Hayatın Pusulası ve Kalbin Ebedi Yolculuğu: Necisin, Nereden Geliyorsun, Nereye Gidiyorsun?
İnsanoğlu varoluşundan beri en temel sorularla boğuşmuştur: “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?”
Bu sorular, bir varoluş ve bir arayışın, hakikate susamış bir kalbin feryadıdır. Modern çağın baş döndürücü hızı ve bilgi bombardımanı arasında kaybolan ruhlar için bu sorular, bir pusula gibi yol göstericidir. Necip Fazıl Kısakürek’in “Suyu ateşle buhar ederler, ateşi su ile duman ederler, toprağın üstünde kuduranları toprağın altında adam ederler!” sözü, hayatın ve ölümün döngüsünde insana biçilen nihai kaderi ve ibretlik dönüşümü keskin bir dille ifade eder.
Bu söz, aslında tüm insani kibir ve dünya hırsının, toprak altındaki eşitlik ve hiçlik karşısında nasıl anlamını yitirdiğini gözler önüne serer.
Tarih boyunca nice krallar, nice imparatorluklar kurulmuş, şehirler inşa edilmiş, sanat eserleri oluşturulmuştur. Ancak zamanın acımasız dişlileri arasında hepsi birer anıya dönüşmüş, geride sadece ders alınacak ibretler bırakmıştır.
Bugünün kudretli yöneticileri, dünün ihtişamlı fatihleri de aynı toprağın altında sükûn bulmuştur. Bu, insanlığa sürekli hatırlatılan bir gerçektir: Dünya bir durak, bir sınav yeridir. Baki olan, buradaki davranışlarımız ve ahiret için attığımız adımlardır.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi, bu varoluşlu arayışa ve hayatın gayesine net bir cevap verir: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir…” ve ekler: “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubûdiyet-i insaniyedir.” Bu sözler, insanın yaratılışındaki en yüce amacı, yani Allah’a kul olma şuurunu anlatır.
Kâinat, Rabb’in kudretini ve sanatını sergileyen bir kitaptır ve insan da bu kitabın en seçkin muhatabı, bu ihtişamlı tezahür karşısında tam bir teslimiyetle kulluk vazifesini yerine getirmelidir.
Hayat, Yaratıcımız tarafından bize ihsan edilen yirmi dört saatlik bir sermayedir. Her gün yeniden bahşedilen bu kıymetli zaman, sadece bu fani dünyada değil, ebedi hayatımız için de azık toplamak üzere verilmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi’nin de dediği gibi: “Her gün yirmi dört Saat sermaye-i Hayatı Hâlık’ımız Bize ihsan ediyor. Tâ ki iki hayatımıza Lâzım şeyler o Sermaye ile alınsın.”
Bu sermayeyi nasıl değerlendirdiğimiz, ebedi akıbetimizi belirleyecektir. Dünyanın gelip geçici heveslerine kapılmak yerine, kalbimizi ebediyete açmak, onun fani dünyaya razı olmadığını idrak etmek gerekir. Kalbimiz, tıpkı Mesnevi-i Nuriye’de geçtiği gibi, “ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir.”
İnsan, bu kâinatta küçük bir âlem, adeta “fihriste-i camia”dır. Kalbi ise binler âlemin manevi haritası hükmündedir. Bu geniş perspektifi idrak edebilen bir kalp, kendini ebedi olana yöneltir. Arayışını ve özlemini dünya hevesleri değil, ebedi huzur doldurur.
Peki, bu ebedi hayat yolculuğunda düşmemek, sönmemek için ne yapmalıyız? Mesnevi-i Nuriye’den gelen ses, yol gösterir: “Ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zât’ın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. Ondan nur al ki sönmeyesin. Onun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesîm-i zikrine beden ol ki, hayatdar olasın. Esma-i İlâhiyeden birisinin hayt-ı şuâıyla temessük et ki, adem deryasına düşmeyesin.” Bu veciz ifadeler, sürekli bir zikir halinde olmanın, Allah’ın nurundan istifade etmenin, O’nun isim ve sıfatlarına tutunarak manevi bir direniş sergilemenin önemini anlatır. Aksi takdirde, varlık deryasında kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.
Son olarak, hayatın en kaçınılmaz gerçeği olan ölüm karşısında insan acizdir. Risale-i Nur’un o düşündürücü sorusuyla yüzleşiriz: “Ölümü öldürüp kabir kapısını kapatabilir misin?” Hayır, ölüm kaçınılmazdır. Bu soru, fani dünyadaki güçsüzlüğümüzü ve ebediyete olan ihtiyacımızı bir kez daha hatırlatır. Ölüm, yok oluş değil, bir kapıdır; ebedi hayata açılan bir geçittir. Önemli olan, bu kapıdan nasıl geçeceğimiz, bu yolculuğa ne kadar hazırlıklı olduğumuzdur.
Özet:
Bu makale, Necip Fazıl Kısakürek ve Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmetli sözleri ışığında insanın varoluşlu soruları, hayatın amacı, zamanın kıymeti ve ölüm gerçeği üzerine derinlemesine bir bakış sunmaktadır. Dünya hayatının geçiciliği, kibir ve hırsların anlamsızlığı anlatılarak, asıl gayenin Allah’a kulluk olduğu ifade edilmiştir. İnsanın kâinattaki yerinin ve kalbinin ebediyete olan yönelişinin önemi belirtilmiş, aynı zamanda zikir ve ibadetle manevi olarak güçlenmenin gerekliliği üzerinde durulmuştur.
Makale, ölümü öldüremeyeceğimiz gerçeğiyle yüzleşerek, ahiret için hazırlıklı olmanın önemine dikkat çekmektedir. Temelde, insanın bu fani dünyada bir yolcu olduğu ve nihai menzile ulaşmak için manevi bir pusulaya ve doğru bir istikamete ihtiyacı olduğu mesajı verilmiştir.
Kur’an’ın Işığında İnsan ve Kâinat: Hikmet, İmtihan ve Dönüşüm
Hayat, görünürde basit bir başlangıçtan, varoluşun en derin sırlarına uzanan, hikmetlerle dolu bir yolculuktur.
Kur’an-ı Kerim, Mürselat Suresi’nde (77:20-28) insanın yaratılışını ve yeryüzünün mükemmel düzenini hatırlatarak, bu başlangıcın arkasındaki eşsiz kudreti gözler önüne serer:
“Sizin yaratılış sürecinizi basit ve zayıf bir sıvıdan başlatmadık mı? Biz o sıvıyı (rahim gibi) sağlam bir karar mahallinde korumaya aldık; tabii ki önceden belirlenmiş bir süreye kadar… Bütün bunları Biz takdir ettik; ve ne muhteşemdir Bizim takdirimiz! O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların! Değil mi ki yeryüzünü, çekim gücü olan bir toplanma alanı yaptık; diriler ve ölüler için. Ve orada başı yüce heybetli dağlar var ettik; ve size billur gibi suları sebil ettik. O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!”
Bu ayetler, yaratılışın mucizevi seyrini, yeryüzünün dirilere ve ölümlülere bir yurt oluşunu, dağların ve suyun insan yaşamındaki vazgeçilmez yerini anlatarak, bu hakikatleri inkâr edenleri şiddetle uyarmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, “Kur’an’ın edebiyyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.”
Bu söz, Kur’an’ın sadece bir ibadet kitabı değil, aynı zamanda hayatın rehberi ve terbiye edicisi olduğunu açıkça ortaya koyar. Kim Kur’an’ın ahlakıyla ahlaklanmaz, onun prensiplerine göre yaşamazsa, hayatın acı gerçekleri ve zamanın tokadı ile terbiye olunmaya mahkûmdur.
Kur’an, insanı hem maddi hem de manevi yönden kemale erdirecek en yüce edebi ve ahlaki kuralları barındırır.
Kâinatın işleyişi ve her şeyin bir yaratıcıya tabi oluşu da Risale-i Nur’da sıklıkla işlenen bir konudur. “Şu saray-ı acibin ustasına yani şu garib âlemin sahibine her şey musahhardır. Her şey onun hesabına çalışır. Her şey ona bir emirber nefer hükmündedir. Her şey onun kuvvetiyle döner. Her şey onun emriyle hareket eder. Her şey onun hikmetiyle tanzim olur. Her şey onun keremiyle muavenet eder. Her şey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur.” (Sözler-284)
Bu edebi anlatım, kâinattaki her şeyin Allah’ın kudreti, emri, hikmeti, keremi ve merhameti dâhilinde hareket ettiğini, hiçbir şeyin başıboş olmadığını gözler önüne serer. Bu derin idrak, insana tevhid bilincini kazandırır ve her varlıkta ilahi bir sanatın ve düzenin olduğunu gösterir.
Hayatın en büyük hakikatlerinden biri de ölümdür. Risale-i Nur, ölümü bir yok oluş değil, bir başlangıç olarak niteler:
“İnsan-ı mü’mine nur-u iman ile gösterir ki: Mevt, i’dam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayaran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattır, belki bir saadettir.” (Sözler)
Bu bakış açısı, ölüm korkusunu ortadan kaldırarak onu, ebedi bir saadete açılan bir kapı olarak gösterir. Kabir, karanlık bir çukur değil, nurani âlemlere giden bir geçittir. Dünya, gelip geçici bir zindan iken, ahiret gerçek ve ebedi huzur diyarıdır.
Bu derin hakikatlerin idrakiyle beraber, insanın Yaratıcısıyla olan bağı da büyük önem taşır.
Mü’min Suresi (40/60) ve Furkan Suresi (25/77) duaların ehemmiyetini anlatır: “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” ve “De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!”
Yusuf Suresi’nde Hz. Yakup (a.s.)’ın söylediği “…Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim…” (Yusuf Suresi 86) sözü, Allah’a tam bir tevekkül ve teslimiyetin en güzel örneğidir. İnsan, karşılaştığı her türlü sıkıntıda, her türlü tasada sığınacağı yegane kapının Allah’ın kapısı olduğunu bilmelidir. Çünkü Allah, “işte O, duyular ve akılla idrak edilemeyeni de edileni de bilmektedir, izzeti sınırsız, rahmeti boldur.” (Secde Suresi 32/6).
Ancak tüm bu hikmetlere rağmen, insan bazen neyin hayır neyin şer olduğunu bilemez.
“Sizin için şer görünende hayır, hayır görünende şer vardır. Siz bilemezsiniz Allah bilir.” (Bakara – 216) ayeti, ilahi takdire olan teslimiyetin ve her durumda Allah’a güvenmenin önemini gösterir. Bir olayın zahiri kötü görünse de, ardında nice hayırlar barındırabilir.
Hayatın son durağı olan kabirde dahi, Allah’ın rahmetine olan ümit kesilmez.
“İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi’ciler beni bırakıp gittiler. Ve bilmüşahede gördüm ki; Senden başka melce’ ve mence’ yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlahî! Senin rahmetin melceimdir…”
Bu derin dua ve yakarış, kabrin darlığında bile Allah’ın rahmetine sığınmanın ve O’ndan af dilemenin kapısının açık olduğunu gösterir.
Sonuç olarak, kâinatın varlığı, insanın yaratılışı, ölümün hakikati ve Kur’an’ın yol göstericiliği, Allah’ın eşsiz kudretini ve merhametini bize anlatan delillerdir.
Muhammed (a.s.m)’ın risaletinin ve Kur’an’ın kâinattan gitmesi durumunda, her şeyin kaosa sürükleneceği “Lem’alar”da açıkça belirtildiği gibi, bu iki ilahi nur, varoluşun anlamını ve düzenini sağlamaktadır. İnsana düşen, bu hakikatleri idrak etmek, Kur’an’ın edebiyyle edeblenmek, Allah’a yönelmek, dua etmek, nimetlere şükretmek ve her halükarda O’na güvenmektir. Zira hakiki saadet, bu dünya zindanından ahiret bostanına geçişi iman nuruyla aydınlatmakta gizlidir.
Özet:
Bu makale, insanın yaratılışından ahiret yolculuğuna kadar hayatın temel hakikatlerini, Kur’an ve Risale-i Nur perspektifinden ele almaktadır. Başlangıçta insanın basit bir sıvıdan yaratılış mucizesi ve yeryüzünün mükemmel düzeni anlatılırken, Kur’an’ın terbiyeci rolü ve ona uymamanın sonuçları üzerinde durulmuştur. Kâinatın her zerresinin Allah’ın emrinde olduğu ve ölümün bir yok oluş değil, ebedi bir saadete açılan kapı olduğu anlatılmıştır. Duanın Allah katındaki değeri, her türlü sıkıntıda O’na sığınmanın önemi ve hayır-şer dengesindeki ilahi hikmet de makalede yer almıştır.
Son olarak, kabirdeki rahmet ümidi ve Kur’an ile Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kâinat düzenindeki merkezi rolü belirtilerek, imanın ve salih amellerin hakiki saadetin anahtarı olduğu anlatılmıştır.
Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür
İnsanoğlu, bu dünyaya Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür
İnsanoğlu, bu dünyaya boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.
Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.
Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.
Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.
Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.
İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.
Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.
İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.
Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.
Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.
Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.
Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.
Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.
boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.
Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.
Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.
Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.
Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.
İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.
Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.
İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.
Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.
Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.
Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.
Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.
Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.
Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür
İnsanoğlu, bu dünyaya Varoluşun Gayesi ve Adaletin Sancısı: İnsanlık Yolculuğunda Bir Tefekkür
İnsanoğlu, bu dünyaya boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.
Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.
Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.
Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.
Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.
İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.
Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.
İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.
Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.
Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.
Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.
Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.
Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.
boşuna gönderilmemiştir. Varoluşunun derin bir hikmeti ve yüce bir gayesi vardır. Kur’an Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.” ifadeleri, bu temel gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. İnsan, kâinatın Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman etmek ve ibadetle kulluk vazifesini yerine getirmek üzere yaratılmıştır. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda insanın fıtratına, yani yaratılışına uygun olan en yüce gayedir. Marifetullah, yani Allah’ı bilmek; iman-ı billah, yani Allah’a gerçek bir imanla inanmak; iz’an ve yakîn ile O’nun varlığını ve birliğini tasdik etmek, insanın temel sorumluluğudur.
Şems-i Tebrizi’nin hikmetli sözü de bu varoluşsal arayışı destekler niteliktedir:
“Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; nereden geldiğini unutmaması için.” Bu söz, insanın sadece geleceğe değil, aynı zamanda köklerine, yaratılış amacına ve geçmişine de bakması gerektiğini hatırlatır. Nereden geldiğini unutan, nereye gideceğini de şaşırır. Bu öz geçmiş ve gelecek muhasebesi, insanı gafletten uyandırır ve hakiki istikamete yönlendirir.
Ancak insanlık tarihi, sadece bu yüce gayenin peşinde koşmakla değil, aynı zamanda adaletsizliklerin ve zulümlerin acısıyla da doludur.
Gazze’deki insanlık dramını hatırlatan “GAZZEYE BİZ ÖLÜNCE Mİ GELECEKSİNİZ” feryadı, insanlığın vicdanına saplanan bir ok gibidir.
Bu feryat, Nisa Suresi 4/75’te zikredilen “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver!” diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” ayetini adeta yankılar. Bu ayet, inananlara, zulüm altında inleyen zayıf, çaresiz, kadın ve çocukların yanında durma, onlar için mücadele etme ve Allah yolunda savaşma sorumluluğunu yükler. Tarih boyunca bu çağrılara kulak tıkayanlar, insanlık vicdanında büyük yaralar açmışlardır. Gazze, bugün bu çağrının en acı tecellilerinden biridir.
Modern çağın karmaşası ve dalalet rüzgarları, insanı varoluş gayesinden uzaklaştırıp, hayatı anlamsız bir tesadüfler zinciri olarak görmeye itebilir.
Bediüzzaman Said Nursi, “Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tesadüfü, tabiatı, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma…” (Sözler 478) sözleriyle bu yanılgıya karşı sert bir uyarıda bulunur.
Kâinattaki her şey, bir düzen, bir gaye ve bir hikmetle yaratılmıştır. Bu muazzam işleri tesadüfe, tabiata veya abesiyete bağlamak, hem kâinatın güzelliğine hakaret, hem de insanın kendi varoluşuna karşı bir cehalettir.
İman hakikatleri, bu tesadüf ve abesiyet perdesini yırtar, insanı dalaletten kurtarır ve her şeyin arkasındaki yüce Kudreti görmesini sağlar.
Kur’an’ın nurani caddesi, işte tam da burada devreye girer. “Kur’an’ın cadde-i nuraniyesi ise bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder.” (Sözler)
Bu ifade, Kur’an’ın sadece bir hidayet rehberi değil, aynı zamanda ruhsal ve manevi yaraların şifa kaynağı olduğunu gösterir. Dalaletin, yani sapkınlığın ve doğru yoldan uzaklaşmanın sebep olduğu tüm acıları, kederleri, boşlukları ve anlamsızlıkları, iman hakikatleri ile tedavi eden yegane yoldur Kur’an.
İnsanlık, tarih boyunca nice buhranlar geçirmiş, nice bunalımlar yaşamıştır. Her dönemde, Kur’an’ın sunduğu iman hakikatleri, karanlıkları aydınlatan, yaraları saran ve gönüllere huzur veren bir ışık olmuştur.
Sonuç olarak, insanın dünyaya gönderiliş gayesi, kâinatın yüce Yaratıcısı’nı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bu temel hakikati unutan insan, hem kendi varoluş boşluğunda kaybolur hem de çevresindeki adaletsizliklere karşı duyarsızlaşır. Kur’an’ın nurani yolu ve iman hakikatleri, bu dalalet yaralarını sarar, insanı köküne ve gayesine döndürür. Gazze’deki feryatların vicdanları uyandırdığı, zulmün ve haksızlığın karşısında durma sorumluluğunun idrak edildiği bir çağda, insanlığın asıl kurtuluşu, varoluşun gayesine dönmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti tesis etmekle mümkündür.
Özet:
Bu makale, insanın dünyaya gönderiliş amacını, yani Allah’ı tanıma, iman etme ve ibadet etme gayesini Risale-i Nur perspektifinden ele almıştır.
Şems-i Tebrizi’nin “nereden geldiğini unutmama” sözüyle insanın köklerine dönme ihtiyacı anlatılmıştır.
Ardından, Gazze’deki insanlık dramı üzerinden zalimlere karşı durma ve zayıfları koruma sorumluluğu Kur’an ayetleriyle ilişkilendirilmiştir.
Kâinattaki düzenin tesadüfe bağlanmaması gerektiği ve iman hakikatlerinin dalaletin yaralarını tedavi edici özelliği açıklanmıştır.
Makale, insanın gerçek kurtuluşunun varoluş gayesini idrak etmek ve Kur’an’ın rehberliğinde adaleti sağlamakla mümkün olduğu sonucuna varmıştır.
Dünya ayakta… Ama bu ayakta oluş, bir seferberlik değil; geç kalmış bir hayret, bir utanç ve derin bir vicdan sancısı. Gazze, sadece toprağın değil, insanlığın da işgale uğradığı yerdir. Ve şimdi, bu mazlum coğrafya, uyuyan insanlığı ve körelmiş vicdanları uyandırmakla kalmadı; küresel şer planlarının da ne kadar kokuşmuş ve çürümüş olduğunu ifşa etti. Çünkü artık hakikatin sesi molozların altından, açlığın içinden, bir çocuğun boş tenceresinden, mercimek dolu bir cam şişeden yükseliyor.
Zıddiyetin Hakikati: Şer ile Teşhis Edilen Hayır
Tarih boyunca şer odakları, bazen farkında olmadan hayrın kapılarını açmıştır. Tıpkı şeytanın varlığıyla peygamberliğin, karanlığın varlığıyla ışığın, cehaletin varlığıyla ilmin kıymet kazanması gibi… İsrail’in bugün ortaya koyduğu barbarlık, insanlık tarihinin görüp göreceği en kirli yüzlerden biridir. Ancak bu şer, aynı zamanda yeryüzündeki bütün halkları, özellikle İslam ümmetini kendi vicdanlarıyla yüzleşmeye zorlamıştır. Gazze bugün, bir imtihan aynasıdır; merhametin, şefkatin, adaletin ve insani değerlerin ne kadar sahici olduğunu ölçmektedir.
İsrail ve onu destekleyen küresel odaklar, bütün medya ve diplomatik aygıtlarıyla gerçeği manipüle etmeye çalışsalar da artık o perde düşmüştür. İsrail sadece çocukları değil; kendi meşruiyetini de gömmüştür. İnsanlığın nazarında tecrid edilmiş, zulmün sembolü haline gelmiştir.
Akdeniz’in dalgalarıyla Gazze sahiline ulaşan mercimek dolu bir cam şişe… Bu sadece bir erzak değil; bir niyazın, bir ümmet duasının sembolüdür. Mısırlı bir adamın, “Ey Musa için denizi yaran Allah’ım, bunları Gazze’ye ulaştır” diyerek denize bıraktığı yardım şişesi, insanlık için yeniden ümit var olmanın ifadesidir. O şişe, açlıktan bir lokma bulamayan Gazzeli çocuğun elinde bir çığlığa dönüşmüş, insanlığın kulağını çınlatmıştır.
Gazze: Kıyamet Coğrafyası
Gazze bugün sadece bir coğrafya değil, bir sınavdır. Milyonlarca insanın abluka altında açlığa, susuzluğa, elektriksizliğe ve ilaçsızlığa mahkum edildiği bir toplu cezalandırma kampıdır. Gazze, Batı’nın iki yüzlü “insan hakları” maskesini düşürmüş, adaletin değil çıkarın peşinde koşan düzenleri ifşa etmiştir. Beyt Hanun’daki “taş üstünde taş bırakmadık” ifadesi, zulmün geldiği noktayı gösteren ürpertici bir itiraftır.
Nuh’un Bedduası: Zalimlere Karşı İlahi Adalet
İsrail’in, yerle bir ettiği şehirler, açlıktan ölen çocuklar, göç yollarında umut arayan yaşlılar karşısında, artık kelimeler kifayetsiz kalmaktadır. Geriye sadece ilahi bir adaletin beklentisi ve Nuh Peygamber’in duası kalmaktadır:
> “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!”
“Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.”
“Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!”
(Nuh, 71:26-28)
Bu dua, bir çağrıdır. Zalimlerin kökünün kazınmasını talep ederken, mazlumlara da kurtuluşun mümkün olduğunu bildirir. Gazze, bu duanın çağımıza yansıyan sahnesidir.
Vicdanları Uyandıran Sessiz Feryat
Gazze’de açlıktan ölen çocuklar, yürüyerek un almaya giden insanlar, denizden gelen bir avuç mercimekle bayram eden gençler… Bunların hepsi, bugünkü medeniyetin çöküşünün belgeleridir. İnsanlık, Gazze ile kendi aynasına bakmakta ve orada kirlenmiş bir benlik, sarsılmış bir ahlak ve çökmüş bir değerler sistemi görmektedir. Ama aynı zamanda bir direnişin, bir imanın, bir ümmet ruhunun küllerden doğuşuna da şahitlik etmektedir.
Özet:
Bu makale, Gazze üzerinden insanlığın ve özellikle İslam ümmetinin nasıl bir vicdan sınavına çekildiğini anlatmaktadır. İsrail’in zulmü, sadece maddi bir yıkım değil, aynı zamanda manevi ve ahlaki bir çöküşü de ortaya koymuştur. Gazze’nin maruz kaldığı açlık, yıkım ve çaresizlik, aslında Batı’nın ve sessiz kalan dünya sisteminin samimiyetini test etmektedir. Buna rağmen, bir mercimek tanesiyle umutlanmak, bir dua ile dirilmek ve bir dua ile zalimi lanetlemek mümkündür. Tıpkı şeytanın varlığı gibi, bu zulüm de insanlık için bir terakki vesilesi olabilir. Gazze, tüm İslam dünyasına bir ayna, tüm insanlığa bir çağrıdır: Ya şimdi vicdanınız uyanır, ya da sonsuza dek susar.
Kalpten Hayata Bir Bakış: İmtihan, Şükür ve Kâinatın Hikmeti
İnsanoğlu, varoluşundan itibaren hayat denen bu eşsiz yolculukta nice hallerden geçmiş, nice imtihanlarla sınanmıştır. Cenab-ı Hak, “Ey kalpleri bir halden bir hale çeviren Rabbim! Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl!” (Tirmizî, Deavât, 89) buyurulan Hadis-i Şerif’te de anlatıldığı üzere, kalpleri dilediği gibi çeviren ve değiştiren yegane kudrettir. Bu dua, fırtınalı bir denizde sığınılacak liman misali, kalplerin dünya meşgaleleri içinde savrulmaktan kurtulup hakikat üzere sabit kalma arayışının en güzel ifadesidir.
Hayatın her anı, bir imtihan sahnesidir. Kur’an-ı Kerim’de buyurulduğu gibi: “Bismillahirrahmânirrahîm (İnsanı) imtihan edeceğiz, bu sebeple onu, işitici ve görücü yaptık.” (İnsan; 76/2). Bu ayet, insanın yaratılış gayesinin temelinde bir sınanma olduğunu açıkça ortaya koyar. İşitme ve görme gibi duyularla donatılmamız, bize verilen nimetlerin yanı sıra, dünya sahnesinde sergilediğimiz her fiilin, her düşüncenin, her niyetin hesaba çekileceğinin de bir işaretidir.
Bu açıdan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in “ALLAH’ım, Göz açıp kapayıncaya kadar da olsa, beni nefsimle baş başa bırakma.” duası, insanın nefsine karşı daima uyanık olması ve Allah’tan yardım dilemesi gerektiğini hatırlatır. Nefis, insanı gaflete sürükleyebilen, dünyaya aşırı bağlayan ve ahireti unutturan bir tuzak olabilir.
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikatleri derinlemesine işler. “Sözler-28″de geçen şu cümleler, dünya hayatına aşırı bağlanmanın feci neticesini gözler önüne serer: “O kadar sevdiğin mal ve evlat ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.”
Bu ifadeler, fani olan dünyaya dört elle sarılmanın, ahirette büyük bir pişmanlığa dönüşeceğini ibretli bir şekilde dile getirir.
Gençlik, güzellik, mal ve evlat gibi dünyevi değerlerin geçici olduğunu idrak etmek, insanı hakiki ve bâki olana yöneltir.
Risale-i Nur’da kâinatın bir nimet sofrası olarak görüldüğü de sıkça işlenir. “Şualar-238″de belirtildiği üzere: “Hem cemal-i rahmetini ve hüsn-ü şefkatini ve kemal-i rububiyetini zîşuurlara göstermek ve onları şükre ve hamde sevketmek için bu kâinatı öyle bir ziyafetgâh ve bir teşhirgâh ve öyle bir seyrangâh ki; hadsiz çeşit çeşit, leziz nimetler ve gayet antika, hadsiz harika sanatlar içinde dizilmiş bir tarzda halkeden bir Sâni’-i Rahîm ve Kerim hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki; o ziyafetgâhtaki zîşuur mahluklar ile konuşmasın ve onlara o nimetlere mukabil elçileri vasıtasıyla vazife-i teşekküriyeyi ve tezahür-ü rahmetine ve sevdirmesine karşı vazife-i ubudiyeti bildirmesin. Hâşâ, binler hâşâ!”
Bu paragraf, Rabbimizin rahmet ve şefkatinin kâinat sofrasında sergilendiğini, insanlara düşenin ise bu nimetlere şükürle karşılık vermek ve kulluk vazifelerini yerine getirmek olduğunu anlatır.
Kavun, karpuz, nar gibi meyveler, “kudret konserveleri” olarak adlandırılarak Allah’ın eşsiz sanatını ve cömertliğini gözler önüne serer.
“Asa-yı Musa – 11″de ise kısa dünya hayatının uhrevi hayata göre ne kadar ehemmiyetsiz olduğu ve namaz gibi ibadetlerin terk edilmesinin ne denli büyük bir hata olduğu dile getirilir. Beş vakit namaz için harcanan kısa bir sürenin, sonsuz ahiret hayatını kurtarabilecek bir sermaye olduğu hatırlatılır.
Bu, insanlara zamanlarını ve enerjilerini nereye harcamaları gerektiği konusunda önemli bir ders verir.
Son olarak, “Uhuwet Risalesi”nden gelen “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârâne ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider.” cümlesi, toplumsal barış ve huzurun temelini oluşturan vahdet ve birliğin önemini anlatır. İnsanlar arasındaki birlik ve beraberlik ruhu zayıfladığında, sadece maddi değil, manevi hayat da zarar görür.
Tüm bu hikmetli sözler, insanı maddeye değil, manaya yönlendiren, kalbin temizliğini ve ibadetlerin önemini hatırlatan, kâinatın bir sergi ve ilahi bir sofra olduğunu idrak ettiren derin anlamlar taşır. İnsan, bu fani dünyada bir yolcu olduğunu unutmamalı, kalbini hakikat üzere sabit tutmalı, kendisine verilen nimetlere şükretmeli ve Rabbine karşı kulluk vazifesini en güzel şekilde yerine getirmelidir. Zira Peygamber Efendimiz’in de buyurduğu gibi: “Allah Teâlâ sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 34). Asıl değer, kalpteki ihlas ve amellerdeki samimiyettedir.
Özet:
Bu makale, ayet, hadis ve Risale-i Nur iktibasları ekseninde insanın dünya hayatındaki imtihanını, kalbin önemini, şükür ve kulluk vazifelerini ele almaktadır.
Kâinatın ilahi bir sanat eseri ve nimet sofrası olduğu anlatılırken, dünya malına ve nefse aşırı düşkünlüğün getireceği pişmanlıklara dikkat çekilmiştir. Özellikle namaz gibi ibadetlerin uhrevi hayattaki ehemmiyeti ve toplumsal birliğin manevi hayat üzerindeki etkisi üzerinde durulmuştur.
Makale, insanın yüzünden ve malından ziyade kalbine ve amellerine değer veren bir bakış açısıyla, hakiki kurtuluşun iman ve salih amellerde olduğunu hatırlatmaktadır.
15 Temmuz ve Gerçeklerin İnkârı: Akıl, Vicdan ve Tarih Ne Diyor?
Son günlerde Facebook ta ; 15 Temmuzu sayın Erdoğan’ın tertiplediği ile ilgili standart, kopyala yapıştır usulü bir yazı yayınlanıyor.
Asla kale alınıp itibar edilecek bir iddia olmasa da buna kapılabileceklere ve kabul eden ahmaklara bir cevap, iddia sahibinin kirli çamaşırlarını pazara çıkarmak amaçlıdır.
Buna karşı cevap çok da, önce kısa ve sonuç cevabı vereyim. Şöyle ki;
Bu durum ve iddia; ne insanidir, ne vicdani, ne aklidir, ne de delil mesnedli.
Yani o derece.
Bir kere Sayın Erdoğan zaten iktidarda.
Devlet ve millet gücü arkasında.
Hala da devam ediyor.
Darbeyi iktidarda olmayan yapar.
Bu seviyesiz iddia 85 milyona hakaret, delilleri görmemek ve akıllarıyla alay etmektir, akılsızlar ve akılsızca davrananlar tarafından.
Belli ki gündem ve zihinler bulandırılmak ve taraf bulmak isteniyor.
Faillerin mensubiyeti, itirafları, şahitlikleri ve deliller ortada.
Hem neden kendisini, ailesini, arkadaşlarını, korumalarını, vs öldürtmek istesin ki!
***********
Gerçeği İnkâr, Zekâyı İntihar Ettirmektir
Bazı iddialar vardır ki, muhtevasından ziyade taşıdığı maksatla değerlendirilmelidir.
15 Temmuz 2016 gecesi, Türk milletinin tarihinde ender görülen bir ihanete ve aynı zamanda büyük bir direnişe şahit olundu. Ancak aradan geçen yıllara rağmen, bu hadisenin faili açıkça ortada olmasına rağmen, hâlâ bazı çevreler “Bu darbeyi Erdoğan kendisi planladı” gibi gerçek dışı, akıl dışı ve vicdan dışı iddialar ortaya atmaktadır.
Bu yazı, böyle bir iftiranın ne derece çürük temellere dayandığını; tarihî belgeler, aklî değerlendirmeler, ilmi kıstaslar ve insani değerler çerçevesinde ortaya koymak amacıyla kaleme alınmıştır.
15 Temmuz gecesi, ülkenin tüm iletişim hatları, hava üsleri, köprüleri, TRT binası, emniyet ve istihbarat kurumları eş zamanlı hedef alınmıştır. Tanklar sokağa çıkmış, uçaklar TBMM’yi bombalamış, özel harekât karargâhı havaya uçurulmuştur.
Bu girişimi yapanlar; mahkemelerde, duruşmalarda, açıkça FETÖ’nün emir-komuta zinciriyle hareket ettiklerini itiraf etmişlerdir. Binlerce delil, belge, yazışma ve dijital kayıt ortadadır. Darbeyi planlayanların yurt dışına kaçan elebaşları hâlâ ABD’de koruma altındadır. Bütün bu gerçekler ortadayken hâlâ Erdoğan’ı fail olarak göstermek, gerçeği inkâr değil; aklı inkâr etmektir.
Aklî ve Mantıkî Yönü: Hükümet Kendi Darbesini Niçin Yapsın?
Erdoğan 15 Temmuz’da zaten cumhurbaşkanıydı, seçimle iş başına gelmişti, halk desteği en yüksek seviyedeydi. Böyle bir kişi, neden kendisine suikast düzenlensin, neden kendi koruma polisleri şehit edilsin, neden kendi uçağı havada hedef gösterilsin?
Bu iddia, bir insanın kendi evini yakıp sonra “evimi kurtardım” diye sevinmesine benzer. Akıl ve mantık, böyle bir davranışı hastalık olarak tanımlar. Dolayısıyla bu iddia, ancak ya kötü niyetli bir kara propaganda ya da ağır bir cehalet ürünüdür.
Psikolojik ve Sosyolojik Açıdan: Halk Neden Sokağa Döküldü?
15 Temmuz gecesi milyonlarca insanın ölümü göze alarak tankların önüne çıkması; çağdaş dünyada emsali olmayan bir vakadır. İnsanlar sırf Erdoğan çağırdı diye değil, vatan, bayrak ve ezan ve de mukaddesatı için can verdi. Eğer bu bir tiyatro olsaydı, o insanlar şehit olmaz, çocuklar babasız, anneler evlatsız kalmazdı.
Halkın direnişi spontane bir irade ortaya koydu. Bu direnişin psikolojik gücü, sadece bir çağrıdan değil, milletin kalbindeki iman ve vicdan cevherinden doğdu.
Bilimsel ve İlmî Perspektif: Kumpasın Anatomisi
Dünya darbe literatüründe, bir devletin kendi meşru liderinin bulunduğu uçağı hedef gösterdiği, kendi istihbarat başkanına suikast planladığı, kendi Meclisini bombaladığı bir örnek yoktur. Bu darbe girişimi, FETÖ’nün uzun yıllar boyunca devletin kılcal damarlarına sızarak oluşturduğu bir paralel yapının “kontrol dışına çıkmasıyla” patlayan bir vakadır.
Sosyolojik olarak FETÖ, lider kültü ve adeta kutsallığı etrafında şekillenmiş, dışarıdan destekli ve içeride sinsice büyümüş bir yapıdır. Darbenin ilham kaynakları da eğitim değil, gizli ajandalardır.
Hikmet ve İbret: Hakikat, Eğilip Bükülmeye Gelmez
“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” denmiştir. Fakat günümüzde bu mumlar sosyal medyada binlerce kez paylaşılınca hakikat gibi anlaşılabiliyor. Bu sebeple, her iddianın hakikat olup olmadığına bakarken; sadece kimin söylediğine değil, ne söylediğine ve neye dayandığına dikkat etmek gerekir.
Kur’an, iftirayı “büyük bir vebal” olarak tanımlar (Nur, 15). Peygamber Efendimiz (sav), “Bir mümini bir konuda zanla itham etmek, yedi büyük günahtandır” buyurmuştur.
Bugün 15 Temmuz’a tiyatro diyenler, aslında 251 şehide, binlerce gazinin kanına, milyonların duasına iftira etmektedir.
Edebi ve Düşündürücü Bir Temsil
Farz edelim ki, eşeklikten insanlığa terfi etmek mümkün olsun… Fakat bazı kimseler, yine de hakikati inkâr ederek eşekliklerine dönmek ister. Bu, bir hakaret değil; bir temsilî hikmettir.
Bazı zihinler vardır ki; gerçek karşısında diz çökmez, çamurda yuvarlanmayı tercih eder. O yüzden şu söz bugünü tarif eder:
> “Hakikat, kişilere göre değil; kişiler, hakikate göre değerlendirilmelidir.”
Sonuç: Tarih Şahit, Millet Şahit, Vicdan Şahit
15 Temmuz; bir ihanettir ama aynı zamanda büyük bir direnişin adıdır. O gece tanklar milletin imanına çarptı ve parçalandı. O gece hainler kendi silahlarıyla milletin evlatlarını şehit etti. Ve o gece, bir millet bütün dünyaya “biz buradayız” dedi.
Bu gerçeği tersine çevirmeye çalışanlar, ya idrak yoksunu ya da niyet bozukluğu içindedir. Ama gerçek değişmez. Çünkü Allah, hakikatin yardımcısıdır.
Özet
Bu makalede, 15 Temmuz’un “Erdoğan tarafından tertiplendiği” yönündeki iddiaların; tarihî belgeler, aklî muhakeme, ilmî veriler, sosyolojik gözlemler ve dinî-hikmetli değerlendirmeler ışığında nasıl asılsız ve çürük temellere dayandığı ortaya konulmuştur. Hükümetin zaten iktidarda olduğu, halkın canı pahasına direndiği, faillerin açıkça itiraflarda bulunduğu bir darbeyi “tiyatro” gibi sunmak; hakikate değil, kara propagandaya hizmet eder. Bu iddialara karşı durmak, sadece bir lideri savunmak değil; gerçeği, şehitleri ve insanlık onurunu savunmaktır.
Dünyanın Aldatıcı Cazibesi ve Asıl Değer: Bir İbret Makalesi
İnsanlık tarihi boyunca, varoluşun en temel ikilemlerinden biri, dünya hayatının geçiciliği ile sonsuzluğun daveti arasında sıkışıp kalmaktır. Nice imparatorluklar yıkıldı, nice servetler toz olup gitti, nice şan ve şöhret sahipleri unutulup tarihin derinliklerine gömüldü. Tüm bunlar, fani olanın nihayetinde yok olmaya mahkûm olduğunu gösteren canlı ibretlerdir.
Çarpıcı ifadeyle: “Yazıklar olsun dünyaya değerinden fazla değer verip, değer biçene.” Bu cümle, asırlar ötesinden yankılanan bir hikmeti, insanın gaflet perdesini yırtıp atması gereken bir uyarıyı taşır.
Tarihin sayfalarını karıştırırken, Hazreti Süleyman’ın (a.s.) muhteşem krallığına, Firavun’un kudretli saltanatına veya Karun’un eşsiz hazinelerine rastlarız. Her biri, kendi dönemlerinde dünyanın en büyük gücünü ve zenginliğini temsil ediyordu. Ancak akıbetleri ne oldu? Süleyman (a.s.) dahi en nihayetinde dünyanın gelip geçici olduğunu anlayan bir peygamberdi. Firavun’un sonu ibretlik bir helak, Karun’un sonu ise yerin dibine batmak oldu. Bu kıssalar, bize dünyanın aldatıcı parıltısının ötesinde bir hakikatin varlığını fısıldar. Geçmişin büyük medeniyetleri, zenginlikleriyle övünen kavimler, şatafatlı saraylar, hepsi birer harabeye dönüştü. Bugün geriye kalanlar sadece ibretlik kalıntılar ve anlatılan hikayelerdir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı’nda sıkça vurguladığı gibi, bu dünya bir köprüdür, bir misafirhanedir. “Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-i ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatla girenlerdir.” sözüyle de asıl kurtuluş yolunu işaret eder.
İnsan, ebedi âleme doğru yolculuk yapan bir seyyah gibidir. Bu yolda bize yoldaşlık edecek olan ne maldır, ne evlattır, ne makamdır, ne de dünyevi bir mevkiidir. Asıl yoldaşımız imanımız, salih amellerimiz, Hak’tan korkuşumuz ve Kur’an’ın hikmetli düsturlarına sarılışımızdır.
“Yaşlanınca dine yönelmek sınava bir gün kaldığında çalışmak gibidir… Ölüm gelmeden önce uyan!” uyarısı da, bu hazırlığın ertelemeden yapılması gerektiğini net bir şekilde ifade eder.
“Döğülmeden ağlama! Hiçten korkma! Ademe vücut rengi verme! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.” düsturu ise tevekkülün ve Allah’a güvenin ehemmiyetini ortaya koyar.
Bilimsel çalışmalar ve teknolojik gelişmelerle de dünyanın sırlarına vakıf olmaya çalışsak da, hiçbir bilim, ölümün ötesindeki hakikati tam manasıyla açıklayamaz.
Teknolojinin zirveye ulaştığı bu çağda dahi, en basit bir canlının yaratılışındaki mucizeyi veya bir atomun intizamını dahi tam manasıyla kavrayamayız.
“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” sözüyle de maddenin ötesindeki manevi âlemi idrak etmenin önemine dikkat çekilir. Bu da bize gösterir ki, her şeyin arkasında kudretli bir yaratıcı vardır ve bu dünya, O’nun san’atının sadece küçük bir tecellisidir. Tıpkı şu kocaman kâinat kitabının vücud ve vahdete dair ayetleriyle bize dersler vermesi gibi, her şey O Zat-ı Zülcelal’in kemal ve celal sıfatlarına şehadet eder.
Üzüm salkımlarının dahi kendi kendine takılmadığı gibi, insan da kendi kendine bir değer elde etmez, her şeyi veren Allah’tır.
İnsanoğlu, nefsinin ve şeytanın fısıltılarına kulak verdiğinde “esfel-i safilîn”e, yani aşağıların en aşağısına düşebilirken, Hak’ka ve Kur’an’a kulak verdiğinde “a’lâ-yı illiyyîn”e, yani yücelerin en yücesine yükselebilir. Bu, insanın kendi elinde olan bir tercihtir.
İşlediğimiz her günahın, kalbimize giren her şüphenin ruhumuzda yaralar açtığını unutmamalıyız.
“Dünya sahipsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ahvalini düşünüp merak etme; çünkü onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzuli olarak karışma, karıştırma.” sözüyle de ilahi düzene müdahale etme kaygısından ziyade, tevekkülün ve rızanın huzuruna çağrılırız.
Namaz gibi ibadetlerin, kalplerde ilahi azameti tesbit etme ve Rabbanî kanunlara itaat etme konusunda yegâne ilahi vesile olduğu da unutulmamalıdır.
“Elbette nev’-i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.” ifadeleriyle de ahir zamanda ilmin önemine vurgu yapılırken, bu ilmin ancak imanla birleştiğinde gerçek değerini bulacağı ima edilir.
Bu yüzden, ölümlü olan bu dünyaya aşırı bağlanmak, onu sonsuz bir mekân gibi görmek, insanın kendi ebedi saadetini hiçe sayması demektir.
Hayatın sonu: Son duşumuz, son giysimiz, son aracımız ve son evimiz, hayatın ne kadar kısa ve geçici olduğunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.
Tıpkı ateşe düşmekten kaçınan pervanelere engel olmaya çalışan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bizi ateşten korumak için kuşaklarımızdan tuttuğu gibi, biz de kendimizi bu dünyanın aldatıcı cazibesinden korumalıyız.
Hazırlanmalıyız; başka, daimi bir memlekete gideceğiz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nispeten bir zindan hükmündedir.
Özet:
Bu makale, dünyanın geçici ve aldatıcı doğasını, insana verilen ömrün asıl gayesini ve ebedi hayata hazırlanmanın önemini anlatmaktadır. Tarihi ve edebi örneklerle, dünya malına ve makamına aşırı bağlanmanın vahim sonuçlarına dikkat çekilirken, Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmetli sözleriyle bu dünyanın bir köprü olduğu, asıl değerin iman ve salih amellerde bulunduğu ve kurtuluşun Risale-i Nur dairesinde olduğu belirtilmiştir.
İnsanlığın bilimsel ve teknolojik ilerlemelerine rağmen, asıl ilmin “iman ilmi” olduğu, maneviyatın göz ardı edilmemesi gerektiği ve ilahi düzene tevekkül etmenin önemi üzerinde durulmuştur. Makale, okuyucuyu dünyanın fani yüzüne aldanmayıp, ölüm gelmeden önce uyanmaya ve ebedi âleme hazırlıklı olmaya davet eden ibretli ve düşündürücü bir mesajla son bulmaktadır.
Beşeriyetin Saadeti ve Adaletin Kaynağı: Kur’an’ın Aydınlık Yolu
İnsanlık tarihi, daima bir arayışın, bir saadet özleminin izlerini taşır. İnsanlar, yeryüzünde huzur ve refah bulmak için çeşitli ideolojilere, yönetim biçimlerine ve yaşam felsefelerine yönelmişlerdir. Ancak kalıcı bir saadetin, gerçek bir adaletin temin edilmesi, her zaman en büyük mesele olmuştur.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan alınan “Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir…” sözü, bu arayışa nihai bir cevap sunar ve adaletin ne denli temel bir unsur olduğunu anlatır.
Tarih boyunca, adaletin tesis edildiği dönemler, aynı zamanda refahın ve huzurun da hüküm sürdüğü dönemler olmuştur.
Emevi ve Abbasi halifeliklerinin altın çağları, Endülüs’ün parlak medeniyeti, Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş devirleri, hep adaletin güçlü bir şekilde uygulandığı zamanlara denk gelir. Zira adalet, bir binanın temel direkleri gibidir; temel sağlam olmazsa bina yıkılmaya mahkûmdur. Ancak bu adalet kavramı, insani ölçütlerle sınırlı kaldığında veya ideolojilerin, heveslerin süzgecinden geçirildiğinde yozlaşmaya mahkûm olmuştur.
Kur’an, adaleti beşerî zaaflardan arındırarak ilahi bir mihenk taşına oturtur. Zira kâinatın Halık’ı ve her şeyi Hak ve hikmetle yaratan Allah, adalet prensibini en ince detayına kadar belirlemiştir. Ölmüş yeri ihya edip binlerce ölmüş taifeyi dirilten kudret, elbette hukukunu zayi etmeyecek ve bizi de büyük bir mahkemeye gönderecektir.
*********
Bugün “cehalet, zaruret, ihtilâf” olarak belirlenen üç büyük düşmanla karşı karşıyayız. Cehalet, insanın hakikatten uzaklaşmasına, zaruret maddi ve manevi yoksulluklara, ihtilaf ise toplumların parçalanmasına neden olur.
Bu üç düşmana karşı “san’at, marifet, ittifak” silahıyla cihat edeceğiz.
San’at, varlıktaki estetiği ve düzeni idrak etmekle, marifet ilahi isimleri bilmekle, ittifak ise birlik ve beraberlik içinde hareket etmekle mümkün olur.
Kur’an’ın “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.” (Âl-i İmran, 103) ayeti, bu ittifakın ve vahdetin temelini oluşturur. Ancak bu ipin sağlamlığı, Kur’an’ın ortaya koyduğu adalet prensiplerine sıkı sıkıya sarılmakla sağlanır.
***********
İnsanlığa verilen bütün o harika cihazat ve kabiliyetler, bu geçici dünya hayatı için değil, pek ehemmiyetli olan ebedi bir hayat için verilmiştir. Bu geçici dünyada elde edilecek saadet, ancak ahiret saadetiyle anlam kazanır.
Gençlik hevesatına esir olmayıp gaflatte boğulmayan, ihtiyarlar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışan gençler, en hayırlı gençlerdir. Zira ölüm gelmeden önce uyanmak, sınav bitmeden ders çalışmaya başlamak gibidir.
Kur’an’ın gösterdiği yol, insana sadece bireysel kurtuluşu değil, toplumsal düzeni de öğretir.
Namaz gibi ibadetler, kalplerde ilahi azameti tesbit edip akılları ilahi adaletin kanununa itaate yönlendiren yegâne ilahi vesiledir. Bu, insanın şahsî ve içtimaî hayatını düzenleyen bir nizamdır.
Hakîm ve Alîm olan bir Sahibi olan bu dünyanın yükünü fuzuli olarak kendi omuzlarımıza yüklenmek yerine, O’na tevekkül etmek gerekir.
Her bir nar ağacının bulanık suyu saf bir şaraba dönüştürüp meyvesine yedirmesi gibi, kâinatın her zerresi de ilahi kudretin ve adaletin bir tecellisidir.
İnsan, bu tecellileri görüp “Maşaallah, Bârekallah, Sübhanallah, Allahu Ekber” diyerek takdir, tahsin, hayret ve istihsanla mukabele etmelidir. Çünkü günahlar, hayat-ı ebediyede daimi hastalıklardır. İmanlı bir hastanın titremesiyle günahlarının silindiği hadis-i şerifi de, musibetlerin ve sıkıntıların aslında günahlarımıza kefaret olduğunu ve arınmaya vesile olduğunu düşündürür.
Sonuç olarak, beşeriyetin gerçek saadeti, maddi refahın veya dünyevi güçlerin ötesindedir. O saadet, ancak ilahi adaletle ve bu adaletin Kur’an’dan neşet eden ilkeleriyle mümkündür. Cehaleti ilimle, zarureti san’atla, ihtilafı ittifakla bertaraf etmek için Kur’an’ın gösterdiği yola sıkı sıkıya sarılmak, hem bu dünyada hem de ahirette huzur ve felaha ermenin yegane yoludur.
Özet:
Bu makale, insanlığın gerçek saadetinin ancak Kur’an’ın rehberliğindeki ilahi adaletle mümkün olabileceğini ele almaktadır. Tarihi örneklerle adaletin toplumlar üzerindeki dönüştürücü etkisine değinilirken, cehalet, zaruret ve ihtilaf gibi toplumsal düşmanlara karşı ilim, san’at ve ittifakla mücadele edilmesi gerektiği anlatılmıştır.
Makalede, insanın dünya hayatının geçiciliği ve ebedi hayata hazırlanmanın önemi, gençliğin bu konudaki sorumluluğu ve ilahi düzene tevekkül etmenin huzuru üzerinde durulmuştur.
Ayrıca, ibadetlerin ve Kur’an’ın varlıktaki ilahi tecellileri idrak etmedeki rolü, günahların ahiretteki olumsuz etkileri ve musibetlerin günahları temizleme potansiyeli gibi konular da işlenmiştir.
Makale, Kur’an’ın gösterdiği yola sıkı sıkıya sarılmanın, hem dünyevi hem de uhrevi saadetin anahtarı olduğu mesajıyla sona ermektedir.
Dünyanın Aldatıcı Cazibesi ve Asıl Değer: Bir İbret Makalesi
İnsanlık tarihi boyunca, varoluşun en temel ikilemlerinden biri, dünya hayatının geçiciliği ile sonsuzluğun daveti arasında sıkışıp kalmaktır. Nice imparatorluklar yıkıldı, nice servetler toz olup gitti, nice şan ve şöhret sahipleri unutulup tarihin derinliklerine gömüldü. Tüm bunlar, fani olanın nihayetinde yok olmaya mahkûm olduğunu gösteren canlı ibretlerdir.
Aşağıdaki çarpıcı ifadeyle: “Yazıklar olsun dünyaya değerinden fazla değer verip, değer biçene.”
Bu cümle, asırlar ötesinden yankılanan bir hikmeti, insanın gaflet perdesini yırtıp atması gereken bir uyarıyı taşır.
Tarihin sayfalarını karıştırırken, Hazreti Süleyman’ın (a.s.) muhteşem krallığına, Firavun’un kudretli saltanatına veya Karun’un eşsiz hazinelerine rastlarız. Her biri, kendi dönemlerinde dünyanın en büyük gücünü ve zenginliğini temsil ediyordu. Ancak akıbetleri ne oldu? Süleyman (a.s.) dahi en nihayetinde dünyanın gelip geçici olduğunu anlayan bir peygamberdi.
Firavun’un sonu ibretlik bir helak, Karun’un sonu ise yerin dibine batmak oldu. Bu kıssalar, bize dünyanın aldatıcı parıltısının ötesinde bir hakikatin varlığını fısıldar. Geçmişin büyük medeniyetleri, zenginlikleriyle övünen kavimler, şatafatlı saraylar, hepsi birer harabeye dönüştü. Bugün geriye kalanlar sadece ibretlik kalıntılar ve anlatılan hikayelerdir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı’nda sıkça vurguladığı gibi, bu dünya bir köprüdür, bir misafirhanedir. İnsan, ebedi âleme doğru yolculuk yapan bir seyyah gibidir. Bu yolda bize yoldaşlık edecek olan ne maldır, ne evlattır, ne makamdır, ne de dünyevi bir mevkiidir. Asıl yoldaşımız imanımız, salih amellerimiz, Hak’tan korkuşumuz ve Kur’an’ın hikmetli düsturlarına sarılışımızdır.
“Dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır,” sözüyle de dünya zevklerinin geçiciliğini ve beraberinde getirdiği sıkıntıları ne güzel özetler.
Keza, “Dünyevi dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır” uyarısı da, fani dostluklar ve mevkilerin sonsuzluk kapısında hiçbir değer taşımayacağını hatırlatır.
Bilimsel çalışmalar ve teknolojik gelişmelerle de dünyanın sırlarına vakıf olmaya çalışsak da, hiçbir bilim, ölümün ötesindeki hakikati tam manasıyla açıklayamaz.
Teknolojinin zirveye ulaştığı bu çağda dahi, en basit bir canlının yaratılışındaki mucizeyi veya bir atomun intizamını dahi tam manasıyla kavrayamayız. Bu da bize gösterir ki, her şeyin arkasında kudretli bir yaratıcı vardır ve bu dünya, O’nun san’atının sadece küçük bir tecellisidir.
Tıpkı şu kocaman kâinat kitabının vücud ve vahdete dair ayetleriyle bize dersler vermesi gibi, her şey O Zat-ı Zülcelal’in kemal ve celal sıfatlarına şehadet eder.
İnsanoğlu, nefsinin ve şeytanın fısıltılarına kulak verdiğinde “esfel-i safilîn”e, yani aşağıların en aşağısına düşebilirken, Hak’ka ve Kur’an’a kulak verdiğinde “a’lâ-yı illiyyîn”e, yani yücelerin en yücesine yükselebilir. Bu, insanın kendi elinde olan bir tercihtir. İşlediğimiz her günahın, kalbimize giren her şüphenin ruhumuzda yaralar açtığını unutmamalıyız.
***********
Asıl ilim, iman ilmidir; ilimlerin şahı ve padişahıdır. Çünkü o, bizi bu fani dünyadan ebedi âleme hazırlayan pusuladır.
Bu yüzden, ölümlü olan bu dünyaya aşırı bağlanmak, onu sonsuz bir mekân gibi görmek, insanın kendi ebedi saadetini hiçe sayması demektir. Tıpkı ateşe düşmekten kaçınan pervanelere engel olmaya çalışan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bizi ateşten korumak için kuşaklarımızdan tuttuğu gibi, biz de kendimizi bu dünyanın aldatıcı cazibesinden korumalıyız.
Hazırlanmalıyız; başka, daimi bir memlekete gideceğiz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nispeten bir zindan hükmündedir.
Özet:
Bu makale, dünyanın geçici ve aldatıcı doğasını, insana verilen ömrün asıl gayesini ve ebedi hayata hazırlanmanın önemini anlatmaktadır.
Tarihi ve edebi örneklerle, dünya malına ve makamına aşırı bağlanmanın vahim sonuçlarına dikkat çekilirken, Bediüzzaman Said Nursi’nin hikmetli sözleriyle bu dünyanın bir köprü olduğu ve asıl değerin iman ve salih amellerde bulunduğu belirtilmiştir.
İnsanlığın bilimsel ve teknolojik ilerlemelerine rağmen, asıl ilmin “iman ilmi” olduğu ve nefsin ve şeytanın fısıltılarına karşı Hak’ka ve Kur’an’a sarılmanın gerekliliği üzerinde durulmuştur.
Makale, okuyucuyu dünyanın fani yüzüne aldanmayıp, ebedi âleme hazırlıklı olmaya davet eden ibretli ve düşündürücü bir mesajla son bulmaktadır.
KUR’ÂN’DA SAPTIRICILAR: YALANIN GÖLGESİNDE İNKÂRA GÖTÜREN YOL
Giriş: Hakikatle Savaşın İlk Silahı – Yalan
Kur’ân’a göre insanı hakikatten saptırmanın ilk adımı yalandır. Yalan, şeytanın insanı kandırırken kullandığı ilk silahtır. İlk kıssa, ilk kandırma, ilk sapma – Hz. Âdem kıssasında bile – yalanla başlar:
> “Rabbiniz, bu ağaca yaklaşmanızı size ancak melek olmayasınız ya da ebedî kalıcılardan olmayasınız diye yasakladı.”
(A’râf, 20)
Bu şeytani yalan, insanlık tarihinin en eski kandırmacasıdır. Aynı yöntem, farklı kılıklar ve kılıflar altında kıyamete kadar devam edecektir. Kimler tarafından?
Kur’ân’a Göre İnsanları Yalanla Saptıranlar Kimlerdir?
a) Şeytan ve Şeytanlaşmış İnsanlar
Kur’ân, “şeytan” kavramını sadece cin türüyle sınırlamaz. Aynı zamanda insan şeytanları da tanımlar:
> “Biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı, aldatıcı sözler fısıldarlar.”
(En’âm, 112)
Bu ayet, “yalan ve aldatma”nın sadece şeytanın değil, onunla iş birliği yapan insan şeytanlarının da işi olduğunu bildirir. Bunlar çoğunlukla toplumda etkili, zengin, itibarlı, önde gelen kimseler olabilir.
b) Din Adamı Görünümlü Aldatıcılar (Sözde Âlimler- Hahamlar)
> “Onların çoğu, halkın mallarını haksız yollarla yemek ve insanları Allah’ın yolundan alıkoymak için ilahî kelimeleri tahrif ederler.”
(Tevbe, 34)
İlmi olan ama hikmeti olmayan, dini öğrenmiş ama hakkı terk etmiş sözde âlimler, Kur’an’da en tehlikeli saptırıcılar arasında yer alır.
c) Önderler, Firavunlar, Zenginler (Mele ve Mütref Sınıfı)
> “Biz bir memlekete peygamber gönderdiğimizde oranın refah içinde yaşayanları, ‘Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yolda yürürüz’ dediler.”
(Zuhruh, 23)
Kur’an’ın birçok yerinde “mele” (önde gelen elitler) ve “mütref” (lüks içinde yaşayanlar) sınıfının halkı yalanlarla kandırdığı, hakkı örttüğü ve kendilerine uymaya zorladığı anlatılır.
d) Nefislerine Tapanlar
> “Kendi hevâ ve hevesini ilâh edinen kişiyi gördün mü?”
(Câsiye, 23)
Bu kişiler hakikati değil, arzularını merkeze alır. Gerçekleri eğip bükerek hem kendilerini hem başkalarını saptırırlar.
Tarihî Boyut: Yalanla İnkar Ettiren Liderler ve Akımlar
Firavun:
> “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Nâziât, 24)
“Böylece Firavun, kavmini büsbütün yoldan çıkarmış, çıkmaza sürüklemişti; onları asla doğru yola iletemedi.” Taha.79.
Firavun sadece fiziksel zorbalıkla değil, ideolojik yalanlarla da halkı saptırdı. Onlara Hz. Musa’nın bir büyücü olduğunu, tehlikeli bir ayrılıkçı olduğunu söyledi. Onu değil, devleti koruyormuş gibi yaptı. Bugün hâlâ birçok rejim, bu “yalanla meşrulaştırma” yöntemini kullanır.
Bel’am bin Baura:
Kur’an’da ismi geçmez ama tefsirlerde geçen bu kişi, ilim sahibi olduğu halde, dünya menfaati için hakikati sattı ve bir kavmi sapkınlığa sürükledi. (Bkz. A’râf 175-176)
Yalanla Kandırmanın Bilimsel ve Psikolojik Arka Planı
Modern psikoloji, yalanın beyin üzerindeki etkilerini araştırmıştır:
Yalanın sürekli tekrarı, kişinin kendi yalanına da inanmasına sebep olur. (Bu etkiye “sahte gerçeklik etkisi” denir.)
Toplumsal manipülasyon, özellikle korku, umut ve aidiyet duygularının istismarıyla başarı kazanır.
Siyasi propagandalarda, dinî istismarlarda ve medya manipülasyonlarında hep aynı psikolojik araçlar kullanılır.
Akıl ve Mantık Penceresinden: Yalanın Düşürdüğü Zihin
Kur’an sürekli olarak insanlara “akletmiyor musunuz?” (تفكرون، تعقلون) diye sorar. Çünkü yalan ancak aklın devre dışı kaldığı yerde kök salar.
> “Onlar, anlamaz bir kavim oldular.” (Tevbe, 127)
Yalanla kandırılan halklar genellikle sorgulamayı bırakmıştır. Doğru ile yanlışı ayırt edecek ilimden ve hikmetten uzak kalmışlardır. Bu durum hem bireysel hem toplumsal çöküşü beraberinde getirir.
Hikmetli Temsillerle Yalanın Etkisi
Ayna ve Duman: Hakikat ayna gibidir. Yalan, bu aynanın üzerine serpilen dumandır. Hakikat hâlâ oradadır ama görünmez olur.
Gölgede Güneş Aramak: Yalanla kandırılan insan, güneşi ararken gölgenin içinde kalır. Karanlıkta kalmasına rağmen, aydınlıkta olduğunu sanır.
Çözüm ve Uyanış Yolu:
Kur’an saptırıcıların varlığını bildirirken aynı zamanda bir yol da gösterir:
Tefekkür: Düşün, araştır, sorgula.
Tevhid: Allah’tan başkasına körü körüne bağlanma.
İlme Dayan: Kitap, sünnet ve sahih bilgiye tutun.
Şahsiyetli Dur: Menfaate değil, hakikate bağlı kal.
SONUÇ:
Kur’ân-ı Kerîm, insanları yalan söyleyerek kandıran ve hak yoldan çıkaran şeytanları, liderleri, sahte âlimleri ve nefislerine tapanları açıkça uyarır.
Bu kandırmacalar; psikolojik, sosyal ve siyasal düzlemde işlenir ve bireyi en sonunda inkâra götürür. Toplumların kurtuluşu, bu yalanlara karşı ilme, akla, şahsiyete ve Kur’anî hakikate sarılmaktan geçer. Zira yalanla dönen dünyalar, hakikatin duvarına mutlaka çarpar.
ÖZET:
Kur’an, yalan söyleyerek insanları hak yoldan saptıran kimseleri; şeytanlar, sözde âlimler, zengin önderler ve nefislerine tapanlar olarak tanımlar. Bu saptırmalar, çoğu zaman dini, siyasi veya toplumsal bir kisveyle sunulur. Bu kişiler toplumları hakikatten uzaklaştırır, inkâra sürükler. Kur’an, bu tehlikeye karşı sürekli akletmeyi, sorgulamayı ve tevhid inancına sadık kalmayı öğütler. Kurtuluş, hakikate sarılmak ve yalanlara karşı uyanık kalmaktan geçer.
Havaya, esintiye göre yön alanlar, yer alıp yol kapanlar.
Şahsiyet oluşmadan kimlik alanlar veya verilenler.
En kullanılışlı kişiler, kişilik sahibi olmadan veya gelişmeden sanal,yapma,yapay,vekalet kişiliği elde edenler.
Sürülen tarladan çıkıp, topluma sürülen ve sürüklenenler .
Sonuçta toplumu da sürüm sürüm süründürenler.
Menfaat odaklı siyasetin siyaset ve yöneticileri rüzgar gülü gibidirler.
Zahiren gül gibi görünürler, hakikatte ise başkasının havasını üretip, rüzgarlariyla onlara güç oluştururlar.
Ya İngiliz gülüdür, ya ABD, ya İsrail.
Paraya, makam ve mevkiye göre düdük çalarlar.
Ellerinde güç olunca beceremeyip veya beceriksizlik gösterirken, devrildiğinde muhalefetin ağzıyla konuşup ahkam keser.
Ya nankördür ya da ahmak…
Oy sayısına göre tavır alır, alkışa göre renk verir.
Her renge sahiptir.
Bukalemun.
Her mevsimin adamıdırlar.
Onun için herkese yar olur görünürken, hakikatte bâr ve yük olur.
Değeri makamda kaldığı değer kadardır.
Sonra mı?
***********
Şahsiyetin Eridiği, Menfaatin Kral Olduğu Dünya
Giriş: Dönemin Adamları ve Davanın Adamları
Siyaset, idealde halkın haklarını gözeten, adaletle hükmeden, emaneti ehline veren bir hizmet alanıdır. Ne var ki zamanla bu alan, şahsiyetli insanların değil; rüzgârın yönüne göre yön değiştirenlerin, kalabalığın peşine takılanların, menfaati pusula edinenlerin oyun sahasına dönmüştür. Bu kişiler halkın değil, alkışın temsilcisidir. Hakikatin değil, çıkarın peşindedir. Dün savunduğunu bugün inkâr eder, bugün övdüğünü yarın yerin dibine batırır. Bu yazıda, bu tarz siyasi fırıldaklıkların mahiyetini, sebeplerini ve topluma verdiği zararı farklı boyutlarıyla ele alacağız.
Siyasi Fırıldaklık: Şahsiyet Yoksa Şekil Vardır
Siyasi fırıldak, esasen şahsiyet sahibi olmayan; neye inandığı, neyi savunduğu, kimden yana olduğu belli olmayan kişidir. Rüzgâr hangi yönden eserse oraya eğilen, dün yücelttiğini bugün yerin dibine batıran bu kimseler, halkı temsil etme iddiasıyla çıkar çevrelerinin taşeronu hâline gelirler. Bu, bir şahsiyet iflâsıdır.
Kur’anî Bakış:
Kur’ân-ı Kerîm bu tür insanları şöyle tasvir eder:
> “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri seni hoşnut eder; o kalbinde olana Allah’ı şahit tutar; hâlbuki o düşmanların en yamanıdır.”
(Bakara, 204)
Bu ayet, ağzı laf yapan ama içinde hile barındıran sahte samimiyetin, siyasî dildeki iki yüzlülüğün tipik tarifidir.
Tarihten Örnekler: Dönme Dolaplar ve Devrancılar
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçiş Süreci:
Abdülhamid devrinde padişahın dizinin dibinde övgüler dizen kimi paşalar, Meşrutiyet ilan edilince ‘hürriyet kahramanı’ kesildiler. Cumhuriyet devrinde aynı kişiler laiklik nidalarıyla Abdülhamid’e sövmeye başladılar. Tarih bu “dönme”leri kaydetti.
Modern Dönemde:
Bugün Türkiye’de dünden bugüne tüm siyasi partilerde benzer isimlerle karşılaşmak mümkündür. Bir dönem sağcı, sonra solcu, sonra yeniden milliyetçi, ardından demokratikleşme yanlısı olup tekrar otoriterleşen profiller sıradanlaşmıştır. Partiler değil, kişisel menfaatler yol belirler hâle gelmiştir.
Siyasi Ahlâkın Çöküşü ve Topluma Etkisi
Siyasi fırıldaklık bir ahlâk çöküşüdür. Bu çöküş, yalnız siyasetçileri değil; toplumun tamamını etkiler:
Güven Kaybı: Halk, artık hiçbir söze inanmamaya başlar.
Şüphe Kültürü: Herkese ve her şeye kuşkuyla bakılır.
Toplumsal Çürüme: Samimiyet, dürüstlük ve adalet gibi değerler geriler.
Gençlerde Umutsuzluk: Gençler siyasetten ve yöneticilerden soğur, ülkeden kopar.
Bu durum sadece bir ülkenin değil, bir ümmetin çöküşüdür. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
> “Menfaati şahsîyesi namına hareket edenler, milletin maslahatını düşünemezler.”
Ve; ” Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır. “
Bilimsel ve Psikolojik Yönüyle: Bukalemunluk Sendromu
Siyasi fırıldaklık, psikolojik olarak kişilik bölünmesi veya kişilik zayıflığına dayanır. Bu kişilik tipi:
Eleştiriye dayanamaz.
Onay alma bağımlılığı yaşar.
Aidiyet değil menfaat arar.
Sürekli güçlüden yana olma eğilimindedir.
Bu, siyasette narsistik karakter yapısı ile birleştiğinde toplumun sırtına bir kambur olur. Çünkü bu kişiler koltuğu halka hizmet için değil, egosunu tatmin etmek için kullanır.
Hikmetli Bir Temsil: Rüzgâr Gülü ve Bukalemun
Siyasi fırıldaklık, bir rüzgâr gülü gibidir: Kimin estiğine göre yön değiştirir. Ama kendi esmez, kendi yön tayin etmez. Aynı zamanda bukalemun gibi bulunduğu ortama göre renk alır. Ama hiçbir zaman “öz renk” taşımaz.
Bir Mevlâna hikmetinde şöyle der:
> “Kiminle gezdiğine değil, neye benzediğine bak. Herkes bir kalıba girer ama herkes aynı mayayı taşımaz.”
Tam bir kaht-ı rical yani adam kıtlığı hali.
Çıkış Yolu: Şahsiyetli Siyaset
Toplumu kurtaracak olan, şahsiyetli liderlerdir. Değeri makamdan değil, makamı değerli kılan şahsiyetlerdir. Bu liderlerin özellikleri:
İlkeye sadakat,
Samimiyet,
Hesap verebilirlik,
Hakikati her durumda söyleyebilmek,
Menfaate değil, hakka dayanmak.
Pusula ise:
> “Siyaseti dine, dünyevi şeylere ve menfaate âlet etmeyiniz, bunları siyasete âlet ederseniz hem onlar zarar görür hem siyaset bozulur.”
Çünkü Samimiyet esastır.
İçle dışın uyumu.
Sonuç:
Siyasi fırıldaklık, bireysel çıkarların toplum değerlerinden önde tutulduğu, siyasetin ilke değil, menfaat çerçevesinde yapıldığı bir hastalıktır. Bu hastalık yayılırsa, sadece siyaset değil; ahlâk, güven, adalet, gelecek de çöker. Bu sebeple siyasi duruşta en büyük servet şahsiyettir. Makamlar geçici, ama şahsiyet kalıcıdır.
ÖZET:
Siyasi fırıldaklık, rüzgârın yönüne göre hareket eden, menfaatin izinden giden ve şahsiyetini çıkar uğruna kaybeden bir siyasi tavırdır. Bu kişiler dün savunduklarını bugün inkâr eder, her renge girer ama hiçbir değeri temsil etmez. Tarih boyunca bu tür karakterler topluma güven kaybettirmiş, siyaseti kirletmiştir.
Kur’an, hadis ve tarihî tecrübe bize göstermiştir ki, toplumlar ancak şahsiyetli, sadık ve ilkeli liderlerle ayağa kalkar.
Gerçek değişim şahsiyetle başlar, makamlarda değil, kalplerde ve değerlerde yükselir.
“Nefes Almak Haram Olduğu Yer: Gazze’de İnsanlık Nefessiz”
Zamanın Şahitliği ve İnsanlığın Çöküşü
Dünya, tarihin en acımasız soykırımlarından birine tanıklık ederken; teknolojinin, hukuk sistemlerinin ve insan hakları beyanlarının aciz kaldığı bir sınavdan geçiyor.
7 Ekim 2023’ten bu yana, küçücük bir toprak parçasında, Gazze’de yaşananlar yalnızca bir savaş değil; zulmün kurumsallaştığı, acının sistematikleştirildiği ve insanlığın susturulduğu bir kıyımdır. Bu yazı, sadece gözle görülen yıkımı değil, gözle görülmeyen ama kalplerde yankılanan hikmeti ve ibretleri de dile getirmek içindir.
Tarihin Tekerrürü: Zulmün Coğrafyası Değil, Ruh Hâlidir
Tarih bize gösterdi ki; zulüm ne zaman ve nerede vücut bulsa, arkasında sessizliğin çığlığı vardır. Firavun’un Nil kıyılarında boğduğu bebekler, Ebu Cehil’in kız çocuğunu diri diri toprağa gömmesiyle aynı karanlık aklın ürünüdür. Bugün İsrail’in Gazze’de yaptığı, sadece mermilerle değil; açlıkla, susuzlukla, elektriksizlikle ve umutsuzlukla sürdürülen bir vahşettir.
Zulüm bir coğrafyanın kaderi değil, zalimlerin zihniyetinin ürünüdür. Yahudi tarihindeki Samirî sapkınlığından bugünün Siyonizmine uzanan çizgi, hakikati değil, hırsı kutsayan bir anlayışın yansımasıdır. Kur’an’ın ifadesiyle, “Fitne katilden beterdir” (Bakara, 191). Bugün Gazze’de sadece masum insanlar değil; insanlığın vicdanı da katledilmektedir.
Bilimsel Gerçek: Açlık Bir Silah Olarak Kullanılıyor
Modern savaş teorileri içinde, “gıda kıtlığı ve abluka” artık bir silah olarak tanımlanıyor. Gazze’de sistematik olarak uygulanan gıda ambargosu, BM’nin 1948 Soykırım Sözleşmesi’ne göre açık bir “soykırım” suçudur. Sağlık örgütlerinin verilerine göre, yüz binlerce çocuk akut yetersiz beslenme ile yaşam mücadelesi veriyor. Bu, sadece bir kriz değil; planlı bir yok etme politikasıdır.
İsrail’in hastaneleri hedef alması, doktorları öldürmesi, ilaç girişini engellemesi modern tıbbın, insanlığın ve hukukun ayaklar altına alınmasıdır. Bu durum, aynı zamanda Batı’nın çifte standardının da ifşasıdır. Çünkü insan hakları, politik çıkara yenik düştüğünde, zulüm meşrulaştırılmış olur.
İlmi Boyut: Zulme Rıza, Zulümdür
İslam düşüncesine göre; “Zulme engel olamayan, en azından kalbiyle buğz etmeli” (Hadis-i Şerif). Kalbî buğzun yok olduğu bir dünyada, sessiz kalmak dilsiz bir ortaklık demektir. İsrail’in katliamlarını görüp de “ama iki taraf da…” diyerek eşitlemeye çalışan her yorum, zulmün kılıfını dokur.
Gazze’deki çocukların açlıktan ölmesine sessiz kalanlar için Hz. Ömer’in şu sözü haykırıyor: “Dicle kıyısında bir koyun kaybolsa, Allah onu benden sorar diye korkarım.” Oysa bugün yüz binlerce koyun değil, çocuk yok oluyor ve ‘medeniyet’ susuyor.
Aklî ve Mantıkî Boyut: Susturulan Vicdanlar, Satın Alınmış Sessizlik
Gazze’deki tabloyu anlamak için komplolara değil, açıklanan gerçeklere bakmak yeterlidir. Epstein vakası üzerinden dünyanın birçok liderine şantaj yapıldığı, bizzat İsrail başbakanı tarafından “susmazsanız iktidarınızı kaybedersiniz” tehdidiyle dile getirilmiştir.
Bu, artık bir güvenlik ya da savunma meselesi değil; emperyal planların, ekonomik kârların ve küresel bir tahakküm projesinin yürürlüğe konmasıdır. ABD başta olmak üzere Batı’nın ‘insan hakları savunuculuğu’ koca bir yalandan ibarettir.
Hikmet ve İbret: Her Şeyin Hesabı Var
Gazze’deki küçük Muhammed’in gözlerinden akan bir damla yaş, binlerce füzeden daha etkili bir çığlıktır. O çığlık bize, unuttuğumuz bir hakikati hatırlatıyor: Zulüm devam etmez, eder gibi görünür. Allah zalime mühlet verir ama ihmal etmez.
Zulüm devam etmez. Çünkü zulüm, adaletin inkârıdır. Adalet ise Allah’ın sıfatıdır.
Gazze, bu sıfatın tecellisini bekliyor. Belki gecikiyor ama unutulmuyor. Çünkü Allah, “Zalimleri, kazdıkları kuyulara düşürür” (En’am, 45).
Özet
Bu makalede, Gazze’de 7 Ekim 2023’ten itibaren yaşanan soykırım; tarihî, ilmî, aklî, hikmetli ve ibretli boyutlarıyla ele alındı. İsrail’in sistematik olarak uyguladığı abluka ve katliamlar; insan haklarının, bilimin ve İslamî ahlakın temel ilkelerine açıkça aykırıdır. Uluslararası sessizlik, şantajlarla susturulmuş liderlikler ve çifte standartlar ise zulmün ortakları konumundadır. Ancak tüm bu vahşet içinde bile çocukların gözyaşı ve direnişi, insanlığın hâlâ ölmediğini haykırıyor. Unutulmamalıdır ki, zulüm payidar olmaz ve Gazze bir gün adaletin yeniden doğduğu yer olacaktır.
PUTLAŞAN HAYATLAR: Kalpte Başlayan Tapınma, Maddede Büyüyen Esaret
GİRİŞ: Kalbin Kırıldığı Yerde Putlar Büyür
İnsan, yaratılışı gereği bir şeye bağlanma, yönelme, sevme ve sığınma ihtiyacı duyar. Kalbi sahici bir mabede ulaşamazsa, bu boşluğu dolduracak sahte tanrılar, ilahlar üretir. İşte bu yüzden putperestlik, sadece taştan, ağaçtan veya tunçtan yapılmış heykellere tapınmak değil; hakikatin yerine ikame edilen her tür sahte kutsalın adıdır. Bu tapınma bazen servete, bazen güce, bazen şöhrete, bazen de ideolojiye dönüşür. Putlaşan hayat, Allah’tan uzaklaşmanın, tevhid aklının parçalanmasının ve kalbin istikametten sapmasının dramatik bir sonucudur.
TARİHÎ ARKA PLAN: Yahudilikten Cahiliyeye, Oradan Modern Zihne
Yahudilikte ve Samirî Hadisesi
Hz. Musa’nın Tur dağında Rabbinden vahiy aldığı sırada, Samirî adlı biri halkı kandırarak altından bir buzağı yaptı ve “İşte sizin ilahınız budur” dedi. (Bkz. Tâhâ, 20/88). Üstelik bu halk, mucizelerle denizi yarıp geçmiş, Firavun’un zulmünden kurtulmuştu. Ama kalpleri hâlâ köleydi. Çünkü fiziksel esaretten kurtulmak, ruhun özgürleşmesini garanti etmez. Samirî, halkın içindeki eski putperest eğilimi yeniden canlandırmıştı. Bu, aynı zamanda putların toplumsal bir ihtiyaç değil, ruhi bir boşluğun dışa vurumu olduğunu da gösterir.
Cahiliye Dönemi: Mekke’nin Put Pazarına Dönüşmesi
Mekke’de Kâbe, Hz. İbrahim’in inşa ettiği tevhid mabediyken, zamanla 360 putun barındığı bir şirk merkezine dönüşmüştü. Çünkü tevhid inancı unutulmuş, yerine kabilecilik, menfaat ve mitolojik anlatımlar ikame edilmişti. Her kabilenin bir putu vardı ve her put, bir rant ve otorite aracına dönüşmüştü. Putlar sadece tapılmak için değil, insanların akıllarını rehin almak ve zihinleri teslim almak için de kullanılıyordu. Put-perestlik böylece sadece inanç yönüyle değil, aynı zamanda siyasi ve ekonomik bir istismar sistemine dönüşmüştü.
III. KUR’AN’DA PUTÇULUK: Tevhid’in Zıttı Olarak
Kur’an’da putperestlik, tevhidin tam karşıtı bir bilinç hali olarak tanımlanır. “Sana ne oldu da Lât ve Uzzâ’ya tapıyorsun?” (Necm, 19-23) gibi ayetlerde, putların hiçbir kudreti olmadığı, sadece birer isim ve kurgu olduğu anlatılır.
Kur’an putları sadece heykeller olarak değil, insanın zihninde kutsallaştırdığı, mutlaklaştırdığı ve kendini ona adadığı her şey olarak görür:
İtaatin yön değiştirmesi → Allah yerine egoya, lidere, servete teslimiyet
Toplumsal kabul ve yaygınlık → Artık bir “inanç” değil, bir “kültür” halini alır
Eleştirilemezlik → Putlar dokunulmaz, tartışılamaz, sorgulanamaz olur
PEYGAMBERİMİZİN PUTPERESTLİĞİ ORTADAN KALDIRMASI
Peygamber Efendimiz (s.a.v), Mekke’ye girdiğinde ilk işi Kâbe’deki putları kırmak oldu. Ama onun asıl mücadelesi, kalplerdeki putları kırmaktı. O:
Sözle: “Lâ ilâhe illallah” diyerek tevhidi tebliğ etti.
Eylemle: Adalet, ahlak, sabır ve merhametle şirk düzenini sarstı.
Toplumla: Eğitimle, sosyal dönüşümle yeni bir toplum inşa etti.
O’nun mücadele yöntemi, sadece fizikî putları değil, insanın benliğinde, hırsında, makam sevgisinde ve ırkçılığında gizli olan putları da yıktı. Çünkü asıl putlar, insanın içinde yaşar ve görünmeden hükmeder.
MODERN PUTLAR: Heykel Değil, Sistem
Bugün artık taş ve tahtadan yapılmış putlara kimse secde etmiyor. Ama para, şöhret, ideoloji, milliyet, parti, lider, hatta bazen akıl ve bilim putlaştırılıyor. Modern çağda putlar artık mabetlerde değil, ekranlarda, sosyal medyada, bankalarda ve zihinlerde duruyor.
İnsanlar artık altın buzağılara değil, altın kartlara secde ediyor. Mallarını Allah yolunda harcamıyor, ama lüks için, gösteriş için, tüketim için her şeyini verebiliyor. Bu da gösteriyor ki, putçuluk hâlâ yaşıyor, sadece kıyafet değiştirdi.
VII. İLK PUTÇULUK: TARİHTE BAŞLANGIÇ VE GELİŞİM
İlk putçuluk Hz. Nuh döneminde başladı. Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr adlı salih insanların heykelleri yapıldı. Amaç onları hatırlamaktı. Zamanla bu hatırlama yerini tapınmaya bıraktı. (Bkz. Nuh, 71/23). Bu da gösteriyor ki putlar, önce mazideki iyilikleri yüceltmek, sonra da o iyilikleri mutlaklaştırmakla doğar.
VIII. PUTLAŞAN HAYATLAR: Bizim İçimizdeki Putlar
Modern çağda putlar artık gözle değil, gönülle görülüyor. Bazen bir makam, bazen bir lider, bazen bir başarı ideali… İnsan bu dünyada tutkularını, korkularını, hayranlıklarını, ideallerini ilahlaştırdıkça, Allah’a olan kulluğu zayıflıyor. Kimi paraya kul, kimi nüfuza kul, kimi de nefsine kul oluyor.
Bugün kalplerimizi, değer yargılarımızı, gündemimizi kontrol eden her şey bir tür put olabilir. Gerçek özgürlük, bu görünmeyen zincirleri kırmakla mümkündür.
SONUÇ ve ÖZET
Putçuluk sadece geçmişe ait değil, bugünün içimize sinmiş hastalığıdır.
Kalpte başlayan putçuluk, topluma, sisteme ve kültüre yansır.
Kur’an, putları sadece fizikî değil; zihinsel, psikolojik ve sosyal yapılar olarak tanımlar.
Peygamberimiz, hem görünür putları yıktı hem görünmeyen hevaları.
Modern çağın putları ekranlarda, paranın cazibesinde, ideolojilerde ve benliklerde gizlidir.
Gerçek tevhid, bu putları kırmakla mümkündür.
🔍 Kısa Özet (Madde Madde)
Putçuluk sadece heykellere tapma değil, kalpte Allah’tan gayrisine yönelme halidir.
Yahudilikte Samirî hadisesi, kalbi temizlenmemiş toplumlarda putların nasıl hızla ortaya çıktığını gösterir.
Cahiliye Arapları, putları menfaat ve otorite için kutsallaştırmıştır.
Kur’an, putları ideolojik ve psikolojik bir sapma olarak değerlendirir.
Peygamberimiz tevhid mücadelesiyle hem zahiri hem batıni putları ortadan kaldırmıştır.
Modern çağda putlar şekil değiştirmiştir: Para, ideoloji, şöhret, nefis…
Tevhid, kalpteki ve toplumdaki putları kırmakla mümkündür.
**********
🕌 Kıssa: Putları Kıran Tevhid Kahramanı
Kur’an’da özellikle Enbiya Suresi 51–70 arasında Hz. İbrahim’in putlarla olan mücadelesi detaylıca anlatılır.
🔹 Ayet Özeti:
> “Andolsun ki, İbrahim’e daha önce doğruyu ve yanlışı ayırt etme yeteneği verdik. Biz onu iyi tanırız.”
(Enbiya, 21/51)
İbrahim (a.s), kavminin taptığı putların konuşamadığını, fayda ya da zarar veremediğini, akılsız ve güçsüz olduğunu fark eder. Kavmine şöyle seslenir:
> “Siz, kendinize ne bir fayda ne de zarar veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz?”
(Enbiya, 21/66)
🔨 Putları Kırma Olayı:
İbrahim, bir bayram günü halkın şehir dışına çıktığı vakitte, mabede girer ve putları balta ile kırar, yalnızca en büyük putu sağlam bırakır. Baltayı da onun boynuna asar.
> “Belki de bunu şu büyükleri yapmıştır. Ona sorun, eğer konuşuyorlarsa!”
(Enbiya, 21/63)
Kavmi, putların konuşamayacağını kabul eder ama buna rağmen inatla onu yakmak ister:
> “Eğer bir şey yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardım edin!”
(Enbiya, 21/68)
Fakat Allah onu korur:
> “Ey ateş! İbrahim için serin ve esenlik ol!”
(Enbiya, 21/69)
🧠 Verdiği Derin Mesajlar
🕊️ Tevhidin Cesur Savunusu
İbrahim, Allah’tan başkasına kulluğu reddederken bunu sadece sözle değil, fiille de gösterir. Putları kırmak, sistemli bir karşı duruşun sembolüdür. Olay, tevhid inancının sahada hayata müdahil oluşunun açık bir göstergesidir.
🧭 Zihinsel ve Mantıksal Uyanış
Putları kırmak, bir “vandallık” değil; mantıksal bir çökertme operasyonudur. Kavmine büyük putun yaptığını söyleyerek onları düşünmeye zorluyor:
> “Konuşamıyorlar ki! O halde neden tapıyorsunuz?”
Bu, aklı ve vicdanı uyandıran bir sorgulama tarzıdır.
🔥 Tevhid Yolunun Bedeli ve İlahi Yardım
Putları kırmanın cezası olarak ateşe atılması, hak yolunda bedel ödemeyi göze almanın sembolüdür. Ancak Allah’ın “Ey ateş! Serin ve esenlik ol” emriyle ilahî yardımın nasıl devreye girdiği gösterilir. Yani:
Tevhid uğruna atılan bir adım, Allah’ın yardımıyla devleşir.
🗿 Putlar Sadece Taş Değildir
Kur’an bu olayla bize şunu da anlatır:
Put, sadece taştan ibaret değildir. Akletmeden, sorgulamadan inanılan her düşünce, her ideoloji, her liderlik figürü bir zihinsel put olabilir. Hz. İbrahim’in kıssası bu tür modern putlara karşı da akli uyanışı temsil eder.
🧱 Sadece Yıkmak Değil, İnşa Etmek
Hz. İbrahim sadece yıkmamış, aynı zamanda inşa da etmiştir. Kâbe’yi tevhid mabedi olarak inşa etmiş, Allah’a yönelişin sembolü haline getirmiştir. Bu da gösterir ki:
Putları kırmak tek başına yeterli değildir; yerine hakikati koymak gerekir.
📚 İlmi, Hikmetli ve İbretli Yorumlar
İlmî bakışla: İnsanlık tarihindeki tüm batıl sistemlerin temelinde aklın devre dışı bırakılması vardır. Hz. İbrahim’in tavrı, akılcı tebliğin temel taşıdır.
Hikmet yönüyle: Kalpte yer bulan putlar, zamanla eylemlere, sonra topluma ve kültüre sirayet eder. Tevhid ise önce kalpte doğar, sonra toplumu şekillendirir.
İbretle: Bugün insanlar görünür taş putlara değil, görünmeyen nefis putlarına secde ediyor. Bu kıssa, çağlara meydan okuyan bir uyarıdır.
🔍 Özet (Madde Madde)
Hz. İbrahim Kur’an’da tevhid mücadelesinin sembolüdür.
Putları kırma olayı, aklî ve cesur bir tebliğ yöntemidir.
Kavmini sorgulatmak için sembolik bir plan kurmuştur.
Tevhid inancı, sorgulama, cesaret ve teslimiyet ister.
İlahi yardım, tevhid yolunda fedakârlıkla gelir.
Modern çağda putlar değişmiştir: Şöhret, ideoloji, servet, lider tapınmaları…
Bu kıssa, her asra mesaj veren tefekkür çağrısıdır.
**********
“Binaenaleyh, mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur; ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur.
Evet, sanemler pek adi, hakir olduklarından Cenab-ı Hak, sineği onlara musallat kılmıştır. Ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki, ile, yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir.
Bir Arabinin taptığı bir sanemi varmış. Bir gün ibadete gitmiş. Bakmış ki, bir tilki sanemin başına bevletmiş. Bu hali görünce,
( Başına tilkilerin bevl ettiği bir şey nasıl rab olur? ) demekle, sanemi kırmış, atmış. Demek sanemlerin hakaretinden, yalnız sinekler değil, tilkiler de başlarına çıkar, telvis eder.”
İşârâtü’l-İ’câz.210.
“Allah’tan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva edinir, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi!” Ankebût Suresi
Ankebût Suresi – 41 .
“Şüphesizki Allah sivrisinekle veya ondan daha küçüğüyle misal vermekten çekinmez.” Bakara. 26.