HARAM YOLLA AVRET YERİNİN AÇILMASIYLA BASLAYAN DÜNYAYA GELİŞ, YİNE AYNI YOLLA GİDİŞ VE KAPANIŞA SEBEP OLACAKTIR.
Haram Yolun Başladığı Yer: Avretin Açılmasıyla Gelen Düşüş
“Bunun üzerine onlar (Adem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Adem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.” (Tâhâ, 121)
İnsanoğlunun yeryüzü serüveni, bir hatanın neticesi olarak başladı. Bu hata, sadece bir meyvenin yenmesi değildi; o meyve, hak ile batıl arasındaki çizgide verilen ilk imtihandı. Şeytanın vesvesesiyle yaklaşılması yasaklanmış ağaca uzanan el, sadece bir itaatsizlik değil, aynı zamanda mahremiyetin zedelenmesine giden bir kapının da anahtarıydı.
Adem ve Havva’nın cennetteki ilk fark ettikleri şey, avret yerlerinin açılmasıydı. Bu tesadüf değil, derin bir hikmetin işaretidir. Zira ilk günahın bedeli, haya perdesinin yırtılması olmuştur. O günden bu yana insanlık, her büyük düşüşünü yine aynı yerden; hayasızlıktan, çıplaklıktan ve fıtrata ters teşhirden yaşamıştır.
Haya Bir Kaledir
Haya, insanın iç dünyasındaki en güçlü koruyucudur. Onun sarsılması, manevî zırhın delinmesidir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Haya imandandır.” (Buhârî, Îmân, 16)
Bu demektir ki, haya perdesi yırtıldığında sadece beden açılmaz, kalp de savunmasız kalır. Bu sebeple şeytan, ilk zaferini avretin açılması üzerinden kazanmıştır. Modern çağda da bu taktik değişmemiştir: Açıklık özgürlük adı altında sunulur, ama aslında insanı esaretin en çirkini olan nefsin esaretine mahkûm eder.
Başlangıç Nasılsa, Sonuç da Öyle Olur
Tarihin seyrine bakıldığında; helâk olan kavimlerin çoğunun ahlâksızlıkla, fuhuşla, hayasızlıkla yıkıma gittiği görülür. Lût kavmi buna en çarpıcı örnektir. Onlar, hayasızlıkta sınır tanımadıkça, gökten inen taşlar da onları affetmedi. Çünkü toplumların düşüşü, çoğu zaman mahremiyetin ayaklar altına alınmasıyla başlar.
Aynı döngü günümüzde de yaşanmakta: Sosyal medyada bedenin teşhiri, dizilerde ahlâksızlığın romantize edilmesi, giyimdeki sınırların silinmesi… Hepsi, şeytanın aynı tuzağının modern kılıflı versiyonlarıdır.
Kapanış da Aynı Yerden Olacak
Adem ile başlayan yeryüzü yolculuğu, yine onun açtığı kapıdan son bulacak: Avretin ifşası ve hayasızlığın zirve yapması, ahir zamanın alametlerinden biridir. Hadislerde bildirildiği üzere:
“Kadınlar olacak ki, giyinmiş ama çıplak gibidirler. Başları deve hörgücü gibi olacak. Onlar cennete giremezler, kokusunu dahi alamazlar.” (Müslim, Cennet, 53)
Bu uyarı, sadece kadınlara değil, tüm insanlığa yöneliktir. Giyim-kuşam, insanın iç dünyasını ve iman seviyesini yansıtan bir aynadır. Kıyametin yaklaştığına dair işaretlerden biri de, haya duygusunun toplumdan silinmesidir.
Sonuç: Aslına Dön Ey İnsan
Cennette örtülme ihtiyacı hisseden ilk insan, bizlere şunu öğretmiştir: Asıl mahremiyet, insanın Allah’a karşı haya duymasıdır. O haya kaybolduğunda, sadece elbise değil, ruh da soyunur.
Bugün bize düşen, başlarken kaybettiğimiz o haya elbisesini yeniden kuşanmaktır. Zira ancak o zaman, şeytanın döngüsünü kırabilir ve Rabbimize layık bir kul olma yolunda adım atabiliriz.
Dünya tarihi boyunca hak ile batıl, adalet ile zulüm, iman ile küfür daima karşı karşıya gelmiş, bu iki cephe hiçbir zaman barış içerisinde olmamıştır. Zira hak ve batıl, yaratılış itibariyle birbirine zıttır.
Hazret-i Musa (aleyhisselam) bir gün yolda yürürken bir köpek aniden havlayarak üstüne gelir. Musa Aleyhisselam, peygamberliğinin vakar ve heybetiyle ona çıkışır: “–Ey zalim köpek! Sen beni tanımıyor musun?” Köpek ise şu ibretli cevabı verir: “–Elbette tanıyorum. Senin Musa olduğunu da biliyorum. Sana saldırmak gibi bir niyetim yok. Fakat ben sahibim tarafından bu işi yapmazsam ekmekten kesilirim. Havlamazsam aç kalırım…”
Bu kıssa, zahirde basit ama derin manalar taşıyan bir hakikat perdesini aralar: Saldıran sadece köpek değil, köpeği salan da vardır. Tıpkı tarihte Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin olduğu gibi, bugün de mazluma saldıran, hakka havlayan nice “köpekler” vardır. Fakat asıl soru şudur: Kim, niçin havlıyor? Ve asıl zalim kimdir?
Birilerinin Taşıdığı Zincirler
Günümüz dünyasında da birçok insan, hakkı haykıranlara, adaleti savunanlara, mazluma sahip çıkanlara saldırıyor, iftiralar atıyor, dillerini sivri bir hançer gibi kullanıyor. Neden? Çünkü onların da bir “sahibi” var. Birileri onlara makam, para, şöhret ya da alkış veriyor. Ve bu menfaat zinciri kırılmasın diye havlamaları gerekiyor. Vicdanları susmuş, dilleri sahibinin sesi olmuş.
Ve çoğu zaman, bu köpekler öne çıkarken, asıl sahipler gölgede kalıyor. Oysa köpeğin havlaması, sahibin hırsını yansıtır. Kimin nereye saldırdığı değil, kimin niçin salındığı sorgulanmalıdır.
Hakkı Konuşan Düşman, Batılı Öven Kahraman
Hakkı konuşan insanlar, özellikle İslam dünyasında, çoğu zaman toplumda dışlanmış, hor görülmüş, “aşırı” ya da “radikal” diye etiketlenmiştir. Fakat batılın sözcüsü olanlar, sahte barış elçileri, zulmü örtmeye çalışanlar ise makbul kabul edilmiştir. Oysa Kur’an buyurur: “Muhakkak ki Allah’ın indirdiği (ve içinde Muhammed’in sıfatları bulunan) Kitab’ı gizleyip de onu (karşılığında ne alsalar) az (düşecek) bir fiyata satanlar yok mu; işte onlar, karınları dolusu ateşten başka bir şey yemiyorlar! Allah da kıyâmet günü onlarla ne konuşur, ne de onları (günahlardan) temizler! Ve onlar için (pek) elemli bir azab vardır.” (Bakara, 174)
Menfaatin Havlattığı Vicdanlar
Bugün birçok insan, sırf ekmeği elinden alınmasın diye susmakta; hatta daha da kötüsü, zalimin borazanlığını yapmaktadır. Bu kıssa bize hatırlatır ki: Menfaat için konuşan bir dilden adalet çıkmaz. Sahibinin hoşnutluğu için havlayan bir ağızdan hakikat duyulmaz.
Sonuç: Kime Kul Olduğunu Unutma
Hazret-i Musa’nın köpeğe verdiği cevap elbette bir azarlamaydı. Ama köpeğin cevabı, Musa’nın bile susmasına sebep olmuştu. Çünkü hakikati ifade etmişti. Demek ki, köpeği susturmak için bağırmak yetmez. Onu salanı tanımak gerekir. Zulme karşı durmak istiyorsan, önce sahibinin kim olduğunu bilmelisin.
YÜZ YILLIK REJİMİN BİTİRDİKLERİ, YİTİRDİKLERİ VE KİŞİSİZLEŞTİRDİKLERİ
Dehşetli Bir Dönemin İçinden Geçerken…
Bir asır önceydi… Toprak parçalanmış, hilafet susturulmuş, milletin sesi kısılmıştı. Yeni bir rejim geldi; sözde “ilerleme” adına… Ama geride çok şey bıraktı, çok şeyi kaybettirdi, çok kimliği yok etti.
Bugün baktığımızda görüyoruz: Büyük bir bencilleşme, derin bir kişisizleşme, korkunç bir manasızlaşma çağına geldik. Peki ne oldu bize? Neleri bitirdik, neleri yitirdik?
BİR: BİTİRİLENLER – KÖKLERİNDEN KOPARILAN BİR MİLLET
Bu rejim; sadece rejim değildi. Bir kültür darbesi, bir kimlik dönüşümü, bir medeniyet kopuşuydu.
Ezan susturuldu, Kur’an yasaklandı, Arapça harf “tarihten silinmek” istendi.
Bin yıllık medeniyet mirası çöplüğe atıldı.
Alimler ya asıldı, ya sürgüne gönderildi, ya susturuldu.
Bu milletin vicdanı kırıldı, hafızası silindi, medeniyeti gömüldü. Ve yerine, Batı’nın elbisesi giydirildi. Ruhu aç, bedeni şık bir toplum… Sloganla doyan, ilansız susan, ama içten içe boşalan bir toplum…
İKİ: YİTİRİLENLER – MANALARIN VE DEĞERLERİN SESSİZ CENAZESİ
Bir asırdır; ahlak kayboldu, aile yıkıldı, mahremiyet eridi. Hayatın içindeki ilahi anlam unutuldu.
Namus “eski moda”,
İffet “baskı unsuru”,
Hayâ “geri kalmışlık” oldu.
Mabed anlamını kaybetti. Mezarlık korku yeri oldu. Ölümden söz etmek, “moral bozucu” sayıldı. Oysa ecdat, mezar taşında bile dua okutuyordu.
Bugün gençlik idealsiz, toplum temsilsiz, hayat gayesiz. Ve belki en acısı; inancın bile paraya alet edildiği bir dönemdeyiz.
Yüz yıl boyunca “tek tip” insan istendi. Düşünmeyen, sorgulamayan, sevmeyen, bağ kurmayan… Yani bir robot kadar programlı, bir hayvan kadar serbest… Ama bir insan kadar yalnız.
Köyde cemaat vardı, şehirde kalabalık oldu. Sohbet vardı, şimdi yalnızlık var. Selam vardı, şimdi “görmemek” var. Toplum, bireycilik uğruna parçalandı. Her birey “özgür” ama kimse maalesef yalnız kendine özel bir niteliği olan, kopya olmayan, orijinal, taklit olmayan değil artık.
SONUÇ: BİR NESLİ DEĞİL, BİR MEDENİYETİ YİTİRDİK
Yüz yıl boyunca;
Hem aklımızı batının bilgisine,
Hem kalbimizi modernizmin bitişine ve tukenişine,
Hem geleceğimizi ideolojilere kurban verdik.
Ve şimdi, geçmişi olmayan bir millet gibi köksüz, Değeri olmayan bir toplum gibi sessiz, Kimliği olmayan bir nesil gibi kişisiz yaşıyoruz.
KISSADAN HİSSE: DİRİLİŞ, YENİDEN İNŞAYLA BAŞLAR
Yıkım büyükse, inşa daha büyük olmalı. Önce kimlik, sonra kişilik, sonra aidiyet… Bu topraklar tekrar yeşerecekse; Kur’an’la, imanla, tefekkürle ve tevazu ile yeşerecek.
Yüz yıl, bir son değil. Belki de bir uyanışın eşiği. Ama önce biz uyanmalıyız. Sadece rejimi değil; İçimizdeki ölü ruhları, Korkak bakışları, Satılmış fikirleri de değiştirmeliyiz.
Bir Milletin Sessiz Erozyonu ve İnsanın Yavaş Yavaş Yitirdiği Hakikati
Kimlik… İnsanı insan yapan ilk halka. Kime ait olduğunu, neye inandığını, ne uğruna yaşadığını söyleyen iç mühür.
Kimlik silikleşirse, Kişilik savrulur. Aidiyet yok olursa, İnsan, rüzgârın önündeki yaprak olur… Kökü olmayan her fidan, fırtınada devrilmeye mahkûmdur.
KİMLİK: BİR MİLLETİN YÜZÜ, BİR BİREYİN MANASI
Kimlik; sadece nüfus kâğıdındaki bilgiler değildir. O; bir değerler bütünüdür.
İnandığın din,
Sahip çıktığın tarih,
Mensubu olduğun medeniyet,
Konuştuğun dil,
Taşıdığın ahlak…
Bir milletin kimliği; onun geçmişiyle bağını, gelecekle istikametini kurar. Kimliğini kaybeden bir millet, yalnız geçmişini değil, istikbalini de yitirir.
KİŞİLİK: KİMLİĞİN RUHTA TEZAHÜRÜ
Kimlik; içteki cevherdir. Kişilik; onun dışa yansıyan şeklidir. Kimlik sağlam değilse, kişilik ya sahte olur, ya silik.
Bugün kimlik bunalımı yaşayan bir gençlik, başkalarının yaşam tarzlarını benimseyip kendi benliğini inkâr eder hale geldi.
Giyinişi Batı’ya,
Düşünüşü medya’ya,
Hayali paraya bağlı…
Bu da kişilikte bir çürüme doğurdu. Vicdanı bastıran menfaat, Hayayı ezen ekran, Hakikati örten ideoloji…
AİDİYET: SAHİP OLMAK DEĞİL, AİT OLABİLMEK
Aidiyet, insanın yuvaya dönüşüdür. Nereye ait olduğunu bilen kişi; ne yalnız kalır, ne savrulur.
Aidiyetin olmadığı yerde sürü psikolojisi başlar. Çünkü insan ya hakka dayanır ya kalabalığa… Ve bugün kalabalıklara sığınan ama kendine bile yabancılaşan bir toplum haline geldik.
Dinini bilmeyen ama başka felsefeleri savunan,
Kendi tarihini küçümseyen ama başka milletlere özenen,
Kendi kültürünü tanımadan “modernliği” putlaştıran nesiller…
Aidiyet boşluğu, kimlik boşluğunu büyütür, Kimlik boşluğu, kişilik buhranına yol açar.
KISSADAN HİSSE: İNSAN KENDİNE AİT OLMAZSA, HİÇBİR YERE AİT OLAMAZ
Bugün en büyük kaybımız; teknoloji değil, ekonomi değil… Kendimiziz. Kendimize dair her şey:
Vicdan,
Değer,
Ahlak,
İnanç,
Ve onurlu bir kimlik…
Bir zamanlar her çocuğa, daha doğmadan önce kimlik verilirdi: “Sen bu ümmetin evladısın, senin kalbinde Allah’ın nuru var…” Şimdi çocuk, kim olduğunu öğrenmeden önce hangi marka ayakkabıyı giyeceğini öğreniyor.
SON SÖZ: KENDİNE DÖNME VAKTİ
Yeniden kimliğimizi kuşanmalı, Kişiliğimizi imanla yoğurmalı, Aidiyetimizi Kur’an’la sağlamlaştırmalıyız.
Kimliğini kaybetmiş bir milletin, ekonomisi olsa ne olur, teknolojisi artsa neye yarar? Ruhsuz beden gibi, kalpsiz medeniyet gibi olur.
O yüzden: Önce kimlik, sonra kişilik, sonra aidiyet… Ve sonunda, yitirilmiş insanın yeniden dirilişi…
ANNE BABANIN TERBİYE ETMEDİĞİNİ ZAMAN TERBİYE EDER Hayatın Sert Öğretmeniyle Yüzleşmeden Önce…
Toplumun temel direği olan aile, evlat için ilk okul, ilk mekteptir. Bu okulun öğretmeni anne ve babadır; müfredatı ise sevgi, disiplin, edep ve ahlaktır. Ne var ki bazı anne babalar, ya gafletlerinden ya da ihmal ve gevşekliklerinden dolayı evlatlarına gereken terbiyeyi veremezler. O zaman devreye hayat girer, zaman girer… Fakat onun öğreticiliği merhametli değildir. Çünkü bu atasözünün özünde derin bir uyarı, büyük bir ibret yatar: “Anne babanın terbiye etmediğini zaman terbiye eder.”
Çocukken verilmesi gereken dersler, eğer verilmezse, hayat büyüdüğünde onu çok daha sert şekilde verir. Anne baba, çocuğunu zamanında doğruyla tanıştırmazsa, onu yanlışla tanışmaktan alıkoyamaz. Küçükken öğretilmeyen sabır, büyüdüğünde hayal kırıklıklarıyla öğretilir. Ahlak verilmezse, hırsızlıkla, yalancılıkla ve yalnızlıkla yüzleşerek öğrenilir. Sevgi verilmezse, sevilmeyerek öğrenilir. Saygı öğretilmezse, hor görülerek öğrenilir.
Oysa çocuk, her hareketiyle şekil almaya hazır bir hamur gibidir. Bu şekli verenler anne babadır. Eğer şekil verilmezse, hayatın tokadıyla yoğrulmaya mecbur kalır. Ne yazık ki hayatın tokadı, ne zamanını sorar, ne yaşını… Terbiye edilmeyen bir evlat; ya başkalarının hayatını zorlaştırır ya da kendi hayatını cehenneme çevirir.
Zamanın terbiyesi gecikmiştir ama keskindir. Suçla, başarısızlıkla, yalnızlıkla, dışlanmışlıkla gelir. Toplumun kuralları, hayatın gerçekleri, sert duvar gibi çarpar yüzüne. İşte o zaman annesinin yumuşak sesi, babasının uyarısı gelir aklına. Ama çoğu zaman çok geçtir.
Bu atasözü bir ceza değil, bir uyarıdır. Anne babalara bir ikaz, gençlere bir hatırlatmadır. “Sen öğretmezsen hayat öğretir; ama senin gibi merhametle değil” demektir. Çocuklara edep öğretilmezse ekranlar, sokaklar, yanlış arkadaşlar öğretir. Ve onlar öğretirken değerleri değil, hevesleri esas alırlar.
Ne Yapmalı? Anne baba, sevgiyi verirken sınırı da çizmeli. Merhameti gösterirken disiplini de ihmal etmemeli. “Aman çocuğum üzülmesin” diyerek büyüyen evlat, hayatın acımasızlığına dayanamaz. Unutulmamalıdır ki: Sevgiyle yoğrulmuş bir terbiye, ömür boyu korunur. Ama boş bırakılmış bir fıtrat, zamanın hoyrat ellerinde ezilir.
Son Söz: Zaman, her şeyi öğretir ama çoğu zaman çok pahalıya… O yüzden önce aile öğretmeli, anne babanın diliyle, haliyle ve duasıyla… Çünkü zamanın terbiyesi, ya pişmanlıkla ya gözyaşıyla gelir. Ve o noktada “Keşke…” demek, hiçbir şeyi geri getirmez.
Hayat, başladığı gibi bitmiyor; nasıl bittiği aslında her şeyin özeti oluyor. Kur’an-ı Kerîm, “akıbet” kelimesiyle bize sadece sonucu değil, o sonuca giden yolu da gösteriyor. Nice kavimler geldi geçti; kimisi azgınlıkla, kimisi imanla… Her biri geride bir ders bıraktı. Bu yazıda Kur’an’da geçen akıbet ayetlerini, muradlarını ve düşündüren hikmetleri ele alacağız.
BÖLÜM BAŞLIKLARI (SEO ve okuma kolaylığı için):
1. Akıbet Nedir? Kur’an’daki Anlamları
2. Kavimlerin Sonu: Tarihten Bugüne Uyarı
3. İyilerin ve Kötülerin Akıbeti: Ayetlerle Ders
4. Bugün Bize Ne Diyor? Akıbet Bilinciyle Yaşamak
5. Kapanış: Gerçek Başlangıç, Sonla Başlar
SONUÇ PARAGRAFI (Harekete geçirici):
Bugün attığın her adım, aslında yarının akıbetini şekillendiriyor. Geçici süslerden sıyrılıp kalıcı hakikate yönelmek isteyen herkes için Kur’an bir nur, akıbet ise pusuladır. Peki, sen kendi sonunu nasıl görmek istersin?
GÖRSEL TASLAK ÖNERİSİ
Başlık Görseli Fikri:
Arka plan: Harabe olmuş antik bir şehir (örn. Lut kavminin kalıntıları gibi)
Ön plan: Sol tarafta bir yol, yolun sonunda ışık (akıbeti simgeler)
Üstte başlık metni: “Âkıbet Ne Getirir?” (Yazı sade, net, büyük puntolu, sağ alt köşede olabilir.)
@@@@@@@@
KURAN-I KERİM’DE AKİBET VE MURADİFLERİ İLE İLGİLİ AYETLER VE HİKMETLERİ
Elbette, işte “Kur’ân-ı Kerîm’de Âkıbet ve Murâdîfleri ile İlgili Ayetler ve Hikmetleri” konulu hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir makale:
KUR’ÂN-I KERÎM’DE ÂKIBET VE MURADİFLERİ: AYETLER VE HİKMETLER
Giriş
Kur’ân-ı Kerîm, sadece geçmişin haberlerini anlatan bir kitap değildir; her bir ayetiyle bugünün insanına seslenen, geleceğe yön veren, her asra hitap eden ezelî ve ebedî bir kelâmdır. Bu bağlamda “âkıbet” kavramı, Kur’an’ın üzerinde hassasiyetle durduğu derin manalar içeren bir mefhumdur. Âkıbet; işin sonu, neticesi, son durak ve hakiki sonuç demektir. Bu kavramın Kur’ân’daki kullanımı, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde sonuca odaklanmayı, akıbeti düşünerek yaşamayı emreder.
Kur’ân’da Âkıbet Kavramı ve Murâdîfleri
Kur’ân’da “âkıbet” kelimesi doğrudan ve dolaylı olarak birçok yerde geçmektedir. Bununla birlikte aynı mânâya gelen veya yakın anlam taşıyan kelimeler de vardır:
Netîce (sonuç)
Sü’ul-âkıbet (kötü son)
Ukbâ (ahiret ve sonrası)
Meâb (dönüş yeri)
Mesîr (dönülecek yer)
Mâ’îl (varılacak yön)
Fevz (kurtuluş)
Bu kavramların hepsi, hayatın geçiciliğini, yapılan her şeyin mutlaka bir karşılığı olacağını ve insanın gerçek saadetinin ya da felâketinin sonunda belli olacağını bildirir.
Âkıbet Üzerine Ayetler
Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş kavimlerin kıssaları üzerinden bugüne dersler sunar. Bu kıssaların ana gayelerinden biri, “akıbeti düşünmeyi” telkin etmektir:
> “Sonunda, kötülük edenlerin âkıbeti, en kötü akıbet oldu; çünkü Allah’ın ayetlerini yalanladılar ve onlarla alay ettiler.” (Rum Suresi, 10)
> “İşte bu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vaad olunan cennettir. Irmaklar altından akar. Orada ebedî kalacaklardır. İşte bu, (salihlerin) akıbetidir.” (Ra’d Suresi, 35)
> “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna baksınlar? Onlar bunlardan daha kuvvetli idiler…” (Rum Suresi, 9)
Kur’an, sadece sonucun ne olacağını değil, o sonuca götüren süreci de ortaya koyar. Bu, insana irade ve sorumluluk yükleyen bir bakış açısıdır.
Hikmetler ve İbretler
1. Zâhirden Gafil Olma, Âkıbete Bak!
Dünya hayatı bir imtihan sahnesidir. Nice kavimler zenginlik, güç ve saltanat içinde yaşadılar. Ama sonunda yok olup gittiler. Kur’ân, bu örneklerle bize şunu haykırır: “Olaylara dış görünüşüyle değil, neticesiyle bak!”
2. Kötülüğün Akıbeti Hüsrandır
Zulmedenlerin, nankörlük edenlerin, küfre sapanların âkıbeti hep hüsran olmuştur. Bu ilahi bir sünnettir: “Zalimler asla felah bulmaz.” (En’am, 135)
3. İyiliğin Akıbeti Selamettir Allah’a yönelen, sabreden, sebat eden kulların akıbeti kurtuluştur. Bu da şunu gösterir: “Asıl kazanç, dünyada değil, sonunda belli olur.”
4. Âkıbeti Düşünmek Hayatı Düzene Koyar
İnsan, sonunu düşünerek yaşarsa, davranışlarını ona göre düzene sokar. Anlık heveslerle değil, ebedî hayata yatırım yaparak yaşar. Bu da insanı olgunlaştırır, karakterini sağlamlaştırır.
5. Toplumsal Âkıbet: Kavimlerin Yıkılışı
Kur’an, sadece bireylerin değil, toplumların da bir “akıbeti” olduğunu öğretir. Ad, Semûd, Lut kavmi gibi toplumların helakı, ahlâksızlığın, zulmün ve inkârın nasıl bir son doğurduğunu gösterir. Bu, her toplum için bir uyarıdır: “Siz de aynı yolda yürürseniz, aynı akıbete uğrarsınız.”
Sonuç: Âkıbet Bilinciyle Yaşamak
Kur’ân’ın müminlerden istediği hayat tarzı, âkıbet merkezli bir bakıştır. Sadece bugünü değil, yarını ve ötesini düşünerek yaşamak, her amelinde “Ben bununla Allah’ın huzuruna çıktığımda neyle karşılaşacağım?” sorusunu sormaktır.
> “Ve son (akıbet) takvâ sahiplerinindir.” (A’râf, 128)
Bu ayet, hem bireysel hem de ümmet çapında bir ümit mesajıdır. Şartlar ne kadar zor olursa olsun, inananlar sabır ve sadakatle hareket ederlerse, sonunda zafer onların olacaktır.
@@@@@@#
“Âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye akıl ve fikre galebe ettiğinden; ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çâresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlûb etmektir. “
@Akibet endişlik
@@@@@@@
Elbette, işte “Âkıbet Endişesi Üzerine Hikmetli, İbretli ve Düşündürücü Bir Makale”:
ÂKIBET ENDİŞESİ: SONU DÜŞÜNEREK YAŞAMANIN HİKMETİ
Hayat, herkes için bir yolculuktur. Bu yolculuğun başı doğum, sonu ise ölüm gibi görünse de, hakikatte her şeyin aslı ve ebedî olan yönü ölümle başlar. Asıl mesele ise bu yolculuğun nasıl bittiği, yani akıbetin ne olduğudur. İşte bu yüzden Kur’an ve hikmet ehli, hayatı akıbet endişesiyle değerlendirmeyi öğütler.
Akıbet Endişesi Nedir?
Âkıbet endişesi; insanın hayatı sadece bugünün rahatına göre değil, yarının neticesine göre yaşamasıdır. Kişi, yaptığı her işte, söylediği her sözde, attığı her adımda “Bunun sonu ne olur?” sorusunu kendine sorar. Bu endişe, insanı korkuya değil, ölçülü bir bilinç haline, muhasebeye ve istikamete götürür.
Kur’an’da Akıbet Endişesi: Düşünenler İçin Uyarı
Kur’ân-ı Kerîm, akıbeti düşünmeyi sadece bir öğüt olarak değil, kurtuluşun anahtarı olarak gösterir:
> “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna baksınlar?” (Muhammed Suresi, 10)
Bu ayet, sadece tarih bilgisi için değil; ibret, ders ve yön tayini için bir çağrıdır. Kur’an’da anlatılan kavimlerin helakı, zalimlerin düşüşü, müttakilerin kurtuluşu, hep bir sonuç tablosu sunar. Bu tablolar, bugün yaşayan herkesin akıbeti için aynadır.
Dünya hayatı bir seraptır. İnsana ebedî gibi görünür, ama çok çabuk geçer. Akıbet ise dönüş yeri, ebedî hayatın kapısıdır. O kapıdan neyle gireceğimiz, bugünkü tercihlerimizle şekillenir.
2. Şöhret, Makam, Servet… Ama Sonu?
Nice insanlar vardır ki, zirvedeyken yok olup gitmiştir. Âkıbeti düşünmeyenler, anlık heveslere, benlik davasına ve nefsin oyunlarına aldanır. Halbuki ölümle beraber hepsi sona erer. Geriye sadece salih amel, doğruluk ve takva kalır.
3. Kurtuluşun Sırrı: Son Nefese Kadar Sabır ve Sevat Bir insanın ömrü boyunca iyilik yapması değil, son nefesine neyle girdiği önemlidir. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sıkça şu duayı yapmıştır:
> “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzere sabit kıl!”
Hikmetli Bir Gerçek: Dünya Bir Misafirhane, Akıbet Bir Hesap Günüdür
Bediüzzaman Said Nursî, “Dünya bir misafirhane hükmündedir” der. İnsan bu haneye imtihan için gönderilmiş, serbest bırakılmış, ama başıboş değildir. Her hareketi kaydedilir, her söz not edilir. İşte bu bilinçte olan kişi, akıbet endişesiyle hareket eder, çünkü “Nihayetinde huzura çıkılacaktır.”
Düşündüren Bir Soru: Akıbetin Hazır mı?
Kimi insanlar hayatı öyle bir ciddiyetsizlikle yaşar ki, sanki ebedî burada kalacak gibidir. Halbuki her doğan ölür. Her adım bir sona gider. Bugün hesap edenler, yarın hesaba çekilmeden önce kendilerini kurtarabilirler. Ama akıbeti unutup yaşayanlar, sonu düşünmedikleri için o sonla yıkılırlar.
Sonuç: Akıbet Endişesi Bir Korku Değil, Bir Lütuf ve Rehberdir
Bu endişe, mü’minin elinde bir manevî pusuladır. Sapmamak için, şaşırmamak için, aldanmamak için bir uyarıcıdır. Nefse karşı bir kalkan, şeytana karşı bir zırhtır.
İslam dini, insanın hem bedensel hem ruhsal yönüne önem verir. Sağlık, bu iki yönün de dengede olmasıyla ilgilidir. Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerde sağlık kavramı doğrudan “sıhhat”, “şifa”, “afiyet”, “selamet”, “temizlik (taharet)” gibi kelimelerle ifade edildiği gibi, dolaylı olarak da ibadetlerin şartlarında ve yaşam tarzı tavsiyelerinde sıkça vurgulanır. Bu yazı, söz konusu muradif (eş anlamlı) kelimeler çerçevesinde sağlık konusunu Kur’an ve hadisler perspektifinden incelemektedir.
I. KUR’ÂN-I KERÎM’DE SAĞLIKLA İLGİLİ KAVRAMLAR
1. Şifa (شفاء) “Şifa” kelimesi Kur’ân’da hem fiziksel hastalıkların hem de kalp hastalıklarının (ruhsal/manevî rahatsızlıkların) tedavisi anlamında kullanılır.
Örnek Ayetler:
“Biz Kur’an’dan, iman edenler için şifa ve rahmet olan (ayetleri) indiriyoruz.” (İsrâ, 17/82)
“İnsanlara şifa ve rahmet olarak kalbinden çıkan içecekleri (balı) yarattı.” (Nahl, 16/69)
2. Afiyet (عافية) Her türlü bela, hastalık ve sıkıntıdan uzak olmak anlamındadır. Kur’an’da doğrudan çok sık geçmese de, dua ve hadislerde merkezi bir kavramdır.
3. Selamet (سلامة) Kurtuluş, huzur ve esenlik anlamındadır. Sağlıkla ilişkili olarak; insanın beden ve ruh bütünlüğünü bozan durumlardan korunması anlamında kullanılır.
4. Tâhâret ve Temizlik (طهارة) Temizlik, sağlığın korunmasında en önemli unsurlardandır. Kur’an, hem fizikî hem mânevî temizlikten bahseder.
Örnek Ayet:
“Şüphesiz Allah, çok tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.” (Bakara, 2/222)
5. Rızık ve Helal Gıda Sağlıkla doğrudan bağlantılı olan bir diğer konu da helal ve temiz gıdaların tüketilmesidir.
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin…” (Bakara, 2/168)
II. HADÎS-İ ŞERÎFLERDE SAĞLIK VURGUSU
1. Sıhhatin Değeri
“İki nimet vardır ki insanların çoğu onları değerlendirmede aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî, Rikâk, 1)
Bu hadis, sağlığın kıymetinin genellikle elden gittikten sonra anlaşıldığını gösterir.
2. Duâlarda Sağlık Talebi
“Allahım! Bedenime, gözlerime ve kulaklarıma afiyet ver…” (Tirmizî, Deavât, 72)
“Allah’tan af ve afiyet isteyin. Zira hiç kimseye yakîn (ölüm ve iman) dışında afiyetten daha üstün bir şey verilmemiştir.” (İbn Mâce, Zühd, 24)
3. Temizlik ve Sağlık
“Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, Tahâret, 1) Bu hadis, temizliğin hem maddî hem manevî yönleriyle sağlığın temelini oluşturduğunu vurgular.
III. DEĞERLENDİRME
Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfler, sağlığı doğrudan bir “nimet” olarak tanımlar. İslam, sağlığı koruyucu tedbirler almayı (temizlik, helal gıda, ölçülü yaşam), hastalık anında tedavi olmayı ve Allah’tan şifa dilemeyi teşvik eder. Aynı zamanda sağlık, bir ibadet aracı olarak görülür; çünkü ibadetlerin doğru şekilde yapılabilmesi için insanın sağlıklı olması önemlidir.
Sonuç
Sağlık, sadece tıbbî bir konu değil; Kur’an ve sünnet ekseninde bir ahlak, şükür ve sorumluluk alanıdır. İnsanın bedeni bir emanet olarak görülür ve onu korumak da bir ibadettir. Müslüman, bedenini hem ibadet hem hizmet için kullanır. Bu nedenle sağlıkla ilgili emir ve tavsiyeler, dinî hayatın ayrılmaz bir parçasıdır.
BİRBİRLERİYLE UYUMLU ÇALIŞAN İNSAN DUYGU VE ORGANLARININ ARALARINDA GEÇEN SOHBET VE HATIRALARI
Birbiriyle uyum içinde çalışan insanın duygu, düşünce ve organlarının kendi aralarında geçen hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir senaryo yer alıyor. Bu senaryo, huzurlu bir iç dünyayı, ruh ve beden uyumunu, ilahi dengeyi ve insanın yaratılış gayesine uygun yaşayışı sembolize eder:
BAŞLIK: “İçsel Huzurun Sohbeti”
TÜR: Temsili – Manevî – Düşündürücü MEKAN: Gönül Bahçesi (Sembolik bir iç âlem) ZAMAN: Ruhun huzur bulduğu bir “an-ı şuur”
KARAKTERLER:
Ruh: Ulvî, derin bakışlı, ilahi aşkla yanan
Kalp: Sevgi ve şefkatle çarpan, Allah’a yönelmiş
Akıl: Dengeli, ölçülü, hikmetli düşünen
Nefis (terbiye olmuş): Hizmet etmeye hazır, teslim olmuş
Göz: Hikmetli bakan, güzellikte Rabbini gören
Dil: Fikriyle, zikriyle, doğruyu söyleyen
El: Hayırlarda yarışan
Ayak: Doğru yolda yürümeye azmetmiş
Vicdan: Sessiz ama yol gösterici
SAHNE: “Gönül Bahçesinde Sohbet”
Açılış:
Bahçede gül ağaçları, bir şadırvandan akan suyun sesi… Kuşlar ötüyor. Ortada taş bir çardak var. Karakterler, bu çardakta oturmuş, tebessümle konuşuyor.
Ruh: “Bugün bir sefer daha tamamlandı… Nefis artık itiraz etmiyor, kalp sessiz ama huzurlu çarpıyor…”
Kalp (tebessümle): “Zikrullahla doluyum. Her atışımda ‘Allah’ diyorum… O’nu sevince dünya dar gelmiyor.”
Akıl: “Ben de ayet ayet düşüncelerle doluyum. Kur’an’ın ışığında karar verince şaşırmıyorum.”
Nefis (başını eğerek): “Evet… Artık lezzeti emirlere uymakta buluyorum. Haram tatlı gelse de, helaldeki huzur daha derin…”
Göz: “Eskiden bakmakla yetinirdim… Şimdi her bakışımda tefekkür ediyorum. Bir çiçekte kudret, bir çocuğun gülüşünde rahmet görüyorum.”
Dil: “Ben de sözlerime dikkat ediyorum. Her kelime ya dua ya da tebliğ niyetinde. Susmak gerektiğinde susuyorum…”
El: “İhtiyacı olan birini gördüğümde duramıyorum. Her işte hayır arıyorum.”
Ayak: “Beni artık yanlış yollara süren yok… Mescide giderken bile hafifliyorum.”
Vicdan: “Konuşmuyorum çünkü sessizliğimle bile huzur içindeyim… Her biriniz yerinizi bulduğunuzda, ben de huzura eriyorum.”
FİNAL SAHNESİ:
Ruh ayağa kalkar, göğe bakar.
> “İşte bu… Fıtratın uyumu… İç âlemin barışı… Yaratılış gayesine uygun yaşamak…”
(Hafif bir melodi başlar. Kamera yükselir.)
> “İçinde barış olan bir insan… dışarıda da barışı yayar. Kalbiyle, aklıyla, nefsiyle, diliyle, elleriyle ve gözleriyle… bir kul, bir halife, bir misafir gibi yaşar.”
(Siyah fonda son cümle belirir:)
> “İnsan, uzlaştırılmış bir ordu gibidir. Kumandanı iman, komutanı irade olursa; bütün uzuvlar ibadetkâr birer asker olur.”
@@@@@@@@
KISA FİLM: “İç Huzurun Sohbeti”
SÜRE: 8–10 dakika TÜR: Manevî – Düşündürücü – Sembolik MÜZİK: Sufi temalı enstrümantal, ney ve ud ağırlıklı GÖRÜNTÜ: Hafif sisli, güneş ışığının süzüldüğü bir bahçe – temsilî iç âlem
SAHNE 1: “Gönül Bahçesi”
(Kamera bir bahçeyi dolaşır: kuşlar, güller, su sesi) (Ortada taş bir çardak. Sekiz kişi oturmakta.) Hepsi farklı giyimli ama huzurlu. Yüzlerinde tebessüm, kalplerinde bir dinginlik var.
(Seslendirme yavaş başlar)
> “İnsan, dışı beden… içi bir millet gibidir. Kalbiyle, aklıyla, nefsiyle, gözleriyle… Ve bir gün… içindeki meclis toplanır.”
SAHNE 2: “Sohbet”
Karakterler sırayla konuşur. Her biri konuşurken kamera ona odaklanır.
Ruh (bilgece):
> “Bugün yine dünya ile bir sınav yaşadık. Ama bu defa birlik içindeydik.”
Kalp:
> “Namazda öyle derin bir huzur hissettim ki… Sanki Rabbimin huzurundaydım.”
Akıl:
> “Bir olayda öfke yerine sabrı seçtik. Ayeti düşündüm: ‘Öfkeyi yutanlar ve insanları affedenler…’”
Nefis (mahcup ama huzurlu):
> “Eskiden şikayet ederdim… Şimdi şükretmeyi öğreniyorum.”
Göz:
> “Bir çiçeğe baktım. Güzellikte Yaratanı gördüm. Eskiden sadece bakardım… şimdi görmeyi öğrendim.”
Dil:
> “Bugün bir dostumun gönlünü aldım. Eskiden kırardım. Artık sözlerim dua gibi…”
El:
> “Bir yetimin başını okşamak… Kalbimi titretti.”
Ayak:
> “Camiden dönerken… içimde hafiflik, adımlarımda bir sekinet vardı.”
SAHNE 3: “Sonuç ve Hedef”
Vicdan sessizce gülümser. Ruh ayağa kalkar, göğe bakar. Hafif bir ışık süzülür.
Ruh:
> “İşte budur: fıtratın sesi… yaratılış gayesine uygun yaşamak… Her şey yerini bulunca, içteki bahar da başlar.”
(Müzik yavaşça yükselir. Kamera yukarı çıkar, karakterlerin etrafında gül yaprakları döner)
KAPANIŞ:
(Sesli anlatım, siyah ekran üzerinde)
> “İç âlemde barış varsa… dış dünya da aydınlanır. Kalp, akılla uzlaşırsa; nefis itaat eder, dil hikmet konuşur, el hizmet eder. Ve insan… hakiki kul olur.”
YAZI:
> “En büyük zafer, içte kurulan düzendir.”
@@@@@@@
SES ANLATIM METNİ (DUYGU YÜKLÜ FORMAT)
(Yavaş, huzurlu, etkileyici bir ses tonuyla başlar)
> “Bir insan düşün… dışı sade, içi zengin… Çünkü onun içinde bir ordu değil, bir cemaat vardır. Kalp, akıl, nefis, göz, dil, el, ayak, vicdan… Her biri görevinde… her biri teslimde.
> “Bir gün… iç âlemde bir toplantı yapılır. Ruh der ki: ‘Bugün de Rabbimize secdeyle başladık. Ne güzel bir gün…’”
> “Kalp cevap verir: ‘Aşk ile attım bugün… Her atışım ‘Allah’ dedi.’”
> “Akıl der ki: ‘Sabırla düşündüm. Kur’an ışığında adım attım.’”
> “Nefis ekler: ‘Bu huzur… dünyada başka bir yerde yok. Emre uymanın tadı bambaşka.’”
> “Göz şöyle der: ‘Baktım… ama her bakışımda sanat gördüm, kudret gördüm.’”
> “Dil konuşur: ‘Bugün sadece hayır söyledim. Sustuğumda da zikrettim.’”
Yaptığı onca zulüm ve soykırıma rağmen bir yandan dünyaya aldırmayıp, diğer yandan da dünyadan destek gören İsrail’in anlayacağı DİL, kendi dilidir; Namlunun ucu. Kendi akıbetini o noktaya götürmektedir. İşte 1400 sene önceki Ğarkad hadisi.
Giriş Dünya, bir kez daha zulmün perde arkasında oynanan büyük bir tiyatroyu izliyor. İsrail, Filistin topraklarında yaptığı zulümlerle, sadece bir milleti değil, insanlığın vicdanını da hedef alıyor. Sözün, diplomasinin, insan haklarının bittiği yerdeyiz. Ve bu noktada bir gerçek daha gün yüzüne çıkıyor: İsrail’in anladığı tek dil, kendi kullandığı dildir; yani sertlik ve şiddet…
Kur’an ve Zulme Karşı Tavır
Kur’an-ı Kerim, zulme karşı sessiz kalmayı büyük bir günah olarak sayar:
> “Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur…” (Hud, 113) Bu ayet, sadece zalimi değil, ona göz yumanı da suçlu sayar. İsrail’in işlediği insanlık suçları karşısında sessiz kalan Batı, bu ayetin hedef kitlesidir.
Kur’an aynı zamanda “mazlumun duası ile Allah arasındaki perde olmadığını” bildirir. Filistinli mazlumların yükselen ahları, mutlaka bir gün semayı titretecek güce ulaşacaktır.
Ğarkad Hadisi: Tarihten Gelen Uyarı
Hz. Peygamber (sav), 1400 yıl önce şöyle buyurmuştur:
> “Kıyamet kopmadan önce Müslümanlar, Yahudilerle savaşacaklar. Müslüman, onları öldürecek. Taş ve ağaç, ‘Ey Müslüman! Arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür’ diyecek. Ancak Ğarkad ağacı bu haberi vermeyecek; çünkü o, Yahudilerin ağacıdır.” (Buhârî, Fiten 25; Müslim, Fiten 82)
Bu hadis, bir tür tarihî ve ilahi senaryonun haberidir. Hadiste geçen “Ğarkad ağacı”, İsrail tarafından bugün dahi özel olarak dikilmekte, “kutsal koruma” sembolü sayılmaktadır. Bu durum hadisin hem sembolik hem de pratik düzeyde tezahür ettiğini gösterir.
İsrail’in Şiddet Dili ve Sonu
İsrail’in tarihi, gasplarla, katliamlarla, anlaşmalara ihanetlerle doludur. Barıştan, adaletten, hukuk ve insan haklarından anlamaz. Çünkü devlet politikası, Tevrat’ın tahrif edilmiş versiyonunu kılıf yaparak kendini “seçilmiş ırk” görme üzerine kuruludur. Bu bakış, her türlü zulmü meşru sayar. Ama Allah, zulme izin vermez. Mazlumun sabrı kadar zalimin süresi de sınırlıdır.
Tarih Boyunca Zulmün Akıbeti
Firavun da “Ben sizin en yüce rabbinizim” diyerek zulmetmişti. Allah onu denizde boğdu. Nemrud ateşle yaktı, Allah ateşi serin etti. Ebrehe filleriyle Kâbe’ye yürüdü, kuşlarla mağlup oldu. Hitler milyonları öldürdü, yerle bir edildi. İsrail de aynı sona doğru yürümektedir. Zulüm ile abad olunmaz.
Dünya Sessiz, Allah Asla Değil
Birleşmiş Milletler, NATO, uluslararası kurumlar… Hepsi sessiz. Hatta bazıları açıktan destek veriyor. Ama Allah susmaz. Ve O’nun adaleti şaşmaz. Kur’an buyurur:
> “Zulmedenlere mühlet veririz. Ama sonra onları yakalarız. Yakalamamız da çok çetindir.” (A’raf, 183)
Çözüm: Direniş ve Sabır
İsrail’in anlayacağı tek dil, direniş ve kararlı mukavemettir. “İzzet, ancak Allah’a, Peygamberine ve müminlere aittir.” (Münafikûn, 8) Bugün Gazze’de, Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da, çakıl taşlarıyla tanklara karşı duran çocuklar, tarihin en büyük izzet mücadelesini veriyorlar.
Sonuç: Kıyamete Hazırlanan Bir Sahne
Ğarkad hadisi, bize sadece bir savaşın değil, aynı zamanda hak ile batılın son hesaplaşmasının fotoğrafını çizer. İsrail’in anlayacağı dil, ne söz, ne anlaşma, ne de diplomasi… O, ancak kendine benzer bir duruşla hizaya gelir. Ve o duruş, inşaallah ümmetin yeniden dirilişiyle ortaya çıkacaktır.
Unutma: “Zulüm ile payidar olan görülmemiştir. Ama sabırla direnenlerin zaferi, Allah’ın vaadidir.”
“Eski hâl muhal, ya yeni hâl ya izmihlâl…” Bu söz, bir nasihat değil, bir hakikatin tokadıdır. Zamanın değişimini göremeyenler, sadece geride kalmaz; Tarihin tozlu raflarına savrulurlar.
DÜNÜN ÇARESİ, BUGÜNÜN YÜKÜ OLABİLİR
Her devrin kendine has dili, derdi ve devası vardır. Bir çağın doğrusu, diğer çağda sapma olabilir. Bu yüzden aynı kalmak bir güvenlik değil, bir tehlikedir.
Nice medeniyetler vardı… Zamanın ruhuna ayak uyduramadılar. Yeni hâli kavrayamadılar. Ve kendi izzetleri içinde izmiḥlâle uğradılar. Çünkü nefsî konforlarına sadakat, fikrî felaketlerini getirdi.
HÂL DEĞİŞMEZSE, HÂL KALMAZ
İnsan da toplum da, yenilenmeyi reddettiğinde çürümeye başlar. İslâm’ın özü sabittir; Ama tebliği, dili, usulü, hitabı zamanın ruhuna göre yeniden şekillenmelidir.
Yeni hâl, özden sapmak değil; Özü yeniden diriltmektir.
Yeni hâl, kökleri kesmek değil; Kökten yeniden filiz vermektir.
Mevlânâ ne güzel der:
> “Dünle beraber gitti cancağızım, Ne kadar söz varsa düne ait, Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım…”
İZMİHLÂL: GÖZ GÖRE GÖRE GELEN ÇÖKÜŞ
İzmiḥlâl; sadece savaşla, yıkımla gelmez. Bazen bir toplum;
İdealini kaybederek,
Davasını unutarak,
Geleceğe dair umudunu gömerek çöker.
Bugün bak:
Gençliğin dili bize yabancı,
Aile yapımız çöküyor,
Eğitimle cahilleşiyor,
Gelişerek uzaklaşıyoruz kendimizden…
Bu da bir izmiḥlâldir: Kimliksizlik, kişiliksizlik ve köksüzlükle gelen sessiz intihar.
YA YENİDEN DİRİLİŞ?
Yeni hâl, bir tercihten çok mecburiyettir. Ama bu yenilenme Batı’ya özenmekle değil, Kur’an’a yönelmekle, imanı güncellemekle, hikmeti bugüne taşımakla olur.
Kalıpları değil, kalpleri yenilemek gerekir.
Şekli değil, şuuru tazelemek gerekir.
Körü körüne değil, geleceği Kur’an’la kurmak gerekir.
SON SÖZ: ZAMANI OKU, ASLI KAYBETME
Bugün, eski hâli savunmak bir dava değil, Bir kaçış, bir atâlet, bir direniş bahanesi haline geldi.
Oysa gerçek dava adamı;
Çağı okur,
Çağın dilini çözer,
Ama özünden sapmaz.
Zaman değişir, kişi değişir, toplum değişir… Ama hakikat değişmez. Yeter ki hakikate yeni yollarla ulaşmasını bilelim.
“Eski hâl muhal…” Çünkü zaman, yeni bir hâl istiyor: Daha derin, daha hakiki, daha sahici bir duruş.
Yoksa biz hâl değiştiremezsek, Hâl bizi değiştirecek. Ve bu değişim, diriliş değil, çöküş olacak…
BİR ÖMÜR BOYU BERABER OLAN RUH BEDEN ARKADAŞLIĞININ SÜRE GELEN HASBİHALİ VE YAKLAŞAN AYRILIK AN VE ZAMANI
Başlık: Veda Vakti: Ruh ve Bedenin Sessiz Sohbeti
Sahne 1: Derin Sessizlik (Gece Yarısı – Bir Odada, Yaşlı Bir Adam Yatakta) Işık loş. Oda sessiz. Yaşlı adam gözlerini kapamış, nefesi ağır ağır alınıp veriyor. Arka planda hafif bir ney sesi duyuluyor.
RUH: Yolun sonuna yaklaştık, eski dost. Ne çok hatıra biriktirdik seninle. Sen topraktan geldin, ben ise semadan… Ama kader bizi bir araya getirdi.
BEDEN (kısık, yorgun bir sesle): Evet… Sen her daim hafiftin, bense zamanla ağırlaştım. Sen yükselmek isterdin, ben yere çakılı kalırdım. Ama yine de hiç ayrılmadık.
RUH: Seninle birlikte ağladım da güldüm de. Ben duyguları taşıdım, sen gözyaşlarını döktün. Ben hayalleri kurdum, sen onlarla yürüdün. Her adımda birlikteydik.
BEDEN: Ama şimdi… Adımlar tükeniyor. Gözlerim artık göremiyor senin o aydınlığını. Kulaklarım senin fısıltılarını zar zor duyuyor. Veda vakti yakın galiba.
RUH: Evet, son perdenin eşiğindeyiz. Ama bu bir son değil. Ben, Rabbimin huzuruna doğru yola çıkacağım. Sen ise geldiğin yere, toprağa döneceksin. Her şey aslına döner ya hani…
BEDEN: Garip bir hüzün var içimde. Yoruldum ama ayrılık da zor geliyor. Çünkü senle var oldum, senle yaşadım. Bir hiçtim, sen ruh üfleyince insan oldum.
RUH: Ve sen, bana bir mesken oldun. Bana Rabbimi tanıttın; namazda kıbleye yöneldik, oruçta nefsimizi terbiye ettik, secdede beraber yere kapandık. Hiçbir ibadetim sensiz olmazdı. Hakkını ödeyemem.
BEDEN: Yine de ben çok hata yaptım. Bazen seni dinlemedim. Nefse uydum, gaflete daldım. Taş taşıdım günahlarla sırtıma.
RUH: Hepimiz kusurluyuz. Ama tevbe kapısı açıktı. Ne zaman geri dönsek, Rabbin rahmeti bizi bekliyordu. Umut hep vardı. Unutma: “Kurtuluş, dönüştedir.”
Sahne 2: Sabah Vakti – Odada Hafif Işık Belirir Yaşlı adamın yüzünde huzurlu bir tebessüm. Nefesleri yavaşlamış. Arka planda kuş sesleri duyulmaya başlar.
RUH: Artık vakit geldi. Birlikte geçirdiğimiz yıllar için sana minnettarım. Son kez sarılayım sana… Bu beden, emanetini hakkıyla taşıdı. Şimdi ayrılık değil, vuslat zamanı.
BEDEN: Güle güle, dostum… Rabbine selamımı götür. Ben burada bekleyeceğim. Mahşer sabahında yine buluşmak üzere…
Adamın son nefesi çıkar. Gözleri açıktır ama bedeni hareketsiz. Ruh, görünmez bir şekilde göğe doğru yükselirken, sahne yavaşça kararır.
ARKA SES (Anlatıcı): Ve böylece bir ömür boyu süren dostluk, vuslatla taçlandı. Biri geldiği toprağa döndü, diğeri semadaki yurduna. Her nefis ölümü tadacak, ama bu tat bir bitiş değil; asıl hayatın başlangıcıdır…
@@@@@@
“Veda Vakti: Ruh ve Bedenin Hikmetli Hasbihali”
AÇILIŞ SAHNESİ
(Sahne: Yıldızlarla bezeli gece gökyüzü – hafif karanlık, yıldızlar net) Ses Efekti: Hafif rüzgâr uğultusu + ney ezgisi (durgun ve derin)
ANLATICI (sakin ve derin bir tonla): “Her insan iki yolcudan ibarettir… Biri topraktan gelmiş, diğeri semadan… Biri görünür, dokunulur; diğeri hissedilir, sezilir… Biri bedendir… Diğeri ise ruhtur. Ve bu iki dost, bir ömür boyu aynı kafeste, aynı yolda yürürler…”
SAHNE 2: YAŞLI BİR ADAMIN ODASI – GECE YARISI
Görsel: Yaşlı bir adam yatakta, gözleri kapalı, burnundan derin nefes alıyor. Zaman ağır işliyor gibi… Müzik: Hafif bir hüzünlü ney müzik girişi (ney gibi, duygusal ve sade)
İÇ MONOLOG – RUH (ince ve sakin bir erkek sesi): “Ey dost beden… Ne çok yıl geçirdik beraber… Sen adımları attın, ben niyetleri koydum önüne. Sen secdeye kapandın, ben Rabbimi andım içinde. Sen güldün, ben coştum. Sen ağladın, ben sarsıldım.”
SAHNE 3: FLASHBACK – ÇOCUKLUKTAN GENÇLİĞE GEÇİŞ
Görsel: Siyah beyazdan renkliye dönen eski sahneler: bir çocuk yürümeyi öğreniyor, gençliğinde seccadeye kapanıyor, sevdiklerine sarılıyor… Efekt: Zaman hızlanıyor, sahneler akıyor.
RUH: “Hatırlar mısın çocukluk adımlarını? Her heyecanın bana da bulaşırdı. Gençliğin ateşiyle çoğu zaman beni dinlemedin. Ama seninle birlikte secde ettiğimiz o ilk sabah… İşte o, kalbime kazınan andı.”
SAHNE 4: YAŞLILIK – SON GÜNLER
Görsel: Adam bastonla yavaş yürürken, ardından tekrar yatağına dönüyor. Ses: Kuş sesleri yavaş yavaş kısılıyor. Hava ağırlaşıyor.
BEDEN (yorgun, derin bir erkek sesi): “Artık yavaşladım… Dizlerim tutmuyor, gözlerim seçemiyor. Ama en çok seni hissedemez oldum ruhum… İçimde bir sessizlik var. Sanki bir şey kopacak yakında…”
SAHNE 5: VEDA ANINDA HASBİHAL
Görsel: Adamın yüzü yakından gösterilir, nefesi iyice yavaşlamıştır. Müzik: Ney + Kalp atışı efekti yavaşlıyor.
RUH: “Artık veda vakti… Sen toprağa döneceksin, ben göğe… Ama bu bir ayrılık değil, sözümüz var mahşer sabahına. Orada, yine birlikte dirileceğiz. O zamana dek, emaneti huzurla bırakıyorum…”
BEDEN: “Rabbine selam götür. Ben bu toprakta seni bekleyeceğim. Ve biz… Sonsuzlukta tekrar buluşacağız.”
FİNAL SAHNESİ
Görsel: Adamın nefesi kesilir, yüzünde huzurlu bir tebessüm. Ruhunu temsilen, hafif bir ışık yukarı yükselir. Müzik: Sakinleşir ve durur. Sonunda sadece kuş cıvıltısı.
ANLATICI (yumuşak ama vurucu tonla): “Bir ömür, bir yolculuk… İki dost, iki yoldaş… Sonunda biri toprağa, diğeri semaya kavuşur. Ve gerçek hayat… Asıl şimdi başlar.”
KAPANIŞ (YAZILI MESAJ)
Ekranda şu söz belirir: “Her nefis ölümü tadacaktır…” (Âl-i İmrân, 185) Altında: “Hazır mısın?”
@@@@@@@
Veda Vakti: Ruh ve Bedenin Hasbihali
Bir belgesel anlatımı…
Giriş Anlatımı – Dış Ses: Bir ömür… Saniyelerden oluşan, ama her biri birer sonsuzluğu taşıyan bir yolculuk… Topraktan yaratılan bir beden… Ve ona üflenen bir ruh… İkisi bir araya geldiğinde insan olur. Ve o andan itibaren, kaderin yazdığı uzun bir yürüyüş başlar. İşte bu, ruh ile bedenin yoldaşlığıdır. Kimi zaman uyum içinde, kimi zaman çatışma… Ama hep beraber… Ta ki o kaçınılmaz ayrılığa kadar.
Bölüm 1 – İlk Tanışma İlk nefes… İlk ağlayış… Beden, annesinin kucağında kıvranırken, ruh hayretle çevresine bakar. Henüz nefsin sesi yoktur. Beden masum, ruh saf, zaman ise tertemizdir. Bu andan itibaren başlar arkadaşlıkları.
RUH (iç sesiyle): “Hoş geldik dünyaya, dostum. Seninle bu âlemde çok yol alacağız. Sen gözlerinle görecek, ben kalbinle hissedeceğim. Sen yürüyeceksin, ben yön göstereceğim. Sen acıkacaksın, ben kanaatkâr olmanı fısıldayacağım.”
Bölüm 2 – Gençlik ve İmtihanlar Zaman geçer. Çocukluk saflığı yerini gençliğin fırtınalarına bırakır. Beden arzularla coşar. Ruh ise durur, uyarır, bazen sesini duyuramaz.
BEDEN (özürle karışık bir sesle): “Bazen seni duyamadım. Dünyanın aldatıcı sesleri bastırdı seni. Gözüm harama kaydı, elim yanlışlara uzandı. Ama sen hep oradaydın… Kalbimin derinliklerinde… Vicdanıma dokundun. Sessiz ama güçlü…”
RUH: “Ben seninle var oldum. Sen secdeye eğildiğinde yükseldim. Gözlerin Kur’an’a değdiğinde berraklaştım. Günah işlediğinde daraldım, tövbe ettiğinde arındım. Sen benim meskenim, ben senin rehberindim.”
Bölüm 3 – Yaşlılık ve Farkındalık Yıllar bedenin üzerinden geçti. Güç azaldı, saçlar beyazladı, adımlar yavaşladı. Ama ruh hâlâ aynı… Taze, diri ve yönünü bilen…
BEDEN: “Artık vakit yavaş akıyor. Gözlerim dünyayı değil, geçmişi görüyor. Sesler uzaklaştı… Kalbim ise geçmiş günleri tartıyor. Seninle geçirdiğimiz bir ömür… Kimi zaman gafletle, kimi zaman şükürle…”
RUH: “Dostum… Az kaldı. Seninle olan yolculuğumuz bitmek üzere. Toprak seni çağırıyor, ben ise göğe dönmek üzereyim. Ama bu ayrılık değil… Bu, hakikatin başlangıcıdır.”
Bölüm 4 – Son An ve Vuslat Gecenin en sessiz vaktinde, bir odada… Yaşlı adam yatağında son nefesini almaya hazırlanıyor. Kalbi artık daha yavaş… Gözleri açık ama dünyaya değil, öteye bakıyor…
RUH: “Artık ayrılma vakti geldi. Emaneti teslim ediyorum. Sen toprağa döneceksin, ben Rabbime yöneleceğim. Ama mahşer sabahında yeniden buluşacağız. Sen diriltilecek, ben tekrar bedenlenip şehadet edeceğim. O vakit, amel defterimiz açılacak.”
BEDEN: “Güle güle ruhum… Rabbine selam götür. Ben burada bekleyeceğim… Sessizce… Ama umudumu yitirmeden…”
Son Söz – Anlatıcı: Ve her ömür bir son nefesle mühürlenir. Ruh yuvaya döner, beden toprağa kavuşur. Bu, bir ayrılık değil; bir geçiştir… İki dostun, iki ayrı menzile yürüyüşüdür. Ve asıl hayat, işte şimdi başlar…
Format: Belgesel / Duygusal Anlatı Süre: 6-8 dakika Stil: Sinematik geçişler, loş ışık, anlam yüklü seslendirme, ney ve yaylılar eşliğinde duygusal müzik
1. SAHNE – GİRİŞ
GÖRSEL: Yavaş çekim gece gökyüzü, yıldızlar belirgin. Hafif rüzgâr ağaç dallarını sallar. YAZI: “Bir ömür… İki dost… Son bir veda…” MÜZİK: Hafif ney taksimi + düşük tonda fon yaylılar SES: Anlatıcının sakin ve derin sesiyle giriş metni GEÇİŞ: Fade in + yavaş zoom
2. SAHNE – BEBEKLİK (RUH-BEDEN TANIŞMASI)
GÖRSEL: Yeni doğmuş bir bebek ağlıyor, annesinin kucağında EFEKT: Loş ışıklar, soft focus SES: Ruh’un iç sesi (nazik ve merhametli)
> “Seninle bu dünyaya geldik beden… Sen gözlerini açtın, ben hakikati sezmeye başladım.” GEÇİŞ: Anılar gibi görüntü titrek geçişlerle akar
3. SAHNE – GENÇLİK (İMTİHANLAR)
GÖRSEL: – Genç bir adam koşuyor, heyecanla gülüyor – Ardından haramla karşılaşıyor, sonra secde eden hali RENK: İlk başta parlak, sonra daha gölgeli tonlar
SES:
> Ruh ve bedenin karşılıklı iç sesleri “Seni uyardım beden, ama bazen beni dinlemedin…” MÜZİK: Bir an yoğunlaşan yaylılar, sonra durulma GEÇİŞ: Ani hızlı geçişlerle günah-sevap ikilemleri
4. SAHNE – YAŞLILIK (DÖNÜŞ VE HAZIRLIK)
GÖRSEL: – Yaşlı adam bastonla yürürken yavaş adımlar – Seccadede uzun uzun dua edişi – Pencereden dışarı bakan düşünceli yüz RENK: Sıcak tonlardan gri-mavi tonlara geçiş SES:
> “Zaman yavaşladı. Kalbim geçmişin yükünü tartıyor…” MÜZİK: Hafif içe kapanan, derin duygusal fon
5. SAHNE – YATAKTA SON AN
GÖRSEL: – Adam yatağında yatıyor, yüzü huzurlu – Kalp atışı sesi, gittikçe yavaşlar EFEKT: Işık loşlaşır, sadece yüz net kalır SES:
> Ruh: “Artık ayrılık vakti…” Beden: “Sen Rabbine git, ben seni bekleyeceğim…” MÜZİK: Kalp atışıyla senkronize kapanan ney sesi
6. SAHNE – RUHUN YÜKSELİŞİ
GÖRSEL: – Adamın son nefesiyle yüzünde huzurlu bir gülümseme – Hafif bir ışık onun üzerinden yükselir – Gökyüzüne doğru süzülen saf bir nur efekti RENK: Siyah-beyazdan yavaş yavaş parlaklığa dönüş SES:
> Anlatıcı: “Ve her nefis ölümü tadacaktır…” MÜZİK: Derin ve yumuşak çıkışla kapanan müzik
7. SAHNE – KAPANIŞ VE SORU
GÖRSEL: – Mezarlık görüntüsü (minimal, sade) – Arkasında doğan güneş YAZI: “Bu bir veda değil, vuslattır…” “Sen hazır mısın?” MÜZİK: Sade, umut veren son nota
@@@@@@
Veda Vakti: Ruh ve Bedenin Hasbihali
Tür: Belgesel / Duygusal / Hikmetli Süre: 6–8 dakika Kullanım: YouTube, Instagram, Web Sitesi, TV Belgesel Formatı
1. GİRİŞ – Video Bilgileri
Tema: Ruh ile bedenin ömür boyu süren dostluğu ve ayrılış anındaki hikmetli hasbihali Hedef: İzleyiciyi düşündürmek, duygulandırmak ve ölüm gerçeğiyle yüzleşmesini sağlamak Hedef Kitle: Gençler, orta yaşlılar, dini-manevi içerik arayanlar
2. SENARYO METNİ (Seslendirme)
Senaryo metni yukarıda verilen yazıya uygun olan metin.
3. GÖRSEL PLAN (Storyboard Sahne Listesi)
Sahne 1: Giriş bölümüdür ve yıldızlı bir geceyi anlatır. Görsel türü olarak video veya stok görüntü kullanılacaktır. Sahneye geçiş “Fade in” (karararak açılma) şeklinde olacaktır. Sahne 2: Bebeklik dönemini, ruh ve bedenin ilk temasını konu alır. Bu, dramatize edilmiş bir sahne olacaktır. Geçiş “Soft fade” (yumuşak kararma/açılma) ile sağlanacaktır. Sahne 3: Gençlik dönemini işler; günah, tövbe ve mücadele temaları öne çıkar. Bu da dramatize edilmiş bir sahnedir. Geçiş “Hızlı geçiş” (kesme) şeklinde olacaktır. Sahne 4: Yaşlılık dönemini ve tevbe konusunu ele alır. Bu, oyuncuların yer aldığı bir sahne olacaktır. Geçiş “Blur geçiş” (bulanıklaşarak geçiş) ile yapılacaktır.
Sahne 5: Son anı, yatakta vedayı konu alır. Görsel olarak sinematik bir kurgu kullanılacaktır. Geçiş “Slow fade” (yavaş kararma/açılma) şeklinde olacaktır. Sahne 6: Ruhun yükselişini anlatır. Görsel türü olarak CGI efektler veya metaforik görseller tercih edilecektir. Geçiş “Işık geçişi” ile yapılacaktır. Sahne 7: Bir mezarlık görüntüsü ve bir soru ihtiva eder. Görsel olarak stok veya doğal çekim kullanılacaktır. Sahne “Fade to black” (karararak siyaha geçme) ile sona erecektir.
4. MÜZİK & SES
Fon Müzikleri:
Başlangıç: Ney Taksimi – Hicaz veya Saba makamında
Gençlik bölümü: Hafif yaylılar, duygusal iniş-çıkışlar
Yaşlılık ve son sahne: Piyano+ney veya hafif çello
Final: Umut dolu tek ney sesi
Efektler:
Kalp atışı sesi (son sahnede)
Hafif rüzgâr, yaprak sesi, su damlası sesi (doğal hissiyat için)
Seslendirme Önerisi:
Derin, sakin, yaş almış bir erkek sesi (Radyo tınısı)
Ruh ve beden sesleri daha genç ama içten (iç konuşma tarzında)
5. TEKNİK ARAÇLAR (Üretim İçin)
Video Oluşturmak İçin Kullanılabilecek Araçlar:
Yapay Zekâ video araçları:
Pictory, RunwayML, Kaiber, Synthesia (iç ses için)
Manuel Montaj Programları:
Adobe Premiere Pro, DaVinci Resolve, Final Cut
Ses Kayıt için:
Audacity (ücretsiz), Adobe Audition
Müzik ve Görsel Kaynaklar (Telifli veya telifsiz):
Pixabay, Pexels, [Artlist.io] (müzik)
[Freesound.org] (efektler)
6. EKSTRALAR
Video Sonu CTA (İzleyiciye Yönelik Mesaj):
> “Bu bir ayrılık değil, vuslattır… Sen hazır mısın?
Paylaşım Formatları:
16:9 (YouTube)
9:16 (Instagram Reels, TikTok, Shorts için özel kurgulanmış kısa versiyonlar)
Kare formatta (Instagram feed)
Ayrıca Projeye özel:
Hazır müzik dosyaları
Yapay zekâ ile örnek video oluşturma
Seslendirme örneği
Kapak görseli + başlık ve etiket önerileri
@@@@@@@
Bir ömür… Saniyelerden oluşan, ama her biri birer sonsuzluğu taşıyan bir yolculuk… Topraktan yaratılan bir beden… Ve ona üflenen bir ruh… İkisi bir araya geldiğinde insan olur. Ve o andan itibaren, kaderin yazdığı uzun bir yürüyüş başlar. İşte bu, ruh ile bedenin yoldaşlığıdır. Kimi zaman uyum içinde, kimi zaman çatışma… Ama hep beraber… Ta ki o kaçınılmaz ayrılığa kadar.
ALLAH ZERRE KADAR DA OLSA HİÇ BİR DEĞERİ VE DEĞERLİYİ ZAYİ ETMEZ.VAR EDERKEN DE ONLARDA BULUNAN DEĞERDEN VE DEĞERE KATKIDAN DOLAYI DEĞERLENDİRMEYE ALMIŞTIR.
BAŞLIK: Zerreyi Görüp Zayi Etmeyen Kudret
Giriş
Hayatın içinde kimi zaman öyle anlar gelir ki insan yaptığı iyiliklerin karşılık bulmadığını, verdiği emeğin boşa gittiğini, gösterdiği sabrın görülmediğini düşünür. Oysa bu düşünce, sadece dar gözle bakan bir kalbin yanılgısıdır. Çünkü biz bir kul olarak göremeyebiliriz ama Allah hiçbir değeri, hiçbir değerliliği, hiçbir çabayı, hiçbir samimiyeti zayi etmez. O, her şeyin değerini layıkıyla takdir eden, her güzelliği yerli yerine koyandır.
Zerreyi Bilen Zât, Zerreyi Değerli Kılar
Kur’an’da defalarca geçen “zerre” kelimesi, Allah’ın ilmi ve adaleti açısından son derece anlamlıdır. Zira Allah, zerre kadar iyiliği de kötülüğü de kayıt altına alır (Zilzal Suresi, 7-8). Bu, sadece muhasebe değil; aynı zamanda kıymet verme ve değerlendirme meselesidir. Bir kulun yaptığı küçücük bir iyilik, belki bir tebessüm, belki bir gözyaşı, belki bir niyet bile O’nun katında büyür ve büyütülür.
Hiçbir Şey Boşuna Değildir
Allah hiçbir şeyi sebepsiz yaratmaz. Varlık âleminde değersiz tek bir unsur yoktur. Topraktaki bir solucan, dağdaki bir taş, gökteki bir yıldız, okyanustaki bir damla… Hepsi bir hikmetle yaratılmış, bir vazife ile görevlendirilmiştir. İnsan da öyle… Allah insanı yaratırken, onda bulunan istidatları, ruhundaki cevherleri, kalbindeki niyetleri bilir ve onları da hesaba katar. Çünkü değer vermek sadece sonuçlara değil, niyete, samimiyete ve çabaya da bağlıdır.
İnsanların Unuttuğunu Allah Unutmaz
İnsanlar unutabilir. Yapılan iyilikleri görmezden gelebilir. Samimiyeti küçümseyebilir. Ama Allah asla unutmaz. O, her şeyi kaydeder. Sessizce dökülen bir gözyaşını da, yalnızken yapılan bir duayı da, gizlice verilen bir sadakayı da… Çünkü Allah katında değer, kalpten gelir. Kalpten çıkan her şey ise, katında kıymetlidir.
Zayi Olan Yoktur; Sadece Vakti Gelen Vardır
Nice insanlar vardır ki ömürlerini bir hakikate adar ama neticesini göremeden ahirete göç eder. Oysa zayi olmamıştır o emekler. Belki de onun sabrı, yıllar sonra bir kalbi imanla tutuşturacaktır. Kimi tohumlar hemen yeşerir, kimileri ise yıllar sonra çiçek açar. Ama Allah her tohumu bilir ve her çiçeği kendi vaktinde açtırır.
Sonuç: Umutsuzluk Haramdır, Çünkü Allah Zayi Etmez
Bu yüzden umutsuzluk Müslümana yakışmaz. Zira umutsuzluk, Allah’ın adaletini, rahmetini ve hikmetini inkâr anlamına gelir. Allah, değerleri yoktan var etmez; kıymetli olanı kıymetiyle yaratır. Bu yüzden her zerre kıymetlidir ve her samimi çaba değer taşır. Yeter ki kul niyetinde samimi, amelinde devamlı, kalbinde ihlâslı olsun. Çünkü Allah, “kimin neyi niçin yaptığını” bilir ve “hiçbir değeri zayi etmez.”
@@@@@@@
Zerreyi Görüp Zayi Etmeyen Kudret
Hiçbir emek, hiçbir iyilik, hiçbir değer Allah katında kaybolmaz.
Hayatın içindeki sınavlar, bazen insanın sabrını zorlar. İnsan; yaptığı iyiliğin görülmediğini, sabrının meyve vermediğini veya duasının karşılık bulmadığını düşünür. Fakat bu düşünce, sadece zahire bakan bir gözün yanılgısıdır. Çünkü Allah Teâlâ, zerre kadar iyiliği dahi zayi etmez. O, her şeyi görür, her niyeti bilir ve her samimi çabayı değerlendirir.
Zerre Kadar da Olsa…
Kur’ân’da geçen “zerre” ifadesi (Zilzal Suresi, 7-8) bizlere Allah’ın adaletini gösterir. Zerre kadar hayır da, şer de kayda geçer. Çünkü O, hiçbir şeyi değersiz görmez. Bir bakış, bir dua, bir gözyaşı, içten bir niyet… Hepsi O’nun ilminde yer bulur.
Değersiz Hiçbir Şey Yoktur
Allah, var ettiği her şeyi hikmetle yaratmıştır. Dağdaki taş, gökteki yıldız, topraktaki solucan… Her biri bir göreve memur, bir gayeye hizmet eder. İnsan da böyledir. Kalbinde taşıdığı niyet, gönlündeki samimiyet, onun değerinin bir parçasıdır. Allah, insanı sadece dış görünüşüne göre değil, içinde taşıdığı kıymete göre değerlendirir.
İnsan Unutur, Allah Asla
İnsan bazen unutur, görmezden gelir, küçümser. Ama Allah unutmaz. Gizli yapılan bir iyilik, sessizce edilen bir dua, karşılıksız verilen bir emek… Bunların hepsi, Allah katında kayıtlıdır ve zamanı geldiğinde mükâfatı verilecektir.
Zayi Olan Yoktur, Vakti Gelen Vardır
Her çaba, her emek kendi vaktinde netice verir. Kimi çiçek hemen açar, kimi tohum ise yıllar sonra yeşerir. Sabırla yapılan işler, belki bizim göremediğimiz zamanlarda meyve verir. Ama Allah hiçbir emeği karşılıksız bırakmaz.
Umutsuzluk Haramdır, Çünkü Allah Zayi Etmez
Bir mümin asla umutsuzluğa kapılmamalıdır. Çünkü bu, Allah’ın rahmetini ve adaletini sorgulamak olur. Allah, kıymeti olmayanı değil; kıymetli olduğu için yaratır. Ve O, her şeyi yerli yerince değerlendirir.
Unutma: Allah, samimi niyetleri bilir. Sessiz çabaları görür. Ve hiçbir değeri zayi etmez. Yeter ki sen, niyetinde sadık, amelinde istikrarlı ol.
Kamera yavaşça Yusuf’un yüzüne yaklaşır. Kararsızlık içinde gözleri titrer. Ellerini sıkar. Tereddüt belirgindir.
SAHNE 2: [GERÇEK DÜNYADA YÜZLEŞME]
MEKAN: Yusuf, bir bilgisayarın başında. Ekranda haram bir içerik açılmak üzere. Fareyi tıklamak üzeredir.
Tam o an iç dünyadaki sesler tekrar belirir ama bu kez sahnede fiziken temsil edilen suretler olarak görünür: Nefis parlak ve cazibeli, Şeytan sinsi ve kurnaz, Kalp huzurlu ve vakur, Vicdan ise yorgun ama dürüst.
Nefis (gülerek):
> “Haydi! Bir tıkla. İstediğin bu kadar yakın!”
Şeytan (sırıtarak):
> “Sonra istiğfar edersin. Allah affeder, değil mi?”
Kalp (ciddiyetle):
> “Gözün zehri kalbine akar. Bir anlık haz, uzun pişmanlığa dönüşür.”
Vicdan (ağlayarak):
> “Bu sadece senin imtihanın değil. Sana güvenenlerin de, dualar eden annenin de…”
Yusuf, titreyen eliyle fareye tıklamaktan vazgeçer. Derin bir nefes alır, ekranı kapatır. Gözlerinden yaş süzülür.
SAHNE 3: [FİNAL – RUHUN YÜKSELİŞİ]
MEKAN: Aynı siyah fon. Yusuf diz çökmüş, ellerini semaya kaldırmış.
Yusuf:
> “Ya Rabbi… Kalbimi haramla kirletme. Nefsimi bana musallat etme. Bana iffetimi, gözümün haya perdesini muhafaza etme kuvveti ver.”
Işık yavaşça artar. Kalp ve Vicdan karakterleri arkasında belirir. Gülümserler. Nefis ve Şeytan yavaşça silinir.
Anlatıcı (fon sesiyle):
> “Her haram, kalpte bir yangın çıkarır. Söndürülmezse, insanı yakar. Ama ” Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” (Talak 2)”
SATIRLARDAN SADIRLARA – ZÂHİRDEN HAKİKATE BİR GEÇİŞ
Hakikat Yolcusunun Sessiz İnkılâbı
Bazı insanlar kitap okur, bazıları ise hayatı okur. Bazıları satırları ezberler, bazıları sadırlara yazar. Bazıları zahirde kalır, bazıları ise hakikate ulaşır.
Zahirin diliyle başlayan yolculuk, ancak sadrın genişlemesiyle, kalbin açılmasıyla gerçek anlamını bulur. Zira satırlar; bilgilendirir, Sadırlar ise dönüştürür.
Bilmek Yetmez, Olmak Gerekir
Bir hakikat yolcusu yola çıktığında ilk önce bilgiyle tanışır. Kitaplar okur, âlimler dinler, deliller toplar… Ama zamanla anlar ki, bilgi başı döndürür; eğer hâle dönüşmezse. Sadece okumakla, yazmakla, konuşmakla insan değişmez. Olduğu gibi kalır. Çünkü bilgi ancak kalbe inince hikmete dönüşür. Ve hikmet; yaşanmış ilmin adıdır.
Zahirde Boğulanlar, Hakikati Kaçıranlardır
Bazen kişi, dinin zâhirine takılır kalır. Hakikate bakmadan. Harflerin şeklinde, hükümlerin kabuğunda, bilgilerin süsünde oyalanır. Hedefe varmadan. Ama kalp susuzsa, ne kadar su hakkında kitap okusa da, susuz kalır. Hakikat ise der ki: “Oku ama okuduğun ol! Yaz ama yazdığını yaşa!”
Zira Kur’an’ın da ilk emri “Oku!” idi. Ama bir sonraki adımda, “Kalk ve uyar!”, “Temizlen!”, “Sabret!” geldi. Çünkü okumak, harekete dönüşmeyince, insan sadece bilgili bir gaflet ehli olur.
Sadır – Kalbin Kitabı
Sadır; kalbin en derin yeridir. Ve hakikat, o derinliğe yerleşmeden tesir etmez. Nice âlimler vardır; satırlarla doludur ama sadrı boştur. Nice sadıklar vardır; satırı azdır ama sadrı dopdoludur. İşte onların nazarıyla bakarsan, taş dile gelir, gece konuşur, gönül secdeye varır. Çünkü onlar zâhirde değil, hakikatte yaşar.
Satırdan Sadıra Yolculuk Nasıldır?
Bu bir sükût yolculuğudur. Sözden önce sessizlik konuşur. Bilgiden önce edep gelir. Harflerden önce hal görünür.
Sözü sese değil, manaya dönüştürmektir. Ve bu yol, nefsin kabuğunu çatlatmakla, kalbin gözünü açmakla mümkündür.
Sonuç: Hakk’ı Okumak İçin Hâl Lazım
Satır, insana yol gösterir. Sadır, o yolda yürütür. Ama hakikate varmak, sadece kitapla değil; kalple olur. Çünkü Hak, kalplere nazar eder; kütüphanelere değil. O kitaplar hazmedilezse, hazımsızlık oluşur ve oluşturur.
O halde: Bilgiyle değil, hâl ile varılır hakikate. Sözle değil, hal ile duyulur Hakk’ın sesi.
Kıssadan Hisse: Bugün satır çok, sadır az… Bilgi çok, hikmet az… Konuşan çok, yaşayan az… O halde, ilim bir nur olacaksa, önce kalbin kandilini yakmalı. Çünkü ancak aydınlanmış bir gönül, karanlık bir dünyaya ışık olabilir.
DEVLET KALEM VE KILINÇ ÜZERİNE DURUR. YA ŞİMDİ? Hikmetli ve İbretli Bir Bakış
Tarihin tozlu sayfalarına baktığımızda bir hakikatin tekrar tekrar karşımıza çıktığını görürüz: Devletler, bir yandan kılıçla korunur, diğer yandan kalemle yönetilir. Bu ikili denge, adaletin terazisinde tartılır; biri diğerini tamamlar, biri eksik olursa çöküş başlar. İşte bu yüzden atalarımız demiştir ki: “Devlet kalem ve kılıç üzerine durur.”
Kılıç, gücün, caydırıcılığın ve güvenliğin simgesidir. Dış tehditlere karşı sınırları muhafaza eder, içerde ise anarşiye geçit vermez. Lakin tek başına bir kılıç, zalim bir tiranın elinde zulüm aracına da dönüşebilir. İşte burada kalem devreye girer. Kalem, hikmeti, adaleti, hukuk ve ilmi temsil eder. Yönetenin vicdanı, devletin ruhu kalemle şekillenir. Yasalar kalemle yazılır, tarih kalemle kaydedilir, milletin hafızası kalemle korunur.
Peki, ya şimdi?
Zaman değişti, çağ değişti. Ne kılıç ne kalem eskisi gibi. Kılıç, yerini tanklara, füzeye ve dijital silahlara bıraktı. Kalem ise klavyeye, algoritmalara, yapay zekâya dönüştü. Ancak öz değişmedi: Devlet yine güç ve hikmet üzerine ayakta kalır. Fakat bugün asıl tehdit kılıçtan çok zihne yönelmiştir. Artık cepheler sadece sınır boylarında değil, ekran başında kurulmakta; savaşlar fikirlerle, bilgiyi kim yönetecek savaşıyla verilmektedir.
Bu çağda kalem, sadece bilgi değil, bilgeliği temsil etmelidir. Sahte bilginin, algı oyunlarının ve bilgi kirliliğinin kol gezdiği bir dünyada kalem, hakikati yazabilmeli. Aksi takdirde, kılıç ne kadar keskin olursa olsun, adaletsizliğin bekçisi olmaktan öteye geçemez.
Bir milletin yükselişi kalemle başlar, çöküşü de kalemle olur. Adaletin olmadığı yerde kılıç da serseri bir kurşun gibidir. Kalemin sustuğu, kılıcın konuştuğu toplumlar karanlığa sürüklenir. Kalemle inşa edilmeyen bir sistem, kılıçla ayakta duramaz.
O halde, şimdi ne yapmalı?
Kılıcın değil, kalemin hakkını veren bir gençlik yetiştirmeliyiz. Hakikatin izini süren, adaleti pusula edinen, bilgiyi hikmetle yoğuran kalem sahiplerine ihtiyacımız var. Devleti yaşatacak olanlar; sadece güç sahipleri değil, doğruyu yazmaktan korkmayan kalem erbabıdır.
Son söz: Devlet hâlâ kalem ve kılıç üzerine durur. Ama artık kalem; sadece yazan değil, düşünen, yöneten ve uyandıran olmalıdır. Kılıç ise artık sadece savaşan değil, koruyan, caydıran ve denge sağlayan bir vasıtadır. Birini ihmal eden devlet, diğerinin gölgesinde kalır. Her ikisini de adaletle kullanan ise tarihe mühür vurur.