KURAN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ANLATILAN OLUMLU İNSANLAR VE ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

KURAN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ANLATILAN OLUMLU İNSANLAR VE ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

İnsan, yeryüzünün halifesi olarak yaratılmış, kalbi ilahi nurla aydınlanabilecek bir kıymetle donatılmıştır. Ancak bu değeri ortaya koymak, sadece yaratılmakla değil, yaşanılan hayatla mümkündür. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler, insanın olgunluk yollarını, faziletli hâllerini, yüksek karakterini bize gösteren eşsiz rehberlerdir.

Bu mukaddes kaynaklarda olumlu insan örnekleri, yalnızca anlatılmakla kalmaz; insanlığa bir model, bir “ideal şahsiyet tipi” olarak sunulur. İşte bu yazı, Kur’an ve sünnetin çizdiği olumlu insan portresini, ibretli ve hikmetli yönleriyle birlikte mukayeseli olarak ortaya koymaktadır.

1. Kur’an’da Anlatılan Olumlu İnsanlar ve Özellikleri

Kur’an-ı Kerim, birçok ayette doğrudan iyi insanları över, onların ahlâkî niteliklerini sıralar ve “kim en güzel davranışta bulunacak” sorusuna cevap arar.

A) Müttakî (Takvâ Sahibi) İnsan:

“Allah, takvâ sahiplerini sever.” (Âl-i İmrân, 76)

Takvâ, Allah’tan gereği gibi korkmak ve daima O’nun rızasını gözetmektir. Takvâ sahibi insanlar, Kur’an’da övgüyle anılanların başında gelir. Bunlar:

Günahlardan sakınır,
Salih ameller işler,
Kul hakkından çekinir,
Sözünde sadıktır.

B) Sabreden İnsan:

“Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155)

Sabır, musibet anında kendini tutmak değil, aynı zamanda hayatın her anında istikamet üzere olmaktır. Kur’an, sabredenleri “Allah’ın sevgili kulları” olarak zikreder.

C) Tevazu Sahibi İnsan:

“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde tevazu ile yürüyenlerdir.” (Furkan, 63)

Kibirlenmeyen, kimseyi küçümsemeyen ve kendi nefsini terbiye etmiş insanlar Kur’an’ın övdüğü kişilerdendir.

D) Şükreden İnsan:

“Kullarımdan şükreden ne kadar da azdır!” (Sebe’, 13)

Şükreden insan, nimetleri sahibini tanır ve nankörlük etmez. Şükür, sadece dille değil, nimetleri yerli yerinde kullanmakla olur.

E) İhsan Sahibi (Allah’ı Görüyormuş Gibi Yaşayan) İnsan:

“Allah, ihsan sahiplerini sever.” (Bakara, 195)

İhsan, her işini Allah görüyormuş gibi yapmaktır. Böyle insanlar yaptıklarını gösteriş için değil, sırf Allah için yaparlar.

2. Hadis-i Şeriflerde Anlatılan Olumlu İnsan Tipi

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Kur’an’ın yaşayan halidir. Onun hadislerinde insanın kemale erme yolları, canlı örneklerle açıklanmıştır.

A) Hayırlı İnsan:

“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” (Dârimî)

İslam’da iyi insan, sadece ibadetle değil; topluma faydasıyla, yararlı oluşuyla ölçülür.

B) Güzel Ahlâklı İnsan:

“Müminlerin iman bakımından en mükemmeli, ahlâkça en güzel olanıdır.” (Tirmizî)

Peygamberimiz, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini söylemiştir. Merhametli, cömert, yumuşak huylu insan, makbul insandır.

C) Kalbi Temiz İnsan:

“Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olduğu kimsedir.” (Buhârî)

İç dünyasını arındırmış, kin ve nefret taşımayan, iftira etmeyen, gıybetten uzak duran kişi, ahirette kurtuluşa erer.

D) Samimi ve İhlâslı İnsan:

“Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî)

Allah katında geçerli olan, yapılan işin değil; niyetin temizliğidir. İhlâslı insan, gösterişten uzak, sadece Allah için yaşar.

3. Mukayeseli Bir Bakış: Kur’an ve Sünnette Aynı Yolda Buluşan Erdemler

Erdem – Kur’an’daki Yeri – Hadislerdeki Yansıması
* Takvâ: Kur’an’da müttakîlerin Allah’ın dostu olduğu belirtilir. Hadislerde ise takvânın en üstün derece olduğu ifade edilir (Tirmizî).
* Sabır: Kur’an’da (Bakara Suresi’nde) sabredenlerin müjde ile desteklendiği geçer. Hadislerde sabrın imanın yarısı olduğu belirtilir (İbn Mâce).
* Tevazu: Kur’an’da tevazunun Rahmân’ın kullarının bir vasfı olduğu ifade edilir. Hadislerde kibirden uzak olanların cennete yaklaşacağı belirtilir.
* Şükür: Kur’an’da şükrün nimetin kıymetini bilmek olduğu vurgulanır. Hadislerde ise şükredenin doyurulmuş sayılacağı ifade edilir (Müslim).

* Güzel ahlâk: Kur’an’da ihsanla birlikte anılır. Hadislerde ise mümine en çok sevap kazandıran şey olduğu belirtilir.

4. İbretli Bir Hakikat: Gölge Veren Yedi Kişi

Peygamber Efendimiz (s.a.v) kıyamet gününde Allah’ın arşının gölgesinde gölgelenecek yedi kişi arasında şunları sayar:

Adil yönetici,
Gençliğini ibadetle geçiren,
Kalbi mescidlere bağlı kişi,
Allah için birbirini sevenler,
Güzel bir kadınla baş başa kaldığında Allah’tan korkup günaha girmeyen,
Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka veren,
Tenhada Allah’ı anıp gözyaşı döken.
(Buhârî, Müslim)

Bu yedi insan tipi, Kur’an ve sünnetin övdüğü insan modelini özetleyen birer semboldür.

SONUÇ:

Kur’an ve hadisler, iyi insanı sadece tanımlamaz, onu inşa eder. O insan; hikmetle konuşan, şefkatle davranan, adaletle hükmeden ve Allah’a samimiyetle bağlı olandır.

Bu faziletler, her çağda ve toplumda geçerli olan evrensel ahlâk yasalarıdır. Modern dünyanın krizlerine karşı, bu olumlu insan modeli hem bir manevî reçete, hem de medeniyet inşasının temel taşıdır.

Çünkü:
“İnsanı inşa eden, toplumu imar eder.”
“Kalbi aydın olanın, yeryüzüne nu

Loading

No ResponsesNisan 9th, 2025

İLMİN VE ONUNLA ORANTILI VE BAĞLANTILI OLARAK İLMİN HIZLA GELİŞMESİYLE ALLAHIN ALİM VE NUR İSİMLERİ NASIL TECELLİ VE TEZAHÜR ETMEKTEDİR ?

İLMİN VE ONUNLA ORANTILI VE BAĞLANTILI OLARAK İLMİN HIZLA GELİŞMESİYLE ALLAHIN ALİM VE NUR İSİMLERİ NASIL TECELLİ VE TEZAHÜR ETMEKTEDİR ?

İlmin Gelişimi ve Allah’ın Alîm ve Nûr İsimlerinin Tecellîsi

İlim, insana bahşedilen en büyük nimetlerden biridir. İnsan, aklı sayesinde ilimle eşyanın hakikatine ulaşır, kainat kitabını okuyabilir hale gelir. Günümüzde ilmin baş döndürücü bir hızla ilerlemesi, sadece bir teknolojik devrim değil, aynı zamanda İlâhî isimlerin, özellikle Alîm (her şeyi hakkıyla bilen) ve Nûr (her şeyin kaynağı olan mutlak aydınlık) isimlerinin daha belirgin bir şekilde tecellî etmesidir.

1. İlmin Kaynağı: Alîm ismiyle mutlak bilgi sahibi olan Allah

İnsan, bilgiyi keşfeder; yaratmaz. Varlıkta gizlenmiş olan hakikatleri bulur, açığa çıkarır. Bu ise ancak, sonsuz bir ilimle yaratılmış bir düzenin varlığıyla mümkündür. Zira bilgi, tesadüf üzerine kurulmaz; bilakis hikmetli bir tertibin eseridir. Kâinattaki hassas denge, matematiksel incelikler ve fizikî kanunlar, Allah’ın Alîm isminin yansımalarıdır. Her atomda, her hücrede ve her galakside bu ismin mühürleri okunur.

Bir yazılım, bir düzen, bir sistem varsa; bir ilim ve irade sahibini gerektirir. Bu da gösteriyor ki, ilim arttıkça insan, kendi cehâletini daha çok idrak etmekte ve sonsuz bir ilim sahibinin varlığını daha fazla hissetmektedir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Allah’tan, kulları içinde ancak âlimler (gerçek manada) korkar.” (Fâtır, 28)

2. İlmin Aydınlatıcı Yüzü: Nûr ismiyle tecellî eden hakikat

İlim aynı zamanda bir ışıktır. Karanlıkta yürüyen insan, ancak bir ışıkla yönünü tayin edebilir. Bu ışık ise Allah’ın Nûr isminden gelen bir aydınlıktır. Zira Kur’an’da:

> “Allah, göklerin ve yerin nurudur…” (Nur, 35)

buyurularak, sadece fiziki ışığın değil, aynı zamanda manevî aydınlığın kaynağının da Allah olduğu bildirilmiştir. İlmin artmasıyla cehalet karanlığı dağılır, hurafeler çöker, hakikat belirginleşir. Ancak bu ilim, hidayetle birleşirse hakiki bir nur olur; yoksa karanlıkta parlayan ama ısıtmayan bir yıldız gibi olabilir.

3. İlmin Hızlanması: İlâhî isimlerin zamanla daha da parlaması

Bugün yapay zekâ, genetik, uzay teknolojileri, bilgi aktarımının saniyelere inmesi gibi gelişmeler; sadece insanın başarısı değildir. Bu gelişmeler, Allah’ın ilminden bir “damla”yı insanın istifadesine sunmasıyla mümkündür. Her bir yeni keşif, aslında var olanın açığa çıkarılmasıdır. İlmin hızlanması, bir yönüyle kıyamet alâmetlerinden sayılırken, diğer yönüyle Allah’ın kudret ve hikmetini gözler önüne serer.

4. Hikmetli Bir Kıssa: Karınca ve Peygamber Süleyman

Rivayet edilir ki, Hz. Süleyman (as) ordusuyla birlikte geçerken bir karınca, diğer karıncalara şöyle der:

> “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, yoksa Süleyman ve ordusu sizi fark etmeden ezebilir.”

Hz. Süleyman (as), Allah’ın kendisine verdiği ilimle karıncanın sözünü işitir ve tebessüm eder. Bu kısa diyalog, bize şunu gösterir: Allah, dilediği kullarına dilediği kadar ilim ve nur verir. Karıncanın sesi duyulacak kadar detaylara vakıf olmak, Alîm isminin bir yansıması; o sesi anlayıp hikmetle değerlendirmek ise Nûr isminin bir parıltısıdır.

5. Sonuç: İlmin artması, Allah’ı tanımaya vesile olmalı

İlim, sahibini kibire değil, marifete götürmelidir. Her yeni bilgi, insanın acziyetini, Rabbinin azametini göstermelidir. Çünkü “Bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9). İlmin artışıyla birlikte, Allah’ın Alîm ve Nûr isimlerinin daha çok hissedilmesi, imanla yoğrulmuş bir basiret gerektirir.

Zira ilim, Allah’a ulaşan yolda bir nurdur; ama O’nu gözetmeden gidilen her ilim yolu, insanı ancak karanlıkta bırakır.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 9th, 2025

KIBLE, KÂBE, TAVAF, SA’Y VE VAKFE: BİR SEMBOLÜN DERUNİ SEYRİ

KIBLE, KÂBE, TAVAF, SA’Y VE VAKFE: BİR SEMBOLÜN DERUNİ SEYRİ

İnsanoğlu, yaratılışı gereği sembollere muhtaçtır. Zira hakikatin özüne ulaşmak için kalbin gözüyle bakmak gerekir. Allah (c.c), kullarının idrakini yükseltmek, ruhlarını tezkiye etmek ve kalplerini nurlandırmak için sembolleri birer hakikat aynası kılmıştır. İslam’ın derin yapısında yer alan Kıble, Kâbe, Tavaf, Sa’y ve Vakfe, sadece zahiri ibadet ritüelleri değil, aynı zamanda ruhun Allah’a dönüşünün ve marifetullahta terakki etmesinin sembolleridir.

KIBLE: Kalbin İstikameti

Kıble, sadece namazda yöneldiğimiz coğrafi bir yön değildir. Asıl kıble, kalbin Allah’a yönelişidir. Bedensel olarak Kâbe’ye dönerken, kalbimizin kıblesi de dünya meşguliyetlerinden, nefsaniyetten ve gafletten sıyrılarak Mevlâ’ya teveccüh eder. Kıble, insanın batıni istikametini belirler. Eğer kalbin kıblesi Allah değilse, bedenin kıblesi Kudüs de olsa fayda vermez.

Tasavvufta, kıble istikameti “batınî istikamet” olarak görülür. Gönül kıblesi bozuldu mu, namazın dışı şekil, ibadetin özü ruhsuz kalır. Bu yüzden, her müminin ilk işi kalbin kıblesini düzeltmektir.

KÂBE: Vahdetin Merkez Noktası

Kâbe, tevhidin sembolüdür. Dünyanın dört bir yanından gelen müminlerin aynı merkez etrafında toplanması, birliğin, kardeşliğin ve Allah önünde eşitliğin ilanıdır. Kâbe, Allah’ın evi değildir, zira Allah mekândan münezzehtir; ancak o, O’nun tecellisinin merkezi, rahmetin iniş noktası, kudsiyetin ve aşkınlık halinin yeryüzündeki simgesidir.

Kalbimiz de bir Kâbe gibi olmalı; putlardan, dünya sevgisinden, kibirden ve nefsin arzularından arındırılmalı. Nasıl ki Kâbe putlardan temizlenince hakikat ortaya çıktı, kalp de öyle temizlenirse ilahi nurla dolar. Kâbe’nin siyah örtüsü, aşkın sırrını gizler; ama her dönen, o sırra bir adım daha yaklaşır.

TAVAF: Aşkın Etrafında Dönmek

Tavaf, müminin Allah aşkıyla yanıp tutuşarak O’nun etrafında dönmesidir. Güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, kalpler de aşkın merkezi olan Kâbe etrafında döner. Bu dönüş, nefsin merkezi terk edip, Allah’ı merkeze alışının sembolüdür.

Tasavvufta tavaf, ruhun kendi benliğinden çıkıp hakikatle bütünleşmesidir. Her şavt (tavaf turu), kulun bir nefsi engeli aşıp Allah’a bir adım daha yaklaşmasıdır. Yedi tur, nefsi yedi mertebede terbiye etmeyi simgeler: Emmare’den başlayıp mutmainne’ye doğru ilerleyen manevi seferin dıştaki görüntüsüdür tavaf.

SA’Y: Gayretin ve Umudun Koşusu

Hacer validemizin Safa ile Merve arasında koşusu, ilahi bir tevekkül ve çabanın timsalidir. O koştu, ama kalbi Allah’a teslimdi. Sa’y, insanın dünya hayatında arayışını, gayretini ve sabrını ifade eder. Kul, hayat yolculuğunda çabalar; ama sonuç Allah’tandır.

Tasavvufi bakışla sa’y, zahiri koşunun ötesinde bir iç yolculuktur. Bazen vuslat umuduyla Safa’dan koşarız, bazen gözyaşıyla Merve’ye sığınırız. Ama bilmeliyiz ki, her saf koşu, Hakk’ın rahmetine çağrıdır.

VAKFE: Dur ve Dinle

Vakfe, Arafat’ta duruştur. Beden durur ama kalp en yoğun konuşmasını yapar. Hiçbir amelin kabulü vakfesiz olmaz. Orada, sadece el değil, gönül açılır. Kul, hayatın hengamesinde ilk defa susar ve Allah’ı dinler. O duruş, mahşer provasıdır; kefensiz bir bekleyiştir.

Vakfe, insanın kendiyle yüzleştiği, dünyadan soyunduğu ve Rabbiyle baş başa kaldığı andır. Orası yeryüzünün en suskun ama en yüksek sesle yapılan duasıdır. Ve orada dilsiz bir niyaz yükselir göğe: “Ben geldim ya Rab, beni kabul et!”

SONUÇ: Şekilden Hakikate Yolculuk

Kıble bir yön değil, yöneliştir. Kâbe bir bina değil, kalbin kıblesidir. Tavaf bir yürüyüş değil, aşkın ritmidir. Sa’y bir koşu değil, umudun adımıdır. Vakfe bir duruş değil, teslimiyetin doruk noktasıdır.

Bu semboller, şeklin ötesinde derin manalar taşır. Her biri birer işaret taşıdır; kulun Rabbi’ne ulaşmasında önüne serilmiş manevi duraklardır. Bu sembolleri yalnızca bedenle değil, ruhla da yaşarsak; o zaman hac bir seyahat değil, bir mirac olur.

İşte bu yüzden, İslam sadece bir ibadetler bütünü değil, hakikatin remzidir. Bu sembollerde kendini bulan her kul, artık dünyada değil; ebedi bir hakikatin eşiğindedir.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 9th, 2025

KURAN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ANLATILAN OLUMSUZ İNSANLAR VE ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

KURAN-I KERİM’DE VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ANLATILAN OLUMSUZ İNSANLAR VE ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis-i Şeriflerde birçok olumsuz insan tipi ve bu kişilerin özellikleri ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Bu uyarılar, hem bireysel arınma hem de toplumsal ıslah için çok önemlidir. Aşağıda bazı temel olumsuz insan tipleri ve özellikleri yer almaktadır:

1. Münafık (İkiyüzlü)

Kur’an’da çokça yer verilen tiplerden biridir.

Özellikleri:

Yalancıdır: “Münafıklar Allah’a oyun etmeye çalışırlar, oysa Allah onların oyunlarını başlarına geçirir.” (Nisa 142)

Namaza üşenerek kalkar: (Nisa 142)

Gizli fesat peşindedir: (Bakara 11-12)

Ahde vefasızdır, emanete hıyanet eder: (Hadis – Buhari, Müslim)

2. Kâfir (İnkarcı)

Hakkı bile bile inkâr eden kişidir.

Özellikleri:

Kibirli ve inatçıdır: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak tutacağım.” (Araf 146)

Hak söze kulak vermez: (Bakara 6-7)

Dünya hayatını ahirete tercih eder: (İbrahim 3)

3. Zalim

Haddi aşan, başkalarının hakkını çiğneyen kişidir.

Özellikleri:

Güçlüyken zulmeder: (Şura 42)

Allah’ın hükmüne razı olmaz: (Maide 45)

Kendi nefsine de zulmeder: (Bakara 57)

4. Mütekebbir (Kibirli)

Kendisini üstün gören, başkalarını küçük gören kişidir.

Özellikleri:

Hakikati kabul etmez: “Kibre kapılanlara cennet haramdır.” (Hadis – Müslim)

Firavun örneğiyle anlatılır: (Kasas 38-39)

5. Cimri

Malını paylaşmayan, infak etmeyen kişidir.

Özellikleri:

Allah’ın verdiğini kendisine mal eder: (Hadid 24)

İnfakı başa kakar: (Bakara 264)

Cimrilik ahlaksızlığa yol açar: (Tevbe 34)

6. Gıybet Eden ve Lâğv Peşinde Olan

Başkalarının kusurunu araştıran, faydasız konuşmalarla vakit geçiren kişidir.

Özellikleri:

Gıybet, ölü kardeşinin etini yemeye benzetilir: (Hucurat 12)

Boş konuşur, yalan söyler: (Mu’minun 3)

7. Haset Eden

Başkasının sahip olduğuna üzülüp onun elinden çıkmasını isteyen kişidir.

Özellikleri:

Hasetçi, iyiliğin düşmanıdır: (Felak Suresi)

Kalbi karanlık ve fitneye meyillidir: (Nisa 54)

8. Aldatıcı ve Hilekâr

İnsanları kandırarak menfaat sağlayan kişi.

Özellikleri:

Tartıda ve ölçüde hile yapar: (Mutaffifin 1-3)

Ticarette dürüst değildir: “Bizi aldatan bizden değildir.” (Hadis – Müslim)

9. İsyankâr ve Ana-Babaya Asi

Ailesine, özellikle ebeveynine karşı gelmek.

Özellikleri:

Ana-babaya “öf” bile denmez: (İsra 23)

Onlara asi olmak büyük günahtır: (Hadis – Buhari)

10. Kalbi Mühürlü Olanlar

Hakikate karşı duyarsız, inatçı ve hissiz olan kimseler.

Özellikleri:

Kalpleri vardır ama anlamazlar: (Araf 179)

Gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler.

KURAN-I KERİM VE HADİS-İ ŞERİF ÜZERİNDEN MUKAYESELİ BIR TABLO

Olumsuz Özellikler: Kur’an’da ve Hadislerde Geçen Tanımlar
* Münafıklık: Kur’an’da dinin içini boşaltmak olarak tanımlanır. Hadislerde ise yalan, hıyanet ve vefasızlık olarak geçer (Buhârî).
* Kibir: Kur’an’da Firavun örneği verilerek kınanır. Hadislerde ise kibrin cennete girmeye engel olacağı belirtilir (Müslim).
* Nankörlük: Kur’an’da şükürsüzlükle suçlanır. Hadislerde ise nimete değer vermemekle ilişkilendirilir.

* Zalimlik: Kur’an’da zalimlerin kurtuluş umudunun olmadığı belirtilir. Hadislerde dua ve ahlak dışı davranışlarla ilişkili olduğu ifade edilir.
* Gıybet: Kur’an’da zalimlik ve ifsatla (bozgunculukla) ilişkilendirilir. Hadislerde ise (ve Kur’an’da Hucurât Suresi 12. ayette belirtildiği gibi) ölmüş kardeşinin etini yeme benzetmesiyle anılır.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 9th, 2025

SU-İ MİSAL EMSAL OLMAZ

SU-İ MİSAL EMSAL OLMAZ

Osmanlının medeni hukuku olan Mecelle der ki: “Su-i misal emsal olmaz.” Yani kötü örnek örnek olarak alınmamalı.

SU-İ MİSAL EMSAL OLMAZ: Kötülüğe Örnek Aramak

Osmanlı’nın medeni kanunu olan Mecelle, sadece hukukî bir metin değil, aynı zamanda hayatın hikmetini dile getiren bir rehberdir. Bu rehberin özlü ifadelerinden biri de “Su-i misal emsal olmaz” kaidesidir. Yani “Kötü örnek örnek alınmaz”. Bu ifade, bir toplumun değer yargılarını koruma çabasıdır; kötülüğün gerekçesi kötülerle savunulamaz.

Yaşanmış Bir Hadise: Camideki Çocuk

Bir gün, küçük bir köy camisinde çocuklar koşup oynarken bir adam sinirle camiye girer ve bağırır:

> “Bu camide çocuk mu olur! Camide sessizlik olur, bu nasıl saygısızlık!”

İmam sakinlikle yaklaşıp şöyle der:

> “Amca, biraz sabret. Bu çocuklar camiye gelirken oyunlarını da beraber getiriyorlar. Ama biz onları buradan kovarsak, ileride camiye sadece cenazeleri gelir.”

Adam cevap verir:

> “Ben de çocukken hiç böyle yapmadım!”

İmam tebessüm eder:

> “Belki de siz camiye hiç getirilmediniz…”

Kötü örnekleri emsal almak yerine, iyiye örnek olacak yollar aramak gerekir. Çünkü bir toplumun geleceği, geçmişin hatalarını değil, hikmetli doğrularını kendine rehber etmesiyle şekillenir.

Hz. Ömer’in Adaleti

Hz. Ömer (r.a.) zamanında, biri hırsızlık yaparken yakalanır. Mahkemeye çıkarılır. Adam savunmasında:

> “Ben bunu açlıktan yaptım, kimsem yok, çalışacak iş de bulamadım.”

Hz. Ömer bu duruma derin bir bakışla yaklaşır. Hırsızın ihtiyacını gözetir, açlığını gidermek için Beytülmal’dan yardım edilmesini sağlar. Ancak şu sözü de tarihe geçer:

> “Sen aç kaldın diye haram meşru olmaz. Ama senin aç kalmana sebep olanlar da hesap verecek!”

Yani kötü şartlar kötü davranışı mazur gösteremez. Kötü bir örnekten yola çıkılarak genel kaideler sarsılamaz. Hukukta, ahlakta ve toplumda bu temel korunmalıdır.

Zamanımızın Suistimalleri

Bugün birçok kişi, kendi yanlışlarını başkalarının yanlışlarıyla savunur hale geldi:

“O da yapıyor.”

“Herkes böyle.”

“Ben mi düzelteceğim?”

Halbuki iyilik bulaşıcı olduğu gibi kötülük de bulaşıcıdır. Toplumda kötü örneklere göz yumuldukça kötülük normalleşir. Ancak hikmetli duruş, bu döngüyü kırar.

Bir Kaidenin Hayat Rehberliği

“Su-i misal emsal olmaz” sadece bir hukuk kuralı değil, aynı zamanda bir hayat ölçüsüdür. Bize düşen, yanlışları değil, doğruları örnek almak; kötülükleri değil, iyilikleri yaymaktır. Çünkü bir toplumun yıkımı, kötülüğü örnek göstermesiyle başlar. Ve bir toplumun dirilişi, tek bir kişinin bile doğruyu savunmasıyla mümkündür.

@@@@@@@@

YANLIŞ EMSAL OLMAZ
“Su-i misal emsal olmaz” (Mecelle)
“Kötü emsal olmaz.”
Birisinin hatasıyla başkası mesul olmaz.
İslâmiyet “ Ve lâ teziru vâziretün vizre uhrâ” sırrıyla,bir kişinin hatasıyla bir başkasının,yakınının günahkâr olamayacağı gerçeği,bir kişinin hayatının dahi ne derece kutsal olduğunu ifade eder.

Nitekim bir gemide dokuz masum bir caninin bulunması durumunda o gemi hiçbir suretle batırılamayacağı gibi,,dokuz cani bir masum dahi olsa ,o bir kişinin rızası olmadıkça adalet gereği o gemi batırılamaz.

Evet,hak haktır. Küçüğüne,büyüğüne bakılmaz. Kimin için olursa olsun. Ve her insan suçu sabit olmadıkça masumdur.
*Apartman olarak Adıyaman-da doğal gaz almak için müracaat ettiğimizde çıkan zorlukları görünce müracaat etmekten vazgeçtik.
-Hemen benim ön blokumda oturan annem-gilin apartman olarak müracaata hak kazanması üzerine,rahatsız olup evde bile zor yürüyen annemin yerine çekine çekine ben müracaat ettim.
Bunu da kendilerine dile getirdim.Ancak ilk müracaatta bu esnekliği gösterdiklerini söylediler.
Doğalgaz saatini almaya gittiğimde ise aynı tedirginlik gene bende sürmekteydi.Hatta bunu anlayan annem;
-Oğlum rahatsız mısın,yemek yemediysen sana yiyecek hazırlayayım,dedi.
Hayır deyip ayrıldım.
Korktuğum başıma geldi. Görevli şefe gönderdi.
Annemin ve benim nüfus cüzdanım mevcut ve de aboneliği ben yapmış olduğum halde muhtardan aynı kağıt içerisinde ben ve annemin aynı apartmanda oturduğumuza dair bir belge istendi.
Durumu arzetmiş olmama rağmen illa böyle bir belgenin gelmesi gerektiği ve bir sahtekârlıkla karşılaştıklarından bunu istediklerini söylediler.
Yani bir sahtekârlık emsal alınarak,bilinmeden tüm müşteriler aynı durumda değerlendirilmiş oldu.
Aslında suyu yokuşa sürüp böyle yapılacağına,o sahtekâr veya sahtekârlıkla uğraşıp,herkes mağdur edilmeseydi,daha mantıklı bir iş yapılmış olurdu.
Acaba soruyorum;Bu durumda her gelen sahtekâr olarak yani bu da sahtekârlık yapar diye düşünülmüş olmuyor mu?
Düşünülüyor olacak ki bu zorluklar çıkarılıyor.
-Neyse muhtardan annemin ve kendimin ikametgâh belgesini aldım ve getirdim.
Bu seferde ikisinin aynı kağıt üzerinde işlenmemiş olmasından dolayı bir daha muhtara gönderildim.
Muhtar bilgisayarda ikisinin aynı kağıtta olamadığını söyledi.Ben de baktım,aynı kağıda ikisinin yazılması mümkün olmuyordu.
Tekrar doğalgaz firmasını aradık.Elle yazma teklifimizi kabul edeceklerini söylediler.
İşin bir garip noktası da elle yazmada başladı.
Kendi ismimin yanına annemin bilgilerini girerken muhtar kapı numaralarını ve bazı şeyleri girmememi söyledi.Yoksa kabul edilmeyebilirdi!
Yani sahtekârlık mı yapayım,dedim.
Oda beni düşünerek,kabul etmeleri ve aynı apartmanda kaldığımız intibasını vermek için bazı numaraları yazmamamı istedi.
Numara yapmam ve sahtekârlık da bulunmam işten değildi.İşler böyle işliyormuş!.
Ben sahtekârlığa itildim,dürüst davranmamak için zorlandım.
Oysa kolay halledilmesi gereken bir mesele de hatta geri kalmışlığın bir uygulamasına sebeb olarak kurban edilmiyor muyduk?.Bu durum internetten bile çözülemez mi?
Neyse ki daha sonra anlaşıldığı üzere doğalgazı çekenlerinde eksikliklerinden dolayı aboneliği yapıp ödemeyi işaretlememeleri üzere sonraya kaldı.
Hantal bürokrasi yürümediği gibi,başkasını da yürütmedi.
Bu gün git,birkaç gün sonra gel…
Kendini aşamayanlar,başkalarını aşağılamaya başlıyorlar.
Peki beni bu sahtekârlığa zorlayanlar sahtekâr olmuyor mu?
Kendilerine şunu dedim;
Hadiste;”Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız,Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.”
Kurumlarda ve bürokraside sadece bu hakikat uygulansa çözülmeyecek bir mesele yoktur.
*Muhtarda dertliymiş.O da bir olayı anlattı.
Vatandaşın birisi ev alıyor.Tapu,elektirik her şey tamam.Sadece su abonesi alacak.
Belediyeye gidiyor.Su işlerinden kendisine,evi aldığı kişinin ölmesinden dolayı,vereselerinin tümünden imza getirmesini söylüyorlar.
Muhtar bu durumu reise bildiriyor,reis müdürü arıyor;-Neden böyle oluyor,diye.
Ve vatandaş tekrar müdüre gidiyor,böyle bir konuşmanın olmadığını söyleyerek işini yapamıyor.
Bir su abonesi için her tarafa dağılmış olan,tapusu bulunan,elektirik abonesi olan kişi şu an almaktan vaz geçerek suça itiliyor.
*Dahasını anlatmaya gerek yok, sizlerde bilirsiniz.
Deveye demişler;Neden boynun eğri?
Nerem doğru ki!demiş.
Herhalde bir iki neslin daha gitmesi gerekecek…
Devlet ve bürokrasi,zillet içine düşmek istemiyorsa,milleti bağlayan bağları çözmelidir.
Milletin nabzını tutmalıdır.
Devlet alt kademesinden üst kademesine kadar millet bürokrasiye kurban ediliyor ve sahtekârlığa göz göre göre yönlendiriyor.
Başbakanın bile sık sık şikayet ettiği bu bürokrasi samimiyetten uzak,kör bir resmiyetle,kör topal olarak götürülmektedir.
Bu durumlarla karşılaştıkça insanlarla ilişkilerde soğukluk hissediyorum.
Bana güvenmeyene ben de güvenmekte zorluk çekiyorum.
İnsanlara selam vermeme,şüpheli değerlendirmede kendimi mecbur davranmak zorunda kalıyor gibi hissediyorum.
Biriken bu durumlar insanı hayattan soğutuyor…
Devlet bürokraside sahtekâr davranmak ve vatandaşı sahtekâr görmek istemiyorsa buna bir çözüm bulmalıdır.
Resmiyeti değil,samimiyeti ön plana çıkarmalıdır.
Eskisi kadar olmasa da,devlet hala samimi ve dürüst değildir.
Bürokratik bağlar hala bu milletin ayağında bir prangadır.
Bir yandan bu olumsuzluğu görmüş olmam,genel bir problemi değerlendirmeme sebeb oluşturdu.
Bu durum şahsi bir mesele olarak değil,kamunun genel bir problemi olarak kaleme alınmıştır.
İlk ve son sözüm;
-Birisinin yanlışı başkalarına emsal olmaz.
-Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız.Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.
05-10-2013
MEHMET ÖZÇELİK

https://tesbitler.com/2015/01/02/yanlis-emsal-olmaz/

 

 

Loading

No ResponsesNisan 9th, 2025

HAMDIM – PİŞTİM – YANDIM

HAMDIM – PİŞTİM – YANDIM

“Hamdım – Piştim – Yandım” ifadesi, Mevlânâ Celaleddin Rûmî’ye atfedilen, insanın mânevî tekâmül yolculuğunu veciz biçimde özetleyen derin bir söz. Bu ifade hem maddî hem de manevî gelişim açısından ele alınması gereken hikmetli ve düşündürücüdür:

HAMDIM – PİŞTİM – YANDIM: İnsan Olmanın Derin Yolculuğu

İnsan, yaratılışı gereği hem topraktan hem ruhtan yoğrulmuş bir varlıktır. Onun yolculuğu sadece doğumla başlayıp ölümle biten bir süreç değildir. Asıl serüven, ruhunun hamlığından pişkinliğe ve oradan da ilahi aşkla yanmaya uzanan manevi olgunluk çizgisidir. Mevlânâ’nın veciz ifadesiyle bu yolculuk üç kelimeyle özetlenir: Hamdım, piştim, yandım.

1. HAMDIM: Nefsânîlikten İdrake Doğru

İnsan, varlık sahnesine ilk adım attığında, henüz bilmez, tanımaz, idrak etmez. Bu dönem, nefsin galip, ruhun mahpus olduğu bir hamlık evresidir.

Maddeye meyil vardır, ruh uykudadır.

Hedefler dışsaldır: Mal, mevki, şöhret…

Kalp, henüz hakikate dair açılmamıştır.

İmtihanlar anlaşılmaz, olaylar tesadüf zannedilir.

Bu hamlık, insanın cehaletidir. Ama aynı zamanda potansiyelin habercisidir. Çünkü her hamlık, içinde bir olgunlaşma istidadını taşır. Topraktaki tohumu düşünelim: Henüz ağaç değildir, ama ağaç olmaya istidatlıdır.

2. PİŞTİM: İmtihanla, Tefekkürle ve Terbiye ile

İnsan, zamanla hayata, acıya, ayrılığa, sevgiye ve ölüme temas ettikçe “neden” soruları sormaya başlar. Bu sorgulama, pişmenin kıvılcımıdır.

Kalp uyanmaya başlar, nefis terbiye edilmeye çalışılır.

İlahi kitaplarla, hakikat tefekkürleriyle tanışılır.

İmtihanlar, artık bir hikmet penceresi hâline gelir.

Dua, sabır, tevekkül gibi kavramlar derinleşir.

Bu dönem, ilmin, marifetin ve irfanın başladığı evredir. Artık insan yalnızca yaşamakla değil, yaşadığını anlamlandırmakla meşguldür. Tıpkı ham meyvenin ateşte pişmesi gibi; acılar, kayıplar, sevinçler ve sorgulamalar insanı terbiye eder.

3. YANDIM: Aşkın, Teslimiyetin ve Fâni Olmanın Zirvesi

Bu son evre, Allah’a aşkla bağlanmak, kullukta fâni olmak, nefsin hiçliğini kabul ederek ruhun hakikate pervane olmasıdır. “Yandım” demek; artık benlikten çıkmak, “ben” değil, “Sen” demektir.

Kulluğun lezzeti yaşanır; zahmet rahmete dönüşür.

İlahi aşk, kalbi sarar. Mevlânâ’nın ifadesiyle: “Ateş değil, aşk yakar!”

Dünya bir perde, ahiret bir hedef olur.

Her şeyde Allah’ın tecellîsi görülür; hikmet gözü açılır.

Bu hâl, en yüksek manevi kemâldir. Sadece bilgiyle değil, hâl ile, tecrübe ile kazanılır.

SONUÇ: HERKES BU YOLDA AMA HERKES AYNI YERDE DEĞİL

Hamdım, piştim, yandım… Bu, sadece sûfîlerin değil, aslında her insanın kaderî yolculuğudur. Fakat bu yolculukta herkes bir yerde takılabilir:

Kimi hamlıkta ömür tüketir, dünyayı ahirete tercih eder.

Kimi pişmeye başlar, ama ateşe sabredemez, kaçıp geri döner.

Kimi ise yanmaya razı olur, kendi benliğini feda eder ve Allah’a vuslat eder.

Bize Ne Düşer?

Hamlığımızı inkâr etmeden pişmeye razı olmak…

Acının, imtihanın ve yalnızlığın aslında terbiye olduğunu bilmek…

Ve en nihayetinde, Rabbimize aşk ile teslim olup “Ben yandım, Sen varsın!” diyebilmektir.

Çünkü pişmeden yanılmaz, yanmadan hakikate varılmaz.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 9th, 2025

İNSANLAR MADENLER GİBİDİRLER

İNSANLAR MADENLER GİBİDİRLER

“İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir. İslâm öncesi dönemde hayırlı olanlar, İslâm döneminde de İslâm’ı kavramak kaydıyla hayırlıdırlar. Ruhlar, askerî birlikler gibidir. Birbirleriyle tanışan ruhlar, birbirleriyle kaynaşırlar, tanışmayanlar da ayrılığa düşerler.”

Bu hadis, insanın yaradılışına dair derin bir tasvir sunar ve insanın manevi gelişimini anlamamıza yardımcı olur. Hadisin her iki kısmı — “altın ve gümüş madenleri” ve “ruhların askerî birlikler gibi olması” — ifadelerine gelince:

1. Altın ve Gümüş Madenleri Gibi İnsanlar:

“İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir.” ifadesi, insanları değerli madenlere benzetir. Altın ve gümüş, değerli ve nadir bulunan, işlenmeye ihtiyaç duyan maddelerdir. Bu benzetme, insanların da ham halde olduklarını, ancak içlerinde büyük bir potansiyel ve değer taşıdıklarını anlatır. İslâm öncesi dönemde de bu insanlar, doğal bir potansiyele sahip idiler, ancak bu potansiyeli doğru bir şekilde kullanabilmek için İslâm’ı kabul etmeleri ve doğru yolu bulmaları gerekirdi.

Altın ve gümüş gibi, insanlar da zamanla olgunlaşır, işlenir ve doğru şekilde yönlendirilirse güzel ve değerli hâle gelirler.

İslâm’a girdikten sonra, kişinin asıl değerini, ruhsal ve manevi olgunluğunu İslâm’ı doğru bir şekilde kavramak belirler.

Bu, aslında insanın potansiyelini vurgulayan bir mesajdır: İnsanlar, doğuştan gelen bazı üstün özelliklere sahip olabilirler; fakat bu özelliklerin hakiki anlamını bulmaları için İslâm’la tanışmaları gerekir. İslâm, insanın ruhundaki altın ve gümüş gibi değerleri güzel bir şekilde ortaya çıkarmak ve işlemek için gerekli olan “işlem”dir.

2. Ruhlar, Askerî Birlikler Gibidir:

“Ruhlar, askerî birlikler gibidir. Birbirleriyle tanışan ruhlar, birbirleriyle kaynaşırlar, tanışmayanlar da ayrılığa düşerler.” ifadesi, insanların ruhsal yapıları ve aralarındaki manevi bağları üzerine derin bir açıklama sunar. Bu benzetme, ruhların doğal uyumunu anlatır.

Askerî birlikler bir organizasyon içinde birbirine uyumlu ve belirli bir hedef için çalışan parçalardır. Burada ruhlar da tıpkı böyle bir birlik gibi farklı insanlar arasındaki manevi bağları simgeler.

Ruhların birbirini tanıması, daha önceki yaşamlarda veya yaradılışta birbirleriyle kaynaşan, benzer düşünce, duygu ve değerler taşıyan insanlar arasında bir uyumun oluşması anlamına gelir. Bu, manevi uyum ve kardeşlik halidir.

Ruhların ayrılığı, ise bir tür manevi uzaklık, birbirini anlamama ya da bir çatışma durumunu ifade eder. Bu durum, insanların zıt karakterlere sahip olduklarında veya manevi düzeyde birbirlerini anlayamadıklarında meydana gelir.

Ruhların Tanışması ve Uyumu:

Ruhların tanışması, daha önceki tecrübeler ve manevi bağlantılar üzerinden açıklanabilir. İslâm’a göre, her insan bir ruh alemi ile bağlantılıdır ve ruhlar, dünya hayatında tekrar bir araya gelebilir. Bu tanışıklık, sadece maddi anlamda değil, manevi bir uyum ve benzerlik ile gerçekleşir.

İslâm’a göre, bir araya gelen ruhlar, birbirlerini anlar ve kaynaşır, çünkü ruhlar, yaratılışlarında Allah’a karşı bir tevhid ve ilk anlaşma (sözleşme) yapmışlardır. Bu ruhsal tanışıklık, insanların birbirlerine yakınlaşmalarını, güzel ilişkiler kurmalarını sağlar.

Sonuç:

Hadisteki altın ve gümüş benzetmesi, insanın potansiyelini, içindeki değeri ve olgunlaşma yolculuğunu anlatırken; ruhların askerî birlikler gibi olması ise, insanların manevi dünyalarındaki uyum ve bağlantıların önemini vurgular. Bu, hem insanlar arasında hem de insanın kendi ruhsal değişiminde derin bir anlayışa ve kabul edilmesi gereken bir gerçekliğe işaret eder.

İnsanlar, deruni olarak yüksek bir değere sahiptirler, ancak bu değeri ortaya çıkarabilmek için doğru bir yönlendirme ve manevi eğitim gerekir.

Ruhlar arasındaki uyum, insanların manevi derecelerine, anlayışlarına ve ahlâkî değerlerine bağlıdır. Tanışan ruhlar kaynaşır, bir arada çalışırlar ve güzel bir bağ kurarlar; tanımayan ruhlar ise birbirlerinden uzaklaşabilirler.

İslâm, bu uyum ve değerleri ortaya çıkarmak için en doğru rehberdir.

 

 

Loading

No ResponsesNisan 9th, 2025

100 SENE ÖNCE İNGİLİZLERE İSTANBULU SUNAN İNGİLİZ MUHİBLERİ, BUGÜN TÜRKİYE’Yİ SUNMAKTADIR

100 SENE ÖNCE İNGİLİZLERE İSTANBULU SUNAN İNGİLİZ MUHİBLERİ, BUGÜN TÜRKİYE’Yİ SUNMAKTADIR

100 Sene Önce İngilizlere İstanbul’u Sunan İngiliz Muhibleri, Bugün Türkiye’yi Sunmaktadır

Tarih, sadece yaşanmış hadiselerin kronolojik sıralaması değil, aynı zamanda ibret ve hikmet levhalarının asıldığı büyük bir derstir. Bu dersin en çarpıcı sahnelerinden biri, 100 yıl önce Osmanlı’nın son demlerinde, İstanbul’u İngilizlere altın tepside sunmak isteyen güruhun ihanetiyle yaşanmıştır. Ne yazık ki aynı zihniyet, bugün farklı maskelerle sahnededir. Dün İstanbul’u, bugün Türkiye’yi sunan bu anlayış; kimliğimizi, bağımsızlığımızı ve medeniyet davamızı tehdit etmeye devam ediyor.

İngiliz Muhipler Cemiyeti ve Teslimiyetin Anatomisi

İstanbul fiilen işgal edildiğinde, içeride bir grup kalem erbabı, aydın ve siyasetçi İngilizlerin güdümünde bir Türkiye tahayyül etti. 1918’de kurulan İngiliz Muhipler Cemiyeti, sözde barış, çağdaşlık ve istikrar adına Osmanlı’nın İngiliz mandasına girmesini savundu. Bu cemiyetin içinde devlet ricalinden mürekkep kişiler, gazeteciler, akademisyenler vardı.

Bu insanlar, “şer güçlerle mücadele yerine teslim olursak daha az zarar görürüz” mantığıyla, milletin istiklal mücadelesini baltaladılar. İstanbul’daki bu zümre; işgalcilere yalakalık, mandacılara övgü düzen bir söylem geliştirdi.

Günümüzde İngiliz Muhiblerinin Torunları

Bugün o zihniyetin ismi ve görünüşü değişmiş olsa da niyeti aynıdır. Dün İngiliz’e teslimiyeti “medeniyet” diye pazarlayanlar, bugün küresel güçlere, Batılı fonlara, dış akıllara hizmeti “ilerleme”, “entegrasyon” ve “reform” diye sunmaktadır. Dün hilafeti kaldırmak için çalışanlar, bugün dinin toplumsal rolünü silmek, değerlerimizi itibarsızlaştırmak için çaba sarf ediyor.

Dış politika bağımsızlığına karşı çıkanlar,
Savunma sanayii gelişmesini sabote edenler,
Yerli kalkınma projelerine karşı lobi yapanlar,
Milli eğitimi ideolojik olarak küresel normlara entegre etmeye çalışanlar…

Hepsi birer yeni nesil “muhiptir”. Ancak muhib oldukları şey, bu milletin selameti değil; dışarıdan gelen yönlendirme ve çıkar gruplarıdır.

Ders Almazsak, Tarih Tekerrür Eder

İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin üyeleri sonunda tarihin kara defterine yazıldı. Onların ihaneti, milletin vicdanında mahkûm edildi. Bugün aynı ihaneti başka isimlerle sürdürenler de benzer bir akıbetten kurtulamayacaklardır. Ancak asıl mesele, milletin şuurlu olup bu zihniyeti fark etmesidir.

Bugün sadece bir seçim meselesi değil, bir medeniyet, bir istiklal, bir şahsiyet mücadelesi verilmektedir. Dün bölünmek istenen vatan, bugün ekonomi, kültür ve siyaset üzerinden şekillendirilmek istenmektedir.

Son Söz: Uyan Ey Millet!

Mazide İngiliz’e İstanbul’u sunanlar, bugünün Türkiye’sini de onların torunlarına sunmak peşindedir. Dün olduğu gibi bugün de çözüm, teslimiyet değil, direniştir. Çare, mandacılığın yeni kılıflarına değil, milletin kendi iç dinamiklerine, iradesine ve değerlerine sarılmaktır.

Çünkü bir millet, geçmişiyle hesaplaşmazsa geleceğine hâkim olamaz.

Loading

No ResponsesNisan 9th, 2025

YAPAY ZEKÂ ÇAĞINDA İSLÂMİ TEBLİĞ: ZEKÂNIN YÜKSELDİĞİ, HİKMETİN UNUTULMAMASI GEREKEN BİR DÖNEM

YAPAY ZEKÂ ÇAĞINDA İSLÂMİ TEBLİĞ: ZEKÂNIN YÜKSELDİĞİ, HİKMETİN UNUTULMAMASI GEREKEN BİR DÖNEM

“Teknolojiyle akıl ilerler, ama kalp susarsa insanlık geriler.”

Zaman değişiyor, araçlar dönüşüyor, muhataplar evriliyor… Artık bilgi çağındayız, hatta daha ötesi: yapay zekâ çağındayız. Bu çağda İslâmî tebliğ, sadece kürsüde ya da kitapta değil; algoritmalarda, veri havuzlarında, dijital zekâlarda yer almak zorundadır. Çünkü insanın bulunduğu her yerde İslam’ın rahmeti tecelli etmelidir.

Peki bu yeni çağda, tebliğ görevi nasıl şekillenmeli? Yapay zekâ gibi güçlü bir aracı hangi hikmetle, hangi edeple, hangi metotla kullanmalıyız?

1. YAPAY ZEKÂ: TEKNOLOJİK BİR NİMET, HİKMETLE YÖNETİLMESİ GEREKEN BİR ALET

Yapay zekâ; veri işleyen, öğrenen ve karar verme simülasyonu yapan yazılımlardan ibarettir. Ancak bu araçlar artık:

İnsanların ne düşündüğünü analiz ediyor

Onlara ne izleteceğini, ne okuyacağını öneriyor

Bilgiye ulaşma yollarını kontrol ediyor

İslamî tebliğ, bu alanın dışında kalırsa, dijital mecralarda boşluklar küfürle, sapkınlıkla, anlamsızlıkla dolar. Dolayısıyla:

> “Yapay zekâya hikmet öğretemeyiz belki, ama onunla hikmetli işler yapmayı öğrenmeliyiz.”

2. TEBLİĞİN DİLİNİ YAPAY ZEKÂYA UYDURMAK DEĞİL, ZEKÂYI TEBLİĞE HİZMETKÂR KILMAK

Tebliğde ölçü Kur’an ve sünnettir. Ama bu mesajı sunarken kullanılan dil, üslup ve mecra zamanla değişebilir. Yapay zekâ ile:

Kişiye özel tebliğ mümkündür: Her insanın ilgi alanına, anlayışına, ruh hâline uygun içerik sunulabilir.

Soru-cevap sistemleri geliştirilebilir: Anında, güvenilir, ilmî cevaplar verebilen dijital danışmanlar oluşturulabilir.

İslamî sohbet robotları ve rehberlik uygulamaları yaygınlaştırılabilir.

Ama burada kritik bir tehlike vardır: İslam’ın ruhu, algoritmaya indirilemez. Bir robotun anlattığı din, kalpten kalbe geçemez. Bu yüzden yapay zekâ sadece bir vasıta olmalı, vesile değil.

3. TEBLİĞİN RUHUNU KORUMAK: MEKANİK BİLGİDEN HİKMETLİ MESAJLARA

Tebliğ sadece bilgi aktarmak değildir. Kalbe tesir eden, vicdanı sarsan, ahlâkı inşa eden bir mesajdır. Yapay zekâ bu hikmetli anlatımı taklit edemez ama kolaylaştırabilir:

Kur’an’ın kıssalarını, ayetlerini, mesajlarını görsel-işitsel zenginlikle sunabilir.

Risale-i Nur gibi eserleri, sadeleştirme ve anlama kolaylığı sağlayan yapılarla destekleyebilir.

Manevî sorulara, insanî sıcaklık ve zarafetle yaklaşan yapay zekâ karakterleri geliştirilebilir.

> Düşündürücü bir soru: İnsanlar Allah’ın kelâmını makinelerden dinlemeye razıysa, bu insanlara biz hangi yöntemle ulaşmalıyız?

4. HİKMETLİ YÖNTEMLER VE TAVSİYELER: NE YAPMALI, NASIL YAPMALI?

a) Kapsayıcı ve ehil ekiplerle İslamî yapay zekâ projeleri kurulmalı.
Sadece teknik bilgi değil, aynı zamanda ilim, edep ve irfan sahibi danışmanlar bu projelerde yer almalı.

b) Gençlere hitap eden dijital karakterler ve uygulamalar oluşturulmalı.
Mesela bir “İslami ChatGPT” modeli; fıkıh, akaid, Kur’an, tasavvuf gibi alanlarda güncel ve sahih bilgiyle rehberlik edebilir.

c) Yapay zekânın ürettiği içerikler ilmî denetimden geçmeli.
Yanlış bilgi yayılımını engellemek için alim denetimli veri havuzları kullanılmalı.

d) İnsan eliyle yapılması gereken, yüz yüze tebliğ ve temsil ihmal edilmemeli.
Yapay zekâ kalpleri hazırlayabilir ama iman tohumu, hâl diliyle ekilir.

5. YAPAY ZEKÂYA EMANET EDİLEN TEBLİĞ, NASIL BİR SORUMLULUKTUR?

Bu çağda, “Ben kürsüde vaaz ettim, vazifemi yaptım” demek yeterli değildir. İnsanlar ekranlarda, uygulamalarda, algoritmalarda yaşıyor. O hâlde:

Onların karşısına çıkan ilk İslami içerik, hikmetle dolu olmalı.

Gördükleri, okudukları, sordukları her yerde hakikatin izi olmalı.

Yalanın, fitnenin, bâtılın içinde bir nur gibi parlayan İslam anlatımı yer almalı.

> İbretli hakikat: Eğer hakikat sussa, yalan konuşur. Biz susarsak, yapay zekâ da yalanı öğretir.

SONUÇ: ZEKÂYI HİKMETLE YÖNETME VAKTİDİR

Yapay zekâ, insanoğlunun eline verilen iki ucu keskin bir kılıçtır. Onu ya hak için kullanırız ya da bâtıla zemin hazırlarız. Bu çağda İslamî tebliğin başarısı, ilmin yüksekliğiyle birlikte hikmetin derinliğini birleştirmekle mümkündür.

Unutmayalım:

“Zekâ bize yardımcı olur, ama kalp bizi kurtarır.”
“Tebliğ makineye yüklenebilir, ama temsil ancak insanla mümkündür.”

 

 

Loading

No ResponsesNisan 8th, 2025

İSLAMİ İLİMLERDE ARAŞTIRMA BOŞLUKLARI VE GELECEĞİN İLİM VİZYONU: ZAMANIN RUHUNU YAKALAYAN BİR YENİDEN İNŞA ÇAĞRISI

İSLAMİ İLİMLERDE ARAŞTIRMA BOŞLUKLARI VE GELECEĞİN İLİM VİZYONU: ZAMANIN RUHUNU YAKALAYAN BİR YENİDEN İNŞA ÇAĞRISI

“Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir.”
— Bediüzzaman Said Nursî

İslami ilimler tarih boyunca Kur’an ve Sünnet merkezli bir medeniyetin ruhunu taşımış, çağlara yön vermiştir. Ne var ki, modern zamanlarda gerek bilgi üretiminde, gerek yöntem seçiminde, gerekse muhatap kitlenin değişen yapısında bazı ciddi boşluklar ve ihmaller ortaya çıkmıştır. Bu boşluklar sadece akademik değil; aynı zamanda hikmet, ahlak, tefekkür ve toplum inşası boyutlarıyla da derinleşmiştir.

İşte bu makalede, günümüz İslami araştırmalarında dikkat çekici boşlukları, eksik kalan alanları ve yoğunlaşılması gereken sahaları ilmi, hikmetli ve ibretli bir perspektifle değerlendireceğiz.

1. İSLAMÎ DÜŞÜNCEYİ YENİDEN İNŞA: GELENEKLE GELECEK ARASINDA USÛL SENTEZİ

Bugün en fazla ihtiyaç duyulan alan, usûl ilminde derinleşmiş, modern bilgiyle irtibatlı yeni bir İslami düşünce sistematiğidir. Mevcut literatür ya geleneği tekrar etmekte ya da moderniteye teslim olmaktadır. Oysa:

Fıkıh usûlü, sadece hüküm değil aynı zamanda bir düşünme metodolojisidir.

Kelâm ilmi, sadece itikadî meseleler değil, aynı zamanda bilgi felsefesi üretmelidir.

Tefsir, lafzî açıklamanın ötesine geçip çağın sorularına Kur’anî cevaplar vermelidir.

> Hikmetli bir tespit: Usûl, ilmin ruhudur. Usulsüzlük, vusulsüzlüğe (hakikate ulaşamamaya) sebep olur.

2. MODERN SORUNLARA KARŞILIK ÜRETEN FIKHÎ ARAŞTIRMALAR

Fıkıh tarihi boyunca karşılaşılan meseleler, içtihatlarla çözülmüştür. Ancak günümüz meseleleri, geçmişte hiç yaşanmamış karmaşık, çok boyutlu ve küresel sorunlar taşımaktadır:

Biyoteknoloji, yapay zekâ, tıp ahlakı, çevre sorumluluğu gibi alanlarda şer’î değerlendirme eksikliği

Dijital ekonomi, kripto para, algoritmik ticaret gibi yeni finansal sistemlerin İslam hukukundaki karşılığı

Cinsiyet meseleleri, aile yapısındaki değişim ve mahremiyet gibi konularda fıkhî yorum ihtiyacı

> İbretli bir soru: Sahabenin karşılaşmadığı bir meseleye, sadece sahabenin kullandığı yöntemle mi hüküm verilir, yoksa onların ruhunu çağın diliyle mi yeniden yorumlarız?

3. İSLAM’IN EVRENSEL MESAJININ MODERN DÜNYAYA HİTABI: TEBLİĞ VE DİL PROBLEMLERİ

Kur’an’ın evrensel mesajı, çağın diliyle buluşmadıkça etkisini kaybeder. Günümüzde İslam’ın tebliğ ve temsilinde anlatım dili, hedef kitle, mecra ve içerik tasarımı büyük önem kazanmıştır:

Gençlerin ve seküler kesimlerin anlayabileceği hikmet temelli, kalbî ve aklî anlatımlar

Sosyal medya, dijital platformlar ve görsel içerik üretimi alanlarında İslamî anlatım metodolojisi

Kur’an’daki evrensel değerlerin (adalet, merhamet, hakikat, hürriyet) asrın idrakine uygun anlatımla sunumu

> Düşündürücü bir gerçek: Bugün insanlar İslam’a değil, İslam’ın anlatımına mesafeli. Sorun dinde değil, dilden kaynaklanıyor olabilir.

4. TARİH VE SİYASET ALANINDA YENİDEN DEĞERLENDİRME

İslam dünyası modern dönemde çok büyük siyasi travmalar yaşadı: Hilafetin kaldırılması, işgaller, mezhep savaşları, otoriter rejimler… Bu alanlarda:

İslam siyaset düşüncesinin yeniden yapılandırılması

Tarihsel olaylara İslamî metodolojiyle eleştirel bakış

Mezheplerin ve grupların tarihsel süreçteki rolü üzerine objektif araştırmalar

> İbretli bir uyarı: İslâm’ın siyaseti adalet için vardır; ideolojiye dönüşen siyaset, İslam’ı değil, kendi hevesini konuşur.

5. İSLAM VE BİLİM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA DEĞİL, İNŞA

Modern bilim anlayışı ile İslamî bakış arasında köprü kuracak çalışmalar büyük bir eksikliktir. Hâlâ:

Kur’an’ın tabiat ayetleri üzerine mantıkî ve bilimsel tefsirler

İslam düşüncesinde tabiat, matematik, astronomi, tıp gibi alanlarda yeni epistemolojik yaklaşımlar

Müslüman bilim insanlarının tarihî katkılarının çağdaş yorumları

> Hikmetli yaklaşım: Kur’an’da “Oku!” emri, sadece metni değil, kâinat kitabını da okumaktır. İslam bilimi, yaratılışın sırrını hikmetle çözmektir.

6. MANEVİ HAYAT VE TASAVVUFUN MODERN İNSANA CEVABI

Modern insanın bunalımı teknolojik değil, ruhanî bir boşluktur. Bugün tasavvuf, Kur’an’a ve sünnete uygun olarak yeniden yorumlanmalı, bâtınî derinliğiyle:

Modern depresyon, yalnızlık ve aidiyet krizine çözüm

Zühd, tevekkül, sabır gibi kavramların psikolojik ve toplumsal değeri

Sahih tasavvufun günümüzdeki ahlâkî, vicdanî ve sosyal fonksiyonu

> İbretli gerçek: Günümüzde en büyük fakirlik, “kalp açlığı”dır. Tasavvuf, insanın içine açılan kapıdır.

SONUÇ: ZAMANIN RUHUYLA BULUŞAN BİR İSLAMİ İLİM İNKILABI ŞARTTIR

İslami araştırmalar, artık sadece geçmişi yorumlamak değil, geleceği inşa etmek zorundadır. Geçmişin hikmetiyle, bugünün bilgisiyle, yarının ufkuyla buluşan bir ilim inkılabı, ümmetin dirilişinin anahtarıdır.

Bu sebeple, ilim ehline düşen en büyük vazife:

Aklı uyandırmak, kalbi beslemek, vicdanı uyandırmak ve ahlâkı inşa etmektir.

“Kur’an kıyamete kadar taze kalacaktır; mesele bizim ona bayat zihinle yaklaşmamamızdır.”

Loading

No ResponsesNisan 8th, 2025

YIKIMA GİDEN ABD: İMPARATORLUĞUN ÇÖKÜŞÜ VE PEŞİNDEN SÜRÜKLEDİĞİ DEVLETLER

YIKIMA GİDEN ABD: İMPARATORLUĞUN ÇÖKÜŞÜ VE PEŞİNDEN SÜRÜKLEDİĞİ DEVLETLER

Giriş

Tarih, yükselen imparatorlukların zirveye ulaşmalarının ardından yavaş yavaş ya da ani çöküşlerle sahneden çekilişlerine sayısız örnek sunar. Roma’dan Osmanlı’ya, Sovyetler Birliği’nden Büyük Britanya İmparatorluğu’na kadar bu dev yapılar sadece kendi çöküşlerine değil, aynı zamanda nüfuzları altındaki coğrafyaların da yeniden şekillenmesine sebep olmuşlardır. Bugün benzer bir süreci Amerika Birleşik Devletleri (ABD) üzerinden gözlemlemek mümkündür. 20. yüzyılın süper gücü olan ABD, yalnızca ekonomik değil, kültürel, askerî ve politik olarak da birçok devleti kendisine bağımlı hale getirmiştir. Ancak bu yapay bağlılık ilişkileri, ABD’nin zayıflamasıyla birlikte o devletleri de krizlere ve hatta yıkıma sürüklemektedir.

1. İmparatorlukların Çöküş Dinamiği ve ABD

ABD’nin kuruluş ideali özgürlük, demokrasi ve bireysel haklar üzerine inşa edilmiş gibi görünse de, 2. Dünya Savaşı sonrasında adım adım bir dünya imparatorluğu halini almıştır. NATO’nun kurulması, Bretton Woods sistemi, IMF ve Dünya Bankası gibi yapılarla dünya düzeninin ekonomik ve askerî lideri haline gelen ABD, aslında çok kutuplu bir dünyayı tek kutuplu hale getirmek için sistematik bir strateji izlemiştir.

Ancak her imparatorluk gibi bu yapının da sürdürülemez zayıflıkları vardı: Sürekli savaş ekonomisi, borçla ayakta duran mali sistem, yozlaşmış siyaset ve toplumsal çözülme.

2. Bağımlı Devletlerin Kırılganlığı

ABD’nin gücünü artırmak için kullandığı en önemli araçlardan biri, “bağlı devletler” sistemidir. Bu ülkeler, ABD’nin askerî şemsiyesi altına girmiş, ekonomilerini Amerikan doları üzerinden şekillendirmiş ve iç siyasetlerinde Washington’a danışmadan adım atamaz hale gelmiştir.

Örnekler:

Latin Amerika: Şili, Venezuela, Kolombiya gibi ülkelerde ABD destekli darbeler ve hükümetler, kısa vadeli istikrar sağlarken uzun vadede toplumsal ayrışmaları ve krizleri derinleştirmiştir.

Ortadoğu: Körfez ülkeleri, İsrail ve bazı Arap rejimleri ABD’ye askerî ve ekonomik olarak bağımlı hale geldikçe, halktan kopmuş otoriteryan yönetimlerle karşı karşıya kalmışlardır.

Avrupa: Almanya, Fransa gibi ülkeler bile dış politikada bağımsız karar alamaz hale gelirken, Rusya-Ukrayna Savaşı sonrası ortaya çıkan enerji krizi ve ekonomik yıkım, Atlantik bloğunun kırılganlığını ortaya koymuştur.

3. ABD’nin Zayıflama Belirtileri

Borç Ekonomisi: ABD’nin ulusal borcu 34 trilyon doları aşmıştır. Bu, sürdürülebilir olmayan bir yapıdır ve her yeni kriz daha fazla para basımı ve enflasyon demektir.

Askerî Aşınma: Afganistan’dan çekiliş, Ukrayna Savaşı’na dolaylı müdahale ve Çin karşısında Pasifik’te zorlanan bir yapı, artık “dünyanın jandarması” olma iddiasının geçersiz kaldığını gösteriyor.

Toplumsal Çöküş: ABD’de gelir adaletsizliği, ırk ayrımı, değer erozyonu ve kimlik bunalımı gibi derin sosyolojik sorunlar artık sistemin tabanını sarsmaktadır.

4. Peşinden Sürüklediği Yıkım

ABD’nin çöküşü sadece kendi iç sorunlarıyla sınırlı değildir. Küresel ölçekte;

Doların rezerv para olarak zayıflaması, ona bağımlı ülkelerde ekonomik krizlerin tetikleyicisidir.

ABD destekli rejimlerin meşruiyet kaybı, halk isyanlarını ve iç savaşları doğurabilir.

Kültürel emperyalizmin çözülmesi, değer boşluğu ve kaos ortamı yaratabilir.

5. Yeni Dönem: Çok Kutupluluk ve Direniş Ekseni

ABD’nin tek kutuplu dünya düzenine karşı son 20 yıldır yükselen bir alternatif var: Çin, Rusya, Hindistan gibi ülkelerin başını çektiği çok kutuplu dünya anlayışı. BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi yapılar artık yalnızca ekonomik değil, ideolojik ve askerî alternatifler sunmakta.

Bağımlı devletler için bu dönem bir “yeni istiklal savaşı” anlamına gelmektedir. Ya ABD ile birlikte çöküşü yaşamak ya da kendi yerli ve milli politikalarını inşa ederek bağımsız bir geleceğe yürümek.

Sonuç

ABD, bir imparatorluk olarak çöküş sürecine girmiştir. Bu süreci tarihî olarak kaçınılmaz kılan nedenler kadar, güncel gelişmeler de desteklemektedir. Ancak bu çöküş, sadece Amerika’ya değil; ona bağlı, ondan beslenen ama ona bağımlı hale gelen devletlere de zarar vermektedir. Bu sebeple, özellikle İslam coğrafyasındaki devletler ve halklar için bu süreç bir fırsat olabilir: Kendi öz kaynaklarına dönmek, bağımsız stratejiler üretmek ve tarihî kimliğini yeniden inşa etmek. Aksi takdirde, yıkılan devin enkazı altında kalmak kaçınılmaz olacaktır.

Loading

No ResponsesNisan 8th, 2025

DÖRT HAK MEZHEBİN ORTAK HAKİKATİ VE FARKLI YORUMLARI: TEFRİKADA DEĞİL, TEFEKKÜRDE ZENGİNLİK

DÖRT HAK MEZHEBİN ORTAK HAKİKATİ VE FARKLI YORUMLARI: TEFRİKADA DEĞİL, TEFEKKÜRDE ZENGİNLİK

İslam ümmetinin en temel bağlarından biri, sahih bir ibadet, istikametli bir amel ve mutedil bir anlayışa dayanan fıkıh mirasıdır. Bu mirasın zirvesinde, Ehl-i Sünnet’in dört büyük fıkıh mezhebi yer alır: Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri. Her biri, Kur’an ve Sünnet’i esas alarak, ilim, ictihad ve hikmetle hüküm çıkarmış; ümmete hem dinî hayatı düzenleyecek bir sistem hem de birliğe hizmet edecek bir zemin sunmuştur.

Peki bu mezhepler nelerde ittifak eder, hangi konularda farklılaşırlar? Bu farklılık bir ayrılık mıdır, yoksa rahmet midir? Gelin, bu suallerin cevabını birlikte arayalım.

İTTİFAK ETTİKLERİ TEMEL ESASLAR: DÖRT YOLDAN BİR HAKİKAT

Dört mezhep, temel itikadî ve ibadî esaslarda tam bir ittifak içindedir:

1. İtikatta Ehl-i Sünnet çizgisi

Hepsi, inanç esaslarında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çizgisindedir. Tevhid, nübüvvet, âhiret, meleklere iman gibi konularda hiçbir farklılık yoktur.

2. Kur’an ve Sünnet’e bağlılık

Hüküm çıkarma kaynağı olarak Kur’an ve Sünnet’i esas alırlar. Mezheplerin farkı, delili inkârda değil, delilin yorumunda ortaya çıkar.

3. Namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin farzlığı

Bütün mezhepler, İslam’ın beş şartını aynen kabul eder ve tatbik eder. Sadece uygulama detaylarında farklılıklar vardır.

4. Helal-haram ölçüleri

İçki, faiz, zina, gıybet, hırsızlık gibi haramlar mezhepler arasında aynıdır. Farz ve haramlar konusunda ortak bir vicdan oluşmuştur.

5. İctihad ve usûl geleneği

Hepsi, içtihat kapısını kullanarak yeni meselelerde çözüm üretmeyi meşru görür. Ancak her biri bunu kendi usûl anlayışıyla yapar.

FARKLILAŞTIKLARI HUSUSLAR: İLMÎ ÇEŞİTLİLİKTE RAHMET

Mezheplerin ihtilafı, dinin kendisinde değil, yorumundadır. Bu da İslam’ın zenginliğini gösterir. İşte bazı temel farklılık başlıkları:

1. Kıyas ve re’yin kullanımı

Hanefî: Kıyas ve istihsan gibi akli delillere daha çok başvurur. “Maslahat” temelli yaklaşımları güçlüdür.

Mâlikî: Medine halkının amelini delil kabul eder; örf ve maslahat önemli bir yer tutar.

Şâfiî: Kıyas kullanır ama re’ye karşı temkinlidir. Hadisle amel önceliklidir.

Hanbelî: Hadis merkezlidir, kıyası çok sınırlı kullanır. Sahabe görüşlerine büyük önem verir.

> Hikmetli bir not: Bu farklılık, hükümlerde değil, delillerin sıralamasındadır. Kimisi suya önce elini sokar, kimisi ayağını; ama hepsi aynı kaynaktan abdest alır.

2. Hadislerin değerlendirilmesi

Hanefî: Hadisin senedinden ziyade amel edilirliğine ve kıyasla çelişip çelişmediğine bakar.

Şâfiî: Hadis varsa kıyas ve re’y geçersizdir anlayışındadır.

Hanbelî: Zayıf hadis, kıyasa tercih edilir. Rivayet güçlüdür.

Mâlikî: Sahih hadis, Medine uygulamasıyla desteklenirse makbuldür.

> İlmi bir yaklaşım: Hadise bakış farklılığı, fıkhî ihtilafların çoğunun temelidir. Fakat bu da sünnetin ne kadar kıymetli olduğunu gösterir.

3. İbadetlerdeki ayrıntılar

Namazda ellerin bağlanışı, imamın Fatiha okuyup okumaması, orucu bozan şeyler, abdestin bozulması gibi konularda bazı farklılıklar vardır.

Bu farklılıklar şekilsel olup, ibadetin özüne zarar vermez.

> İbretli bir gerçek: Namazın ruhu huşûdur; elleri bağlama şekli, mezheplerin ruhunun zenginliğidir.

4. Kadın, miras, evlilik gibi muamelat konuları

Mâlikîlikte mesela kadının evlilikte bazı sözleşmelerde daha çok hakkı olabilir.

Hanefîlik, kadına mehir ve nafaka konusunda geniş koruma sunar.

Şâfiî ve Hanbelî ise naslara daha bağlı bir denge gözetir.

> Toplumsal bir yansıma: Mezhepler, aynı zamanda farklı coğrafyaların sosyal ihtiyaçlarına da cevap vermiştir.

FARKLILIKTA AYRILIK DEĞİL, ZENGİNLİK VARDIR

Mezhep farklılıklarını kavga sebebi değil, ilim ve rahmet vesilesi olarak görmek gerekir. Nitekim:

> İmam Şâfiî der ki: “Görüşüm doğrudur ama yanılma ihtimali vardır; başkasınınki yanlış gibi görünür ama doğru olma ihtimali vardır.”

Bu nezaket, bu basiret, bu edep; bize mezhep büyüklerinin kalplerinde ne kadar ilim ve hikmet taşıdığını gösterir.

SONUÇ: BİRLİĞİNİ KORUYAN ÇEŞİTLİLİK, ÜMMETE BEREKET GETİRİR

Dört hak mezhep, bir bedenin dört uzvu gibidir. Biri eksik kalsa, ümmetin direnci kırılır. Bu mezheplerin tamamı, Resûlullah’tan gelen nurlu yolu kendi bakışlarıyla aydınlatmışlardır. Bugün ümmetin ihtiyacı, bu mezheplerin hikmetini yaşamak ve her birini İslam’ın rahmet dili olarak görmektir.

“İhtilaf-ı ümmet rahmettir” hadisi, bu farklılıkların ayrışma değil tamamlanma olduğunu göstermektedir.

“Dört mezhep, dört farklı pencere… Ama hepsi aynı güneşe bakar.”

 

 

Loading

No ResponsesNisan 8th, 2025

KABİRDEN KALKIŞ

KABİRDEN KALKIŞ

Kamer Suresi 7-8. ayetler, kıyamet gününün dehşetli sahnelerinden birini tasvir eder. Bu tasvir sadece bir manzara anlatımı değildir; aynı zamanda derin hikmetler, uyarılar ve insan psikolojisine dair sırlar taşır.

Kamer Suresi 7-8:

7. “Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi, bakışları perişan bir halde dâvetçiye doğru koşarlar.”
8. “Kâfirler: ‘Bu, çok çetin bir gündür!’ derler.”

Hikmetli Yorum ve Tasvirin Derinliği

Bu ayetlerde kıyamet sahnesi, birkaç yönüyle çok çarpıcı anlatılmıştır:

1. Çekirge Sürüsü Benzetmesi:

“Etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi…”
Bu benzetme, yoğunluk, düzensizlik, dehşet ve panik içinde hareket etme hâlini anlatır. Çekirgeler, toplu hâlde bir yerden fırlar, yönsüzce ama aceleyle dağılırlar.
Bu da kıyamet gününde, kabirlerinden fırlayan insanların ruh halini gösterir:

Korku,
Panik,
Nereye gideceğini bilememe,
Fakat çaresizce çağırana yönelme zorunluluğu…

Aynı zamanda çekirgeler tarım ürünlerini yok eden istilacı bir topluluk gibi görülürken burada da insanlık, Allah’ın huzuruna çıkmak zorunda bırakılmış bir mahkûm topluluğu gibidir.

2. “Bakışları perişan, utançtan yere bakar hâlde…”

Korku, dehşet, mahcubiyet ve inkârın boşluğuyla karşılaşmak…

Hayatta Allah’a karşı gelen kimselerin, artık kaçacak hiçbir yerinin kalmadığı, mahkemeye zorla götürülen bir suçlu gibi oldukları andır.

Gözler perişandır çünkü artık gerçekle yüzleşme anı gelmiştir. Gözler yere bakar çünkü mahcubiyet zirvededir.

3. “Davete uyarlar” — Zoraki bir yöneliş:

Burada geçen “dâvetçi”, büyük çoğunlukla İsrâfil aleyhisselâmın ikinci sûru veya Allah’ın gönderdiği bir melekî çağrıdır.
Bu çağrıya itiraz, erteleme, geri dönüş yoktur. Herkes çağırılan yere koşmak zorundadır.

4. “Bu çok çetin bir gündür!” (Kâfirlerin itirafı):

Dünyada inkâr eden, Allah’a isyan eden insanlar, o gün artık inkâr edemezler.
Daha önce “Kıyamet mi? Gelirse görelim!” diyenler, şimdi “Bu gerçekten dehşet bir günmüş!” derler.
Bu, hem pişmanlığın, hem de gecikmiş bir kabulün ifadesidir — ama artık faydasızdır.

Benzer Ayetlerle Mukayeseli Hikmet

Bu kıyamet tasviri Kur’an’da başka yerlerde de farklı imgelerle desteklenmiştir:

1. Yasin Suresi 51:

> “Sûra üfürülür; bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşuyorlar.”

Burada da aynı zoraki yöneliş vardır. İnsanlar bir anda fırlatılmış gibi kalkar ve Rablerine yönelirler. Fakat bu koşuş, özgür iradeyle değil, kudretin mecburi çağrısıyladır.

2. Kıyamet Suresi 7:

> “O gün insan, ‘Kaçış nereye?’ der.”
“Hayır, sığınacak hiçbir yer yoktur!”

Bu da gösteriyor ki insan fıtratı kaçmak ister, ama artık kaçacak bir yer kalmamıştır. Oysa dünya hayatında kendisine defalarca “dön!” çağrısı yapılmıştı.

3. Nebe’ Suresi 40:

> “Biz sizi yaklaştığını haber verdiğimiz o gün hakkında uyardık. İnsan, ellerinin öne sürdüklerine bakacak ve kâfir: ‘Keşke toprak olsaydım!’ diyecek.”

Bu ayet, Kamer 8. ayetle birebir paraleldir: Kâfirler, bu günün ne kadar zor, azap yüklü ve geri dönüşsüz olduğunu bizzat ikrar ederler.

Sonuç ve Hikmet Dersi:

Kıyamet, inkârcılar için mutlak adaletin ve hakikatin ortaya çıktığı gündür.

Bu ayetler bize dünyada iken uyanmayı, ölmeden evvel dirilmeyi, hesap gelmeden nefsi hesaba çekmeyi öğütler.

“Çekirge sürüsü” gibi dağılmış bir kalabalık içinde olmak istemeyen, bu dünya hayatında Allah’a yönelmelidir.

Zorla değil, şuurla bir yöneliş bizi kurtarır.

Aksi takdirde o gün, gözler düşer, kalpler kararır ve ağızdan şu itiraf dökülür:

> “Bu, çok çetin bir günmüş…”

 

 

Loading

No ResponsesNisan 8th, 2025

BİZİM TARLAYI SÜRMÜŞLER .

BİZİM TARLAYI SÜRMÜŞLER .

Gizli işgal. Ayrık otları. Kripto yabancılar. Derin ve derindeki devlet.

Bir milletin ruhuna dokunmuş, toprağını işlemiş ama kendi tohumu değil, başkasının tohumu ekilmiş… Burası gizli bir işgalin, fikrî bir sömürünün, kimliksizleştirmenin hikâyesi…

BİZİM TARLAYI SÜRMÜŞLER

Gizli İşgalin Hikayesi: Kimliğimizin Altındaki Ayrık Otları

Toprak bizim. Evet, bu vatan bizim. Ama bir gün fark ettik ki bizim tarlayı başkaları sürmüş. Biz uyurken ya da dünyaya dalmışken, birileri gizlice girmiş bu topraklara.
Önce tohumları değiştirmişler.
Sonra su yollarını…
Derken, ekilen ürün artık bize benzememeye başlamış.
Dilimiz, düşüncemiz, kıblemiz, yönümüz…
Fark etmeden başkasının tarlasını savunur olmuşuz.

GİZLİ İŞGAL: Silahsız Fethin Derin Yüzü

Bu bir top mermisiyle olmadı.
Tankla, tüfekle, işgalle değil…
Kalemle,
Medyayla,
Eğitimle,
Kültürle,
Alışkanlıklarla,
Eğlenceyle,
Ekonomik bağımlılıkla…
Yani “görünmeyen zincirlerle” yapıldı.

Dışarıdan gelen işgalciye “düşman” dersin, ama içerideki kriptoya “arkadaş” zannedersin.”
İşte bu yüzden “kripto yabancılar” en tehlikelisidir. Çünkü seni senden daha iyi tanır.
Senin zaafını, geçmişini, geleceğini bilir.
Ve seni seninle vurmaya çalışır.
Bu, tarlanın içine sokulmuş ayrık otları gibidir.
Rengi yeşildir ama suyu çeker.
Kökü yerli görünür ama tohumu haricidir.

AYRIK OTU: Masum Görünüp Zehir Saçan

Kimliksiz bir gençlik…
Kökünden bihaber bir toplum…
Geçmişine düşman, geleceğine yabancı…
İşte bu, ayrık otunun tarlayı istila etmesidir.
Ve bu otlar, öyle bir yerleşir ki,
“Temizleyelim!” desen,
Tarlayı da söker hale gelirsin.

O yüzden “gizli işgal” bazen düşmandan daha yıkıcıdır.
Çünkü seni savaşmadan teslim alır.
Mabetleri boşaltır, kalpleri boşaltır, düşünceyi işgal eder.

DERİN VE DERİNDEKİ DEVLET: Hangisi Gerçek Sahibimiz?

Devlet dediğin, halkın hizmetkârıdır.
Ama eğer o da işgale göz yumuyorsa, ya gafildir, ya işbirlikçidir.
“Derin devlet” sadece dosyaların ardında değil,
milletin ruhuna karşı yapılan operasyonlarda gizlidir.
Ama daha derini var: Derindeki devlet…
Yani kalpleri yöneten, fikirleri şekillendiren, değerleri değiştiren görünmeyen egemenler.

Bugün bir ekran, bir reklam, bir dizi senin evine girip çocuklarının düşüncesini belirleyebiliyorsa,
gerçek egemenliği yeniden düşünmek zorundasın.

BİR ÇIKIŞ VAR MI?

Evet. Tarlanın hâlâ toprağı bereketlidir.
Ama önce ayıklamak gerekir.
Ayrık otlarını tanımak ve temizlemek…
Fikrî işgale karşı dirilmek…
Önce kendi kimliğine dönmek…
Sonra zihinleri özgürleştirmek…
Ve nihayetinde tekrar kendi tohumumuzu, kendi değerlerimizi ekmek.

Çünkü biz sadece tarlamızı değil, geleceğimizi de kurtarmak zorundayız.

Loading

No ResponsesNisan 8th, 2025

1960 YILINDAN İTİBAREN YAPILAN DARBELER: KİM TARAFINDAN,KİMLERCE DESTEKLENEREK, NİÇİN VE NASIL YAPILMIŞTIR

1960 YILINDAN İTİBAREN YAPILAN DARBELER: KİM TARAFINDAN,KİMLERCE DESTEKLENEREK, NİÇİN VE NASIL YAPILMIŞTIR

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti tarihi, halkın iradesinin defalarca kesintiye uğratıldığı, demokrasi dışı müdahalelere sahne olmuş bir tarih olarak hafızalara kazınmıştır. 1960’tan itibaren yaşanan darbeler, sadece siyasi bir tasfiye hareketi değil, aynı zamanda milletin değerleriyle, inancıyla, yönelişiyle çatışan bir zihniyetin ürünü olmuştur. Bu darbeler, genellikle “demokrasiyi kurtarmak”, “laikliği korumak” gibi söylemlerle meşrulaştırılmış, arka planında ise derin yapıların, dış desteklerin ve ideolojik kamplaşmaların izleri olmuştur.

1960 Darbesi – Demokrat Parti’ye “Ceza”

Tarih: 27 Mayıs 1960
Hedef: Başbakan Adnan Menderes ve Demokrat Parti iktidarı
Kim Tarafından: Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki cunta (Milli Birlik Komitesi)
Destekleyenler: Bazı yüksek yargı mensupları, üniversite çevreleri, CHP’nin etkili kadroları, ordu içindeki bazı NATO etkili unsurlar

Demokrat Parti’nin halkla kurduğu güçlü bağ, özellikle dini özgürlükleri genişleten politikaları ve ekonomik kalkınma hamleleri, “vesayetçi” çevreleri rahatsız etti. Menderes’in ezanı yeniden Arapça okutması, İmam Hatiplerin açılması, halkın değerlerine yönelmesi darbeye giden süreci hızlandırdı.

ABD’nin ve NATO’nun, Soğuk Savaş ortamında Türkiye üzerindeki nüfuzu da göz ardı edilemez. Darbeden sonra kurulan darbe mahkemelerinde Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idam edildi. Milletin oylarıyla başa gelen bir hükümet, silah zoruyla indirildi ve bu, sonraki darbeler için bir emsal oldu.

1971 Muhtırası – “Posta ile Demokrasi Düzeltme”

Tarih: 12 Mart 1971
Hedef: Süleyman Demirel hükümeti
Kim Tarafından: Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanları
Destekleyenler: Bürokrasi, sol tandanslı aydın çevreler, bazı dış istihbarat unsurları

Bu müdahale doğrudan bir askeri darbe değil, bir “muhtıra” şeklindeydi. Ordu, Hükümete bir mektup göndererek istifasını istedi. Gerekçe olarak “anarşi”, “sağ-sol çatışması” ve “laikliğe tehdit” gösterildi. Oysa perde arkasında toplumu şekillendirme çabası ve halkın seçtiği hükümeti kontrol altına alma arzusu vardı.

1980 Darbesi – Kanlı Planın Soğukkanlı Sahnesi

Tarih: 12 Eylül 1980
Hedef: Tüm siyasi partiler ve sivil alan
Kim Tarafından: Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve askeri komuta kademesi
Destekleyenler: ABD (CIA – Paul Henze: “Bizim çocuklar başardı”), NATO, Türkiye içindeki vesayet yapısı

1980 öncesi oluşturulan kaotik ortamda her gün onlarca genç sokaklarda öldürülüyor, sağ ve sol çatıştırılıyordu. Aslında bu çatışmaların bir kısmı kurgulanmıştı. Darbe geldiğinde bu çatışmalar bir anda bıçak gibi kesildi. Anayasa askıya alındı, siyasi liderler tutuklandı, işkenceler başladı.

Yeni anayasa ile halkın üzerine adeta bir zırh örüldü. Düşünen, sorgulayan, inancına sarılan her kesim baskılandı. Kenan Evren’in din eğitimine mesafeli yaklaşımı ve dindar kesimi kontrol altına alma çabaları ibretliktir.

28 Şubat 1997 – “Postmodern Darbe”

Tarih: 28 Şubat 1997
Hedef: Refah-Yol Hükümeti ve Necmettin Erbakan
Kim Tarafından: MGK (Milli Güvenlik Kurulu) bürokrasisi
Destekleyenler: Medya, bazı üniversiteler, yargı ve sermaye çevreleri

Bu müdahale tanklarla değil, medya manşetleriyle, fişleme listeleriyle ve psikolojik operasyonlarla yapıldı. “İrtica geliyor” diyerek halkın inanç değerleri suçlandı. Başörtüsü yasaklandı, İmam Hatiplerin orta kısımları kapatıldı, binlerce kamu çalışanı işten atıldı.

Bu sürecin arkasında Batı destekli modernleşme projesinin “İslamla barışık olamayacağı”na inanan bir zihniyet vardı. Darbeci paşaların bazıları yıllar sonra yargılandı ama milletin ruhunda açtıkları yara hâlâ tazedir.

15 Temmuz 2016 – Kanlı ve Hain Bir Girişim

Tarih: 15 Temmuz 2016
Hedef: Cumhurbaşkanı Erdoğan ve halk iradesi
Kim Tarafından: FETÖ (Fethullahçı Terör Örgütü) yapılanması
Destekleyenler: Yurtdışındaki istihbarat güçleri, bazı medya organları, içerideki vesayet odakları

Bu darbe girişimi, sadece bir hükümeti değil, milletin topyekûn iradesini hedef aldı. TBMM bombalandı, halkın üzerine tanklar sürüldü. Ancak bu kez millet sokağa indi, şehit oldu ama boyun eğmedi. “Bu millet, artık darbelerden bıktı” diyerek darbeyi bertaraf etti.

Bu girişim, darbelerin artık sadece “askeri” değil, aynı zamanda istihbarat ve medya manipülasyonu eliyle yapılabildiğini gösterdi.

Sonuç: Darbeler, Halkın Değerlerine Karşı Bir Savaşın Adıdır

Türkiye’de darbeler, sadece iktidar değişikliği değil, değerlerin tasfiyesi hareketidir. Her darbenin ardında halkın dinine, örfüne, inancına karşı bir cepheleşme vardır. “İrtica geliyor” bahanesiyle yapılan bu müdahaleler, aslında halkın İslam’la barışık yaşama çabasına karşı birer savaş ilanıdır.

Bugün gelinen noktada, darbelerle hesaplaşmak sadece bir siyasi görev değil, aynı zamanda tarihî ve ahlakî bir sorumluluktur.

İbret almak, tekrarına engel olmak içindir.

BAK:

https://tesbitler.com/index.php?s=DARBE

 

 

Loading

No ResponsesNisan 8th, 2025