ÜÇÜNCÜ SÖZ – SENARYO

ÜÇÜNCÜ SÖZ – SENARYO

İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler, tâ yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: “Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silahsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise mugaddi hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlup edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silahı taşımaya mecburdur.”
O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra şu bahtiyar nefer, sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur.
Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır. Nizama tabi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir surette gider. Tâ mahall-i maksuda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.
Askerlik nizamını seven, çanta ve silahını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalp ve vicdan ile gider. Tâ o matlub şehre yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasip bir mükâfat görür.
İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tabi insanlardır. O yol ise hayat yoludur ki âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silah ise ibadet ve takvadır.

@@@@@@

Senaryo Başlığı:

İki Yolcu: Hayat Yolunda Bir Seçim

Tür:

Dram – Hikmetli Kıssa – İbret

Özet:

İki askerin, hayat yolunda yaptıkları seçimler üzerinden ibadet ve fıskın neticeleri anlatılır. Herkesin kendi hayatına bakıp düşündüğü derin bir kıssa sunulur.

Giriş Sahnesi (Açılış)

Görüntü:
Uçsuz bucaksız bir ova. Ufukta iki yol ayrımı… Bir taraf nizamlı, düzenli, güneşli; diğer taraf karanlık, düzensiz, yıkık dökük.

Anlatıcı: (Ciddi, hikmetli bir ses tonuyla)
“İbadet ne büyük bir ticaret ve saadettir… Fısk ve sefahet ise ne büyük bir hasaret ve felâket… İşte bu hakikatin temsili…”

1. Bölüm: Emir

Sahne:
İki asker (Ali ve Bekir), bir komutanın önünde duruyorlar. Komutan ciddi bir şekilde emir veriyor:

Komutan:
“Sizlere uzak bir şehre gitme emri verildi. Yol ikiye ayrılacak. Seçim sizin olacak.”

İkisi de selam verir ve yola çıkarlar.

2. Bölüm: Yol Ayrımı

Sahne:
İki yolcu bir yol ayrımına gelir. Ortada yaşlı, nur yüzlü bir rehber vardır.

Rehber: (Sakin ve bilge bir sesle)
“Ey yolcular! Sağdaki yol, nizama tâbi, intizamlıdır. Yükünüz biraz ağır olur ama sonu selamet ve mükâfattır. Soldaki yol ise nizamsızdır. Başta hafif görünür ama sonu felâket ve azaptır.”

Ali düşünür, sağ yolu seçer.

Bekir, yükü görünce yüzünü ekşitir, solu seçer.

3. Bölüm: İki Yolun Akıbeti

Ali’nin Yolu:

Görüntü:
Ali, ağır bir çanta ve silah taşır ama her adımda içi rahat, çevresi düzenli. Güneş yüzüne vurur, dost insanlar karşılar.

İç Ses (Ali):
“Ağır ama huzurlu… Zahmette rahmet varmış.”

Bekir’in Yolu:

Görüntü:
Bekir, rahat başlar ama kısa sürede dikenler, yağmalar, korkunç sesler arasında kalır. Etrafı karanlık. Yalnızdır. Herkesten korkar, dilenir, rezil olur.

İç Ses (Bekir):
“Başta rahattı… Şimdi her adımım azap!”

4. Bölüm: Varış ve Sonuç

Sahne:
İki asker hedef şehre varır.

Ali:

Komutanlar, onu onurla karşılar. Şeref madalyası takılır.

Anlatıcı:
“Nizam ve sadakat, onu saadete eriştirdi.”

Bekir:

Bekir zincirlerle yakalanır. Mahkûm edilir.

Anlatıcı:
“İsyan ve heva, onu felâkete sürükledi.”

Kapanış Sahnesi

Görüntü:
Yol ayrımı tekrar gösterilir. Yolların üstünde yazılar belirir:

Sağ Yol: İbadet ve Takva

Sol Yol: Fısk ve Heva

Anlatıcı:
“Ey insan! Hayatın yol ayrımında her adımın bir seçimdir. Nizamı seçen kurtulur. Hevaya uyan helâk olur. Dikkat et!”

@@@@@@

Kısa ve Hikmetli bir hikâye metni:

İki Yolcu

Uzak bir şehirden emir geldi:
İki asker, Ali ve Bekir, sefere çıkacaklardı. Yolun sonunda bir ödül vardı; ama hangi yoldan gidileceği onlara bırakılmıştı.

Yol ayrımına geldiklerinde bir rehber onları karşıladı:
“Sağdaki yol nizamlıdır, düzenlidir. Biraz yük taşımanız gerekir ama sonunda rahat ve mükâfat var. Soldaki yol başta hafif görünür; fakat sonunda pişmanlık ve azap vardır.” dedi.

Ali, tereddüt etmeden sağ yolu seçti.
Omuzuna ağır bir çanta aldı, beline sağlam bir silah kuşandı. Her adımı meşakkatliydi; fakat kalbi huzur doluydu. Yol boyunca dostlar buldu, güvenli vadiler geçti, kalbi kuvvetlendi.

Bekir ise yük taşımak istemedi.
Soldan yürüdü. Başta hafifti adımları. Ne var ki kısa sürede karanlık vadilere düştü. Korkular, hüsranlar sardı çevresini. Her sesten ürker, herkesten medet umar oldu.

Günler sonra şehre vardıklarında, Ali’yi şeref madalyalarıyla karşıladılar.
Bekir ise kaçak muamelesi gördü; zincirlerle yakalandı.

O gün anlaşıldı ki,
zahmette rahmet, rahatlıkta felaket saklıymış.

@@@@@@

Duygulu ve etkileyici bir kısa hikâye metni:

İki Yolcu – Hikâye Anlatımı

(Anlatıcı sesi: Derin, sıcak ve hikmet dolu bir ton)

> “Bir zamanlar iki asker, uzak bir şehre gitmek üzere emir aldı.
Önlerinde iki yol vardı; biri düzenli, diğeri ise başıboş ve düzensizdi.

> Yol ayrımında yaşlı, bilge bir adam onları karşıladı:
‘Ey yolcular!’ dedi. ‘Sağdaki yol, zahmetlidir ama sonunda selamet vardır. Soldaki yol ise başta rahattır; lakin sonu pişmanlık ve felâkettir.’

> Ali, ağır yükü omuzlamaktan çekinmedi. Sağ yola saptı.
Çantası ağırdı, silahı yüksekti. Fakat her adımıyla yüreği hafifliyordu.
Her adımda kalbine huzur iniyor, gözleri ümit doluyordu.

> Bekir ise zahmetten kaçtı.
Hafif adımlarla sol yola saptı.
Başta her şey kolaydı; ama sonra karanlık vadilerde kayboldu.
Her adımı korku, her nefesi endişe oldu.

> Günler geçti.
Ali, alnı açık, başı dik o güzel şehre vardı.
Onu şeref ve mükâfatla karşıladılar.

> Bekir ise, korku ve pişmanlık içinde şehre sürüklendi.
Kaçak ve âsi olarak yargılandı.

> O gün herkes anladı ki…
Gerçek yük, zannedilen zahmette değil, terk edilen vazifedeymiş.
Gerçek kurtuluş, nizamda ve sabırda gizliymiş.

> Ey yolcu!
Sen de hayat yolundasın…
Hangi yolu seçeceğine iyi bak!”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 2nd, 2025

YEDİNCİ SÖZ – SENARYO

YEDİNCİ SÖZ – SENARYO

Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkül-küşa olduğunu ve sabır ile Hâlık’ına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzak’ından sual ve dua ne kadar nâfi’ ve tiryak gibi iki ilaç olduğunu ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebairi terk etmek ebedü’l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir zaman bir asker, meydan-ı harp ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:
Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu hali ile beraber uzun bir yolculuğu var, nefyediliyor. O bîçare, şu dehşet içinde meyusane düşünürken sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nurani bir zat peyda olur. Ona der:
“Meyus olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimal etsen o arslan, sana musahhar bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner. Hem sana iki ilaç vereceğim. Güzelce istimal etsen o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu Gül-ü Muhammedî (asm) denilen latîf çiçeğe inkılab ederler. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi bir senelik bir yolu, bir günde kesersin. İşte eğer inanmıyorsan bir parça tecrübe et. Tâ doğru olduğunu anlayasın.”
Hakikaten bir parça tecrübe etti, doğru olduğunu tasdik etti. Evet ben, yani şu bîçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm.
Bundan sonra birden gördü ki sol cihetinden şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam; çok ziynetler, süslü suretler, fanteziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi. Karşısında durdu, ona dedi:
— Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.
Sual: Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?
Cevap: Bir tılsım.
— Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.
S- Hâ, şu ellerindeki nedir?
C- Bir ilaç.
— At şunu. Sağlamsın. Neyin var? Alkış zamanıdır.
S- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?
C- Bir bilet. Bir tayinat senedi.
— Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım, der. Her bir desise ile onu iknaya çalışır. Hattâ o bîçare, ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.
Birden sağ cihetinden ra’d gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp önümdeki darağacını kaldırıp sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’edecek bir çare sende varsa bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem! Tâ Hızır gibi bu zat-ı semavî, dediğini desin.”

@@@@@@@

Senaryo Başlığı:

“İki Yolda Bir Yolcu”

Açılış:

(Gri ve puslu bir savaş meydanı. Yer yer dumanlar yükseliyor. Arka planda ağır bir harp müziği çalıyor.)

Kamera, yaralı bir asker olan Zeyd’i gösterir. Omuzundan ve böğründen derin yaralar almış, yürümeye çalışıyor. Arka planda kükreyen devasa bir arslan onu takip ediyor. İleride bir darağacı yükseliyor. İpler boşta sallanıyor.

Zeyd, yorgun ve ümitsiz bir şekilde yere çöker. Başını elleri arasına alır.

1. Sahne: Hızır gibi bir Zat’ın gelişi

(Bir anda sağ tarafından ışık dolu, nurani bir zat belirir. Gülümseyerek Zeyd’in yanına gelir.)

Nurani Zat:

> “Meyus olma, ey yolcu!
Sana iki tılsım, iki ilaç ve bir bilet vereceğim. Kabul edersen kurtuluşun olur.”

Zeyd (bitkin bir sesle):

> “Ne yapabilirim ki? Ne tılsımı? Ne ilacı?”

Nurani Zat (yumuşak bir tebessümle):

> “İşte bak:

Birincisi: ‘آمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ’ (Allah’a ve Ahiret gününe iman ettim.)

İkincisi: Sabır ve dua ile Yaratan’a yönelmek.
Yaraların Gül-i Muhammedîlere dönüşecek, arslan bineğin, darağacı ise bir salıncak olacak.”

Zeyd, hafifçe başını kaldırır. Bir umut ışığı gözlerinde parlar.

Nurani Zat, Zeyd’in ellerine görünmeyen bir bilet ve iki parlayan ilaç şişesi bırakır.

Nurani Zat:

> “Bunları kullan. Yolun aydınlansın.”

2. Sahne: Şeytani Dessasın gelişi

(Zeyd, toparlanıp yürümeye başlarken sol tarafından alacalı renkler içinde bir adam —Dessas— çıkar.)

Dessas (alaycı bir gülümsemeyle):

> “Hey dostum! Nereye böyle? Gel, gel! Şu hayatın tadını çıkaralım. İçelim, eğlenelim. Şu gamı, derdi unutalım.”

Zeyd (tereddütle):

> “Ama önümde bir darağacı, arkamda bir arslan var. Yaralarım var…”

Dessas (alaycı bir kahkaha ile):

> “Hahaha! Kuruntu bunlar! Şu anın keyfi varken yarını kim düşünür? Bak şunlara! (Elindeki parlak ziynetleri gösterir.) Ne dua, ne sabır? Haydi bırak bu saçmaları!”

Zeyd’in elindeki bilet ve ilaçlar sönmeye başlar.

Dessas:

> “At şu ilaçları! Yırt şu bileti! Bizim biletimiz hazır: Eğlence!”

3. Sahne: İkaz ve Kurtuluş

(Aniden gökten bir gök gürültüsü gibi bir ses yükselir. Nurani Zat’ın sesi yankılanır.)

Nurani Ses:

> “Sakın aldanma! De ki ona:
Eğer arkamdaki arslanı öldürüp önümdeki darağacını kaldırabilecek misin?
Sağ ve solumdaki yaraları iyileştirebilecek misin?
Yolculuğu bitirebilecek misin?
Hayır! O halde sus, ey sersem!”

Zeyd bir an duraklar. Gözlerini kapatır. Derin bir nefes alır. Sonra kararlılıkla elindeki bilet ve ilaçları sımsıkı kavrar.

Zeyd (Dessas’a bağırarak):

> “Sen sahte bir dostsun!
Ne arslanı susturabilirsin, ne darağacını kaldırabilirsin, ne de kalbimdeki yaraları iyileştirebilirsin!
Ben Rabbime tevekkül ettim, O’na iltica ettim!”

(Dessas çığlık atarak puslu bir duman gibi kaybolur.)

4. Sahne: Yükseliş

(Zeyd biletini çıkarır. Bilet parlamaya başlar.
Arslan, ihtişamlı bir ata dönüşür.
Darağacı, altın bir salıncak olur.
Yaralarından güzel kokulu Gül-i Muhammedî (asm) çiçekleri fışkırır.)

Zeyd ata biner. Salıncağın üzerinde bir an döner, göğe doğru yükselmeye başlar. Yol aydınlanır. Arkada Kur’an tilaveti eşliğinde şu ayet okunur:

> “اِنَّ الَّذٖينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰئِكَةُ…”

Kapanış:

Kamera yukarı doğru yükselir. Geniş bir sahne: Altın kubbeler, cennet gibi bahçeler görünür.

Anlatıcı:

> “İman ve sabır, beşerin saadet anahtarıdır.
Aldanmak ise ebedî hüsranın yoludur.”

Ekran kararır. Son sahnede şu yazı belirir:

> “Nefsine değil, Rabbine güven.”

@@@@@@@@

YAPIM DOSYASI

Proje Adı: “İki Yolda Bir Yolcu”

Yönetmen Notları: Bu proje, imanın insan hayatındaki kritik rolünü, temsilî bir hikâye üzerinden derin, hissedilir ve görsel ağırlıkla anlatacak. İzleyici, bir savaş alanından bir cennet yolculuğuna geçiş hissi yaşamali.

KARAKTERLER:

Zeyd: Asker. Temsilî olarak her insanın çektiği ızdırap ve sınavları yüklenir. Gözlerinde korku ile umut arasında gidip gelen bir ifade var.

Nurani Zat: Hızır gibi, rahmetli ve ışıklı bir kişi. Sesi huzurlu, yüzü nurlu.

Dessas: Şeytani bir görünüme sahip, süslü ama gözleri boş ve karanlık. Tatlı konuşan, fakat sesi derinlerde zehir taşıyor.

SAHNE YÖNLENDİRMELERİ:

1. Savaş Alanı ve Giriş:

Gri ve puslu hava. Körfez dumanlar, yüksek sesli rüzgar efektleri.

Yer yer patlama sesleri duyuluyor.

Kamera yere düşümüş, yaralı bir asker olan Zeyd’in üzerinde dolanıyor.

2. Nurani Zatın Gelişi:

Sağdan bir ışık huzmesi.

Hafif mistik bir fon müziği.

Nurani Zatın sesi berrak ve teselli verici.

Diyalog:

> “Meyus olma, ey yolcu! Sana iki tılsım, iki ilaç ve bir bilet vereceğim.”

3. Dessasın Ortaya Çıkışı:

Sol tarafta, renkli ve sahte bir ışık oyunları.

Cazibeli fakat çürümüş bir hava.

Tatlı ama içten boş bir ses tonu.

Diyalog:

> “Gel dostum! Ne yolculuğu? Ne tılsımı? Hayat keyiften ibarettir!”

4. Karar Sahnesi:

Kamera yavaş çekimde Zeyd’in tereddüdü gösterilir.

Sonra Nurani Ses gök gürültüsü gibi iner.

Nurani Ses:

> “Eğer o arslani susturabilirsen, darağacını kaldırabilirsen, yaraları iyileştirebilirsen konuşalım!”

5. Kurtuluş ve Yükseliş:

Bilet ışıldar.

Arslan at olur.

Darağacı salıncağa dönüşür.

Yaralardan Gül-i Muhammedî çıkar.

(Fonda ağır, uhrevî bir Kur’an tilaveti: İnnellezine kalu rabbunallahu summestekamu..)

6. Final:

Zeyd ata biner, salıncağın üzerinden bir cennet manzarasına doğru uçar.

Son kare: “Nefsine değil, Rabbine güven.” yazısı ekranda belirir.

MÜzik Seçimi:

Girişte harp müziği (düşük tempolu).

Nurani Zatın gelişinde mistik ney sesi.

Dessas sahnesinde hafif cazip ama boş tonal müzik.

Kurtuluşta epik, yükselen bir orkestral parça.

Görsel Efektler:

Hafif sis, ışık oyunları.

Zeyd’in elindeki biletin parıltısı zamanla artar.

Yaralardan çıkan gül efektleri (yavaş çekim).

Cennet sahnesinde altınımsı bir güneş ışığı.

Kısa Mesaj: Bu dünya bir imtihan meydanıdır. Kurtuluş, iman, sabır ve teslimiyettedir.

Her karakter için sahne direktifleri, diyalog derinleştirmeleri ve kamera açılarını da ekleme…

@@@@@@

Senaryo Başlığı: İman, Sabır ve Hakikatin Zaferi

Sahne 1: Meydan-ı Harp

(Kamera: Geniş açı. Karanlık bir savaş alanı. Patlayan bombalar, yıkılmış binalar, karanlık gökyüzü.)

Asker (iç sesi, endişeyle): “Ne sağım sağlam, ne solum… Her taraf yara bere içinde. Arkamda bir arslan gibi ölüm bekliyor. Önümde darağacı, sevdiklerim bir bir yok oluyor… Ve önümde meçhul bir yolculuk…”

(Kamera: Yakın plan. Askerin terlemiş yüzü, korku dolu gözleri.)

Sahne 2: Hayırhahın Zuhuru

(Kamera: Hafif bir ışık süzmesi. Sağdan, nurlu yüzlü bir Zât belirir. Huzur verici bir ses tonuyla konuşur.)

Hayırhah: “Ey çaresiz asker! Meyus olma. Sana iki tılsım öğreteceğim, iki ilaç vereceğim. Kabul edersen, her şey değişecek.”

Asker: (umutla) “Nasıl? Nedir o tılsımlar ve ilaçlar?”

Hayırhah: “Birincisi: اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ demek; Allah’a ve ahirete inanmak. İkincisi: Sabır ile tevekkül ve şükür ile dua etmek. İlaçların ise sabır ve duadır. Bunları uygularsan:

Arslan sana binek olur.

Darağacı eğlence salıncağına döner.

Yaraların güle döner.

Yolculuğun ışıklı bir seyrüsefere dönüşür.”

(Kamera: Hayırhahın sözleriyle arka plan aydınlanır. Kısa bir sahne geçişiyle arslan uysallaşır, darağacı salıncağa döner gibi bir efekt yapılır.)

Sahne 3: Aldatıcıların Tuzakları

(Kamera: Sol taraf karanlıktan bir figür çıkar. Süslü, aldatıcı bir adam: Şeytanî Adam.)

Şeytanî Adam: “Hey dostum! Ne bu sessizlik, ne bu korku? Gel bizimle eğlen! Bak, ne güzel suretler, şarkılar, ziyafetler var.”

(Şeytanî Adam etrafındaki neşeli ama sahte manzaraları gösterir. Şarkılar, yemekler.)

Asker: (kararsız) “Ama… elimde bir tılsım, bir ilaç, bir bilet var.”

Şeytanî Adam: “Onları at! Ne gerek var? Şu anın keyfi varken geleceği düşünmek niye?”

Asker: (şüpheyle) “Ama… ölüm arkamda, darağacı önümde…”

(Şeytanî Adam Asker’in elindeki tılsım ve ilacı çekmeye çalışır.)

Sahne 4: Ra’d Gibi Uyarı

(Kamera: Aniden gökyüzünde bir şimşek çakar. Sağdan gelen gür bir ses.)

Ra’dın Sesi: “Ey insan! Ona de ki: Arslanı öldürebilecek misin? Darağacını kaldırabilecek misin? Yaraları iyileştirebilecek misin? Yolculuğu durdurabilecek misin? Eğer yapabiliyorsan, gel keyfedelim. Yoksa sus ve yoluna devam et!”

(Asker, korkuyla ve kararlılıkla Şeytanî Adam’a döner.)

Asker: “Ey aldatan! Hiçbir şeyi değiştiremiyorsun. Ben Rabbimin yolunda yürüyeceğim!”

(Kamera: Asker tılsımı okur, ilaçları içer, biletini cebine koyar. Sağdan gelen Hayırhah ona tebessüm eder. Asker aydınlanan bir yolda yürümeye başlar.)

Final Sahnesi:

(Kamera: Uzak plan. Asker, aydınlık bir ufka doğru yürürken arkasında savaş alanı karanlıkta kalır. Hafif bir ilahi müzik eşlik eder.)

Narrator (Dış Ses): “İman eden, sabreden, şükreden, dua eden; hakiki saadete, hakiki kurtuluşa erer.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 2nd, 2025

KORKUTULAN – ÜRKÜTÜLEN – ZİHİNLERİ İŞGAL EDİLEN BİR TOPLUM HALİNE GETİRİLDİK.

KORKUTULAN – ÜRKÜTÜLEN – ZİHİNLERİ İŞGAL EDİLEN BİR TOPLUM HALİNE GETİRİLDİK.
İNANÇLARA PRANGA VURULDU.

Firavunun zulmünden korkup oğlunu saklayan Musa’nın annesi gibi, Nemrudun ateşinden çekinenler gibi, Dakyanusun korkusundan 7 uyuyanlar gibi; uyuyan ve uyutulan bir neslin çocuklarıyız.
Her dönem zalimlerinden birinin temsilciliğini yapan bir çok silik kopyalarının bulunduğu asrın mağdurlarıyız.
Harcanan, kayıp bir nesiliz.

*********

Korkutulan Zihinler, Uyutulan Nesiller: Bir Asrın Hikâyesi

Tarih sahnesi, her dönem mazlumlarla zalimlerin mücadelesine şahitlik etmiştir. İman ve adalet uğruna direnenler ile zulmü ve korkuyu araç edinenler, yüzyıllardır karşı karşıya gelmişlerdir. Bugün bizler, Musa’nın annesinin Firavun’dan sakındığı gibi, Nemrud’un zulmünden korkulan gibi, Dakyanus’un baskısından mağaralara sığınan Ashab-ı Kehf gibi, bir korku çağının içinde büyüyen bir neslin çocuklarıyız.

Her asrın bir Nemrud’u, bir Firavun’u oldu. Fakat zamanla, bu zalimlerin sadece isimleri değişti; yöntemleri, niyetleri ve hedefleri aynı kaldı: İmanı bastırmak, inancı köreltmek, zihinleri işgal etmek.
Korkutularak susmaya, baskı altında yaşayıp boyun eğmeye alıştırıldık. İnançlarımıza pranga vuruldu. Fikirlerimiz ya susturuldu ya da yozlaştırıldı. Nice hakikat tohumları, daha yeşermeden toprağa gömüldü.

Bugün dönüp baktığımızda, ne kadar çok kayıp verdiğimizi daha iyi anlıyoruz. Yitik bir nesil olduk:

Kimi korkudan sustu.

Kimi rahatlık için yönünü değiştirdi.

Kimi var olabilmek için ruhunu kaybetti.

Oysa bizler, Ashab-ı Kehf’in torunlarıydık. Zamanın Dakyanuslarına kafa tutması gereken gençlerdik. Musa’nın annesi gibi tevekkülle oğullarını geleceğe emanet etmesi gereken annelerin çocuklarıydık. Fakat korku duvarları önünde durdurulduk.
“Allah bize yeter” diyemedik,
“Rabbimiz bizimle beraberdir” diye haykıramadık.

Bir toplumu korkutarak zihnini esir alanlar, onun ruhunu da çürütürler. Ve biz, çürütülen bir ruhun, susturulan bir vicdanın, bastırılan bir hakikatin yükünü taşıyoruz şimdi omuzlarımızda.

Ama hâlâ her toprakta bir umut filizi yeşeriyor. Hâlâ her enkazın altında bir iman nefesi yükseliyor. Çünkü hakikat, bastırılsa da susmaz. İnanç, zincire vurulsa da ölmez.

Unutmayalım:

> “Her firavunun bir Musası vardır.”
“Her Dakyanusun korkusuna karşı bir Ashab-ı Kehf doğar.”

Ve her karanlığın sonunda, yeni bir sabah mutlaka doğar.
Önemli olan, korkuya teslim olmamak, uyuyanlardan değil, uyandıranlardan olabilmektir.

*************

Hikmet Serisi: Korkutulan Zihinler, Uyutulan Nesiller

Bölüm 1: Bir Zihin Korkutulursa…

> Her asrın bir Firavunu, bir Nemrudu, bir Dakyanusu vardır. Zalimlerin yöntemleri değişse de amaçları aynı kalır: İnançları bastırmak, zihinleri işgal etmek.

Bugün korku, yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda zihinsel bir savaş haline geldi. İnsanları düşünmekten, sorgulamaktan alıkoyuyorlar. Korkutuldukça susan, susadıkça boyun eğen bir toplum oluşturuluyor.

Bölüm 2: Firavunun Zulmü ve Musa’nın Annesi

> Firavunun zulmünden korkup oğlunu saklayan Musa’nın annesi gibi, biz de bazen hakikatin korkusundan gizleniyoruz. Korku, insanı hep geri çeker. Ama bazen, korktuğumuz şeyin içinde büyüyen büyük bir güç vardır.

Musa’nın annesi, Firavun’un zulmünden korunmak için oğlunu toprağa emanet etti. Bazen, korkunun içinden yükselen cesaret, bir dönüşüm yapabilir.

Bölüm 3: Nemrud’un Ateşi ve Korkuya Teslim Olmamak

> Nemrud’un ateşinden kaçanlar, sadece bedenlerini değil, ruhlarını da kaybedebilirler. Korku, bir neslin ruhunu çürütürse, o nesil yok olur.

Ancak, bir ateşi göğüsleyebilmek için inanç gerekir. Nemrud’un ateşi, yalnızca Allah’a inananların yakalayabileceği bir imtihandır. Cesaretle ateşe atılanlar, nihayetinde zalimin zulmünden kurtulurlar.

Bölüm 4: Dakyanus ve Uyuyanların Hikâyesi

> Dakyanus’un zulmünden kaçan, mağaralarına sığınan yedi uyuyanlar gibi, biz de zaman zaman “uyutulduk.” Fakat uyandığımızda, yüzyılların gerisinde kalmış bir nesil değil, bir hakikat bulacağız.

7 uyuyanlar, her dönem kendi uykusunda karanlığa teslim olan bir nesli simgeler. Ancak unutmamalıyız ki, uyanış her zaman mümkündür.

Bölüm 5: Kayıp Nesil ve Yeniden Uyanış

> Bugün kaybolan bir nesil varsa, yarın uyanacak bir nesil de vardır. Korkutularak susmaya alıştırılan zihinler, hakikatle buluştuğunda silkinir.

Biz, geçmişin korkularından, geçmişin kayıplarından ders alarak, yeniden uyanmalıyız. Hakikat, sessizliğe gömülse de, bir gün mutlaka ışığını gösterecektir.

Seri Özeti:

Zihinsel işgale, ruhsal köleliğe karşı en büyük direniş, uyanıştır.

Korku, hiçbir zaman bizi özgür kılmaz. Cesaret, inanç ve hakikatle büyür.

Toprağın altındaki her hakikat, bir gün filizlenecektir.

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

Öz ve Kabuk: Bu Yolculuk Kiminle Biter?

Öz ve Kabuk: Bu Yolculuk Kiminle Biter?

İnsan bu dünyaya gelirken özüyle gelir. Ruhuyla, fıtratıyla, tertemiz bir hakikat çekirdeğiyle… O öz, bir emanettir. İlâhî nefha ile can bulan bir sırdır. Lakin bu öz, hemen bir kabukla sarılır: Ceset, arzular, nefs, dünyevî meşgaleler…

Kabuk, bu dünyaya aittir. Maddeden yapılmıştır, toprağa dönecektir. Ama öz, semaya meyleder. Geldiği yere dönmek ister. Ruh, bedenin kalabalıklarında daralır bazen; çünkü o yuvayı değil gurbeti yaşar.

Kabuk Olgunlaşınca Öz Belli Olur

Her fidan gibi insan da bu dünyada büyür, olgunlaşır. Ve tıpkı meyve gibi, dışındaki kabuk ne kadar gösterişli olursa olsun, içi çürümüşse değersizdir. Zira Allah, dışa değil, kalbe, niyete, öze bakar.

Hayat, bir olgunlaşma sürecidir. Her imtihan, kabuğu çatlatan bir darbeyle gelir. Kimi darbeler öze zarar vermez, hatta özün parlamasına vesile olur. Kimi darbelerse kabukla birlikte özü de parçalar.

Kimileri Olgunlaşır, Kimileri Çürür

Bazı insanlar vardır, zorluklar karşısında güzelleşir. Ruhları derinleşir, özleri parlar. Kabukları incelir, özleri belirginleşir. Onlar, meyve gibi olgunlaştıkça eğilir, tevazuyla Rablerine yaklaşırlar.

Bazılarıysa kabuğa takılır. Şekilde kalır, surette yaşar. Gösterişin, şehvetin, dünyanın aldatıcı süsünün içinde özü unutur. Kalbi katılaşır, ruhu kurur, özü sönmeye yüz tutar. Sonunda kabuğuyla birlikte çürür.

Gidiş Vakti: Kabuk Kalır, Öz Gider

Ölüm geldiğinde her şey ayrışır. Kabuk toprağa döner, öz semaya yönelir. Mezar, kabuğun istirahat yeridir. Ama ruh, ya Rabbinin rahmetine uçar ya da taşıyamadığı yükleriyle mahkûm olur.

Bu yüzden, insan öze yatırım yapmalı. Görünene değil, görünmeyene önem vermeli. Cesedi değil, ruhu süslemeli. Çünkü sonsuzluk, özle kazanılır.

Bir Hikmetli Kıssa: Cevizin Hâli

Bir bilge, eline bir ceviz alır ve sorar:

“Ey dostlar, bu cevizi dışıyla mı tartarsınız, içiyle mi?”

Bir talebesi cevap verir: “Elbette içiyle.”

Bilge başını sallar: “Öyleyse sen de ömrünü dışınla değil, içinle tart. İnsanlar dışını alkışlasa ne çıkar, Allah içini beğenmezse?”

Son Söz: Bu Yolculuk Özle Biter

İnsan, özüyle gelir, özüyle gider. Kabuk, burada kalır; toprak onu alır. Ama öz, hesabını vermek üzere yükselir.

Kabuk geçicidir, öz ebedi.

Sen hangi tarafı besliyorsun?

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

Kuşatma Altında Bir Vicdan: Gazze ve İnsanlığın İmtihanı

Kuşatma Altında Bir Vicdan: Gazze ve İnsanlığın İmtihanı

İnsanlık tarihi, zalim ile mazlumun, işgalci ile direnişçinin, vicdan ile vahşetin kavgasına sahne olmuş bir yolculuktur. Ancak bazı dönemler vardır ki, bu mücadele yalnızca topraklar için değil, insanlığın ortak vicdanı için verilir. İşte bugün Gazze, bu imtihanın en çetin yaşandığı bir sahnedir.

Kuşatma altında olan Gazze, son 60 günde tarihte eşi benzeri görülmemiş bir abluka ve saldırının hedefi hâline geldi. Gıda tükenmişti, şimdi ilaçlar da tükeniyor. UNRWA’nın raporlarına göre bir milyondan fazla çocuk, açlık ve tedavisizlikten ötürü ölümle yüz yüze. Bu rakamlar, kuru birer istatistik değil; bir annenin çaresiz bakışı, bir babanın başını eğdiği dua anı, açlıktan ağlamayı bile unutmuş bir bebeğin suskun çığlığıdır.

Zulüm Karşısında Sessizlik, Zulmün Bir Parçasıdır

Her bombalanan hastane, bir insanlık ilkesinin daha yerle bir edilişi; her engellenen yardım konvoyu, insanlık onurunun bir kez daha çiğnenişidir. Bugün Gazze’de akan sadece kan değil, modern dünyanın ahlak anlayışıdır. Sözde “medeniyetin” vicdan terazisi, masum çocukların açlıktan öldüğü bir coğrafyada bozulmuş, adalet terazisinin kefesi zalimin lehine kaymıştır.

Ne yazıktır ki, çoğu kez bu zulme sessiz kalan dünya, “insan hakları”nı sadece politik bir malzeme olarak kullandığını açıkça ortaya koymuştur. Oysa gerçek insanlık, en çok da kendi menfaatlerinin dışında kalanlar için konuşabilme cesaretidir.

Gazze: Sabır, Direniş ve Hikmetin Adı

Gazze sadece mazlumların yurdu değil, aynı zamanda hikmetin, sabrın ve direnişin de adıdır. Zulmün en karanlık anında bile bir annenin çocuğunu beslemek için dua edişi; bir gencin, açlık ve ölüm arasında imanla yürüyüşü; bir çocuğun yerle bir olmuş evinin enkazı altında dahi “Allah bizimle” demesi, bize bir şey fısıldıyor: “Karanlık geceler geçicidir, sabah muhakkaktır.”

Kur’an’da geçen Ashab-ı Uhdûd, Firavun’un sihirbazları, Habeşistan’a hicret eden mazlumlar gibi, Gazze halkı da bir imtihanın içinden geçmektedir. Bu imtihan, sadece onların değil, aynı zamanda dünya halklarının ve özellikle de ümmetin vicdanının testidir.

Ey Kalbi Olanlar, Gazze Sizi Çağırıyor

Bu çağrı, sadece bir yardım çağrısı değil, ahlaki bir sorumluluktur. Gazzeli çocukların bakışlarında susmuş bir dua var: “Neredesiniz?” Bu soruya herkes cevap vermeli. Dua ile, yardım ile, söz ile, yazı ile… En azından zulme rıza göstermeyerek.

Zira:
“Zulüm devam etmez. Zulüm, bizzat tahripkârdır; kendini yer, bitirir.”

Ama zulme karşı sessizlik de tahripkârdır; insanı içten içe çürütür.

Son Söz Yerine

Gazze, bugünün Kerbelasıdır. Her çağın bir Yezid’i, bir Hüseyin’i vardır. Safımızı belirlemek, susarak değil, ses vererek mümkündür. Bu yazı bir çığlıktır; zalime karşı değil, vicdanlara karşı. Çünkü Gazze’deki çocuklar, önce bizim insanlığımıza muhtaç.

Ve bil ki ey insan:
Bugün Gazze’ye sırt çeviren vicdan, yarın kendi çöküşüne tanık olacaktır.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

GAZAB-I İLÂHÎ İSRAİL’İN ÜZERİNDE: HER CİHETTEN KUŞATMA

GAZAB-I İLÂHÎ İSRAİL’İN ÜZERİNDE: HER CİHETTEN KUŞATMA

Yangın Yetmedi, Şimdi de Kum Fırtınası… Allah’ın Orduları Devrede

İsrail… Bugün alevlerle kıvranıyor, tozla boğuluyor. Bir yandan ormanlar cayır cayır yanıyor, diğer yandan semadan gelen toz bulutlarıyla karanlığa gömülüyor. Tel Aviv’den Kudüs’e kadar her cihet yangınla, fırtınayla kuşatılmış durumda. Bu öyle sıradan bir doğa olayı değil; bu, zulümle semaya yükselen feryatlara verilen semavî bir cevaptır.

Zulüm ile abad olunmaz. Gözyaşının üzerinde yükselen bir sistem, bir gün o gözyaşıyla boğulur. Bugün İsrail’de yaşanan budur. Sadece ağaçlar değil, zulümle kurulan düzenler de yanıyor. Ve şimdi, Allah’ın görünmeyen orduları devrede.

Allah’ın Orduları Çoktur

Kur’ân buyurur:

> “Rabbinin ordularını ancak O bilir.” (Müddessir, 31)

Bu ordu bazen bir fırtına olur, bazen bir karınca, bazen bir kuş sürüsü, bazen de bir toz bulutu. Musa’ya yardım için Kızıldeniz yarılmıştı. Ebrehe’nin filleri, Ebabil kuşlarının attığı taşlarla yere serilmişti. Bugünse kibirle semaya baş kaldıran bir millet, rüzgârla ve alevle yere seriliyor.

Yangınla kuşatıldılar. Kumla kör edildiler. Ama asıl karanlık, kalplerine çöken inkâr ve zulüm karanlığıdır.

İlâhî Kuşatma: Dıştan Felaket, İçten Çöküş

İsrail’in bugün yaşadığı şey sadece bir çevre felaketi değil; bir medeniyetin çöküşüdür. Çocuklara gözyaşı, annelere mezar, yaşlılara demir parmaklık sunan bir sistem, şimdi doğanın her cephesinden saldırıya uğruyor. Allah, zulme göz yummaz. Bekler, mühlet verir. Ama zamanı gelince harekete geçer. Bugün o vakit yakındır.

> “Zulümle yapılan saraylar, bir rüzgârla yerle bir olur.”

Yangın bir cihetten, fırtına diğer cihetten, ahlar semadan, gazap her yönden…

Ey İnsanlık!

Bu sadece İsrail’in ibret sahnesi değildir. Bu, insanlık için bir uyarıdır. “Ben mazluma değil, zalime yakınım” diyen her sistem, bu sona ortaktır. Doğa konuşmaya başladıysa, sema harekete geçtiyse, bil ki zulüm defteri açılmıştır.

Bugün İsrail yalnız değil, çünkü yalnızlık masumlara mahsustur. O, her cihetten kuşatılmıştır; ama bu kuşatma silahla değil, ilâhî adaletle çevrilmiştir.

Son Söz:

> “Mazlumun âhı indirir şahı. Top atsan yıkılmaz dediğin saraylar, bir ah ile kül olur.”

İsrail’i saran bu ateş ve kum fırtınası, sadece bir haber değil; bir hakikatin yüksek sesle ifadesidir:
Allah, zulmü ebedî kılmaz. Ve zulmedenler, hangi kaleye saklanırsa saklansın, semanın gazabından kurtulamaz.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

Hain İçerden Olunca Kapı Kilit Tutmaz Oğul

Hain İçerden Olunca Kapı Kilit Tutmaz Oğul

Mahmud Abbas Bunu da Yaptı: Yangınla Cedelleşen İsrail’e ‘Filistin’ İtfaiyesi

Tarih boyunca nice kale dıştan kuşatılmış, ama hep içerden düşürülmüştür. Zira dışarıdan gelen düşmana karşı kale savunma yapar, ama içeriden gelen hain surları açar. Bugün o ihanetin bir örneğini Filistin topraklarında bir kez daha görmekteyiz.

İsrail alev alev yanıyor. Rüzgâr değil, mazlumların ahı tutuşturuyor ortalığı. Ve tam da bu sırada, yıllardır İsrail’in zulmü altında ezilen, evleri yıkılan, çocukları katledilen Filistin halkının temsilcisi olduğunu iddia eden Mahmud Abbas, bir karar alıyor: İsrail’e itfaiye yardımı!

Bu Yardım Değil, Yaraya Tuzdur

Bu, yardım değil, yaraya tuz basmaktır. Bu, dostluk değil, düşmana el uzatmaktır. Bir halk yanarken, diğer halkın eliyle su taşıması anlamlıdır. Ama bu yangın, gökten düşen yıldırımla değil; göğe yükselen ahlarla yanıyorsa, o zaman su dökmek değil, dua etmek gerekir.

Bugün Abbas’ın gönderdiği itfaiye araçları, sadece ateşi değil; mazlumun yüreğini de söndürmektedir. Çünkü bu bir teknik destek değil, tarihî bir ihanettir. İsrail’in zulmüne karşı değil, onunla birlikte saf tutmaktır.

Dede Korkut Ne Der?

> “Halkın içinde bozgunculuk yapan haindir oğul…”
“Hain içerden olunca kapı kilit tutmaz oğul…”

Bu hikmetli sözler, sadece bir masal değil; milletlerin kaderini belirleyen hakikatlerdir. Mahmud Abbas’ın yıllardır yürüttüğü iş birlikçi siyaset, Filistin’in bedenini değil, ruhunu yaralamıştır. Kudüs’ün minarelerinden yükselen ezanlar, bu suskunluğu değil, direnişi beklemektedir.

Zulümle Payidar Olunmaz

Tarihte Musa’nın karşısında yer alan Firavun da kendi halkından destekçileriyle ayakta kalmıştı. Ama deniz yarıldığında onun yanında ne ordu kaldı, ne de içerdeki hainler. Bugün de zulme destek olanlar, tarihin kara sayfalarına adlarını yazdırmaktan öteye geçemeyeceklerdir.

Ey Halkım! Uyan!

İçimizdeki ihaneti fark etmeden dıştaki düşmanı alt edemeyiz. Filistin davası, sadece toprak değil; onur, haysiyet ve direniş davasıdır. Ve bu dava, mazlumun gözyaşını zalimin ateşine su taşıyanlarla değil; yüreğiyle taş atanlarla yürür.

Son Söz:

Ateş düştüğü yeri yakar derler. Ama bu defa, ateş düştüğü yerden değil, oraya su taşıyanlardan da hesap soracaktır. Ve bilin ki:

> İhanet, yangından daha hızlı yayılır. Yangını itfaiye söndürür; ama ihaneti yalnızca hakikat durdurur.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

İSRAİL’İN DIŞTAN DEĞİL, İÇTEN YANACAĞINI BEKLİYORDUK.

İSRAİL’İN DIŞTAN DEĞİL, İÇTEN YANACAĞINI BEKLİYORDUK.

GEÇ Mİ OLDU?
ALLAH İMHAL EDER, İHMAL ETMEZ**

Bazen bir ülkenin sonu, tankla tüfekle değil; içten içe çürüyerek, kendi eliyle ördüğü zulüm duvarlarının altında kalarak gelir. Tıpkı İsrail gibi. Yıllardır dıştan gelecek bir darbe, uluslararası baskı, bir savaş bekleniyordu. Ama görünmeyen, konuşulmayan yangın içerideydi. Ve işte şimdi, kibirle inşa edilen o yapının içi içine tutuşuyor.

Yangın çıktı. Ama bu, sadece ormanların değil; yüreklerin, sistemlerin ve zalim hesapların yangını. Alevler sadece ağaçları değil, on yıllardır biriktirilen mazlum ahlarını yakıyor. Bugün yükselen duman, bir ekolojik felaketin değil; ilâhî adaletin işaret fişeği olabilir.

İçten Yanış: Vicdanın Çöküşü

Zulüm, bir ülkenin sadece mazluma değil; kendisine kurduğu bir tuzaktır. Adaleti rafa kaldıran, insanlığı ezen, inancı küçümseyen her sistem gibi; İsrail de içten içe yanmaya başladı. Çünkü vicdan yanmadan toplum sarsılmaz. Kur’an, Firavun’a karşı Musa’yı gönderdi ama asıl kıyameti Nil’in sularına bıraktı. Çünkü zalimliğin cezası, çoğu zaman kendi sistemi içinde kendiliğinden tecelli eder.

Allah İmhal Eder, İhmal Etmez

Zalim yaşar, ama rahat yaşayamaz. Ve zulümle abad olan hiç görülmemiştir. Çünkü Allah geciktirir ama unutmaz. Erteler ama silmez. Sessiz kalır ama kaydeder. Ve vakti geldiğinde, öyle bir an gelir ki, bir damla mazlum duası bir devleti yere serer.

Bu yüzden Kur’an “Zulmedenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir” (Şuara 227) der. Bu inkılap bazen bir isyanla, bazen bir felaketle, bazen bir iç yangınla gelir. Bazen kibirle şişirilen bir balon gibi patlayarak…

Geç mi Oldu?

Hayır, ilâhî adalet için geç diye bir şey yoktur. İnsan için “vakit doldu” diyebiliriz, ama hakikat için zaman hep tazedir. Bugün İsrail’in yaşadığı yangın, sadece bir başlangıç olabilir. Çünkü tarih bize şunu öğretmiştir: Mazlumların yaktığı kandil, zalimlerin kurduğu sarayı yakar.

Ey İnsanlık!

Bugün ibret almazsan, yarın aynısını yaşarsın. Bugün zulme karşı susarsan, yarın adaleti çağıracak bir ses bulamazsın. Bugün mazlumu değil, zalimi tutarsan; yarın ateş, tuttuğun elinden başlar seni yakmaya…

İsrail’in içten yanması, bir haber değil, bir hakikatin tecellisidir. Ve bu tecelli bize şunu hatırlatır:

> “İlâhî adalet gecikir, ama şaşmaz. Mazlumun duası sessizdir ama semaya ulaşınca yıldırım gibi döner.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

DÜN ABD’Yİ YAKAN İLÂHÎ ATEŞ, BUGÜN İSRAİL’İ YAKIYOR: ADI YANGIN

DÜN ABD’Yİ YAKAN İLÂHÎ ATEŞ, BUGÜN İSRAİL’İ YAKIYOR: ADI YANGIN

Tarih sadece satırlarda değil, satır aralarında da yazılır. Ve bazen kader, insanlığın anlayamadığı bir dille konuşur: Ateşle, suyla, zelzeleyle, fırtınayla… Tıpkı bugün İsrail’de olduğu gibi. Tıpkı dün Amerika’da olduğu gibi.

Bir zamanlar Amerika, “dünya jandarması” rolüyle mazlum coğrafyalara bomba yağdırırken; kendi içinde yangınlara boğulmuştu. Kaliforniya ormanları her yıl alevlere teslim oluyor, kasırgalar kıtayı kasıp kavuruyordu. Ama insanlar hâlâ “iklim krizi” demekten öteye geçemiyordu. Oysa bu bir iklim değil, zulüm kriziydi.

Bugün İsrail benzer bir manzara ile karşı karşıya. Yangınlar şehirleri sarıyor, alevler durdurulamıyor. Fakat sorulması gereken asıl soru şu: Gerçekten yanan ne? Ağaçlar mı? Yoksa vicdanlar mı? Ve bu yangını başlatan rüzgâr mıydı, yoksa mazlumun gözyaşı mı?

Kur’an der ki: “Zulüm, karanlıklardır.” Bu karanlık öyle bir karanlıktır ki, sadece zalimi değil; etrafındakileri de yakar. Bugün ateşin sardığı İsrail, yıllardır Gazze’yi ateşe veren, bebeklerin üzerine bombalar yağdıran, duaları kanla susturan bir yapının temsilcisi olarak bu hakikatin içinden geçiyor.

Tarih Boyunca Zulmün Sonu

Firavun’un karşısında Nil taşmıştı. Nemrut’un sarayına sinek girmişti. Karun’un altınlarıyla birlikte yerin dibine gömülmesi gibi, ABD’nin teknolojisi, İsrail’in demir kubbesi de mazlumun ahına karşı çaresiz kalıyor. Çünkü mazlumun silahı dua, zalimin zırhını deler.

Unutulmasın: Roma’yı yıkan şey barbarlar değil, içerideki zulüm ve kibrin çürüttüğü ahlaktı. Osmanlı’yı yıpratan şey, sadece dış baskılar değil, adaletten sapma idi. Ve bugün aynı kader döngüsü, İsrail’in ve Amerika’nın kapısını çalıyor.

Yangınlar Bir Tesadüf mü?

Yangınlar sadece coğrafî değil, manevî yangınların maddî yansımasıdır. Yeryüzünde işlenen zulümler, gökyüzünde birikir. Ve kader, bir gün yağmur değil, ateş gönderir. Bu yüzden bu yangınların sadece itfaiyeyle söndürülememesi, aslında derin bir işaret taşır: Yangın dışarıda değil, içeride.

Ey İnsanlık!

Bugün alevleri izleyip sevinmek değil, ibret almak zamanıdır. Çünkü bu ilâhî ateş sadece zalimi değil, seyredeni de uyarmaktadır. Her mazlum çocuğun gözyaşı birer kıvılcımdır. Her görmezden gelinen zulüm, birer barut fıçısıdır.

Son Söz:

Dün Amerika yanıyordu, bugün İsrail… Sırada kim var? Bu, ülkelerin değil, kalplerin durumuna bağlı. Zulmün tarafında olan değil, sustukça tarafsız kalanı da sarar bu ateş. Çünkü susan dilsiz şeytandır. Ve şeytanlar, cehennem ateşinden önce dünyada yanmaya başlarlar.

Ateşi durdurmak istiyorsan, adaleti hatırla. Mazlumun duası gibi güçlü bir yangın türevi yoktur.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

Mazlumların Ahı: Görünmeyen Yangın

Mazlumların Ahı: Görünmeyen Yangın

Bir ülke alev alev yanıyor. Rüzgârın taşıdığı alevler ormanı değil, belki de vicdanları sarıyor. İsrail’de çıkan yangınlar, 6 ülkeden yardım istemeyi gerektirecek kadar büyük. Ama haberin satır aralarına dikkatle bakıldığında, göze çarpan başka bir yangın var: Görünmeyen bir yangın… Ateşin değil, ahın tutuşturduğu bir yangın.

Mazlumların ahı, görünmeyen ama etkisi en derin ateştir. Toprağa düşen her masum kanı, yeryüzünün hafızasına kazınan bir çığlık gibidir. O çığlık, gökleri deler, arşa yükselir. Zalim, o an sessizce yoluna devam ettiğini zanneder. Dünya döner, işler yürür görünür. Fakat kader susmaz. İlahi adalet, zamanı gelince devreye girer; bazen bir zelzele olur, bazen bir salgın, bazen de durdurulamayan bir yangın…

Kur’an der ki: “Zulüm ile payidar olunmaz.” Bir millet, üzerine zulüm binası inşa ederse, temellerine gözyaşı ve kan dökerse; o bina elbet çöker. Belki bir gün, rüzgâr gibi bir musibetle…

İsrail, yıllardır işgal ettiği topraklarda çocukların, kadınların, yaşlıların feryadına sağır kesildi. Her bombanın altında bir bebek ağladı. Her baskında bir annenin kalbi sustu. Ve her mezarda bir ah yükseldi semaya. Şimdi ise toprağın diliyle konuşuyor kader. “Ben doydum!” diyor. “Taşıyamam bu kadar haksızlığı!”

Bu yangın sadece kuru dalları değil, uyuyan vicdanları da sarsmalı. Çünkü zulüm sadece zalimi vurmaz; sustukça, görmezden geldikçe seyredenleri de içine çeker. Vicdanlar, mazluma değil zalime karşı uyanmalı. Çünkü adalet, ancak susanların konuşmasıyla dirilir.

Her duman, bir ibret. Her alev, bir uyarı. Ve her yardım çağrısı, aslında bir tevbe fırsatı olabilir. Belki de bu musibet, mazlumun değil zalimin uyanması içindir. Eğer insanlık, bu yangını sadece bir haber başlığı olarak okuyacaksa, yarın kendi evinde çıkan yangına da kimse dönüp bakmayacaktır.

Unutma: Ah, gecikir ama geç kalmaz. Mazlumun duası, zamanın ötesine ulaşır. Ve kader, zamanı geldiğinde konuşur… Bugün yangınla, yarın başka bir dille…

Uyan artık ey insanlık! Alevin rengi aynı: Zulmün yaktığı her coğrafyada…

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

GEÇMİŞİN UTANCI – UTANÇ TABLOSU

GEÇMİŞİN UTANCI – UTANÇ TABLOSU
SAKLI KALANLAR – SAKLANANLAR
Ashabı Kehf misal, 40 Uyurlar Kitabı Kıssası
Daha Nice Uyanmayan Uyurlar Var.

“Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde eski bir kerpiç evin duvarında yamalı bohça içerisinde kırk kitap bulundu. Kitapların Ashabı Kehf Medresesi’nde görev yapan İstiklal Savaşı madalyasına sahip Mehmet İmamoğlu’na ait olduğunu ifade eden Asitane Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Hasibe Nurhayat Turan, “Medreselerin kapatılmasıyla birlikte hoca bu kitapları gizlemiş, ailesine bile haber vermemiş. Evin yıkımı sırasında ortaya çıkan bu eserler, zamanın, toprağın ve sessizliğin içinde korunarak günümüze ulaşmış oldu” diyor.
( https://www.yenisafak.com/hayat/yamali-bohcadan-cikan-kirk-kitabin-hikayesi-4700172 )
Bu haberi okuyunca asrın tüm karanlık yüzü gözümün önünden sinema şeridi gibi geçti.
Daha bu neyki dedim. Devede kulak bile değil.

**********

GEÇMİŞİN UTANCI – SAKLANANLAR VE SAKLI KALANLAR

Bir kerpiç evin duvarında, sessizliğe emanet edilmiş kırk kitap…
Yamalı bir bohça içinde saklanan, toprağın sabrıyla bugüne kadar korunan kelimeler…
Ve o kelimeler, bir asrın karanlık utancını fısıldıyor şimdi bize.

Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde ortaya çıkan bu hazin tablo, sadece eski kitapların bulunması değildir.
Bu, zamanın vicdanımıza tuttuğu bir aynadır.

Ashab-ı Kehf misali kırk uyuyan gibi;
Bu kitaplar, susturulan, gömülen, unutturulmak istenen bir çağın sessiz şahididir.
Medreselerin kapatıldığı, ilmin susturulduğu, inancın kovalandığı o kara dönemlerin, evlerde ve yüreklerde nasıl saklandığının belgesidir.

Saklanmak Zorunda Kalan Hakikat

Mehmet İmamoğlu gibi bir istiklal madalyalısı, ilmi ve irfanı korumak için kitaplarını duvarların ardına gizlemek zorunda kalmış.
Kime karşı?
Kendi halkına mı?
Kendi devletine mi?
Kendi geçmişine mi?

Bu bir utançtır:
Kılıçla alınan vatanın, kalemle çalınan ruhudur.

Bütün bir milletin ilim mirası, korkuyla ve utançla bohçalanıp kerpiçlerin içine gizlenmiştir.
Bunun adı hıyanettir.
Bunun adı zulümdür.
Bunun adı hafızasız bırakılan bir neslin feryadıdır.

Devede Kulak Bile Değil

Bugün bulduğumuz kırk kitap, bir işaret taşıdır sadece.
Toprağın altında, hafızaların dibinde daha nice saklı hazineler var.
Nice unutulmuş medrese, nice yakılmış kütüphane, nice susturulmuş âlim…
Bu yaşadıklarımız, devede kulak bile değildir.

Bugün gördüğümüz tablo, buzdağının sadece su üstünde kalan kısmıdır.
Asıl kaybolanlar, isimleri anılmayan hocalar, kitapları yanan medreseler, ilminden mahrum kalınan nesillerdir.

Bir Asırdır Uyanmayan Uyuyanlar

Ashab-ı Kehf gibi gizlenenler vardı, evet…
Ama hâlâ uyanmayan “Ashab-ı gaflet” de var.
Uyanmayanlar, unutulmuş değerleri hâlâ aramayanlar, medrese duvarlarındaki sessizliğe hâlâ sessiz kalanlar…

Her bir kayıp kitap, bir kayıp hafızadır.
Her bir unutulan âlim, bir yetim kalan akıldır.

Ve biz, o sessiz duvarların önünde şimdi kendi vicdanımızla yüzleşiyoruz:
Biz neyi kaybettik?
Ve neyi aramıyoruz?

Zamanın Sonunda

O kerpiç evin içinde kırk kitap beklemiş.
Belki bir asır…
Toprak susmuş, zaman sabretmiş.
Ama hakikat susmamış.

Hakikat, günün birinde bir duvarı çatlatır, bir bohçayı açar, bir karanlığı yarar.

Tıpkı şimdi olduğu gibi.

Ve şimdi bize düşen:
Topraktan çıkan bu sessiz çağrının önünde diz çöküp, kaybettiklerimizin hesabını sormaktır.

Geçmişi değil;
İhmalimizi, gafletimizi, korkaklığımızı utançla anmak için…

********

Saklı Kitapların Sessiz Çığlığı
Toprağın Altındaki Hafıza
Kırk Kitap ve Bir Asrın Ayıbı
Gizlenen Hakikatler, Unutulan Değerler
Medrese Duvarlarının Arasından Gelen Feryat
Zamanın Kırdığı Sessizlik
Kaybolan İlim, Susan Nesil

Ashab-ı Kehf’in Kitapları: Uyanmayanların Hikâyesi
Bir Duvarın Ardında Yatan Tarih
Toprak Bile İhaneti Unutmadı

*********

Bir kerpiç duvar, bir asrı fısıldıyor…
Saklanan kitaplar, kaybolan nesiller…
Toprak sabreder, hakikat asla susmaz.
İlimi gizledik, karanlık büyüdü.
Kırk kitap, kırk asırlık utanç.
Ashab-ı Kehf gibi uyuduk; ama uyanmadık.
Bir kitap kaybolur, bir asır yetim kalır.
Duvarların dili olsa da anlatsa…
Saklananlar değil, saklayanlar utansın.
Zaman her sırrı açar; ya biz hazır mıyız?

******

Afiş / Sosyal Medya Paylaşım Tasarımı

Başlık:
“Saklı Kitapların Sessiz Çığlığı”

Görsel Teması:
Eski bir kerpiç duvar çatlağından sızan ışık huzmesi

Bir bohçanın içinden yarı görünür eski, tozlu kitaplar

Hafif silik bir şekilde arka planda: “Ashab-ı Kehf” mağara sahnesi gibi uyuyan bir grup siluet

Ana Metin:

> Bir kerpiç duvar yıkıldı.
Saklanan kitaplar dile geldi.
Biz hangi duvarın ardında kaybolduk?

Alt Metin (daha küçük puntolarla):

> Kırk kitap, kırk yıl değil; bir asırlık utanç sakladı.
Saklayanlar, susturanlar, uyutanlar…
Fakat hakikat, toprağın sessizliğini bile deldi.

Slogan:

> “Toprak sabreder, hakikat asla susmaz.”

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

ALTINCI SÖZ – SENARYO

ALTINCI SÖZ – SENARYO

Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciği dinle:
Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki içinde fabrika, makine, at, silah gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder gider. Padişah, o iki nefere kemal-i merhametinden bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu:
“Elinizde olan emanetimi bana satınız. Tâ sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır, pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiyatı hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masarifatını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levazımatı, ben deruhte ederim. Bütün vâridatı ve menfaati size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr…
Eğer bana satmazsanız zaten görüyorsunuz ki hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek. Hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar âletler, mizanlar, istimal edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasaret içinde hasaret…
Hem de bana satmak ise bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Âdi bir esir ve başı bozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz.”
Onlar, şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra o iki adamdan aklı başında olanı dedi:
— Baş üstüne, ben maaliftihar satarım. Hem bin teşekkür ederim.
Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi dünya zelzelelerinden, dağdağalarından haberi yok. Dedi:
— Yok! Padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam…
Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri, öyle bir hale giriftar olmuş ki hem herkes ona acıyor hem de “Müstahak!” diyor. Çünkü hatasının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş hem ceza ve azap çekiyor.

@@@@@@

Senaryo Başlığı: “Emanetin Bedeli”

Açılış:

(Geniş, sisli bir savaş alanı… Eski çağlardan kalma bir ülke. Kamera, iki kişiye doğru yaklaşır: Selim ve Kamil.)

Bir anlatıcı sesi: “Zaman, her şeyin sarsıldığı, malların, canların ve mülklerin fırtınalarla savrulduğu bir zaman… İki kişi, emaneten verilen bir çiftliğin başında duruyordu.”

Sahne 1: Emanetler Teslim Ediliyor

(Padişahın yaveri, altın işlemeli bir fermanla gelir.)

Yaver: “Ey Selim ve Kamil! Padişahımız size şefkat etti. Elinizdeki bu çiftlik ve makineler emanetidir.
Padişahımız, sizi korumak için bu emanetleri satın almak istiyor. Karşılığında:

Bunları daha güzel bir şekilde iade edecek,

Ebedî saadet verecek,

Sizi yüksek rütbelere çıkaracak.”

(İki arkadaş fermanı dikkatle dinler.)

Sahne 2: Karar Anı

Selim (gözleri dolarak): “Bu, büyük bir lütuftur! Elimizde tutamayacağımız şeyi O’na satmak; hem saadet hem kurtuluş!”

Kamil (burnundan soluyarak): “Ben kimseye malımı satmam! Bu mülk benim. Kim ne karışır? Keyfime bakarım!”

Selim, saygıyla yaverin elini öper, emaneti padişaha teslim eder.
Kamil ise kahkahalar atarak sarhoşluk içinde çiftliğinde eğlenceye dalar.

Sahne 3: Değişim Zamanı

(Günler geçer. Çiftlikler fırtınalarla sarsılır. Makinalar çürür, tarlalar mahvolur.)

Selim, padişahın sarayında, altın kubbeler altında şerefli bir yaver olarak hizmet etmektedir.
Kamil ise yıkılmış bir harabenin ortasında, sefalet içinde ve herkesin acıdığı bir halde kalmıştır.

Anlatıcı sesi: “Selim, emaneti sahibine vererek hem ebedî bir hayat hem de şerefi kazandı.
Kamil ise, emaneti gasp ederek hem dünyasını hem ahiretini kaybetti.”

Final Sahnesi: Hikmetli Son

Kamera göğe doğru yükselir. Ufukta bir yazı belirir:

> “Kim Allah’a ve Resulüne satarsa, kaybetmez.
Kim dünyaya aldanırsa, hem dünyasını hem ahiretini kaybeder.”

@@@@@@@

İşte her karakter için daha detaylı ve derinlikli diyaloglarla zenginleştirilmiş hali:

Senaryo Başlığı: “Emanetin Bedeli”

Açılış:

(Geniş, sisli bir savaş alanı… Uzaktan gelen savaş sesleri… Kamera, iki kişiye doğru yaklaşır: Selim ve Kamil.)

Anlatıcı (sesli): “Zaman, her şeyin sarsıldığı, malların, canların ve mülklerin fırtınalarla savrulduğu bir zamandı. İki kişi, emaneten verilen bir çiftliğin başında duruyordu.”

Sahne 1: Emanetler Teslim Ediliyor

(Padişahın yaveri, altın işlemeli bir fermanla gelir.)

Yaver (ciddi ve şefkatli bir sesle): “Ey Selim ve Kamil! Padişahımızın şefkatli fermanını getirdim. Size verilen çiftlik, makineler, âletler birer emanettir.
Padişahımız diyor ki: ‘Bu emanetleri bana satın, onları sizin için muhafaza edeceğim. Hem size çok daha üstün bir mükâfat vereceğim. Hem siz, masraf ve zahmetten kurtulacak, büyük bir şerefe ereceksiniz.'”

(Selim ve Kamil birbirlerine bakarlar.)

Selim (başını hafifçe öne eğerek): “Bu büyük bir nimet… Hem kurtuluş, hem mükâfat… Düşünmeden kabul ederim.”

Kamil (alaycı bir gülümsemeyle): “Bir çiftlik için mi bu kadar ciddiyet? Elimde güç varken neden başkasına teslim edeyim?”

Yaver (sabırla): “Biliniz ki, hiçbir mülk ebedî kalmaz. Ya ziyan olur, ya alınır. Padişahın daveti ise kurtuluş yoludur.”

Kamil (keskin bir ifadeyle): “Ben kimseye boyun eğmem! Keyfimi sürerim. Ne olacaksa olur!”

Selim (sessiz bir vakarla): “Ben, sahip olamayacağım bir şey için savaşmak istemem. Asıl sahip olana teslim olmak en büyük kurtuluştur.”

(Selim hemen fermanı imzalar, çiftliği padişaha satar. Kamil ise sırtını döner.)

Sahne 2: Çiftliklerde Hayat

(Selim, sade bir şekilde çalışmaya devam eder. Her yaptığı işte padişahın adını anar. Yaver sık sık haber getirir, ödüller, rütbeler verir.)

(Kamil’in çiftliğinde ise sürekli eğlence, sarhoşluk ve gaflet vardır. Makinalar harap olur, toprak çoraklaşır.)

Bir gün Selim ile Kamil karşılaşır.

Selim: “Kamil kardeşim, hâlâ vaktin var. Padişahın kapısı açık. Gel, teslim ol. Yazık etme kendine.”

Kamil (sarhoş bir kahkahayla): “Selim! Sen hâlâ hayallere mi inanıyorsun? Görmüyor musun, elimde neler var? Bu eğlence, bu rahatlık… Bundan iyisi mi olur?”

Selim (mahzun bir bakışla): “Elindeki hepsi bir rüya gibi dağılacak. Gerçek saadet, padişahın huzurundadır.”

Kamil (sinirlenerek): “Bırak nasihatı! Keyfimi bozmam!”

Sahne 3: Fırtına ve Yıkım

(Gece büyük bir fırtına kopar. Kamil’in çiftliği yerle bir olur. Makinalar parçalanır, tarlalar su altında kalır.)

(Kamil, yıkık dökük evinin önünde diz çöker, elleriyle başını tutar.)

Kamil (hıçkırarak): “Ben ne yaptım? Her şey elimden gitti… Ne mülk kaldı, ne keyif…”

Sahne 4: Saadet ve Şeref

(Selim ise padişahın sarayına kabul edilir. Altın kubbeler altında, büyük bir törenle rütbesi yükseltilir.)

Padişah (gür ve sıcak bir sesle): “Ey Selim! Sen emanete sahip çıktın. Bize sadık oldun. Şimdi hem mülk, hem şeref, hem ebedî saadet senindir.”

(Selim şükür içinde eğilir.)

Final Sahnesi: Hikmetli Son

Kamera göğe doğru yükselir. Gökyüzünde şu yazı belirir:

> “Kim Allah’a satarsa, kurtulur. Kim nefsine satılırsa, hüsrana uğrar.”

@@@@@##

İşte bu senaryoya uygun, hem hikmetli hem de duygusal bir kapanış sahnesi:

Kapanış Sahnesi: Selim’in Son Konuşması ve Dua

(Selim, padişahın huzurunda diz çökmüş, minnet ve şükür dolu bir kalple konuşur. Sarayın arka planında huzurlu bir müzik eşliğinde altın ışıklar dalgalanır.)

Selim (gözleri yaşlı bir halde): “Ey kerem sahibi Sultanım!
Ben âcizdim, Sen lütfettin.
Ben fakirdim, Sen zengin ettin.
Ben nankör olmaktan korktum, Sen bana vefayı nasip ettin.
Emaneti sana satmakla hem zahmetten kurtuldum, hem de gerçek mülkü kazandım.
Şimdi anlıyorum ki:

Mal sahibi yalnız Sensin,

Beka yalnız Senin katındadır,

Kurtuluş ancak Sana teslimiyetledir.”

Sonra başını göğe kaldırır ve ellerini açarak dua eder:

Selim: “Ey Malikü’l-Mülk!
Nefsimizi Sana satmakta sabit kıl.
Bizi dünyaya aldananlardan eyleme.
Emanetini hakkıyla koruyup, huzuruna yüz akıyla varan kullarından eyle.
Amin, amin, amin…”

(Kamera yavaşça yükselir, semaya doğru açılırken sahne kapanır.)

Anlatıcı (son bir cümleyle):

> “Gerçek saadet, gerçek mülkiyet ve gerçek şeref; Allah’a kul olmakta ve O’na teslim olmakta gizlidir.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

BEŞİNCİ SÖZ – SENARYO

BEŞİNCİ SÖZ – SENARYO

Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakiki bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Seferberlikte bir taburda biri muallem, vazife-perver; diğeri acemi, nefis-perver iki asker beraber bulunuyordu. Vazife-perver nefer, talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayinatını hiç düşünmezdi. Çünkü anlamış ki onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hattâ inde’l-hace lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir.
Ona sorulsa: “Ne yapıyorsun?”
“Devletin angaryasını çekiyorum.” der. Demiyor: “Nafakam için çalışıyorum.”
Diğer şikem-perver ve acemi nefer ise talime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne?” derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi.
Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:
“Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir. Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimat et. O, seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir. Hem sen, âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri, padişahın vazifesidir. Bazen biz onun angaryasını çekeriz ki bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshilat ile yardım eder ki talim ve harptir.”
Acaba o serseri nefer, o mücahid mualleme kulak vermezse ne kadar tehlikede kalır anlarsın.

@@@@@@

Senaryo Başlığı: “Gerçek Vazife”

Açılış Sahnesi:
(Arka planda hafif bir harp marşı çalar. Bir kışla avlusunda askerler talim yapıyor. Hava serin. İki asker kenarda konuşuyor.)

Anlatıcı (fon sesi):
“Seferberlik zamanı… İki asker aynı taburda: Biri vazife aşığı, diğeri nefis tutkunu.”

Sahne 1: (Kışla – Gündüz)

Vazifeperver asker: (Ciddi ve huzurlu bir yüzle talim yapıyor, silahını temizliyor.)

Şikemperver asker: (Bir kenarda sıkılmış, iç çekerek ekmek parçası yiyor.)

Şikemperver (homurdanarak):
“Bu talimler de bitmez ki… Asıl mesele karnımızı doyurmak! Devlet, ben uğraşmazsam aç bırakır beni!”

Vazifeperver:
“Hayır kardeşim! Asıl vazifemiz cihat ve talim. Devletin işi, bizim nafakamızı temin etmektir. Sen kendi işini bırakıp devletin işine karışıyorsun!”

Sahne 2: (Çarşı – Gün Ortası)

Şikemperver asker gizlice taburdan ayrılır, çarşıya koşar. Etrafta telaşla alışveriş yapan insanlar.

Anlatıcı:
“Şikemperver asker, talimi terk edip karnının peşine düştü. Padişahın emrini unuttu, kendi derdine daldı.”

Bir zabit onu çarşıda yakalar. Sert bir bakışla:

Zabit:
“Sen taburunu terk mi ettin? Seferberlik zamanı kaçak mı olunur?!”

Askeri yakalar, mahkemeye sevk eder.

Sahne 3: (Kışla – Akşamüstü)

Vazifeperver asker karavanayı yıkıyor, yemek kazanını kaynatıyor.

Vazifeperver:
“Angaryasını da çeksek, padişahın hizmetindeyiz. Nafakamız padişahın zimmetinde, vazifemiz bizim boynumuzda!”

Komutan yanına gelir ve onu tebrik eder.

Komutan:
“Sadık bir asker olduğun için seni terfi ettireceğiz!”

Final Sahnesi: (Mahkeme – Gri Arka Fon)

Şikemperver asker yargılanıyor. Başını öne eğmiş, pişman.

Hakim:
“Padişaha isyan, vazifeyi terk… Ceza kaçınılmaz!”

Anlatıcı (kapanış):
“Ey insan! Sen de bu dünya kışlasında bir askersin.
Asıl vazifen ibadet ve kulluktur.
Rızık endişesini padişah-ı ezelî olan Allah’a bırak!
Kendi vazifeni unutup rızık kaygısına düşersen, dünya mahkemesinde pişman olursun.”

Müzik yükselir: Hafif ney ve hüzünlü bir orkestral kapanış.

Ekranda:

> “Asıl vazifeyi unutma. Yoksa seferberlikte kaybolursun.”
(Bediüzzaman Said Nursî’nin hikmetinden ilhamla.)

@@@@@@@

Prodüksiyon Formatında Genişletilmiş Senaryo: “Gerçek Vazife”

Sahne 1: Kışla Avlusu – Sabah

Görüntü:

Geniş açıyla bir kışla avlusu görünür.

Askerler talim yapıyor, dumanlı bir hava.

Hafif bir harp marşı (arka planda düşük sesle).

Kamera hafif titreyerek, hayatın hareketliliğini hissettirir.

Ses Efekti:

Askerlerin ayak sesleri, emir komutalar yankılanıyor.

Kamera Yakın Plan:

İki asker köşede oturuyor:

Vazifeperver: Ciddi ve huzurlu.

Şikemperver: Yorgun ve huzursuz.

Diyalog:
Şikemperver (surat asarak):

> “Bu talimler bitmez! Aç kalacağız sonunda. Ben kendi nafakamı ararım!”

Vazifeperver (sakin ve güven dolu):

> “Devlet bizi aç bırakmaz. Bize düşen, talim ve cihadı hakkıyla yapmak.”

Anlatıcı (hafif fısıltıyla):

> “İşte insanın iki hali: Vazifeye bağlılık ve heva peşinde koşmak…”

Sahne 2: Çarşı – Gün Ortası

Görüntü:

Güneş tepede. Çarşı kalabalık.

Kamera omuz kamerası tarzında, hafif sarsıntılı bir takip sahnesi: Şikemperver koşar adım çarşıya giriyor.

Ses Efekti:

Kalabalık uğultusu, satıcıların bağırışları.

Diyalog:
Şikemperver (kendi kendine mırıldanır):

> “İşimi kendim göreceğim! Aç kalmaya hiç niyetim yok.”

Bir zabit görünür.

Kamera düşük açıdan zabitin heybetini gösterir.

Zabit (sertçe):

> “Sen taburunu terk mi ettin? Seferberlik zamanı mı bu?!”

Ses:

Şikemperver’in kalp atış sesi yükselir, korku içinde…

Sahne 3: Kışla – Akşamüstü

Görüntü:

Gökyüzü kızıla çalıyor.

Vazifeperver karavanayı yıkıyor, yemek kazanı kaynıyor.

Ses Efekti:

Hafif su sesi, ateş çıtırtısı.

Kamera Yakın Plan:

Vazifeperver’in terli ama huzurlu yüzü.

Diyalog:
Vazifeperver (içinden, tebessüm ederek):

> “İşimiz ağır da olsa, padişaha sadakatle çalışıyoruz. Nafaka onun zimmetinde.”

Komutan arka planda yaklaşır.

Komutan (gülümseyerek):

> “Sadık asker! Vazifeni bihakkın yapıyorsun. Terfi edeceksin.”

Anlatıcı:

> “Sadakat, nimet kapılarını açar.”

Final Sahnesi: Mahkeme – Gri ve Boş Salon

Görüntü:

Soğuk renkler.

Şikemperver, önünde mahkeme heyeti. Başını öne eğmiş, titriyor.

Ses Efekti:

Tok bir gavel sesi (hakim tokmağı).

Diyalog:
Hakim:

> “Padişahın emrine isyan… Vazifeyi terk… Cezan kaçınılmaz!”

Şikemperver:

Gözleri dolu, sessizce ağlıyor.

Kamera Zoom Out:

Salon büyür, küçülen bir figür gibi yalnızlığı gösterir.

Kapanış: Hikmetli Final Mesajı

Görüntü:

Yavaş yavaş geceye döner.

Gökyüzünde yıldızlar belirir.

Hafif ney ve orkestral fon müziği yükselir.

Anlatıcı (derin, etkileyici sesle):

> “Ey insan!
Asıl vazifen ibadet ve kulluktur.
Nafakanı değil, vazifeni düşün!

Yoksa dünya mahkemesinde pişman olursun.

Unutma:
Sadakat tayyare, gaflet çöldür…”

Ekranda Yazı:

> “Sadık ol. Vazifeni unutma.”
(Bediüzzaman Said Nursî’nin Hikmetinden)
(Siyah ekranda beyaz zarif yazı ile kapanış.)

@@@@@@@

Storyboard: “Gerçek Vazife”

Genel Not:

Tarz: Hikmetli – duygusal – düşündürücü

Renk tonu: İlk sahnelerde sıcak tonlar, finalde soğuk ve dramatik tonlar.

Kamera hareketleri: Akıcı, gerektiğinde hafif titreşimli (omuz kamerası tadında doğallık).

Müzik: Ney ve orkestra tabanlı duygusal fonlar. Seferberlikte hafif marş havası.

Sahne 1 – Kışla Avlusu (Sabah)

Açılış:

Geniş drone çekimi: Kışla avlusu, talim yapan askerler.

Üstte anlatıcının sesi başlar.

Kamera:

Yavaşça aşağıya iner, iki askere zoom yapar.

Vazifeperver:

Ciddiyetle talimde.

Şikemperver:

Keyifsiz, tembel.

Detay Plan:

Bot bağlama, tüfek taşıma detayları.

Şikemperver’in gözleri sağa sola kaçıyor.

Sahne 2 – Kışla İçinde Konuşma (Öğleye Doğru)

İç Mekan:

Asker yatakhaneleri gibi sade bir odada iki asker oturuyor.

Diyalog Planı:

Şikemperver somurtuyor.

Vazifeperver ona ciddi şekilde nasihat ediyor.

Kamera:

Karşılıklı iki kamera açısıyla hızlı diyalog değişimi.

Vazifeperver anlatırken hafif ışık üstünde belirginleşir.

Sahne 3 – Çarşı Sahnesi (Öğle Vakti)

Açık Alan:

Şikemperver, çarşıya koşuyor.

Çekim:

Omuz kamerası: hareketli, biraz sarsıntılı çekim, “acele ve kaos” hissi veriyor.

Karşılaşma:

Zabit aniden önüne çıkar.

Duruş kompozisyonu: Zabit tam ortada, şikemperver köşeye sıkışmış.

Ses Efekti:

Sert emir sesi yankılanır.

Çarşı sesi ansızın kesilir, ortam sessizleşir.

Sahne 4 – Kışlaya Dönüş: Huzurlu An (Akşam)

İç Mekan:

Mutfağın ya da yemek kazanlarının olduğu bölümde.

Detay Çekim:

Vazifeperver karavanayı temizliyor, çorba kazanı kaynıyor.

Müzik:

Hafif ney ve hafif sıcak bir müzik (huzurlu his).

Kamera:

Yakın çekim: Vazifeperver’in huzurlu yüzü.

Komutan Gelir:

Omzuna el koyar, takdir eder.

Hafif yukarı bakan kamera açısı (güven ve ödül duygusu).

Sahne 5 – Mahkeme: Hesap Günü (Gece)

Siyah-Beyaz Tonda Mekan:

Geniş ve boş bir salon.

Şikemperver diz çökmüş, perişan.

Anlatıcı Sesi:

Derinleşir, vurucu cümleler yavaş söylenir.

Çekim:

Zoom Out: Küçülen adam, büyüyen salon boşluğu.

Ümitsizlik duygusu verilmiş olur.

Ses:

Yargı tokmağının sesi yankılanır.

Final – Gökyüzü ve Yazı

Kapanış:

Yıldızlı gökyüzü, geniş çekim.

Hafif huzurlu ve derin müzik.

Yazı:

“Sadık ol. Vazifeni unutma.”

(Altında küçük puntolarla: Bediüzzaman Said Nursî)

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

KONU: “Konuşan Kâinat: Her Şey Onu Gösteriyor”

KONU: “Konuşan Kâinat: Her Şey Onu Gösteriyor”

GİRİŞ SESLENDİRME METNİ:
Sessiz gibi görünen bu âlem, aslında çok derin bir konuşma yapmaktadır. Her bir zerresi, her bir yıldızı, her bir nefes; kâinatın dilinden çıkan bir hakikatin şahididir: “Ben, kendi kendime olamam.”

1. AKLÎ DELİLLERLE: KENDİ KENDİNE OLAMAZ

Ey insan!
Bir makine gördüğünde onun ustasını sorarsın.
Bir tablo gördüğünde ressamını merak edersin.
O hâlde her biri mükemmel bir fabrika gibi çalışan göz, kulak, kalp… nasıl ki tesadüfen olamaz.
Bir hücre, milyarlarca bilgiyi taşıyan DNA’sıyla nasıl şuursuz tabiatın işi olabilir?

Bir inkarcıya sorulsa:
“Şu kitap kendi kendine mürekkep dökülerek oluştu.” dese, ona güler.
Peki neden bu daha kompleks olan kainatın kendiliğinden olduğuna inanır?

Kainatta düzen, nizam, denge ve maksada yönelik faaliyet var.
Bu dört özellik de aklen bir müdebbir (düzenleyici) ve hâkim bir ilim sahibini gerektirir.

2. NAKLÎ DELİLLERLE: KUR’ÂN’IN ŞAHADETİ

Kur’ân-ı Hakîm şöyle buyurur:

> “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde, akıl sahipleri için deliller vardır.”
(Âl-i İmrân, 190)

> “Şayet yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kesinlikle ikisi de bozulurdu.”
(Enbiyâ, 22)

Bu ayetler gösteriyor ki:

Gözle görülen her şey, görünmeyen bir hakikatin aynasıdır.

Bozulmayan bir kainat, tek ve kudretli bir idarecinin eseridir.

Kur’an, kâinatı bir kitap gibi okutur.
Dağları bir direk gibi, yağmuru bir rahmet gibi, hayvanları bir nimet gibi gösterir.
Hepsi dil olmuş, “Allah var ve birdir” der.

3. MÜDELLEL DELİLLERLE: KÂİNATTAN GELEN ŞAHİTLER

Güneş:
Sabah vaktinde bir düğme gibi ufuktan çıkar, öğleyin zirveye ulaşır, akşam çekilir.
Bu sistemli gidiş geliş, kör tabiatla izah edilemez.
Bir kum saati bile ustasız olamaz; güneşin sistemi nasıl ustasız olabilir?

Yağmur:
Yukarıdan gelen bir rahmet.
Toprağın ihtiyacına göre gönderilen bir hazine.
Susuz bir çöle can olan damlalar…
Kime hizmet ettiğini bilen bir emir eri gibi.

İnsan:
Duyguların, aklın, iradenin muhteşem bir bileşimi.
Kendi bedenine bile hükmedemezken, nasıl kendini yaratmış olabilir?

SONUÇ (DUYGUSAL ZİRVE):

Ey insan!
Kâinatın dili susmaz.
Bir çiçek bile sana fısıldar:
“Ben, sonsuz bir ilim ve kudretin eseriyim.”

Bir meyve sana der ki:
“Beni yapan, ağacı değil; beni senin ağzına uygun, vitaminli ve lezzetli yapan biri var: O da Allah’tır.”

Kâinat, kör değildir;
Sen de gör!

@@@@@@@

PRODÜKSİYON DOSYASI

Proje Adı: Konuşan Kâinat: Her Şey Onu Gösteriyor
Süre: 5–7 dakika
Format: Belgesel tarzı kısa film

1. SESLENDİRME METNİ

(Anlatıcı sesi: Derin, tefekkürlü ve sükûnetli bir ton)

> [GİRİŞ – Sessizliğin İçinden Doğan Hitap]
Sessiz gibi görünen bu âlem, aslında çok derin bir konuşma yapmaktadır.
Her bir zerresi, her bir yıldızı, her bir nefes;
kâinatın dilinden çıkan bir hakikatin şahididir:
“Ben, kendi kendime olamam…”

> [AKLÎ DELİLLER – Makineden Sisteme]
Ey insan!
Bir makine gördüğünde ustasını sorarsın.
Bir tablo gördüğünde ressamını merak edersin.
O hâlde nasıl olur da, göz gibi bir mucizeyi, kalp gibi bir mu’ciz-i kudreti tesadüfe verirsin?

Nizam varsa, nâzım vardır.
Denge varsa, mîzan vardır.
Maksat varsa, kasd eden vardır.
Kâinat, konuşur;
“Ben, İlâhî bir aklın eseriyim” der.

> [NAKLÎ DELİLLER – Kur’ân’dan Konuşan Âlem]
Kur’ân şöyle bildirir:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde, akıl sahipleri için deliller vardır.”

Gecenin karanlığında bile bir düzen,
Gündüzün aydınlığında bile bir mesaj var:
“Her şey yerli yerinde, çünkü Sahibimiz var.”

> [MÜDELLEL DELİLLER – Kâinattan Gelen Şahitler]
Güneş, dakik bir saat gibi doğar, yükselir, batar.
Yağmur, toprağın duasına cevap gibi iner.
Ağaç, meyveyi verir ama yaratamaz.

Her şey der:
“Ben bir memurum, ben bir mektubum, ben bir aynayım…”

> [DUYGUSAL ZİRVE – Fısıldayan Varlıklar]
Ey insan…
Kâinatın dili susmaz.
Bir çiçek sana fısıldar:
“Beni yapan beni senden önce düşünmüş…”

Bir meyve der ki:
“Lezzetim, şeklim, faydam… hepsi senin için ayarlanmış…”

Kâinat kör değil,
Sen de sağır olma!

Bak, dinle, düşün…
Ve inan:
Her şey, O’nu gösteriyor.

2. GÖRSEL YÖNLENDİRMELER

Sahne: Giriş
Görüntü: Derin uzay – yıldızlar
Sahne: Akli deliller
Görüntü: Saat mekanizması, DNA spirali
Sahne: Nakli deliller
Görüntü: Doğa manzarası, semâda akan bulutlar
Sahne: Müdellel deliller
Görüntü: Güneşin doğuşu, meyve veren ağaç, yağmur
Sahne: Duygusal zirve
Görüntü: Çiçek açışı, çocuk tebessümü
Sahne: Kapanış
Görüntü: Gökyüzünde kaybolan kamera, kalbe zoom

3. MÜZİK & SES EFEKTLERİ

Arka Fon Müziği:

Epik Hafif Keman ve Ney Tınıları

Ambient doğa sesleri (kuş, rüzgâr, hafif yağmur)

Geçişlerde:

Minimal piyano notaları

İlham veren yükselen yaylılar

4. TEKNİK NOTLAR

Seslendirme: Tek anlatıcı, tercihen erkek, sade ve anlamı vurgulayan tonda

Altyazı: Anlatıma eş zamanlı olarak, sade ve okunaklı

Renk düzeni: Doğal tonlar, yumuşak geçişler, dikkat dağıtıcı renklerden kaçınma

Font: Serifli klasik bir font (örneğin Garamond)

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025

Kehf Sûresi 60-82. ayetlerinde geçen Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın kıssasını

Kehf Sûresi 60-82. ayetlerinde geçen Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın kıssasını esas alan, hikmetli ve düşündürücü bir kısa film senaryosu aşağıda yer alıyor. Bu senaryo, belgesel veya kısa film tarzında çekime uygundur. Anlatım dili hem mecazi hem de derinliklidir.

BAŞLIK: “Perdenin Ardında: Görünmeyenin Hikmeti”

TÜR: Belgesel-dram, manevi öğreti

SÜRE: 10-15 dakika

YER: Zaman ve mekân üstü bir sahil, kasaba ve kırsal yol

BÖLÜM 1: YOLCULUK BAŞLIYOR

Sahne:
Gün doğarken, deniz kenarında duran Hz. Musa, yanında hizmetçisiyle uzaklara bakar.

Musa (iç ses):
“Ben bilgililerin en büyüğüyüm sanmıştım. Fakat Rabbim bana, benden daha bilgilisinin olduğunu bildirdi. Onu bulmalıyım.”

Hizmetçi:
“Balığımızı unuttuğum yerde bir gariplik oldu efendim. Orada bir kayaya sığındık, balık dirildi ve denize kayıp gitti…”

(Kamera: Kayaya zoom. Rüzgâr uğultusu eşliğinde zaman kayması olur.)

Musa:
“İşte aradığımız yer burası!”

BÖLÜM 2: GİZEMLİ YOL ARKADAŞI (HZ. HIZIR)

Sahne:
Gizemli biri belirir: Hızır. Yüzünde vakur ama anlaşılması güç bir ifade.

Hızır:
“Benimle gelmek istiyorsan, sabredemezsen sana gerçekleri açıklayamam.”

Musa:
“Allah’ın izniyle sabredeceğim.”

Hızır:
“Öyleyse yola çıkalım…”

BÖLÜM 3: BİR GEMİNİN DELİNMESİ

Sahne:
Yoksul balıkçıların yardım ettiği bir gemiye binerler. Gemi yol alırken Hızır, kürek altındaki tahtayı söker, su sızar.

Musa (itirazla):
“Bu ne biçim iştir! Masum insanların malına zarar verdin.”

Hızır:
“Sabredemeyeceğini söylemiştim…”

(Kısa süre sonra bir kıyıya varırlar.)

BÖLÜM 4: MASUM BİR ÇOCUĞUN ÖLDÜRÜLMESİ

Sahne:
Yol üstünde oynayan küçük bir çocuk… Hızır, çocuğu usulca yere yatırır. Kamera, çocuğun tebessüm eden yüzünde donar. Hızır gözlerini kapatır.

Musa (öfkeyle):
“Ne yaptın sen! Günahsız bir canı haksız yere aldın!”

Hızır:
“Sabır yine tükendi…”

BÖLÜM 5: YIKILAN BİR DUVARIN ONARILMASI

Sahne:
Soğuk ve ilgisiz bir kasaba… Yorgunluktan tükenmişlerdir. Kimse su vermez. Fakat Hızır, yıkılmak üzere olan bir duvarı onarmaya başlar.

Musa:
“İsteseydin ücret alabilirdin. Bu kadarına da gerek yoktu.”

Hızır:
“İşte şimdi ayrılık vakti. Fakat artık yaptıklarımın sırrını açıklayacağım.”

BÖLÜM 6: GERÇEKLERİN PERDESİ AÇILIYOR

Hızır (kameraya, izleyiciye dönerek anlatır):

“Gemi, zalim bir kralın zorla gemilere el koyduğu kıyıya gidecekti. Onu kusurlu gösterdim ki alınmasın.

Çocuk, anne-babası salih insanlardı. Büyüseydi onları azgınlığa sürükleyecekti. Rabbimiz onlara daha hayırlı bir evlat nasip edecekti.

Duvar, yetimlere ait bir hazinenin üzerindeydi. Duvar yıkılsa hazine ortaya çıkacak, yetimler mağdur olacaktı. Vakti geldiğinde o hazineyle büyüyecekler.”

Hızır:
“Sen zahire baktın, ben hikmete… Allah’ın ilmi, sabrı sınar. Her şey göründüğü gibi değildir.”

BÖLÜM 7: VEDA VE DERS

Sahne:
Hızır yavaşça uzaklaşırken çevre bulanıklaşır. Musa tek başına kalır. Güneş batmak üzeredir.

Musa (iç ses):
“Zahirde zulüm görünen işler, hakikatte rahmettir. İlmin en büyüğü, Allah’ın ilmidir…”

(Kamera göğe döner. Hafif bir müzik yükselir.)

SES ve GÖRSEL YÖNLENDİRME

Müzik: Tefekkür ve hafif derviş temaları taşıyan ney ve ud ezgileri

Renk: Soğuk tonlardan sıcak tonlara geçiş (başta mavi-gri, sonra sarımsı günbatımı tonları)

Görsel: Masalsı ve sinematografik planlar, yavaş hareketli kamera, mistik sisli sahneler

@@@@@@

ANLATIM VE SESLENDİRME METNİ

Başlık: “Perdenin Ardında: Görünmeyenin Hikmeti”
Tür: Belgesel-dram
Ses tonu: Derin, yavaş ve tefekkür dolu

[GİRİŞ – DOĞA SESLERİ, HAFİF MÜZİK]

Anlatıcı:
“Bazen gördüğümüzle hüküm veririz…
Fakat bilmediğimiz, perde arkasında kalan bir hakikat vardır.
Ve Allah’ın ilminde gizlenen her şey, nihayetinde bir rahmettir…”

[1. SAHNE – SAHİLDE HZ. MUSA]

Anlatıcı:
“Musa Aleyhisselam… Bir peygamber, bir öğretmen ve hakikatin yolcusu…
Rabbinden, kendisinden daha bilgili bir kul olduğunu öğrenir.
Ve onu bulmak için yola düşer…”

[2. SAHNE – KAYA BAŞINDA BULUŞMA]

Hizmetçi:
“Efendim, balığı unuttuğumuz yerde garip bir şey oldu… Balık dirilip denize kaçtı…”

Anlatıcı:
“O an, Musa bildi ki… Aradığı kişi, tam da oradaydı. Hızır… Allah’ın ilim verdiği özel bir kul…”

[3. SAHNE – HIZIR’LA İLK KONUŞMA]

Hızır:
“Benimle gelmek istiyorsan, sabretmelisin.
Gördüklerine hemen hüküm veremezsin.”

Musa:
“Allah’ın izniyle sabrederim…”

[4. SAHNE – GEMİYİ DELME OLAYI]

Anlatıcı:
“Yoksul insanların gemisine bindiler.
Fakat Hızır, aniden geminin tahtasını söktü…”

Musa:
“Bu ne biçim iştir? Bu insanlara zarar verdin!”

Anlatıcı:
“Musa sabredemedi… Görünen, onu sarstı.”

[5. SAHNE – ÇOCUK OLAYI]

Anlatıcı:
“Bir çocukla karşılaştılar. Masum, suçsuz bir çocuk…
Hızır, onu yere yatırdı… Ve canını aldı.”

Musa:
“Sen nasıl bir canı haksız yere alırsın!”

[6. SAHNE – DUVAR OLAYI]

Anlatıcı:
“Bir köye vardılar. Aç, yorgun ve susuzlardı.
Kimse yardım etmedi. Fakat Hızır, yıkılan bir duvarı tamir etti…”

Musa:
“İsteseydin ücret alabilirdin.”

[7. SAHNE – HAKİKATLER AÇIKLANIYOR]

Hızır (sakin ve derin bir sesle):
“Artık ayrılıyoruz. Ama yaptıklarımın hikmetini sana açıklayayım…”

“Gemi… Zalim bir kral tarafından zorla alınacaktı. Onu kusurlu gösterdim ki, sahipleri malını kaybetmesin.”

“Çocuk… Ana babası salih insanlardı. Büyüdüğünde onları azgınlığa sürükleyecekti. Allah, yerine daha hayırlısını verecekti.”

“Duvar… Altında yetimlere ait bir hazine vardı. Vakti gelince, onlar büyüyünce hazineyi bulsunlar istedim…”

[8. SAHNE – VEDA VE DERS]

Anlatıcı:
“Musa, gördü ki…
Her işte, her olayda zahirin ötesinde bir hikmet vardır.
Ve Allah’ın ilminden başkasını mutlak doğru sanmak… büyük bir yanılgıdır.”

Anlatıcı (derinleşen ses tonuyla):
“Zulüm gibi görünen şey… rahmete dönüşebilir.
Çünkü Rabbimizin her işi, sonsuz hikmetle dokunmuştur.”

[SON – YÜKSELEN MÜZİK VE KUŞ SESLERİ]

Anlatıcı (fısıltıya yakın):
“Ey insan… Sabret.
Ve unutma…
Her gördüğün gerçek olmayabilir.
Ama Allah’ın hükmü, daima en doğrusudur…”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 1st, 2025