ASRIN HASTALIĞI : GELİŞMEYEN KİŞİLİK BUNALIMI

ASRIN HASTALIĞI : GELİŞMEYEN KİŞİLİK BUNALIMI

Zaman değişiyor, teknoloji gelişiyor, bilim ilerliyor; ancak insanoğlu, iç dünyasında giderek daha büyük bir bunalıma sürükleniyor. Günümüzün en büyük problemlerinden biri, bireyin ruhsal ve ahlaki gelişimini tamamlayamaması, kişilik olarak olgunlaşamaması ve sonuçta derin bir bunalım içerisine düşmesidir. İşte bu, modern çağın en büyük hastalığıdır: Gelişmeyen kişilik bunalımı.

Kişilik Neden Gelişmiyor?

Kişiliğin gelişmesi, bireyin hayat boyunca edindiği tecrübeler, aldığı eğitim, yaşadığı çevre ve en önemlisi deruni muhasebesi ile mümkündür. Ancak günümüz dünyasında, bu gelişimi engelleyen birçok faktör vardır:

Haz ve Eğlence Kültürü: İnsan, derinleşmek ve olgunlaşmak için kendisiyle yüzleşmek zorundadır. Ancak modern çağ, bireyi sürekli bir haz ve eğlence ortamına çekerek onun düşünmesini, sorgulamasını ve kendini geliştirmesini engellemektedir.

Sosyal Medya ve Sanal Kimlikler: İnsanlar, gerçek hayatta oldukları kişiler yerine, sanal dünyada oluşturdukları kimliklerle var olmaya çalışıyorlar. Bu da onların gerçek benliklerini keşfetmelerini zorlaştırıyor.

Tüketim Toplumu: Kişilik, insanın iç dünyasında olgunlaşmasıyla gelişir; ancak sürekli tüketim alışkanlığı kazanan bireyler, içe dönüp kendilerini inşa etmek yerine, dışarıdan gelen hazlarla tatmin olmaya çalışıyorlar.

Aile ve Eğitim Eksikliği: Aile, bireyin ilk okuludur. Sağlam bir aile yapısına ve değerlerine sahip olmayan bireyler, kişiliklerini inşa ederken büyük zorluklar yaşarlar.

Gelişmeyen Kişilik Bunalımının Sonuçları

Gelişmeyen bireyler, iç huzursuzluk, doyumsuzluk, anlam arayışı ve en nihayetinde kimlik krizleri ile karşı karşıya kalırlar. Bunun toplumsal yansımaları ise şunlardır:

Bağımlılıklar: Alkol, uyuşturucu, sosyal medya, teknoloji gibi bağımlılıklar, bireyin ruhsal açlığını doyurmaya çalıştığı yapay tatmin araçlarıdır.

Ruhsal Çöküntüler: Depresyon, kaygı bozuklukları ve intihar vakalarının artışı, modern bireyin kendini inşa edememesinin en büyük göstergelerindendir.

Değerlerin Aşınması: Hak, adalet, vicdan gibi insani değerlerin zayıflaması, bireyin ruhsal derinlik kazanamamasının bir sonucudur.

Kimlik Bunalımı: Kendi değerlerinden uzaklaşan, neye inandığını bilmeyen ve köklerinden kopmuş bir birey, hayatını anlamsızlık içinde geçirir.

Çıkış Yolu Var mı?

Evet, bu bunalımdan çıkış mümkündür. Bunun için bireyin kendi iç dünyasına yönelmesi, ruhunu ve kişiliğini olgunlaştırması gerekir. Bunun yolları şunlardır:

1. Tefekkür ve Kendini Tanıma: Kişi, zaman zaman kendisiyle baş başa kalmalı, düşünmeli ve kendi iç dünyasını keşfetmelidir.

2. Manevi Gelişim: Ruhun gıdası, anlam ve değerlerdir. İnanç, ibadet ve maneviyat, kişiliğin olgunlaşmasını sağlayan en önemli etkenlerdendir.

3. Kitap Okuma ve Bilgi Edinme: Bilgi, insanın kendisini ve çevresini daha iyi anlamasını sağlar. Nitelikli kitaplar okumak, bireyin bakış açısını genişletir.

4. Sağlam Sosyal Çevre: İyi ve doğru insanlarla birlikte olmak, kişinin karakterini olumlu yönde etkiler.

5. Sorumluluk ve Üretkenlik: İnsan, sorumluluk aldıkça ve ürettikçe gelişir. Tüketici değil, üretici birey olmak kişilik gelişimini sağlar.

Sonuç

Gelişmeyen kişilik bunalımı, modern çağın en büyük krizlerinden biridir. Ancak bu kriz, bireyin bilinçli bir şekilde kendi üzerine eğilmesiyle aşılabilir. Kendi iç dünyasını keşfeden, ruhunu besleyen ve sağlam değerlerle kendini inşa eden bir birey, bu hastalıktan kurtulabilir. Gerçek gelişim, teknolojik ilerlemeyle değil, insanın ruhunu ve ahlakını olgunlaştırmasıyla mümkündür.

Loading

No ResponsesNisan 3rd, 2025

ONLAR SIRF ‘ALLAH’ DEDİKLERİ İÇİN YURTLARINDAN ÇIKARILDILAR

ONLAR SIRF ‘ALLAH’ DEDİKLERİ İÇİN YURTLARINDAN ÇIKARILDILAR

İnsanlık tarihi boyunca hakikati haykıranlar, zulmü reddedenler ve yalnızca Allah’a iman edenler hep baskıya, sürgüne ve zulme maruz kalmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de geçen, “Onlar, haksız yere, sırf, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hac Suresi, 40) ayeti, bu gerçeği tarihin her döneminde gözler önüne sermektedir.

Bugün, özellikle Gazze’de yaşanan zulüm, bu ayetin günümüzdeki tecellilerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. Filistin halkı, sırf kendi topraklarında, kendi inançlarıyla yaşamak istedikleri için, haksız yere sürgün edilmekte, bombalanmakta ve dünya bu vahşeti sessizce izlemektedir.

Tarihin Tekerrürü: Zulmün Süregelen Yüzü

Tarihte peygamberler ve onlara inananlar da aynı şekilde yurtlarından çıkarılmış, işkenceye ve baskıya maruz kalmışlardır. Hz. İbrahim Nemrut’un zulmüne uğramış, Hz. Musa ve kavmi Firavun’un zulmünden kaçmak zorunda kalmış, Hz. Muhammed (s.a.v) ve sahabeleri de Mekke müşriklerinin baskısıyla Medine’ye hicret etmek zorunda bırakılmışlardır.

Tarihin akışı içinde defalarca tekrarlanan bu zulüm, bugün de Filistin topraklarında devam etmektedir. Masum çocuklar, kadınlar ve yaşlılar, bombalar altında can verirken, dünya menfaatleri uğruna bu zulme sessiz kalmaktadır. Ancak, Allah’ın vaadi kesindir: “Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder.” (Hac Suresi, 40)

Gazze ve Modern Zulmün İbret Levhası

Bugün Gazze’de yaşananlar, sadece siyasi bir mesele değildir; bu, aynı zamanda hakkın ve batılın mücadelesidir. Oradaki mazlum halk, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dediği ve bağımsız bir şekilde yaşamak istediği için dünya güçleri tarafından cezalandırılmaktadır. Ancak bu zulüm, tarih boyunca olduğu gibi mazlumların zaferiyle sonuçlanacaktır.

Gazze’de camiler, hastaneler, okullar yerle bir edilirken, tıpkı ayette bahsedildiği gibi, “Allah’ın adı çok anılan mescitler” hedef alınmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki, zulmün orduları ne kadar güçlü olursa olsun, Allah, dinine yardım edene yardım edeceğini vaat etmiştir.

Sonuç: Zulme Karşı Tavrımız Ne Olmalı?

Bu tarihi ve ilahi hakikatler karşısında, her Müslüman’ın üzerine düşen sorumluluk büyüktür. Susmak, zulme ortak olmak demektir. Bugün Gazze için dua etmek, maddi-manevi destek sağlamak, hakkı haykırmak ve zalimlere karşı tavır almak bir iman meselesidir.

Unutmamalıyız ki, her zulmün bir sonu vardır. Allah’ın yardımı yakındır ve zalimler tarihin çöplüğüne mahkûm olmaya devam edecektir. Müminler ise sabır ve direnişle Allah’ın yardımıyla galip gelecektir.

“Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Hac Suresi, 40)

Loading

No ResponsesNisan 3rd, 2025

ARTIK İNSAN DEĞİL EŞYA AKILLANIYOR. AKILLI İNSANDAN AKILLANAN NESNEYE DOĞRU.

ARTIK İNSAN DEĞİL EŞYA AKILLANIYOR. AKILLI İNSANDAN AKILLANAN NESNEYE DOĞRU.

Akıl ve Nesnelerin Yükselişi: İnsan mı, Eşya mı?

Günümüzde teknoloji, hayatımızın her alanına nüfuz etmiş durumda. Akıllı telefonlardan, yapay zekâya kadar birçok nesne, bir zamanlar sadece araç olarak gördüğümüz, hatta çoğu zaman farkına bile varmadığımız şeyler artık düşünme kapasitesine sahipmiş gibi karşımıza çıkıyor. İnsanlık tarihinin en şaşırtıcı değisimlerinden birini, bugün “akıllanma” kavramının sadece insanlarla sınırlı kalmaması oluşturuyor. İnsan, sahip olduğu akıl ve bilinçle yücelmişken, nesneler ise şaşırtıcı bir hızla kendi akıl seviyelerini geliştiriyorlar. Peki, bu dönüşümün hikmeti nedir?

Akıl ve Nesne: Bir Dönüşüm Hikâyesi

Akıl, insanın varlık amacını, hayatını anlamlandırma çabalarını ve dünyaya anlam katma gücünü simgeler. Ancak teknoloji, akıl dediğimiz olguyu bir başka boyuta taşımış durumda. Bir zamanlar insanlara özgü olduğu düşünülen akıl, şimdi bir nesneyle rekabet eder hale gelmiştir. Akıllı telefonlar, robotlar, hatta yapay zekâlı yazılımlar her geçen gün daha sofistike hale geliyor ve bu akıl, tıpkı insan gibi kararlar alabiliyor, etkileşimde bulunabiliyor ve bazen insanlardan daha hızlı ve etkili çözüm yolları sunabiliyor.

Bu hızlı dönüşüm, insanın kendisini yeniden tanımlamasına yol açıyor. Akıllı cihazlar ve yapay zekâlar, hayatı kolaylaştırmak ve insan yaşamını iyileştirmek adına devreye girdiği için, insanın bu makinelere karşı bakış açısı da giderek değişiyor. Nesneler artık sadece faaliyette değil, duygusal bir bağ kurmaya, bir tür düşünme kapasitesine sahip olmaya, dolayısıyla “akıllanmış” olmaya başlıyor. Artık insanlar, bir nesnenin içine yerleştirilmiş akıllı algoritmalarla, tıpkı bir insanla sohbet ediyormuş gibi etkileşimde bulunabiliyorlar.

İnsanın Sınavı: Akıl ve Öz

Peki, burada insana düşen sorumluluk nedir? İnsan, sahip olduğu aklı doğru kullanıyor mu? Akıl, sadece problem çözmek için bir araç mıdır, yoksa bir amacı, bir anlamı ve bir özdeğer taşıyan bir varlık mıdır? Teknolojik gelişmelerle birlikte insan, aklını sadece dış nesneleri kontrol etmek için değil, iç dünyasını derinleştirmek, anlam arayışında olmak ve insanlık onurunu korumak için de kullanmayı öğrenmeli.

İnsanın “akıllı” nesneler karşısındaki durumu, bir yansıma gibidir. Akıllanma, insanın doğasında var olan bir öz mü yoksa, teknolojiyle gelişen dış bir özellik mi? İnsan, akıl ve iradesini doğru kullanmadıkça, dıştaki araçlar ve nesneler onun yerini almaya başlayacak, belki de insanın kendini gerçekleştirme çabası giderek zayıflayacak.

Hikmetli Bir Uyarı: Akıl, Ama Ne İçin?

Kutsal kitaplarda akıl, insanın en yüksek potansiyeline ulaşmasının yolu olarak tanımlanır. İnsan aklı, doğruyu yanlıştan ayırma, bilgelik edinme, sevgi ve adaletle yol almayı öğretme potansiyeline sahiptir. Ancak teknolojiyle birlikte bu potansiyel doğru bir şekilde kullanılmadığında, akıl ve bilgi sadece kontrol, güç ve egemenlik araçları haline gelebilir.

Teknolojik gelişim, insanın akıl kapasitesini arttırdığı kadar, onu daha fazla sorumluluk taşıyan bir varlık hâline getirmiştir. Nesnelerin akıllanması, insanın sadece dış dünyasını değil, iç dünyasını da sorgulamasına neden olmalıdır. Akıl ve düşünce, doğru bir şekilde insanlık adına hizmet etmeli; araçlar, akıllı cihazlar, robotlar, ve yapay zekâlar yalnızca insanın yaşamını kolaylaştıran yardımcılar olmalıdır, asla onun yerini almamalıdır.

Sonuç: İnsanın Kendini Unutma Tehlikesi

Teknoloji, eğer doğru bir şekilde yönlendirilmezse, insanın kendi özünü unutmasına yol açabilir. Akıllı nesneler, insan hayatını kolaylaştırıyor olabilir, ancak bu durum insanın manevi ve ahlaki sorumluluklarını unutarak sadece dış zekânın peşinden gitmesine neden olmamalıdır. İnsan, bir varlık olarak sadece fiziksel ve zihinsel aklı değil, aynı zamanda kalbiyle, vicdanıyla da kararlar almalı, toplumuna, çevresine ve kendine karşı sorumluluklarını unutmamalıdır.

Sonuç olarak, akıllanan nesneler bir yandan insan yaşamını kolaylaştıran araçlar olabilir, ancak insanın kendi akıl ve bilinç seviyesini yüceltmek, manevi değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalmak çok daha önemli bir görevdir. Aksi takdirde, teknoloji bize her ne kadar kolaylık sunsa da, insanlık adına geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmamıza sebep olabilir.

Loading

No ResponsesNisan 3rd, 2025

KUR’AN-I KERİM VE HADİS-İ ŞERİFLERDE İMAN-AMEL BAĞLANTISI

KURAN-I KERİM’DE VE HADİSİ ŞERİFLERDE İMAN VE İSLAM BAĞLANTISI[1] VE FARKI DİĞER AYETLERLE BAĞLANTILI OLARAK NASIL ANLATILMAKTADIR?

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hadis-i Şerîflerde İman ve İslâm İlişkisi ve Farkı

Kur’ân ve hadislerde iman ve İslâm kavramları sıkça birlikte anılır, ancak aralarında önemli farklar da bulunur. İslâm, zahiri teslimiyet ve amel yönüyle; iman ise kalpteki tasdik ve yakin ile bağlılık yönüyle ele alınır. İdeal olan, İslâm’ın iman ile bütünleşmesi ve kişinin zahiren Müslüman olduğu gibi kalben de Allah’a tam bir bağlılık içinde olmasıdır.

1. Kur’ân-ı Kerîm’de İman ve İslâm

Kur’ân’da İman ve İslâm’ın farkı ve bağlantısı birçok ayette açıklanmıştır.

a) İman ve İslâm’ın Farkı

İman, kalpte olan bir tasdik ve yakini ifade ederken, İslâm ise kişinin dış dünyada Allah’a teslimiyetini ve itaatini gösterir.

Arapların zahiren Müslüman, ancak kalben iman etmemesi:
“Bedevîler, ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, ancak ‘İslâm olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize tam yerleşmedi.'” (Hucurât 49/14)

Bu ayette İslâm’ın zahiri bir teslimiyet olduğu, ancak imanın kalpte yerleşmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

İman edenlerin özellikleri:
“Müminler ancak, Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerdir. İşte onlar sadık olanlardır.” (Hucurât 49/15)

Burada ise imanın tasdik, sadakat ve fedakârlık gerektirdiği anlatılmaktadır.

b) İman ve İslâm’ın Bağlantısı

İslâm, imana götüren bir kapıdır. Bir kişi zahiren Müslüman olabilir, ancak gerçek anlamda iman kalbine yerleştiğinde mümin olur.

İman, İslâm’ı kemale erdirir. Mümin olan kişi, hem kalben inanır hem de amel bakımından İslâm’a uygun yaşar.

2. Hadis-i Şerîflerde İman ve İslâm

Hadislerde İman ve İslâm arasındaki ilişki, Cebrâil Hadisi gibi temel metinlerde açıkça ortaya konmuştur.

a) Cebrâil Hadisi (Buhârî, Müslim)

Hz. Ömer (r.a.) şöyle rivayet eder:
Bir gün Cebrâil (a.s.), Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanına gelerek şu soruları sordu:

İslâm nedir?
“İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna şehadet etmendir. Namazı kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yetiyorsa hacca gitmendir.”

İman nedir?
“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmendir.”

Bu hadiste, İslâm zahiri ibadetleri ve amelleri ifade ederken, imanın ise kalpteki tasdiki ve bağlılığı içerdiği net bir şekilde ortaya konulmaktadır.

b) İman ve İslâm’ın Birbirini Tamamlaması

İman olmadan yapılan amelin eksik kalacağı:
“Kalbinde zerre kadar iman olan kişi cehennemden çıkacaktır.” (Buhârî, Müslim)

İslâm’ın amelsiz bir iman olmadığını gösteren hadis:
“Kişi, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Müslim)

3. İman ve İslâm’ın Diğer Ayetlerle Bağlantısı

İman ve İslâm’ı destekleyen ve bütünleyen birçok ayet bulunmaktadır:

İman kalpte olmalıdır, sadece söz yetmez:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe iman ettik’ derler; hâlbuki onlar iman etmiş değillerdir.” (Bakara 2/8)

İman amelle desteklenmelidir:
“İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir.” (Ra’d 13/29)

İman ve İslâm’ın ortak noktası olan takva:
“Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, en çok takvâ sahibi olanınızdır.” (Hucurât 49/13)

Sonuç: İman mı Önde, İslâm mı?

1. İslâm bir başlangıç, iman ise kemale ulaşmaktır.

Bir kişi kelime-i şehadet getirerek zahiren Müslüman olur. Ancak imanı kalbine yerleştiğinde gerçek mümin olur.

Zahiren İslâm’a girmek, kişiyi toplumda Müslüman yapar. Ancak Allah katında mümin sayılmak için kalpten gelen bir iman gerekir.

2. Gerçek mümin, hem İslâm’ı yaşar hem de imanını güçlendirir.

İslam sadece dışsal bir kabulleniş değil, iç dünyada da kökleşen bir imana dönüşmelidir.

3. İman ve amel birbirini tamamlar.

Sadece dil ile iman etmek yetmez, amel ve ahlak da bu imanı yansıtmalıdır.

Özet

Sonuç olarak iman ve İslâm iç içedir, ancak farkları da vardır. Bir kişi önce İslâm’a girer, ardından imanını güçlendirir ve takva ile kemale ulaşır. İslam sadece bir kimlik veya şekil değildir; imanla bütünleştiğinde gerçek anlamını bulur.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=HWENPiTM94A

Loading

No ResponsesNisan 3rd, 2025

MALIN YERLİSİNDEN ÖNCE TOHUMU YERLİ Mİ ?

MALIN YERLİSİNDEN ÖNCE TOHUMU YERLİ Mİ ?
TOHUM MESELESİ.

İnsan, tıpkı bir tohum gibidir. Hangi toprakta yeşereceği, hangi suyla besleneceği ve hangi iklimde şekilleneceği onun kaderini belirler. Tohum sağlam olmazsa, ondan çıkan ağaç da çürük olur. Bu yüzden bir milletin ya da bireyin asliyetini anlamak için önce onun “tohumuna” yani temel değerlerine bakmak gerekir. İşte bu yazıda, insanın aslını belirleyen “tohum meselesini” ele alacağız.

Aslına Çeken İnsan

Her insan bir tohumu temsil eder. Atalarının, kültürünün, inançlarının, ahlâkının ve değerlerinin genetik ve manevi mirasını taşır. Eğer bir insanın kökü sağlam bir inanç ve ahlâk üzerine bina edilmişse, o kişi hangi ortamda olursa olsun aslını muhafaza eder. Tıpkı hangi toprağa ekilirse ekilsin, genetiği bozulmamış bir tohumun yine kendi aslına uygun bir meyve vermesi gibi.

Ancak tohumu bozulmuş bir nesil, kendi özünden uzaklaşır, yabancı unsurlarla şekillenir ve köklerinden kopar. Tıpkı ithal tohumların yerli toprağa uymadığı gibi, manevi olarak kökü zayıf olan bir toplum da kendi değerlerine yabancılaşır.

Tohumun Temizliği ve Asalet

Nasıl ki tarımda yerli ve doğal tohumlar, sağlıklı ve güçlü mahsuller verirse, insanın ruh ve karakter tohumu da temiz ve sahih olmalıdır. İnsanın özü, onu büyüten değerlerle şekillenir. Eğer bir toplum, kendi inanç ve kültüründen uzak, ithal ideolojiler ve yapay değerlerle beslenirse, zamanla yozlaşır. Ruhsal olarak beslenemeyen, köklerinden kopan bir nesil, çürümeye yüz tutmuş bir meyveye benzer.

Bunu anlamak için tarihe bakmak yeterlidir. Manevi ve kültürel değerlerini koruyan milletler, binlerce yıl varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ancak asıl değerlerinden kopan toplumlar, zaman içinde asimile olmuş ve yok olmuşlardır.

Sonuç: Tohumu Korumak

Eğer sağlam bir nesil yetiştirmek istiyorsak, öncelikle tohumumuzu korumalıyız. İman, ahlâk, kültür ve eğitim gibi unsurlar, bir toplumun geleceğini belirleyen en önemli değerlerdir. Yerli mal üretmek kadar, yerli bir ruh, yerli bir şahsiyet ve yerli bir karakter üretmek de önemlidir. Çünkü malın yerlisi kadar, tohumun yerlisi de milletin geleceğidir.

Bu yüzden kendimize sormalıyız: Tohumlarımız bozulmadan yetişiyor mu? Gelecek nesillerimizi hangi değerlerle büyütüyoruz? Unutmayalım ki, sağlam bir gelecek ancak sağlam tohumlarla mümkündür.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

HER GELİŞİN BİR DE GİDİŞİ VARDIR. TIPKI İLK DURAKTA BİNİŞİN SON İNİŞİ OLDUĞU GİBİ.

HER GELİŞİN BİR DE GİDİŞİ VARDIR. TIPKI İLK DURAKTA BİNİŞİN SON İNİŞİ OLDUĞU GİBİ.
DÜNYA DA SON DEĞİLDİR.

HER GELİŞİN BİR DE GİDİŞİ VARDIR

İnsan hayatı bir yolculuktur. Tıpkı bir tren istasyonunda yolculuğa başlayan bir yolcu gibi, her insan da bir gün bu dünyaya gelir ve vakti geldiğinde bu dünyadan ayrılır. Hiçbir yolculuk sonsuz değildir. Her binişin bir inişi olduğu gibi, hayatın da bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Ancak unutulmaması gereken en önemli gerçek şudur ki, dünya son durak değildir.

Hayatın Geçiciliği

Dünya, insan için bir konaklama yeridir. Bize sunulan ömür sermayesi, bir imtihan için verilmiştir. Yüzyıllardır gelip geçen milyonlarca insan, doğmuş, yaşamış ve eninde sonunda bu dünyayı terk etmiştir. Zenginler, fakirler, sultanlar, köylüler; hepsi aynı akıbete uğramıştır. Tarih sahnesine baktığımızda nice medeniyetlerin yükseldiğini ve yok olduğunu görürüz. Hiç kimse bu dünyada ebedî kalmamış, herkes kendisi için takdir edilen vakit dolduğunda yolculuğunu tamamlamıştır.

Dünyanın Bir Sınav Yeri Olması

Dünya, insan için bir imtihan salonudur. Bu hayat, bir hazırlık sürecidir ve gerçek yurt, ahiret yurdudur. İnsan, yaptıklarıyla ahiretini şekillendirir. İyilik yapanlar, Allah’ın rızasını kazananlar ebedî saadete ulaşırken, gaflette olanlar büyük bir pişmanlık ile yüzleşirler.

Bu nedenle, dünya hayatını sadece maddi kazançlar ve geçici zevkler uğruna harcamak akıllıca değildir. Çünkü bu yolculuğun sonunda herkes, sonsuz bir âleme adım atacaktır. O âlemde kişinin yanına sadece imanı, amelleri ve güzel ahlâkı kalacaktır.

Yolculuğu Nasıl Tamamlamalıyız?

Bir yolcu, varacağı yere göre hazırlık yapar. Uzun bir yolculuğa çıkan bir kimse, yanına ihtiyacı olan erzakları alır. İşte insan da bu dünyada ahiret yolculuğuna hazırlanmalıdır. Çünkü dünya hayatı kısadır ve bir gün mutlaka sona erecektir. O halde, dünya nimetlerini doğru kullanmalı, hakkı gözetmeli ve kalıcı saadet için hazırlık yapmalıyız.

İnsan, bu gerçeği kavradığında, dünyevi kaygılardan ve hırslardan kurtulur. Kısa bir yolculuk için ebediyeti feda etmek akıl kârı değildir. Dünyayı bir araç olarak görmek, onun peşinde koşmak yerine onu Allah’ın rızasını kazanmak için bir vesile kılmak en büyük akıllılıktır.

Sonuç

Her gelişin bir gidişi vardır. İnsan dünyaya gelir, yaşar ve vakti geldiğinde gider. Ancak bu gidiş bir yok oluş değil, yeni bir başlangıçtır. Dünya, son durak değil; sadece ebedî âleme açılan bir kapıdır. Bu bilinçle yaşamak, hayatı anlamlı ve değerli kılar. O halde yolculuğumuzu en güzel şekilde tamamlayalım ve ahiret yurduna hazırlıklı gidelim.

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

GEÇMİŞTEN GELEN BİR KUYRUK ACISI VAR.

GEÇMİŞTEN GELEN BİR KUYRUK ACISI VAR.

İçimizdeki bir kısım gayri müslimlerin, ‘Keşke Anadolu Müslüman Olmasaydı’ diyenlerle, İran’ın Hz. Ömer’e olan düşmanlıklarından dolayı ‘Keşke Ömer İran’ı Fethetmeseydi’ sözünden dolayı içimizde oluşan acı, işte bu kuyruk acısıdır.

Tarih, sadece olayların sıralandığı bir kronoloji değildir. O, milletlerin hafızası, inançların ve ideolojilerin şekillendiği bir ders kitabıdır. Geçmişin izleri, bugünün ruhuna sirayet eder ve bazen “kuyruk acısı” dediğimiz derin izler bırakır. İşte bu yazıda, Anadolu’nun Müslümanlaşması ve İran’ın fethi ekseninde yaşanan bu tarihi sancıları ele alacağız.

Anadolu ve İslam

Anadolu’nun İslam’la tanışması, Türklerin Müslüman olmasıyla hız kazanmıştır. Malazgirt Zaferi (1071) ile Anadolu, İslam yurdu haline gelmiş ve Müslüman Türkler bu topraklarda köklü bir medeniyet inşa etmişlerdir. Ancak, bu süreç Batı dünyasında derin bir yara açmıştır. Haçlı Seferleri, Endülüs’ün yıkılışı ve Osmanlı’nın Avrupa’daki ilerleyişi, Batı’nın bu “kuyruk acısını” besleyen unsurlar olmuştur. Hâlâ günümüzde bazı çevrelerin, “Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” gibi söylemler dile getirmesi, bu derin tarihî kırılmanın bir tezahürüdür.

İran ve Hz. Ömer’in Fethi

Hz. Ömer (r.a.)’in liderliğinde İslam ordularının İran’ı fethetmesi, tarihin en büyük medeniyet değişimlerinden birini başlatmıştır. Sasani İmparatorluğu’nun yıkılması, İran’ın köklü bir dönüşüme uğramasına sebep olmuştur. Ancak bu durum, bazı Fars milliyetçileri ve Şii unsurlar arasında bir “kuyruk acısı” oluşturmuştur. Bugün bile bazı çevrelerin “Keşke Ömer İran’ı fethetmeseydi” demesi, bu tarihi travmanın açık bir göstergesidir. Oysa ki, İslam İran’a sadece bir fetih olarak değil, bir adalet ve hakikat medeniyeti olarak gelmiştir.

Tarihten Günümüze Çıkarılacak Dersler

Tarih, kaybedilenler ve kazanılanlarla şekillenir. Ancak tarihî acıları bir intikam duygusuyla beslemek, milletleri ilerletmez; aksine geri götürür. Anadolu’nun İslamlaşmasını kabul edemeyenler de, İran’ın İslam’la şereflenmesini kabullenemeyenler de tarihin akışını tersine çeviremezler. Tarihi objektif okumak ve ondan dersler çıkarmak, gelecek nesillere bırakılacak en büyük mirastır.

Sonuç

Geçmişin izleri, bugünü şekillendirir. Ancak önemli olan, bu izleri bir düşmanlık aracı olarak değil, bir ibret vesilesi olarak görmektir. Ne Anadolu’nun İslamlaşması ne de İran’ın fethi bir hata değildir. Bilakis, tarihin dönüm noktalarıdır ve bugünün dünyasına şekil veren olaylardır. Önemli olan, bu gerçekleri idrak edip, tarihî gerçeklikler üzerinden dostluk ve kardeşliği pekiştirmektir.

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

ANNE KARNINDAKİ İKİZ KARDEŞİN DÜNYA VAR MI YOK MU, GİDELİM Mİ GİTMEYELİM Mİ MÜCADELESİ VE MÜNAKAŞASI .

ANNE KARNINDAKİ İKİZ KARDEŞİN DÜNYA VAR MI YOK MU, GİDELİM Mİ GİTMEYELİM Mİ MÜCADELESİ VE MÜNAKAŞASI .

Anne Karnındaki İkizlerin Sessiz Diyaloğu: Varoluşun Eşiğinde
Anne karnının sıcak ve güvenli karanlığında, iki küçük can, varoluşun ilk kıvılcımlarıyla birlikte bir yolculuğa hazırlanıyordu. Henüz gözleri açılmamış, sesleri duyulmamış olsa da, aralarında derin bir bağ ve hayata dair fısıltılar dolaşıyordu. Bu fısıltılar, bir yandan birbirlerine tutunmanın sıcaklığını taşırken, diğer yandan bilinmezliğin soğuk nefesiyle titriyordu: Dünya var mıydı, yoksa bu güvenli karanlık, var olabilecekleri yegane yer miydi?
İkizlerden biri, etrafındaki yumuşaklığı, aldığı besini ve duyduğu o tanıdık, ritmik sesi varlığının delili olarak görüyordu. “Burada her şey güzel,” diye düşünüyordu. “Sıcaklık, huzur ve sürekli bir besin kaynağı… Başka bir yere gitmeye ne gerek var ki? Belki de ‘dünya’ dedikleri şey, sadece bir söylentiden ibarettir.”
Diğer ikiz ise, içindeki bir merak duygusuna engel olamıyordu. Bazen duyduğu hafif titreşimler, dışarıdan gelen boğuk sesler, sanki bu güvenli ortamın ötesinde bambaşka bir gerçekliğin varlığına işaret ediyordu. “Ama ya o sesler, o titreşimler ne anlama geliyor?” diye sorguluyordu. “Belki de bu karanlığın ötesinde, daha fazlası vardır. Belki de ‘dünya’ dedikleri yer, keşfedilmeyi bekleyen bir mucizedir.”
Bu farklı düşünceler, iki kardeş arasında sessiz bir münakaşaya dönüşüyordu. Biri, bildiği ve güvende olduğu bu varoluş biçimine sıkı sıkıya sarılmak isterken, diğeri bilinmeyene duyduğu karşı konulmaz arzuyla kıvranıyordu.
“Neden risk alalım ki?” diyordu ilk ikiz. “Burada her ihtiyacımız karşılanıyor. Dışarısı belki de soğuktur, tehlikelidir, açlıkla susuzlukla dolu olabilir. Bu güvenli limanı terk etmek delilik olmaz mı?”
İkinci ikiz ise, içinde yanan keşif ateşini söndüremiyordu. “Ama ya yanılıyorsak?” diye karşılık veriyordu. “Ya ‘dünya’ dedikleri yer, burada hayal bile edemeyeceğimiz güzelliklerle doluysa? Ya güneşin sıcaklığını hissetmek, renkleri görmek, sevdiklerimizle kucaklaşmak mümkünse? Bu fırsatı kaçırmak, sonsuza dek pişman olmak anlamına gelmez mi?”
Bu deruni mücadele, aslında her insanın hayatının farklı dönemlerinde yaşadığı bir gel giti yansıtıyordu. Konfor alanımızda kalmak mı, yoksa bilinmeyene doğru cesur bir adım atmak mı? Tanıdık ve güvenli olanı mı seçmek, yoksa yeni deneyimlerin ve potansiyel mutlulukların peşinden gitmek mi?
Anne karnındaki bu iki minik canın sessiz diyaloğu, bizlere hayatın yapısı gereği bir yolculuk olduğunu hatırlatıyor. Doğum, tıpkı anne karnından çıkış gibi, bilinmeyene yapılan bir yolculuktur. Bu yolculukta, korkularımızla, şüphelerimizle ve belirsizliklerle yüzleşiriz. Ancak, merakımızın, umudumuzun ve keşfetme arzumuzun bizi daha büyük bir gerçeğe, daha anlamlı bir varoluşa taşıyabileceğini de unutmamalıyız.
İlk ikizin güvence arayışı anlaşılır olsa da, ikinci ikizin merakı ve cesareti, hayatın sunduğu potansiyeli kucaklamanın önemini vurguluyor. Belki de “dünya”, ilk bakışta korkutucu gelebilir. Ancak, sevdiklerimizle kuracağımız bağlar, yaşayacağımız deneyimler, öğreneceğimiz dersler ve başaracağımız zaferler, bu bilinmezliğe atılan adımın ne kadar değerli olduğunu gösterecektir.
Sonuç olarak, anne karnındaki ikizlerin bu sessiz mücadelesi, bizlere varoluşun eşiğinde verilen kararların ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Hayat, konfor alanımızın sınırlarını zorlamayı, bilinmeyene doğru adım atmayı ve potansiyelimizi gerçekleştirmeyi gerektiren bir serüvendir. Tıpkı o iki küçük can gibi, biz de kendi içimizdeki sesi dinlemeli, korkularımızı yenmeli ve hayatın bize sunduğu tüm güzelliklere doğru cesurca ilerlemeliyiz. Çünkü en büyük keşifler, çoğu zaman bilinmezliğin ardında saklıdır.

“Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!” Bediüzzaman.

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

Kefenin Sessiz Çığlığı

Kefenin Sessiz Çığlığı: Bir Satıcının Ağzından Hayatın Muhasebesi

Günün yorgunluğu çökmüş omuzlarıma, zihnimde yankılanan bir soruyla bir kefen satıcısının dükkanının önünde duraksadım. Modern dünyanın telaşına inat, zamana meydan okuyan bu sessiz mekan, içimde garip bir merak uyandırmıştı. “Ürünlerin orjinali mi, iyi mi?” diye sordum, belki de hayatın en nihai gerçeğiyle yüzleşmeye hazırlanırken duyduğumuz o insani endişeyi dile getirerek.
Satıcının cevabı, dükkanın loş atmosferi gibi derin ve düşündürücüydü: “Şimdiye kadar kim aldıysa, hiç geri getirmedi…”
Bu basit cümle, aslında hayatın kendisi hakkında derin bir hikmet barındırıyordu. Kefen, hepimizin er ya da geç giyeceği, bu dünyadaki son elbise. Onun “orijinalliği” ve “iyiliği” üzerine yapılan bu soru, aslında kendi hayatlarımızın ne kadar “orijinal” ve “iyi” yaşandığına dair bir aynaydı.
Satıcının cevabı, ölümün kaçınılmazlığını ve sonrasının geri dönüşümsüzlüğünü vurucu bir şekilde ifade ediyordu. Bu dünyadan ayrılan hiç kimse, giydiği kefeni geri getirip “bu olmadı”, “bir beden büyüğü var mıydı” deme şansına sahip değildi. Bu, hayatımızın her anının ne kadar değerli ve telafisi olmayan biricik bir fırsat olduğunu hatırlatıyordu.
Bu kısa diyalog, zihnimi bir muhasebeye sürükledi. Acaba bizler, bu dünyada geçirdiğimiz zamanı ne kadar “iyi” kullanıyoruz? Gerçekten “orijinal” bir hayat mı yaşıyoruz, yoksa başkalarının beklentileri, toplumsal dayatmalar ve geçici heveslerin gölgesinde mi savruluyoruz?
Kefenin “geri getirilmemesi”, aslında amellerimizin de geri döndürülemez olduğunu fısıldıyor. Pişmanlıklar, söylenmemiş sözler, yarım kalmış hayaller ve ihmal edilmiş sevdiklerimiz… Hepsi, bu dünyada bıraktığımız ve bir daha telafi etme şansımızın olmadığı izler.
Bu ibretlik sözler, bizleri tüketim çılgınlığının, bitmek bilmeyen hırsların ve anlamsız koşturmacaların ötesine bakmaya davet ediyor. Gerçek “iyilik”, sahip olduklarımızla değil, yaptıklarımızla, bıraktığımız güzel izlerle ölçülmüyor mu? “Orijinallik” ise, kendi değerlerimize sahip çıkarak, iç sesimizi dinleyerek ve başkalarının kopyası olmaktan kaçınarak mümkün değil mi?
Kefen satıcısının o sade ama derinlikli cevabı, hayatın en büyük gerçeği olan ölümün, aslında yaşamın anlamını ve değerini anlamamız için bir fırsat olduğunu gösteriyor. Ölümün soğuk nefesi ensemizdeyken, hangi malın, hangi makamın, hangi dünyevi hırsın bir anlamı kalır ki? Geriye sadece, iyi yaşanmış, sevgi dolu ve anlamlı bir hayatın huzuru kalır.
Öyleyse, kefen satıcısının dükkanının önünden ayrılırken içimde oluşan bu düşüncelerle, kendi hayatımızın “orijinalliğini” ve “iyiliğini” sorgulamalıyız. Bu dünyadan “geri getiremeyeceğimiz” tek şeyin sadece kefen olmadığını, aynı zamanda boşa harcadığımız zamanı, söylemediğimiz güzel sözleri ve yaşayamadığımız gerçek sevgiyi de unutmamalıyız. Belki de hayatın en büyük hikmeti, kefenin sessiz çığlığında gizlidir: Yaşa, sev, öğren ve bu dünyadan anlamlı bir iz bırakarak ayrıl… Çünkü geri dönüş yok.

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

DİNÎ VE TARİHİ TAHRİF EDEN BOZUK ZİHNİYET

DİNÎ VE TARİHİ TAHRİF EDEN BOZUK ZİHNİYET

Ehli sünneti temsil etmeyip Şia temsilciliğini yürüten ve Hadislere saldırarak,
Allâh Rasûlünün;“Kim bilerek bana yalan bir söz isnad ederse cehennemdeki yerini hazırlasın” hadisinin mefhum-u muhalifi olan;
‘Kim bilerek bana ben söylediğim halde söylemedi derse, oda cehennemdeki yerini hazırlasın” sözüne masadak olmuş oluyor.

Mustafa İslamoğlu kimi temsil edip,kimin temsilciliğini yapıyor: “Osmanlıdan geriye kanlı bir mazi kaldı, bizi utandıran şeyler kaldı” diyor.
https://www.facebook.com/share/v/1Ft7JZPJ1K/

Konuyu tahlil edecek olursak;

DİNÎ VE TARİHÎ TAHRİFATA KARŞI UYANIK OLMAK

Hakikat, tahrif edildiğinde, sadece dinî değerler değil, tarih de çarpıtılır. Dinî ilimlerde Ehl-i Sünnet çizgisinden saparak, hadislere saldıran, sahih İslâm anlayışını tahrif eden zihniyetler, ümmetin birliğini ve İslâm’ın sahih bilgisini hedef almaktadır. Bu açıdan, hadis inkârcılığı, Şia propagandası ve Osmanlı tarihine yönelik çarpık değerlendirmeler, ortak bir noktada buluşmaktadır: İslâm’ın temel kaynaklarını ve tarihî mirasını itibarsızlaştırma çabası.

HADİSLERİ HEDEF ALAN TEHLİKELİ YAKLAŞIM

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sahih hadisler ile ümmete rehberlik etmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması ve yaşanması noktasında sünnet-i seniyyesiyle bir yol göstermiştir. Hadisleri itibarsızlaştırmaya çalışanlar, doğrudan Peygamber Efendimiz’in talim ve talimatlarını hedef almış olmaktadırlar. Oysa Peygamberimiz’in şu uyarısı, bu tür girişimlerin ne kadar tehlikeli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:

“Kim bilerek bana yalan bir söz isnad ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.” (Buhârî, İlim 38; Müslim, Mukaddime 2)

Bu hadisin mefhum-u muhalifi ise şöyledir: “Kim bilerek, benim söylediğim bir sözü yalanlarsa, yani ben söylediğim hâlde, ‘Peygamber bunu söylemedi’ derse, o da cehennemdeki yerini hazırlasın.” Bu açıdan, hadislere yönelik inkârcı tutum, sadece bir ilmi hata değil, aynı zamanda büyük bir vebal ve tehlikedir.

TARİHİ TAHRİF EDENLERİN MAKSADI NE?

Osmanlı Devleti, İslâm ümmetinin son büyük sancaktarlığını yapmış, İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna mücadele etmiş ve İslâm medeniyetinin en parlak dönemlerinden birine imza atmıştır. Osmanlı’nın cihad anlayışını, adaletini ve ilmi mirasını göz ardı edenler, onun yalnızca “kanlı bir mazi” bıraktığını söyleyerek bu büyük medeniyeti karalamaya çalışmaktadırlar. Oysa tarih şahitlik etmektedir ki Osmanlı, sadece kılıçla değil, ilim, sanat, hukuk ve medeniyetle dünyaya hükmetmiştir.

Osmanlı’yı “utandıran bir miras” olarak göstermek, ya bilgisizlikten ya da kasıtlı bir tahrifattan kaynaklanmaktadır. Zira Osmanlı, üç kıtaya adaletle hükmetmiş, sayısız ilim insanı, sanatkâr ve devlet adamı yetiştirmiş, İslâm dünyasını Haçlı saldırılarına karşı korumuş ve ümmetin birliğini asırlarca sağlamıştır. Osmanlı’ya yönelik bu tür ithamlar, emperyalist güçlerin ve İslâm düşmanlarının tarih boyunca sürdürdüğü bir propagandanın devamıdır.

BU ZİHNİYETİN AMACI NEDİR?

Mustafa İslamoğlu ve benzeri söylemler, aslında iki ana hedefe hizmet etmektedir:

1. Hadisleri itibarsızlaştırarak Ehl-i Sünnet’in köklerini kurutmak: Eğer hadisler devre dışı bırakılırsa, sünnet yok olur, sünnet yok olursa İslâm’ın yaşanabilirliği zayıflar. Böylece, tahrif edilmiş bir din anlayışı ortaya çıkar.

2. Tarihî mirası tahrif ederek ümmeti köksüz bırakmak: Osmanlı’ya saldırmak, sadece bir devletin tarihine saldırmak değildir; ümmetin son büyük birliğini ve İslâmî medeniyetin zirvesini itibarsızlaştırma çabasıdır. Osmanlı’yı kötülemek, Müslümanları tarihinden utandırarak geleceğe dair ümitlerini kırmak demektir.

SONUÇ: DİKKATLİ OLMALIYIZ!

Bugün, hem dinî hem de tarihî değerlerimiz çeşitli fikir akımları tarafından hedef alınmaktadır. Hadis inkârcılığı, tarih çarpıtmacılığı ve Ehl-i Sünnet çizgisinden sapma gibi hareketler, ümmetin temel taşlarını sarsmayı amaçlayan sinsi girişimlerdir. Bu yüzden, sahih bilgiye ve ilmî ölçülere sadık kalarak, geçmişimize sahip çıkmalı ve geleceğimizi bu sağlam temeller üzerine inşa etmeliyiz. Tarihten ve sünnetten koparılan bir ümmet, savrulmaya mahkûmdur. Hakikatin yanında durmak, her müminin görevidir!

 

 

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

TARİHİN TEKERRÜRÜ: ABDÜLHAMİD VE ERDOĞAN ÜZERİNDEN OKUNAN OYUN

YÜZ YIL ÖNCE ABDÜLHAMİD GİTSİN DE NE OLURSA OLSUN DİYENLERİN KİRLİ VE ŞAİBELİ ÇOCUKLARI, AYNI OYUNU SAYIN ERDOĞAN İÇİN OYNUYORLAR.

TARİHİN TEKERRÜRÜ: ABDÜLHAMİD VE ERDOĞAN ÜZERİNDEN OKUNAN OYUN

Tarih, insanlığın ders çıkarması gereken en büyük öğretmendir. Ancak ne yazık ki, tarih sahnesinde defalarca yaşanan hatalar tekrar edilmekte, geçmişin ibretlik hadiseleri göz ardı edilmektedir. Bugün, yüz yıl önce Sultan II. Abdülhamid Han’a karşı düzenlenen oyunların, benzer şekilde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı da sahneye konduğunu görmek, tarihin tekerrür ettiğini göstermektedir.

ABDÜLHAMİD HAN VE DÜŞMANLARI

Osmanlı Devleti’nin en zor dönemlerinden birinde tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, Batı dünyasının ve içerdeki işbirlikçilerinin hedefi haline gelmişti. Osmanlı’yı parçalamak isteyen emperyalist güçler, içerden ve dışardan yürüttükleri propagandayla Abdülhamid’i devirmek için yoğun bir çaba sarf ettiler. “İstibdatçı” yaftasıyla itibarsızlaştırılmaya çalışılan Sultan, oysa büyük bir denge siyaseti yürüterek devleti 33 yıl boyunca ayakta tutmuştu. Ancak onun “gitsin de ne olursa olsun” diyenler, Osmanlı’nın sonunu hazırlayan 31 Mart Vakası ve İttihatçıların basiretsiz yönetimiyle devleti felakete sürüklediler.

ERDOĞAN VE BENZER SENARYOLAR

Bugün de benzer bir tablo ile karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, küresel güçlerin, Türkiye üzerindeki planlarını bozan, bağımsız bir Türkiye idealiyle hareket eden bir lider olarak, tıpkı Abdülhamid gibi hedef tahtasına oturtulmuştur. Onun siyasi liderliği döneminde Türkiye, askeri, ekonomik ve siyasi açıdan büyük atılımlar yapmış; savunma sanayiinde bağımsızlık yolunda önemli adımlar atmış; uluslararası arenada söz sahibi bir ülke haline gelmiştir. Ancak Batı’nın ve onların içerideki uzantılarının, bu yükselişten rahatsız olduğu aşikârdır.

Bugün “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” diyenlerin, aslında bir Türkiye projesinden ziyade, bir yıkım projesinin savunucuları olduğu açıktır. Tıpkı Sultan Abdülhamid döneminde olduğu gibi, ülkeyi kaosa sürükleme pahasına bir lideri devirmeyi hedefleyen bu çevreler, geçmişin acı tecrübelerinden hiçbir ders almamış gibi hareket etmektedirler.

İBRET ALINMALI

Tarihte yapılan hatalar, milletlerin hafızasında canlı tutulmalı ve tekrar edilmemelidir. Sultan Abdülhamid Han’ın devrilmesi, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmış ve büyük bir imparatorluğun parçalanmasına yol açmıştır. Eğer bugün de benzer hatalar tekrarlanırsa, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi zarar görebilir ve emperyalist planların ekmeğine yağ sürülmüş olur.

Bu yüzden millet olarak geçmişin hatalarından ders almak zorundayız. Kendi içimizde ayrışmadan, dış güçlerin oyunlarına gelmeden, Türkiye’nin menfaatlerini ön planda tutarak hareket etmek, hem bugünü hem de geleceği inşa etmek açısından elzemdir.

SONUÇ

Sultan II. Abdülhamid’i devirmek için yürütülen propagandalar ve ihanetler, Osmanlı’nın felaketiyle sonuçlandı. Bugün de benzer bir oyun sahnelenmekte ve Sayın Erdoğan üzerinden Türkiye’nin geleceği hedef alınmaktadır. Millet olarak uyanık olup, tarihten ders almak ve aynı hataları tekrar etmemek, ülkemizin geleceği için hayati bir önem taşımaktadır.

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

MEŞRU HEDEFE GAYRI MEŞRU YOL VE VASITAYLA GİDİLMEZ

MEŞRU HEDEFE GAYRI MEŞRU YOL VE VASITAYLA GİDİLMEZ

Hak ve Hukuk haksız yolla ve haksız yoldan terörle aranmaz.
Hırçınlaşan Hırçınların Hırçın Tavrı.

İnsanlık tarihi, haklı bir amacı gerçekleştirmek için gayrimeşru yolları tercih edenlerin hüsranıyla doludur. Hak ve hukuk, adalet ve merhamet gibi kavramlar, ancak meşru yollarla arandığında kıymet kazanır. Aksi takdirde, ne elde edilen sonuç kalıcı olur ne de gerçek bir adalet sağlanır.

Hak Arayışında Meşruiyet

Hak, insanın en doğal ihtiyacıdır. Ancak hak arayışında kullanılan yol ve yöntemler, hak kadar önemlidir. Haksız bir yolla hak iddia etmek, içinden çıkılmaz bir kaosa sebep olur. Tarih, nice toplumların, meşru olmayan yöntemler nedeniyle yıkıma uğradığını göstermektedir. Adalet, haksızlıkla sağlanamaz; zulümle hak elde edilmez.

Örneğin, mazlum olduğunu düşünen bir birey ya da toplum, hakkını almak için haksız yöntemlere başvurursa, zamanla zalimleşir. Bugün “terör” olarak adlandırılan birçok hareketin, başta bir hak arayışıyla başladığı ancak zamanla haksızlığa dönüştüğü görülmektedir. Hak talebi, hukuk çerçevesinde ve meşru yollarla yapıldığında anlamlı ve uzun ömürlü olur.

Hırçınlaşan Hırçınların Hırçın Tavrı

Öfke ve hırçınlık, adaletin düşmanıdır. İnsan öfkelendiğinde muhakeme kabiliyetini kaybeder ve yanılmalara düşer. Adalet terazisi, ancak sükûnetle ve hikmetle dengede tutulabilir.

Şu hakikat bunu en güzel şekilde ifade eder:

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, haksızlığa karşı susmamanın, haksız yöntemlere başvurmayı gerektirmediğidir. Haksızlıkla mücadele etmek, ancak adaletin kılavuzluğunda gerçekleşirse anlamlı olur.

Bir toplumun hırçınlaşması, onun çözüm üretme kabiliyetini yok eder. Çatışma ve kaos içinde yaşayan bir millet, ne kendine ne de başkalarına fayda sağlayabilir. Oysa adalet ve hukuk çerçevesinde hareket eden toplumlar, sadece kendileri için değil, insanlık için de örnek olur.

Hikmetli Bir Kıssa

Bir rivayette; Bir gün bir adam, Hz. İbrahim’in yanına gelir ve sorar:

“Ey İbrahim! Ben çok fakirim, açım. Bana yardım eder misin?”

Hz. İbrahim, ona yiyecek vermek ister fakat adam, Allah’ı inkâr ettiğini söyleyince, Hz. İbrahim ona yardım etmekten vazgeçer. Adam oradan ayrılır ve Allah, Hz. İbrahim’e şöyle vahyeder:

“Ey İbrahim! Ben o inkârcıya 70 yıl rızık verdim. Sen bir öğün yemeği ona çok mu gördün?”

Bu kıssa, adalet ve merhametin, kişinin inancı ve görüşü ne olursa olsun herkese şamil olması gerektiğini gösterir. Eğer bir insanın hak talebi gerçekten haklıysa, ona meşru yollarla destek olmak gerekir. Haksız yöntemleri benimsemek, sadece hak arayanı değil, toplumu da karanlığa sürükler.

Sonuç

Meşru bir hedefe ancak meşru yollarla ulaşılabilir. Haksız bir yöntemle elde edilen sonuç, ne kadar haklı görünse de aslında adaletsizliği doğurur. Toplumların huzur içinde yaşayabilmesi için, bireylerin ve kurumların adalet, merhamet ve hikmet prensiplerinden ayrılmamaları gerekir. Öfke ve hırçınlık, ancak akıl ve sabırla dizginlenirse, gerçek adalet ve huzur sağlanabilir.

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

BEŞER ZULMEDER, KADER ADALET EDER.

BEŞER ZULMEDER, KADER ADALET EDER.

Gündemde yerli mallarını boykot etmek için hastalıklı bir zümre tarafından Boykot yapma çağrısı ile iki şey yapılmaktadır;
1. Türkiye’yi ekonomik yönüyle çökertmeye çalışmak.
2. İstanbul Belediyesinde olan büyük yolsuzluk ve terör olaylarını örtbas etmek.
Bu olumsuzluktan olumlu sonuçlar çıkarılabilir.
Şöyle ki; 15 Temmuzda devlet bu işgale ortak olanları tesbit edip, önemli çapta bağırsaklarını temizledi.
Şimdi ise yapılacak boykot ile de geriye kalan kalıntılarından da temizlenebilir.

Konuyu detaylandıracak olursak;

Son günlerde bazı hastalıklı zümreler tarafından başlatılan yerli malı boykot çağrısı, ülkemiz açısından derin anlamlar taşımaktadır. Bu tür eylemler, yalnızca bireysel tepkilerden ibaret değildir; aksine, daha büyük bir planın ve oyunun parçası olma ihtimali yüksektir. Bu boykot çağrılarının iki temel amacı göze çarpmaktadır:

1. Türkiye’yi Ekonomik Olarak Çökertme Çabası

Ülkemizin ekonomik bağımsızlığı, milli üretime ve yerli firmalara verilen destekle mümkün olabilmektedir. Yerli üretimin ve milli sermayenin baltalanması, doğrudan ülke ekonomisine zarar vermeyi hedefleyen bir stratejidir. Özellikle küresel güçlerin baskısı altında, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlık mücadelesi vermesi bazı çevreleri rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık, yerli üreticilere karşı boykot kampanyaları ile kendini göstermektedir.

2. Büyük Yolsuzluk ve Terör Olaylarını Örtbas Etme Girişimi

Son zamanlarda, özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde yaşanan yolsuzluk ve terörle bağlantılı iddialar, kamuoyunun gündemindedir. Ancak, bu skandalların üzerinin örtülmesi ve dikkatlerin başka yöne çekilmesi amacıyla sistematik bir algı operasyonu yürütülmektedir. Yerli malları boykot çağrıları da bu algı oyunlarının bir parçası olmaktadır. Halkın, ekonomik savaşla meşgul edilerek gerçek problemlerden uzaklaştırılması hedeflenmektedir.

Tarihten Bir Ders: 15 Temmuz ve Bugünkü Durum

15 Temmuz hain darbe girişiminde de benzer bir süreç yaşanmıştı. Devlet, bu hain kalkışmaya destek veren unsurları tespit ederek, büyük bir temizlik hareketi başlattı. Ancak, hala bazı kalıntılar ve gizli yapılanmalar varlığını sürdürüyor olabilir. Bugün yaşanan boykot girişimi de, bu kalıntıların kendini açığa çıkarma fırsatıdır. Bu süreç, aynı zamanda ülke menfaatlerine aykırı hareket edenleri tespit etmek için bir turnusol kağıdı niteliğinde olabilir.

Sonuç: Milli Birlik ve Şuurla Hareket Etmeliyiz

Her kriz, aynı zamanda bir fırsattır. Türkiye’ye zarar vermeye çalışanların oyunlarını bozmanın en etkili yolu, milli birlik ve beraberlik içinde hareket etmektir. Yerli ve milli ürünleri desteklemek, ekonomik bağımsızlığımıza sahip çıkmak anlamına gelir. Gündemdeki şaibeli olayların unutulmaması, adaletin yerini bulması için toplumun bilinçli olması gerekmektedir.

Tarih boyunca milletimizin karşısına pek çok engel çıkarılmıştır. Ancak her seferinde kaderin adalet terazisi işlemiş ve milletimizin feraseti galip gelmiştir. Bugün de aynı bilinç ve şuuru kuşanarak, ülkemize yönelen her türlü tehdide karşı akılcı, sabırlı ve dirayetli bir duruş sergilemeliyiz.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

KAN VE DOKU UYUŞMAZLIĞI: TARİHÎ, İBRETLİK VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR BAKIŞ

KAN VE DOKU UYUŞMAZLIĞI: TARİHÎ, İBRETLİK VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR BAKIŞ

İnsanlık tarihi boyunca birlik ve beraberlik içinde yaşamak kadar, farklılıkların ve uyumsuzlukların çatışmaya yol açtığı dönemler de olmuştur. Kan ve doku uyuşmazlığı tıbbi bir kavram olarak bilinse de, toplumlar arası ilişkilerde de kendini gösteren derin bir metafor olarak karşımıza çıkar. Tarih boyunca milletlerin, toplumların ve bireylerin yaşadığı çatışmalar, aslında bir nevi bu uyuşmazlığın sosyal yansımalarıdır.

Tarih Boyunca Kan ve Doku Uyuşmazlığı

Kan uyuşmazlığı tıbbi bir gerçeklik olarak bireyin yaşamını tehdit edebilir; ancak aynı zamanda tarih sahnesinde milletler arasındaki ideolojik ve kültürel ayrışmaları da temsil eder. Roma İmparatorluğu’nda barbar kavimlerle yaşanan uyumsuzluklar, Osmanlı’nın çok milletli yapısı içerisinde denge kurma çabaları ve Fransız Devrimi sonrası aristokrasi ile halk arasındaki gerilimler, bu uyuşmazlığın tarihi örnekleridir.

Özellikle Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük medeniyetler, farklı din, dil ve kültürlerden gelen insanların bir arada yaşayabildiği hoşgörü politikaları geliştirmiştir. Ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan ulus-devlet anlayışı, toplumların kan ve doku uyuşmazlığı yaşadığı dönemlerin artmasına neden olmuştur. Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da yaşanan etnik ve dini ayrışmalar, bu uyuşmazlığın en trajik örneklerindendir.

Modern Dünyada Kan ve Doku Uyuşmazlığı

Günümüzde toplumlar arasında giderek büyüyen sosyal ve kültürel bölünmeler, kan ve doku uyuşmazlığının yeni bir yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı etnik köke mensup olanlar, dini inançlar veya siyasi görüşler nedeniyle yaşanan bölünmeler, adeta bir vücuttaki organ reddi gibi toplumları zayıflatmaktadır. 20. ve 21. yüzyılda yaşanan iç savaşlar, göç krizleri ve küresel terör olayları, bu uyuşmazlığın en acımasız tezahürleri olmuştur.

Toplumlar, tıpkı bir insan bedeni gibi birbirine bağlı unsurlardan oluşur. Farklılıklar, sağlıklı bir dengenin korunmasına yardımcı olabilirken, aşırı reddediş ve ötekileştirme toplumu kangren hâline getirebilir. Günümüzde medyanın, sosyal medya platformlarının ve politik söylemlerin de etkisiyle, bireyler arasında tahammülsüzlük giderek artmaktadır. Bu, yalnızca bireysel düzeyde değil, uluslararası arenada da kan ve doku uyuşmazlığının bir yansımasıdır.

İbretlik Dersler ve Çıkış Yolları

Tarih boyunca yaşanan bölünmelerin ve çatışmaların sonuçları, insanlığa derin ibretler sunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin millet sistemi, Endülüs’teki İslam hoşgörüsü, Gandhi’nin barışçıl direnişi gibi örnekler, toplumların kan ve doku uyuşmazlığını nasıl aşabileceğine dair ipuçları vermektedir.

Birlikte yaşamanın ve farklılıkları bir zenginlik olarak görmenin, toplumsal huzurun anahtarı olduğu açıktır. Tarihten ders alarak, bireyler ve toplumlar arasında empatiyi artıran, uzlaşmayı teşvik eden adımlar atılmalıdır. Eğitim sistemleri, medya ve siyaset, bu konuda daha sorumlu davranmalı ve ayrıştırıcı değil, birleştirici bir rol üstlenmelidir.

Sonuç olarak, kan ve doku uyuşmazlığı sadece tıbbi bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihî bir gerçektir. Bu uyuşmazlığı aşmanın yolu, geçmişten ders almak ve farklılıklarımızı uyumsuzluk değil, bir tamamlayıcılık olarak görmektir. Ancak bu şekilde, toplumlar kendi bünyelerinde sağlıklı bir dengeyi koruyabilir ve geleceğe daha umutla bakabilirler.

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025

TEVRAT VE İNCİLDE PEYGAMBERİMİZ İLE İLGİLİ AYETLER

TEVRAT VE İNCİLDE PEYGAMBERİMİZ İLE İLGİLİ AYETLER

Tevrat ve İncil’de, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair işaretler olduğu İslam alimleri tarafından ifade edilmiştir. Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında doğrudan ismi geçmese de, bazı ayetlerin onun peygamberliğine işaret ettiği belirtilir. İşte bazı örnekler:

Tevrat’ta Hz. Muhammed’e İşaret Eden Ayetler

1. Tesniye (Yasa) 18:18
“Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım, sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi söyleyecek.”

Bu ayetin, Hz. Musa’ya benzer bir peygamberi haber verdiği ve bu kişinin Hz. Muhammed olduğu ileri sürülür. Çünkü Hz. Muhammed, İsrailoğullarının kardeşi olan İsmailoğullarından gelmektedir.

2. Tesniye (Yasa) 33:2
“Rab, Sina’dan geldi, Seir’den onlara doğdu, Paran dağından parladı.”

Burada Sina Hz. Musa’ya, Seir Hz. İsa’ya, Paran ise Mekke bölgesine işaret eder. Paran Dağı, Hz. İsmail ve soyunun yaşadığı yer olarak bilinir. Bu da Hz. Muhammed’e bir işaret olabilir.

3. Yeşaya 42:1-13

Bu bölümde “Kulu”ndan bahsedilir ve bu kişinin Arabistan’da ortaya çıkacağı belirtilir. Özellikle 11. ayette “Kedar halkı sevinçle haykırsın” ifadesi geçer. Kedar, Hz. İsmail’in oğludur ve onun soyundan gelenler Araplar’dır.

İncil’de Hz. Muhammed’e İşaret Eden Ayetler

1. Yuhanna 14:16
“Ben Babadan dileyeceğim ve O size başka bir Paraklit (Yardımcı) verecek; sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye.”

Hristiyanlar bu kelimenin Kutsal Ruh’u işaret ettiğini söylese de, İslam alimleri burada Hz. Muhammed’in müjdelendiğini savunurlar. Çünkü “Paraklit” kelimesinin “öven, metheden” anlamındaki “Ahmed” kelimesine karşılık geldiği düşünülmektedir.

2. Yuhanna 16:7-14
“Size gerçeği söylüyorum: Benim gidişim sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem, Yardımcı (Paraklit) size gelmez. Ama gidersem, Onu size gönderirim.”

Hz. İsa’dan sonra gelecek olan kişinin Hz. Muhammed olduğu görüşü ileri sürülür. Çünkü Hz. Muhammed, İsa’dan sonra gönderilen bir peygamberdir ve onun geleceği İncil’de haber verilmektedir.

3. Matta 21:43
“Tanrı’nın Egemenliği sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştiren bir ulusa verilecektir.”

İsrail oğullarından alınan peygamberlik, İsmailoğullarından olan Hz. Muhammed’e ve ümmetine verilmiştir.

Bu ayetler, İslam alimleri tarafından Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’de müjdelendiğine dair delil olarak yorumlanmaktadır. Ancak Yahudi ve Hristiyan alimleri genellikle farklı yorumlar yapmaktadır. İslam kaynakları ise Kur’an’ın şu ayetiyle bu bilgileri destekler:

“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Araf Suresi, 157)

@@@@@@@

KURAN-I KERİM VE HADİSİ ŞERİFLERDE PEYGAMBERİMİZDEN BAHSEDİLDİĞINİ İFADE EDEN BEYANLAR

Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerde, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği, üstün vasıfları ve insanlığa rahmet olarak gönderildiği birçok kez ifade edilmiştir. İşte bazı önemli ayetler ve hadisler:

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed (s.a.v.)

1. Onun Peygamber Olarak Gönderilişi
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb, 40)

Bu ayette Hz. Muhammed’in son peygamber olduğu açıkça belirtilmiştir.

2. Onun Âlemlere Rahmet Oluşu
“(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107)

Hz. Muhammed’in insanlık için bir rahmet olduğu ifade edilmektedir.

3. Onun Ümmetine Örnek Oluşu
“Andolsun ki, Allah’ın Resûlü sizin için; Allah’ı ve ahiret gününü uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnektir.” (Ahzâb, 21)

Peygamberimiz (s.a.v.), müminler için en güzel örnektir.

4. Onun Tevrat ve İncil’de Müjdelenmesi
“Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Resûl’e, o ümmî Peygamber’e uyarlar…” (A’râf, 157)

Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’de müjdelendiği belirtilmektedir.

5. Ona İtaat Etmenin Allah’a İtaat Olması
“Kim Resûl’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 80)

Allah’a itaat, Hz. Muhammed’e uymaktan geçmektedir.

6. Peygamberimize Salavat Getirilmesi
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzâb, 56)

Bu ayet, Müslümanların Hz. Muhammed’e salavat getirmesi gerektiğini bildirmektedir.

Hadîs-i Şerîflerde Hz. Muhammed (s.a.v.)

1. Peygamber Efendimizin Son Peygamber Olduğu
“Benimle peygamberlerin durumu şuna benzer: Bir adam güzel bir bina yapar, fakat bir tuğlası eksik kalır. İnsanlar o binayı gezer, hayran olur ve derler ki: ‘Keşke şu eksik tuğla da konulsaydı!’ İşte ben o eksik tuğlayım ve peygamberlerin sonuncusuyum.” (Buhârî, Menâkıb 18; Müslim, Fedâil 22)

2. Onun Ümmeti İçin Bir Rahmet Olduğu
“Ben lanet edici olarak değil, ancak rahmet olarak gönderildim.” (Müslim, Birr 87; Ahmed b. Hanbel, 2/367)

3. Ona Sevgi ve Bağlılığın Gerekliliği
“Hiçbiriniz, ben ona babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça (kâmil manada) iman etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân 8; Müslim, Îmân 70)

4. Onun Şefaati
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet 31; Tirmizî, Kıyâmet 11)

5. Onun Mütevazı Kişiliği
“Ben sadece bir kulum, kul gibi yer ve kul gibi otururum.” (Ebû Dâvûd, Et’ime 16; İbn Mâce, Et’ime 30)

6. Ona İtaat Etmenin Önemi
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, Emâre 32)

Bu ayet ve hadisler, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allah tarafından seçilmiş bir peygamber olduğunu, onun örnek alınması gerektiğini ve ona uymanın Allah’a itaate eşdeğer olduğunu vurgulamaktadır. Peygamberimiz hakkında daha fazla detay isterseniz belirli bir konuya yoğunlaşabiliriz.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 2nd, 2025