Tebaanın Tahtı: Osmanlı Vatandaşlığı ve Dünya Devletlerine Fark Atan Adalet

Tebaanın Tahtı: Osmanlı Vatandaşlığı ve Dünya Devletlerine Fark Atan Adalet”

GİRİŞ:

Tarih sahnesinde imparatorluklar kuruldu, çöktü, tekrar yükseldi. Ancak halkının hukukunu bu kadar kapsamlı, kuşatıcı ve adil bir şekilde düzenleyen çok az devlet oldu. Osmanlı tebaası, çağdaşı Avrupa krallıklarında köleliğe, sınıf ayrımına ve baskıya maruz kalan halklara kıyasla çok daha fazla hakka, güvenceye ve itibara sahipti. Sadece Müslümanlar değil, gayrimüslimler, köylüler, kadınlar ve çocuklar bile Osmanlı adalet sisteminin himayesi altındaydı.

1. OSMANLI’DA VATANDAŞLIK: TEB’A ANLAYIŞI

Din ve Millet Temelli Sistem: Osmanlı’da “millet sistemi” vardı. Her dinî cemaat kendi lideri vasıtasıyla iç işlerinde özerkti ama hepsi devletin teb’asıydı. Bu sistem adaletli bir çok kültürlülük örneğiydi.

Sınıfsız Toplum Yapısı: Avrupa’daki gibi aristokrat, köylü, burjuva gibi sınıfsal ayrımlar Osmanlı’da yoktu. Padişahın tebaası olan herkes hukuk önünde eşitti.

Koruyucu Devlet Anlayışı: Devlet sadece hükmeden değil, halkını koruyan bir yapıydı. “Devlet baba” kavramı boşuna doğmamıştır.

2. AVRUPA’DA DURUM NEYDİ?

Feodalizm ve Derebeylik: Avrupa’da halk, toprak beylerinin emri altında yaşar, can ve mal güvenliği garanti altında değildi.

Vatandaşlık Yoktu, Teba Vardı: Kralın malı sayılan halk, devlete karşı hak talep edemezdi. İnsanlar köle gibi satılabilir, keyfi cezalandırılabilirdi.

Dinî Baskılar: Hristiyanlık dışındaki inançlara hayat hakkı tanınmazdı. Yahudi ve Müslümanlar, ağır vergiler, zorla din değiştirme ve sürgünlere maruz kalırdı.

3. KADI DEFTERLERİNDE OSMANLI VATANDAŞLIĞI ÖRNEKLERİ

A. Kadının Devlet Güvencesiyle Boşanma Hakkı (İstanbul, 1698)

> “Zeynep Hatun, eşinin kendisini dövdüğünü ve nafaka vermediğini söyleyerek kadıya başvurmuştur. Kadı, durumu araştırıp erkeğe üç gün mühlet tanımış, sorumluluklarını yerine getirmediği için boşanma kararı vermiştir.”
(İstanbul Kadı Sicili, No: 482, s. 201)

B. Fakir Bir Köylünün Padişah’a Şikâyeti (Anadolu Kazaları, 1713)

> “Yozgat’ta yaşayan Ali, köy ağasının haksız vergi aldığını kadıya şikâyet etmiş, kadı raporla durumu merkeze bildirmiş, fermanla ağa görevden alınmıştır.”
(Anadolu Kadı Defteri, No: 91, s. 67)

C. Yahudi Tüccarın Mallarının Korunması (Bursa, 1622)

> “Bir Yahudi tüccarın kervanı yağmalanmış, kadı kararıyla hem zarar tazmin edilmiş hem de fail hapsedilmiştir. Tüccarın zımmi olması dikkate alınmamıştır.”
(Bursa Şer’iye Sicili, No: 128, s. 112)

4. VATANDAŞLIĞIN MANEVİ YÜKÜ: BİR PADİŞAH SÖZÜ

Yavuz Sultan Selim Han, bir gün kendisine yapılan bir halk şikâyetini okur ve şu cevabı verir:

> “Eğer bir garip kulumun ahı, Arş’a varmışsa; ben tahtı, kılıcı ve sarayı neyleyeyim?”

Bu söz, Osmanlı tebaasının haklarının ne kadar kutsal sayıldığının tarihi bir vesikasıdır. Halk padişahı değil, padişah halkı razı etmek zorundaydı.

5. OSMANLI’DA VATANDAŞ OLMANIN HİKMETİ ve İBRETİ

A. Hikmet: Emaneti Ehline Vermek

Osmanlı’da herkes “emanet”tir. Zengin ya da fakir, Müslüman ya da gayrimüslim fark etmez. Devletin görevi emaneti korumaktır. Bu anlayış, günümüz hukuk sistemlerinde hâlâ aranan bir idealdir.

B. İbret: Adaletin Gözü Bağlı Ama Kalbi Açık

Osmanlı’da adaletin sembolü, gözleri bağlı kadıdır. Ama bu bağ, adaleti görememesi için değil, ayrıma gitmemesi içindir. Kalbi ise halkın feryadına açıktır. Bugün birçok modern devlette halkın devlete ulaşması bu kadar kolay değildir.

SONUÇ: VATANDAŞ DEĞİL, KUL DEĞİL, TEBAA-İ MAKBULE

Osmanlı’da vatandaş olmak sadece bir kimlik değil, bir güvenlik, bir hukuk, bir aidiyet meselesidir. Diğer çağdaş dünya düzenlerine nazaran Osmanlı vatandaşının başı daha dik, hukuku daha sağlam ve gönlü daha rahattır.

> “Adaletle hükmeden devlet, gönüllerin padişahıdır.”

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Zımminin Gölgesinde Adalet: Osmanlı’da Gayrimüslimler ve Hukuk

Zımminin Gölgesinde Adalet: Osmanlı’da Gayrimüslimler ve Hukuk”

GİRİŞ:

Osmanlı Devleti, farklı inançları bir arada yaşatabilmiş nadir medeniyetlerden biridir. Yahudi, Hristiyan ve diğer inanç gruplarına “zımmi” statüsüyle tanınan bu hukukî sistem, adaletin İslami esasıyla teşekkül etmiş, aynı zamanda insanlık onurunu gözeten uygulamalarla bütünleşmiştir. Bugün “çoğulculuk” adıyla pazarlanan birçok ilke, Osmanlı’nın sokaklarında asırlardır zaten yaşanmıştır.

1. GAYRİMÜSLİMLERİN HUKUKÎ STATÜSÜ: ZIMMI NEDİR?

Zımmi Tanımı: Osmanlı’da gayrimüslimler “zımmi” olarak adlandırılırdı. Zımmi, İslam devletinin koruması altındaki gayrimüslim vatandaştır. Dinlerini yaşama, ibadetlerini yerine getirme, mülk edinme ve ticaret yapma özgürlüklerine sahiptirler.

Cizye Vergisi: Askerlikten muaf tutulmaları karşılığında cizye verirlerdi. Bu vergi adaletli ölçülere göre alınır, kadınlardan, çocuklardan, yaşlılardan ve din adamlarından alınmazdı.

Mahkeme Tercihi: Zımmiler, kendi aralarındaki davaları kendi dini liderlerinin önünde çözebilir, ancak bir Müslümanla davaları varsa kadı mahkemesine çıkmak zorunda kalırlardı.

2. KADI DEFTERLERİNDE GAYRİMÜSLİMLERLE İLGİLİ ÖRNEK HÜKÜMLER

A. Müslüman Komşusunun Suyunu Kesen Zımmî (Edirne, 1605)

> “Edirne’de Ermeni zımmi Hagop, Müslüman komşusu Ahmet’in bahçesinin suyunu çevirerek haksızlık etmiş. Kadı huzurunda şahitlerle sabit olmuş, suyu eski haline getirmesi ve özür dilemesi emredilmiş.”
(Edirne Kadı Sicili, No: 344, s. 77)

B. Yahudi Cemaatine Ait Sinagogun Yenilenmesi Talebi (İstanbul, 1662)

> “İstanbul Balat’ta bulunan bir sinagogun harap olduğu, cemaatin kendi imkânlarıyla onarım izni istediği; padişah fermanı ile, görünürde taşkınlık olmamak kaydıyla onarım izni verilmiştir.”
(İstanbul Şer’iye Sicili, No: 612, s. 143)

C. Müslüman’a Hakaret Eden Hristiyan’ın Cezalandırılması (Bursa, 1714)

> “Rum esnaf Dimitri, pazarda Müslüman bir müşteriye hakaret etmiş. Kadı mahkemesinde özür dileyip ceza olarak 3 gün ticaretten men edilmiştir.”
(Bursa Kadı Sicili, No: 278, s. 102)

D. Gayrimüslim Yetim Malının Korunması (Halep, 1753)

> “Babası vefat eden Yahudi çocuğun mal varlığı devlet kontrolüne alınmış, vasisi tayin edilene kadar malın zimmetli şekilde saklanmasına karar verilmiştir.”
(Halep Kadı Sicili, No: 399, s. 23)

3. TOPLUMSAL YAŞAMDA UYGULAMALAR

Mahalle Ayırımı: Genellikle her cemaatin kendi mahallesi vardı; bu hem dini hayatı korumak hem de ihtilafları azaltmak için tercih edilirdi.

Kıyafet Farklılıkları: Zımmilere, kendi inançlarını temsil eden farklı kıyafetler giymeleri tavsiye edilirdi; bu bazen kimlik tanımlaması, bazen de fıkhi gereklilikle açıklanırdı.

Şarap Satışı ve Tüketimi: Gayrimüslimlerin kendi mahallelerinde şarap yapmaları ve satmaları serbestti, ancak Müslümanlara satmaları yasaktı.

4. HİKMETLİ ve İBRETLİ HADİSELER

A. Kadı’nın Terazisi: Müslüman Tüccarın Cezası

Bir Müslüman tüccar, gayrimüslim bir müşterisine eksik tartı yapar. Gayrimüslim şikâyet eder. Kadı huzuruna çıkarılırlar. Tartı tekrar edilir ve eksiklik sabit olur. Kadı, Müslüman’a şu cümleyle ceza verir:

> “Sen, adaleti temsil eden bir dinin mensubusun. Zulmün senin elinden çıkması, iki kat suçtur.”

Bu olay, Bursa sicillerinde yer alır ve birçok hukuk kitabında örnek olarak aktarılır.

B. Kurban Bayramı’nda Et Paylaşımı

Bir Rum vatandaşı, Osmanlı köylerinden birinde Kurban Bayramı’nda Müslüman komşularının kendisine et ikram etmesini yıllarca gözlemler. Bir gün şöyle der:

> “Sizin bayramınız, bizim imanımıza şahit oluyor. Çünkü sizin rahmetiniz bizim evimize de düşüyor.”

SONUÇ: ADALET GİDERSE, HİLAFET BOŞA DÜŞER

Osmanlı’nın gayrimüslimlere yönelik uygulamaları, kendi dönemine göre değil, günümüz insan haklarıyla karşılaştırıldığında bile oldukça ileri bir noktadadır. Zımmî hukuku, adaleti esas alarak dini farkları korumuş, ayrımcılığı değil sorumluluğu vurgulamıştır.

> “Osmanlı’da gayrimüslime adalet gösterilirdi ki, Müslüman İslam’a yakışır olsun.”

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Kelâmullah’a Hürmet: Osmanlı’da Kur’ân’a Saygı ve Hafızlık Geleneği

Kelâmullah’a Hürmet: Osmanlı’da Kur’ân’a Saygı ve Hafızlık Geleneği”

GİRİŞ:

Kur’ân-ı Kerîm, sadece Osmanlı toplumunun değil, onun şekillendirdiği bütün bir medeniyetin kalbidir. Osmanlı’da Kur’ân, yalnızca okunmakla kalmaz; yazılır, ezberlenir, yaşanır ve hukukla korunurdu. Hakkındaki her davranış, bir adabı, bir sevgiyi ve bir hürmeti temsil ederdi. Çünkü Osmanlı’ya göre Kur’ân, Allah’ın “konuşan kelâmıydı” ve o Kelâm’a uzanan her el, ya saygı gösterir ya da mahkeme kapısında cevabını bulurdu.

1. KUR’ÂN’A SAYGININ TOPLUMSAL VE GÜNLÜK HAYATTAKİ YERİ

Kur’ân’a Abdestsiz Dokunmamak: Eline Mushaf alan kişi, önce abdest alır; ellerini, gözlerini ve kalbini temizlerdi.

Kur’ân Taşıyanlara Ayağa Kalkmak: Camiye Mushafla giren bir hafıza cemaatin ayağa kalkması, sadece saygının değil, Kur’ân’a duyulan muhabbetin göstergesiydi.

Kur’ân’la Ev Açma Geleneği: Yeni bir eve taşınıldığında, ilk içeriye Kur’ân’la girilir; evin bereketi, Rabb’in kelâmı ile başlatılırdı.

Kur’ân Hatimleri ve Cemiyetleri: Hatim sonrası verilen yemekler, dualar ve “hatim duasına aminler” bir nevi Kur’ân’a topluca saygının halk diliyle ifadesiydi.

2. HAFIZLIK: EZBERİN ÖTESİNDE BİR HAYAT TARZI

Darü’l-Kurrâlar: Özellikle büyük şehirlerde açılan bu Kur’ân okuma merkezleri, sadece hafız yetiştirmekle kalmaz, Kur’ân’ın lafzını ve tecvidini yaşatırdı.

Hafız Olana Hürmet: Bir çocuğun “hafız” olması, ailesi için büyük bir izzetti. Hafızlara toplumda özel hürmet gösterilir, mecliste öne oturtulurdu.

Sarayda Hafız Yetiştirme: Enderun’da eğitim gören talebelerden Kur’ân’ı ezberleyenlere “Hafız-ı Saray” unvanı verilirdi. Bunlar padişahın özel Kur’ân okuyucuları olurdu.

Hafızlıkta Usûl: Her yeni ezber, hocaya yüzünden okunduktan sonra “arza” verilirdi. Yanlış okumaya tolerans gösterilmezdi; çünkü bu Allah’ın kelâmıydı.

3. OSMANLI HUKUKUNDA KUR’ÂN’A HAKARETİN HÜKÜMLERİ

Osmanlı’da Kur’ân’a hakaret, sadece bireye karşı değil, bütün topluma karşı işlenmiş bir suç sayılırdı. Kadı mahkemelerinde bu konuda birçok örnek hüküm bulunur.

Kadı Defterlerinden Örnekler

A. Kur’ân Sayfalarını Yırtan Meczup (İstanbul, 1684)

> “Süleymaniye Medresesi civarında yaşayan meczup Yunus, bulduğu eski mushafı yırtarak çöpe atmıştır. Kadı huzurunda fiili sabit olmuş, önce tıbbî muayeneye gönderilmiş, aklı yerindeyse 50 değnek ve şehir dışına çıkarma cezası verilmiştir.”
(İstanbul Şer’iye Sicili, No: 921, s. 114)

B. Abdestsiz Kur’ân Okuyan Kıraat Talebesi (Bursa, 1720)

> “Talebe İshak, medresede abdestsiz olarak Mushaf’tan ders çalışırken hocası tarafından uyarılmış, yine devam edince Kadı’ya şikâyet edilmiştir. Uyarı ve 3 gün medrese dışı uzaklaştırma cezası verilmiştir.”
(Bursa Kadı Defteri, No: 308, s. 66)

C. Kur’ân’ı Kaldırım Taşına Koyarak Okuyan Esnaf (Konya, 1762)

> “Bir çarşı esnafı, Mushaf’ı yere koyarak okumuş; halkın şikâyeti üzerine Kadı’ya çıkarılmış, Mushaf için özel sehpa aldırılmış ve ‘bir daha Mushaf’a karşı edebe aykırı davranırsa dükkân kapatma’ kararı alınmıştır.”
(Konya Şer’iye Sicili, No: 123, s. 92)

4. HİKMETLİ ve İBRETLİ HADİSELER

A. Kur’ân Sayfası İçin Ayağını Kırdıran Derviş

Bir derviş, yolculuk esnasında yerde bir kâğıt bulur. Üzerinde Kur’ân harflerine benzer bir yazı vardır. Alır, öper, başına koyar ve yüksekçe bir yere iliştirir. Ardından ayağı kayar ve düşüp ayağını kırar. Şöyle der:

> “Eğer o yazı Kur’ân’a aitse, ona hürmet ettim; bu acı onun tatlısıdır. Eğer değilse, şüphe ettim, azap meşrudur.”

Bu hadise, saray dervişlerinden birinin günlüklerinde not alınmıştır.

B. Kur’ân Yazısı Yanmasın Diye Canını Veren Hattat

Büyük İstanbul yangınlarından birinde, bir hattat, Kur’ân yazdığı mushafı kurtarmak için alevlerin arasına dalar. Elleri ve yüzü yanar ama Mushaf’ı dışarı çıkarır. Söylediği tek cümle şudur:

> “Ben yandım ama Rabbimin kelâmı yanmasın diye…”

SONUÇ: HÜRMET KAYBOLURSA, HİDAYET DE GİDER

Osmanlı’da Kur’ân’a gösterilen saygı, sadece bireysel bir ibadet değil; toplumsal bir hukuk, eğitim cihetinde bir program ve ahlaki bir duruş idi. Hâfızlık müessesesiyle ezberlenmiş, Darü’l-Kurrâlarla yaşatılmış, Kadı hükümleriyle korunmuştu. Bugün bu hürmeti yeniden ihya etmek isteyen her Müslüman, Osmanlı’nın bıraktığı bu izleri takip etmelidir.

> “Kur’ân’a gösterilen saygı, Allah’a saygının aynasıdır. O’nun kelâmına hürmet eden, huzuruna mahcup çıkmaz.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Kalplerde Sultan: Osmanlı’da Peygamber Sevgisi ve Hukukun Gölgesinde Aşk-ı Nebi

Kalplerde Sultan: Osmanlı’da Peygamber Sevgisi ve Hukukun Gölgesinde Aşk-ı Nebi”

GİRİŞ

Osmanlı Devleti bir toprak ve kılıç imparatorluğu olmaktan önce, bir “Muhammedî ahlak” medeniyetidir. Bayraklarında Kelime-i Tevhid’in, camilerinde salât-u selamların yankılandığı bu devletin temelinde Peygamber aşkı vardır. Osmanlı’da Hz. Muhammed’e (s.a.v.) sadece sevgi değil, bağlılık, hürmet ve hukukî koruma da vardır. Bu aşk öyle büyüktür ki; bir kişinin Rasûlullah’a hakaret etmesi, yalnızca bireysel suç değil, devlete karşı işlenmiş bir cürüm sayılırdı.

1. TOPLUMSAL HAYATTA PEYGAMBER SEVGİSİ

Mevlid-i Şerif Törenleri: Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât adlı Mevlidi, her doğum günü haftasında (Rebiülevvel) sarayda, tekkelerde ve camilerde okunurdu.

Salât-u Selam Geleneği: Kadınlar hamur yoğururken, çocuklar oyun oynarken, esnaf satış yaparken dillerinden “Allahümme salli…” eksik olmazdı.

Edebi ve Sanatta Resulullah: Divan şairleri kasidelerinde Peygamberi över, hattatlar “Muhammed” ismini mücevher gibi işlerdi.

Sultanların Aşkı: II. Selim, Medine’ye gönderdiği hediyelere, “Yâ Resulallah’a hürmeten” yazdırırdı. Kanuni, Ravza’nın temizliği için gül suyu göndermeyi ihmal etmezdi.

2. HUKUKTA PEYGAMBER’E SAYGI VE HÜKÜMLER

Osmanlı hukukunda, Peygamber’e hakaretin veya onun adına yalan uydurmanın cezası son derece ağırdı. Bu konuda Şeyhülislam fetvaları, Kadı Sicilleri ve Şer’iye Mahkemeleri net hükümler ihtiva eder.

Kadı Defterlerinden Örnek Hükümler

A. Rasûlullah’a Hakaret Eden Bir Ermeni (İstanbul, 1671)

> “Kadı huzurunda sabit olmuştur ki, Ermeni tüccar Kirkor, sarhoşluk esnasında Resul-i Ekrem (s.a.v.) hakkında küfür ve tahkir ihtiva eden sözler sarf etmiştir. Ulemanın icmaıyla, zımmi ahdini bozmuş sayılarak cezası idam olmuştur.”
(İstanbul Şer’iye Sicili, No: 1810, s. 202)

B. Sahte Hadis Uyduran Vaiz (Bursa, 1743)

> “Cami-i Kebir’de irşad maksadıyla çıkan vaiz Mehmed Efendi’nin, ‘Resulullah şöyle buyurmuştur’ diyerek uydurma bir sözle halkı kandırdığı sabit olmuş, halktan gelen şikâyet üzerine kürsü yasağı konmuş ve maaşı kesilmiştir.”
(Bursa Kadı Sicili, No: 642, s. 87)

C. Medine’ye Hakaret Eden Şair (Edirne, 1603)

> “Mısraında ‘Medine kuru bir çölde yitik şehirdir’ diyerek Hazret-i Peygamber’in beldesine tahkir eden şair Halil, şiiri yakılmış ve sürgün olunmuştur.”
(Edirne Kadı Defteri, No: 440, s. 211)

3. HİKMETLİ ve İBRETLİ HADİSELER

A. Hırka-i Şerif’in Başında Uyuyan Yeniçeri (III. Ahmed Dönemi)

Her Ramazan, Hırka-i Şerif ziyaretinde görevli bir yeniçeri, ziyaret bitince Hırka’nın başında uyuyakalır. Uyarıldığında der ki:

> “Uyumadım ağam, kokladım. Kokusu bile kâfi bize…”

Bu sadakat, padişahın kulağına gidince, o yeniçeriye fazladan maaş bağlanır.

B. Medine’ye Giderken Ayakkabısını Çıkaran Vezir

Osmanlı vezirlerinden biri hac yolunda, Medine’ye yaklaşınca ayakkabılarını çıkarır. Sebebi sorulunca şu cevabı verir:

> “Toprağında Resulullah’ın ayak izi var. Ona basılmaz.”

4. HUKUKLA AŞKIN BULUŞTUĞU NOKTA

Osmanlı, Resulullah’ı yalnız sevmedi; onu hukukla korudu. Yalan hadis uydurana, hakaret edene, ismini oyun konusu yapana karşı durdu. Her kural, bir sevdanın hukuklaşmış şekliydi. Sadece birey değil, devlet de Peygamber’in ümmeti olduğunu ilan ederdi. Sultan II. Mahmud’un tuğrasında bile bir dua vardır:

> “El-Mütevekkil Ale’l-Lâh, Muhammed Muinuhu”
(Allah’a tevekkül eden, Muhammed’in yardımını dileyen)

SONUÇ: AŞK KANUNLA KORUNDUĞUNDA KALPLERE YERLEŞİR

Osmanlı’da Peygamber sevgisi, sadece dillerdeki salavat değil; mahkeme kararlarında, halkın hayatında ve sultanın tuğrasında vardı. Bu sevgi sadece gönüllere değil, kanunlara da kazınmıştı. Her bir fetva, her bir hüküm şunu haykırıyordu:

> “Rasûlullah bizim başımızın tacı; O’na uzanan dil kırılır, hürmeti bozan vicdandan düşer.”

Bugün bu sevdayı yeniden yeşertmek isteyen her fert ve toplum, Osmanlı’nın gösterdiği şu yolda yürümeli:

> “Sevdiğini yalnız anmakla değil, uğruna yaşamaya çalışmakla ispat edersin.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

DÜNYA LOKANTASINDA YENİLEN YEMEĞİN HESABI

DÜNYA LOKANTASINDA YENİLEN YEMEĞİN HESABI

Hayat, kimi zaman bir misafirliktir, kimi zaman bir yolculuk… Ama en dikkat çekici benzetmelerden biri de bir lokantadır dünya.
İnsan gelir, oturur, ona türlü nimetler sunulur: Göz nimeti, akıl nimeti, aile, sağlık, rızık, afiyet, oksijen, su, gökyüzü, güneş, toprak…
Hepsi hazır, hepsi kusursuz. Üstelik hiçbirini insan yaratmamış, kendisi yapmamış, sadece sofraya oturmuş ve yemeye başlamıştır.

Fakat hiçbir lokanta bedava değildir.
Ne kadar yediysen, o kadar ödeme yaparsın.
Ya ödeme yapacak hiçbir şeyin yoksa?
Ya teşekkür etmeyi bile düşünmeden sofradan kalkıyorsan?
Ya o sofrayı hazırlayanı tanımadan, bütün o nimetleri gelişi güzel tüketiyorsan?

Hayat lokantası da böyledir. Herkes yer, içer, yaşar. Ama gün gelir, o lokantanın kapısı gösterilir. “Hesap zamanı geldi” denir. Kimse inkâr edemez.
Ne zengin, ne fakir, ne kral, ne çoban… Herkes sıraya girer.
Her gün yüz binlerce kişi o hesaba çağrılır. Sessizce… Habersizce… Ansızın…

Bir âyet şöyle der:
“O gün, size verilmiş olan her nimetten mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 8)

Bir başka âyet uyarır:
“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu da görür.” (Zilzâl, 7-8)

İşte o sahne!
Yemek bitmiş, sofra toplanmış, insan o hayattan ayrılmıştır. Ama hesabı unutulmamıştır.
Kimisi getirir secdelerini, sabırlarını, şükürlerini…
Kimisi ise sadece gafletini getirir, inkârını ve israfını…

Lokantada yemek yiyen, ama sahibini tanımayan insan, büyük bir edepsizlik etmiş olur. “Bu sofrayı kim hazırladı?” demeden, “Bedeli nedir?” diye sormadan, arkasına bakmadan kalkıp giden biri, sadece kendini kandırır.

Ya hiç ödeyecek bir şey bırakmamışsa geride?
Ne şükür, ne tevbe, ne hayır…
O zaman borç ahirete kalır. Ve ahirette para geçmez. Orada ödeme; secdeyle, gözyaşıyla, kul hakkını teslimle olur. Ama vakit geçmiştir artık…

SON SÖZ:

Ey insan!
Bu dünyaya geldin, bir lokantada misafir gibi ağırlandın.
Yedin, içtin, güldün, yaşadın…
Şimdi düşün:
Sana ikram edilen bunca şeyin sahibi kim?
Ve sen bu sofradan kalkmadan önce hesabını hazırladın mı?

Unutma:
Hesap günü gelmeden, hesap etmeyi öğrenenler; o büyük günde mahcup olmazlar.

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

Şifanın İzinde: Osmanlı’da Sağlık, Tedavi ve Merhamet Medeniyeti

Şifanın İzinde: Osmanlı’da Sağlık, Tedavi ve Merhamet Medeniyeti”

Giriş

Sağlık, insanın en kıymetli hazinesidir. Osmanlı medeniyeti bu gerçeği, sadece sözle değil, köklü kurumlarla ve merhametli uygulamalarla yaşatmıştır. Osmanlı’da tedavi yalnızca bedenin değil, kalbin, ruhun ve toplumun da onarımı demekti. Hastaya şefkat, hekime vakar, ilaca ise hikmet gözüyle bakılırdı. Şifa, sadece eczanelerde değil, dualarda, vakıflarda, sabırda aranırdı.

I. Osmanlı Sağlık Sisteminin Temel Taşları

Osmanlı’da sağlık hizmeti, bireysel çabaların ötesinde vakıf temelli bir toplumsal dayanışma modeliyle örgütlenmişti. Devlet, şehir merkezlerinden en ücra köylere kadar herkesin ücretsiz sağlık hizmetine ulaşabilmesini hedeflemişti.

1. Darüşşifalar (Hastaneler):

“Şifa evi” anlamına gelen darüşşifalar, hem fiziksel hem ruhsal tedavinin yapıldığı kurumlardı. Başlıcaları:

Süleymaniye Darüşşifası (İstanbul)

Yıldırım Bayezid Darüşşifası (Bursa)

Fatih Darüşşifası (İstanbul)

Manisa Bimarhanesi

Hastanelerde doktor, cerrah, eczacı, göz hekimi ve hatta ruh sağlığı uzmanları (tabib-i ervah) görev yapardı. Tedavi, her sınıf ve dine ayrım yapılmaksızın sunulurdu.

2. Hekimler ve Tababet İlmi

Osmanlı hekimleri hem İslam tıbbını (İbn Sina, Râzî) hem de Antik Yunan (Galen, Hipokrat) kaynaklarını bilirlerdi. Devlet, cerrahları denetler, eğitimli olmayanların hasta bakmasını yasaklardı. Hekimler bazen “ilacın yetmediği yerde dua, duanın yetmediği yerde sabır” tavsiye ederlerdi.

II. Tedavi ve İlaç Uygulamaları

1. Eczacılık ve İlaçlar:

İlaçlar doğal bitkiler, mineraller ve hayvansal ürünlerden yapılırdı. Aktarlar (attârlar), sabit fiyatlarla ilaç satar; sahte ilaç yapanlara ağır cezalar verilirdi. Bazı vakıflar hastanelere düzenli ilaç bağışı yapardı.

2. Ruh Sağlığı:

Osmanlı, akıl hastalarını zincire vurmaz, darüşşifalarda musiki ve su sesiyle tedavi ederdi. Manisa ve Edirne darüşşifaları bu uygulamalarıyla meşhurdur. Hastaların moralini yüksek tutmak bir şifa yolu sayılırdı.

3. Musikiyle Terapi:

Her hastalığa uygun makamlar vardı. Meselâ:

Hüseyni: Sinir yatıştırıcı

Rast: Kalp ferahlatıcı

Segâh: Dalgınlık giderici

III. Kadı Sicillerinden Sağlıkla İlgili Örnekler

1. “Bedava İlaç Vakfı” – Üsküdar, 1609

Bir hayırsever, her ay fakir hastalara dağıtılmak üzere 50 altınlık ilaç alınması için vakıf kurar. Kadı, mütevelliye şu şartı koyar:

> “Zengin hastaya verilecek ilacın parası, fakirin duasından eksik olur.”

2. “İlaç Sahteciliği Cezası” – Halep, 1682

Bir aktar, yanlış tarifle ilaç hazırlayıp hastanın ölümüne sebep olur. Kadı, hem diyet ödemesine hem de mesleği bırakmasına hükmeder:

> “Şifa için yola çıkıp, zehirle sonuç alınırsa bu, hem zulümdür hem cinayet.”

3. “Darüşşifada Hristiyan Hasta” – İstanbul, 1720

Bir Rum hasta, Süleymaniye Darüşşifası’na başvurur. Hekim, onu tedaviye alır. Kadı, tedavinin ücretsiz olmasına karar verir:

> “Derman, dine bakmaz; şefkat, kimlik sormaz.”

IV. Hikmetli ve İbretli Bir Olay: “Bir Hekimin Sessiz İtirafı”

Bir tabip, sabahın erken saatinde camiye giderken bir dilenciyle karşılaşır. Adam titriyor, ateşler içindedir. Hekim hemen eczaneye koşar, ilaç getirir. Adam iyileşir ama kısa süre sonra vefat eder. Ölürken cebinden bir not çıkar:

> “Senden ilaç değil, merhamet aldım. O bana yetti.”

Kadı defterine şu not düşülür:

> “Merhamet, her ilacın içindeki gizli madde gibidir. Eksikse şifa da eksik olur.”

V. Sonuç: Sağlıkta Medeniyet, Şefkatle Kurulur

Osmanlı’nın sağlık anlayışı sadece tıp ilminden değil, inanç, adalet ve merhamet esasından beslenmiştir. Sağlık kurumları vakıfla, hekimlik ilimle, ilaçlar hikmetle; en önemlisi hastalar ise insanlıkla şifa bulmuştur.

Bugün modern tıbbın sunduğu imkânlar karşısında hâlâ Osmanlı’dan alınacak en büyük ders şudur:

> “Tedavi, sadece beden içindir; ama şifa, kalpten gelir.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

KEŞF-UL HAFA KİTABINDAN İKİTİBASLAR VE HAKKINDA

KEŞF-UL HAFA KİTABINDAN İKİTİBASLAR VE HAKKINDA


Keşfü’l-Hafâ Hakkında:
Keşfü’l-Hafâ, İslam âlimi İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî tarafından kaleme alınmış önemli bir hadis inceleme eseridir. Eserin tam adı “Keşfü’l-ḫafâʾ ve müzîlü’l-ilbâs ʿammâ’ştehere mine’l-eḥâdîs̱ ʿalâ elsineti’n-nâs” olup, Türkçe karşılığı “Gizlilikleri ortaya çıkarma ve insanların dillerinde yaygın olan hadislerin yanlışlarını giderme” şeklindedir.
Eserin Amacı
Keşfü’l-Hafâ’nın temel amacı, İslam toplumunda hadis diye yaygınlaşan ancak aslında sahih olmayan rivayetleri, vecizeleri, atasözlerini ve hikmetli sözleri inceleyerek doğru ve güvenilir bilgiye ulaşmaktır. Bu sayede insanlar, doğru din bilgisine sahip olma ve yanlış inançlardan korunma imkânı bulurlar.
Eserin Önemi
* Hadis İlminin Gelişimi: Eser, hadis ilminin metodolojisi açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Aclûnî, hadislerin sıhhatini değerlendirirken titiz bir inceleme yapmış ve bu alanda önemli ölçütler belirlemiştir.
* Yanlış Anlayışların Düzeltilmesi: Keşfü’l-Hafâ, İslam toplumunda yaygın olan birçok yanlış inancı ve hurafeleri ortaya çıkarmış ve doğru bilgiyle değiştirmiştir.
* Hadis Bilgisinin Yaygınlaşması: Eser, hadis ilmine ilgi duyan herkes için önemli bir kaynak olmuştur. Aclûnî, hadisleri kolay anlaşılır bir dille açıklamış ve geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır.
Eserin İçeriği
Keşfü’l-Hafâ’da, Aclûnî alfabetik sıraya göre birçok rivayeti ele alır. Her bir rivayet için şunları yapar:
* Rivayetin metnini verir.
* Rivayetin farklı rivayetlerini karşılaştırarak metnin güvenilirliğini değerlendirir.
* Rivayette geçen isimler ve yerlerin doğruluğunu araştırır.
* Rivayetin İslam’ın temel kaynaklarına uygunluğunu inceler.
* Rivayetin sahih olup olmadığına dair sonucunu açıklar.
Sonuç
Keşfü’l-Hafâ, İslam dünyasında hadis ilminin gelişimi için büyük önem taşıyan bir eserdir. Aclûnî’nin titiz çalışması sayesinde, Müslümanlar doğru din bilgisine ulaşma konusunda önemli bir adım atmışlardır. Eser, günümüzde de hadis ilmiyle ilgilenenler için vazgeçilmez bir kaynak olarak kabul edilmektedir.

******************   

1.Men arefe nefsehu. Sh. 52
2.72- Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin.86
3.7 4- İdrardan sakının. Çünkü kulun kabirde sorguya çekileceği ilk
şey odur. 88
4.75- Mazlumun bedduasını almaktan sakının.89
5.78- Alimin zellesinden sakının.93.
6.81-Bir parça hurma ile de olsa, cehennemden korunmaya bakın!97.
7.91- Cebrail bana gelip dedi ki: (Allah şöyle buyurur:) “Ey Muhammed! Sen olmasaydın cenneti yaratmazdım. Yine sen olmasaydın
cehennemi de yaratmazdım.”104
8.92- Rabbim azze ve celle’den bir elçi (Cebrail) gelip bana şöyle
dedi: “Ümmetinden kim sana bir salat getirirse, Allah da onun karşılığı olarak ona on iyilik yazar, onun on kötülüğünü siler ve onu on
derece yükseltir. Ayrıca Allah ona da aynı şekilde salat eder (rahmet
ve ecrini arbrır).”104.
9.133- Arapları şu üç şeyden dolayı sevin: Çünkü ben Arabım,
Kur’ an Arapçadır ve cennet ehlinin dili Arapçadır.125.
10.153- Ümmetimin ihtilafı rahmettir.149
11.169- Ölülerinizi, salih insanların arasına defnedin. Zira ölüler de
tıpkı diriler gibi kötü komşulardan eziyet çekerler.167
12. 251- Allah, bir kulunun bir yerde ölmesini takdir etmişse, o yere
doğru o kul için bir ihtiyaç yaratır. 220
13. 293- Bir memlekette zina ve faiz yayılırsa, Allah, o memleketin
helak edilmesinin yolunu açar.250
14. 299- Ümmetim dinar ve dirheme değer verip yüceltmeye başlayınca, İslam’ın heybeti onlardan çekilip alınır. İyiliği emretmeyi terk
ettikleri vakit ise vahyin bereketinden mahrum kalırlar.252
15. 315- Ruhlar, bir araya getirilmiş çeşitli topluluklar gibidir. (Ruhlar aleminde) birbirleriyle tanışanlar, (dünyada da) kaynaşırlar; tanışmayanlar da ayrılığa düşerler.270
16.316- Yerler yedi kattır. Her katta, sizin Peygamberiniz gibi bir
peygamber vardır.273
17.331- Kadınlara iyi davranmanızı vasiyet ediyorum! Zira kadın
kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburgada en eğri olan taraf ise
en üst kısmıdır. Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan kırarsın; şayet bırakırsan o eğri haliyle kalır. Onun için kadınlara iyi davranmanızı
vasiyet ediyorum.290
18.345- İnsanlar sana fetva verip dursalar da sen yine kalbine danış,
kalbinden fetva iste.300
19.430- Siz amel edin. 364
20. 431- Ameller niyetlere göre değer kazanır.364
21.437- Ya alim yahut ilim talebesi veya (onları) dinleyen ya da (ilim
ehlini) seven. 366
22.
477- (Lut kavminin işlediği çirkinliği) yapanı da kendisine yapılanı da öldürün.393

23-478- Allah’ın had cezalarından birini uygulamak, Allah’ın beldelerinde kırk -bir rivayete göre “otuz”- gece yağan yağmurdan daha hayırlıdır.394

24-479- Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdeye kapandığı andır. O sebeple (secdede) çok dua edin!395

25-487- Ölülerinize Yasin okuyun.399

26-508- Ekmeğe değer verin.419

27-516- Kedilere ilgi gösterip değer verin. Çünkü onlar etrafınızda dolaşanlardandır.427

28-526- Kabir azabının çoğu idrardan (sakınmamaktan)dır.434

29-530- Onu (Ramazan’ın) son on günü içinde arayın!440

30-546- Allah’ım! Şu iki kişiden sana en sevimli geleniyle İslam’a kuvvet ver, yardım eyle: Ebu Cehil veya Ömer b. el-Hattab ile.451

31-557- Allah’ım! Şam’ımızı bize mübarek ve bereketli eyle, Yemen’imizi de bize mübarek ve bereketli eyle!462

32-586- Ben, insanlarla “la ilahe illallah” deyinceye kadar savaşmakla emrolundum.479

33-592- İnsanlara akılları ölçüsünde konuşmakla emrolunduk.484

34-598- Benim ümmetim, mübarek bir ümmettir; başı mı hayırlıdır yoksa sonu mu, bilinmez.490

35-599- Benim ümmetim, ümmet-i merhumedir; bağışlanmış ve tövbesi kabul edilmiştir.490

36-600- Şu benim ümmetim, ümmet-i merhumedir; ahirette ona azap yoktur. Dünyadaki azabı ise fitneler, depremler, öldürmeler ve belalardır.491

37-612- Ben Şam’ın Rabbiyim. Ona kastedene öldürücü darbeyi indiririm.499

38-613- Ben, kulumun beni düşündüğü gibiyim.500

39-618- Ben ilim şehriyim, Ali de kapısıdır.503

40-630- Kur’an, yedi harf üzere indirilmiştir.515

41-660- Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, emredilenlerin onda birini terk eden kimse helak olur. Ancak öyle bir zaman gelecek ki, o dönemde emredilenlerin onda birini yapabilen kimse kurtuluşa erecektir.536

42-709- Şüphesiz her bir şeyin bir kalbi vardır. Kur’an’ın kalbi de Yasin’dir. Kim onu okursa, Allah Teala o kişiye Kur’an’ı on defa okuma sevabı verir.573

43-720- Şüphesiz Allah, dini, günahkâr (tacir) bir kişiyle de destekleyip güçlendirir.581

44-724- Şüphesiz Allah şifanızı, size haram kıldığı şeylere koymamıştır.586

45-726- Şüphesiz her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır587

46-728- Kuşkusuz Allah zalime mühlet tanır, süre verir. Ancak onu yakalayınca da kaçmasına asla fırsat vermez.588

47-733- Şüphesiz Allah, bir zalimden intikamını başka bir zalimle alır.590

CİLT- 2

48- 738- Şüphesiz Allah, sizin bedenlerinize ve sôretlerinize değil, kalplerinize bakar.12

49- 740- Şüphesiz Allah, her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyecek birini gönderir.14

50- 742- Şüphesiz Allah, İslam yolunda ağaran bir saç/sakal sahibine azap etmekten haya eder.16

51- 752- Kuşkusuz Allah, kuluna bir nimet bahşettiği zaman, o nimetinin eserini kulunun üzerinde görmekten hoşnut olur.23

52- 753- Şüphesiz Allah, aksırmayı sever, ancak esnemeyi sevmez. -İbn Ehi Şeybe “namazda” lafzını ilave etmiştir.23

53- 754- Kuşkusuz Allah, kıyamet günü (gayr-ı meşru ilişki sonucu doğdukları için öz babalarına nispetleri sorunlu olan) kulları rencide olmasın diye insanları annelerine nispet ederek çağıracaktır.23

54- 755- Şüphesiz Allah, bir kul can çekişmeye başlamadığı müddetçe, onun tevbesini kabul eder.24

55- 785- Kuşkusuz bir kısım şiirde hikmet vardır.42

56- 793- Şüphesiz mü’min necis olmaz.48

57- 799- Sana bir dağın yerinden oynadığı söylenirse buna inan, ancak bir insanın huyunu değiştirdiği söylenirse asla inanma!54

58- 817- Kıyamet alametlerinin ilki, insanları doğudan batıya doğru sürüp toplayacak bir ateştir.63

59- 823- Allah Teala’nın ilk yarattığı şey akıldır. (Yarattıktan sonra da) ona “Gel” dedi, o da geldi. Daha sonra da şöyle buyurdu: “İzzetim ve Celalime yemin olsun ki, senden daha üstün bir varlık yaratmadım; seninle alır, seninle veririm. Seninle sevap verir, seninle cezalandırırım.”65

60- 824- Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir.66

61- 826- Kulun hesaba çekileceği ilk ameli namazdır; insanlar arasında karara bağlanacak (hesabı görülecek) ilk mesele de kan davaları­ dır.68

62- 827- Allah’ın yarattığı ilk şey, senin Peygamber’inin nôrudur ey Cabir!..69

63- 829- Teraziye konulacak ilk şey güzel ahlaktır.72

64- 836- Kıyamet günü benim en yakınımda olacak kimseler, bana en çok salavat getirenlerdir.75

65- 839- (Allah’a) sığınanların, kendisiyle sığındıkları en faziletli şeyi size haber vereyim mi?: Kul eıizü bi Rabbi’l-felak ve kul eıizü bi Rabbi’n-nô.s’tır.76

66- 850- İmamlar Kureyş’tendir.83

67- 854- Kötü arkadaştan sakın! Çünkü onunla tanınır, bilinirsin.85

68- 855- Mezbelede yetişen bitkiden sakının!85

69- 861- Çok gülmekten sakının. Zira çok gülmek, kalbi öldürür ve cennet ehlinin nurunu alır götürür.92

70- 862- “Keşke” demekten sakının. Çünkü “keşke” ifadesi, şeytan işine kapı açar.92

71- 864- (Aşırı) mizah ve şakadan sakının. Zira o, mü’minin yüzünün aydınlığını giderir, yok eder.93

72- 865- Yalandan sakının. Çünkü yalan, imana aykırıdır.94

73- 866- Satışta çok yemin etmekten sakının. Zira yemin, malı satbrır; sonra da (bereketini) yok eder94

74- 867- Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır. Birbirinizin (özel) konuşmalarını dinlemeyin, gizli hallerini araştırmayın, (dünyevi hususlarda) birbirinizle yarışmayın, birbirinize haset etmeyin, kin tutmayın ve sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Ayrıca kişi, kardeşinin talip olduğu kadına da -kardeşi bizzat onu nikahlayıncaya yahut ondan vazgeçinceye kadar- talip olmasın.95

75- 868- Kulağı rahatsız eden şeylerden (çirkin sözlerden) sakının.95

76- 869- Özür dilemek zorunda kalacağın şeylerden (söz ve davranış­ lardan) sakın.96

77- 876- Sadakayı erkenden hemen verin. Çünkü bela, onu aşıp geçemez. Bir lafızda da şöyle geçer: Çünkü bela, sadakayı aşıp geçemez.104

78- 878- Hayırlı işler yapmada acele edin. Çünkü yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Dinini az bir dünyalığa satar.106

79- 879- Rızık ve ihtiyaçların talebinde sabah erken davranın. Çünkü günün ilk saatleri bereket ve başarıdır.106

80- 886- Asıl cimri, yanında adım anıldığı halde bana salatü selam getirmeyen kimsedir.110

81- 887- İslam garip olarak başladı ve günün birinde başladığı gibi tekrar garip hale dönecektir. Ne mutlu o gariplere!111

82- 897- Bereket atların alınlarındadır.115

83- 899- Bereket, cemaatle birliktedir.115

84- 901- İyilik, güzel ahlaktır. Günah (kötülük) ise vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmelerini istemediğin şeydir.116

85- 909- Karnı tıka basa doldurmak zekayı yok eder.122

86- 913- Ben, cevamiu’l-kelim (Kur’an veya veciz konuşma kabiliyeti) ile gönderildim ve sözün özünü ifade etmeye muvaffak oldum.124

87- 914- Ben kolaylaştırılmış haniflikle gönderildim.125

88- 916- Ben ahlaki meziyetleri tamamlamak üzere gönderildim.125

89- 920- (Allah Resulü, şehadet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek şöyle buyurmuştur:) Şu ikisinin birbirine yakın olduğu kadar kıyamete yaklaştığım bir zamanda ben peygamber olarak gönderildim.126

90- 921- Selamla bile olsa, akrabanızla bağınızı canlı tutun.126

91- 924- Beldeler Allah’ın beldeleri, kullar da Allah’ın kullarıdır. Nerede bir nezaket ve yumuşaklık görürsen orada ikamet et!129

92- 925- (İspat edici) delil getirmek, hak iddia edene (davacıya), yemin etmek ise hak iddiasını reddedene (davalıya) düşer.129

93- 926- Bela, ağızdan çıkan söze -bir lafza göre de: konuşmaya/dillendirmeye- bağlıdır.131

94- 928- İslam beş temel üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekat vermek, Allah’ın evi Kabe’yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.133

95- 929- Beytü’l-makdis, toplanma (mahşer) ve dirilme (menşer) yeridir.134

96- 934- Kul ile küfür arasında (engel olarak sadece) namazın terki vardır.139

97- 940- Cezası hemen dünyada verilen iki husus vardır: Haddi aşma ve anne-babaya itaatsizlik.141

98- 941- Doğru sözlü, dürüst tacir, kıyamet günü Rahman’ın Arşı’nın gölgesinin altındadır.141

99- 942- Korkak tacir (kazançtan) yoksundur, cesur tacir ise rızıklandırılmıştır.142

100- 943- Teenni Allah’tan, acelecilik ise şeytandandır.142

101- 944- Günahtan tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş kimse gibidir.145

102- 945- Kardeşinin yüzüne gülümsemen senin için bir sadakadır146

103- 961- Tedavi olun; zira derdi indiren (Allah), devayı da indirmiştir159

104- 966- Kötülüğü terk etmek sadakadır.162

105- 991- Her Perşembe ve Pazartesi günü ameller (Allah’a) arzolunur. . .172

106- 993- Bolluktayken sen Allah’ı tanı ki, O da darlıkta seni tanısın.173

107- 994- Altın ve gümüş paranın kulu kölesi olan rahat yüzü görmesin. . .174

108- 996- İlmi öğrenin ve insanlara da öğretin.176

109- 997- Feraiz (miras hukukunu) öğrenin ve onu insanlara öğretin. Zira o, ilmin yarısı olup unutulacaktır. Ümmetimden (ilim olarak) çekilip alınacak ilk şey de odur.177

110- 1002- Yönetici ve reis olarak başa geçirilmeden önce köklü ve derin bilgi sahibi olun.180

111- 1004- Bir saatlik tefekkür, bir yıllık -bir lafza göre de: altmış yıllık- ibadetten hayırlıdır.181

112- 1005- Allah’ın yarattığı varlıklar hakkında tefekkür edin, ancak Allah hakkında tefekkür etmeyin.182

113-1007- Allah korkusu, her hikmetin başıdır.184

114-1008- Günahkarlara buğzederek Allah’a yakınlaşmaya çalışın.186

115-1009- Hırsızın eli, çeyrek dinar ve daha fazlası (değere sahip mallar) için kesilir.186

116-1010- Kıyamet günü cehennem, (sırat köprüsü üzerindeki) mü’mine şöyle der: Çabuk geç ey mü’min! Zira nurun alevimi söndürdü.187

117-1011- Kibirlenip böbürlenen kişiye karşı büyüklenmek sadakadır.187

118-1013- Tekellüf haramdır.190

119-1014- Kıyamet öncesinde karanlık gecenin merhaleleri gibi birtakım fitneler olacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Birtakım topluluklar dinlerini (basit) bir dünyalığa satarlar.191

120-1016- Definden sonra ölüye telkin vermek.191

121-1021- Evlenin, çoluk-çocuk sahibi olun, nesliniz devam edip ço­ ğalsın. Zira kıyamet günü diğer ümmetlere karşı sizinle övüneceğim.198

122-1022- Bir kadınla ya malı-mülkü yahut güzelliği veya soyu ya da dindarlığından dolayı evlenilmektedir. Sen bunlardan dindar olanı tercih et; (aksi halele) kaybeder, sıkıntı yaşarsın!199

123-1023- Hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz.200

124-1027-“Halanız (sayılan) hurma ağacına değer verin! Çünkü o, Adem’in arta kalan çamurundan yaratılmıştır.. . “206

125-1028- Tevazô, kulun ancak yüceliğini artırır. Onun için mütevazı olun ki Allah da sizi yüceltsin.206

126-1029- Allah’ın üç kişiyi zengin etmesi O’nun üzerine bir haktır: . . . İffetini korumak için evlenen kişi. . .206

127-1030- Herkese güvenmek bir acziyettir.207

128-1035-Üç şey mahvedicidir: Boyun eğilen ihtiraslı cimrilik ve tamahkarlık, esiri olunan heva-heves ve kişinin kendini beğenmesi.

129-1040- Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah, onlarla konuş­ maz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Ayrıca onlar için acı veren bir azap vardır: Zina eden ihtiyar, yalan söyleyen hükümdar ve kibirli davranan çoluk-çocuklu fakir.

130-1043- Üç şeyin ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir: Nikah, talak ve ric’at.

131-1045- Üç kişinin duasını Allah geri çevirmez: Allah’ı çokça zikreden kişinin, mazlumun duası/bedduası ve adil devlet başkanının duası.

132-1047- Üç şey mutluluk, üç şey de mutsuzluk sebeplerindendir. Şunlar mutluluk sebeplerindendir:

  1. Saliha bir kadın ki, onu gördüğünde hoşlanırsın. Yanında olmadığın zaman bile gerek kendisi, gerek senin malın açısından ona güven duyarsın.
  2. Uysal olup seni eş-dostuna bir an evvel kavuşturan binek.
  3. Ve kullanım alanı fazla olan geniş ev.

Şunlar da mutsuzluk sebeplerindendir:

  1. Gördüğün zaman rahatsız olduğun, dilinden kurtulamadığın ve yanında olmadığında ne kendisi ne de senin malın açısından kendisine güven duymadığın kadın.
  2. Vurmaya kalktığında seni yoran, kendi haline bıraktığında da seni eş-dostuna bir türlü kavuşturmayan uyuşuk binek.
  3. Ve kullanım alanları dar olan ev.

133-1048- Cennetin bedeli “la ilahe illallah”tır.

134-1054- Komşu, çevredeki kırk eve kadardır

135-1059- Alimlerle aynı meclislerde bulunun, güngörmüş büyüklere sorular yöneltin ve bilgelerle beraber olun.

136-1062- Zorbalık, kalpte gizlidir.

137-1063- Kalpler, kendisine iyilik yapanı sevmeye, kötülük yapana ise buğzetmeye eğilimli olarak yaratılmıştır.

138-1066- Kur’an hakkında cedel ve tartışmaya girmek küfürdür.

139-1068- İmanınızı yenileyin. “Ey Allah’ın Rasôlü! Peki, imanımızı nasıl yenileyelim?” diye soruldu. Allah Rasôlü şöyle buyurdu: “La ilahe illallah” sözünü çokça söyleyin.

140-1072- Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı

141-1073- Kalem, (Allah’ın) hükmettiğine göre hareket etmiştir.

142-1074- Cemaat (birlik beraberlik) rahmet, ayrılık azaptır.

143-1075- Kişinin güzelliği dilinin fesahatidir.

144-1078- Cennet, annelerin ayakları altındadır.

145-1079- Belanın dayanılmaz olanı, insanların elindekine muhtaç olup da bundan alıkonulmanızdır.

146-1082- Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.

147-1083- Cennet, cömertlerin yurdudur.

148-1089- Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadınlar, güzel koku ve namaz, gözümün nuru kılındı.

149-1095- Bir şeyi sevmen, gözü kör, kulağı sağır eder.

150-1098- Çörek otu, sam (ölüm) dışında her derde devadır.

151-1099- Dünya sevgisi her hata ve günahın başıdır.

152-1102- Vatan sevgisi imandandır.

153-1107- Cennet, nefsin hoşlanmadığı şeylerle örtülüp saklanmışbr.

154-1108- Hacerü’l-esved cennettendir.

155-1115- Hac Arafat’tır.

156-1116- Hac (yapanlar), Allah’ın özel misafirleridir.

157-1118- İnsanlara, anlayabilecekleri şeylerden bahsedin. Yoksa siz, Allah ve Rasôlü’nün yalanlanmasını mı istiyorsunuz?

158-1126- Savaş hiledir.

159-1127- İpek, ahirette nasibi olmayanların elbisesidir.

160-1132- Ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.

161-1134- Allah bana yeter; O, ne güzel vekildir.

162-1135- Allah bana yeter ve (bütün işlerimde O bana) kafidir; Allah, dua edenin duasını işitip kabul etmiştir.

163-1139- Hasan ve Hüseyin, cennet ehlinin gençlerinin efendileridir.

164-1152- Cennet, nefsin hoşlanmadığı şeylerle, cehennem ise nefsin arzuladığı şeylerle çepeçevre kuşatılmıştır.

165-1159- Hikmet, mü’minin yitik malıdır.

166-1167- Helal bellidir, haram da bellidir. Seni şüpheye düşüreni bı­ rak, şüphe vermeyene bak.

Not: 2. Cilt 308. Sayfaya kadar iktibas edilmiştir.

Hadisler hakkında altlarında genel bilgi ve araştırmalar mevcuttur.

KİTAPLAR İÇİN BAKINIZ:

https://t.me/dindersimamhatip

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 5th, 2025

HER KULDA BİR İLÂHÎ TECELLİ: DEĞERİN KAYNAĞI

HER KULDA BİR İLÂHÎ TECELLİ: DEĞERİN KAYNAĞI

İnsan, çoğu zaman kendini kıyaslarla tanımlar:
Zengin mi fakir mi? Başarılı mı başarısız mı? Güçlü mü zayıf mı?
Oysa insanın gerçek değeri, bu dünya terazisinde değil, yaratılış gayesinde ve taşıdığı ilâhî emanetlerde saklıdır.

Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmaz.
Ne bir taşı, ne bir yaprağı, ne de bir insanı…
Her insan, kâinata eklenmiş özel bir satır, bir harf, bir mana gibidir.
Çünkü Her bir kulda Allah’ın bir isminin tecellisi, bir sıfatının yansıması vardır.
Kimi Rahman ismini yansıtır; merhametiyle…
Kimi Halîm ismini taşır; sabrıyla…
Kimi Hakem ismini yansıtır; adaletiyle…
Ve bazıları da yalnızca varlığıyla bile bir denge unsurudur.

İşte bu yüzden, Allah insanı sadece yaptığı işten dolayı değil, taşıdığı ilâhî sıfat kırıntısından dolayı da değerli kılar.
O sıfat, o tecelli, o yansıma…
Bir bakıma Allah’ın “Ben seni öyle yarattım ki, sende benden bir iz var” demesidir.

KİMSE BOŞUNA YAŞAMAZ

Kimi insanlar hayatta hiçbir şey başaramadığını sanır.
Ama belki onun görevi sadece bir çocuğa sabretmek,
ya da bir eşe yoldaş olmak,
veya bir yetimi dua ile yaşatmaktır.
Belki de o kişinin varlığı, başka birinin hidayetine vesile olacak bir zincirin halkasıdır.

Unutmamalı:
Değer, görünür başarıda değil, görünmeyen vazifededir.
Bir dişlinin küçücük vidası bozulsa, koca makine durur.
İnsanlık da böyledir. Her birey bir vidadır, bir özdür, bir sırdır.

ALLAH NEDEN MÜSAADE EDİYOR?

Bazılarına bakarız: Günahkâr görünür, gaflet içindedir.
Ama Allah ona yine de mühlet verir, rızık verir, yaşama hakkı tanır.
Çünkü Allah bilir: O kişide hâlâ tecelli eden bir ismi, bir sırrı, bir hikmeti vardır.
O kişi belki son nefesinde o isme dönecektir.
Veya onun sabrından başka bir kul nasiplenecektir.

İşte bu yüzden, Allah her kulunu kendi iradesiyle değil, kendi rahmetiyle muhafaza eder.
Bir hikmete dayanmayan hiçbir varlığa hayat hakkı tanımaz.
Her varlık, var oluşuyla bir “ilâhî isim” taşır; ve o isimle yaşar, o isimle sona erer.

SONUÇ: HER KULDA BİR İZ VAR

Ey insan!
Kendini küçük görme.
Sen yeryüzünde yürüyen bir sır, bir isim, bir ayetsin.
Ve unutma:
Sende Allah’tan bir yansıma var.
Belki sabırdır, belki cesarettir, belki hikmettir…
Ama mutlaka vardır.
Ve sen, o yansıma sayesinde hayattasın.

ÖZET:

Allah, her insanda kendi isimlerinden birinin yansımasını tecelli ettirir. İnsan bu yansıma ile değer kazanır ve varlığını sürdürür. Kimse boşuna yaratılmamış, herkesin bir ilâhî sıfatı taşıma görevi vardır. Bu tecelli; insanı anlamlı, yaşamasını hikmetli kılar. Bu nedenle hiçbir kul, ne tamamen değersizdir ne de tamamen başıboş…

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

İhanetin Bedeli: Osmanlı’da Hainliğin Hükmü ve Hikmeti

İhanetin Bedeli: Osmanlı’da Hainliğin Hükmü ve Hikmeti”

GİRİŞ

Devletin kalbi adalettir. Adaletin en büyük düşmanı ise ihanettir. Osmanlı, içten vurulmanın ne demek olduğunu sadece savaş meydanlarında değil, saray koridorlarında, kalem odalarında ve halk arasında da acı tecrübelerle öğrenmiştir. Hainlik; sadece bir vatana değil, bir millete, bir inanca, hatta bir asırlık emanete darbedir. Bu yüzden Osmanlı’da ihanete verilen ceza yalnızca bir hüküm değil, bir mesajdı: “Emanet sahibinindir; hain emanete el süremez.”

1. İHANETİN TANIMI VE TÜRLERİ

Osmanlı hukukunda “hainlik” çoğunlukla “hıyanet, fitne, gizli düşmanlık” gibi kavramlarla anılır. Hainliğin birçok şekli mevcuttu:

Devlet sırrını düşmana vermek (casusluk)

İsyan çıkarmak

Padişaha, orduya, devlete sadakat yemini bozmak

Ticaret yoluyla düşmana hizmet etmek

Müslüman cemaati içeriden ifsat etmek

2. KADI DEFTERLERİNDE HİYANET HÜKÜMLERİNDEN ÖRNEKLER

A. Devlet Sırrını Düşmana Veren Bir Kâtip (İstanbul, 1589)

> “Divan-ı Hümayun kâtibi Ali bin Mehmed’in, Lehistan sefiriyle sır görüşmeler yaptığı, Osmanlı sefer güzergâhlarını fâş ettiği sabit olmuş; cemaat-i ulemadan fetva alınarak idam olunmasına karar verilmiştir.”
(İstanbul Kadı Sicili, Defter no: 1342, s. 278)

B. İç İsyana Öncülük Eden Kadızâde Takipçisi (Manisa, 1654)

> “Mehdi olduğunu iddia eden Mustafa, halkı ‘Padişah zalimdir, şeriat bizdedir’ diyerek isyana teşvik etmiş, 37 kişilik bir grupla zâviyeleri basmıştır. Kadı, fermanla cezalandırılmasını emretmiş; halka ibret olması için asılarak cezalandırılmıştır.”
(Manisa Kadı Sicili, Defter no: 1010, s. 116)

C. Düşmanla Ticareti Bilerek Yürüten Tüccar (Edirne, 1712)

> “Sultan’ın seferde olduğu dönemde, Ruslarla kara yoluyla zahire ticareti yapan Hayreddin’in malları müsadere olunmuş, kendisi sınır dışına sürülmüştür. Kadı, ‘Devlete sırt çeviren, rızkı da hürmeti de kaybeder’ diyerek hüküm vermiştir.”
(Edirne Kadı Defteri, No: 241, s. 89)

3. CEZALARIN UYGULANMASI

İdam:

En sık uygulanan ceza idi. İhanet sabit olursa özellikle devlet görevlileri için hemen uygulanırdı.

Genellikle padişah fermanı ile olurdu. Bazı durumlarda mahkeme fetvası da aranırdı.

Sürgün veya Kalebentlik:

Doğrudan savaş dışı fakat zararlı işlerde bulunanlar kalelere sürülürdü.

Kalebent, zincirli olarak kalelerde angarya ile cezalandırılan kişiydi.

Müsadere:

Hainin malları kamuya devredilirdi. Hatta bazen ailesi bile devletten maaş alamazdı.

4. HİKMETLİ VE İBRETLİ HADİSELER

Sadrazam Sokullu’nun Uyarısı (1570):

> “Bir devlet dış düşmanla yıkılmaz; asıl tehlike, içteki hainin kalemidir.”
Sokullu Mehmet Paşa, kendisine getirilen bir casusluk haberinde ceza yerine “Ona bilgiyi sızdıran içeridekini bulun” demiştir. Çünkü en büyük hain, içeridekidir.

İç İsyanla Gelen Son (Patrona Halil İsyanı, 1730):

> Kıyafetle meyhanelerde halkı kışkırtan Halil, halkı kandırmış, yeniçerileri ayaklandırmıştı. Padişah III. Ahmed tahttan indirilmişti. Fakat kısa sürede hainlerin kendi kuyusuna düştüğü görülmüş; Halil halk önünde ibretlik şekilde idam edilmiştir.

5. ADALET Mİ, İNTİKAM MI?

Osmanlı, hainliğe karşı sert ama ölçülü davranmıştır. Suç sabit değilse infaz edilmezdi. Birçok olayda sorgu, şahit, hatta halkın görüşü alınırdı. Çünkü padişahlar bile şu ilkeyle hareket ederdi:

> “Zulm ile abad olunmaz; adaletle hükmedilmeyen devlet, saltanat değildir.”

SONUÇ: BİR HAİN BİR ÜMMETİ YIKABİLİR

Osmanlı arşivleri, hainliğin yalnızca bir kişinin meselesi değil, bir ümmetin imtihanı olduğunu anlatır. Kadı defterleri, her hükümde şu dersi verir:

> “Hainler eliyle gelen bela, adaletle def edilir. Fakat adalet zayıflarsa, hainler hüküm sürer.”

Osmanlı, hainleri yalnız cezalandırmadı; onların ardında bıraktığı fitneyi de söndürmeye çalıştı. Bugün hâlâ bize düşen ders şudur:

> “Bir millet, düşmandan korkmaz; ama içindeki hainleri tanımazsa, geleceğini karanlığa gömer.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Adaletin Kılıcı: Osmanlı’da En Ağır Suçlar ve Cezalar

Adaletin Kılıcı: Osmanlı’da En Ağır Suçlar ve Cezalar”

GİRİŞ

Osmanlı adaleti, kılı kırk yaran bir hassasiyetle hem kul hakkını hem toplum düzenini korumayı gaye edinmişti. Cezalar, sadece caydırıcılık değil, ibret ve ıslah maksadıyla uygulanırdı. En ağır cezalar, toplum vicdanını yaralayan ve sosyal düzeni tehdit eden suçlara verilirdi. Bu cezaların her biri, arkasında hikmet barındıran ibretli hadiselerle doludur.

1. EN AĞIR SUÇLAR VE CÜRETLERİ

A. Devlete İsyan (Bağîlik ve Hıyanet):

Tanımı: Devlet otoritesine başkaldırmak, halkı isyana teşvik etmek, padişaha isyan.

Cezası: İdam, mal müsaderesi, aile sürgünü.

Örnek: Celali isyanlarında elebaşılık edenlerin tamamı idamla cezalandırılmış, malları kamuya devredilmiştir.

Kadı Defteri (Amasya, 1604):
“Ali bin Hasan, halkı vergi vermemeye teşvik ve sipahilere silahla karşı gelmek suçundan padişah fermanı ile idam olunmuştur.”

B. Zina ve Tecavüz (Evli için Recm, bekâr için sopa):

Şahitler veya açık ikrar aranırdı.

Evli bir kişinin zina yaptığı sabit olursa şer’i olarak recm (taşlayarak idam), bekâr için 100 sopa.

Kadı Defteri (Bursa, 1582):
“Evli Hatice Hatun ve Mehmet, dört şahitle sabit zinadan dolayı tazir edilip hapsedilmiştir. Halk huzurunda ‘bu hâl zinanın zilletidir’ denilerek ibret olunmuştur.”

C. Cinayet (Kasten Adam Öldürme):

Cezası: Kısas (maktulün ailesi affetmezse birebir ceza).

Alternatif: Diyet (kan bedeli), bazen ömür boyu sürgün.

Kadı Defteri (Edirne, 1667):
“Hasan Ağa, komşusu İsmail’i kasten öldürmüş, İsmail’in ailesi affı reddetmiş, şer’i hükümle boynu vurulmuştur.”

D. İrtikap ve Rüşvet (Kamu Görevlisinin Suistimali):

Cezası: Görevden azil, sürgün, malların müsaderesi.

İbretli Hüküm (İstanbul, 1723):
“Bir gümrük memuru, tüccardan altın alırken yakalanmış; kadı, ‘Rüşvet alan haramla beslenir, devlet haramla yıkılır’ diyerek sürgünle cezalandırmıştır.”

E. Hırsızlık (Özellikle Silahlı veya Cami, Mezarlık gibi Mukaddes Yerlerden):

Cezası: İlk suçta el kesme uygulanmazdı, genelde tazir cezaları (hapis, sopa, sürgün).

Mukaddes alanlarda veya tekrar eden hırsızlıkta el kesme kararı uygulanabilirdi.

Kadı Defteri (Konya, 1691):
“Bir mezarlıktan kuran levhası çalan şahsa cemaatin şikâyetiyle sopa cezası verilmiş, şer’i hatırlatmayla camiye hizmetle yükümlendirilmiştir.”

2. UYGULAMA TARZI: CEZA DEĞİL, TERBİYE

Osmanlı’da ceza verirken temel prensip adalet ve ıslah idi. Amaç, suçluyu ibret verici şekilde cezalandırırken aynı zamanda toplumun huzurunu korumaktı.

Kadı, sadece şer’i değil örfî hukukla da hüküm verir, her kararda ‘toplum faydası’ gözetilirdi.

Padişah fermanlarıyla verilen idamlar dahi kadı kararı olmadan uygulanmazdı.

Suçun arkasındaki sebep incelenir, açlık, mecburiyet gibi hâllerde merhametli hükümler tercih edilirdi.

3. HİKMETLİ VE İBRETLİ VAKALAR

Bir Yargının Hikmeti (Fatih Sultan Mehmet Zamanı):

Fatih, haksız yere Rum mimarın kolunu kestiren mimarı kadıya gönderir. Kadı, Fatih’i mahkemeye çağırır. Padişah gider ve özür diler. Kadı, “Sultanın da elini kesmek gerekirdi; lakin mağdur affetti” diyerek cezayı düşürür.

> Bu örnek, adaletin sultan tanımadığını ve cezanın sadece cezalandırmak değil, adaletin izzetini korumak olduğunu gösterir.

Yeniçeri Ahlâkı:

Bir yeniçeri, cuma vakti sarhoş yakalanır. Kadı, “Kılıç, zikirle değil şarapla konuşursa, o kılıç ümmete felakettir.” diyerek sopa ve görevden uzaklaştırma cezası verir.

4. ZAMANA YENİK DÜŞEN ADALET

17. yüzyıl sonrasında bazı ceza uygulamaları sulandırılmış, rüşvet, akrabalık, siyasal etkiler devreye girmiştir. Kadıların bazıları baskı altında kalmış, adaletin terazisi eğrilmiştir. Bu da devletin içten içe çözülmesini hızlandıran sebeplerden biri olmuştur.

SONUÇ: KORKUTMA DEĞİL, KORUMA ADALETİ

Osmanlı’da ağır cezalar birer ibret vesikasıydı. Amaç sadece cezalandırmak değil, toplumun ruhunu muhafaza etmekti. Bu cezaların arkasında yatan ahlâkî duruş, günümüz adalet anlayışına da örnek olacak niteliktedir.

> “Zulümle abat olanın sonu berbattır. Adaletle yıkılan devlet görülmemiştir.”

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Kılıç Adaleti Bekler: Osmanlı’da Askeriye ve Savaşın Hikmeti

Kılıç Adaleti Bekler: Osmanlı’da Askeriye ve Savaşın Hikmeti”

GİRİŞ
Osmanlı, bir kılıç devleti olarak doğdu; ama o kılıç sadece düşmana karşı çekildi, halka değil. Devletin askeriyesi bir adaletin kalkanıydı; zulmün değil. Savaş ise ganimet değil; vazife ve fedakârlıktı. Kadı sicillerine yansıyan hükümler, Osmanlı’nın yalnızca savaş kazanmaya değil, savaş ahlâkını yaşamaya da ne kadar önem verdiğini gösterir.

1. OSMANLI ASKERİYE SİSTEMİNİN TEMELLERİ

A. Askeri Teşkilat: Osmanlı’da askerlik üç temel unsura dayanırdı:

Kapıkulu ocakları (Yeniçeriler, Sipahiler vs.)

Tımarlı Sipahiler (taşrada dirlik karşılığı asker yetiştirenler)

Yardımcı Kuvvetler (Türkmen beyleri, akıncılar, gönüllüler)

B. Eğitim ve Terbiye: Yeniçeriler devşirme sistemiyle alınır, Enderun’da hem askeri hem de ahlâkî eğitim alırdı. “Harp edecek asker, önce nefsiyle savaşmalıdır.” anlayışı hakimdi.

C. Savaş Ahlâkı: Savaşlarda;

Sivillere, ibadethanelere, mahsule zarar verilmezdi.

Esir alınanlara iyi davranmak şarttı.

Teslim olan düşmana dokunulmaması fıkıh açısından emirdi.

2. SAVAŞ HALİNDE TOPLUMSAL VE HUKUKİ UYGULAMALAR

A. Seferberlik Düzeni: Savaş ilanı, cuma hutbesinde duyurulur, kadılar köylere bildiri gönderirdi. Her vilayet kendi askeri katkısını sağlamakla yükümlüydü.

B. Kadıların Rolü: Kadı, sefer esnasında orduya lojistik yardım sağlardı: zahire, binek, kervan, geçit izinleri, halkın haklarının korunması.

Kadı Defteri Örneği (Rumeli Kadılığı, 1578):
“Bir köylünün atına savaş için el konmuş, bedeli ödenmemiştir. Kadı, ‘cihad da olsa zulüm ile yapılamaz’ diyerek sipahiye tazmin yükümlülüğü koymuştur.”

C. Esir ve Ganimet Hukuku: Fıkıh çerçevesinde ganimet taksimi yapılır, esirler ya salınır ya fidye karşılığı serbest bırakılır ya da hizmete alınırdı. Ama hiçbir esir işkenceye maruz kalamazdı.

3. ASKERLERİN HALKLA MÜNASEBETİ VE DENETİMİ

A. Disiplin ve Ceza:
Asker, gittiği yerlerde yağma, sarkıntılık yapamazdı. Kadılar askerî şikâyetleri dinleyip cezalandırırdı. Hatta komutanlar dahi mahkemeye çıkarılırdı.

Kadı Defteri Örneği (Üsküdar Kadılığı, 1654):
“Bir yeniçeri, sefer dönüşü bir pazarcının malına zarar vermiş; kadı, ‘savaştan gelenin eli değil, kalbi ağır olmalı’ diyerek cezalandırmıştır.”

B. Askerin Maaşı ve Sosyal Güvencesi:
Kapıkulu askerleri ulufe (maaş) alırdı. Şehit olanın ailesine dirlik verilirdi. Tımarlı sipahinin yerine oğlu yetiştirilirdi. Asker, devlete değil millete hizmet ederdi.

4. SAVAŞ VE ADALET: ZAFERİN ASIL YÜZÜ

Osmanlı’nın askeri gücü kadar önemli olan şey, adaletle savaşmasıydı. Hz. Ömer’den alınan ilhamla, “Bir mazlumun ahı, bin askerle kazanılan zaferi siler” inancı hâkimdi.

5. ASKERİYENİN SÜKÛTU: AHLÂK ZAFİYETİ

Zamanla Yeniçeri Ocağı bozulmuş, savaş ahlâkı yerini çıkarcılığa bırakmıştır. Kadı sicillerinde artık asker şikayetleri artar. Bu da devletin içten çöküş sinyalleridir.

Kadı Defteri Örneği (İstanbul, 1793):
“Bir yeniçeri sefer vakti çarşıda tefecilik yaparken yakalanmış, kadı ‘Savaş cephede, değil çarşıda olur!’ diyerek mahkûm etmiştir.”

SONUÇ: KILICIN ADALETİ, MERHAMETİN YÜKÜ

Osmanlı’da askerlik yalnızca harp etmek değil, ahlâken diri kalmaktı. Kadı sicilleri göstermiştir ki, Osmanlı’nın en büyük zaferi, adaletli davranma cesaretidir. Savaşlar gelir geçer, ama bir yetimin duası ya da bir mazlumun ahı, tarihin yönünü değiştirir.

Son Söz:

> “Zor olan harp değil, harpte bile adil kalabilmektir.”

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

BABASIZ YETİŞEN BİR EVLADIN HAZİN HALİ

BABASIZ YETİŞEN BİR EVLADIN HAZİN HALİ

Hayat, her insana eşit ortamlar dağıtmıyor. Kimi çocuklar, bir baba omuzunun gölgesinde büyür; kimi ise babasızlığın erken şokuyla tanışır. O yokluk, sadece maddî bir eksiklik değil; bir sığınak, bir örnek, bir kılavuz kaybıdır aslında.

Baba, evlat için sadece geçim temin eden bir figür değildir. O; güvenin, cesaretin, kimliğin ve istikametin sembolüdür. Babasız büyüyen bir çocuk, hayata tek kanatla tutunmaya çalışır. Sokakta bir yabancının ses tonunda bile bir baba arayışı vardır. Okulda babasıyla gelen çocuklara bakarken içinin bir yerinde ince bir sızı belirir. Belki bir fotoğraf, belki bir hatıra ve hatırlama, belki de hiç yaşanmamış hayaller dolaşır zihninde.

Bu eksiklik, çoğu zaman bir yetimin karakterine ince bir olgunluk da katar. Zira erken büyümek zorunda kalır. Sorumluluk, onun omuzuna zamanından önce biner. Ama her olgunluk, bir kırılganlığı da içinde taşır. Babasızlık, içte dinmeyen bir sessizliktir; bayram sabahlarında duyulan en sessiz çığlık, karne günlerinde göz arayan bir hayaldir.

Bir çocuk, babasını sadece maddi bir destek olarak değil; varlığıyla yüreğe kuvvet veren bir dayanak olarak arar. Hele ki bir erkek evlat, kimliğini ve erkekliğini çoğu zaman babasından öğrenir. Kız evlat için ise baba, güvenli dünyanın kapılarını tutan bir kahramandır. Bu kahramanın yokluğu, hayatın birçok kapısını aralamayı zorlaştırır.

Kur’an-ı Kerîm’de de yetimlere büyük bir şefkatle yaklaşılması, onların korunup gözetilmesi, haklarının çiğnenmemesi defaatle vurgulanır. Zira yetimlik, sadece bir statü değil; büyük bir imtihandır. Sevgisizliğin, sahipsizliğin ve yönsüzlüğün girdabına düşmemesi için toplumun tamamı yetimin babası hükmünde olmalıdır.

Babasızlık, bazen sükûtla konuşur, bazen gözyaşıyla anlatır kendini. Ve her çocuk, içindeki eksikliği başka bir dille ifade eder. Ama hepsinin ortak noktası; “Keşke babam olsaydı” duasının göğe yükselen sessiz bir yankısıdır.

Ancak şunu da unutmamalıyız: Allah, kulunu sahipsiz bırakmaz. Yetim olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatı, babasızlığın karanlığında bile nasıl bir nur parlayabileceğinin en büyük delilidir. Yeter ki, sahip çıkılsın, sevilip yönlendirilsin. Babasız evlatlar, toplumun emaneti; Rahmân’ın bize bıraktığı sessiz dualardır.

ÖZET:

Bu makalede, babasız yetişen bir çocuğun yaşadığı duygusal ve manevi zorluklar, kimlik inşasındaki etkileri ve toplumun bu çocuklara karşı taşıdığı sorumluluklar ele alınmaktadır. Aynı zamanda Kur’an’ın yetimlere yönelik hassasiyeti vurgulanmakta, Hz. Peygamber’in yetimliği örnek gösterilerek umut dolu bir bakış açısı sunulmaktadır.

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

SAVUNMADAN ATAĞA: ARTIK HAYRI CELBETME ZAMANI

SAVUNMADAN ATAĞA: ARTIK HAYRI CELBETME ZAMANI

Tarih boyunca savunmada kaldık.
Hem dinde, hem fikirde, hem manada, hem maddede…
Her adımımız bir saldırının tepkisi oldu.
Kimi zaman dine yönelmiş bir iftiraya cevap,
kimi zaman milletin değerlerine yapılan bir hücuma karşı savunma…

İnşa edemedik, çünkü hep tamir etmekle meşgul olduk.
Üretmek yerine hep korumak zorunda kaldık.
Şerri def etmekle vakit geçti, hayrı celbetmeye sıra gelmedi.

MUHALEFET ÜZERİNE KURULU BİR ÜRETİM

Zihnimizi hep düşman tanımladı.
Mücadelemizi muhalefet yönetti.
Ne yaptıysak bir şeyden korunmak, bir şeye cevap vermek, bir şeyi susturmak için yaptık.
Oysa gerçek üretim, kendi sesiyle, kendi nefesiyle, kendi rotasıyla yapılır.

Müslüman’ın zihni, sadece savunma refleksiyle hareket etmemeli.
Yenilik, derinlik, ufuk; ancak saldırı değil, vizyon ile doğar.
Evet, şeytanla uğraştık. Onun oyunlarına karşı durduk.
Bu gayret elbette kıymetliydi.
Ama bazen onun oyun sahasına girerek, kendi oyunumuzu oynayacak vakit ve zemin bulamadık.

ŞEYTANI GÜBRE BİLMEK

Hayatta şerre karşı durmak da, şerri gübre bilip hayrı yeşertmek de mümkündür.
Mümin, şeytanı yenmekle meşgulken melekleşme fırsatını kaçırmamalıdır.
Çünkü şeytana karşı durmak bir mücadeledir, ama melekleşmek bir seviyedir.
Birinde korunma, diğerinde yücelme vardır.

Artık korunmanın değil, kurmanın zamanıdır.
Savunmanın değil, inşanın…
Tepki göstermenin değil, öncü olmanın…
Hayrı hâkim kılmanın, ışığı yaymanın, hakikati inşa etmenin…

ATAK VAKTİ: HAYRI CELBETME ANIDIR

Artık fikir üretmenin, sanat yapmanın, ahlâkı kuşanmanın, adaleti tesis etmenin,
ilimde, teknolojide, insan ilişkilerinde bir model olmanın vaktidir.

“Şerre karşıyım” demek yetmez.
“Hayrı inşa ettim” diyebilmeli insan.
Çünkü şer, boşluğu sever.
Hayır, doluluğu getirir.
O hâlde dolmalı gönüller, fikirler, sokaklar, ekranlar, kalemler…

Dün, müdafaa zamanımızdı.
Ama bugün atağa kalkma vaktidir.
Yeni bir medeniyetin, yeni bir ahlâkın, yeni bir yönelişin zamanı…

SONUÇ: ARTIK IŞIĞI YAKMA VAKTİ

Yüzyıllar süren bir savunma hattından çıkıyoruz.
Artık öze dönüp, hikmeti konuşup, hayrı üretmenin ve yaymanın zamanıdır.
Yıkılanı onarmak kadar, yeni bir bina kurmak da vazifemizdir.
Ve unutma:
Savunma nefsi korur,
Ama atak ümmeti ayağa kaldırır.

ÖZET:

Tarihten bugüne İslam ümmeti genellikle savunmada kalmış, fikir ve üretimini muhalefet üzerine kurmuştur. Şerri def etmekle meşgul olurken, hayrı celbetmeye yeterince zaman bulamamıştır. Şimdi ise savunmadan çıkıp atağa kalkma, hakikati yayma ve iyiliği hâkim kılma zamanıdır. Artık şerle mücadele değil, hayırla inşa öncelikli olmalıdır.

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

GÖRÜNMEYEN VAZİFE: DEĞERİN SESSİZ HİKÂYESİ

GÖRÜNMEYEN VAZİFE: DEĞERİN SESSİZ HİKÂYESİ

Hayatın sahnesinde her göz önünde olan rol başrol değildir.
Bazen bir figüran, hikâyenin kaderini belirler.
Bazen de bir “noktadır” cümleyi tamamlayan, bir “virgüldür” anlamı değiştiren.

İşte insan da böyledir.
Her insan bir görünmez vazifenin emanetçisidir.
Değer, görünür başarıda değil, görünmeyen vazifededir.

KÂİNATTA HERKESİN YERİ VAR

Kâinat, Allah’ın yazdığı büyük bir kitap, çözülemeyen bir mektuptur.
Ve insan, bu kitabın ya bir harfi, ya bir kelimesi, ya da bir noktalama işaretidir.
Hiçbiri fazlalık değildir.
Her biri bütünü anlamlı kılar.

Tıpkı bir romanda, görünmeyen ama kritik bir karakter gibi…
Bir insan sadece birkaç kelimeyle bir ömrün yönünü değiştirebilir.
Bir tebessüm, bir sabır, bir duruş…
Belki binlerce kişinin kaderine dokunur da kendisi bunun farkında bile olmaz.

TESADÜF DİYE BİR ŞEY YOKTUR

Bu âlemde hiçbir şey rastgele değildir.
Kötü karakter bile başroldeki kahramanın kahramanlığını açığa çıkarmak için vardır.
Firavun olmasa, Musa’nın sabrı ve cesareti anlaşılmazdı.
Nemrut olmasa, İbrahim’in tevhid davası bu kadar parlamazdı.

Yani kötülük, imtihanın perdesidir.
Ve o perde, hakikatin ışığını daha net gösterir.
Görünüşte zararlı olan, gerçekte hayrın doğumuna vesile olur.

Bu yüzden yaratılan hiçbir şey anlamsız değil, hiçbir rol boş değildir.
Ve her bir kişi, ilâhî senaryonun vazgeçilmez bir parçasıdır.

İNSANIN GÖRÜNMEYEN ROLÜ

Nice insan vardır ki adı bilinmez, eseri görünmez ama
onun ettiği bir dua,
gösterdiği bir sabır,
yaptığı bir iyilik,
koca bir fırtınayı durdurur.
Belki de Allah, onun bu görünmeyen hizmetine bütün bir beldeyi bağışlar.

İşte bu yüzden insan, kendi yerini küçük görmemeli.
Bir nokta, bazen büyük bir cümleyi bitirir.
Bir virgül, anlamı değiştirir.
Senin yerin, senin değerindir.

SONUÇ: HİKÂYENİN GİZLİ KAHRAMANI

Ey insan!
Sen belki görünmeyen bir görevdesin.
Ama gökte kaybolan yıldızlar gibi, fark edilmese de yol gösteriyorsun.
Unutma:
Hiçbir iyilik küçük değildir, hiçbir görev değersiz değildir.
Çünkü kâinatta tesadüfe yer yoktur.
Her şey hesaplı, her şey hikmetlidir.
Ve sen bu hikmetli düzende ilâhî bir cümlenin anlamısın.

ÖZET:

Kâinatta her şeyin bir yeri, her insanın bir görevi vardır. Görünür başarılar kadar, görünmeyen hizmetler de değerlidir. Her insan, kâinat kitabının bir parçasıdır; kimi harf, kimi kelime, kimi de nokta gibidir. Kötülükler bile hakikati ortaya çıkarmak için yaratılmıştır. Bu yüzden tesadüf yoktur; her şey ilâhî bir senaryonun parçasıdır. İnsan, küçük gördüğü vazifede büyük bir değerin taşıyıcısı olabilir.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Bayramın Kalbinde Adalet Vardı: Osmanlı’da Ramazan ve Kurban Bayramı

Bayramın Kalbinde Adalet Vardı: Osmanlı’da Ramazan ve Kurban Bayramı

GİRİŞ
Bayramlar, sevinci paylaşmak, küskünlüğü barıştırmak ve nimetin kıymetini bilmektir. Osmanlı’da Ramazan ve Kurban bayramları sadece dini vecibelerin yerine getirildiği zaman dilimleri değil; aynı zamanda toplumsal barışın, infakın, ahlâkın ve adaletin vücut bulduğu kutlu zamanlardı. Her bayram, bir muhasebe ve terbiye vesilesiydi. Kadı sicillerine düşen notlar, sadece hukuk değil; zamanın ruhunu, insanların hassasiyetini ve bayramların ahlâkî çerçevesini de yansıtır.

1. RAMAZAN BAYRAMI: AFFIN VE ŞÜKRÜN BAYRAMI
Osmanlı’da Ramazan, yalnızca oruçla sınırlı değildi. Mahyalarla donatılmış camiler, iftar sofraları, sadaka taşları, teravih cemiyetleri, zikir meclisleriyle adeta ruhani bir mevsimdi. Bayram ise bu manevi yolculuğun zirvesiydi.

Uygulamalar:

Arife günü toplu mezar ziyaretleri yapılır, bayram sabahı erkenden camilere akın edilirdi.

Şehirde fakirlere bayramlık dağıtılır, ‘diş kirası’ adıyla iftara gelen misafirlere hediyeler sunulurdu.

Şehir yöneticileri bayram namazı sonrası halkla görüşür, dert dinlerdi.

Kadı Defteri Örneği (İstanbul Kadılığı, 1674):
“Bayram sabahı sabah ezanından önce top atılmaması, çocukların uykusunu bölüyor diye halk şikâyet etmiş; kadı, bayramın neşe ile başlayıp huzurla devam etmesi gerektiği gerekçesiyle yeni düzenleme emretmiştir.”

Hikmetli Söz:

> “Ramazan bir mekteptir; bayram onun diplomasıdır.”

2. KURBAN BAYRAMI: TESLİMİYET VE PAYLAŞMANIN BAYRAMI
Kurban Bayramı, Osmanlı’da İslami şuurun zirveye çıktığı anlardan biriydi. Hayvanlar usulüne uygun kesilir, etler yoksullara dağıtılır, komşular gözetilirdi.

Uygulamalar:

Kurbanlık hayvanların alım-satımı için “kurban panayırları” kurulur, narh sistemi ile fiyatlar denetlenirdi.

Kesimlerde hijyen kurallarına dikkat edilir, vakıflar kurban etlerini ihtiyaç sahiplerine ulaştırırdı.

Bayramlaşma merasimleri, padişahların halka açıldığı saray ritüelleri ile gerçekleştirilirdi.

Kadı Defteri Örneği (Bursa Kadılığı, 1711):
“Bir kasap kurban kesiminde hayvanı gereği gibi bağlamadığı için kaçmasına sebep olmuş, mahalle çocuklarından biri yaralanmıştır. Kadı, ‘Kurban Allah’a yakınlıktır, başkasına zarar vermekle Allah’tan uzaklaştırır’ diyerek cezai işlem uygulamıştır.”

İbretli Kıssa:
Bir kasap Kurban Bayramı’nda üç büyükbaş hayvan kesip, tüm etleri dükkanına götürür. Komşusu bir dilenci kadın, ‘Bir parça et’ isteyince tersler. Kadı huzuruna çıkarılır. Kadı der ki:

> “Kurban, malını Allah’a feda etmektir. Etini Allah’ın kullarından saklayan, sadece boğaz kesmiş olur; kurban değil!”

3. BAYRAMLARIN HÜKMÜ VE KAMU DÜZENİ
Bayramlar kamusal hayatın da odak noktasıydı. Sokaklarda eğlence ve sevinç vardı ama taşkınlık ve sınır aşımı kesinlikle yasaktı. Kadılar, gürültü, uygunsuz oyunlar, aşırı gösteriş ve komşu rahatsızlıkları gibi meselelerde müdahale ederdi.

Kadı Defteri Örneği (Edirne Kadılığı, 1642):
“Bayram gecesi çalgılı eğlence tertip eden bir zengin, kadın-erkek karışık oyunlar düzenlediği için mahalle halkı tarafından şikayet edilmiş, kadı ‘bayramı isyan gününe çevirme’ diyerek cezalandırmıştır.”

Hikmetli Not:

> “Bayramlar, nefsin serbest kaldığı değil; ruhun taç giydiği günlerdir.”

4. ÇOCUKLARIN BAYRAMI
Osmanlı’da bayramların en büyük neşesi çocuklardı. Onlara yeni elbiseler giydirilir, ceplerine akçeler konur, bayram şekeri verilir, gönülleri alınırdı. Fakir çocuklar unutulmaz, hayır sahipleri tarafından giydirilirdi.

Kadı Defteri Örneği (Galata Sicili, 1750):
“Bayram sabahı dilenci çocuklara ayakkabı giydirmeyip onları dilendiren bir kişi halkın şikayetiyle cezalandırılmış, ‘Bayramda yetimin yüzü gülmezse, kimse bayram etmiş sayılmaz’ ifadesiyle uyarılmıştır.”

SONUÇ: BAYRAM, DÜZEN VE DUANIN BULUŞTUĞU GÜNLERDİ
Osmanlı’da bayram, sadece ibadet değil; adalet, merhamet, terbiye ve toplum düzeniyle iç içe geçmiş bir sistemdi. Kadılar bu düzenin sadece hukuk muhafızı değil, ahlak bekçisi gibiydi. Her hükümde, toplumun huzuru ve bayramın ruhu gözetilirdi.

SON SÖZ:
Bugünün bayramlarını şekil ve tüketim yarışına dönüştürdüğümüzde; Osmanlı’nın ölçülü, hikmetli ve cemiyet merkezli bayram anlayışı bizlere ayna tutmalı. Çünkü:

> “Bayramı en güzel yaşayan, en çok affeden ve en çok paylaşandır.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025