ÇARPIK SANAT

ÇARPIK SANAT

Bu millet sanat adına çok ahlaksızlık ve küfürlerle büyüdü. 

Masum gibi yutturulan hababam sınıfının açtığı yaraları bir türlü kapatamadık. 

Ve de olumlu ve başarılı yönde bir alternatifi ortaya koyamadık. 

-Bu milletin yıkımı evvela aileden başladı.

Aileyi ayakta tutan haya, edeb, ahlak yıkıldı.

Bu da sanat adına filmlerle yapıldı.

-Firavunlara dönemi. İşte o ç,rk,n b,r çok örneklerden biri;

“Bir zamanlar TÜRKİYE!

FİLMDE BEYTULLAH’IN RESİMLERİ VAR!

KALDIRIN!

Birleşen Yollar filminin finansörü, Elif Film kurucusu ve yöneticisi Ali Osman Emir Osmanoğlu anlatıyor:

Sene 1970.

Türkan Şoray ve İzzet Günay başrol oyuncusu. Türkan Hanım’a teklifi götürdük. Senaryoyu okudu, çok beğendi. Fakat karar vermekte çekimser kaldı. Her yıl on film çeken, çektiği filmlerle gişe rekorları kıran Şoray için başörtülü, tesettürlü, namaz kılan, alnı secdeden kalkmayan bir hanımefendiyi canlandırmak… Böyle bir filmde başrol oynamak, sanat intiharıydı. Hak vermemek elde değil tabi. Bir daha onunla film çekmeyebilirlerdi.  Geç de olsa kabul etti.

Şûle Hanım Huzur Sokağı romanının filme alınacağını duyunca çok heyecanlandı. Kabul etti bir şartla: Sahne çekimleri romanda yazan şekilde olacak, tesettür ve örtünme kesinlikle vazgeçilmeyecek.

Her gün iki valiz kendi evinden taşıdığı dekor, kostüm, perde ve seccade ile geliyordu. On gün bu şekilde sürdü. Türkan Şoray’ın başörtüsünü bizzat kendi bağlar, iğne, toka takardı. Beyaz tülbent içerisinde namaz kılması sahnesi olacak ve Şoray dua ederken ağlayacak. Şoray:

-Siz odadan çıkın. Dua için O’nunla baş başa kalmam gerekiyor. Bir girdik içeriye… Gözlerinde damlalar… Hülya Koçyiğit ve Şoray’dan başka tüm artist ve aktristiler ilaçla ağlardı. Onlar kalpten…

Dişinden tırnağına katar örtülü, çok heyecanlı. Namaz sahnesi… Selam verdi ve Şûle Hanıma döndü dedi ki:

-Abla! Ben rol icabı O’na yönelerek namaz kıldım. O kadar mutlu oldum ki.. Bir de gerçekten kılsam kim bilir mutluluğum ne kadar artacak…!!!

Çekim bitti. Türkan Şoray’dan bazı görüş ve düşüncelerini alıyoruz. Bize döndü:

-Bizim dışımızdaki insanlar bizim bu sektör ve şöhret içinde mutlu olduğumuzu düşünüyorlar. Bu doğru değil. Eğer elimde olsa, Filmde geçen Feyza’nın yerinde olmak ve hayatıma Feyza olarak devem etmek isterdim…!!

Çekimlerde set görevlileri Şûle Yüksel Hanım’ı setten uzaklaştırırlar. Emri kimin verdiği belli olamadı bir türlü.  Yönetmen Yücel Çakmaklı’nın öyle bir tavra girmesi mümkün değil. Dini filmlerle iç içe.  Görünmeyen bir el o baskıyı kurdu.  

Hatıralarını anlatırken Şûle Yüksel Şenler, ” Eğer 10 gün daha Türkan Şoray ile beraber olabilmeme müsaade etselerdi; namaza başlar, Allah’a ulaşma mutluluğu yaşardı.”

O zaman “Sansür komisyonu vardı. Beş kişilik sansürden geçmeyen bir film kesinlikle vizyona giremiyordu. Ankara’ya gitti film, heyecanla bekliyoruz. Sene 71. 12 Mart muhtıra yılı. Komisyonda Genelkurmaydan Generaller, Milli Eğitimden yetkililer var. İkiye üç, onaylanmadı. Filme normalin üzerinden fazla masraf yapmışız. İlk filmimiz. En meşhur, en iyi rol yapan oyuncuları tek tek seçmişiz, avans vermişiz. Gelecek için borçlanmışız. İlla bu film geçmeli, vizyona germeli. Milli Eğitim adına komisyonda bulunan fert üzerinde çalışma yaptık, rica, teklif, açıklama, baskı. ne gerekiyorsa… Üst mevkiler devrede. Sonunda bize dedi ki:

-Bakın kardeşim, filmde Beytullah’ın resmi var. Onunla ilgili sahneleri kaldırın. Onay veririm.  O sahnede görünen Kabe, bizim gençlerimiz için tehlikeli sahne. (Ne kadar yazık.!!! Beytullahın resmi gençler için nasıl tehlike oluyor.??? Cumhuriyetin kuruluşunun amacı; İslâmı ve Müslümanlığı bu ülkede, Türkiye’de yok etmek.!!) Kâbe görünmemeli. Sol fraksiyon filmler için de bu yöntemi önerdik şimdiye kadar. İşaret ettiğimiz sahneleri kaldırıyorlar, vizyona giriyor.

Kaldırdık. Ankara başta olmak üzere Türkiye 7 bölge. Yedisinde de rekor düzeyde katılım ve beklediğimizin üzerinde hasılat.

**************

*“Dünyanın en sağlam aile ocağı Osmanlı’da doğdu ve bu varlık hiçbir milletin tarihinde görülmemiş şekilde umumi hayatı inşa etti.
Ben Batılı bir aile hukuku profesörü olarak diyorum ki;
Türk milletinin elinden âile nizamını alınız, geriye hiçbir şey kalmaz.” Prof. Gaston Jèze

“1924 meclisinde Van milletvekili olan İbrahim Arvas Bey,
Lozan Muahedesi İngiliz parlamentosunda görüşülürken, elliye yakın milletvekilinin söz alıp,” nasıl oldu da Türklere istiklal verdiniz?” diye tenkitte bulunduğunu;
Lozan’da İngiliz murahhası Lord Curzon’un da “Evet istiklâl verdik ama karşılığında maneviyatlarını aldık” dediğini o zamanki İngiliz gazetelerinden naklen anlatmaktadır.
(Tarihî Hakikatler, s.102) ”

Lord Curzon şöyle der…
“Türkler bittiler. Bir daha eski güçlü günlerine kesinlikle kavuşamayacaklardır. Zira biz onları (Türkleri) Lozan anlaşması ile ruhen, imanen öldürdük.
Türkler İslâm’dan uzaklaştırılacaklar. D.Mehmet Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, Sayfa 221.

-Ve bu plan şöyle gerçekleşti.

Adı değiştirilen 1 milyon gayri Müslim. [1]

-Ve bu sari illet gibi her alana yayıldı.

Esnaf ahlakı ve insan kazanmayı değil, para kazanma uğruna ahlaki değerleri kaybetmeyi göze aldı.

– Sahtekarlığın itirafı.

Ahlaksızlık kazandırmaz. 

Kaybettirir. 

Başta insanlığı. 

Varsa şerefi. 

Kalmışsa şahsiyeti. 

Bitmemişse saygıyı. 

Olmayan sevgiyi. 

MEHMET ÖZÇELİK

25-07-2025

 

 

 

 

[1] https://www.facebook.com/share/AMogzwoe5kCTLrNm/?mibextid=oFDknk

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

EĞİTİMDE YAPILAN YANLIŞLAR VE ÇÖZÜM YOLLARI

EĞİTİMDE YAPILAN YANLIŞLAR VE ÇÖZÜM YOLLARI

Eğitimde yapılan yanlışlar.


Eğitimde yapılan bazı yaygın yanlışlar şunlardır:

1. Ezberciliğe Aşırı Yönelmek: Öğrencilerin bilgiyi anlamak yerine ezberlemeleri teşvik ediliyor, bu da kalıcı öğrenmeyi engelliyor ve yaratıcı düşünmeyi sınırlıyor.

2. Öğrenciyi Pasif Hale Getirmek: Sadece öğretmenin konuştuğu ve öğrencinin dinlediği bir ortam, öğrencilerin derse katılımını ve ilgi düzeyini azaltabilir. Oysa öğrencilerin aktif katılımı, daha iyi öğrenmeyi destekler.

3. Tek Tip Eğitim Uygulamak: Her öğrencinin öğrenme şekli farklıdır. Ancak birçok eğitim sistemi, tüm öğrenciler için aynı yöntemi kullanır. Öğrencilerin bireysel farklılıklarına göre derslerin şekillendirilmesi gerekir.

4. Sadece Akademik Başarıya Odaklanmak: Eğitim sistemlerinde çoğunlukla akademik başarı öne çıkarken, duygusal, sosyal ve sanatsal gelişim geri plana atılıyor. Bu, öğrencilerin hayata dair beceriler kazanmasını zorlaştırıyor.

5. Tahlil ve Eleştirel Düşünceyi Sınırlamak: Öğrencilere sorgulamayı ve farklı açılardan düşünmeyi teşvik etmeyen bir eğitim yaklaşımı, onların yaratıcı düşünme becerilerini kısıtlıyor.

6. Sınav Odaklı Eğitim: Öğrencilerin başarıları sadece sınav sonuçlarına göre değerlendirilirse, gerçek öğrenme ikinci planda kalır. Sınav odaklı eğitim, öğrencileri sadece sınavda başarılı olmaya yönlendirir.

7. Eğitim Teknolojilerini Yeterince Kullanmamak: Günümüz dünyasında dijital araçlar büyük önem taşıyor, ancak birçok eğitim sistemi bu araçlardan yeterince faydalanmıyor. Teknolojinin doğru kullanımı, öğrenmeyi daha ilgi çekici ve etkili hale getirebilir.

8. Öğrencinin Merakını ve İlgi Alanlarını Desteklememek: Öğrencilerin kendi ilgi alanlarına yönelmesi teşvik edilmezse, öğrenme onlar için keyifsiz hale gelir ve motivasyon kaybına yol açabilir.

Bu gibi hatalar, eğitim sürecini daha zor ve öğrenciler için daha yorucu hale getirir. Eğitimde, öğrencinin aktif rol oynadığı, sorgulama ve yaratıcı düşünceye yer veren, bireysel farklılıkları gözeten bir yaklaşım önemlidir.

@@@@@@@@

Eğitimde öğretmenlerin yaptığı yanlışlar

Öğretmenlerin eğitim sürecinde sıkça yaptığı bazı yanlışlar, öğrencilerin öğrenme motivasyonunu ve akademik başarılarını olumsuz etkileyebilir. İşte öğretmenlerin yaptığı yaygın hatalardan bazıları:

1. Öğrencileri Yargılamak veya Etiketlemek: Öğrencileri zeki, tembel, çalışkan gibi etiketlerle sınıflandırmak; öğrencilerin kendilerini değersiz hissetmesine ve öğrenme sürecine olumsuz bakmalarına yol açabilir. Her öğrencinin kendi potansiyeli vardır ve bireysel farklılıklara saygı göstermek önemlidir.

2. Ezberci Öğretim Yöntemini Benimsemek: Bilgiyi anlamaktan ziyade ezbere yönelten bir yaklaşım, öğrencilerin kalıcı öğrenmesini ve bilgiyi hayatlarına uyarlamasını zorlaştırır. Anlamaya dayalı ve eleştirel düşünmeyi teşvik eden yöntemler kullanılmalıdır.

3. Empati Eksikliği: Öğrencilerin yaşadıkları zorluklara ve duygusal durumlarına karşı duyarsız kalmak, öğretmen-öğrenci ilişkisini zedeler. Empati kurmak ve öğrencilere destek olmak, onların kendilerini güvende hissetmelerini sağlar.

4. Sadece Başarılı Öğrencilere Odaklanmak: Yalnızca başarılı veya öne çıkan öğrencilere ilgi göstermek, diğer öğrencilerin motivasyonunu düşürebilir. Tüm öğrencilerin desteklenmesi ve onların potansiyellerinin ortaya çıkarılması gerekir.

5. Sınıfta Tek Yönlü İletişim Kurmak: Öğrencileri dinlemek yerine sürekli kendisi konuşan bir öğretmen, öğrencilerin derse katılımını azaltabilir. Öğrencilerin fikirlerini ifade etmelerine izin vermek ve derslerde onları aktif olarak sürece dahil etmek önemlidir.

6. Motivasyon Eksikliği Oluşturmak: Öğrencilerin başarılarını veya çabalarını takdir etmemek, onları derslere karşı ilgisiz hale getirebilir. Öğrencilerin başarıları kutlanmalı ve çabaları desteklenmelidir.

7. Geri Bildirim Vermemek veya Yanlış Geri Bildirim Vermek: Öğrencilerin yaptıkları hataları yapıcı bir şekilde düzeltmemek ya da yüzeysel geri bildirim vermek, öğrencinin gelişimini engeller. Yapıcı, açıklayıcı ve destekleyici geri bildirimlerle öğrencilerin öğrenme sürecine katkıda bulunulmalıdır.

8. Teknolojiyi Kullanmayı İhmal Etmek: Dijital çağda öğretmenlerin teknolojiyi etkili bir şekilde kullanması önemlidir. Teknolojik araçları kullanmayan öğretmenler, öğrencilerin ilgisini çekmekte zorlanabilir.

9. Sınıfta Adil Olmamak: Bazı öğrencilerle diğerlerinden daha fazla ilgilenmek, öğrencilere farklı davranmak veya ayrım yapmak, sınıfta adaletsiz bir ortam yaratır. Tüm öğrencilere eşit davranmak ve adaletli bir ortam sağlamak önemlidir.

10. Kendini Geliştirmemek: Eğitim yöntemleri sürekli gelişmektedir. Kendi öğretim becerilerini ve bilgi birikimini güncellemeyen öğretmenler, günümüz öğrencilerinin ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlanabilir.

Bu hatalardan kaçınmak, öğretmenlerin öğrencilerle daha sağlıklı ilişkiler kurmalarına ve öğrencilerin eğitim sürecinden daha fazla fayda sağlamalarına yardımcı olur. Empati, adalet, geri bildirim ve güncel öğretim yöntemleri eğitimde büyük önem taşır.

@@@@@@@@

Eğitimde öğrencilerin yaptıkları yanlışlar.

Eğitim sürecinde öğrencilerin yaptığı bazı hatalar, öğrenme süreçlerini ve akademik başarılarını olumsuz etkileyebilir. İşte öğrencilerin sıkça yaptığı yanlışlardan bazıları:

1. Ezberci Çalışma Yöntemi: Konuları anlamadan sadece sınav için ezberlemek, bilgilerin kalıcı olmasını engeller. Öğrencilerin öğrenmeye anlam vererek yaklaşmaları ve eleştirel düşünmeleri önemlidir.

2. Sorumluluk Almamak: Kendi öğrenme sorumluluğunu almayan öğrenciler, başarısızlıklarının sorumluluğunu çevreye veya öğretmene yükleme eğiliminde olabilirler. Başarıya ulaşmak için öğrencilerin kendi sorumluluklarını üstlenmeleri gerekir.

3. Pasif Kalmak: Sınıf içinde derse katılmamak, soru sormamak veya fikrini ifade etmemek, öğrenme sürecini zayıflatır. Aktif katılım, bilginin kalıcılığını arttırır ve öğrenmeyi daha verimli hale getirir.

4. Kötü Zaman Yönetimi: Planlama yapmamak veya son ana kadar çalışmayı ertelemek, öğrencilerin verimli çalışmasını zorlaştırır ve strese neden olur. Etkili bir program hazırlamak ve zaman yönetimi becerilerini geliştirmek önemlidir.

5. Sadece Notlara Odaklanmak: Öğrenme sürecini yalnızca not yükseltmeye odaklayarak anlamlı bir öğrenme yerine başarıya yönelik çalışmak, uzun vadede kalıcı bilgi kazanımını zorlaştırır. Notlar önemli olsa da asıl amaç, bilgiyi anlamak ve hayatla ilişkilendirebilmektir.

6. Tek Bir Çalışma Yöntemine Bağlı Kalmak: Herkesin öğrenme şekli farklıdır, ancak bazı öğrenciler sadece belirli bir yöntemle çalışarak kendi öğrenme stillerini geliştirmez. Farklı çalışma yöntemlerini deneyerek kendi verimli çalışma yöntemlerini bulmaları önemlidir.

7. Ders Dışı Desteklerden Yararlanmamak: Okul dışında da kitap okuma, araştırma yapma ve farklı kaynaklardan bilgi edinme alışkanlığı kazanılmadığında, öğrenme yüzeysel kalabilir. Ders dışında da kendini geliştirmeye açık olmak önemlidir.

8. Motivasyon Kaybı: Hedef belirlememek veya çabuk pes etmek, öğrencinin kendini geliştirme isteğini azaltır. Belirli hedefler koymak ve motivasyonu yüksek tutmak, öğrenme sürecini daha verimli hale getirir.

9. Olumsuz Düşünmek ve Kendini Yetersiz Görmek: “Ben yapamam” veya “Bu konu zor” gibi düşünceler, öğrencilerin cesaretini kırabilir. Kendine güvenmek ve zorluklarla baş edebilmek için çaba göstermek önemlidir.

10. Geri Bildirimi Göz Ardı Etmek: Öğretmenlerden veya akranlardan gelen geri bildirimleri dikkate almamak, aynı hataları tekrar etmeye yol açabilir. Yapıcı geri bildirimleri dikkate almak ve gelişime açık olmak, öğrenmeyi güçlendirir.

Bu yanlışlardan kaçınmak, öğrencilerin hem akademik hem de kişisel gelişimlerinde olumlu etkiler yaratır. Sorumluluk almak, etkili çalışma alışkanlıkları geliştirmek ve öğrenmeye açık olmak eğitim sürecinin verimli geçmesine katkı sağlar.

@@@@@@@@

Eğitimde milli eğitim bakanlığının ve idarecilerin yaptığı yanlışlar.

Milli Eğitim Bakanlığı ve eğitim yöneticilerinin eğitim sisteminde yaptığı bazı hatalar, eğitim kalitesini ve öğrencilerin başarılarını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. İşte bu konuda sıkça dile getirilen bazı sorunlar:

Milli Eğitim Bakanlığı’nın Yaptığı Yanlışlar

1. Sürekli Değişen Eğitim Politikaları: Eğitim politikalarının sıkça değiştirilmesi, hem öğrenciler hem de öğretmenler için belirsizlik yaratır. Öğretim programları, sınav sistemleri ve müfredat düzenlemelerinde istikrarsızlık, eğitimde kalıcılığı zorlaştırır ve öğrencilerin adaptasyon sürecini sekteye uğratır.

2. Sınav Odaklı Eğitim Sistemi: Sınavların eğitimde çok büyük bir ağırlığa sahip olması, öğrencileri sınava yönelik öğrenmeye zorlayarak anlamlı ve kalıcı öğrenmeyi engeller. Bu yaklaşım, öğrencileri sınav başarısına odaklayıp gerçek hayat becerilerini ve eleştirel düşünme yetilerini geliştirmelerini zorlaştırır.

3. Eğitimde Eşitsizlik: Kırsal ve kentsel bölgelerdeki eğitim olanakları arasındaki farklar, eğitimde fırsat eşitsizliğine yol açmaktadır. Özellikle köy ve kasaba okullarının fiziksel imkanları, teknoloji erişimi ve öğretmen kadroları büyük farklılıklar göstermekte, bu da eğitim kalitesini olumsuz etkilemektedir.

4. Öğretmen Atamalarında Yetersizlik ve Adaletsizlik: Bazı bölgelerde öğretmen açığı bulunurken, bazı alanlarda fazla öğretmen bulunmaktadır. Ayrıca öğretmen atama ve yer değiştirme politikalarında adaletsizlik algısı, öğretmenlerin motivasyonunu düşürebilmektedir.

5. Teknolojiye Yeterince Yatırım Yapmamak: Dijital çağda eğitimde teknolojiyi etkili kullanmak büyük önem taşıyor, ancak bazı okulların yeterli teknolojik altyapıya sahip olmaması, öğrencilerin ve öğretmenlerin dijital çağın gerisinde kalmasına neden olmaktadır.

6. Müfredatın Ağır ve Güncel Olmaması: Müfredatın ağır olması, öğrencilerin konuları anlamaktan ziyade ezberlemesine yol açmaktadır. Ayrıca, güncel ve hayatla bağlantılı konulara yer verilmemesi, öğrencilere gerçek dünya becerileri kazandırmada eksiklikler doğurmaktadır.

7. Öğretmen Eğitimi ve Destek Eksikliği: Öğretmenlerin kendilerini geliştirebileceği eğitim programlarının yetersiz olması veya yeterince desteklenmemesi, öğretmenlerin verimli bir şekilde görev yapmasını zorlaştırmaktadır. Sürekli eğitim ve destek programları, öğretmenlerin motivasyonunu artırabilir.

Okul İdarecilerinin Yaptığı Yanlışlar

1. Öğretmen ve Öğrenci İlişkilerinde Adaletsizlik: Bazı idareciler, öğretmenler veya öğrenciler arasında taraflı davranarak adaletsizlik yaratabilir. Bu durum, öğretmenler ve öğrenciler arasındaki ilişkileri zedeler ve eğitim ortamında güven sorunlarına yol açar.

2. Disiplin Yöntemlerinde Yanlış Yaklaşımlar: Ceza odaklı veya aşırı disiplinci yaklaşımlar, öğrencilerin okula ve öğrenmeye karşı olumsuz tutum geliştirmesine yol açabilir. Olumsuz davranışları anlamaya yönelik empatik yaklaşımlar, daha sağlıklı bir eğitim ortamı yaratabilir.

3. Öğretmenleri Desteklememek: Öğretmenlerin motivasyonunu yüksek tutmak ve onların ihtiyaçlarını gözetmek önemlidir. Ancak bazı idareciler, öğretmenleri yeterince desteklemediğinde, öğretmenlerin iş motivasyonu düşebilir ve öğrenciler de bundan olumsuz etkilenir.

4. Okul İçi İletişim Eksikliği: İdare ve öğretmenler arasında etkili bir iletişim sağlanmadığında, okulda bir kopukluk meydana gelir. İyi bir eğitim ortamı oluşturmak için şeffaf, açık ve düzenli bir iletişim ağı gereklidir.

5. Öğrencilerin Psikolojik ve Sosyal İhtiyaçlarını Göz Ardı Etmek: Okul idarecileri, öğrencilerin sadece akademik başarılarına odaklanarak onların duygusal ve sosyal ihtiyaçlarını göz ardı edebilir. Oysa öğrencilerin psikolojik destek alabilecekleri bir sistem, okul ortamının daha sağlıklı olmasını sağlar.

6. Velilerle Yetersiz İşbirliği: Velilerle düzenli iletişim ve iş birliği sağlanmaması, öğrencilerin gelişimini olumsuz etkileyebilir. İdareciler, velileri bilgilendirme ve onların görüşlerini alma konusunda daha proaktif olmalıdır.

7. Okul Bütçesini Etkin Kullanamamak: Okulun fiziksel olanaklarını ve kaynaklarını öğrencilerin en iyi şekilde faydalanabileceği şekilde kullanmamak, öğrencilerin ve öğretmenlerin ihtiyaçlarının karşılanmasını zorlaştırır. Bütçenin etkin ve verimli kullanılması önemlidir.

Genel Sonuç

Bu tür hataların giderilmesi, eğitim sisteminin daha verimli hale gelmesini sağlayabilir. Bakanlık ve idareciler, öğrenci odaklı, şeffaf, adil, ve güncel eğitim politikaları geliştirerek öğretmenlerin, öğrencilerin ve velilerin ihtiyaçlarını gözeten bir yaklaşımla hareket etmelidir.

@@@@@@@@

Eğitimde eğitim kitaplarının yeterlilik durumu, hayata yansıması, kişiyi geleceğe taşınması kısaca derde deva olacak durumu nedir?

Eğitim kitaplarının yeterliliği ve gerçek hayata katkısı, eğitimde ele alınması gereken önemli bir konudur. Bu kitapların içerik kalitesi, öğrencilere sağladığı beceriler ve onları geleceğe hazırlama potansiyeli, eğitim sürecinin etkinliğini doğrudan etkiler. Kısaca bu duruma şöyle değinebiliriz:

1. Yeterlilik Durumu

Güncellik ve Uygunluk: Eğitim kitaplarının bazıları güncel içeriklerden uzak ve hızla değişen dünyaya ayak uydurmakta yetersiz kalabiliyor. Özellikle teknoloji, bilim ve sosyal gelişmelere dair bilgilerin sürekli yenilenmesi, öğrencilere çağın gereksinimlerini öğretmek açısından önemlidir.

Ezberci Yaklaşım: Birçok eğitim kitabı, kavrama ve eleştirel düşünmeyi geliştirmekten ziyade ezber temelli bir içerik sunmaktadır. Bu, öğrencilerin bilgiyi anlamadan öğrenmelerine yol açar ve derin öğrenmeyi zorlaştırır.

Temel Beceriler: Kitapların birçoğu teorik bilgiyi yoğun biçimde verirken pratik uygulamalara yeterince yer vermez. Oysa öğrenilen bilgilerin pekişmesi için öğrencilerin uygulama yapabileceği bölümlere de ihtiyaç vardır.

2. Hayata Yansıması

Gerçek Dünya Bağlantısı: Eğitim kitaplarında günlük hayata dair örnekler ve pratik bilgiler yetersiz olduğunda, öğrenciler öğrendiklerini gerçek hayatla ilişkilendirmekte zorlanabilir. Kitaplar, öğrencilere edindikleri bilgileri nasıl kullanacaklarına dair yol gösterici olmalı, çeşitli yaşam senaryolarına göre uygulanabilir beceriler kazandırmalıdır.

Yaşam Becerileri: Okullarda öğrencilere hayatta başarılı olmalarını sağlayacak temel yaşam becerilerini kazandırma eksikliği bulunmaktadır. Kitaplarda eleştirel düşünme, iletişim, iş birliği, problem çözme gibi becerilere yer verilmesi, öğrencilerin sosyal ve profesyonel yaşama daha hazırlıklı olmasını sağlayabilir.

3. Geleceğe Hazırlık ve Beceri Kazandırma

İnovasyon ve Üreticilik: Eğitim kitapları, öğrencilere Üreticilik ve yenilikçi düşünme kazandırma konusunda sınırlı kalmaktadır. Geleceğin meslekleri için öğrencilerin yaratıcı düşünme ve yenilikçi projeler geliştirme becerilerini destekleyecek kitap içeriklerine ihtiyaç vardır.

Kariyer Planlaması ve Yönlendirme: Kitaplar, öğrencilerin farklı meslek alanlarına yönelmelerine ve kendilerine uygun kariyer hedefleri belirlemelerine yardımcı olacak bilgileri kapsamalıdır. Bu tür bilgiler, öğrencilerin hangi alanda başarılı olabileceklerini fark etmelerine ve doğru tercihler yapmalarına katkı sağlayabilir.

Teknoloji ve Dijital Beceriler: Dijital çağda teknolojiyi etkin kullanabilen bireyler yetiştirmek için eğitim kitaplarının teknoloji ve dijital okuryazarlık becerilerini desteklemesi önemlidir. Ancak birçok eğitim kitabında bu konuda yeterli içerik bulunmamaktadır.

4. Derde Deva Olma Durumu

Sorun Çözme ve Analitik Düşünme: Eğitim kitaplarının amacı, sadece bilgi aktarmak değil, aynı zamanda öğrencilere analitik düşünme, problem çözme ve hayatta karşılaşabilecekleri sorunlarla baş etme becerisi kazandırmak olmalıdır. Ancak kitaplar, bu yetkinlikleri geliştirmekte yeterince etkili olmayabilir.

Kişisel Gelişim ve Karakter Eğitimi: Eğitim kitaplarının içeriğinde, öğrencilerin özgüven geliştirmesine, kendini tanımasına ve etik değerlere sahip olmasına katkı sağlayacak bölümler yer almalıdır. Öğrencilere güçlü bir karakter ve kişilik kazandıracak içerikler, eğitim kitaplarında daha fazla yer bulmalıdır.

Sonuç

Eğitim kitaplarının içerik ve işlev olarak yeterliliği artırılmalıdır. Öğrencilerin hem akademik hem de sosyal ve duygusal becerilerini geliştirecek, onları geleceğe hazırlayacak ve hayatta karşılaşacakları durumlarla başa çıkmalarını sağlayacak içerikler önem taşır. Güncellenmiş, hayata dair örneklerle zenginleştirilmiş ve beceri geliştirmeye yönelik eğitim kitapları, öğrencileri daha donanımlı bireyler olarak yetiştirebilir.

@@@@@@@

Milli eğitim müfredatındaki eksiklikler nedir ve bunlar nasıl glderilir ve de nasıl olmalıdır?

Milli Eğitim müfredatında eksik olduğu düşünülen bazı noktalar, öğrencilerin sadece akademik bilgiye değil, aynı zamanda sosyal, duygusal ve pratik becerilere sahip bireyler olarak yetişmesini zorlaştırmaktadır. İşte bu eksiklikler ve çözüm önerileri:

1. Eleştirel Düşünme ve Üreticilik Eksikliği

Sorun: Müfredatta çoğunlukla bilgi aktarımına odaklanılırken, eleştirel düşünme ve yaratıcı problem çözme becerilerini geliştirmeye yeterince yer verilmemektedir. Bu durum, öğrencilerin bilgiye sorgulamadan yaklaşmalarına ve yaratıcı düşünme kapasitelerinin sınırlı kalmasına yol açıyor.

Çözüm: Müfredata eleştirel düşünmeyi teşvik eden ve öğrencileri özgürce fikir üretmeye yönlendiren etkinlikler eklenmelidir. Proje bazlı öğrenme, tartışma ve münazara ortamları yaratmak, öğrencilere eleştirel düşünme becerilerini geliştirme fırsatı sunabilir.

2. Güncel ve Uygulamalı Bilgilerin Yetersizliği

Sorun: Eğitim müfredatında güncel dünya sorunlarına, bilimsel gelişmelere ve gerçek yaşamla bağlantılı pratik bilgilere yeterince yer verilmemektedir. Bu, öğrencilerin öğrendikleri bilgileri hayatta kullanabilmelerini zorlaştırır.

Çözüm: Müfredata, güncel olaylar, teknoloji, çevre sorunları ve toplumsal konular gibi gerçek yaşam becerilerini kapsayan konular entegre edilmelidir. STEM (bilim, teknoloji, mühendislik, matematik) ve STEAM (sanat dahil) uygulamaları artırılabilir. Ayrıca, öğrencilere deneyimleyerek öğrenme fırsatları sunulmalıdır.

3. Hayat Becerilerinin Eksikliği

Sorun: Öğrenciler eğitim sürecinde temel akademik bilgiler edinirken, hayat becerileri (iletişim, finansal okuryazarlık, iş birliği, liderlik, zaman yönetimi gibi) geliştirme konusunda yetersiz kalabiliyor. Bu durum, öğrencilerin yetişkinlik döneminde günlük yaşamda karşılaşacakları durumlara hazırlıksız kalmalarına neden oluyor.

Çözüm: Müfredata hayat becerileri dersleri eklenmeli, hatta bu becerilerin diğer derslere entegre edilmesi sağlanmalıdır. Öğrencilerin iletişim, empati, liderlik gibi beceriler kazanması için drama, grup projeleri ve simülasyon gibi etkinlikler düzenlenebilir.

4. Teknoloji ve Dijital Okuryazarlık Eksikliği

Sorun: Dijital çağda olmamıza rağmen birçok okul müfredatı, teknoloji kullanımı ve dijital okuryazarlık becerilerini yeterince kapsamıyor. Bu durum, öğrencilerin teknolojiye uyum sağlamasını ve dijital dünyada güvenle hareket etmesini zorlaştırabilir.

Çözüm: Kodlama, dijital güvenlik, veri okuryazarlığı ve medya okuryazarlığı gibi dersler müfredata dahil edilmelidir. Ayrıca, öğrencilere dijital araçları nasıl etkin ve güvenli kullanacaklarını öğreten eğitimler verilmelidir.

5. Kariyer Planlaması ve Meslek Tanıtımı Eksikliği

Sorun: Müfredat, öğrencilerin gelecek kariyerlerine yönelik bilgi edinmelerine yeterince imkan sunmamaktadır. Öğrenciler, mezun olduktan sonra hangi mesleklerin kendilerine uygun olduğunu belirlemek konusunda desteklenmemektedir.

Çözüm: Okullarda kariyer planlama, iş dünyası ile tanışma ve meslek keşfi gibi etkinlikler yapılmalıdır. Müfredata kariyer rehberliği dersleri eklenerek, öğrencilerin ilgi alanları doğrultusunda doğru seçimler yapmalarına rehberlik edilmelidir.

6. Çevre Bilinci ve Sürdürülebilirlik Konularında Eksiklik

Sorun: Müfredat, çevre bilinci ve sürdürülebilirlik gibi konulara yeterince vurgu yapmamaktadır. Bu, öğrencilerin çevreye duyarlı bireyler olarak yetişmelerini zorlaştırır.

Çözüm: Çevre bilinci, doğa dostu yaşam, geri dönüşüm gibi konuları içeren dersler müfredata eklenmeli ve projelerle desteklenmelidir. Okullarda ağaç dikme, geri dönüşüm projeleri gibi etkinlikler düzenlenebilir.

7. Psikolojik Destek ve Sosyal Duygusal Öğrenme Eksikliği

Sorun: Müfredat, öğrencilerin duygusal gelişimlerini destekleme konusunda yetersiz kalabilir. Öğrencilerin stresle başa çıkma, duygularını yönetme gibi becerileri kazanması oldukça önemlidir, ancak bu konular genellikle göz ardı edilmektedir.

Çözüm: Müfredata sosyal-duygusal öğrenme (SEL) programları eklenmeli, duygusal ve psikolojik destek sağlanmalıdır. Ayrıca, öğrencilere stres yönetimi, kendini tanıma ve empati gibi beceriler kazandırılmalıdır.

8. İşbirlikçi ve Grup Çalışmalarının Yetersizliği

Sorun: Müfredatta öğrencilerin iş birliği yapmasını sağlayacak grup çalışmaları ve proje bazlı öğrenme yeterince teşvik edilmemektedir. Bu, iş dünyasında önemli olan takım çalışması becerisinin gelişmesini engelleyebilir.

Çözüm: Grup projelerine ve takım çalışmasına dayalı etkinlikler artırılmalı, öğrencilerin iş birliği yaparak ortak hedeflere ulaşma becerileri geliştirilmelidir. Bu tür etkinlikler, ayrıca öğrencilerin iletişim ve liderlik becerilerini geliştirmelerine de yardımcı olabilir.

9. Ders Yükünün Aşırı Ağır Olması

Sorun: Müfredatın yoğunluğu, öğrencilerin birçok farklı ders ve konuyu aynı anda öğrenmek zorunda kalmasına neden olmaktadır. Bu durum, öğrencilerin stres düzeyini artırabilir ve derinlemesine öğrenmeyi zorlaştırabilir.

Çözüm: Müfredat daha sade ve öğrenci odaklı hale getirilmelidir. Bilgi yoğunluğunu azaltarak, öğrencilerin öğrenmeye daha fazla vakit ayırabilecekleri bir ortam sağlanmalıdır. Ayrıca, zorunlu dersler kadar seçmeli derslere de yer verilerek, öğrencilerin ilgi alanlarına yönelik eğitim almaları sağlanabilir.

10. Eğitimde Eşitliğin Sağlanamaması

Sorun: Türkiye’nin farklı bölgelerindeki okullar arasında eğitim olanakları açısından büyük farklar bulunmaktadır. Bazı okullar fiziksel imkanlar, öğretmen kalitesi ve teknolojik altyapı açısından yetersizdir.

Çözüm: Milli Eğitim Bakanlığı, tüm okullara eşit olanaklar sağlayacak adımlar atmalıdır. Teknoloji altyapısı güçlendirilmeli, öğretmen eğitimi desteklenmeli ve kırsal bölgelere yönelik özel projelerle eğitim kalitesi artırılmalıdır.

Sonuç: Nasıl Olmalıdır?

Müfredat, öğrencileri bilgiyle donatırken aynı zamanda onları hayata hazırlayan, kendini tanıyan, eleştirel düşünen, yaratıcı ve sosyal becerilere sahip bireyler olarak yetiştirecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Bu amaçla:

Güncel ve Esnek olmalı, sürekli gelişen dünyaya uyum sağlamalıdır.

Hayat Becerileri ve Sosyal-Duygusal Öğrenmeye yer vermeli, öğrencilerin kişisel gelişimini desteklemelidir.

Teknoloji ve Dijital Okuryazarlık becerilerini kazandırmalı, öğrencileri dijital dünyaya hazırlamalıdır.

İşbirliği, Empati, Kariyer Planlaması ve Çevre Bilincini teşvik etmelidir.

Böylece eğitim sistemi, öğrencilerin hem akademik hem de sosyal yaşamda başarılı olabilmesi için gerekli donanımı kazanmalarını sağlayabilir.

@@@@@@@

Eğitimde İslami açıdan manayı harfi nasıl olmalı ve nasıl uygulanmalıdır?

İslami açıdan eğitimde mana-yı harfi, öğrencilere öğretilen her bilginin Allah’ın yarattığı düzenle olan bağlantısını ve bu düzenin bir parçası olarak insanın sorumluluğunu anlamayı sağlayan bir perspektif kazandırmak anlamına gelir. Bu yaklaşım, bilginin yalnızca kendisi için değil, yaratılış amacı ve insanın kulluk görevi ile uyum içinde değerlendirilmesini sağlar. İslami bakış açısıyla mana-yı harfi, Allah’ın yarattığı her şeyin insanlara Allah’ı tanıtmak için bir işaret, bir “ayet” olduğu bilincini eğitim sürecine entegre eder.

İslami açıdan eğitimde mana-yı harfinin nasıl olması ve nasıl uygulanması gerektiğini şu başlıklar altında inceleyebiliriz:

1. Allah’ın Kudretini ve Hikmetini Tanıma Bilinci

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: Öğrencilere, öğrendikleri her bilginin Allah’ın yaratılışındaki hikmeti, kudreti ve düzeni gösterdiği öğretilmelidir. Örneğin, doğa bilimleri derslerinde doğadaki mükemmel denge ve sistemlerin Allah’ın ilmini ve kudretini yansıttığı fark ettirilmelidir.

Uygulama: Fen bilimleri derslerinde doğadaki yaratılış mucizeleri, canlılardaki mükemmel düzen ve hassas dengeler işlenebilir. Öğrencilere, evrendeki tüm varlıkların ve düzenin Allah’ın varlığına ve birliğine işaret ettiğini düşündüren bir perspektif kazandırılabilir.

2. Bilgiyi İbadet Bilinciyle Kazanma

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: Öğrencilere öğrenmenin ve ilim tahsil etmenin ibadet olarak görüldüğü öğretilmelidir. Bu yaklaşım, öğrencilere sadece dünya için değil, ahiret için de faydalı olacak bilgiyi kazandırma amacı taşır.

Uygulama: Öğrencilere, İslam tarihinde bilginin önemi ve alimlerin ilme olan saygıları örneklerle anlatılabilir. “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır” hadisi gibi öğretiler ile bilginin bir ibadet olduğu bilinci aşılanabilir.

3. Ahiret Merkezli Eğitim

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: İslami eğitim, öğrencilerin öğrendikleri her bilgiyi ahiret bilinciyle değerlendirmelerini sağlamalıdır. Bu, bilginin yalnızca dünya hayatına değil, ebedi hayata katkı sağlayacak bir yol olarak görülmesini teşvik eder.

Uygulama: Derslerde, öğrencilere bilgiler öğretilirken, bu bilgilerin ahiret hayatına nasıl katkı sağlayacağı tartışılabilir. Örneğin, adalet, dürüstlük gibi ahlaki değerlerin önemine vurgu yapılmalı, bu değerlerin ahirette karşılık bulacağı bilinci verilmelidir.

4. İnsan ve Kainatın Bir Ayet Olduğu Bilinci

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: İslam’a göre kainat, Allah’ın varlığının bir delilidir ve her bir yaratılış mucizesi, Allah’ın bir “ayetidir.” Öğrencilere, bu ayetleri okuma ve üzerinde düşünme bilinci kazandırılmalıdır.

Uygulama: Tabiat ve astronomi gibi konular işlenirken, kainattaki her şeyin bir yaratılış amacı olduğu anlatılabilir. Örneğin, güneşin, ayın ve yıldızların insanların yaşamına sunduğu faydalar ele alınarak Allah’ın rahmeti ve inayeti üzerinde durulabilir.

5. Sosyal Sorumluluk ve Kulluk Bilinci

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: Eğitimde, insanın hem Allah’a karşı kulluk görevi, hem de topluma ve çevresine karşı sorumlulukları olduğunun bilincini kazandırmak önemlidir.

Uygulama: Öğrencilere sosyal sorumluluk projeleri yaptırarak bu bilinç kazandırılabilir. Örneğin, yardımlaşma ve sadaka kültürünü öğreten projeler yapılabilir veya çevreye zarar vermeme bilinci aşılanarak doğaya saygı öğretilir.

6. Ahlak ve Güzel Ahlak Üzerine Eğitim

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: İslam, bilgiyi güzel ahlakla birlikte edinmeyi öğütler. Bilgi ancak güzel ahlakla birleştiğinde kişiyi Allah’a yaklaştırır ve topluma fayda sağlar.

Uygulama: Derslerde İslami ahlak kuralları işlenebilir; öğrencilere dürüstlük, sabır, tevazu, cömertlik gibi erdemler aşılanabilir. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) güzel ahlakı örnek gösterilerek, öğrencilerin de bu erdemlere göre yaşamaları teşvik edilmelidir.

7. Kainata ve Yaratılanlara Şefkat ve Merhamet Gösterme Bilinci

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: İslam, tüm yaratılanları Allah’ın bir emaneti olarak kabul eder. Bu nedenle, öğrencilere doğaya, hayvanlara ve diğer insanlara karşı şefkatli ve merhametli olma bilinci kazandırılmalıdır.

Uygulama: Müfredatta çevre bilinci ile ilgili konular işlenirken, bu yaklaşımın İslami temelinden de bahsedilebilir. Örneğin, hayvanlara zarar vermemek, doğayı korumak, israf etmemek gibi konular İslami hadis ve ayetlerle desteklenebilir.

8. Kader, Sorumluluk ve Tevekkül Bilinci

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: Öğrencilere kader inancı ile birlikte, her insanın irade ve sorumluluğunun da önemli olduğu öğretilmelidir. Bu, öğrencilerin başarı için çalışmaya teşvik edilmeleri ve sonuçları Allah’a bırakma bilinciyle hareket etmelerini sağlar.

Uygulama: Çalışmanın, emek vermenin ve çaba göstermenin Allah katında değerli olduğu vurgulanabilir. İslami öğretide tevekkülün anlamı anlatılabilir ve öğrencilerin hem çalışmaları hem de sonucunu Allah’tan beklemeleri gerektiği bilinci kazandırılabilir.

9. İslam Medeniyetinin Bilime Katkılarını Anlatma

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: İslami eğitimde, İslam medeniyetinin bilim, sanat, edebiyat gibi alanlardaki katkıları öğretilmelidir. Bu, öğrencilere İslam’ın ilme ve bilgiye verdiği değeri anlatır.

Uygulama: Derslerde İslam alimlerinin, astronomi, tıp, matematik gibi alanlardaki katkıları anlatılarak, Müslüman toplumların bilim tarihine olan etkisi gösterilebilir. Bu, öğrencilere hem kendilerine hem de medeniyetlerine olan güveni artırır.

10. İslam’da Amel ve Bilgi İlişkisi

Mana-yı Harfi Yaklaşımı: Bilginin amel (eylem) ile tamamlanması gerektiği, İslami eğitimde vurgulanması gereken bir konudur. Bilgi, doğru bir amelle pekiştiğinde kişiyi Allah’a yaklaştırır.

Uygulama: Öğrencilere, öğrendiklerini günlük hayatlarında uygulamaları için teşvik edilebilir. Örneğin, dürüstlüğün öneminden bahsediliyorsa, günlük hayatta yalan söylememeleri gerektiği, paylaşmanın öneminden bahsediliyorsa paylaşımda bulunmaları gerektiği hatırlatılabilir.

Sonuç: İslami Eğitimde Mana-yı Harfi Nasıl Olmalıdır?

İslami bakış açısıyla eğitimde mana-yı harfi, öğrencilere ilmi, ahlaki ve manevi açıdan bir derinlik kazandırarak, bilgiyi Allah’ı tanımanın bir vesilesi olarak görmelerini sağlamayı hedefler. Bu yaklaşımda öğrenciler, öğrendikleri bilgileri yalnızca maddi dünyaya yönelik değil, aynı zamanda manevi gelişimlerine katkıda bulunacak birer değer olarak değerlendirirler. Bilgiyle Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini tanıyabilen; yaratılış gayesini idrak eden ve sorumluluklarının bilincinde olan bireyler yetiştirilmesi amaçlanır.

Bu eğitim yaklaşımıyla yetişen öğrenciler, sadece akademik başarıya değil, Allah rızasını gözeten, topluma faydalı, sorumluluk bilinci yüksek bireyler olarak kendilerini geliştirme yolunda ilerleyebilirler.

@@@@@@@

Türk eğitim sistemi ne kadar millidir ve dünyadaki hangi devletin eğitim sistemini taklit edip uygulamaktadır?

Türk eğitim sistemi, tarihi süreçte hem milli özellikleri hem de dışarıdan etkilenmiş yapıları barındıran karma bir sistem olarak şekillenmiştir. Özellikle Cumhuriyet’in ilanından itibaren, eğitimde köklü reformlar yapılmış ve bu reformlar, farklı dönemlerde çeşitli ülkelerin eğitim modellerinden esinlenmiştir. Bu doğrultuda Türk eğitim sisteminin ne kadar milli olduğu ve hangi ülkelerin sistemlerinden etkilendiğini inceleyebiliriz:

1. Milli Unsurlar ve Yerel Dinamikler

Dil, Tarih ve Kültür Odaklılık: Türk eğitim sisteminde Türk dili, tarihi ve kültürü önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında “milli” bir eğitim sistemini vurgulamış; okullarda Türk dili, tarihi ve kültürel değerlere önem verilmiştir. Ancak günümüzde bu “milli” vurgu, yer yer eğitim programlarında zayıflamış gibi görünmektedir.

Değerler Eğitimi: Türkiye’de özellikle değerler eğitimi kapsamında milli ve manevi değerlerin öğretilmesine önem verilmektedir. Öğrencilere Türk kültürünün temelleri, geleneksel aile yapısı, vatan sevgisi gibi değerlerin kazandırılması hedeflenir.

Milli unsurlar bulunmasına rağmen, uygulamada bazı değerlerin yeterince hayata geçirilemediği eleştirileri vardır. Yerli ve milli bir perspektif yerine, çoğu zaman sınav odaklı, küresel ölçekte kabul gören müfredatlar daha fazla öne çıkabilmektedir.

2. Türkiye’nin Etkilendiği Ülkeler ve Sistemler

Türk eğitim sistemi, farklı dönemlerde birçok ülkenin eğitim sisteminden esinlenmiştir:

Fransız Eğitim Sistemi (Tanzimat Dönemi ve Osmanlı’nın Son Dönemleri): Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde, özellikle Tanzimat Dönemi’nden itibaren Fransız eğitim sisteminden etkilenilmiştir. Bu dönemde, modern okullar açılmış ve Fransız eğitim modeli temel alınarak müfredatlar oluşturulmuştur. Bugün dahi, bazı lise türleri (örneğin, fen ve sosyal bilimler liseleri) Fransız modeline göre şekillendirilmiştir.

Alman Eğitim Sistemi (Cumhuriyetin İlk Yılları): Cumhuriyet’in ilanından sonra, Türk eğitim sisteminde Alman eğitim modelinin etkileri gözlemlenmiştir. Özellikle mesleki ve teknik eğitimde, Almanya’nın başarılı mesleki eğitim sistemi örnek alınmıştır. Halen meslek liseleri, Alman modeli doğrultusunda şekillendirilmeye çalışılmaktadır.

Amerikan Eğitim Sistemi (1950’ler ve Sonrası): 1950’lerden sonra, Türk eğitim sistemi giderek Amerikan eğitim sistemine yakınlaşmıştır. Özellikle üniversitelerin organizasyon yapısı, kredi sistemi ve müfredat belirleme süreçlerinde Amerikan modelinden etkilenilmiştir. Bugün Türkiye’deki bazı özel okullar ve üniversiteler tamamen Amerikan eğitim sistemine benzer şekilde eğitim vermektedir.

Finlandiya Eğitim Sistemi (Son Yıllar): Son yıllarda, Finlandiya eğitim sistemi, Türk eğitimcileri ve politikacılar tarafından sıkça gündeme getirilmiştir. Finlandiya’nın öğrenci merkezli ve esnek yapısı Türk eğitim sistemi için bir ilham kaynağı olmuştur. Ancak uygulama açısından Türk sistemi, Finlandiya’nın oldukça gerisinde kalmaktadır; Türkiye’deki sınav odaklı yapı, öğrenci merkezli ve özgürleştirici eğitim anlayışına geçişi zorlaştırmaktadır.

Japon Eğitim Sistemi: Japon eğitim sisteminin disiplinli yapısı, ahlaki değerler eğitimi ve topluma uyum sağlamayı ön planda tutması, Türkiye’de de zaman zaman gündeme gelmiştir. Japonya’da öğrencilerin sorumluluk bilinci ve toplumsal değerlere bağlılık gibi özellikleri Türk eğitim sisteminde de bir ideal olarak görülmektedir.

3. Türk Eğitim Sisteminin Milli Niteliği Üzerine Değerlendirme

Milli Değerlerin Korunması: Her ne kadar müfredatta Türk tarihine ve kültürüne dair içerik bulunsa da, bu içerikler yer yer ezberci bir anlayışla öğretilmektedir. Öğrencilere, kendi kültürlerini özümseyip anlamaları için yeterli alan tanınmadığı yönünde eleştiriler bulunmaktadır.

Evrensel ve Yerel Denge: Türk eğitim sisteminin milli olma iddiasına karşın, çoğu zaman uluslararası standartlara ve Batı merkezli modellere bağlı kalma çabası gözlemlenmektedir. Bu, milli bir sistem geliştirme sürecinde yerel ihtiyaçların göz ardı edilmesine neden olabilmektedir.

Sınav Odaklılık ve Eğitimde Yerellikten Uzaklaşma: Türkiye’deki eğitim sistemi, büyük ölçüde sınav odaklı bir yapıya sahiptir. Bu durum, öğrencilerin bilgiyi anlamaktan ziyade ezberlemeye yönelmesine sebep olmaktadır. Aynı zamanda küresel sınav sistemlerine ve başarı ölçütlerine uyum sağlama çabası, milli ve kültürel özelliklerin eğitimdeki etkisini azaltmaktadır.

4. Milli Bir Eğitim Sistemi Nasıl Olmalıdır?

Gerçek anlamda milli bir eğitim sistemi oluşturmak için, Türkiye’nin kendi kültürel değerlerine, tarihine ve sosyal yapısına uygun bir model geliştirilmesi gerekmektedir. Bu modelde:

Kültürel Zenginlik ve Çeşitlilik Öne Çıkmalı: Türkiye, farklı kültürleri içinde barındıran bir yapıya sahip olduğu için, eğitimde kültürel çeşitlilik bir zenginlik olarak ele alınmalı ve öğrencilere farklılıklar konusunda bilinç kazandırılmalıdır.

Değerler Eğitimi Güçlendirilmelidir: İnsani ve ahlaki değerlerin öğretimi, ezberden uzak ve uygulamaya dayalı olarak verilmeli, bu değerler derslerin içeriğine doğal bir şekilde entegre edilmelidir.

Araştırmacı ve Sorgulayıcı Bir Sistem Kurulmalı: Öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini geliştirecek, yaratıcı olmalarını destekleyecek bir sistem inşa edilmelidir. Bu, ulusal ve kültürel meselelerin de sorgulanabilir bir şekilde ele alınmasına olanak tanır.

Yerel İhtiyaçlara Uyum Sağlanmalı: Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve kültürel yapısına uygun, bölgesel ihtiyaçlara yanıt verebilecek esnek bir eğitim sistemi kurulmalıdır. Örneğin, farklı bölgelerdeki öğrencilerin özel ihtiyaçlarına yanıt veren programlar geliştirilebilir.

Sonuç Olarak

Türk eğitim sistemi tarih boyunca çeşitli ülkelerin modellerinden esinlenmiş ve bu etkilerden tamamen bağımsız bir yapıya sahip olmamıştır. Her ne kadar milli unsurlar içerse de, sınav odaklı yapı ve Batı merkezli yaklaşımlar milli kimliğin eğitimde yeterince vurgulanamamasına neden olmuştur. Gerçek anlamda “milli” bir eğitim sistemi için, yerel kültür, tarih, değerler ve ihtiyaçları ön planda tutan, aynı zamanda öğrencilere küresel bir vizyon kazandıran bir model geliştirilmelidir.

 

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

“Devlet Güven Veriyor mu?” Sorusunun Gölgesinde: Korkunun Zihinsel Kalıtımı ve Toplumsal Hafızadaki Derin İzler

“Devlet Güven Veriyor mu?” Sorusunun Gölgesinde: Korkunun Zihinsel Kalıtımı ve Toplumsal Hafızadaki Derin İzler

Güven mi, Gölge mi?

Modern bir vatandaşın zihninde dönüp duran sorulardan biri:
“Devlet bana güven veriyor mu?”
Bu soru, sadece hukuki bir sorgulama değil; aynı zamanda tarihsel, psikolojik, sosyolojik ve hatta manevî bir arayıştır.

Kurban Bayramı’nda bir günde beş ayrı trafik cezası yiyen bir vatandaşın içinden geçen öfke, endişe ve belirsizlik duygusu, sadece bir bireyin değil, toplumsal bilinçaltının bir tezahürüdür.
Çünkü bu millet, sadece bugünün devletiyle değil; dünün zulümleriyle, yarının belirsizlikleriyle, geçmişin Firavunlarıyla, bugünün radarlarıyla baş etmeye çalışıyor.
Bunu bende yaşadım.
Mesela, geçen kurban bayramında insanların bir yerden bir yere giderken ceza korkusu
Bunu bende yaşadım.
Ve yazdım.[1]

Ve dün yoldan gelirken genel olarak devlet güven veriyor mu sorusuna odaklandım.
Acaba bu güvensizlik veya korkuyu kendimiz mi oluşturuyoruz, yoksa geçmişten gelen korkular ve o korkunun yara ve kalıntıları mı ve de devlet o güveni yeterli derece de vermiyor mu?
Herkes kendi dünyasında bu cevabı verebilir ve bulabilir.
Evvela yüz yıllık maddi ve manevi hatta firavunlara taş çıkartacak ve onları gölgede bıraktırma zulümlerini bu millet yaşadı ve bu millete yaşatıldı.

  1. Tarihsel Hafıza: Tih Çölünden Türkiye’ye

Yahudiler, Firavun’un zulmünden kaçtıktan sonra Tih çölünde 40 yıl boyunca yaşadılar.
Ama dikkat çekici olan şudur:
Zulüm sona ermişti ama korku devam ediyordu.
Oturan bir adam bir anda irkilip “Firavun geliyor mu?” diye etrafına bakıyordu.
Çünkü Firavun zihinden çıkmamıştı.
Bugün Türk halkı da 28 Şubat’la, 12 Eylül’le, 27 Mayıs’la, 15 Temmuz’la, yaşanan sistematik inkılaplarla, darbelerle, fişlemelerle büyümüş bir halktır.

Bu yüzden radar cezası bile bir trafik kuralı değil, bir baskı ve kontrol sembolü olarak hissedilebiliyor.

  1. Sosyolojik Bir Gerçek: Güvensizlik Bir Duygu Değil, Bir Alışkanlık

Toplumların hafızası vardır.
Ve bazı duygular nesiller arası aktarılır.
Tıpkı genetik hastalıklar gibi, korkular da aktarılır.
Baba askerde fişlenmişse, oğlu öğretmen olduğunda temkinli olur.
Anne başörtüsüyle üniversiteye alınmamışsa, kız torun bile sistemden şüphe eder.

Bu toplumsal refleks, “tecrübe”nin çocuğudur.

  1. Edebi ve Hikmetli Bakış: Devlet Baba mı, Bekçi mi?

Halk arasında “Devlet baba” denir.
Ama bazı dönemlerde bu baba, çocuklarını koruyan değil; onları gözetleyen, şüpheyle izleyen bir figüre dönüşmüştür.
Devletin şefkati yerine sopası görünmüşse, vatandaş itaat eder ama güvenmez.
Güven, hukuki değil, hissî bir bağdır.
Bir baba, çocuğuna ceza kesebilir ama bunu güvenle yapmazsa, o çocuk korkar ama sevmez.

  1. Bilimsel Açıdan: Devlete Güven Nedir, Nasıl Oluşur?

Siyasi psikolojiye göre, devlete güven üç temel unsurla inşa edilir:

  1. Adaletin Tesisi: Herkese eşit davranmak, ayrıcalığı ortadan kaldırmak.
  2. Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Gücün sınırlandığına dair halka güvence vermek.
  3. İnsan Onuruna Saygı: Vatandaşı potansiyel suçlu gibi değil, özne gibi görmek.

Radar cezası teknik olarak bir uygulamadır; ama ardında eşitsiz, adaletsiz ve keyfî bir ceza düşüncesi varsa, vatandaş bunu zulüm gibi hisseder.

  1. Akıl ve Mantık Çerçevesi: Güvensizlik Kimin Sorumluluğunda?

Akıl şunu sorar:
Devletin güven vermemesi mi asıl mesele, yoksa bireylerin zihninde güvene yer olmaması mı?
Cevap karmaşıktır.
Evet, birey zamanla paranoyaklaşabilir.
Ama çoğu zaman bu paranoyanın temeli, gerçek tecrübelerle doludur.

Bugün radar korkusu taşıyan bir vatandaş, belki de geçmişte bir başörtüsü cezası, bir mülakat haksızlığı, bir karakol baskısı, bir gece ansızın gelen fişleme ile büyümüştür.

Bu nedenle, vatandaşın korkusu irrasyonel değil; hatırlatıcıdır.

  1. İbretli Bir Tezat: Zamanda Kaybolan Millet

Dakyanus’un zulmünden kaçan Ashab-ı Kehf, 309 yıl sonra uyandıklarında bam başka bir toplumla karşılaştı.
Onların korkuları, halkın zihninde artık yok olmuştu.
Ama kendi içlerinde hâlâ taşıyorlardı o korkuyu.

Demek ki korkunun silinmesi için, sadece zamanın geçmesi değil,
aynı zamanda zihnin ve kalbin yenilenmesi gerekir.

Geçmişin zulmünü gören bu millet ister istemez zihnindeki mazinin karanlıkların silemiyor, o korkularla beraber yaşıyor.
Acaba?, diyerek.
Belliki bu güven için güvenli yöneticilerle beraber geçmişin korku,leke ve kirlerini görmemiş,sadece baba ve dedelerinden duyacak bir kaç neslin gitmesi gerekecek.

Babalarımız ve bizler Firavunları ve Dakyanusları görmüş yaralı bir milletiz.
O korkuları yaşıyor ve hissediyoruz.
Zaman,zemin geçse ve şahıslar ve yöneticiler değişse de…

Sonuç: Devletin Gölgesinden Devletin Gönlüne

Bugün Türkiye’de birçok kişi devlete güvenmek istiyor ama içten içe çekiniyor.
Çünkü güven, sadece hukuki garantilerle değil; psikolojik ve manevi izlerle inşa edilir.

Güvensizlik bir duygu değil, birikmiş tecrübelerin sonucu olan bir zihinsel reflekstir.

Devletin güven vermesi için sadece yeni yollar, yeni projeler değil;
aynı zamanda eski korkuları tedavi edecek adalet, şeffaflık ve insanlık gerekir.

Ve bu güven, ancak “radar” yerine “rehber” olan bir devlette filizlenebilir.

Özet:

Bu makale, “Devlet güven veriyor mu?” sorusu üzerinden toplumun tarihsel, psikolojik ve sosyolojik hafızasını analiz etmektedir.
Kurban Bayramı’nda yaşanan ceza örneğiyle somutlaşan devlet-korku ilişkisi, sadece bugünün değil, geçmiş darbeler, zulümler ve inkılaplarla dolu karanlık hafızaların yansımasıdır.
Devletin güven vermesi, sadece yasal düzenlemelerle değil; halkın kalbinde bıraktığı izlerle, geçmişin karanlıklarını temizlemesiyle mümkündür.

 

[1] https://tesbitler.com/2025/06/10/ikinci-bir-kurban-radar-cezalariyla-golgelenen-bayram/

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

Açlığın Gölgesinde Büyüyen Çocuk: Gazze’de Bir Sessiz Feryadın Hikmeti

Açlığın Gölgesinde Büyüyen Çocuk: Gazze’de Bir Sessiz Feryadın Hikmeti

Modern çağın tam ortasında, insan hakları nutuklarının göğe yükseldiği, dijital dünyanın gözleriyle her an her şeyin izlendiği bir çağda…
Gazze’de bir çocuk, henüz yaşını doldurmadan açlığın ne demek olduğunu öğrendi.
Bu çocuk, sadece bir lokma ekmeğe değil; merhamete, adalete, insanlığa ve en çok da “unutulmamak” duygusuna aç.

İşte o çocuğun annesiyle fısıldadığı kısa ama derin diyalog, vicdanı olan her kalbi sızlattı:

> — Anne, yemek neden hep rüyada var?
— Çünkü orada bomba sesi yok yavrum…

Bu diyalog, bir çağın ayıbını ve insanlığın utancını taşır. Görünenin ardında çok daha derin, çok daha geniş anlamlar gizlidir. Bu makale, o anlamları hikmet, tarih, bilim ve vicdan ışığında anlamaya çalışacaktır.

  1. Hikmet Penceresinden: Acı, Arınma ve İkazdır

Gazze’deki her aç çocuk, bize Nuh tufanındaki uyarıyı hatırlatır:
“İnsan, zulmünde ileri giderse, başına gelen musibet sadece onu değil, susanları da yutar.”

Kur’an’da açlık, bazen ilahi bir ikaz olarak zikredilir (Bakara 155).
Gazze’deki açlık ise insan eliyle hazırlanmış bir cehennemdir.
Bu, küresel çıkarların, emperyalist hesapların ve İslami dayanışmazsızlığın sonucudur.

  1. Edebi Bir Derinlik: Sessiz Çığlıkların Dili

“Bir lokma ekmek kadar sade ve bir kurşun kadar ağır” cümleler Gazze’de yazılıyor.

Bir çocuğun açlıkla kurduğu ilişki, sadece bedenin açlığı değildir.
Bu, kalbin merhamete, gözün aydınlığa, ruhun umuda duyduğu açlıktır.
Gazze’de çocuklar, ekmek beklerken, dünya hikâyeler yazıyor.
Ama o hikâyelerde onların adı, sadece “sayı” olarak geçiyor:
“Bugün 8 çocuk daha hayatını kaybetti…”

Edebiyat burada sessizleşiyor. Çünkü gerçek, kelimelerin boyunu aşıyor.

  1. Tarihi Perspektif: Kuşatma ve Kıyametin Eşiği

Ambargo, tarihte bir cezalandırma yöntemiydi.
Roma’nın düşmanlarına uyguladığı bir kuşatma taktiğiydi.
Ancak modern dünyada, 21. yüzyılda, ambargo bir soykırım silahına dönüştü.
Gazze, 17 yıldır ablukada.
Tarihte hiçbir halk bu kadar uzun süre sistematik olarak aç bırakılmadı.
Ve buna sessiz kalan dünya, gelecekte kendi tarihinden utanacaktır.

  1. İbretlik Bir Tablo: “Kendi Çocuğuna Yediremediğini, Başkasının Çocuğuna Reva Görme”

Bir baba, çocuğu açken sofraya oturabilir mi?
Bir insan, kendi çocuğu gülümsüyorken, başka bir çocuğun cesedi üzerine inşa edilen bir refaha göz yumabilir mi?

Gazze’de bir çocuğun ağlaması, insanlığın sustuğu noktadır.
İbret budur:
“Zalim olmak değil, zalime susmak da insanı sorumlu yapar.”

  1. İlmi ve Bilimsel Açıdan: Gıdaya Erişim Hakkı Bir Temel Haktır

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), “gıdaya erişim”i temel insan hakkı olarak tanımlar.
Ancak Gazze’de bu hak, bombalarla yok ediliyor.
Tıbbi veriler, Gazze’de çocukların %80’inin yetersiz beslendiğini ve kalıcı gelişim bozukluğu yaşadığını ortaya koyuyor.

Bilimsel olarak, erken çocukluk dönemindeki açlık; zihinsel gerilik, öğrenme güçlüğü ve ruhsal bozukluklara neden olur.
Yani, Gazze sadece bugünü değil, yarınları da kaybediyor.

  1. Aklî ve Mantıkî Tahlil: Bu Zulüm Kime Ne Kazandırır?

Sormak gerekir:
Gazze’deki çocukların aç bırakılması, İsrail’e ne kazandırdı?
Bir halkı yok etmeye çalışmak, hangi hukukta, hangi akılda meşru olabilir?

Mantık şunu der:
Bir halkı aç bırakmak, onu zayıflatmaz; aksine direnişini haklılaştırır.
Çünkü adalet duygusu en çok açken keskinleşir.
Gazze, açlığıyla bile dünyaya adalet dersi vermektedir.

  1. Düşündürücü Gerçek: Bugün Gazze, Yarın Neresi?

Bugün Gazze’deki çocuk açsa, yarın İstanbul’da bir çocuk hayâsızca tüketimin içinde kaybolabilir.
Bugün Gazze’de bir annenin duası göklere çıkıyorsa, yarın o duanın hedefinde biz de olabiliriz.

Gazze, sadece bir coğrafya değil; bir aynadır.
O aynada insanlık, kendini görmek istemiyor.

Sonuç: Gazze’deki Çocuk, Vicdanın Testidir

Gazze’de açlık, bir çocuk sorusu kadar masum; bir annenin cevabı kadar ağırdır.
O diyalogda sadece bir karın değil, bütün bir dünyanın vicdanı açtır.

Gazze’deki çocuk, sadece ekmek istemiyor.
O, bir gelecek, bir umut, bir merhamet istiyor.
Ve aslında hepimize diyor ki:

> “Beni değil, kendinizi kurtarın. Çünkü ben mazlumum. Siz ise hâlâ susanlarsınız.”

Özet:

Bu makalede, Gazze’deki açlıkla erken yaşta yüzleşen çocukların dramı hikmet, tarih, bilim, ahlak ve mantık yönleriyle ele alındı.
Gazze’nin aç çocukları, sadece insani bir trajediyi değil, çağımızın ahlaki çöküşünü ve küresel vicdansızlığını gözler önüne seriyor.
Bir annenin, çocuğuna “yemek sadece rüyalarda olur” cevabı; insanlığın vicdan sınavıdır.
Bu sınavı geçmek, sadece yardım göndermekle değil; zulme karşı susmamakla mümkündür.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

Yükün Sahibi ve Misafirlik Bilinci

Yükün Sahibi ve Misafirlik Bilinci

İnsanoğlunun varoluşundan bu yana süregelen en temel sorgulamalarından biri, içinde yaşadığı bu büyük sahnenin, yani dünyanın mahiyeti ve kendi rolüdür. Tarih boyunca nice medeniyetler, filozoflar, düşünürler bu sorunun peşine düşmüş, farklı cevaplar üretmişlerdir. Kimi dünyayı tamamen kendi çabalarıyla şekillendirebilecekleri bir arena olarak görmüş, kimi ise kaderin mutlakiyetine teslim olmuştur. Ancak Bediüzzaman Said Nursi’nin “Dünya sahipsiz değil ki sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ahvalini düşünüp merak etme; çünkü onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.” sözü, bu kadim sorgulamaya derin bir teslimiyet ve idrak penceresi açmaktadır.
Bu veciz söz, öncelikle kainatın tesadüf eseri değil, mutlak bir irade ve ilimle yaratıldığını haykırır. Dünya, başıboş bırakılmış, kaderine terk edilmiş bir gezegen değildir. Bilakis, her zerrede hikmetin ve her hadisede ilmin tecelli ettiği, kusursuz bir düzenin parçasıdır. Göklerin yedi katmanıyla, yıldızların ve gezegenlerin ahenkli hareketiyle, topraktan fışkıran her bir bitkinin mucizevi yaşamıyla, denizlerin derinliklerindeki sırlarla, insan bedeninin karmaşık yapısıyla, tüm bunlar “Hakîm” ve “Alîm” olan bir Yaratıcı’nın varlığını ve faal müdahalesini gözler önüne sermektedir. İnsan, bu muazzam sistemin içinde, acziyetini ve fakirliğini idrak ettiğinde, omuzlarına yüklediği “dünya yükü”nün ağırlığı hafifler. Zira asıl yükün ve sorumluluğun Sahibi’nde olduğunu anlar.

Tarihi dönüm noktalarına baktığımızda, büyük yıkımların ve felaketlerin çoğunun, insanın kendi sınırlı aklıyla dünyayı tamamen kontrol edebileceği vehmine kapıldığı anlarda yaşandığını görürüz. Kibir ve hırs, insanı “fuzulî karışma”ya itmiş, haddini aşmasına sebep olmuştur. Nükleer savaş tehditleri, çevresel felaketler, toplumsal buhranlar, hep bu “dünya benimdir, istediğimi yaparım” anlayışının bir tezahürü değil midir? Oysa sözde belirtildiği gibi, bizler bu dünyada birer “misafiriz”. Misafir, evin sahibi değildir. Evin kurallarına uymak, eşyasına zarar vermemek, haddini bilmekle yükümlüdür. Bu misafirlik bilinci, insana tevazu, şükür ve kanaat gibi erdemleri kazandırır.
İbret nazarıyla bakıldığında, hayatın gelip geçiciliği, tüm varlıkların faniliği bu misafirlik halini pekiştirir. Dün tahtında oturan hükümdarların, bugün isimlerinin bile unutulduğu; çağlar ötesinden gelen seslerin, zamanın tozlu sayfalarında kaybolduğu bir dünyada, insana düşen, kalıcı olana yönelmek ve fani olanın peşinden boş yere koşmamaktır. Bu, dünyadan el etek çekmek değil, dünyaya dünya kadar değer vermek demektir. Yani dünya işlerini hakkıyla yapmak, ancak kalbi ve gayreti ahiretine yöneltmek.

Düşündürücü olan ise, bu kadar açık delillere rağmen, insanın hala neden kendini dünyanın yegane sorumlusu gibi hissedip, haddinden fazla endişe ve merak içinde savrulduğudur. Belki de bu, nefsin benlik ve egemenlik arayışıdır. Ancak gerçek huzur ve sükunet, bu yükü Hakiki Sahibi’ne teslim etmekle mümkündür. O’na tevekkül etmek, O’nun hikmetine güvenmek, O’nun ilmine teslim olmak… İşte o zaman, insanın kalbi ferahlar, zihni berraklaşır ve fuzulî karışmaların getirdiği karmaşadan kurtulur. Kendi üzerine düşeni en iyi şekilde yapmak, ama sonucunu ve genel gidişatı Kayyum olan Allah’a bırakmak, hem ruhsal hem de bedeni sağlık için bir reçetedir.

Özet:
Makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Dünya sahipsiz değil ki sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ahvalini düşünüp merak etme; çünkü onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.” sözü etrafında şekillenmektedir. Temel olarak, dünyanın başıboş olmadığını, her şeyin mutlak bir hikmet ve ilim sahibi olan Yaratıcı tarafından düzenlendiğini anlatır. İnsanın bu dünyada bir “misafir” olduğu, bu bilincin insana tevazu, şükür ve kanaat gibi erdemleri kazandırdığı belirtilir. Tarihi örneklerle, insanın haddini aşan müdahalelerinin ve “benlik” anlayışının felaketlere yol açtığına dikkat çekilir. Gerçek huzurun, dünya yükünü Hakiki Sahibi’ne bırakmakla, yani tevekkülle mümkün olduğu ifade edilerek, fuzulî endişe ve müdahalelerden kaçınılması gerektiği mesajı verilir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

Sıkıntı Perdesinin Ardındaki Güzellikler: Hikmet ve Teslimiyet

Sıkıntı Perdesinin Ardındaki Güzellikler: Hikmet ve Teslimiyet

İnsanlık tarihi, baştan sona, “zahiren çirkin perdeler altında, gayet güzel neticeler”in saklı olduğu bir ibretler dizisidir. Hz. Yusuf’un kuyuya atılmasından Mısır’a sultan olmasına, Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında büyümesinden kavmini kurtarmasına kadar, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssalar; ya da tarihin dönemeçlerinde yaşanan büyük buhranların, sonunda daha büyük ilerlemelere ve aydınlanmalara kapı aralaması… Tüm bunlar, Bediüzzaman Said Nursi’nin bu derin hakikati ifade eden sözünün canlı şahitleridir.
Her bir bireyin hayatında da durum farklı değildir. Karşılaştığımız hastalıklar, musibetler, maddi kayıplar, beşeri ilişkilerdeki kırgınlıklar… İlk bakışta ıstırap verici, yıkıcı ve çirkin görünen bu hadiseler, çoğu zaman kalbimizi inceltir, ruhumuzu arındırır, sabrımızı ve metanetimizi güçlendirir. Bir zarar gibi görünen durum, aslında belki de bizi daha büyük bir beladan koruyan, yeni kapılar açan, dahili bir olgunlaşma sürecini tetikleyen bir lütuf perdesidir. Tıpkı bir cerrahın acı veren neşteri gibi; keser, yaralar, ama sonunda şifa verir. Bu perspektiften bakıldığında, “bir zararımıza bedel, yüz menfaat bizlere ihsan ediliyor” sözünün derin anlamı tezahür eder.
Bu hikmetli bakış açısı, insana geçici ve muvakkat sıkıntılara karşı farklı bir duruş sergileme yeteneği kazandırır.
Hayatın gelgitlerinde savrulmak yerine, her hadisede ilahi bir maksat ve hayır arayışına girilir. Zira iman ehli bilir ki, kâinatta abes (boş ve anlamsız) bir şey yoktur. Her şey, mutlak bir irade ve hikmetle tanzim edilmektedir. Yaşanan her sıkıntı, bir imtihan, bir ders, bir terfi vesilesidir. Bu bilinçle hareket eden kişi, fani dünyanın gelip geçici sarsıntılarına aşırı ehemmiyet vermekten kurtulur, kalbi ve zihni daha ulvi hedeflere odaklanır.
Geçmişten günümüze nice bilge şahsiyet, bu hakikati idrak etmiş ve sıkıntıları birer basamak olarak kullanmıştır. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, “Hamdım, piştim, yandım” derken, çektiği çilelerin kendisini nasıl olgunlaştırdığını ifade etmiştir. Yunus Emre, aşkın ateşinde yanarak nasıl kemale erdiğini dile getirmiştir. Bu büyükler, zahiri perdelerin ardındaki güzellikleri görebildikleri için, zorluklar karşısında yılmamış, bilakis onlardan feyz alarak daha da yücelmişlerdir.

Günümüz insanı, konfor arayışı içinde en küçük bir sıkıntıya dahi tahammül edememektedir. Maddiyatın ve anlık hazların peşinden koşan modern dünya, insanı “geçici, muvakkat sıkıntılara ve sarsıntılara ehemmiyet vermemek” ilkesinden uzaklaştırmıştır. Oysa asıl huzur, bu ilahi hikmeti kavramak ve kadere teslim olmakla mümkündür. Her düşüşün bir yükselişin habercisi, her karanlığın bir şafağın müjdecisi olduğunu bilmek, ruhi dinginliğin anahtarıdır. Sıkıntılar, bir nevi ruhi detoks gibidir; fazlalıkları atar, özü berraklaştırır ve bizi hakiki benliğimize yaklaştırır.

Netice itibarıyla, hayatın akışında karşımıza çıkan her tür olumsuzluğa, sadece anlık ve zahiri yüzüyle bakmak yerine, onun derinindeki hikmeti ve taşıdığı potansiyel hayrı görmeye çalışmak elzemdir. Bu, bizi teslimiyete, şükre ve olgunluğa götürecek, aynı zamanda iç huzurumuzu artıracak yegane yaklaşımdır.

Özet:
Makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Zahiren çirkin perdeler altında, gayet güzel neticeler var. Bir zararımıza bedel, yüz menfaat bizlere ihsan ediliyor. Onun için, geçici, muvakkat sıkıntılara ve sarsıntılara ehemmiyet vermemek lâzımdır.” sözünü merkezine almaktadır.
Makalede, hayatımızdaki ve tarihteki olumsuz görünen olayların (sıkıntı, musibet, zarar gibi) aslında daha büyük hayırlar, faydalar ve olgunlaşma süreçleri barındırdığı anlatılmaktadır. Hz. Yusuf ve Hz. Musa gibi peygamber kıssaları ile Mevlânâ ve Yunus Emre gibi bilge şahsiyetlerin hayatlarından örnekler verilerek bu hikmetli bakış açısı desteklenmiştir. Modern insanın konfor arayışının bu derin anlayıştan uzaklaştığına değinilerek, asıl huzurun ilahi hikmeti kavramak ve sıkıntılara aşırı ehemmiyet vermemekle mümkün olduğu anlatılmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

Kalbin Dirilişi ve İman Nurunun Tezahürü

Kalbin Dirilişi ve İman Nurunun Tezahürü

Kainatın her bir zerresi, Hakk’ın varlığına ve birliğine dair sayısız deliller sunarken, insan denilen bu küçük alemin kalbi, tüm bu delillerin en parlak tecelligahıdır. Gözümüzün önüne serilen muazzam kudret ve azamet karşısında, akıl ve kalp sahibi bir varlık olarak, “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek bu evrensel destanı anlamaya çalışırız. Şairlerin kalemiyle, âlimlerin idrakiyle, peygamberlerin rehberliğiyle kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikmetli miras, bizi kendimize ve hakikate çağırır.
Kudret kalemiyle yazılan bu varlık kitabında, her bir mevcudat, kendi özel diliyle Yaradan’ının vahdaniyetine ve rububiyetine dair manevi sözler fısıldar.
Bir kuşun cıvıltısı, bir çiçeğin açılışı, dağların heybeti, denizin enginliği… Hepsi, bir Yaratıcı’nın eseri olduğunu ilan eder. İşte bu evrensel dil, kalplerimizi uyandırır, ruhlarımıza hikmet pınarlarından su serper.

********

“İnsanların diriltileceği gün ve Allah’a temiz bir kalple gelenler dışında malın da çocukların da fayda vermeyeceği gün beni mahcup etme!” (Şuara Sûresi, 87-89) ayeti, bizlere asıl kurtuluşun ve saadetin sırrını fısıldar.
Dünya malı, evlat sevgisi, makam ve mevki… Bunların hepsi fani ve geçicidir. Asıl sermaye, Allah’a yönelmiş, şirkten arınmış, samimi ve ihlaslı bir kalptir. Bu ayet, insanın ahiret endişesini, mahşer gününün dehşetini ve o günkü tek kurtuluş reçetesini ne de güzel dile getiriyor. Kalbin dirilişi, ancak bu temizlik ve teslimiyetle mümkündür.

********

Mesnevi-i Nuriye’den süzülen hikmet damlaları, bize kalbin tabiatını ve dirilişini anlatır: “Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i ilâhî sayesinde, ene mahvolur.”
Bu satırlar, nefsin terbiye edilmesi, enaniyetin (benlik davasının) kırılması gerektiğini anlatır. Enaniyet, kalbi bir tohum gibi işlemez kılan, onu büyümeden alıkoyan bir hastalıktır. Ancak Allah’ı anmak, O’nun adını zikretmek, kalbi bu hastalıktan arındırır, onu yeşertir ve semavî hakikatlere doğru yükseltir.

*********

Yine Mesnevi-i Nuriye’de geçen “Şu esasata dikkat lâzımdır:
Allah’a abd olana her şey müsahhardır. Olmayana her şey düşmandır.” ilkesi, kulluğun yüceliğini ve önemini çarpıcı bir şekilde ifade eder.
Kâinat, Allah’ın emrine amade olanlara boyun eğer, onlara hizmet eder. Bu, sadece maddi değil, manevi bir boyun eğmedir. Allah’a kul olan, kainatın efendisi olur. Aksine, Allah’a kulluktan yüz çeviren ise, her şeyin ona düşman kesildiğini görür, çünkü kâinatın düzenine aykırı hareket etmiştir.

**********

İmam Gazâlî’nin “Çocuktaki utanma hali ondaki akıl nurunun alametidir” sözü, fıtratın güzelliğine ve insanın içindeki safiyete dikkat çeker.
Utanma, bir insanda var olan ilahi bir ışıktır. Bu nur, kişiyi kötülüklerden alıkoyar, iyiliğe sevk eder. Akıl ve irade ile birleştiğinde, insanı kemale erdirir.

**********

Risale-i Nur’un Sözler kısmından iktibas edilen bir başka hikmet ise adalet mekanizmasını ve ilahi takdiri açıklar: “Büyük hatalar ve cinayetler tehir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tacil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, mahkeme-i kübra-yı haşre tehir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir.”
Bu ifade, dünyadaki adaletsizliklerin görünürdeki çelişkisini çözüme kavuşturur. Ahiret inancı olmayanlar, büyük günahlarının cezasını bu dünyada görmezken, iman ehli, günahlarından arınmak ve derecelerini yükseltmek için bu dünyada küçük çaplı musibetlerle karşılaşır. Bu, ilahi adaletin tecelli şekillerinden biridir ve bir müminin günahlarından arınması için bir fırsattır.

***********

Son olarak, Risale-i Nur’un Asâr-ı Bediiyye’sinden yankılanan “İttihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir” çağrısı, günümüz dünyasında Müslümanlar arasındaki birliğin ve beraberliğin önemini anlatır. Kişisel kusurlar üzerinde durmak yerine, ümmetin ortak paydası olan iman ve İslâm kardeşliği etrafında kenetlenmek, hem dünya hem de ahiret saadetimiz için elzemdir. Bu birlik, ancak karşılıklı anlayış, hoşgörü ve samimiyetle tesis edilebilir.

***********

Öyleyse, “Allah’ım bize hayır kapılarını aç.
Allah’ım bize geçim kapılarını aç. Allah’ım bize bereket kapılarını aç. Allah’ım bize mutluluk kapılarını aç.
Allah’ım bize kurtuluş kapılarını aç. Allah’ım bize rahmetinin kapılarını aç.
Allah’ım bize cennetin kapılarını aç.” dualarıyla Rabbimize yönelmeli, kalplerimizi temizlemeli, enaniyetimizi kırmalı ve hakikate sarılmalıyız. Zira kurtuluşumuz, ancak O’na tam bir teslimiyetle mümkündür.

Özet:
Bu makale, Risale-i Nur’dan ve Kur’an ayetlerinden ilham alarak kalbin dirilişi, imanın önemi ve ilahi adaletin tecellileri üzerine odaklanmaktadır.
İnsanın dünyaya geliş gayesi ve ahiret yolculuğundaki sermayesinin temiz bir kalp olduğu anlatılırken, nefsin terbiye edilmesinin ve enaniyetin kırılmasının gerekliliği Mesnevi-i Nuriye’den örneklerle açıklanmıştır.
Makale, Allah’a kul olmanın kainatla olan ilişkimizi nasıl şekillendirdiğini ve Müslümanlar arasındaki birliğin önemini de ele almaktadır.
Sonuç olarak, ilahi rahmete ve cennet kapılarına ulaşmanın yolu, kalbin temizliği ve Allah’a tam teslimiyetten geçtiği belirtilmiştir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

SAHTE ÖZGÜRLÜK

SAHTE ÖZGÜRLÜK

Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan lozan ile ilgili verdiği isabetli olmayan veya resmi klişeli mesajlardan bir mesajı tekrar etti.

“Recep Tayyip Erdoğan
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Lozan Barış Antlaşması’nın 102. yıl dönümü dolayısıyla yayımladığı mesajda, antlaşmanın Türk milletinin bağımsızlık mücadelesini uluslararası alanda tescillediğini vurguladı. Erdoğan “Bölgemizde ve dünyada müessir bir güç olma yolunda emin adımlarla yürüyoruz” dedi.”

Aynı manada da; Devlet Bahçeli’nin Lozanı öven beyanı da tutarlı değildir.

Acaba kendisi kendisinin gevşettiği lozanın bazı bağlarını ve bağımsızlığın önündeki kaldırdığı bağlardan mı bahsediyor?
Dilerim öyledir.

Oysa kendisi yıllar öncesindeki bir beyanatında;
“Maalesef biz resmi tarihimizi yıllarca tam da İngilizlerin istediği gibi düzenledik.” demişti.
Belli ki kendisi de İngilizlerin yazdığı tarihi anlatmaktadır.

Bugünkü kendisinin iktidarda olduğu durumu görüpte, 90 yıllık lozanın hezimetini görmeden verilen beyanat, cılız ve Hakikatin üzerini örtmektir.

Hiç bilmeyen biri bile rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun bu alandaki gerek kitap gerekse sohbetlerine kulak vermesi yeterlidir.

Bende bu konuda bir çok makale kaleme aldım.[1]

Lozanda verilen sahte irade ile bin yıllık gerçekler yok edildi.
Nitekim Necip Fazıl’ın çıkardığı Büyük Doğu mecmuasındaki belgede;

“Nihaî Vesika
Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:
“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.

Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır.”
Artık bunun üzerine herşey ap açık anlaşılıyor, değil mi?

Gizli anlaşmanın entrikası
Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri, tek kelime ile, Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:
“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.”[2]

 

[1] https://tesbitler.com/index.php?s=Lozan

[2] https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/emirdag-lahikasi/nihai-vesika/277

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

Yasak Ağaç ve Açılan Avret: Cennet’ten Dünyaya Düşüşün Hikmeti

Yasak Ağaç ve Açılan Avret: Cennet’ten Dünyaya Düşüşün Hikmeti

  1. Kur’an’da “Bu Ağaca Yaklaşmayın” Emri Nerede Geçer?

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem ve Havvâ’ya “Bu ağaca yaklaşmayın” şeklinde verilen ilahi emir birkaç yerde geçmektedir:

Bakara Suresi 35. ayet:

> “Dedik ki: ‘Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.’”

A’râf Suresi 19. ayet:

> “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın; dilediğiniz yerden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.”

Tâhâ Suresi 117-121:

> “… Ey Âdem! Bu (şeytan) senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra perişan olursun… Ama şeytan onları aldattı ve ayakları kaydı. Böylece çıplaklıkları açığa çıktı…”

  1. O Ağaç Nedir?

Kur’ân, ağacın cinsini bildirmez. Sadece “bu ağaç” diye geçer. Zikredilen şekliyle mühim olan, ağacın ne olduğu değil, ilahi emre riayet meselesidir. Ancak bazı İslam âlimleri yorum yapmıştır:

Taberî: İncir ağacı olduğunu söyleyenler olmuştur.

Fahreddin Râzî: O ağacın belirli bir tür olmasından ziyade, imtihan vesilesi olduğuna dikkat çeker.

İbn Abbas’tan rivayetle: Buğday, hurma, üzüm gibi farklı görüşler vardır.

Aslında bu belirsizlik, dikkatlerin “ağacın türüne” değil, emre itaate çevrilmesini sağlar.

  1. Ağaca Yaklaşmanın Hikmeti ve Önemi Nedir?

Ağaç, “yasak” ile sınır arasında sembol bir sınavdır.

Cennet her nimetiyle serbest kılınmışken, tek bir sınır vardır: “Şu ağaca yaklaşmayın.”

Bu sınır, insanın irade serüveninin başladığı noktadır. İlk emir, ilk imtihan, ilk irade karşılaşmasıdır.

İlahi emir ve nehiylerin insan üzerindeki terbiye edici etkisini sembolize eder.

  1. Avret Yerlerinin Açılması ve Kur’ân’daki Yeri

A’râf Suresi 22. ayet:

> “Böylece onları aldatarak yoldan çıkardı. Ağaçtan tadar tatmaz, avret yerleri kendilerine göründü…”

Tâhâ Suresi 121:

> “Böylece ondan yediler, hemen ayıpları açığa çıktı ve cennet yapraklarıyla örtünmeye başladılar…”

Avret Açılması Ne Anlama Geliyor?

Bu bir ceza değil, bir hal değişimidir.

Günah ile birlikte masumiyet elbisesi sıyrılmış, insan “örtüsüzlüğü” tatmıştır.

İnsanın nefsanî çıplaklığı ve manevî savunmasızlığı başlamıştır.

  1. Ağaçla Avretin Bağlantısı Nedir?

Ağaç, sınırı temsil eder. İtaatsizlikle birlikte örtü (setr) kalkar.

İtaat, örtüdür; isyan, çıplaklıktır.

Bu mecazi çıplaklık daha sonra fıtrî hayâ ile örtünme ihtiyacını doğurmuştur.

>  “Günah, insanı soyundurur, iffeti örter.”

  1. Cennet’ten Dünyaya Gönderilmenin Hikmeti

Bu düşüş bir ceza değil, terfi-i derecât içeren bir hikmettir:

Cennet’te verilen emir ile irade devreye girmiştir.

İrade ile işlenen ilk hata, tövbe ve mağfiret kapısını açmıştır.

Dünya, insanın imtihan sahnesi, emanet taşıyıcılığı görev alanı olmuştur.

> “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara, 2/30)

Bu, düşüş değil; misyonun başlamasıdır.

  1. Bu Günah Ne Kadar Büyüktü?

Günahın büyüklüğünden ziyade, sonuçları büyüktür.

Bu, “sıradan bir hata” gibi görünse de; neticesi açısından insanlık tarihini şekillendirmiştir.

Cennet ortamında bile nefsin kandırılabileceği gösterilmiş, şeytanın hileleri açığa çıkmıştır.

  1. Şeytan Bunu Nasıl Başardı?

A’râf 20: “Rabbiniz size bu ağacı yasak etti; çünkü melek olmayasınız, ebedi kalmayasınız diye…”

Tâhâ 120: “Size sonsuzluk ağacını ve yok olmayan bir mülkü göstereyim mi?”

> Şeytan, yasak olanı “cazip” göstererek kandırdı. Bu hâl, bugünkü reklam ve tüketim psikolojisinin temelidir.

  1. Günümüzde Benzeri Nasıl İşleniyor?

Şeytan hâlâ aynı taktiği kullanıyor: İffet, hayâ, edep sınırlarını kaldırmak.

“Avretin açılması” bugün moda, özgürlük, bireysel haklar ambalajlarıyla sunuluyor.

Tıpkı ilk günah gibi: Süslenen bir haram, arzuyla sunulan bir isyan.

Yahudilerin Rolü:

Tarih boyunca “fuhuş, çıplaklık, iffetsizlik” gibi fitnelerin yayılmasında organize roller üstlenmişlerdir.

Medya, moda, sinema, müzik gibi alanlarda iffetsizliğin sistemleştirilmesinde başat aktör olmuşlardır.

Talmud ve Kabalistik öğretilerde “çıplaklıkla yükselme” gibi sapkın yorumlara rastlanır.

  1. Bugünkü Fuhuş, Açıklık ve Kıyametle İlgisi

Kur’ân ve hadislerde fuhşun yayılması, kıyamet alâmetlerinden sayılmıştır:

> “İnsanlar açık açık zina yapmadıkça, bulaşıcı hastalıklar ve ölümler artmaz.” (İbn Mâce, Fiten 22)

İffetin ortadan kalkması, toplumun manevî dokusunun çözülmesidir.

Bir toplumun hayâsı öldüğünde, medeniyeti de ölmeye mahkûmdur.

SONUÇ VE ÖZET

Kur’an’daki “ağaca yaklaşmayın” emri, sadece geçmişte Hz. Âdem’e değil, bugün tüm insanlığa verilen ilahi bir uyarıdır. Yasak ağaç, sınırdır; avretin açılması ise sınırın çiğnenmesiyle gelen fıtrî bozulmadır.

Şeytan, insanoğlunu ilk andan itibaren iffetsizliğe ve günaha süs vererek kandırmıştır. Bugün de aynısını yapmaktadır. Yahudi kültürü ve modernite, bu sapmayı sistematik hâle getirerek dünya çapında bir çıplaklık medeniyeti kurmuştur.

Bu durum sadece bireysel değil, küresel bir kıyamet tehlikesine gebedir. Zira hayânın kalkması, insaniyetin kalkması demektir.

> Cennette başlayan sınav, dünyada devam etmektedir. Yasak ağaç hâlâ ortadadır. Yaklaşmak, düşüşü getirir; uzak durmak ise yükselişin başlangıcıdır.

*********

  1. Yasak Ağaç ile Epstein Ağı Arasındaki Sembolik ve Ahlakî Bağlantı
  2. A) Yasak Ağaç = Haram Cazibe

Cennetteki yasak ağaç “haram cazibenin” sembolüdür. Meşru birçok nimet içinde bir tek yasak cazip gösterilir.

Epstein’in ağı da “gizli, güçlü, cazibeli, zevkli” görünen ama aslında tamamen haram, sapkın ve sömürücü bir yapıdır.

  1. B) Avretin Açılması = İnsanlığın İffetsizleştirilmesi

Ağaçtan yeme sonucu avret yerlerinin açılması, insanın fıtrî hayâsının soyulmasını sembolize eder.

Epstein ağı ve benzeri küresel fuhuş ağları da bireysel günahın ötesinde, bir medeniyetin örtüsünü soymaya çalışmaktadır.

  1. Epstein Skandalı: Modern Zamanların Şeytanî Ağacı

Epstein sadece bir şahıs değil, şeytanî bir sistemin vitriniydi.

Arkasında ABD elitleri, İngiliz kraliyet ailesi, İsrail istihbaratı (Mossad), büyük medya, Hollywood ve finans çevreleri gibi aktörler vardı.

Bu yapı, fuhuşu ve çocuk istismarını, siyasi baskı, şantaj ve ideolojik dönüşüm için kullanıyordu.

> Tıpkı şeytanın “sonsuzluk ağacı” yalanıyla Hz. Âdem’i kandırması gibi, bu yapı da zevk, güç, özgürlük yalanlarıyla insanları ifsada sürüklüyordu.

  1. Epstein’in Fuhuş Ağı: Tüm Dünyaya Yayılmış Bir “Yasak Ağaç” Tuzağı

ABD ve Avrupa’da:

Elitlerin katıldığı “partiler” aslında kontrollü günah merkezleriydi.

CIA, Mossad gibi servisler bu alanlarda çekilen görüntülerle insanları kontrol altına alıyordu.

İslam Ülkeleri ve Türkiye’de:

Hollywood, Netflix, TikTok gibi kültür ihracatıyla, iffet duygusu aşındırıldı.

Bazı zengin Araplar bu sisteme dahil edildi. Lüks, şehvet ve yozlaşma pompalandı.

Mekke ve Medine’ye Bile Etkisi:

Suudi Arabistan’da “modernleşme” adı altında konserler, karma etkinlikler yapıldı. Bu, manevî Cennet mekânına “yasak ağacın” taşınmasıdır.

  1. Yahudî Kültürü ve Şeytanî Şebekelerdeki Rolü

Epstein’in yakın ilişkili olduğu kişi: Ghislaine Maxwell (İngiliz-İsrail bağlantılı).

İsrail istihbaratına çalıştığına dair birçok delil ve şahitlik var.

Bu olay sadece bir fuhuş ağı değil, sapkın ideolojilerin nüfuz operasyonudur.

> Nitekim Tevrat dışı kabalistik öğretilerde günah üzerinden “yükselme” ve “tanrısallaşma” gibi şeytanî inançlar yer alır. Bu, İslam’a zıttır ve insanı hayvanlaştırır.

  1. Kur’ânî Bağlantı ve Kıyamet Alameti

Kur’an’da fuhuşun yayılması, çıplaklık, iffetsizlik ve hayasızlık ile beraber gelen azaplar açıkça anlatılır:

> “Fuhşiyat (çirkin işler) yaygınlaşınca, geçmiş ümmetlerde görülmeyen hastalıklar çıkar.” (İbn Mâce)

Epstein gibi şebekeler sadece bireyleri değil, toplumların manevî bağışıklığını çökertir.

Bu, kıyametin psikolojik ve sosyolojik altyapısını oluşturan bir süreci hızlandırır.

  1. Düşünce ve Ahlaki Sonuçlar

Yasak ağaç hikâyesi ile Epstein dosyası, insanlık tarihinde aynı şeytanın farklı kıyafetlerle çalıştığını gösterir.

Cennet’teki ilk günah, bugün lüks odalarda, özel adalarda, süslenmiş medyada yeniden üretiliyor.

Günahın örtüsü kalkınca, insanın onuru, mahremiyeti ve maneviyatı da soyuluyor.

SONUÇ: Şeytanın Yeni Sofrası, Aynı Ağaç

Epstein fuhuş ağı, “ağaca yaklaşmayın” ilahi emrine karşı küresel bir başkaldırının organizasyonudur. Bu örgütlü sapkınlık, sadece bireysel bir ahlaksızlık değil; insanlığın iradesini ipotek altına alma çabasıdır. Aynı şeytan, bu sefer ağaç değil ada, meyve değil beden sunuyor.

İslam ülkeleri de bu ifsad dalgasından kaçamaz; ancak Kur’ân ve Sünnet ile kendini koruyan toplumlar, bu “iblisî kıyamet”ten kurtulabilir.

> “Şeytan sizin düşmanınızdır; onu düşman tanıyın.” (Fâtır, 35/6)

*********

Epstein ve Yasak Ağaç: Şeytanın Modern Tuzakları

Yasak Meyveden Cinsel Şantaja, Cennetten Manhattan Adasına: Tarih Boyunca İffetin Kuşatılması

Giriş: Yasak Ağaç Cennette Kaldı Sananlar Aldanır

İlk insan ve ilk günah… Kur’ân-ı Kerim’in anlattığı Hz. Âdem ve Havvâ kıssası, sadece tarihî bir olay değil; tüm insanlığın kaderini şekillendiren evrensel bir semboldür. Cennette her şey serbest iken yalnızca bir ağaç yasaklanmıştır. Fakat şeytan, bu yasağı cazip göstererek insanın iradesini tuzağa düşürür. Sonuç? Avret yerlerinin açılması, mahremiyetin kaybı, cennetten kopuş ve dünyaya iniş…

Bugün, modern dünyanın başkentlerinde, bu kıssa yeniden yaşanmakta, fakat bu defa “ağaç” yerine “adalar”, “yasak meyve” yerine ise küresel fuhuş ağları ve şantaj videoları vardır. Bu açıdan, ifşa olan Jeffrey Epstein vakası, sadece bir ahlâk skandalı değil, insanlık tarihinin ilk günahının postmodern versiyonudur.

  1. Yasak Ağaç Nedir, Neyi Temsil Ederdi?

Kur’an’da geçen “bu ağaca yaklaşmayın” (Bakara 35, A’râf 19, Tâhâ 120) emri, ağacın türü ne olursa olsun, insanın karşısına çıkan haramla ilk sınavı temsil eder. Bu sınav:

Cazip görünen bir şeyin arkasındaki tehlikeyi kavrayabilme imtihanı,

Fıtrat ile heva arasındaki ilk çatışmadır.

İşte bu kıssa, şeytanın insanı ayartmak için kullandığı temel stratejiyi ortaya koyar:

> “Size sonsuzluk ağacını ve yok olmayan bir mülkü göstereyim mi?” (Tâhâ 120)

Bugün de aynı sözler, medya aracılığıyla fısıldanmaktadır:

> “Özgürlük, sınırsız haz, mahremiyetsiz mutluluk, bedenin pazarlanması…”

  1. Epstein Dosyası: Modern Şeytanın Tuzak Mekanizması

Kimdir Epstein?

Jeffrey Epstein; görünüşte zengin bir yatırımcı, perde arkasında ise uluslararası fuhuş, şantaj ve istismar ağı kurucusudur.

Kurbanları: Çoğu 13-17 yaş arası genç kızlar.

Müşterileri: Prensler, başkanlar, milyarderler, akademisyenler, medya patronları.

Mekânlar: Manhattan’da gökdelenler, Karayipler’de “özel ada”, jetler, malikaneler.

Epstein olayı bir kişiden ibaret değildir. O, şeytanî düzenin bir taşeronudur. Kurduğu ağ, küresel güç elitlerinin zafiyetlerini kayda alarak onları denetim altına alan, organize bir ahlaksızlık tuzağıdır.

  1. Cennette Avretin Açılması – Manhattan’da Kameraların Açılması

Kur’an’a göre, ilk günahın sonucu:

> “Böylece ağaçtan yediler, avret yerleri açıldı.” (A’râf 22, Tâhâ 121)

Epstein vakasında da aynı ilke çalışır. Ancak bu sefer:

Fiziksel soyunma bir ifşa unsuruna dönüşmüştür.

Kayıt altına alınan çıplaklık, şantaj, kontrol ve yönlendirme için kullanılır.

Mahremiyetin kaybı, sadece bireysel değil, sistematik ve küresel bir esaret halini almıştır.

Bu, cennette açılan avretin, dünyada kamusal çıplaklığa, kültürel teşhire dönüşmesidir.

  1. Epstein’in Şeytanî Ağı: Bugünkü “Yasak Ağaç”

Semboller Aynı, Biçimler Farklı:

Cennet’te – Günümüzde Epstein Sisteminde

Yasak Ağaç – Fuhuş ve istismar ağı
Şeytan – Medya, ideoloji, istihbarat
Avretin açılması – Mahremiyetin istismarı
Cennetten iniş – Toplumun ahlaken çöküşü

Kültürel Dönüşüm:

Bu fuhuş ağı, yalnızca günah pazarlamaz. Bir yaşam tarzı, bir ideolojik normalleştirme projesidir:

Mahremiyet küçümsenir.

Cinsel sınırlar “baskı” diye gösterilir.

Aile kurumu “eski kafalı” sayılır.

Her türlü sapkınlık “özgürlük” kılığına sokulur.

  1. Yahudi Kültürünün ve Mossad’ın Rolü

Jeffrey Epstein’in hem kişisel geçmişi hem bağlantıları:

İsrail Mossad ajanı olduğu yönünde ciddi iddialar ve tanıklar vardır.
Mossad ajanı olduğu kesindir.

Ghislaine Maxwell (ortağı) İngiliz-İsrail bağlantılıdır.

Epstein’in evi, kameralarla dolu bir kontrol merkezidir. Misafirler, gizlice kayda alınır.

Bu, sadece ahlak dışı bir faaliyet değil, şeytanî bir istihbarat operasyonudur. Günah ve çıplaklık üzerinden insanlara hükmetmenin modern versiyonudur.

  1. İslam Ülkeleri ve Gençlik Üzerindeki Tehdit

Bu sistem sadece Batı elitlerini hedef almaz. Hollywood, TikTok, Netflix gibi küresel araçlarla:

İslam ülkelerindeki gençler,

Moda ile örtüsünü atan kızlar,

YouTube, sosyal medya ile zihinleri bulandırılan erkekler,

aynı “yasak ağaç” propagandasıyla karşı karşıyadır. Cazibe, süsleme, yasağın meşrulaştırılması…

  1. Bugünün Yasak Ağacı: Açık Saçıklık, Sefahat, Fuhuş

Efendimiz (sav) buyurur:

> “Zina yaygınlaşmadıkça insanlar helâk olmaz. Zina açık yapılırsa, daha önce bilinmeyen hastalıklar zuhur eder.” (İbn Mâce)

Bugün de:

Fuhşun normalleşmesiyle toplumlar çökmekte,

Aile kurumu çözülmekte,

Cinsiyet ve kimlik karmaşası her yerde yayılmaktadır.

Epstein olayı bunun vitrini, asıl ağ ise sistematik bir din-dışı medeniyet inşasıdır.

Sonuç: Yasak Ağaç Kıssası, Bugünün Gerçeğidir

Kur’an’daki “ağaca yaklaşmayın” emri, sadece Hz. Âdem’e değil; her çağın insanına hitaptır. Epstein vakası bu kıssanın günümüzdeki yeniden tezahürüdür.

İblis hâlâ aynı yalanı fısıldıyor:

> “Bunu yaparsan ebedîleşirsin… Daha özgür, daha güçlü olursun…”

Ama sonuç değişmiyor:

Mahremiyet kaybı, iffet zedelenmesi,

Cennetten uzaklaşma ve dünyevî felaket,

Sonunda kıyametin psikolojik ve sosyolojik hazırlığı.

Makale Özeti:

> Jeffrey Epstein olayı, Kur’ân’daki “yasak ağaç” kıssasının postmodern bir yansımasıdır. Şeytan, tıpkı Hz. Âdem’e olduğu gibi, günümüzde de insanları fuhuş, açık saçıklık, şehvet ve günah üzerinden kandırmakta, kameralarla mahremiyetlerini soyup esir almaktadır. Bu süreç sadece ahlâkî bir çöküş değil, aynı zamanda küresel kıyametin manevî öncüsüdür. Yasak ağaç hâlâ var, yaklaşan yine düşer.

***********

🌐 1. Küresel Şantaj Ağı: “Günah Üzerinden Hükmetmek”

Epstein Modeli nedir?

Genç kızlar ve çocuklar kullanılarak kurulan fuhuş ve şantaj tuzağı, dünya çapında birçok devlet adamını, iş insanını, akademisyeni ve kanaat önderini hedef almıştır.

Epstein bu sistemi yalnızca cinsel sömürü için değil, siyasi denetim ve yönlendirme için inşa etmiştir.

Bu sistemin arkasında istihbarat örgütleri (özellikle Mossad ve CIA) olduğuna dair çok sayıda belge, şahitlik ve analiz vardır.

> Bu sistemde şeytan “yasak meyveyi” göstermez sadece; onu yedirip sonra suç deliliyle esir alır.

🧿 2. Kur’ânî Temsil: “İlk Günahla Açılan Avret, Günümüzün İstismar Ağına Dönüştü”

Âdem ve Havvâ’nın avret yerlerinin açılması, modern dünyada devletlerin, kurumların ve liderlerin mahrem bilgilerinin ortaya saçılması şeklinde tekrar etmektedir.

Mahremiyetin kaybı → Kontrol edilebilirlik,

Günahın belgelenmesi → Rehineye dönüştürme,

Suçun sisteme entegrasyonu → Köleleştirme düzeni.

🌍 3. Şantaj ve Fuhuşla Denetlenen Dünya Liderleri:

Avrupa ve ABD’den Örnekler:

Bill Clinton: Epstein ile onlarca defa uçağına binmiş, “Lolita Express” listelerinde adı geçmiştir.

Prens Andrew: İngiliz kraliyetinden, bizzat genç kızlarla ilişkisi ortaya çıkmış, itibar ve görev kaybına uğramıştır.

Fransa, Almanya, Belçika gibi ülkelerde de yüksek bürokratlar, özellikle freemasonik otellerde çekilen kasetlerle yönlendirilmiştir.

> Bu sistem, liderleri günaha sürükleyip ardından onları utanç ve korkuyla diz çöktürmektedir.

🇹🇷 4. Türkiye’de de Benzeri Kaset Operasyonları:

  1. A) Deniz Baykal Olayı (2010):

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın özel görüntüleri internete sızdırıldı.

Kemal Kılıçdaroğlu o dönem “Ben asla genel başkan olmam” derken kısa sürede görevi devraldı.

Bu olay CHP’nin ideolojik kimliğinde ciddi bir dönüşüm başlattı.

  1. B) Adnan Oktar Olayı:

Kurduğu yapı, fuhuş, şantaj, tehdit ve beyin yıkama mekanizmaları barındırıyordu.

Genç kadınlar hem “manevî eğitim” kisvesiyle hem cinsel istismar ile kullanıldı.

Bu yapı üzerinden iş insanları, medya mensupları ve siyasetçilerle bağlantılar kuruldu.

> Tüm bu olaylar, şeytanın çağdaş versiyonu olan modern ağların, iffetsizliği silah olarak nasıl kullandığını gösteriyor.

🧠 5. Neden Bu Kadar Etkili?

Çünkü fuhuş ve şantaj:

İnsanın en zayıf yönü olan şehveti hedef alır,

Vicdanını susturur, pişmanlık duygusuyla kişiyi çaresiz bırakır,

Açığa çıkma korkusu ile kişiyi kullanılabilir bir kuklaya dönüştürür,

Bu sayede seçimler, politikalar, medya içerikleri, hatta savaş kararları bu tür kişilerin eliyle yönlendirilir.

🔥 6. Şeytanın Stratejisi Aynı: İlk Günah = Modern Şantaj

Şeytan, Cennette şöyle dememiş miydi?

> “Derken şeytan, kapalı olan avret yerlerini birbirine göstermek için onlara fısıldayıp kafalarını karıştırdı ve
“Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı” dedi.
Onlara, “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye de yemin etti.…” (A’râf 20-21)

Bugün de aynı yalanı başka bir versiyonla fısıldıyor:

> “Bu günahı işke, kimse bilmez… Bu partide kameralar kapalı… Bu dosya seni zirveye taşır…”

Sonra o görüntüyle tehdit ediyor, hükmediyor ve yönlendiriyor. Tıpkı Âdem’e “ağaç”la kandırıp, sonra avretini açtırdığı gibi.

📜 7. Sonuç: Günah Üzerinden Dünya Yönetimi

> “Şeytan sizin düşmanınızdır; onu düşman tanıyın.” (Fâtır, 6)

Fuhuş ve kaset operasyonları sadece “Ahlâk dışı olaylar” değil, sistemli küresel dizayn mekanizmalarıdır.

Epistemolojik olarak Kur’an, bu olaylara zamanlar üstü bir uyarı ihtiva etmektedir.

Kim bu ağaçtan yerse, mahremiyeti açılır, iradesi çalınır, hatta cenneti (yani özgürlüğünü) kaybeder.

Özet:

Bugün Epstein gibi fuhuş baronları, şeytanın cennette kurduğu “yasak ağaç” tuzağını modern şehirlerde kurmakta; devlet liderleri, bürokratlar, akademisyenler, medya figürleri bu tuzaklarla ya kandırılmakta ya da susturulmaktadır.

Deniz Baykal’dan Prens Andrew’e, Clinton’dan Oktar’a kadar uzanan bu zincir, Kur’an’da ilk günah olarak işaret edilen “yasak meyveye yaklaşmanın” nasıl modern bir politik ve psikolojik silaha dönüştüğünün ibret verici bir isbatıdır.

www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

Yasak Ağaç ve Açılan Avret: Cennet’ten Dünyaya Düşüşün Hikmeti

Yasak Ağaç ve Açılan Avret: Cennet’ten Dünyaya Düşüşün Hikmeti

  1. Kur’an’da “Bu Ağaca Yaklaşmayın” Emri Nerede Geçer?

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem ve Havvâ’ya “Bu ağaca yaklaşmayın” şeklinde verilen ilahi emir birkaç yerde geçmektedir:

Bakara Suresi 35. ayet:

> “Dedik ki: ‘Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.’”

A’râf Suresi 19. ayet:

> “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın; dilediğiniz yerden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.”

Tâhâ Suresi 117-121:

> “… Ey Âdem! Bu (şeytan) senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra perişan olursun… Ama şeytan onları aldattı ve ayakları kaydı. Böylece çıplaklıkları açığa çıktı…”

  1. O Ağaç Nedir?

Kur’ân, ağacın cinsini bildirmez. Sadece “bu ağaç” diye geçer. Zikredilen şekliyle mühim olan, ağacın ne olduğu değil, ilahi emre riayet meselesidir. Ancak bazı İslam âlimleri yorum yapmıştır:

Taberî: İncir ağacı olduğunu söyleyenler olmuştur.

Fahreddin Râzî: O ağacın belirli bir tür olmasından ziyade, imtihan vesilesi olduğuna dikkat çeker.

İbn Abbas’tan rivayetle: Buğday, hurma, üzüm gibi farklı görüşler vardır.

Aslında bu belirsizlik, dikkatlerin “ağacın türüne” değil, emre itaate çevrilmesini sağlar.

  1. Ağaca Yaklaşmanın Hikmeti ve Önemi Nedir?

Ağaç, “yasak” ile sınır arasında sembol bir sınavdır.

Cennet her nimetiyle serbest kılınmışken, tek bir sınır vardır: “Şu ağaca yaklaşmayın.”

Bu sınır, insanın irade serüveninin başladığı noktadır. İlk emir, ilk imtihan, ilk irade karşılaşmasıdır.

İlahi emir ve nehiylerin insan üzerindeki terbiye edici etkisini sembolize eder.

  1. Avret Yerlerinin Açılması ve Kur’ân’daki Yeri

A’râf Suresi 22. ayet:

> “Böylece onları aldatarak yoldan çıkardı. Ağaçtan tadar tatmaz, avret yerleri kendilerine göründü…”

Tâhâ Suresi 121:

> “Böylece ondan yediler, hemen ayıpları açığa çıktı ve cennet yapraklarıyla örtünmeye başladılar…”

Avret Açılması Ne Anlama Geliyor?

Bu bir ceza değil, bir hal değişimidir.

Günah ile birlikte masumiyet elbisesi sıyrılmış, insan “örtüsüzlüğü” tatmıştır.

İnsanın nefsanî çıplaklığı ve manevî savunmasızlığı başlamıştır.

  1. Ağaçla Avretin Bağlantısı Nedir?

Ağaç, sınırı temsil eder. İtaatsizlikle birlikte örtü (setr) kalkar.

İtaat, örtüdür; isyan, çıplaklıktır.

Bu mecazi çıplaklık daha sonra fıtrî hayâ ile örtünme ihtiyacını doğurmuştur.

>  “Günah, insanı soyundurur, iffeti örter.”

  1. Cennet’ten Dünyaya Gönderilmenin Hikmeti

Bu düşüş bir ceza değil, terfi-i derecât içeren bir hikmettir:

Cennet’te verilen emir ile irade devreye girmiştir.

İrade ile işlenen ilk hata, tövbe ve mağfiret kapısını açmıştır.

Dünya, insanın imtihan sahnesi, emanet taşıyıcılığı görev alanı olmuştur.

> “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara, 2/30)

Bu, düşüş değil; misyonun başlamasıdır.

  1. Bu Günah Ne Kadar Büyüktü?

Günahın büyüklüğünden ziyade, sonuçları büyüktür.

Bu, “sıradan bir hata” gibi görünse de; neticesi açısından insanlık tarihini şekillendirmiştir.

Cennet ortamında bile nefsin kandırılabileceği gösterilmiş, şeytanın hileleri açığa çıkmıştır.

  1. Şeytan Bunu Nasıl Başardı?

A’râf 20: “Rabbiniz size bu ağacı yasak etti; çünkü melek olmayasınız, ebedi kalmayasınız diye…”

Tâhâ 120: “Size sonsuzluk ağacını ve yok olmayan bir mülkü göstereyim mi?”

> Şeytan, yasak olanı “cazip” göstererek kandırdı. Bu hâl, bugünkü reklam ve tüketim psikolojisinin temelidir.

  1. Günümüzde Benzeri Nasıl İşleniyor?

Şeytan hâlâ aynı taktiği kullanıyor: İffet, hayâ, edep sınırlarını kaldırmak.

“Avretin açılması” bugün moda, özgürlük, bireysel haklar ambalajlarıyla sunuluyor.

Tıpkı ilk günah gibi: Süslenen bir haram, arzuyla sunulan bir isyan.

Yahudilerin Rolü:

Tarih boyunca “fuhuş, çıplaklık, iffetsizlik” gibi fitnelerin yayılmasında organize roller üstlenmişlerdir.

Medya, moda, sinema, müzik gibi alanlarda iffetsizliğin sistemleştirilmesinde başat aktör olmuşlardır.

Talmud ve Kabalistik öğretilerde “çıplaklıkla yükselme” gibi sapkın yorumlara rastlanır.

  1. Bugünkü Fuhuş, Açıklık ve Kıyametle İlgisi

Kur’ân ve hadislerde fuhşun yayılması, kıyamet alâmetlerinden sayılmıştır:

> “İnsanlar açık açık zina yapmadıkça, bulaşıcı hastalıklar ve ölümler artmaz.” (İbn Mâce, Fiten 22)

İffetin ortadan kalkması, toplumun manevî dokusunun çözülmesidir.

Bir toplumun hayâsı öldüğünde, medeniyeti de ölmeye mahkûmdur.

SONUÇ VE ÖZET

Kur’an’daki “ağaca yaklaşmayın” emri, sadece geçmişte Hz. Âdem’e değil, bugün tüm insanlığa verilen ilahi bir uyarıdır. Yasak ağaç, sınırdır; avretin açılması ise sınırın çiğnenmesiyle gelen fıtrî bozulmadır.

Şeytan, insanoğlunu ilk andan itibaren iffetsizliğe ve günaha süs vererek kandırmıştır. Bugün de aynısını yapmaktadır. Yahudi kültürü ve modernite, bu sapmayı sistematik hâle getirerek dünya çapında bir çıplaklık medeniyeti kurmuştur.

Bu durum sadece bireysel değil, küresel bir kıyamet tehlikesine gebedir. Zira hayânın kalkması, insaniyetin kalkması demektir.

> Cennette başlayan sınav, dünyada devam etmektedir. Yasak ağaç hâlâ ortadadır. Yaklaşmak, düşüşü getirir; uzak durmak ise yükselişin başlangıcıdır.

*********

  1. Yasak Ağaç ile Epstein Ağı Arasındaki Sembolik ve Ahlakî Bağlantı
  2. A) Yasak Ağaç = Haram Cazibe

Cennetteki yasak ağaç “haram cazibenin” sembolüdür. Meşru birçok nimet içinde bir tek yasak cazip gösterilir.

Epstein’in ağı da “gizli, güçlü, cazibeli, zevkli” görünen ama aslında tamamen haram, sapkın ve sömürücü bir yapıdır.

  1. B) Avretin Açılması = İnsanlığın İffetsizleştirilmesi

Ağaçtan yeme sonucu avret yerlerinin açılması, insanın fıtrî hayâsının soyulmasını sembolize eder.

Epstein ağı ve benzeri küresel fuhuş ağları da bireysel günahın ötesinde, bir medeniyetin örtüsünü soymaya çalışmaktadır.

  1. Epstein Skandalı: Modern Zamanların Şeytanî Ağacı

Epstein sadece bir şahıs değil, şeytanî bir sistemin vitriniydi.

Arkasında ABD elitleri, İngiliz kraliyet ailesi, İsrail istihbaratı (Mossad), büyük medya, Hollywood ve finans çevreleri gibi aktörler vardı.

Bu yapı, fuhuşu ve çocuk istismarını, siyasi baskı, şantaj ve ideolojik dönüşüm için kullanıyordu.

> Tıpkı şeytanın “sonsuzluk ağacı” yalanıyla Hz. Âdem’i kandırması gibi, bu yapı da zevk, güç, özgürlük yalanlarıyla insanları ifsada sürüklüyordu.

  1. Epstein’in Fuhuş Ağı: Tüm Dünyaya Yayılmış Bir “Yasak Ağaç” Tuzağı

ABD ve Avrupa’da:

Elitlerin katıldığı “partiler” aslında kontrollü günah merkezleriydi.

CIA, Mossad gibi servisler bu alanlarda çekilen görüntülerle insanları kontrol altına alıyordu.

İslam Ülkeleri ve Türkiye’de:

Hollywood, Netflix, TikTok gibi kültür ihracatıyla, iffet duygusu aşındırıldı.

Bazı zengin Araplar bu sisteme dahil edildi. Lüks, şehvet ve yozlaşma pompalandı.

Mekke ve Medine’ye Bile Etkisi:

Suudi Arabistan’da “modernleşme” adı altında konserler, karma etkinlikler yapıldı. Bu, manevî Cennet mekânına “yasak ağacın” taşınmasıdır.

  1. Yahudî Kültürü ve Şeytanî Şebekelerdeki Rolü

Epstein’in yakın ilişkili olduğu kişi: Ghislaine Maxwell (İngiliz-İsrail bağlantılı).

İsrail istihbaratına çalıştığına dair birçok delil ve şahitlik var.

Bu olay sadece bir fuhuş ağı değil, sapkın ideolojilerin nüfuz operasyonudur.

> Nitekim Tevrat dışı kabalistik öğretilerde günah üzerinden “yükselme” ve “tanrısallaşma” gibi şeytanî inançlar yer alır. Bu, İslam’a zıttır ve insanı hayvanlaştırır.

  1. Kur’ânî Bağlantı ve Kıyamet Alameti

Kur’an’da fuhuşun yayılması, çıplaklık, iffetsizlik ve hayasızlık ile beraber gelen azaplar açıkça anlatılır:

> “Fuhşiyat (çirkin işler) yaygınlaşınca, geçmiş ümmetlerde görülmeyen hastalıklar çıkar.” (İbn Mâce)

Epstein gibi şebekeler sadece bireyleri değil, toplumların manevî bağışıklığını çökertir.

Bu, kıyametin psikolojik ve sosyolojik altyapısını oluşturan bir süreci hızlandırır.

  1. Düşünce ve Ahlaki Sonuçlar

Yasak ağaç hikâyesi ile Epstein dosyası, insanlık tarihinde aynı şeytanın farklı kıyafetlerle çalıştığını gösterir.

Cennet’teki ilk günah, bugün lüks odalarda, özel adalarda, süslenmiş medyada yeniden üretiliyor.

Günahın örtüsü kalkınca, insanın onuru, mahremiyeti ve maneviyatı da soyuluyor.

SONUÇ: Şeytanın Yeni Sofrası, Aynı Ağaç

Epstein fuhuş ağı, “ağaca yaklaşmayın” ilahi emrine karşı küresel bir başkaldırının organizasyonudur. Bu örgütlü sapkınlık, sadece bireysel bir ahlaksızlık değil; insanlığın iradesini ipotek altına alma çabasıdır. Aynı şeytan, bu sefer ağaç değil ada, meyve değil beden sunuyor.

İslam ülkeleri de bu ifsad dalgasından kaçamaz; ancak Kur’ân ve Sünnet ile kendini koruyan toplumlar, bu “iblisî kıyamet”ten kurtulabilir.

> “Şeytan sizin düşmanınızdır; onu düşman tanıyın.” (Fâtır, 35/6)

*********

Epstein ve Yasak Ağaç: Şeytanın Modern Tuzakları

Yasak Meyveden Cinsel Şantaja, Cennetten Manhattan Adasına: Tarih Boyunca İffetin Kuşatılması

Giriş: Yasak Ağaç Cennette Kaldı Sananlar Aldanır

İlk insan ve ilk günah… Kur’ân-ı Kerim’in anlattığı Hz. Âdem ve Havvâ kıssası, sadece tarihî bir olay değil; tüm insanlığın kaderini şekillendiren evrensel bir semboldür. Cennette her şey serbest iken yalnızca bir ağaç yasaklanmıştır. Fakat şeytan, bu yasağı cazip göstererek insanın iradesini tuzağa düşürür. Sonuç? Avret yerlerinin açılması, mahremiyetin kaybı, cennetten kopuş ve dünyaya iniş…

Bugün, modern dünyanın başkentlerinde, bu kıssa yeniden yaşanmakta, fakat bu defa “ağaç” yerine “adalar”, “yasak meyve” yerine ise küresel fuhuş ağları ve şantaj videoları vardır. Bu açıdan, ifşa olan Jeffrey Epstein vakası, sadece bir ahlâk skandalı değil, insanlık tarihinin ilk günahının postmodern versiyonudur.

  1. Yasak Ağaç Nedir, Neyi Temsil Ederdi?

Kur’an’da geçen “bu ağaca yaklaşmayın” (Bakara 35, A’râf 19, Tâhâ 120) emri, ağacın türü ne olursa olsun, insanın karşısına çıkan haramla ilk sınavı temsil eder. Bu sınav:

Cazip görünen bir şeyin arkasındaki tehlikeyi kavrayabilme imtihanı,

Fıtrat ile heva arasındaki ilk çatışmadır.

İşte bu kıssa, şeytanın insanı ayartmak için kullandığı temel stratejiyi ortaya koyar:

> “Size sonsuzluk ağacını ve yok olmayan bir mülkü göstereyim mi?” (Tâhâ 120)

Bugün de aynı sözler, medya aracılığıyla fısıldanmaktadır:

> “Özgürlük, sınırsız haz, mahremiyetsiz mutluluk, bedenin pazarlanması…”

  1. Epstein Dosyası: Modern Şeytanın Tuzak Mekanizması

Kimdir Epstein?

Jeffrey Epstein; görünüşte zengin bir yatırımcı, perde arkasında ise uluslararası fuhuş, şantaj ve istismar ağı kurucusudur.

Kurbanları: Çoğu 13-17 yaş arası genç kızlar.

Müşterileri: Prensler, başkanlar, milyarderler, akademisyenler, medya patronları.

Mekânlar: Manhattan’da gökdelenler, Karayipler’de “özel ada”, jetler, malikaneler.

Epstein olayı bir kişiden ibaret değildir. O, şeytanî düzenin bir taşeronudur. Kurduğu ağ, küresel güç elitlerinin zafiyetlerini kayda alarak onları denetim altına alan, organize bir ahlaksızlık tuzağıdır.

  1. Cennette Avretin Açılması – Manhattan’da Kameraların Açılması

Kur’an’a göre, ilk günahın sonucu:

> “Böylece ağaçtan yediler, avret yerleri açıldı.” (A’râf 22, Tâhâ 121)

Epstein vakasında da aynı ilke çalışır. Ancak bu sefer:

Fiziksel soyunma bir ifşa unsuruna dönüşmüştür.

Kayıt altına alınan çıplaklık, şantaj, kontrol ve yönlendirme için kullanılır.

Mahremiyetin kaybı, sadece bireysel değil, sistematik ve küresel bir esaret halini almıştır.

Bu, cennette açılan avretin, dünyada kamusal çıplaklığa, kültürel teşhire dönüşmesidir.

  1. Epstein’in Şeytanî Ağı: Bugünkü “Yasak Ağaç”

Semboller Aynı, Biçimler Farklı:

Cennet’te – Günümüzde Epstein Sisteminde

Yasak Ağaç – Fuhuş ve istismar ağı
Şeytan – Medya, ideoloji, istihbarat
Avretin açılması – Mahremiyetin istismarı
Cennetten iniş – Toplumun ahlaken çöküşü

Kültürel Dönüşüm:

Bu fuhuş ağı, yalnızca günah pazarlamaz. Bir yaşam tarzı, bir ideolojik normalleştirme projesidir:

Mahremiyet küçümsenir.

Cinsel sınırlar “baskı” diye gösterilir.

Aile kurumu “eski kafalı” sayılır.

Her türlü sapkınlık “özgürlük” kılığına sokulur.

  1. Yahudi Kültürünün ve Mossad’ın Rolü

Jeffrey Epstein’in hem kişisel geçmişi hem bağlantıları:

İsrail Mossad ajanı olduğu yönünde ciddi iddialar ve tanıklar vardır.
Mossad ajanı olduğu kesindir.

Ghislaine Maxwell (ortağı) İngiliz-İsrail bağlantılıdır.

Epstein’in evi, kameralarla dolu bir kontrol merkezidir. Misafirler, gizlice kayda alınır.

Bu, sadece ahlak dışı bir faaliyet değil, şeytanî bir istihbarat operasyonudur. Günah ve çıplaklık üzerinden insanlara hükmetmenin modern versiyonudur.

  1. İslam Ülkeleri ve Gençlik Üzerindeki Tehdit

Bu sistem sadece Batı elitlerini hedef almaz. Hollywood, TikTok, Netflix gibi küresel araçlarla:

İslam ülkelerindeki gençler,

Moda ile örtüsünü atan kızlar,

YouTube, sosyal medya ile zihinleri bulandırılan erkekler,

aynı “yasak ağaç” propagandasıyla karşı karşıyadır. Cazibe, süsleme, yasağın meşrulaştırılması…

  1. Bugünün Yasak Ağacı: Açık Saçıklık, Sefahat, Fuhuş

Efendimiz (sav) buyurur:

> “Zina yaygınlaşmadıkça insanlar helâk olmaz. Zina açık yapılırsa, daha önce bilinmeyen hastalıklar zuhur eder.” (İbn Mâce)

Bugün de:

Fuhşun normalleşmesiyle toplumlar çökmekte,

Aile kurumu çözülmekte,

Cinsiyet ve kimlik karmaşası her yerde yayılmaktadır.

Epstein olayı bunun vitrini, asıl ağ ise sistematik bir din-dışı medeniyet inşasıdır.

Sonuç: Yasak Ağaç Kıssası, Bugünün Gerçeğidir

Kur’an’daki “ağaca yaklaşmayın” emri, sadece Hz. Âdem’e değil; her çağın insanına hitaptır. Epstein vakası bu kıssanın günümüzdeki yeniden tezahürüdür.

İblis hâlâ aynı yalanı fısıldıyor:

> “Bunu yaparsan ebedîleşirsin… Daha özgür, daha güçlü olursun…”

Ama sonuç değişmiyor:

Mahremiyet kaybı, iffet zedelenmesi,

Cennetten uzaklaşma ve dünyevî felaket,

Sonunda kıyametin psikolojik ve sosyolojik hazırlığı.

Makale Özeti:

> Jeffrey Epstein olayı, Kur’ân’daki “yasak ağaç” kıssasının postmodern bir yansımasıdır. Şeytan, tıpkı Hz. Âdem’e olduğu gibi, günümüzde de insanları fuhuş, açık saçıklık, şehvet ve günah üzerinden kandırmakta, kameralarla mahremiyetlerini soyup esir almaktadır. Bu süreç sadece ahlâkî bir çöküş değil, aynı zamanda küresel kıyametin manevî öncüsüdür. Yasak ağaç hâlâ var, yaklaşan yine düşer.

***********

🌐 1. Küresel Şantaj Ağı: “Günah Üzerinden Hükmetmek”

Epstein Modeli nedir?

Genç kızlar ve çocuklar kullanılarak kurulan fuhuş ve şantaj tuzağı, dünya çapında birçok devlet adamını, iş insanını, akademisyeni ve kanaat önderini hedef almıştır.

Epstein bu sistemi yalnızca cinsel sömürü için değil, siyasi denetim ve yönlendirme için inşa etmiştir.

Bu sistemin arkasında istihbarat örgütleri (özellikle Mossad ve CIA) olduğuna dair çok sayıda belge, şahitlik ve analiz vardır.

> Bu sistemde şeytan “yasak meyveyi” göstermez sadece; onu yedirip sonra suç deliliyle esir alır.

🧿 2. Kur’ânî Temsil: “İlk Günahla Açılan Avret, Günümüzün İstismar Ağına Dönüştü”

Âdem ve Havvâ’nın avret yerlerinin açılması, modern dünyada devletlerin, kurumların ve liderlerin mahrem bilgilerinin ortaya saçılması şeklinde tekrar etmektedir.

Mahremiyetin kaybı → Kontrol edilebilirlik,

Günahın belgelenmesi → Rehineye dönüştürme,

Suçun sisteme entegrasyonu → Köleleştirme düzeni.

🌍 3. Şantaj ve Fuhuşla Denetlenen Dünya Liderleri:

Avrupa ve ABD’den Örnekler:

Bill Clinton: Epstein ile onlarca defa uçağına binmiş, “Lolita Express” listelerinde adı geçmiştir.

Prens Andrew: İngiliz kraliyetinden, bizzat genç kızlarla ilişkisi ortaya çıkmış, itibar ve görev kaybına uğramıştır.

Fransa, Almanya, Belçika gibi ülkelerde de yüksek bürokratlar, özellikle freemasonik otellerde çekilen kasetlerle yönlendirilmiştir.

> Bu sistem, liderleri günaha sürükleyip ardından onları utanç ve korkuyla diz çöktürmektedir.

🇹🇷 4. Türkiye’de de Benzeri Kaset Operasyonları:

  1. A) Deniz Baykal Olayı (2010):

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın özel görüntüleri internete sızdırıldı.

Kemal Kılıçdaroğlu o dönem “Ben asla genel başkan olmam” derken kısa sürede görevi devraldı.

Bu olay CHP’nin ideolojik kimliğinde ciddi bir dönüşüm başlattı.

  1. B) Adnan Oktar Olayı:

Kurduğu yapı, fuhuş, şantaj, tehdit ve beyin yıkama mekanizmaları barındırıyordu.

Genç kadınlar hem “manevî eğitim” kisvesiyle hem cinsel istismar ile kullanıldı.

Bu yapı üzerinden iş insanları, medya mensupları ve siyasetçilerle bağlantılar kuruldu.

> Tüm bu olaylar, şeytanın çağdaş versiyonu olan modern ağların, iffetsizliği silah olarak nasıl kullandığını gösteriyor.

🧠 5. Neden Bu Kadar Etkili?

Çünkü fuhuş ve şantaj:

İnsanın en zayıf yönü olan şehveti hedef alır,

Vicdanını susturur, pişmanlık duygusuyla kişiyi çaresiz bırakır,

Açığa çıkma korkusu ile kişiyi kullanılabilir bir kuklaya dönüştürür,

Bu sayede seçimler, politikalar, medya içerikleri, hatta savaş kararları bu tür kişilerin eliyle yönlendirilir.

🔥 6. Şeytanın Stratejisi Aynı: İlk Günah = Modern Şantaj

Şeytan, Cennette şöyle dememiş miydi?

> “Derken şeytan, kapalı olan avret yerlerini birbirine göstermek için onlara fısıldayıp kafalarını karıştırdı ve
“Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı” dedi.
Onlara, “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye de yemin etti.…” (A’râf 20-21)

Bugün de aynı yalanı başka bir versiyonla fısıldıyor:

> “Bu günahı işke, kimse bilmez… Bu partide kameralar kapalı… Bu dosya seni zirveye taşır…”

Sonra o görüntüyle tehdit ediyor, hükmediyor ve yönlendiriyor. Tıpkı Âdem’e “ağaç”la kandırıp, sonra avretini açtırdığı gibi.

📜 7. Sonuç: Günah Üzerinden Dünya Yönetimi

> “Şeytan sizin düşmanınızdır; onu düşman tanıyın.” (Fâtır, 6)

Fuhuş ve kaset operasyonları sadece “Ahlâk dışı olaylar” değil, sistemli küresel dizayn mekanizmalarıdır.

Epistemolojik olarak Kur’an, bu olaylara zamanlar üstü bir uyarı ihtiva etmektedir.

Kim bu ağaçtan yerse, mahremiyeti açılır, iradesi çalınır, hatta cenneti (yani özgürlüğünü) kaybeder.

Özet:

Bugün Epstein gibi fuhuş baronları, şeytanın cennette kurduğu “yasak ağaç” tuzağını modern şehirlerde kurmakta; devlet liderleri, bürokratlar, akademisyenler, medya figürleri bu tuzaklarla ya kandırılmakta ya da susturulmaktadır.

Deniz Baykal’dan Prens Andrew’e, Clinton’dan Oktar’a kadar uzanan bu zincir, Kur’an’da ilk günah olarak işaret edilen “yasak meyveye yaklaşmanın” nasıl modern bir politik ve psikolojik silaha dönüştüğünün ibret verici bir isbatıdır.

www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

Cennetten Sürgüne: Yasak Ağacın Sırrı ve İnsanlığın İmtihanı

Cennetten Sürgüne: Yasak Ağacın Sırrı ve İnsanlığın İmtihanı

Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva’nın (a.s) cennette iken kendilerine hitaben “Şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz” buyrulduğu yerler, genel olarak Bakara Suresi 35. ayet ve Araf Suresi 19. ayettir. Bu ilahi emir, sadece basit bir yasağı değil, insanlığın varoluşsal serüvenindeki en önemli dönüm noktalarından birini işaret eder.

Peki, bu ağacın hikmeti nedir, neden bu kadar önemlidir ve İslam alimleri bu konuda neler beyan etmiştir?

Yasak Ağacın Hikmeti ve Mahiyeti
Kur’an’da bahsedilen **“ağaç”**ın mahiyeti hakkında İslam alimleri farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Kimi alimler, bunun gerçek bir meyve ağacı olduğunu belirtirken, kimileri ise mecazi bir anlam taşıdığını, bir nevi “bilgi ağacı” ya da “sonsuzluk ağacı” gibi sembolik bir anlatım olduğunu ifade etmişlerdir. Yaygın kabul gören görüşlerden biri, bu ağacın aslında bir imtihan aracı olduğudur. Cennet, sınırsız nimetlerle dolu bir yer olmasına rağmen, Allah Teâlâ’nın iradesine mutlak itaati sınayan küçük bir yasak konulmuştur. Bu, insan iradesinin özgürlüğünü ve aynı zamanda sorumluluğunu anlatır.
Bu ağacın neden bu kadar önemli olduğu sorusunun cevabı, insanın kulluk bilinci ve itaat kavramı ile yakından ilişkilidir. Allah’a mutlak teslimiyet, cennetteki varlığın temel şartıdır. Küçük bir yasağa uymamak, bu teslimiyetten sapmanın ve ilahi iradeye karşı gelmenin ilk adımı olmuştur. Bu olay, insanlığa irade-i cüziyye ile irade-i külliye arasındaki dengeyi, hürriyetin sınırlarını ve sorumluluğun ağırlığını öğretmiştir.

Avret Yerlerinin Açılması ve Bağlantısı

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem ve Hz. Havva’nın yasak ağaçtan yemeleri sonucunda avret yerlerinin açıldığı Bakara Suresi 35. ayet ve Araf Suresi 22. ayetlerde açıkça belirtilir. Bu durum, sadece fiziksel bir açıklık değil, aynı zamanda manevi bir arınmanın ve masumiyetin yitirilmesinin bir göstergesidir. Cennetteki yaşam, arınmışlık ve örtülülükle karakterizedir. Günah işlendiğinde, bu masumiyet perdesi kalkmış ve insan, kendi aciziyetinin ve eksikliğinin farkına varmıştır.

Ağaçla avret yerinin bağlantısı, günahın sonuçlarıyla ilgilidir. Cennette her şey mükemmel ve kusursuzdur. Avret yerlerinin açılması, bu mükemmel düzenin bozulduğunun ve bir kusurun ortaya çıktığının sembolüdür.

İnsan, Allah’ın emrine karşı gelmekle, hem ruhsal hem de bedensel bir zaafiyet içine düşmüş, cennetin doğal örtüsünden mahrum kalmıştır. Bu durum, günahın insan üzerindeki olumsuz etkilerini ve manevi kirliliğini açıkça gözler önüne serer.

Cennetten Dünyaya Gönderiliş: Büyük Bir Suç mu?

Bu konuda Bediuzzaman bu meseleyi veciz ve küllî mana ifade edecek şekilde izah ve tesirini yapmıştır.
https://kulliyat.
risaleinurenstitusu.org/mektubat/on-ikinci-mektub/46
https://youtu.be/U5LhEFO9yq0
https://youtu.be/rU_a6Ljpmls
https://youtu.be/ggbXsKRGzZU )

Hz. Adem ve Hz. Havva’nın cennetten dünyaya gönderilmesi, genellikle “büyük bir suç” olarak anlaşılır. Ancak İslami talimde bu olay, bir cezadan ziyade, insanlığın yeryüzündeki halifelik misyonunun başlangıcı ve bir imtihanın devamı olarak kabul edilir. Allah Teâlâ, Adem’i yeryüzünde bir halife olarak yaratacağını meleklere daha başlangıçta bildirmiştir (Bakara Suresi 30. ayet). Dolayısıyla, cennetten dünyaya gönderiliş, ilahi planın bir parçasıdır ve insanın kendi iradesiyle kemale ermesi için bir fırsattır.
Bu, insanlığın Allah’a yönelme, tövbe etme, iyilik yapma ve yeryüzünü imar etme potansiyelini barındıran bir süreçtir. Suçun büyüklüğünden ziyade, insanın tövbe etme ve affedilme kapasitesi anlatılır.
Hz. Adem ve Hz. Havva’nın hemen tövbe etmeleri ve Allah’ın da bu tövbelerini kabul etmesi, ilahi rahmetin sonsuzluğunu ve insanın hata yapma potansiyeline rağmen doğru yolu bulabileceğini gösterir.

Şeytanın Rolü ve Günahın Dünyadaki Yansımaları

Şeytan, yasak ağaç olayında aktif bir rol oynamış, Hz. Adem ve Hz. Havva’yı kandırarak Allah’ın emrine karşı gelmeye teşvik etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu durum, Şeytan’ın “vesvese” vermesi ve “aldatması” şeklinde ifade edilir (Araf Suresi 20-22. ayetler).

Şeytan, insana “sonsuzluk” ve “mülk” vaadiyle yaklaşmış, onları cennette ebedi kılma ve meleklere dönüştürme gibi yalan vaatlerle aldatmıştır. Bu, Şeytan’ın temel taktiğini, yani insanı nefsani arzularına ve hırslarına yönlendirerek doğru yoldan saptırmasını açıkça ortaya koyar.
Günahın bu benzeri, dünyada sürekli olarak işlenmektedir. İnsanlık, sürekli olarak Şeytan’ın vesveseleri ile karşı karşıyadır.

Günümüzde işlenen fuhuş, fahişelik, sefahet ve açık saçıklık, yasak ağaçla başlayan o ilk günahın farklı tezahürleridir. Nasıl ki yasak ağaçtan yiyerek avret yerleri açıldı ve masumiyet perdesi kalktıysa, günümüzde de bu tür davranışlar insanın manevi örtüsünü kaldırmakta, ruhsal kirliliğe yol açmakta ve toplumsal ahlakı yozlaştırmaktadır.

Yahudilerin bu günahın işlenmesindeki rolü, özellikle Tevrat’taki ve bazı Yahudi metinlerindeki “ilk günah” anlatımlarının yorumlanmasıyla ilgilidir. Bazı yorumlar, Şeytan’ın (Satan) rolünü ve yılanın (nahash) Hz. Havva’yı kandırmasını farklı boyutlarda ele alır. Ancak Kur’an perspektifinden bakıldığında, esas vurgu, insanın kendi iradesiyle yaptığı tercihler ve Şeytan’ın süregelen saptırıcı faaliyetleridir.

Bu günahın işlenişi, her insanın bireysel sorumluluğuna ve Şeytan’ın genel insanlık üzerindeki etkisine odaklanmak ifade eder.

Dünyanın Kapanması ve Kıyametle İlişkisi

Dünyada işlenen fuhuş, fahişelik, sefahet ve açık saçıklık gibi günahlar, kesinlikle yasak ağaçla başlayan günah zincirinin bir uzantısıdır. Bu tür davranışlar, insanlığın yaratılış gayesinden uzaklaşmasına, ahlaki değerlerin yozlaşmasına ve Allah’ın sınırlarının ihlal edilmesine yol açar. Toplumsal olarak bu tür günahların yaygınlaşması, ilahi gazabın tecellisine ve kıyametin kopmasına sebep olabilir mi?

Evet, Kur’an ve Sünnet’e göre, Allah Teâlâ’nın emirlerine isyanın, ahlaki yozlaşmanın ve haddi aşmanın yaygınlaşması, kıyamet alametlerinden biri olarak kabul edilir. Yeryüzünde fesat ve zulüm arttığında, Allah’ın belirlediği denge bozulur. “Fısk u fücurun” yani günahkarlığın ve aşırılığın artması, dünyanın sonunun gelmesine ve kıyametin kopmasına sebep olan önemli faktörlerdendir. Her ne kadar kıyametin kesin zamanını sadece Allah bilse de, insanoğlunun günahlarındaki ısrarı ve aşırılıkları, ilahi takdirin tecellisine zemin hazırlayabilir. Bu durum, insanlığa sürekli bir uyarı niteliğindedir: Hayatın anlamı ve amacı, Allah’ın rızasını kazanmak ve ilahi sınırlara riayet etmektir. Aksi takdirde, hem bireysel hem de toplumsal olarak felaketlere yol açılabilir.

Makalenin Özeti
Kur’an’da Hz. Adem ve Hz. Havva’ya cennette yasaklanan ağaç, Bakara 35 ve Araf 19’da geçer.
Bu ağaç, insanın itaatini ve iradesini sınayan bir imtihan aracıdır. Ondan yemeleriyle avret yerlerinin açılması, masumiyetin ve manevi örtünün kaybını sembolize eder. Cennetten dünyaya gönderilmeleri, bir ceza değil, yeryüzünde halifelik misyonunun başlangıcı ve bir tekâmül süreci olarak görülür. Şeytan’ın aldatmasıyla gerçekleşen bu ilk günah, dünyadaki fuhuş ve ahlaki yozlaşma gibi günahların bir benzeridir. Bu tür günahların yaygınlaşması, toplumsal çöküşe ve kıyametin gelmesine sebep olabilecek önemli alametlerden sayılır. Tüm bu süreç, insanlığa sürekli bir imtihan ve tövbe çağrısı niteliğindedir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

Kudretin Sessiz İmtihanı: Gazze ve İnsanlığın Kırılma Noktası

Kudretin Sessiz İmtihanı: Gazze ve İnsanlığın Kırılma Noktası

Bir Kutunun Ardında Yıkılan Vicdan

Bugün, bir bebek mamasının ulaştırılamamasıyla can veren Yusuf Muhammed es-Safedi, sadece Gazze’nin değil, insanlığın da açlıktan öldüğünün ilanıdır. UNRWA’nın 6 bin tır yardımının kapıda bekletilmesi, sadece Gazze halkının değil, aynı zamanda uluslararası hukukun, vicdanın ve aklın da kuşatma altına alındığını gösteriyor.

Gazze; açlıkla, bombayla, susuzlukla yok edilmeye çalışılan bir halkın değil, susturulmuş, seyirci kalmış bir dünyanın vicdan tablosudur. İsrail’in zulmü artık sadece bir ulusu hedef almıyor; insanlık kavramının içini boşaltıyor.

  1. Tarih Tekerrür mü Ediyor, Yoksa Takrir mi?

Tarih, Firavunların, Nemrutların ve Ebu Cehillerin zulümleriyle doludur. Ancak bu tiranlar, daima zulümlerine meşruiyet sağlayacak bir “sessiz çoğunluğa” ihtiyaç duymuşlardır. Bugün bu sessiz çoğunluk, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırıma göz yuman devletler, suskun medya organları ve korkudan ya da çıkar kaygısıyla susan akademi dünyasıdır.

Almanya gibi İsrail’in arka bahçesi hâline gelen ülkeler bile artık bu vahşetin ağırlığını taşıyamıyor. Başbakan Friedrich Merz’in “kirli işleri bizim adımıza yapıyor” itirafı, aslında Batı’nın kendi günahlarının vekâleten işletildiğini kabul etmesidir. Bu cümle, modern çağın en büyük diplomatik öz eleştirilerinden biridir.

  1. Akıl, Ahlâk ve Bilim Nerede Duruyor?

Modern dünya, insan hakları, demokrasi ve özgürlük adına sözde değerler inşa etti. Peki bu değerler, açlıktan ölen çocuklara neden uğramıyor? Yapay zekâyla kanser çözümleri üreten bir dünya, neden bir kutu mamasını ulaştıramıyor?

Bu durum, bize şunu gösteriyor: Bilim ve teknoloji ahlâkî temele dayanmazsa zulmü büyütür. Gazze’de yıkım, sadece füzeyle değil, yalanla, manipülasyonla ve sessizlikle inşa edilmektedir.

III. Gazze: Bir Laboratuvar mı, Bir Mahşer mi?

Gazze’de yaşananlar birer istatistik değil; ilahî bir imtihanın sahnesidir. İnsanlık, burada sınanıyor. Vicdanlar, inançlar, akıllar ve ideolojiler Gazze’de tartılıyor.

Kur’an’da Hz. Nûh’un duası (Nûh Sûresi 26–28), çağlar üstü bir hakikati dile getirir: Zalim nesiller, kendileri gibi zalimleri doğurur. Onları yeryüzünde bırakmak, sadece zulmü çoğaltır. Bugün de Gazze’de İsrail’in yaptığı sadece mevcut halkı yok etmek değil; yeryüzüne yeni Firavunlar doğurmaktır.

  1. İbretlik Bir Sessizlik: Kimin Duvarı Daha Kalın?

Gazze halkı “Duvarlara mı konuşuyoruz?” diye haykırıyor. Bu, sadece çaresiz bir halkın değil, hakikatin sesini duyuramayan bir dünyanın da çığlığıdır. Belki de en kalın duvarlar, Beyaz Saray’ın, Avrupa Parlamentosu’nun veya Birleşmiş Milletler’in içindedir.

  1. Kaderin Sırrı: Sessizlik, Zulmü Değil, Sonu Hazırlar

Tarih, zalimlerin saltanatının sonsuz olmadığını defalarca gösterdi. Ancak bu defa farklı olan şey, zulmün kameralar önünde, canlı yayınla yapılmasıdır. Belki bu, ahir zamanın alâmetidir. Belki bu, dünyanın kıyamete en yakın aynasıdır.

Ama Allah’ın vaadi haktır: “Zalimler için asla kurtuluş yoktur.” (Kasas, 37)

Sonuç: Zamanın Şahitliği ve Duanın Gücü

Zaman, hem zalimi hem mazlumu yazar. Ancak Allah’ın defterine, yalnızca niyet ve dua geçer. Bugün bizler, Yusuf es-Safedi bebek için ağlamıyorsak, kendimiz için ağlamalıyız. Zira vicdanını kaybetmiş bir toplumun geleceği, bombadan daha tehlikelidir.

Ey Rabbimiz! Hz. Nûh’un duasıyla dua ediyoruz: Zalimlerin kökünü kurut! Onlara mühlet verme. Onlar senin kullarını yoldan çıkarıyorlar. Bizi ve tüm mazlumları bağışla. Gazze’yi sabırla, bizi dirayetle donat. Âmin.

Özet:

İsrail’in Gazze’ye yönelik zulmü, sadece bir savaş değil, insanlığın utancıdır.

Almanya bile bu zulme destek vermekten yorulmuş, diplomatik çağrılar yapmıştır.

Bilim ve teknoloji ahlâk temelli olmadığında zulme aracılık eder.

Gazze halkı açlıktan ölürken dünya sessiz ve etkisiz kalmakta.

Kur’an’da Hz. Nûh’un duası, zalimlerin kökünün kazınması için bir kıyam çağrısıdır.

İnsanlığın vicdanı ve duası hâlâ Gazze’den sorumludur.

Sonuç: Zulüm devam edebilir; ama ebedi değildir. Zulmün sonu, kaderin hakemliğinde yazılır.

********

“Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!
Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.
Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!” Nuh Sûresi 26-28. Ayet.

Allahım aynı bedduayı İsrail ve destekçileri için de uygula.

www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

İnsanın Yolculuğu: Hakikat, Şükür ve İman Ekseni

İnsanın Yolculuğu: Hakikat, Şükür ve İman Ekseni

Kâinatın engin sahnesinde, insan denilen mucizevi varlık, varoluş gayesini arayan bir yolcudur. Bedîüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadeleriyle derinleşen bu yolculukta, hakikatin elmasları ile dünya heveslerinin cam kırıkları arasındaki tercih, insanın kaderini belirler. Nefsin ve şeytanın fısıltılarına kulak verenler “esfel-i safilîn”e düşerken, Hak ve Kur’an’ın sesine uyanlar “a’lâ-yı illiyyîn”e yükselir ve kâinatın güzel bir takvimi haline gelirler.
Bu, sadece bir iman meselesi değil, aynı zamanda varoluşun en temel bilimsel ve felsefi sorgulamalarını da içinde barındıran bir hakikattir.

Hakikatin Elmasları ve Dünya Heveslerinin Cam Kırıkları

***********

Bedîüzzaman, vicdanını dünyaya satan, hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele edenleri “insan suretindeki yılanlar” olarak nitelendirir. Bu ifadeler, basit bir ahlaki eleştirinin ötesinde, insan fıtratının en derin çelişkisine işaret eder. Modern bilim ve teknoloji, insana sayısız imkân sunarken, aynı zamanda maddeye ve geçici lezzetlere olan düşkünlüğü körükleyebilir.
Sanal gerçeklik dünyaları, hızlı tüketim kültürü ve anlık hazlar peşinde koşma eğilimi, “hakikat elmasları” olan manevi değerleri göz ardı etmeye itebilir. Oysa gerçek bilimsel çalışmalar, kâinatın işleyişindeki mükemmeliyeti ve her zerresindeki ilahi sanatı keşfederken, insanı acizliğinden ve cehaletinden arındırarak daha yüce hakikatlere kapı aralar. Risale-i Nur, bu noktada bir tefsir ve rehber olarak devreye girer; kâinat kitabının ayetlerini okuyarak, maddenin ötesindeki manevi âlemleri, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini gözler önüne serer. Bu, sadece kalbe hitap eden bir talim değil, aynı zamanda aklı da ikna eden bir programdır.

*********

Şükür: Manevi Lezzetlerin Anahtarı
“Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma!” uyarısı, modern insanın en büyük handikaplarından birini dile getirir. Fani zevkler, ardında manevi elemler ve teessüfler bırakırken, sıkıntılar ve elemler bilakis manevi lezzetler ve uhrevi sevaplar verir. Bu paradoks, şükür kavramıyla çözülür. Yenilen lezzetli bir nimetin şükür vasıtasıyla bir nur ve uhrevi bir meyve-i Cennet olması, şükrün sadece bir ibadet değil, aynı zamanda varoluşu dönüştüren bir anahtar olduğunu gösterir.

Nankörlüğün mizanı hırs ve israf, hürmetsizlik ve haram helal demeyip rastgele yemek iken, şükür, bereketi ve huzuru beraberinde getirir. Teknoloji çağında, her şeye kolayca ulaşabilme yanılması, şükür duygusunu köreltebilir. Ancak, bir programın algoritması bile bir amaca hizmet ederken, kâinatın her zerresi bir hikmetle yaratılmış ve sayısız nimetle donatılmıştır. Bilimsel bir keşif dahi, o keşfin altında yatan ilahi yasalara ve düzenlemelere karşı bir hayranlık ve şükür hissiyatı uyandırmalıdır.

***********

İnsanın Yükümlülüğü ve Yaratıcısıyla İlişkisi
İnsan, sema, arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri “emanet-i kübra”yı omuzlanan, iki acayip yolun (hayır ve şer) önünde duran, geniş bir ubudiyetle mükellef bir varlıktır. Kâinatın sultanının ism-i a’zamına mazhar, bütün esmasına bir cami’ ayine ve hitabat-ı Sübhaniyesine en anlayışlı muhataptır. Bu yüce makam, insana büyük bir sorumluluk yükler. Allah’ın rahmetinin cemalini, şefkatinin güzelliğini ve rububiyetinin kemalini göstermek için bu kâinatın bir ziyafetgâh, bir teşhirgâh ve bir seyrangâh olarak yaratıldığı gerçeği karşısında, insanın vazifesi şükür ve hamd etmektir. Akıl, her şeyin arkasındaki Sanî-i Rahîm ve Kerîm’i görmezden gelemez.

************

“Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki; bütün enva’-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hacetlerine ‘Lebbeyk!’ dedirten Zât-ı Zülcelâl; seni bilmesin, tanımasın, görmesin?” Bu çarpıcı soru, imanın sadece hissi bir durum değil, aynı zamanda akli bir zorunluluk olduğunu anlatır. Kâinatın sürekli olarak canlılarla doldurulup boşaltılması, kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek içindir. Allah, bu dünyayı zîşuurlarla şenlendirirken, semavatı ve yıldızları boş ve hâlî bırakmaz, onlara münasip ahali yaratır. Saltanat-ı rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yaversiz, nazırsız, seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz bırakması düşünülemez. Her mevcut, kendine mahsus bir dille Hâlık’ının vahdaniyetine ve Sanî’inin rububiyetine dair manevi sözlerini ifade eder.

Sonuç:
İnsanın yolculuğu, dünya lezzetlerinin geçici cazibesi ile hakikatin kalıcı elmasları arasındaki seçime dayanır. Risale-i Nur, bu yolculukta ışık tutarak, şükrün anahtarını, imanın akli temelini ve insanın kâinattaki yüce makamını hatırlatır. Bilim ve teknolojinin sunduğu imkanlar, bu derin hakikatleri daha iyi anlamamıza ve Yaratıcı ile olan bağımızı güçlendirmemize vesile olabilir. Önemli olan, aklı, kalbi ve ruhu birleştirerek, geçici olanın değil, ebedi olanın peşinden gitmek ve her anımızı şükürle, hamd ile doldurmaktır.

Makale Özeti:
Bu makale, Bedîüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur’daki sözleri ışığında, insanın varoluşsal ilgili yolculuğunu ve hakikat arayışını ele almaktadır.
Makale, insanın geçici dünya hevesleri ile ebedi hakikat elmasları arasındaki tercihine odaklanarak, vicdanını dünyaya satanların düştüğü durumu ve Hak yolunda ilerleyenlerin kazanımlarını anlatır.
Şükür kavramının manevi lezzetlerin ve uhrevi sevapların anahtarı olduğu belirtilirken, nankörlüğün olumsuz sonuçlarına dikkat çekilir.
Ayrıca, insanın kâinattaki özel konumu, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri karşısındaki sorumluluğu ve Yaratıcı ile olan ilişkisi üzerinde durulur. Makale, bilim ve teknolojinin bu hakikatleri anlama yolunda bir araç olabileceğini ima ederek, insanın aklını, kalbini ve ruhunu birleştirerek hakikate ulaşması gerektiğini anlatır.
Sonuç olarak, insanın şükür, hamd ve iman ekseninde bir yaşam sürerek ebedi mutluluğa erişebileceği mesajı verilir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

MÜNAFIKLIK ÇAĞI: NİFAKIN KÜRESEL YÜZÜ VE MASKELİ DÜNYA

MÜNAFIKLIK ÇAĞI: NİFAKIN KÜRESEL YÜZÜ VE MASKELİ DÜNYA

İnsanlık tarihi boyunca hak-batıl mücadelesinin en sinsi cephesi olan nifak, çağımızda küresel bir kimlik, hatta bir yaşam tarzı hâline gelmiştir. Artık bir hakikati yalanla, bir zulmü adaletle, bir işgali yardım maskesiyle süsleyen sistematik bir münafıklık dönemi yaşıyoruz. Gerek Doğu, gerek Batı; gerek Müslüman, gerek gayrimüslim; gerek devletler, gerek fertler bazında, en çok rağbet gören yüz, “maskeli yüz”dür.

  1. Tarihin Aynasında Nifak: Medine’den Moderniteye

Nifakın ilk kurumsallaştığı dönem, Medine’de Müslümanların güç kazandığı döneme rastlar. Bedir sonrası, düşmanlık açık yüzle değil, içten içe ihanetle yapılmaya başlandı. Abdullah bin Übey bin Selûl ve benzerleri, İslam toplumunun içinde, Müslüman görünüp İslam’a ihanet ederek en büyük tahribatı yaptılar.

Bugün ise modern çağın Abdullah bin Übeyleri sadece dinî yapılar içinde değil; siyasal, diplomatik, sosyal ve ekonomik sahalarda da kol gezmektedir. Artık yalanlar, medyatik kılıflarla; işgaller, insan hakları maskesiyle; çıkarlar ise insaniyet perdesiyle gizleniyor. Nifak, teknolojik hale bürünerek dijital platformlarda bile algoritmalarla hükmediyor.

  1. Nifakın Anatomisi: Akıl ve Bilimle Okunan Bir Yüz

Nifak sadece dini değil, ahlaki, sosyolojik ve psikolojik bir vakadır. Psikolojide buna “ikiyüzlülük sendromu”, sosyolojide “çifte standartlı birey” veya “rol çatışması” denilir. Bir kişi ya da toplum, farklı ortamlarda farklı yüzler takınıyorsa bu bir kimlik bozulmasıdır.

Bilimsel olarak, münafıklığın ardında korku, çıkar ve statü kaygısı vardır. Münafık, hakikatten korkar ama hakkı da kullanır. Tıpkı laboratuvar ortamında görünmez ama öldürücü gazlar gibi, münafık da ortamı zehirler ama yüzünde gülümseme vardır.

  1. Küresel Münafıklık: Bir Medeniyetin Maskesi

Bugün insan hakları söylemleriyle dünyayı kana bulayan ülkeler, nifakın diplomatik modelidir. Bir yandan demokrasi ihraç ettiklerini söylerler, öte yandan milyonları açlığa ve savaşa mahkûm ederler. “Teröre karşı savaş” bahanesiyle mazlum ülkeleri işgal eder, sonra barış elçisi pozuna bürünürler.

Birleşmiş Milletler, NATO, uluslararası yardım kuruluşları… Hepsi bir yönüyle “nifakın sistematik yüzleri”dir. Yardım ulaştırmak için bile menfaat isterler, destek verirken sadakat değil, itaat beklerler. İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım karşısında sessiz kalan Batı, işte tam da bu maskeli yüzün en bariz halidir.

  1. İslam Dünyasında Nifak: Bir İç Çöküş

İslam dünyası, düşmandan değil, dost görünen nifak odaklarından yara alıyor. Müslüman ülkelerin bir kısmı işgalcilerle işbirliği yapıyor; diğer kısmı ise zulme karşı sessiz kalıyor. Mazlumların çığlıkları karşısında dudaklarını kıpırdatmayan liderler, ümmetin kalbine saplanmış nifak hançeridir.

Kur’an, münafıkları en çok anlatan ve en çok uyaran kitaptır. Münafıkun Suresi, Tevbe Suresi, Nisa Suresi gibi onlarca ayette Allah, münafıkların iç yüzünü deşifre eder. Bu yüz, bugün ekranlarda, kürsülerde, diplomasi masalarında hâlâ konuşmaktadır.

  1. Aklî ve Mantıkî Bir Değerlendirme

Bugün dürüstlük değil, imaj satıyor. Gerçek değil, algı yönlendiriyor. Samimiyet değil, strateji kazandırıyor. Bu da gösteriyor ki çağımız gerçeklikten çok, imaj çağının nifakını yaşıyor. İnsanlar “doğru” olmak yerine “doğru görünmek” istiyor.

Bu ise ahlakı öldüren, merhameti pasifize eden, vicdanı susturan ve insanlığı robotlaştıran bir zihinsel çöküştür. Münafıklık, sadece bir inanç sapması değil, bir akıl felcidir. Zira iki yüzlü insan, kendi içindeki çelişkinin farkında bile değildir.

  1. Çözüm: Maskeleri Düşürmek

Çare, öncelikle bireysel dürüstlükle başlar. Her Müslüman Kur’an’daki şu ayeti kendine sormalıdır:

> “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyi söylüyorsunuz?”
(Saf, 2)

Toplumsal düzelme ise ancak doğruluğu ödüllendiren, yalanı teşhir eden bir bilinçle mümkündür. Kur’an, münafıklarla dostluğu yasaklarken, Peygamberimiz onları ifşa etmemiş ama tanımış ve tanıtmıştır. Bugün de bu ferasete ihtiyaç var.

MAKALE ÖZETİ

Bu makale, 20. ve 21. yüzyılın en yaygın hastalığı olan münafıklığı, tarihî, ahlâkî, ilmî ve aklî yönleriyle ele almaktadır. Tarihte Medine’de başlayan nifak hareketinin bugün nasıl küreselleştiği ve Batı’nın diplomatik nifak maskeleriyle nasıl hareket ettiği örneklerle açıklanmıştır. İslam dünyasında ise içten gelen ihanetin ümmeti nasıl zayıflattığına dikkat çekilmiştir. Münafıklığın bilimsel boyutu analiz edilmiş, psikolojik ve sosyolojik açılımlar sunulmuştur. Sonuç olarak, bireysel ve toplumsal olarak dürüstlükle bu hastalıktan arınmanın yolları vurgulanmıştır.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025

Unutulan Miras ve Vicdanın Sesi: Nereye Akıyor Tarihimiz?

Unutulan Miras ve Vicdanın Sesi: Nereye Akıyor Tarihimiz?

İnsanlık tarihi, sürekli bir arayışın, sorgulamanın ve bazen de hüsranla sonuçlanan kabullenişlerin öyküsüdür. Kimi zaman büyük yanılgılarla yoğrulmuş, kimi zaman da hakikatin pırıltılarıyla aydınlanmıştır bu yolculuk.

“Biz, Yunan sanıyorduk amma denize dökülen bin yıllık Alfabe’miz, Hilâfetimiz, Kur’ân’ımız, Sünnetimiz, Ezanımız, Medrese’miz, Töremiz, Adaletimiz, Tarihimiz imiş, geç anladık!” derken, aslında derin bir tarihi muhasebenin, bir öz eleştirinin kapılarını aralamaktadır.
Bu cümle, sadece harflerin değil, bir medeniyetin, bir inancın, bir yaşam biçiminin topyekûn reddinin ve bunun geç anlaşılan sonuçlarının acı bir itirafıdır.
Bin yıllık bir mirasın, kendi ellerimizle ya da gafletimizle nasıl denize döküldüğünü idrak etmek, tarihin en ibretli sayfalarından birini çevirmektir.
Bu yanılgı, bizi sadece geçmişle yüzleştirmekle kalmaz, aynı zamanda bugüne ve geleceğe dair soruları da beraberinde getirir. Toplum olarak neyi kaybettiğimizi ne zaman anladık? Ve daha önemlisi, anladıktan sonra bu kaybı telafi etmek adına neler yapabildik?

**********

Bedîüzzaman Said Nursî’nin, “Dünya madem fânidir değmiyor alaka-i kalbe” düsturu, bu dünyevi yanılgıların, gelip geçici heveslerin ve yanlış yönlendirilmiş algıların aslında kalbimizi ne kadar meşgul ettiğini ve bizi gerçek değerlerden uzaklaştırdığını hatırlatır. Fani olana bel bağlamak, ebedi olanı yitirme riskini taşır.

**********

Diğer yandan, bir çocuğun Filistin bayrağı önünde, yağmur altında sessiz çığlık attığı durum, vicdanımızın çağrısına kulak vermemiz gerektiğini haykırır: “Öyle sessiz çığlıklar var ki Duymak için vicdan gerek.”

*********

Hazreti Ali, dünyanın dört bir yanında yaşanan zulümlere, haksızlıklara ve acılara karşı duyarsızlığımızı eleştirir. Sessiz çığlıklar, yüksek sesle atılanlardan daha derine işler; çünkü onlar, çoğunlukla göz ardı edilen, üzeri örtülen ve görmezden gelinen acılardır. Bu çığlıkları duyabilmek için, sadece kulaklar değil, vicdanın da açık olması elzemdir. Zira vicdan, insanı insan yapan ve ona sorumluluklarını hatırlatan en temel fıtrattır.

**********

Kınamama ve tevbe mefhumu da bu vicdan muhasebesinin önemli bir parçasıdır.
“Kimseyi kınama! -Günahından Haberin olabilir ama Tövbesinden Haberin olmaz!” sözü, her ferdin kendi iç dünyasında yaşadığı dönüşümün, kendi hesaplaşmasının sadece kendisini ilgilendirdiğini anlatır.
Yargılamak yerine anlamaya çalışmak, günahı değil, günahkârı affetme erdemini göstermek, İslami ahlakın temel taşlarındandır.
“Cenab-ı Hakk’ın günahkârları affetmesi fazl, tazip etmesi adldır.” Bu ilahi adalet ve rahmet dengesi, bize de insanlarla ilişkilerimizde merhamet ve anlayışla yaklaşmamız gerektiğini öğretir.

***********

Risale-i Nur, bu açıdan bizlere önemli bir yol gösterir: “Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken bu fıkra, onu susturdu; şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor:
1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.
2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasini arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışınin tam tokasını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.
3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.”
Bu satırlar, musibetlere karşı sabrı, fani zevklere aldanmamayı ve kaderin hikmetini anlamayı öğütler. Her zorluğun arkasında bir ders, her hatanın telafisi için bir fırsat olduğunu idrak etmek, ruhsal olgunluğun bir göstergesidir.

Sonuç olarak, iman, insanı insan, hatta sultan ederken; küfür, insanı aciz bir canavara dönüştürür. Asli vazifemiz iman ve duadır. Allah’ın rahmetinin genişliği ve adaleti, bizlere umut ve sorumluluk yükler. Geçmişteki yanılgılarımızdan ders çıkararak, vicdanımızın sesine kulak vererek, fani olanın peşinden koşmak yerine ebedi değerlere sarılarak ve musibetleri bir terbiye aracı olarak görerek hakikat yolunda ilerleyebiliriz.

**********

Unutulmamalıdır ki, “Dünyada rezâil bulundukça, faziletin ona karşı cihâd etmesi zarurîdir. Demek ki cihâd ebedîdir.”
Bu cihat, sadece dış düşmanlara karşı değil, nefsimizdeki ve toplumdaki her türlü kötülüğe karşı verilen bir mücadeledir.

Özet:
Makale, Türk milletinin geçmişte yaşadığı kültürel ve dini değerleri terk etme yanılgısını ele alarak, bu durumun acı sonuçlarını anlatmaktadır.
Said Nursî’nin “fani dünya” ve “kalp alakası” üzerine sözleriyle dünya heveslerinden uzaklaşmanın önemi ifade edilir.
Filistin’deki çocuk imgesinden hareketle, Hazreti Ali’nin sözleriyle vicdanın sessiz çığlıkları duyma gerekliliği üzerinde durulur. Kınama yerine anlayış ve tevbe kavramının İslam ahlakındaki yeri belirtilirken, İlahi adalet ve rahmet dengesi açıklanır.
Risale-i Nur’dan yapılan alıntılarla musibetlere karşı sabır, fani zevklerden sakınma ve kaderin hikmeti ele alınır.
Son olarak, imanın insanı yücelttiği, küfrün ise alçalttığı belirtilerek, asli görevin iman ve dua olduğu ve kötülüklerle mücadelenin (cihadın) daimi bir görev olduğu sonucuna varılır.
www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025