye girdi.
Türkiye’de solcu yapılar, kendilerini ilerici ve halkçı gibi tanıtsa da çoğunlukla Sovyet ideolojisinin uzantısı haline geldi. Bu yapılar, Kürt kimliği üzerinden bölücülüğü, Alevi kimliği üzerinden mezhepçiliği, azınlık kimlikleri üzerinden Batı’yı çağırmayı bir siyaset yöntemi haline getirdiler. Fakat bu yapay kimlik hareketleri, halkın kadim kültürü, inancı ve birlikte yaşama tecrübesiyle örtüşmediğinden derin yaralar açtı.
Rejimin Kaygan Zemini: Ne Doğulu Ne Batılı
Asıl bozukluk, devletin temel felsefesini teşkil eden rejimin ideolojik yönünde gizlidir. Bu rejim, ne tam anlamıyla batılıdır ne de doğulu. Ne İslam’ı tam reddeder, ne de kabullenir. Ne gelenekçidir ne de modern. Bir ucube gibidir. Herkesin bir yönünü reddettiği ama aynı zamanda herkesin bir yönünü savunduğu bir “melezlik hâli”, bir kimliksizlik hastalığıdır bu.
Laiklik üzerinden yürütülen tartışmalar ise yüz yıldır devam eden bir fırtınadır. Herkes kendi anlayışına göre bu boş kavramı doldurmaya çalışmış, ama hiçbir zaman gerçek anlamda bir fikir birliğine varılamamıştır. Bu da devletin ve toplumun her kriz anında bir “kimlik bunalımı” yaşamasına neden olmuştur.
Atatürkçülük: Her Kalıba Giren Bir Kılıf
Atatürkçülük, Türkiye’de farklı kesimlerin kendi ideolojik hedeflerini meşrulaştırmak için kullandığı esnek bir ideolojik aparata dönüşmüştür. Aslında bir düşünce sisteminden çok, içi herkes tarafından farklı şekilde doldurulan bir kılıftır. Bu durum Atatürkçülüğü birleştirici değil, ayrıştırıcı hale getirmiştir.
Bir grup Atatürkçülüğü din karşıtı bir sekülerizm olarak yorumlarken, başka bir grup onu “millî değerlerin savunucusu” şeklinde anlamaktadır. Bu kavram üzerine bina edilen sistem, Türkiye’yi ne tam olarak batıya ne de İslam dünyasına ait kılabilmiştir. Ortadoğu ülkelerinin yaşadığı kimlik bunalımının bir benzeri de Türkiye’de yaşanmıştır.
İç Fitne ve Dış Plan: Biri Alet, Diğeri Oyuncu
Kürtçülük, mezhepçilik ve azınlıklar üzerinden yürütülen parçalama operasyonları hiçbir zaman sadece içeriden gelen hareketler değildir. Dış güçlerin, özellikle Sovyetler sonrası ABD ve İsrail’in bölgede etkinlik kazanma çabaları, içteki fay hatlarını sürekli olarak kurcalamıştır. Fakat bu noktada sorulması gereken esas soru şudur: Bu kadar kolay alet olunmasının sebebi nedir?
Cevap: Kimliksiz bir milletin her fikir akımı tarafından kullanılması kolaydır.
İslam’dan, tarihinden ve geleneksel değerlerinden koparılmış bir millet; fikir olarak Batılı ama ruh olarak Doğulu, ekonomi olarak kapitalist ama ahlak olarak sosyalist bir garabete dönüşür. Böyle bir milletin kendi içinde barışık kalması imkânsız hale gelir.
Çözüm: Aslî Kimliğe Dönüş ve Medeniyet Bilinci
Türkiye, ancak ve ancak kendi tarihî köklerine, İslam medeniyetine ve millî hafızasına rücu ederek bu kaostan kurtulabilir. Ne Avrupa Birliği’ne girmekle ne de ABD’nin güvenlik paradigmasına sığınmakla bu topraklara huzur gelir. Bu milletin asıl gücü; bin yıllık İslamî birikimi, adalet anlayışı ve kardeşlik ruhundadır.
Millî kimlik, sadece sınırlarla çizilmez; inançla, ahlakla, tarih şuuru ile inşa edilir. Aksi halde her fırtınada savrulmaya mahkûm oluruz. Dış güçlerin oyunları hep olacaktır; ama bu oyunlara karşı sağlam bir ruh, diri bir şuur ve sarsılmaz bir birlik şarttır.
Sonuç: Kimliksizliğin Bedeli, Bölünmüşlüktür
Türkiye’nin yaşadığı bölünmeler, kutuplaşmalar ve ayrışmalar; ne sadece dış müdahalenin ne de ideolojik farklılıkların neticesidir. En temel sebep, millet olarak kimliğimizi kaybetmemizdir. Ne olduğumuzu, neye inandığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi unutmamızdır. Bu unutuş hali, bizi başkalarının senaryosunda figüran yapmıştır. Kurtuluş, bu toprakların asli ruhuna dönmekle mümkündür.
Özet
Bu makale, Türkiye’nin 1970’lerden günümüze dek süregelen kimlik bunalımını, komünist ideolojilerin etkisini, laiklik ve Atatürkçülük tartışmalarını ve dış güçlerin iç fay hatlarını nasıl kullandığını ele almaktadır. Problemin temelinin, rejimin kimliksiz ve kaygan zemini olduğu anlatılmakta; çözüm olarak ise İslamî ve tarihî köklere dönüş, millî kimliğin yeniden inşası ve fikrî netlik önerilmektedir. Kimliksizliğin bedelinin parçalanma olduğu; kurtuluşun ise asli kimliğe dönmekle mümkün olacağı ifade edilmiştir.
Hayatın Muhasebesi ve Bilimin İzinde Bir Medeniyet Tasavvuru
İnsan, varoluşundan itibaren zamanın ve mekanın sınırları içinde bir yolculuğa çıkmış, bu yolculukta hem kendi benliğini hem de kâinatın sırlarını anlamaya çalışmıştır. Her nefes, bir muhasebe anına doğru atılan adımdır.
Kutsal kitabımızın, Mücadele Suresi 6. ayetinde buyurulduğu gibi: “Allah, onları dirilteceği gün, kendilerine yaptıklarını haber verecektir. Allah, onların unuttuklarını tek tek sayacak. Allah, Her Şeye Tanıktır.”
Bu ayet, insanın bu dünyadaki her eyleminin, her düşüncesinin, her unutuşunun dahi ilahi bir kayıt altında olduğunu ve ahiret gününde bunların hesabının verileceğini hatırlatır. Bu idrak, insanın hayatına yön veren en temel bilinç olmalıdır.
Fani dünyanın geçiciliği ve ahiret yurdunun ebediliği, insanı derin tefekküre sevk eden kadim bir hakikattir.
Bu geçicilik, İslamköylü Hafız Ali’nin kabristan ziyaretinde yaşadığı derin hüzünle de pekişir: “Kardeşim! Ben bugün kabristanı ziyarete gittim, gördüm ki: Çoluk çocuk meşgalesiyle, rızık toplamak, kazanmak dolayısıyla, keselerine ahiret azığı olarak bir şey dolduramamışlar. Öyle vaveylâ ediyorlardı ki… Ben o acıyı gördüm, dağlara kaçsam unutamayacağım… Siz insan ölünce kurtuluyor zannetmeyin; nasıl burası bir âlemse, o kabir de öyle bir âlemdir, adem ve yokluk yoktur…”
Bu sözler, insanın dünyevi hırs ve meşgalelerle oyalanırken, ahiret için yeterli azık toplayamamasının doğuracağı pişmanlığı çarpıcı bir biçimde dile getirir.
Kabir, bir yokluk değil, aksine bir başka âlemin başlangıcıdır ve orada dünyada yapılanların hesabı görülecektir.
Bu derin ahiret bilinci, insanın kendini bilmesine ve içinde yaşadığı toplumun dinamiklerini sorgulamasına da yol açar. Bir taraftan manevi değerlerin yüceltildiği bir dünya tasavvuru varken, diğer taraftan toplumsal ve siyasi dayatmaların insan zihnini nasıl şekillendirmeye çalıştığı da göz ardı edilemez.
*********
Merhum Yavuz Bahadıroğlu’nun “Atatürkçülük dersi” eleştirisi, toplumlarda tek tipleştirme ve belirli ideolojileri zorla dayatma çabalarının, özgür düşünce ve eleştirel zihniyetin gelişimini nasıl engellediğine dikkat çeker. “Aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirme ideali, ancak dayatmalardan uzak, sorgulayıcı ve geniş bir bakış açısına sahip eğitim sistemleriyle mümkündür.
Bir karikatürde resmedilen şişman, mikrofona bağıran siyasetçi figürü, gücün ve yetkinin bazen nasıl pervasızca kullanılabileceğinin ve insanların sırtından geçinmenin sembolü olabilir.
Tarih, milletlerin yükseliş ve çöküşlerini sadece askeri veya ekonomik güçle değil, aynı zamanda bilim ve medeniyet birikimleriyle de açıklar.
Pierre Curie’nin sözleri, bu açıdan oldukça çarpıcıdır: “Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık.” Bu sözler, İslam medeniyetinin bilimsel mirasının ne denli büyük olduğunu ve bu mirasın tahrip edilmesinin insanlık için ne büyük bir kayıp olduğunu gözler önüne serer. Endülüs’teki bilimsel ve kültürel zenginlik, Batı’nın Rönesans’ına zemin hazırlamış, ancak sonrasında yaşanan yıkımlar, bilimin ve ilerlemenin nasıl kesintiye uğradığını göstermiştir. Bu alıntı, bilginin korunması ve geliştirilmesinin bir medeniyetin ilerlemesi için hayati önem taşıdığını anlatır.
Sonuç olarak, insan hayatının özünde, ahiret bilinciyle yaşama, dünyevi hırslardan arınma ve hakikati arama çabası vardır. Aynı zamanda, özgür düşünceyi yeşerten, bilim ve bilgiyi yücelten bir medeniyet tasavvuru, insanlığın ilerlemesi için elzemdir. Tarihten ders çıkararak, geçmişteki hataları tekrarlamadan, bilimin ışığında ve manevi değerlerle donanmış bir gelecek inşa etmek, her bireyin ve toplumun ortak sorumluluğudur. Zira her şey kayıt altındadır ve insan, yaptıklarının hesabını vereceği güne hazırlanmalıdır.
Özet:
Bu makale, ayet, fıkra, alıntılar ve görsellerden yola çıkarak, insan yaşamının muhasebesi, dünyanın geçiciliği ve ahiret bilinci üzerine odaklanmaktadır.
Mücadele Suresi’ndeki ayetle, insanın her fiilinin ilahi denetim altında olduğu ve ahirette hesap verileceği anlatılmıştır.
Pierre Curie’nin sözleri, İslam medeniyetinin bilimsel mirasının değerini ve bilginin önemini ortaya koymuştur.
Makale, tüm bu temaları birleştirerek, insanın ahiret bilinciyle yaşamasını, özgür düşünceyi savunmasını ve bilime önem vermesini tavsiye etmektedir.
İnsanlığın Yüce Vazifesi: İman, Direniş ve Ahiret Bilinci
Hayat, insan için sadece bir nefes alıp verme hali değil, aynı zamanda varoluşun derin sırlarını çözdüğü, imanıyla güçlendiği ve sorumluluklarını idrak ettiği bir imtihan sahasıdır. Bu sahada, insan, çoğu zaman kendi benliğinin ve dünyanın aldatıcı cazibesinin tuzağına düşme riskiyle karşı karşıyadır. Ancak hakikat, insanın ebedi istikametini tayin eden bir pusula görevi görür.
Kâinatın her zerresi, varlığını Yaratıcısına borçlu olduğunu haykırır.
“Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar, havada kanatlarını açarak süzülen kuşlar Allah’ı tesbih ederler. Hepsi duasını ve tesbihini bilmekte, Allah da onların bütün yaptıklarını bilmektedir.” (Nûr Suresi 24/40. Ayet)
Bu ayet, insanın sadece kendisinin değil, tüm varlığın bir tesbih halinde olduğunu ve her şeyin Allah’ın ilmi dahilinde cereyan ettiğini açıkça ortaya koyar.
Kâinatta yazılan sayısız ayet, Zât-ı Ehad’ın vahdaniyetine ve risalet-i Ahmediye’ye (asm) delâlet ve şehadet eder. Hz. Muhammed (asm), bu muazzam kâinat kitabının tercümanı, insanlığa doğru yolu gösteren kutlu rehberdir.
İnsanlık tarihi, aynı zamanda hak ile batılın mücadelesinin, adalet ile zulmün çekişmesinin de tarihidir.
***********
“Cellat Kara Ali 1931 yılında ‘Son Posta’ gazetesinde yayınlanan hatıralarında, 5216 kişiyi astığını söylüyor. Sadece bir kişi, 5216 kişiyi idam ediyor. Gerisini anlatmaya gerek var mı?” ifadesi, yakın tarihimizdeki acımasız zulüm dönemlerine bir göndermedir.
İstiklal Mahkemeleri adı altında işlenen bu vahşetler, adalet mekanizmasının nasıl bir zulüm aracına dönüşebileceğinin kara bir lekesidir. Bu tür tarihi kesitler, insanlığın adalet ve özgürlük arayışının neden hiç bitmediğini ve zalimlerin er ya da geç tarihin karanlık sayfalarına gömüldüğünü hatırlatır.
Bu acı gerçeklere rağmen, Bediüzzaman Said Nursi’nin sözleri, iman ehlinin ruhundaki direniş ateşini canlı tutar: “Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler; emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezail ve ihtilafatın gubârını silkip hakikî münevver ve müttehid olarak kervan-ı benî beşere piştarlık edeceğiz. Biz, en şedid, en kavî ve en bâki hayatı intac eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de, İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun.”
Bu destansı sözler, imanlı bir duruşun ne kadar sarsılmaz olduğunu gösterir. Ölüm, bu inanca sahip olanlar için bir yok oluş değil, bilakis daha güçlü bir dirilişin ve ebedi hayatın kapısıdır. Bu ruh, zulme boyun eğmeyen, hakikatin sancağını yükselten ve insanlığa önderlik etme azmi taşıyan bir ruhtur.
Ne var ki, dünya hayatının aldatıcılığı ve insanın gafleti, bu yüce gayeden sapmasına neden olabilir.
Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi, “Burası dünya ne çok kıymetlendirdik, oysa bir tarla idi ekip biçip gidecektik.”
Bu söz, dünyanın geçici bir menzil olduğunu, asıl gayenin ahiret için hazırlık yapmak olduğunu hatırlatır.
Hz. Mevlana’nın şu ibretlik tesbiti de bu hakikati pekiştirir: “Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirlerini yiyorlar.”
İnsan, bu dünyada mal, mevki, şöhret gibi geçici hevesler uğruna birbirini kırıp dökerken, ahirettekiler ise bu dünyanın boş davaları için harcanan zaman ve çabaya pişman olurlar.
Bediüzzaman Said Nursi’nin bir başka uyarısı da bu gafletin sonuçlarını işaret eder: “Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevale mahkûmdur. Sür’atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır.”
İnsan, kendini fani dünyanın sultanı zannederken, zamanın acımasız çarkı onu zevale doğru sürükler. Dünyevi arzular ve emeller, kalıcı değildir; ancak ruhun çektiği elemler ve pişmanlıklar baki kalır. Bu yüzden insan, fanilik bilinciyle hareket etmeli ve ebedi aleme yönelik bir hayat kurmalıdır.
Bu ebedi yolculukta, iman yolu en kolay ve zahmetsiz yoldur: “Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümek daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir.” (Mesnevi-i Nuriye).
İman, insanı karanlıklardan aydınlığa çıkaran, ruhuna huzur veren bir nurdur. Küfür ise insanı karmaşaya, boşluğa ve huzursuzluğa iter.
Son olarak, bu imtihan dünyasında karşılaşılan acıların ve sıkıntıların da ilahi bir hikmeti vardır.
İbn Kayyım Rahimehullah’ın belirttiği gibi: “Acılar ve sıkıntılar; ya bir ihsân ve rahmettir, ya adalet ve hikmettir, ya ıslâh ve kendisinden sonra gelecek olan bir hayra hazırlıktır, ya da kendisinden daha zor olan bir acıya engeldir.”
Bu, müminin musibetler karşısındaki bakış açısını şekillendiren önemli bir düsturdur. Hiçbir acı anlamsız değildir; her biri, Allah’ın rahmetinin, adaletinin veya hikmetinin bir tecellisidir. Ve nihayetinde, “Cehennem ceza-yı ameldir, fakat Cennet fazl-ı ilahî iledir.” Cennet, kulun amellerinin değil, Allah’ın engin lütuf ve ihsanının bir neticesidir. Bu, insanı daima tevazuya ve Allah’ın rahmetine sığınmaya davet eder.
İnsanlık, tarihten ders alarak, dünyanın geçiciliğini idrak ederek, imanına sarılarak ve ilahi rızayı hedefleyerek gerçek kurtuluşa erebilir. Zulme karşı dimdik duruş, ahiret bilinciyle yaşama ve her zorlukta bir hikmet arama, bu kutlu yolculuğun temel prensipleridir.
Özet:
Bu makale, gönderilen görsellerdeki metinlerden ilham alarak, insan yaşamının iman, direniş ve ahiret bilinci ekseninde şekillenmesi gerektiğini anlatılmaktadır. Kâinattaki her zerrenin Allah’ı tesbih ettiği ve Hz. Muhammed’in (asm) risaletinin bu ilahi birliğin bir delili olduğu belirtilmiştir.
Kara Ali’nin zulmü üzerinden adaletsizliğin acı yüzü hatırlatılırken, Bediüzzaman Said Nursi’nin şehadet ve direniş ruhuyla dolu sözleri, iman ehlinin sarsılmazlığını ortaya koymaktadır. Makale, Cahit Zarifoğlu ve Hz. Mevlana’nın ifadeleriyle dünya hayatının geçiciliğine ve gafletin tehlikelerine dikkat çekmiş, ahiret için hazırlık yapmanın önemini anlatılmıştır. İbn Kayyım’ın acıların hikmetine dair sözleri ve Cennetin ilahi faziletle kazanıldığı inancı, makaleyi tamamlayarak, insanı tevekkül ve ümit içinde bir yaşam sürmeye davet etmiştir. İman yolunun kolaylığı ve Allah’a teslimiyetin önemi, makalenin ana temalarını oluşturmaktadır.
İlahi Rızanın Gölgesinde Bir Ömür: İman ve Tefekkür Yolculuğu
Hayat, insan için bir yolculuktur; inişli çıkışlı patikaları, derin vadileri ve zirve noktalarıyla dolu, muazzam bir keşif serüveni. Bu yolculukta, insanın attığı her adımın, aldığı her nefesin bir anlamı ve gayesi vardır. Görünen ve görünmeyen tüm âlemlerin yaratıcısı olan Yüce Allah’a olan iman, bu yolculuğun pusulasıdır.
Zira “Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve layıktır o Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’a ki, ALLAH denilir.”
Bu derin hakikat, varlığın özünde bulunan bir şükran borcunu ve sonsuz bir teslimiyeti fısıldar bizlere.
Her şey O’ndandır ve her şey O’na dönecektir.
İman, sadece kuru bir kelime değil, aynı zamanda bir duruş, bir anlayış ve bir yaşam biçimidir.
Nitekim;”İmanın rükünlerinden en mühimmi, iman-ı Billah’tır; Allah’a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşir’dir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.”
Bu ifadeler, bilginin hiyerarşisinde imanın merkeziliğini ortaya koyar. Diğer tüm ilimler, eğer iman nuruyla aydınlanmazsa, sadece maddeye takılıp kalır ve varoluşun derin sırlarına vakıf olamaz. İman ilmi, kâinat kitabının ve insanın kendisinin şifrelerini çözmenin anahtarıdır.
Kuran-ı Kerim’in ise bu iman yolculuğundaki rolü paha biçilmezdir.
“Kuran hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, müminlere hüda ve rahmettir.”
Kuran, sadece okunup geçilecek bir metin değil, düşünceleri besleyen, kalplere şifa veren, hayatı şekillendiren ve insanı doğru yola ileten ilahi bir rehberdir. Onun her ayeti, bir tefekkür kapısını aralar ve insanı evrenin muhteşem düzeni üzerine düşünmeye sevk eder.
Nitekim “O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez.” (En’âm Sûresi 6/59) ayeti, her zerrenin ilahi bir plan dahilinde hareket ettiğini ve hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını açıkça belirtir.
Bu, aynı zamanda bir arının küçük kafasındaki muazzam sistemden, bal yapışına ve dünyaya hediyeler getirişine kadar her şeyin bir yaratıcının ilim ve kudretiyle mümkün olduğunu gösterir.
“Evet bir arının küçük kafasında kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser envaıyla münasebetdar olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerait-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derceden zât; elbette bütün kâinatın Hâlıkı olabilir.”
Bu cümleler, en küçük canlının bile ilahi sanatın bir tezahürü olduğunu ve akıl sahipleri için nice ibretler barındırdığını anlatır.
Ancak bu iman ve tefekkür yolculuğunda, insanın en büyük düşmanı çoğu zaman kendi gafletidir.
Hz. Mevlana’nın veciz ifadesiyle, “İnsanı ateş değil, kendi gafleti yakar. Herkeste kusur görür, kendisine kör bakar.
Neye nasıl bakarsan, o da sana öyle bakar.”
Bu sözler, insanın kendi iç dünyasına dönmesi, özeleştiri yapması ve yargılayıcı bir bakış açısı yerine anlayışlı bir tutum sergilemesi gerektiğini öğütler. Başkalarındaki kusurları görmeye odaklanmak yerine, kendi eksikliklerimizi gidermeye çalışmak, dahili huzurun ve gelişimin anahtarıdır.
Bu makamda, ilahi rızayı kazanmanın ehemmiyeti devreye girer.
“Amelinizde rızayı İlahî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.” (İhlas Risalesi).
Bu ifade, tüm amellerin temel gayesinin Allah’ın rızasını kazanmak olması gerektiğini ifade eder. Dünya halkının takdir veya tenkidi geçici ve önemsizdir; önemli olan, âlemlerin Rabbi’nin nazarında makbul olmaktır.
Hz. Ali (r.a.)’nin sözleri ise bu dünya hayatının geçiciliğine ve ahiret hayatının ebediliğine dikkat çeker:
“Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Ahiret ise yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has evlâtları (tâlipleri) vardır. Siz ahiretin evlâtları olun, dünyanın evlâtlarından olmayın!
“Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.” (Buhârî, Rikâk, 4).
Bu sözler, hayatın her anını değerli kılmamız, ahiret için azık toplamamız ve gafletten uyanmamız gerektiğini hatırlatır.
Tövbe ve amel için bugünün fırsat olduğunu, yarının ise pişmanlıklarla dolu olabileceğini gözler önüne serer.
Son olarak, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin derin bir teslimiyet ve tevekkül anlayışını yansıtan sözleri, bu yolculuğa ışık tutar:
“Hak şerleri hayreyler, Zannetme ki gayreyler, Ârif anı seyreyler… Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.”
Bu dizeler, mutlak hayır ve şer kavramlarını ilahi takdir penceresinden ele alır. Bazen şer gibi görünen olayların ardında nice hayırların gizli olduğunu, arif kişilerin bunu idrak ettiğini ve her şeyin eninde sonunda Allah’ın dilemesiyle güzelleşeceğini ifade eder. Bu, zorluklar karşısında sabrı, musibetler karşısında tevekkülü ve her durumda Allah’a olan güveni telkin eden güçlü bir mesajdır.
Kısacası, insan yaşamı, ilahi rızayı arama, imanı tahkim etme, Kuran’la hemhal olma, gafletten uzak durma ve her durumda Allah’a teslim olma sürecidir.
**********
Türkiye’nin İslam âlemindeki konumu da, Hazreti Bediüzzaman Said Nursi’nin belirttiği gibi, bu manevi yolculukta önemli bir rol oynamaktadır:
“Âlem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye’dir. Bu kilit bu kapıyı Âlem-i İslâm üzerine açar. Kat’iyen buradan gitmek için izin yok.”
Bu söz, Türkiye’nin İslam dünyasındaki stratejik ve manevi önemini anlatırken, aynı zamanda Müslümanların birliği ve uyanışı için taşıdığı potansiyele de işaret eder. Bu yolculukta, her bir birey, küçük bir arı misali, ilahi kudretin ve rahmetin birer delili olarak, kendi üzerine düşen görevi yerine getirme çabası içinde olmalıdır.
Özet:
Bu makale, gönderilen görsellerdeki hikmetli sözler ışığında, insan yaşamının temel gayesinin ilahi rızayı kazanmak olduğunu anlatmaktadır.
İmanın, özellikle de Allah’a olan imanın, tüm ilimlerin esası ve yolculuğun pusulası olduğu belirtilmiştir.
Kuran’ın zikir, fikir, hikmet ve şifa kaynağı olarak insan hayatındaki merkeziliği ve her şeyin Allah’ın ilmi dahilinde gerçekleştiği anlatılmıştır.
Makalede, gafletin insanın en büyük düşmanı olduğu ve kendi kusurlarına odaklanmanın önemi üzerinde durulmuştur.
Ayrıca, amel ve ibadetlerin temel hedefinin Allah’ın rızası olması gerektiği, dünyanın geçici ahiretin ise kalıcı olduğu hatırlatılmıştır.
Son olarak, ilahi takdire teslimiyetin ve her şeyin eninde sonunda Allah’ın iradesiyle güzelleşeceği inancının önemi İbrahim Hakkı Hazretleri’nin sözleriyle pekiştirilmiştir.
Hazreti Bediüzzaman Said Nursi’nin Türkiye’nin İslam âlemindeki kritik rolüne dair sözleri de makaleye ek bir boyut katmaktadır.
Zulüm Çağında Adaletin Sessizliği: Gazze, İsrail ve Derin Küresel Hesaplar
Giriş: Tufanın Ortasında İnsanlık
yüzyıl… Medeniyetin zirveye çıktığı, yapay zekânın konuştuğu, Mars’a araçların gönderildiği bir çağ. Fakat hâlâ çocukların açlıktan öldüğü, çadırlarda uyurken bombalandığı, yardım kuyruğunda beklerken kurşunlandığı bir yüzyıl. İnsanlık ilerlediğini sanırken, vicdan tarihin en karanlık dehlizlerine gömüldü.
Bugün Gazze’de yaşananlar yalnızca bir savaşın değil, ahlâkın, hukukun ve insanlığın çöküşünün belgesidir. İsrail’in Filistin halkına yönelik uyguladığı sistematik işgal ve soykırım girişimi; yalnızca politik bir çatışma değil, insanlık vicdanının test edildiği bir sahnedir.
Küresel Tetikçilik: ABD ve İsrail’in Derin İlişkisi
Dünyada en çok silah üreten ve satan ülke olan ABD, barışı değil, savaşı pazarlamaktadır. Bu durum artık sadece bir iddia değil; belgelerle, sahadaki uygulamalarla ve savaşların arkasındaki sponsorluklarla doğrulanmaktadır. İsrail’in bölgesel yayılmacılığı, ABD’nin küresel tetikçiliğiyle birleşince, Orta Doğu haritası kanla çiziliyor.
İngiltere’ye yeniden konuşlandırılan nükleer silahlar, sadece caydırıcılık değil, aynı zamanda korku düzeninin yeni halkasıdır. Trump’a yönelik derin devlet savaşları, Amerikan iç sistemindeki çürümenin yansımasıyken; Mossad’ın Almanya’daki hukuk dışı operasyonları ise İsrail’in kirli diplomasi anlayışını gözler önüne sermektedir.
Bir Gemi, Bir Umut: Hanzala’nın Sessiz Direnişi
İtalya’dan yola çıkan Hanzala gemisi, sadece bir taşıma aracı değil, aynı zamanda insanlık adına bir vicdan yolculuğudur. Frank Romano gibi insanlar, devletlerin ve kurumların başaramadığı insani sorumluluğu şahsi cesaretleriyle üstleniyorlar. Geminin engellenmesi, geciktirilmesi ya da sabote edilmesi ise sistemin; adaleti değil, zulmü koruduğunu bir kez daha gösteriyor.
Suriye ve Dürzi Harekâtı: Fitnenin Derin Yüzü
Şam hükümetine karşı kışkırtılan silahlı Dürzi grupların sivillere saldırması, İsrail’in sadece Gazze değil; tüm bölgeyi istikrarsızlaştırma arzusunu ortaya koyuyor. Müslüman coğrafyalardaki etnik ve mezhebi fay hatlarıyla oynayan bu politika, kardeşi kardeşe kırdıran bir fitne rejiminin sonucudur.
Tarihin Gözünden: Firavun Zihniyeti, Modern Yüzüyle
Kur’ân’da geçen Firavun’un sihirbazları nasıl halkı aldatıp Firavun’un ilahlığını pekiştirdiyse, bugün de medya sihirbazları, hukuk ilüzyonistleri ve politik aktörler zulmü perdelemeye çalışıyor. Fakat hakikat, tıpkı Musa’nın asası gibi bütün bu yalan yılanlarını yutacaktır.
Zira zulüm, ne kadar zırhla korunursa korunsun, adaletin sesi karşısında tir tir titrer. Tarih bize gösterdi ki; Nemrutlar, Firavunlar, Hitlerler, Moğollar, Haçlılar geçmiştir ama halklar kalmıştır. Gazze kalacaktır. Kudüs kalacaktır. Vicdan kalacaktır.
Akıl ve Bilim Perspektifi: Sessiz Bilim, Kör Hukuk
Bilim ve teknoloji bugün, insanı yaşatmak yerine yok etmenin hizmetine verilmiş gibi görünüyor. Uydu sistemleriyle bombalanan çadırlar, termal kameralarla hedeflenen çocuklar, insansız hava araçlarıyla yapılan infazlar… İnsan aklının geldiği nokta bu mu olmalıydı?
Uluslararası hukuk ise gözünü kapatmış, sözde tarafsızlık maskesiyle bir katliama tanıklık etmekle yetiniyor. BM’nin yardım sırasında öldürülenleri sadece “belgelemek” ile yetinmesi, aslında sistemin kalbindeki çürümüşlüğün resmidir.
Sonuç: İmtihan Çağı ve Hakikatin Direnişi
Gazze’de olup biten yalnızca bir bölgesel kriz değil; küresel bir ahlâk sınavıdır. Batı’nın insan hakları maskesi düşmüştür. Doğu’nun ise sessizliği susturulmuş vicdanları temsil etmektedir. Fakat imanla direnen Gazze halkı, tıpkı Kerbelâ’da susuz bırakılan Hüseynî direnişi gibi, zulmü mahkûm etmektedir.
Tarih bir gün, bugünü yazacak. Ama mazlumun duası, bugünden yazıyor:
“Zalimler için yaşasın cehennem!”
Özet:
Bu makale, Gazze’de süregelen İsrail saldırılarını, ABD’nin küresel silah politikalarıyla olan bağını, bölgedeki istikrarsızlaştırıcı faaliyetlerini ve uluslararası kurumların sessizliğini çok yönlü olarak ele alıyor. Gazze’deki saldırılar, yalnızca bir çatışma değil; küresel adalet sisteminin çöküşü, modern firavun zihniyetinin ve emperyalist politikaların dışa vurumudur. Suriye’deki Dürzi saldırılarından, Hanzala gemisinin yolculuğuna, ABD derin devletindeki hesaplaşmalardan, Mossad operasyonlarına kadar geniş bir perspektif sunularak, bu çağın bir “zulüm çağı” olduğu anlatılıyor. Buna karşılık iman, direniş ve insanlık vicdanının hâlâ susmadığı ve adaletin bir gün mutlaka tecelli edeceği inancıyla son buluyor.
Ortadoğu’nun İki Kıyısında Aynı Akıl: İran ve İsrail’in Türkiye Planı
Giriş
Ortadoğu, tarih boyunca imparatorluklar ve inançlar coğrafyası olduğu kadar ihtirasların, entrikaların ve derin jeopolitik hesapların da merkezi olmuştur. Bugün bu coğrafyada İran ve İsrail, görünürde birbirine zıt, ancak özde benzer hedeflere sahip iki güç olarak dikkat çekmektedir. Her ikisi de kadim imparatorluk hayallerini yeniden diriltme çabasında; her ikisi de bu hayallerin önündeki en büyük engelin Türkiye olduğunun farkında. Ve bu yüzden Türkiye’yi istikrarsızlaştırma, kuşatma ve bölgesel nüfuzunu kırma noktasında örtülü ya da açık iş birlikleri yürütmektedirler.
Tarihin Gölgesinde: Pers, Sasani, İsrail Krallığı ve Yeni Hayaller
İran’ın Şii ideolojisiyle beslediği yayılmacı politikalarının kökleri Pers ve Sasani İmparatorluklarına kadar uzanır. Şah İsmail ile başlayan Safevî hanedanı, sadece siyasî değil, mezhebî bir dönüşüm de hedeflemişti. İran bugün bu tarihî perspektifi “Şii Hilali” projesi ile devam ettirmekte; Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de aktif vekil güçlerle varlık göstermektedir.
İsrail ise, Tevrat’taki “Vaad Edilmiş Topraklar” doktriniyle şekillenen “Eretz İsrael” yani “Büyük İsrail” hayaliyle hareket etmektedir. Bu ideali gerçekleştirmek için bölge ülkelerinin parçalanması, sınırlarının zayıflaması ve özellikle Türkiye gibi güçlü, köklü devletlerin etkisiz hâle getirilmesi hedeflenmektedir.
Suriye Üzerinden Yürütülen Hesaplar
İran resmi yayın organı Press TV Başkanı Mehdi Khanalizadeh’in sözleri, İran’ın Türkiye’ye karşı izlediği derin stratejiyi gözler önüne sermektedir. Suriye’de istikrarın sağlanmamasını “İran için kazanım” olarak gören bu bakış açısı, Türkiye’nin artan bölgesel etkisinden duyulan rahatsızlığın açık ifadesidir.
İfadesinde;”Suriye üzerinden Türkiye’yi hedef aldı.
“Türkiye, Suriye’de zafer kazanmış ve bölgeye üstünlüğünü dayatmıştır. Türkiye’ye bir yenilgi tattırmalıyız.” diyen İranlı yetkili, “Komşu ülkelerden birinde (Türkiye), başka bir siyasi yapı aracılığıyla Türkiye’nin çıkarlarına darbe vurabiliriz. Suriye’deki mevcut durumda istikrarın sağlanmaması, İran için çok önemli bir kazanımdır. Suriye’nin istikrara kavuşmasına izin vermemeliyiz. Şu anda, yönetimi elinde bulunduran teröristlerin hakimiyetindeki bir Suriye var. Demokrat olmayan Türkiye, Katar ve benzeri ülkeler şimdi Suriye’nin demokrasisi için endişeleniyorlar.” dedi.”
İsrail ise zaten yıllardır Suriye’de hava saldırıları düzenlemekte, İran’ın Hizbullah’a silah aktarımını engelleme bahanesiyle ülkeyi adeta bir test alanına çevirmiştir. Ancak ilginçtir ki hem İran hem İsrail, Suriye’de aynı sonucu istemekte: İstikrarsızlık.
Ortak Hedef: Türkiye’nin Bölgesel Liderliğini Kırmak
İran ve İsrail, bölgede farklı ittifaklarda görünse de Türkiye’nin tarihsel misyonunu ve potansiyelini tehdit olarak görmektedir. Çünkü Türkiye;
Osmanlı bakiyesiyle hem Arap hem Müslüman halkların gönlünde yer edinmiştir.
NATO üyesi olmasına rağmen bağımsız politika yürütmektedir.
İHA-SİHA gibi savunma sanayii alanlarında dışa bağımlılığı kırmıştır.
Filistin davasına sahip çıkarak İsrail’i rahatsız etmekte,
İşte bu sebeplerle, Türkiye üzerinde terörle, ekonomiyle, medya operasyonlarıyla ve istihbarat ağlarıyla baskı kurma planı, her iki ülkenin de ajandasında bulunmaktadır.
PKK, DEAŞ ve Faili Meçhuller: Derin Çatışmanın Yüzleri
PKK’nın silah bırakması ihtimali, İran ve İsrail’i fazlasıyla rahatsız etmektedir. Çünkü bu yapı sadece bir terör örgütü değil, bölgesel çıkarlar için bir araçtır. Aynı şekilde DEAŞ da hem Batı hem İsrail-İran için gerektiğinde kullanılabilecek bir “öteki” oluşturma mekanizmasıdır. Bu örgütlerin Türkiye’deki saldırılarında ardındaki desteklerin izleri her geçen gün daha net ortaya çıkmaktadır.
Faili meçhuller, suikastlar, medya manipülasyonları ise bu örtülü savaşın başka cepheleridir.
Tarihten Günümüze Dersler ve Uyarılar
Selçuklu ve Osmanlı, bir dönem İran’ın mezhepçi yayılmacılığına karşı kıyam etmiş; Kudüs’ü işgalden kurtararak Haçlı’ya ve Yahudi’ye meydan okumuştur. Yine Osmanlı, “Büyük Ermenistan”, “Büyük Yunanistan” gibi projelere karşı Anadolu’yu muhafaza etmiştir.
Bugün Türkiye benzer bir kuşatmanın içindedir: Doğudan Şii Hilali, batıdan Siyonist yayılmacılık; güneyden PKK-PYD, kuzeyden Karadeniz kuşatması…
Bu tabloda Türkiye, ya yeniden tarihî misyonunu üstlenecek ya da başka milletlerin hayallerinde figüran olacaktır.
Hikmetli Bir Uyarı
Bugün yapılması gereken; sadece tankla, topla değil; fikirle, kalemle, ilimle ve hikmetle bu büyük oyunları ifşa etmektir. Çünkü bu savaş, sadece silahla değil; akılla, sabırla ve ferasetle kazanılır.
Makale Özeti
İran ve İsrail, tarihsel idealleri doğrultusunda Ortadoğu’da yayılmacı politikalar izlemektedir.
Her iki ülke de Türkiye’nin bölgesel etkisini kırmak ve istikrarını bozmak istemektedir.
Suriye’deki istikrarsızlık, hem İran hem İsrail’in çıkarınadır ve Türkiye’nin burada güçlenmesi ortak tehdit olarak görülmektedir.
PKK, DEAŞ gibi terör örgütleri bu devletlerin örtülü taşeronları olarak Türkiye’ye karşı kullanılmaktadır.
Türkiye, bu kuşatmaya karşı tarihî hafızasını, savunma gücünü ve manevî kimliğini yeniden kuşanmalıdır.
Bu süreçte ilim, hikmet ve ferasetle hareket edilmezse Türkiye başkalarının imparatorluk hayallerinde bir kurban haline gelebilir.
İnsanoğlunun varoluş serüveni, doğumdan ölüme uzanan bir yolculuktur. Bu yolculukta karşılaştığımız her durak, her imtihan ve her hadise, aslında daha büyük bir resmin parçasıdır. Gelin, kadere, imana ve dünya hayatının fani tabiatına dair derin düşüncelere dalalım.
Kur’an-ı Kerim’den bir ayet-i kerime bizleri karşılıyor: “Ve kefâ billâhi vekîlâ – Vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb Suresi, 3).
Bu, insanın acziyetini ve Allah’a olan mutlak güvenini ifade eden temel bir düsturdur. Hayatın getirdiği zorluklar, belirsizlikler ve çaresizlik anlarında sığınacak tek limanın Allah olduğunu hatırlatır. Tarih boyunca nice peygamberler, evliyalar ve sıradan insanlar, en dar anlarında bu hakikate sarılarak nice badireleri atlatmış, gönül huzuruna ermişlerdir.
Bu ayet, bizlere tevekkülün ne denli büyük bir kuvvet olduğunu fısıldar.
**********
Risale-i Nur’dan, Mesnevi-i Nuriye’den bir alıntıyla, musibetler karşısındaki duruşumuzu tarif ediyor: “Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn söyle ve Merci-i Hakikî’ye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.” Bu söz, Kadere iman eden bir müminin fırtınalı denizlerdeki limanı gibidir. Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşanan büyük felaketler, yıkımlar, savaşlar ve salgın hastalıklar karşısında dahi Anadolu insanının dimdik ayakta kalışının temelinde bu iman yatar. Onlar, her musibeti İlahi bir takdirin cilvesi olarak görmüş, sabır ve şükürle karşılamışlardır. Bu derin teslimiyet, insanı çaresizlikten kurtarır, ümitsizliğe düşmekten korur.
**********
“Onlar dinlerini oyun ve eğlence edindiler ve dünya hayatı onları aldattı.” (A’râf, 7/51) ayeti ise dünyanın aldatıcı yüzünü ortaya koyar.
Modern zamanlarda dinin sadece bir ritüele indirilmesi, dünyanın geçici zevklerinin kalıcı hakikatlerin önüne geçirilmesi, aslında insanlık tarihinin pek çok döneminde gözlemlenmiştir.
Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden tutun, Endülüs’ün kaybedilişine kadar birçok medeniyetin sonu, ahiret bilincinin yitirilmesi ve dünya sefasının merkeze alınmasıyla hızlanmıştır. Bu ayet, bizlere sürekli bir uyanıklık ve tefekkür halinde olmayı öğütler.
**********
Burada ise Risale-i Nur-Sözler/29’dan gözün bir hapsedildiği ve nefsin hesabına çalıştırılırsa geçici güzelliklerin esiri olunduğu hikmeti aktarılır.
“Göz bir hâssedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırırsan geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyir ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur.”
Bu söz, bakış açımızın ve niyetimizin önemini anlatır.
İnsan, gördüğü her şeyi ya ibret nazarıyla bir sanat eseri gibi seyrederek Allah’ın kudretini tefekkür eder ya da sadece nefsani arzularına hizmet edecek bir araç olarak kullanır. Bu durum, teknolojik gelişmelerle birlikte görsel uyaranların arttığı günümüzde daha da büyük bir önem kazanmaktadır.
*******
Mesnevi-i Nuriye’den “Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse dünyanın nizam ve intizamı fesada gider. Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun?” sözü, toplumsal düzenin ve bireyin sorumluluğunun altını çizer. Bir devletin, bir toplumun ancak ortak değerler ve kurallar çerçevesinde ayakta durabileceği, anarşinin ve keyfiyetin yıkıma yol açacağı tarihi bir gerçektir. Bireysel özgürlükler ne kadar değerli olursa olsun, toplumsal düzenin ve ahengin korunması esastır.
“EY EHL-İ İMAN! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı ‘İnnemel mü’minûne ihvetun’ kal’a-i kutsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.” (Mektubat, Bediüzzaman)
Şu hitap, özellikle günümüz İslam coğrafyasındaki ihtilafların ve parçalanmışlığın acı gerçeklerini gözler önüne serer. Asırlardır süregelen mezhep çatışmaları, siyasi çekişmeler ve dış mihrakların kışkırtmaları, İslam ümmetini zillet ve esarete sürüklemiştir. Kurtuluşun yolu, Kur’an’ın “Müminler ancak kardeştirler” (Hucurat Suresi, 10) emrine uyarak birlik ve beraberlik içinde olmaktan geçer.
***********
Ve Mektubat | Risale-i Nur’dan alıntılanan “Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin…” ifadesi, dünya ve ahiret dengesini mükemmel bir şekilde özetler.
Bahtiyarlık, geçici olana aldanmayıp, asıl yurdumuz olan ahirete yatırım yapmaktan geçer. Bu, malayani ve boş şeylerle ömrü heba etmemek, aksine her anımızı faydalı ve hayırlı işlerle değerlendirmek demektir.
**********
“Dünya, kulplu bir kazan içinde pişiyor insan biriktirdikleri burada kalacak ne kadar kazanırsan kazan” sözu ve “Dünya bir misafirhanedir – Risale-i Nur” sözleri, dünya malına tamah etmenin boşuna olduğunu ve dünya hayatının fani oluşunu anlatır.
İnsanoğlu ne kadar mal mülk biriktirse de, hepsini bu dünyada bırakıp gidecektir. Tarihte nice krallar, imparatorlar, zenginler gelip geçmiş, ancak servetleri kendileriyle birlikte yok olmuştur. Dünya, sadece bir konaklama yeridir; gerçek evimiz ise ahirettir. Bu bilinç, bizleri hırs ve tamah gibi kötü huylardan uzaklaştırır, kanaatkâr ve şükreden birer kul olmaya teşvik eder.
**********
Ve Necip Fazıl Kısakürek’in “YAHUDİLER mi Dediniz? Onlar, Yumurtalarını Pişirmek İçin DÜNYAYI Ateşe Vermekten çekinmeyen LANETLİLERDİR!” sözü ise belirli bir bakış açısıyla, tarihten günümüze bazı toplulukların dünya menfaatleri uğruna neler yapabileceklerini ve bunun getirdiği yıkımları dile getirir.
Bu söz, dünya hırsının insanı ne denli tehlikeli ve yıkıcı bir noktaya getirebileceğinin çarpıcı bir ifadesidir.
Tüm bu hikmetli sözler ve ayetler, bizlere dünya hayatının bir imtihan olduğu, fani olduğu ve asıl gayenin ahiret yurdunu kazanmak olduğu mesajını verir.
Musibetler karşısında tevekkül etmek, dünya nimetlerine aldanmamak, birlik olmak ve her anımızı bilinçli yaşamak, bu misafirhanede geçireceğimiz zamanı en verimli şekilde değerlendirmenin anahtarıdır. Hakikat, perdesiz bir şekilde önümüzde duruyor; önemli olan onu idrak edebilmek ve yaşamımıza tatbik edebilmektir.
Özet:
Makale, Kur’an ayetleri ve Risale-i Nur’dan hikmetli sözler ışığında insanın dünya yolculuğunu ele almaktadır.
Başta “Vekil olarak Allah yeter” ayetiyle tevekkülün önemi anlatılırken, musibetler karşısında “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” diyerek Allah’a yönelmenin gerekliliği belirtilmiştir.
Dünya hayatının aldatıcılığına (A’râf, 7/51), gözün nefsin emrine verilmesinin tehlikesine ve bireysel keyfiyetin toplumsal düzene zarar vereceğine dikkat çekilmiştir.
Ayrıca, İslam ümmetinin ihtilaflardan uzak durarak birliğe sarılması gerektiği (Mektubat) ve en bahtiyar kişinin dünya-ahiret dengesini kuran, ömrünü malayani şeylerle heba etmeyen ve kendini misafir bilen kişi olduğu ifade edilmiştir.
Dünya malının fani oluşu ve dünyanın bir misafirhane olduğu anlatılarak, Necip Fazıl’ın bir sözüyle dünya hırsının yıkıcı etkilerine değinilmiştir.
Makale, dünya hayatının bir imtihan olduğu ve asıl amacın ahireti kazanmak olduğu mesajını vermektedir.
“İnsanlar ölür, insanlık da… Ama bazen bir toprak parçası, bir avuç kana bulanmış çocuk çığlığı, insanlığın susarak öldüğünü haykırır.”
Gazze: Açlığın ve Adaletin Kefen Giydiği Coğrafya
Bugün Gazze’de olanlar, sadece bir milletin değil; insanlık onurunun, evrensel hukukun ve medeniyet iddiasının ölüm ilanıdır. Gıda bekleyen bir halka, yardım kuyruğundaki sivillere bile bomba yağdırmak, artık “savaş” değil; doğrudan katliam, soykırım, vahşet ve sessizce desteklenen bir yok etme planıdır.
ABD ve İsrail destekli güya “insani yardım vakıfları”, Gazze’ye bir yardım kolisiyle ölüm kutuları taşımaktadır. Yardım dağıtımı bahanesiyle topluca sivillerin hedef alınması, planlı ve sistematik bir zulmün parçasıdır. Refah ve Netzarim’de yardım sırasındaki sivillerin bombalanması, bu planın “insanî” yüzünü maskelemeye çalışan acı bir ironidir. İsrail, artık yalnızca bombayla değil; açlıkla, susuzlukla, yalnızlıkla ve sessizlikle öldürmektedir.
Tarihî Arka Plan: Siyonist Projenin Derin Yüzü
Her katliam, geçmişteki planlı bir adımın bugünkü neticesidir. 1897 Basel Siyonist Kongresi’nden bu yana İsrail’in amacı yalnızca bir devlet kurmak değil, vaadedilmiş toprakları ilmek ilmek, savaşla, göçle, işgalle genişletmektir. Gazze, bu büyük planın kıyıda kalmış ama teslim alınamamış son parçasıdır. Bu yüzden Filistinli siviller değil, aslında direnişin sembolü hedef alınmaktadır.
İsrail’in kurduğu “ölüm vakıfları”, insanî yardımı bir kalkan gibi kullanıp arkasından bombalar yağdırmaktadır. Bu, tam anlamıyla bir ahlakî çöküntü, savaş suçu ve insanlığa karşı işlenmiş suçtur. Ancak bu suçun en ağır ortağı, sessiz kalan dünya, çifte standartlı medya ve uydurma diplomatik kaygılardır.
İlmî ve Aklî Bakış: Gazze’yi Susturmak Bilimi Susturmaktır
Gazze sadece bombalanmıyor; fikri, iradesi, aklı ve medeniyeti de hedef alınıyor. Zira Gazze, eğitim oranı en yüksek Müslüman bölgelerden biridir. İsrail’in en çok hedef aldığı yerlerin okullar, kütüphaneler, hastaneler ve üniversiteler olması tesadüf değildir. Gazze, bir bilgi direnişi sergiliyordu. Çünkü gerçek bilgi, direnişi doğurur.
Bugün açlıktan ölen bir çocuğun sadece midesi boş değildir; dünya insanlığının vicdanı, irfanı, fikri ve şerefi de çoktan boşaltılmıştır.
Hikmet Penceresinden: Bu Zulmün Hikmeti Nedir?
Bu çağda, zulmün bu denli gözü kara oluşu, hayrın da o denli büyük olacağının işaretidir. Zalimler kudursa da, her Firavun’un bir Musa’sı vardır. Bu çağda İsrail firavunca davranıyorsa, bir Musa ahlâklı ümmetin de uyanış vaktidir.
Bu topraklarda Filistinli çocuklar, mazlumiyetin ve sabrın peygamberane destanını yazıyor. Açlıktan düşerek ölen bir çocuğun şehadeti, sadece bu dünyanın değil, ahiret terazisinin de dengesini kuruyor.
Edebi Bir Bakışla: Gazze, Şiirin Gözüyle Ağlayan Şehir
Gazze bugün bir ağıttır. Bütün insanlığın mezar taşlarına yazılması gereken tek mısradır:
> “Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır…”
Kudüs’ün minarelerinden değil, sokaklarında kumla karışık un arayan annelerin gözyaşından ezan yükseliyor. Bu sessizlik, bir çığlık kadar sarsıcıdır. Çünkü asıl zulüm, susturulmuş hakikatin çığlığıdır.
Sonuç: Vicdan Dirilmeden Hiçbir Barış Gerçek Olmaz
Gazze’de insanlar açlıktan ölürken, dünyada insanlar vicdansızlıktan ölüyor. İsrail bombasıyla can alan sistem, Batı’nın sessizliğiyle ruh çalıyor. O yüzden sadece İsrail değil; BM, ABD, AB, Arap rejimleri ve bütün insanlık vicdanı bugün Gazze’de sınıfta kalmıştır.
Ama unutulmasın ki; “Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır.”
Zulmün planı varsa, kaderin de hesabı vardır. Zalim zulmüyle anılır, mazlum duasıyla yücelir.
Özet:
Bu makalede, ABD ve İsrail’in güdümünde hareket eden sözde “insani yardım vakıflarının” ardında yatan planlı zulüm stratejisi ele alınmıştır.
Gazze’de sivillere yönelik sistematik katliamlar; tarihî, aklî, ilmî ve hikmetli bir bakışla analiz edilmiştir. Yardım beklerken bombalanan insanlar, açlıktan düşüp ölen çocuklar, insanlığın ölüm fermanı gibi sunulmuştur. Sadece siyasi değil, aynı zamanda ahlaki, edebi ve manevi bir vicdan muhasebesi yapılmıştır.
Sonuç olarak, vicdan uyanmadıkça barışın, direniş olmadıkça adaletin mümkün olamayacağı anlatılmıştır.
Hakikat Pınarı: Peygamber, Kur’an ve İnsanlığın Ebedi Yolculuğu
Kâinat, zerrelerinden kürelerine kadar her bir detayıyla, sonsuz bir sanat eseri ve kudretin tecelligâhıdır. Bu eşsiz tabloyu okuyabilen her gönül, varoluşun derin sırlarına vakıf olur. İnsanlık tarihi boyunca gönderilen peygamberler, ilahi mesajları taşıyan kutsal kitaplar ve özellikle de son elçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile Kur’an-ı Azimüşşan, bu sır perdesini aralayan en büyük rehberlerdir.
Nübüvvet Mührü ve Şeriatın Evrenselliği
Bediüzzaman Said Nursi’nin İşarat-ül İ’caz’da belirttiği gibi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, sadece bir resûl değil, aynı zamanda “Ekmelü’r-Rusüldür” (Resûllerin en mükemmeli) ve “Hâtemü’l-Enbiyadır” (Peygamberlerin Sonuncusu). O’nun risaleti âmm (evrensel) olup, şeriatı diğer şeriatların güzelliklerini cem’etmiş ve onları nâsih (neshedici) kılmıştır. Bu, İslam’ın evrenselliğini ve kıyamete kadar baki kalacağını gösteren bir hakikattir. Peygamber Efendimiz (sav), insanlığa hem dünyevi hem de uhrevi saadet yolunu açan müstesna bir rehberdir.
Kur’an: Kalplere Gıda, Akıllara Nur
Kur’an-ı Kerim, milyondan ziyade insanın dilleriyle okunan, ruhlara inkişaf ve terakki, akıllara istikamet ve nur veren eşsiz bir kitaptır. O, kalpleri tasfiye eden, nefisleri tezkiye eden bir hidayet kaynağıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Kur’an heyet-i mecmuasıyla kalblere kut (gıda) ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halâvet ve lezzet verdiği gibi, Kur’an’ın âyetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar.” (İşarat-ül İ’caz – 30) Bu, Kur’an’ın mucizevi yönlerinden biridir; her okunduğunda yeni manalar açması, gönüllere ferahlık ve akıllara berraklık vermesi.
Kâinattaki Hikmet ve Adalet Tezahürleri
Evren, her zerresinde ilahi bir nizam ve intizam sergiler. Risale-i Nur – Mektubat’ın 256. sayfasında dile getirildiği üzere: “Ziyade dikkat ettikçe o tanzim ve tevzin altında bir hikmet ve adalet görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor, bir hak, bir fayda takip ediliyor.”
Bir çiçeğin narin yapısından, bir kelebeğin kanat desenine, bir kuşun rengarenk tüylerine kadar her şeyde sonsuz bir sanatkârın mührü vardır. Bu varlıklar, tesadüfün eseri değil, bilakis sonsuz ilim, irade ve kudretin tecellileridir. Onlar, yaratıcılarının hikmetini ve adaletini her an fısıldar gibidir.
Suyun Mucizesi ve Allah’ın Kudreti
Mülk Suresi’nin 30. ayeti, Allah’ın kudretini ve insanın acziyetini düşündürücü bir soruyla ortaya koyar: “Bir de şunu sor: ‘Suyunuz çekiliverse size yerden kaynayan suyu kim getirebilir?'” Bu ayet, hayatın temel kaynağı olan suyun dahi ilahi bir lütuf olduğunu ve onun yokluğunda insanın ne kadar çaresiz kalacağını gösterir. Yerden fışkıran sular, bulutlardan inen yağmurlar, hepsi Allah’ın sonsuz kudretinin ve merhametinin delilleridir.
Ahiret Günü ve Adaletin Tezahürü
Bakara Suresi’nin 281. ayeti, insanı ahiret bilincine davet eder: “Öyle bir günden sakının ki, o gün hepiniz Allah’a döndürülüp götürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı amellerin karşılığı verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır.” Bu ayet, dünya hayatının bir imtihan olduğunu ve her amelin karşılığının mutlaka görüleceğini hatırlatır. Adalet-i İlahi, zerre miskal dahi olsa hiçbir amelin karşılıksız kalmayacağını, kimseye haksızlık yapılmayacağını garanti eder.
Toplumsal Yaşamda Yardımlaşma ve Zekatın Rolü
İnsanlığın toplumsal hayatının intizamı ve asayişi için zekat köprüsü hayati bir öneme sahiptir. İşarat-ül İ’caz’ın 45. sayfasında, müslümanların birbirine yardımlarının ancak zekat köprüsü üzerinden yapılabileceği belirtilir. “Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden meydana gelen felaketlerin tiryakı, ilâcı muavenettir.” Zekat, sadece bir ibadet değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı, refahı ve huzuru sağlayan temel bir mekanizmadır.
Kader ve Güzel Sözlerin Gücü
Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin veciz ifadesiyle, “Dünyada olabilecek her bir olay için misal aleminde sayısız ihtimal uyur. Siz ağzınızdan çıkardığınız sözlerle o ihtimalleri uyandırırsınız. Güzel kelimeler söyleyin ki güzel ihtimaller uyansın. İnsanın kaderine müdahalesi buradadır.” Bu, kaderin pasif bir teslimiyet değil, aktif bir iradeyle şekillendirilebileceği gerçeğini vurgular. Güzel düşünceler, güzel sözler ve güzel ameller, hayata olumlu ihtimalleri çağırmanın anahtarıdır.
Dua ve Tevhid Bilinci
Mesnevî-i Nuriye’den (sh: 86) öğrendiğimiz gibi, dualar, Tevhid ve İbadetin Esrarına birer numunedir. Dua eden kimse, kalbinde dolanan arzu ve isteklerini Cenab-ı Hakk’ın işittiğine ve Kadir olduğuna itikat etmelidir. Bu itikat, Allah’ın her şeyi bildiğini ve her şeye kadir olduğunu iktiza eder. Dua, insanın acziyetini idrak etmesi ve sonsuz kudret sahibi olan Rabbine sığınmasıdır.
Takva ve Halkın Rızası
Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan bir prensip olarak, “Eğer takva ve amel-i salihle Hâlıkını razı ettiysen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir.”
Bu ifade, riyanın ve gösterişin aksine, samimiyetin ve Allah rızasının esas alınması gerektiğini ifade eder. Aslolan, Allah’ın rızasını kazanmaktır; halkın rızası ise ancak O’nun rızası doğrultusunda kazanılırsa değerlidir.
Sonuç:
Peygamber Efendimiz’in (sav) evrensel risaleti, Kur’an’ın kalplere ve akıllara hayat veren mucizevi tesiri, kâinattaki ilahi nizam ve adaletin tezahürleri, suyun varoluşundaki hikmet, ahiret inancının önemi, zekatın toplumsal işlevi, sözlerin kader üzerindeki etkisi ve duanın tevhid bilincindeki yeri, insanın bu dünyadaki yolculuğunda tutunması gereken temel hakikatlerdir. Bu hakikatleri idrak eden bir birey, sadece kendi varoluşuna değil, tüm kâinata hikmet nazarıyla bakarak hem dünyevi hem de uhrevi saadete ulaşabilir.
Makale Özeti:
Bu makale, Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberlik vasıfları ve şeriatının evrenselliği ile başlayarak, Kur’an’ın kalplere gıda ve akıllara nur veren mucizevi etkilerini anlatmaktadır. Kâinattaki her şeyde görülen ilahi hikmet ve adalete dikkat çekilmiş, suyun varlığındaki ilahi kudret Mülk Suresi’nden örnekle açıklanmıştır. Ahiret gününün adalet tecellisi ve zekatın toplumsal yardımlaşmadaki rolü üzerinde durulmuştur. Mevlana’nın sözleriyle kader ve güzel kelimelerin gücü ifade edilmiş, duanın tevhid bilincindeki önemi açıklanmıştır. Son olarak, takva ve salih amellerle Allah rızasının hedeflenmesi gerektiği belirtilerek, tüm bu unsurların bir bütün olarak insanın hakikat yolculuğundaki rehberliği ortaya konmuştur.
Hidayet İkliminde İnsan: Zamanın İki Mezarı Arasında Bir Namaz ve Nur Risalesi
İnsanoğlu, varoluş sahnesinde bir misafir, zaman nehrinde akıp giden bir damla misali, mazi ve istikbal denilen iki büyük mezar arasında bir ömür sürer. Bu kısa ve fani yolculukta, onu ebedi saadete taşıyacak en büyük sermaye, hidayet ve imandır.
Kalbin ve ruhun cenneti olan hidayet, Allah’ın bir lütfudur ve bu lütfa nail olmanın yolları, ilahi kelamda ve peygamberi öğretilerde gizlidir.
Hidayet: Ruhun Cenneti ve Vicdani Bir Lezzet
“Hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir, belki ruhun cennetidir. Hidayet, Allah’tandır.”
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu sözleri, hidayetin kuru bir bilgi değil, ruhun derinliklerinde hissedilen, vicdanı tatmin eden eşsiz bir huzur kaynağı olduğunu anlatır. Hidayet, Allah’ın izni olmadan ulaşılamaz bir makamdır; çünkü O’dur kalplere nurunu indiren, doğru yolu gösteren. Bu nur, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur. (İşarât-ül İ’câz – 41) İman, bu nurun kalpte tecelli etmesidir.
**********
Zamanın İki Mezarı Arasında İnsanın Vazifesi
“Bak zaman-ı mâzi, Senin gibi geçmiş olanlara Geniş bir kabir olduğu gibi, istikbâl zamanı da geniş bir Mezâristan olacaktır. Bugün sen iki Mezar arasındasın.. Artık sen bilirsin.” Risale-i Nur’dan alınan bu düşündürücü ifade, insanın faniliğini ve zamanın hızla akıp gidişini acı bir gerçeklikle yüzümüze çarpar. Geçmiş, bir mezar; gelecek, bir mezaristan… Ve bizler, bu ikisi arasında, şu an denilen daracık zaman diliminde yaşıyoruz. Bu bilinçle, her anımızın değerini bilmek, onu en hayırlı şekilde değerlendirmek, ebedi hayat için bir azık toplamak elzemdir.
********
Namazda “Ettahiyyâtü Lillâh”ın Derin Manası ve Şükrün Geniş Ufku
Namaz, bir kulun Rabbiyle en derin irtibat kurduğu andır. Özellikle “Ettahiyyâtü Lillâh” duası, bu irtibatın zirvelerinden birini temsil eder.
Bediüzzaman Said Nursi’nin Sözler adlı eserinde (s. 361) açıklandığı gibi, aciz bir kul namazında “Ettahiyyâtü lillâh” derken, aslında bütün mahlukatın hayatlarıyla takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini kendi hesabına, umumunu Allah’a takdim etmektedir.
“Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın.”
Bu niyet ve itikat, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. Zira insan, kendi acziyetini idrak ederek, tüm varlığın ibadetini kendi namına sunmakla, külli bir şükrün kapısını aralar.
*********
Risale-i Nur: Toplumsal Hastalıklara Şifa
Çağımızın en büyük manevi rehberlerinden olan Risale-i Nur Külliyatı, sadece bireysel hidayet için değil, aynı zamanda toplumsal barış ve huzur için de bir reçete sunar. Sözler’in 765. sayfasında belirtildiği üzere, “Risale-i Nur nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüdü ve teavünü yerleştirir.”
Bu, Risale-i Nur mesleğinin temel esasıdır. Gurur, kibir, hodfuruşluk ve zillet gibi kötü ahlâkı yok ederek, tevazu, mahviyet, izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahip kılar. Kısacası, Risale-i Nur, kalpleri arındırarak toplumu ıslah etme gayesi taşır.
********
Adalet-i İlahi ve Amellerin Karşılığı
Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, merhametinden ve adaletinden dolayı, dünya hayatında dahi iyilikler içinde muaccel bir mükafatı ve fenalıklar içinde muaccel bir mücazatı dercetmiştir. “Hasenatın içinde, âhiretin sevabını andıracak manevî lezzetler, seyyiatın içinde, âhiretin azabını ihsas edecek manevî cezalar dercetmiş.”
Bu hakikat, Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan önemli bir düsturdur. İyilik yapan, dünyada dahi manevi bir lezzetle ödüllendirilirken, kötülük yapanın kalbine bir sıkıntı, bir azap düşer. Bu, ahiretteki büyük mükafat ve mücazatın küçük bir numunesidir.
İman ve Küfür Arasındaki Fark
Muzır kafirler ve kafirlerin yolunda giden sefihler, Lem’alar’ın 121. sayfasında Cenab-ı Hakk’ın hayvanatından bir nevi habîsler olarak nitelendirilmiştir. Bu sert ifade, küfür ve sapkınlığın insan fıtratına aykırılığını ve manevi hastalıklar getirdiğini anlatır. Hidayet yolundan sapmak, insanı gerçek insaniyetinden uzaklaştırır ve onu manen alçaltır.
Sonuç:
İnsan, zamanın dar boğazında, iki büyük mezarın arasında, hidayet nuruyla aydınlanan bir yolcudur. Bu yolculukta, Allah’ın lütfu olan hidayete sarılmak, imanı kalpte kökleştirmek, namazın ve şükrün derin manalarını kavramak elzemdir.
Risale-i Nur gibi eserler, bireysel ve toplumsal manevi hastalıklara şifa sunarken, ilahi adaletin tecellileri her an bizi ibret almaya davet eder. Bu bilinçle yaşayan bir kul, fani dünyadan ebedi cennetlere uzanan bir köprü kurar.
Makale Özeti:
Bu makale, hidayetin bir lütuf ve ruhun cenneti olduğunu anlatarak başlamakta, imanın peygamberin tebliğ ettiği hakikatlerin tasdikiyle oluşan bir nur olduğunu belirtmektedir. Zamanın geçiciliği ve insanın mazi ile istikbal arasındaki konumu ele alınarak, namazdaki “Ettahiyyâtü Lillâh” duasının külli şükrü ifade eden derin manası açıklanmıştır.
Risale-i Nur’un toplumsal nifakı giderip kardeşliği tesis etme ve kötü ahlâkları güzelleştirme misyonu üzerinde durulmuştur. İlahi adaletin dünyada dahi iyilik ve kötülüğün manevi karşılıklarını dercettiği ifade edilmiş, kafirliğin insanı manen nasıl alçalttığına değinilmiştir.
Makale, tüm bu unsurların bir araya gelerek insanın hakikat ve hidayet yolculuğunda nasıl rehberlik ettiğini özetlemektedir.
Kalp Penceresinden İhlas Işığına: İnsan, İman ve Hakikat Yolculuğu
Varlık sahası, tefekkür eden bir akıl için ucu bucağı olmayan bir dershane, idrak eden bir kalp için ise sırlarla dolu bir kitaptır. Her bir zerresi, Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini ve sonsuz kudretini fısıldar. İnsanın bu muazzam evrende nefsine tutsak olmadan, kalbinin ebediyete açılan penceresinden hakikati görebilmesi, ancak iman ve ihlasla mümkündür.
Kalbin Ebediyete Açılan Penceresi ve Dünya Hayatının Perişanlığı
“Kalp, ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir. Bu fani dünyaya razı değildir.”
Mesnevî-i Nuriye’den süzülen bu derin mana, insanın ruhunda ebediyete duyulan bitmek bilmez bir özlemin bulunduğunu ortaya koyar. Fani dünya, kalbin derinliklerindeki bu sonsuzluk arayışını tatmin edemez. İnsan, yaratılışındaki bu ilahi fıtrat gereği, bir sahibe, bir mâlike muhtaçtır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesiyle, “İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan fani dünyada; insan, sahibini tanımazsa, Mâlikini bulmazsa ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar.”
Sahipsiz sanılan bir dünyanın getirdiği vahşet ve perişanlık, Rabbini tanıyan bir kalp için bir tenezzühgâha, bir ticaretgâha dönüşür. Zira o zaman insan, O’nun rahmetine sığınır, kudretine istinad eder ve her şeyi O’nun rızası için yapar.
İmanın Nuru ve İhlasın Zerresi
İman, yalnızca kuru bir tasdik değil, “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” (İşarât-ül İ’câz – 42)
Bu nur, insanın iradesiyle kazanılan bir lütuftur ve kalbi aydınlatarak ona doğru yolu gösterir. Ancak bu nurun parlaması, ihlasla mümkündür. Lem’alar’ın 133. sayfasında belirtildiği gibi:
“Her şeyde bir ihlas var. Hattâ muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder.”
İhlas, bir işi veya ibadeti sadece Allah rızası için yapmaktır. Bir zerresi bile, resmi ve gösterişli nice amellere bedeldir.
Hz. Ali’nin (ra) bir kafirle yaşadığı ibretli hadise, ihlasın bu eşsiz kıymetini gözler önüne serer. Kılıcını çekmişken, kafirin yüzüne tükürmesiyle nefsine pay karıştığını fark edip onu bırakması ve kafirin bu saf ve halis dine hayran kalması, ihlasın kalplere nasıl nüfuz ettiğinin en güzel örneklerindendir.
**********
Şeytanın Desiseleri ve Kur’an ile Sünnetin Rehberliği
İnsan, şeytanın desiselerine karşı savunmasız kalabilir. Hayat-ı diniyenin, hayat-ı şahsiyenin ve hayat-ı içtimaiyenin selameti, sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selamet-i kalp için Bediüzzaman, Kur’an-ı Kerim’in muhkematının ve Sünnet-i Seniyye’nin terazileriyle amelleri ve hatıratları tartmayı öğütler.
“Ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyye’yi daima rehber yap. Ve Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm de, Cenâb-ı Hakka ilticada bulun.” (Lem’alar, sh: 89)
Bu, her türlü vesvese ve şer düşüncesine karşı en büyük sığınaktır.
**********
Kainatın Şükür Dilimi ve İlahi Sanat
Bu muazzam kainat, her köşesiyle bir şükür tablosudur.
Risale-i Nur – Lem’alar’ın 59. sayfasında ifade edildiği üzere:
“Bu kâinatı bu derece in’amat ile dolduran Zat-ı Kerîm-i Zülcemal, zîşuurlardan o nimetlere karşı şükür istemesi, zarurî ve bedihîdir.”
İncir ağacının kendi çamurunu yiyerek meyvelerine “halis süt” misali tat vermesi (Risale-i Nur – Haşir – 40), sonsuz rahmet, kerem ve şefkat sahibi bir Zat’ın eseridir.
Kör olmayana gösterilen bu mucizeler, şükrün ve hamdin en temel gerekliliğini ortaya koyar.
*********
Hâlık-ı Semavat ve Arz’dan Başka Kurtarıcı Yoktur
“Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz’dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak?” (Lem’alar – 6)
Bu soru, insanı derinden düşündürmeli ve tek hakiki sığınak olan Yaratıcı’ya yöneltmelidir. Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette O’nun izni ve iradesi olmadan yardım edemez ve kurtarıcı olamaz.
Muzır kafirler ve onların yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk’ın hayvanatından bir nevi habîslerdir (Lem’alar 121). Bu ifade, iman ve küfür arasındaki derin farkı ve yanlış yolun sapkınlığını gösterir.
Sonuç:
İnsanın bu fani dünyadaki asıl amacı, kalbinin ebediyete açılan penceresinden hakikati görüp, Rabbini tanımak ve O’na ihlasla bağlanmaktır. Şeytanın desiselerine karşı Kur’an ve Sünnetle korunmak, nimetlere şükretmek ve her anımızı O’nun rızası doğrultusunda yaşamak, bizleri perişanlıktan kurtarıp, dünyayı bir tenezzühgâha, ahireti ise ebedi saadet yurduna çevirecektir. İhlas, her şeyin özü ve kurtuluşun anahtarıdır.
Makale Özeti:
Bu makale, insanın kalbindeki ebediyet arayışından başlayarak, dünya hayatının geçiciliğini ve sahibini tanımanın önemini ele almaktadır.
İmanın kalbe ilka edilen bir nur olduğunu ve ihlasın amellerdeki kıymetini Hz. Ali’nin (ra) ibretlik kıssasıyla örneklendirmektedir.
Şeytanın vesveselerine karşı Kur’an ve Sünnetin rehberliğinin altı çizilerek, tüm nimetlerin Allah’tan geldiği ve şükrün zaruriyeti anlatılmaktadır.
Makale, Hâlık-ı Semavat ve Arz’dan başka hiçbir kurtarıcının olmadığını belirterek, imanın ve ihlasın insanı hem dünyevi perişanlıktan hem de uhrevi azaptan kurtaracağını ifade etmiştir.