“Fıtrat, fıtri ve layık olmayan şeyi reddeder, atar. “
Fıtratın Hakikati: Yaratılışın Reddettiği Şeyler
İnsan, yaratılıştan gelen saf ve temiz bir yapıya sahiptir. İslam’da buna fıtrat denir. Fıtrat, insanın özündeki saf hakikati ve doğruyu arayan yapısıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “Fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.” Bu söz, insanın yaratılışına uygun olmayan şeyleri sevki ilahi olarak kabul etmeyeceğini, aksine onları reddedeceğini anlatır.
Ancak modern çağda, insanlar bazen fıtratlarının sesini duymakta zorlanır. Çünkü dış etkenler, alışkanlıklar ve toplum baskısı, insanın özündeki bu hakikati köreltebilir. Bu makalede, fıtratın neyi reddettiğini, neden reddettiğini ve insanın nasıl yeniden fıtratına dönebileceğini inceleyeceğiz.
1. Fıtrat Nedir ve Neden Önemlidir?
Fıtrat, insanın yaratılıştan gelen ilahi kodudur. Allah (c.c.), her insanı saf bir şekilde yaratmıştır:
> “O hâlde sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratmasında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30/30)
Bu ayet, Allah’ın insanı tertemiz bir fıtrat ile yarattığını ve aslında tüm insanların hakikati tanıyabilecek bir kalbe sahip olduğunu gösterir. Ancak zamanla çevresel faktörler, insanın bu saf yapısını değiştirebilir.
Bir hadiste de Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
> “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenaiz 79; Müslim, Kader 22)
Bu hadis, insanın doğuştan temiz olduğunu, ancak dış etkenlerin onu farklı yönlere çekebileceğini gösterir. Fakat ne kadar değişime uğrarsa uğrasın, insanın fıtratı aslında hep doğrudan yana olacaktır.
2. Fıtratın Reddettiği ve Kabul Etmediği Şeyler
Fıtrat, insanın yapısına uygun olmayan şeyleri kabul etmez ve reddeder. İşte fıtratın doğal olarak reddettiği bazı şeyler:
1) Adaletin Bozulması ve Zulüm
İnsan, yaratılış gereği adaleti sever ve zulmü reddeder. Hangi toplumda olursa olsun, insanlar adaletli bir yönetimi arzu eder. Bir insan kendi çıkarı için zulmü savunabilir, fakat içinde her zaman bir huzursuzluk hisseder.
Haksızlık karşısında içimizde bir rahatsızlık hissediyorsak, bu fıtratımızın zulme karşı olduğunu gösterir.
Küçük bir çocuğa haksızlık yapıldığında bile içimizde bir öfke uyanıyorsa, bu fıtratın bir sonucudur.
> “Zulüm ile abad olanın, ahiri berbat olur.” (Atasözü)
Fıtrat, zulmün ve adaletsizliğin sürdürülebilir olmadığını bilir. Bu yüzden haksız düzenler eninde sonunda yıkılır.
2) Yalan ve Riyakârlık
İnsan doğası gereği doğruyu sever ve yalandan nefret eder. Bunu anlamak için küçük çocukları gözlemleyebiliriz.
Bir çocuk, kendisine yalan söylendiğini fark ettiğinde güvensizlik hisseder.
Eğer sürekli yalan söylenirse, içindeki fıtri temizlik kirlenir ve yalanı normal görmeye başlar.
Ancak ne kadar alışırsa alışsın, fıtratının derinliklerinde bir huzursuzluk hisseder.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
> “Doğruluk iyiliğe, iyilik cennete götürür. Yalan ise kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür.” (Buhârî, Edeb 69)
Bu hadis, doğruluğun fıtratın gereği olduğunu ve insanın iç huzurunu ancak hakikatle bulabileceğini gösterir.
3) Haram ve Helal Dengesi
İnsan, yaratılışı gereği helal olan şeylere meyleder ve haramlardan uzak durmak ister. Ancak alışkanlıklar ve çevresel etkenler, zamanla insanın harama duyarsızlaşmasına yol açabilir.
Örneğin:
Temiz gıdalar insanın bedenine iyi gelirken, haram yiyecekler ve içkiler zarar verir.
Fıtrat, haramın zararlarını önce bedende, sonra ruhta gösterir.
Allah (c.c.), insana haram olan şeyleri yasaklamıştır çünkü bunlar fıtrata uygun değildir. Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:
> “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (Maide, 5/87)
Fıtrat, Allah’ın koyduğu sınırları tanır ve bunlara uyduğunda huzur bulur.
3. Fıtratın Bozulması ve Geri Dönüş Yolları
Peki, insanlar neden bazen fıtratlarının sesini duyamaz hâle gelir? Bunun başlıca nedenleri şunlardır:
Yanlış alışkanlıklar ve bağımlılıklar (Örneğin: Yalan söylemeye alışan bir insan, zamanla bundan rahatsızlık duymaz.)
Toplumun yönlendirmesi (Eğer toplumda yanlış şeyler yaygınsa, birey de buna uyum sağlar.)
Gaflet ve ihmal (İnsan, fıtratının sesini dinlemeyip sürekli dünya işleriyle meşgul olursa, kalbi katılaşır.)
Ancak fıtrat hiçbir zaman tamamen kaybolmaz. İnsan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, geri dönmesi her zaman mümkündür.
Allah (c.c.), kullarını her zaman affetmeye hazırdır:
> “De ki: Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 39/53)
Sonuç: Fıtrata Uygun Yaşamak, Hakikati Bilmektir
Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi, fıtrat, kendisine uygun olmayan şeyi reddeder ve atar. Zulüm, yalan, haram ve batıl olan şeyler, insanın fıtratına terstir. Ancak insan bazen fıtratının sesini duyamaz.
Önemli olan, fıtrata uygun yaşamaya çalışmak ve hakikati aramaktır. Çünkü insan ancak fıtratına uygun yaşadığında gerçek huzuru ve mutluluğu bulur.
> “Kim doğru yola yönelirse, ancak kendi iyiliği için yönelmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar.” (İsra, 17/15)
Tarih boyunca İslam dünyası, hem ilmi hem de siyasi açıdan büyük medeniyetler inşa etmiş, insanlığa yön veren bir güç olmuştur. Ancak günümüzde Müslüman toplumlar, tıpkı başı kopmuş bir tavuk gibi ne yaptığını bilmez bir halde oradan oraya savruluyor. Ne net bir hedefimiz var ne de bizi bir arada tutan güçlü bir birlik. Peki, neden bu hale geldik? Bizi bu duruma sürükleyen sebepler nelerdir ve çıkış yolu var mıdır? Bu sorulara Kur’anî ve tarihî bir perspektifle bakarak dersler çıkarmamız gerekiyor.
1. Başsızlık: Liderlik ve Birlik Sorunu
Başı kopmuş bir tavuk, bir süre reflekslerle sağa sola koşar ama sonuç bellidir: Kaotik bir şekilde çırpınır ve sonunda yere yığılır. İslam dünyasının durumu da bundan farklı değil. Bizim kopan başımız, birlik ve liderliktir.
Halifeliğin Kaldırılması: 1924’te Osmanlı halifeliği kaldırıldıktan sonra Müslümanlar siyasi olarak dağılmış, bir merkezden yönetilme iradesini kaybetmiştir.
Sömürgecilik ve Bölünme: 20. yüzyıl boyunca Batılı güçler, İslam coğrafyasını parçalara ayırmış, suni sınırlar ve kukla yönetimler oluşturarak birliğimizi engellemiştir.
İç Çekişmeler ve Mezhep Ayrılıkları: Şii-Sünni gerilimi, etnik farklılıklar ve siyasi ihtilaflar, Müslümanları birbirine düşürmüş, düşmanın işini kolaylaştırmıştır.
Kur’an’da Allah (c.c.), Müslümanların birbirine düşmesini şöyle uyarır:
> “Kendi aranızda çekişmeyin, sonra korkuya kapılıp gücünüzü kaybedersiniz. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 8/46)
Ancak biz, Allah’ın bu uyarısını unutup birbirimizle savaşmayı tercih ettik.
2. Düşünce Krizi: İlim ve Şuurun Kaybı
Başı kopmuş bir tavuk, sadece reflekslerle hareket eder, akıl ve bilinç devre dışıdır. Bugün İslam dünyasında da akıl, ilim ve şuuru kaybetmiş bir toplum yapısıyla karşı karşıyayız.
Bilimde ve Teknolojide Geri Kalma: Bir zamanlar ilmin merkezi olan Müslümanlar, bugün Batı’nın ürettiği teknolojiyi tüketen toplumlara dönüşmüştür.
Taklitçilik ve Üretimsizlik: Bilgi ve teknoloji üretmek yerine, başkalarının ürettiğini kopyalamaya çalışıyoruz.
Medyada ve Kültürde Yenilgi: Kendi değerlerimizi üretemediğimiz için başkalarının kültürünü ve ahlaki normlarını taklit eder hale geldik.
Oysa Kur’an, Müslümanlara sürekli olarak düşünmeyi, araştırmayı ve aklı kullanmayı emreder:
> “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9)
Ancak biz, bilgiye ve düşünceye değer vermek yerine, cehaleti ve taklitçiliği benimsedik.
3. Dış Güçler ve Manipülasyon: Kukla Yönetimler ve Algı Oyunları
Başı kopmuş bir tavuğun nereye gittiğini artık kendisi değil, dış etkenler belirler. Bugün İslam dünyasının kaderini de Müslümanlar değil, dış güçler belirliyor.
Siyasi Müdahaleler: Batılı devletler, Müslüman ülkelerde istedikleri rejimleri kurarak veya yöneticileri değiştirerek kontrolü ellerinde tutuyorlar.
Ekonomik Bağımlılık: İslam ülkelerinin doğal zenginlikleri başkaları tarafından sömürülüyor ve ekonomik bağımsızlıkları ellerinden alınıyor.
Medyada Algı Operasyonları: Müslümanlar, sürekli olarak olumsuz gösterilerek kendi kimliklerinden utanır hale getiriliyor.
Oysa Allah (c.c.), bize kâfirlerin oyunlarına karşı uyanık olmamızı öğütler:
Ama biz, şeytanın hilesinin farkında bile değiliz.
4. Çıkış Yolu: Diriliş İçin Ne Yapmalıyız?
Başı kopmuş bir tavuğun yaşama şansı yoktur, ama biz bir tavuk değiliz! Müslümanlar, Allah’ın yeryüzündeki şahitleridir. Uyanır, silkelenir ve yeniden birlik olursa, İslam dünyası küllerinden doğabilir. Peki, bunu nasıl başarabiliriz?
1. TEVHİD VE BİRLİK ŞUURU
Mezhep ve etnik ayrılıkları bırakmalı, ümmet bilincini yeniden kazanmalıyız.
İmanlarını tevhid esası gibi, fikir ve amelde de o birliği sağlamalıyız.
Batının belirlediği suni sınırların ötesine geçip Müslümanlar arasında gerçek bir ittifak kurmalıyız.
Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılmalı, Allah’ın ipine hep birlikte tutunmalıyız:
> “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmran, 3/103)
2. İLİM VE TEKNOLOJİYE YATIRIM
Eğitimi güçlendirerek yeni nesilleri bilinçli ve şuurlu yetiştirmeliyiz.
Taklitçilikten kurtulup yenilikçi ve üretken bir medeniyet kurmalıyız.
Medya, kültür ve teknoloji alanlarında kendi değerlerimizi üreterek fikri bağımsızlığımızı kazanmalıyız.
3. SİYASİ VE EKONOMİK ÖZGÜRLÜK
İslam ülkeleri arasında güçlü bir ekonomik iş birliği kurarak dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız.
Kukla yönetimlerden kurtulup, halkın iradesine dayalı güçlü liderler yetiştirmeliyiz.
Batının sömürü politikalarına karşı kendi alternatif sistemlerimizi inşa etmeliyiz.
Sonuç: Diriliş Zamanı
Eğer İslam dünyası başı kopmuş bir tavuk gibi savrulmaya devam ederse, tarihin çöplüğüne gömülmek kaçınılmaz olur. Ancak biz, ümmet olarak yeniden dirilme iradesi gösterirsek, bu yıkım sürecini tersine çevirebiliriz.
Allah, ancak biz harekete geçtiğimizde bizim halimizi değiştirecektir:
> “Bir kavim, kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Rad, 13/11)
Artık silkinme ve ayağa kalkma vakti! Başı kopmuş bir tavuk gibi değil, bilinçli, güçlü ve izzetli Müslümanlar olarak hareket etme zamanı!
ALLAH VE PEYGAMBERLERİ İNSAN İRADESİNİ ÖN PLANA ÇIKARIRKEN, ŞEYTAN VE ONUN YOLUNDAN GİDENLER İNSAN İRADESİNİ DEVRE DIŞI BIRAKMAKTADIR.
İNSAN İRADESİ: ALLAH’IN EMANETİ VE ŞEYTAN’IN TUZAKLARI
İslam inancında insan, akıl ve irade sahibi bir varlık olarak yaratılmıştır. Allah, insanı “eşref-i mahlûkat” yani yaratılmışların en şereflisi olarak tanımlamış ve ona seçim hakkı vermiştir. Kur’an-ı Kerim, insanın iradesini kullanarak iyiliği ve kötülüğü seçebileceğini, ancak bu seçimlerin sonuçlarından da sorumlu olduğunu vurgular.
Ne var ki, Allah insanın özgür iradesini ve tercih hakkını önemserken, şeytan ve onun yolundan gidenler bu iradeyi devre dışı bırakmaya, insanı baskı altına almaya ve köleleştirmeye çalışır. Tarih boyunca zalim yönetimler, baskıcı ideolojiler ve nefsi esir alan tutkular hep şeytanın bu misyonunu yerine getirmiştir.
1. ALLAH’IN İNSANA VERDİĞİ EN BÜYÜK NİMET: İRADE VE SEÇİM HAKKI
Kur’an-ı Kerim, insanın bir imtihan dünyasında olduğunu ve bu imtihanın en temel unsurunun özgür iradesiyle doğruyu ve yanlışı seçmesi olduğunu bildirir:
> “Şüphesiz, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edip salih ameller işleyenler müstesna; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.” (Tîn Suresi, 4-6)
Bu ayet, insanın iradesiyle yükseleceğini ya da düşeceğini göstermektedir. Allah, kullarına irade vererek, onların kendi yollarını seçmelerine imkân tanımıştır.
Peygamberler de insanlara her zaman zorla değil, davet yoluyla tebliğ yapmışlardır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Allah, şu emri vermiştir:
> “Sen yalnızca bir öğüt vericisin; onlar üzerinde bir zorba değilsin.” (Ğaşiye Suresi, 21-22)
Bu ayet, İslam’ın zorbalıkla, baskıyla değil, insan iradesine ve aklına hitap eden bir din olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
2. ŞEYTAN VE ONUN YOLUNU TAKİP EDENLER: BASKI VE KÖLELİK SİSTEMİ
Şeytan, Hz. Adem’e secde etmediğinde insanın iradesine savaş açmıştır. Çünkü şeytan, insanların kendi akıllarını ve iradelerini kullanarak Allah’a yönelmelerini istemez; onları aldatır, korkutur ve kendi yoluna çekmeye çalışır.
> “Şeytan onlara (aldatıcı) vaadlerde bulunur ve onları boş umutlarla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaat ettiği şey sadece bir aldanıştır.” (Nisa Suresi, 120)
Şeytan ve onun yolundan gidenler, insanların iradesini yok etmek için çeşitli yollar kullanır:
Zulüm ve baskı rejimleri: İnsanların özgür iradelerini ellerinden almak, onları sorgulamayan ve itaat eden kölelere dönüştürmek isterler.
Batıl ideolojiler ve sahte inanç sistemleri: İnsanları düşünmeden taklit etmeye zorlarlar.
Nefis ve dünya tutkuları: İnsanları arzularının esiri yaparak iradelerini zayıflatırlar.
Allah, Firavun’un halkı üzerindeki baskısını anlatırken, şeytani sistemlerin nasıl insan iradesini yok ettiğini gösterir:
> “Firavun kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Gerçekten onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.” (Zuhruf Suresi, 54)
3. ZULMÜN VE BASKININ PANZEHİRİ: HAK VE ADALET
Kur’an, insan iradesine baskı kuran, insanları zorla yönlendiren her türlü güce karşı çıkmayı emreder. Zulme boyun eğmek, şeytanın sistemine destek vermek anlamına gelir.
> “Ey iman edenler! Kendinizi, ailenizi ve çevrenizi ateşten koruyun.” (Tahrim Suresi, 6)
Bu ayet, Müslümanların iradelerini kullanarak doğru olanı seçmeleri gerektiğini gösterir. Kişi, kendi aklıyla, vicdanıyla ve iradesiyle hareket etmeli, başkalarının baskısına boyun eğmemelidir.
SONUÇ: HANGİ YOLU SEÇECEĞİMİZ BİZİM ELİMİZDE
Allah ve peygamberleri, insanın iradesini özgür bırakmış ve ona doğru yolu göstererek bir davette bulunmuştur. Ancak zorlamamışlardır. İnsan, iyiyi ve kötüyü seçme hakkına sahiptir.
Şeytan ve onun yolundan gidenler ise insanı kendi özgür iradesinden mahrum bırakmak, onu korku, baskı ve aldatmalarla kontrol etmek isterler. Bugün dünya üzerindeki zulüm sistemleri, insanları baskı altına alan ideolojiler ve nefse hitap eden batıl yollar hep bu şeytani düzenin eseridir.
Hangi yolu seçeceğimiz ise bizim elimizdedir:
Allah’ın yolunu seçenler, aklını ve vicdanını kullanarak iyiliği ve adaleti savunurlar.
Şeytanın yoluna uyanlar, başkalarının iradesini yok ederek zulmü ve haksızlığı yayarlar.
Rabbimiz bizleri, irademizi en güzel şekilde kullanarak hak yolunda yürüyenlerden eylesin. Çünkü gerçek hürriyet, ancak Allah’ın gösterdiği yolda yürümekle mümkündür.
@@@@@@@#
### Allah ve Peyamberlerin İrade Vurgusu ile Şeytanın İradeyi Yok Etme Çabası: Kur’anî Bir Tahlil Kur’an-ı Kerim, insanın özgür iradesini temel bir sorumluluk alanı olarak tanımlarken, şeytanın bu iradeyi manipüle etme çabalarını da açıkça ortaya koyar. Bu çerçevede, peygamberler insanı tercihlerinin bilincine davet ederken, şeytan ve onun takipçileri iradeyi köreltmeye çalışır. Bu zıtlık, insanın imtihanının özünü oluşturur.
#### 1. **Allah ve Peyamberler: İradenin Sorumlulukla Buluştuğu Nokta** Kur’an, insana “cüz’î irade” bahşedildiğini ve bu iradenin kullanımından hesap sorulacağını vurgular. **“Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”** (Kehf 18/29) ayeti, insanın özgür seçim hakkını ilahi bir lütuf olarak sunar. Peygamberler de bu iradeyi harekete geçirmek için gönderilmiştir. Örneğin, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e **“Sen ancak bir uyarıcısın; onlar üzerinde zorba değilsin”** (Ğaşiye 88/21-22) denilerek, tebliğde baskı yerine ikna yönteminin esas olduğu hatırlatılır.
Peygamberlerin rolü, insanı iradesini doğru kullanmaya teşvik etmektir. Kehf Suresi 23-24. ayetlerde, Hz. Peygamber’in “inşallah” demeyi unutması üzerine gelen uyarı, insanın planlarını Allah’ın iradesine bağlaması gerektiğini öğretir. Bu, iradenin mutlak olmadığını, ancak sorumluluğunun insana ait olduğunu gösterir.
#### 2. **Şeytan ve Takipçileri: İradeyi Köreltme Stratejileri** Şeytan, insanı Allah’ın yolundan saptırmak için iradeyi devre dışı bırakmaya çalışır. Kur’an’da şeytanın en temel taktiği, **vesvese, aldatma ve günahları süsleme**dir (Araf 7/20-22). Örneğin, Hz. Adem’i cennetten çıkaran olayda şeytan, “Sonsuzluk ağacı”nı cazip göstererek insanın iradesini hedef almıştır.
Şeytanın etkisi, ancak onu “dost edinenler” üzerinde geçerlidir (Nahl 16/100). İnsan, iradesini kullanmayı bırakıp şeytana tabi olduğunda, sorumluluktan kaçar ve kendini zulme sürükler: **“Onlar kendilerine zulmettiler”** (Yunus 10/44). Şeytanın en büyük zaferi, insanı “Benim iradem yok, mecburum” inancına hapsetmektir.
#### 3. **Kur’an’da İki Zıt Yaklaşım: Hidayet ve Dalalet** Allah, insanın iradesine saygı duyarak hidayet ve dalalet seçeneklerini sunar: **“Biz ona yolu gösterdik; ya şükreder ya da nankörlük eder”** (İnsan 76/3). Peygamberler, bu seçimi hatırlatan rehberlerdir. Öte yandan şeytan, insanı seçim yapamaz hale getirmek için **“unutturma, tahrik ve yalan”** gibi yöntemler kullanır.
Örneğin, Firavun’un sihirbazları, Hz. Musa’nın mucizesi karşısında iradelerini kullanıp iman ederken (Araf 7/120-126), Firavun ise kibriyle iradesini köreltmiş ve helake sürüklenmiştir. Bu, iradenin doğru kullanımının nasıl kurtuluşa, kötüye kullanımının ise yıkıma yol açtığını gösterir.
#### 4. **İnsanın İmtihanı: İrade ile Sınanma** Kur’an’da insan, **“nefsinin emmaresi”** (Yusuf 12/53) ve **“şeytanın kontrolü ”** (Bakara 2/168) arasında sıkışmış bir varlık olarak tanımlanır. Ancak Allah, insana bu sınavda başarılı olma imkanı verir: **“Allah, bir toplumun durumunu, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez”** (Ra’d 13/11). Bu ayet, iradenin aktif kullanımının kaderi şekillendirdiğini vurgular.
Peygamberlerin mücadelesi, insanın bu bilinci kazanması içindir. Örneğin, Hz. İbrahim’in putperestlere **“Siz gerçekten tapmakta olduğunuz şeyleri gördünüz mü?”** (Enbiya 21/66) sorusu, iradeyi sorgulamaya davettir. İradeye baskı yapılmamış, irade harekete geçirilmiştir.
#### 5. **İbret ve Düşündürücü Sonuçlar** – **Takva ile Şeytanın Tuzağını Aşmak:** Takva sahipleri, şeytanın vesvesesiyle karşılaştıklarında hemen Allah’ı hatırlar ve iradelerini korurlar (Araf 7/201). – **“İnşallah” Bilinci:** İnsan, plansız bir varlık değildir, ancak tüm planlarını Allah’ın iradesine bağlamalıdır (Kehf 18/23-24). – **Sorumluluk ve Hesap:** Her insan, **“kazandığı iyilik lehine, kötülük aleyhinedir”** (Bakara 2/286).
### Sonuç: İradenin Kıymeti ve Şeytanın Aldatmacası Kur’an’ın mesajı açıktır: İnsan, iradesini kullanarak ya Rabbani bir hayat inşa eder ya da şeytanın tuzağına düşerek kendini zillete mahkum eder. Peygamberlerin mücadelesi, bu iradenin diriltilmesi; şeytanın çabası ise öldürülmesi üzerinedir. İnsan, bu şaşkınlıkta**“Allah’ın ipine sımsıkı sarılma”** (Al-i İmran 3/103) davetine kulak vererek, iradesini Hakk’ın hizmetine sunmalıdır.
> **“Kim doğru yolu seçerse, bunu ancak kendi lehine yapar. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapar. Hiçbir kimse başkasının yükünü taşımaz.”** (İsrâ 17/15).
@@@@@@@
İNSANIN GELİŞİMİ İRADESİNİN ÖN PLANA ÇIKMASIYLADIR
İNSANIN GELİŞİMİ: İRADEYLE YÜKSELİŞ
İnsanoğlu, doğası gereği öğrenen, gelişen ve dönüşen bir varlıktır. Ancak bu gelişim, sadece dış etkenlerin yönlendirmesiyle değil, bireyin özgür iradesini kullanmasıyla mümkündür. İnsan, iradesini ne kadar bilinçli ve doğru kullanırsa, hem bireysel hem de toplumsal olarak o kadar ileri gider.
Tarih boyunca insanlığın en büyük başarıları, özgür düşünen, sorgulayan ve iradesini kullanan bireyler sayesinde gerçekleşmiştir. İrade olmadan ne bilimde ilerleme ne de ahlaki olgunluk mümkündür. Peki, insanın gelişimi neden iradeyle doğrudan bağlantılıdır?
1. İRADE, İNSANIN DİĞER VARLIKLARDAN ÜSTÜN OLMASININ TEMELİDİR
Kur’an’a göre insan, özgür iradesiyle diğer yaratılmışlardan ayrılır. Melekler iradesizdir, şeytan ise iradesini kötüye kullanmıştır. Ancak insan, iradesini nasıl yönlendireceğine karar verme yeteneğine sahiptir.
> “Şüphesiz Biz insanı karışım halindeki bir nutfeden yarattık; onu imtihan edeceğiz. Bu yüzden onu işiten ve gören bir varlık yaptık.” (İnsan Suresi, 2)
Bu ayet, insana verilen işitme, görme ve anlama yeteneğinin tesadüf olmadığını, onun iradesiyle doğruyu yanlıştan ayırt edebileceğini ifade eder. Allah insana düşünme ve karar verme yeteneği vermiştir; dolayısıyla gelişim de ancak insanın bu yeteneğini kullanmasıyla mümkündür.
2. İRADE OLMADAN GELİŞİM MÜMKÜN DEĞİLDİR
Bir insanın ahlaki, entelektüel ve manevi gelişimi, onun iradesini ne kadar bilinçli kullandığıyla doğru orantılıdır. İradesini kullanmayan bireyler ve toplumlar, başkalarının yönlendirmesine açık hale gelir. Kendi kararlarını veremeyen bir insan, başkalarının kararlarının bir parçası olur.
Ahlaki Gelişim ve İrade
İnsan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlama kapasitesine sahiptir. Ancak bu bilgiyi eyleme dönüştürmek, iradeyi güçlendirmeyi gerektirir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
> “Güçlü insan, insanları yenen değil, öfkesine hakim olandır.” (Buhari, Müslim)
Burada iradenin, insanın nefsine ve duygularına hakim olmasını sağladığına dikkat çekilmiştir. Kişi, iradesini kontrol etmeyi öğrenirse, öfke, kıskançlık, kibir gibi duygulara yenilmek yerine ahlaki olarak olgunlaşır.
Bilgi ve Bilgelik İradeyle Artar
İlim, iradesiz insanlara verildiğinde bir anlam taşımaz. Bilgiye ulaşmak, onu anlamak ve hayata geçirmek için irade gereklidir. Kur’an’da bu konuda şöyle buyrulur:
> “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer Suresi, 9)
Bilgili insanla cahil insan arasındaki fark, iradesini kullanarak bilgiyi edinmeyi tercih edenle etmeyen arasındaki farktır.
İrade Olmadan Toplumlar Gelişemez
Tarih boyunca baskıcı rejimler, özgür düşünceyi ve iradeyi yok ederek toplumları geri bırakmıştır. Zulmün olduğu yerlerde gelişim olmaz, çünkü insanlar sorgulama cesaretini gösteremez. İradesi elinden alınan toplumlar, köleleşir ve ilerleyemez.
Buna karşılık, iradesini kullanarak adaleti, bilimi ve hakikati savunan toplumlar yükselir. Osmanlı’nın yükselişi, Endülüs’teki bilim devrimi, Batı’daki Rönesans hareketleri hep bireylerin özgürce düşünmesi ve iradesini ortaya koymasıyla gerçekleşmiştir.
3. ŞEYTAN VE ZAYIF İRADE: GELİŞİMİ ENGELLEYEN EN BÜYÜK TUZAK
Şeytan, insanın iradesini zayıflatmak için çalışır. O, insana kolay yolu, haz ve gafleti önerir. Çünkü iradesiz insan, mücadele etmek istemez ve kısa vadeli çıkarlarına odaklanır.
Kur’an’da şeytanın insanı kandırma taktiği şöyle anlatılır:
> “Şeytan onlara vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbiniz sizi ancak melek olmamanız ve ebedi kalıcılar olmamanız için bu ağaçtan men etti.’” (Araf Suresi, 20)
Burada şeytan, Hz. Adem ve Hz. Havva’yı iradelerini yanlış kullanmaya teşvik etmiştir. İnsan, iradesini kaybettiğinde aldatılmaya açık hale gelir. Günümüzde de tüketim kültürü, medya manipülasyonları, nefsi arzular insanın iradesini zayıflatmak için şeytanın modern araçları olmuştur.
SONUÇ: İRADE, İNSANIN KENDİ KADERİNİN İRADESİ DOĞRULTUSUNDA YAZILMASIDIR
Allah, insana irade vererek onu sorumluluk sahibi kılmıştır. Şeytan ve onun yolundan gidenler, insanın iradesini zayıflatmaya ve onu bağımlı, çaresiz, yönlendirilen bir varlığa dönüştürmeye çalışır. Ancak tarih göstermiştir ki, iradesini kullanan bireyler ve toplumlar yükselirken, iradesini kaybedenler yok olmuştur.
Bugün, insanlığın en büyük problemi, iradesiz bireylerin çoğalmasıdır. Kolay yolu seçmek, haz ve konfora esir olmak, mücadeleden kaçmak insanı geriye götürür. Ancak iradesini güçlendiren, sorgulayan, azmeden ve mücadele eden bireyler, hem dünyada hem de ahirette kurtuluşa ererler.
Bu yüzden her insan kendine şu soruyu sormalıdır:
İrademi gerçekten kullanıyor muyum, yoksa başkalarının yönlendirmesiyle mi yaşıyorum?
Bilgi edinmek, ahlaki olarak olgunlaşmak ve topluma katkı sağlamak için ne kadar çaba harcıyorum?
Çünkü unutulmamalıdır ki insanın kaderi, onun iradesiyle şekillenir.
***************
DÜNYADAKİ MÜCADELE INSAN IRADESINI ELE GEÇİRME VE KONTROL ETME MÜCADELESİDİR. FİKİR OLARAK VEYA FİİL OLARAK.
İNSAN İRADESİ ÜZERİNE MÜCADELE: KUR’ANÎ VE İSLAMİ BİR BAKIŞ
İnsanlık tarihi boyunca en büyük mücadelelerden biri, insanın iradesi üzerindeki hâkimiyet savaşı olmuştur. Bu mücadele bazen fikir bazında, bazen de fiili olarak yürütülmüştür. İnsanların düşüncelerini, inançlarını ve davranışlarını yönlendirmek isteyen güçler, onların iradesini ele geçirmek için çeşitli yollar denemiştir. Bu, bireysel ve toplumsal düzeyde devam eden bir savaş olup, Kur’an-ı Kerim ve İslam’ın temel bilgileri çerçevesinde ele alındığında önemli dersler barındırmaktadır.
1. İnsan İradesi: Allah’ın Bahşettiği En Büyük Emanet
Kur’an’a göre insan, irade sahibi bir varlık olarak yaratılmıştır. Yüce Allah, insana akıl ve seçme özgürlüğü vermiş, iyiyi ve kötüyü göstererek onu sınava tabi tutmuştur:
> “Ve biz ona iki yolu göstermedik mi?” (Beled, 90/10)
Bu ayet, insanın önüne seçenekler sunulduğunu ve doğru yolu seçme sorumluluğunun kendisine ait olduğunu gösterir. İrade, insanın kişiliğini ve kaderini şekillendiren temel unsurdur. Ancak tarih boyunca bu iradeyi kontrol altına almak isteyen bireyler, ideolojiler ve sistemler olmuştur.
2. Şeytanın İradesi Ele Geçirme Mücadelesi
İslam’a göre insan iradesine yönelik en eski ve en büyük tehdit, şeytanın vesveseleriyle başlar. Kur’an, şeytanın insanı saptırmak için türlü hileler kullanacağını bildirir:
> “Andolsun ki onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun önünden, ardından, sağından ve solundan sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın.” (A’râf, 7/17)
Şeytan, insanın düşüncelerine ve duygularına fısıldayarak onun iradesini zayıflatmaya çalışır. Onu gaflete düşürerek kendi arzusunu insanın iradesine dayatır. Tarih boyunca birçok ideoloji, insanları hakikatten uzaklaştırmak ve kendi kontrolüne almak için şeytani yöntemler kullanmıştır.
3. Zorbalık ve Baskıyla İnsan İradesini Kontrol Etme Çabaları
Firavun’un İsrailoğullarını köleleştirmesi, Nemrut’un halkı üzerindeki baskısı gibi örnekler, zulüm sistemlerinin insan iradesini nasıl baskı altına almaya çalıştığını gösterir. Kur’an’da Firavun’un, halkını kontrol etmek için onları sindirdiği şöyle anlatılır:
> “Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı ve halkını fırkalara ayırdı. Onlardan bir topluluğu güçsüz düşürerek erkek çocuklarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan biriydi.” (Kasas, 28/4)
Bu ayet, güçlülerin halkın iradesini kontrol altına almak için korku, bölme ve sindirme politikaları uyguladığını açıkça gösterir. Günümüzde de medya, propaganda, manipülasyon ve teknoloji kullanılarak benzer yöntemler uygulanmaktadır.
4. Özgür İrade ve Tevhid Mücadelesi
Peygamberler, insan iradesinin yalnızca Allah’a teslim edilmesi gerektiğini öğretmişlerdir. Tevhid inancı, insanın aklını ve kalbini özgürleştirir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanları zorbalığa ve sahte güçlere boyun eğmekten kurtarıp yalnızca Allah’a kulluk etmeye çağırmıştır:
> “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının.” (Nahl, 16/36)
Bu ayet, insan iradesinin ancak Allah’a teslim edilmesi gerektiğini ve başka güçlerin iradeyi ele geçirmesine karşı uyanık olunmasını öğütler.
5. Günümüzde İnsan İradesi Üzerindeki Tehditler
Bugünün dünyasında, insan iradesi üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan farklı mekanizmalar bulunmaktadır:
Medya ve Propaganda: Bilinçaltı mesajlar, reklamlar ve ideolojik yönlendirmelerle insanlar farkında olmadan belirli düşüncelere yönlendirilmektedir.
Dijital Teknoloji ve Algoritmalar: Sosyal medya ve yapay zeka sistemleri, insanların tercihlerine müdahale ederek iradelerini şekillendirebilmektedir.
Ekonomik ve Politik Sistemler: Küresel ekonomik düzenler ve siyasi baskılar, bireylerin seçimlerini manipüle etmeye yönelik yöntemler kullanmaktadır.
Bütün bunlar, insanın özgür iradesini tehlikeye atan büyük meydan okumalardır.
6. Kurtuluş Yolu: İman, Bilinç ve Sabır
İslam, insanın iradesini koruması ve dış etkilere karşı bilinçli olması için şu yolları önerir:
Kur’an ve Sünnete Bağlılık: Doğru bilgi kaynağına yönelmek, insanın iradesini güçlü kılar.
Zikir ve Dua: Allah’ı anmak, insanın kalbini ve aklını temizleyerek şeytanın vesveselerinden korur.
Eleştirel Düşünce ve Feraset: Propaganda ve manipülasyon tekniklerini fark edebilmek için bilinçli bir bakış açısına sahip olmak gerekir.
Sabır ve Direniş: Zorbalığa ve baskıya karşı direnmek, peygamberlerin sünnetidir.
Sonuç: Özgür İrade, Allah’a Kullukta Saklıdır
İnsan iradesi, Allah’ın insana bahşettiği büyük bir emanettir. Şeytanın, zorba yöneticilerin, ideolojilerin ve modern manipülasyon araçlarının bu iradeyi ele geçirme çabalarına karşı uyanık olmak gerekir. Kur’an’ın mesajı açıktır:
> “De ki: Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı Rab edinmesin.” (Âl-i İmran, 3/64)
Bu ayet, insanın yalnızca Allah’a boyun eğmesi gerektiğini, diğer tüm beşeri tahakküm biçimlerinden kaçınması gerektiğini beyan eder. Özgürlük, insanın Allah’a teslimiyetiyle başlar; çünkü gerçek kulluk, sadece O’nadır.
Tetikçilerden Farkı Olmayan Kalemşörler: Satılmış Fikirlerin Gölgesinde Bir Dünya
Tarih boyunca silahı kullanan tetikçiler kadar, kalemi silah gibi kullanan kalemşörler de büyük yıkımlara sebep olmuştur. Tetikçiler, bedel karşılığında bir cana kıyar; kalemşörler ise gerçeği katleder, zihinleri zehirler ve toplumları manipüle eder. Bazen bir mermiden daha öldürücü olan bu kalemler, bir insanın, bir grubun ya da bir milletin kaderini değiştirebilir.
Peki, kalemini satmış insanlar nasıl tetikçiler gibi hareket eder? Kalemşörleri bu kadar tehlikeli yapan şey nedir?
Kalemin Namludan Daha Güçlü Olduğu Anlar
Napolyon’un ünlü sözlerinden biridir: “Beni yüz süngüden çok üç gazeteci korkutur.” Çünkü bazen bir silahın yapamayacağını bir kalem yapar. Kalemşörler, gerçeği çarpıtarak, kamuoyunu yanlış yönlendirerek ve insanları kutuplaştırarak, toplumsal felaketlerin fitilini ateşleyebilirler.
Tarih bunun örnekleriyle doludur:
Joseph Goebbels (Nazi Almanyası’nın propaganda bakanı), milyonlarca insanın zihnini zehirleyerek savaşı ve soykırımı meşrulaştırdı.
Sovyet rejiminde Stalin yanlısı gazeteciler, milyonlarca insanın yok edilmesini sıradan bir olay gibi sundu.
Modern medyada kiralanmış yazarlar, savaşları meşrulaştırmak, toplumları kutuplaştırmak ve adaleti çarpıtmak için kalemlerini kullandı.
Bugün de benzer şekilde, bazı köşe yazarları, gazeteciler ve medya figürleri, tetikçilerden farksız bir şekilde görev yapmaktadır. Hakikati öldürmek için kalemlerini bir silah gibi kullanırlar.
Kalemşörlerin Taktikleri: Algı Operasyonları ve Yalanlar
Kalemşörlerin en büyük silahı, manipülasyon ve algı yönetimidir. Doğrudan bir insana zarar vermezler ama zihinleri ele geçirerek toplumları yönetirler.
1. Gerçekleri Çarpıtmak
Gerçekleri olduğu gibi sunmak yerine, eğip bükerek kendi efendilerinin çıkarına uygun hale getirirler.
Yalan haberler üretir, halkı kışkırtır, yanlış bilgiyi yayarlar.
2. İnsanları Kutuplaştırmak
Toplumları bölerek onları yönetmeyi kolaylaştırırlar.
Düşman üretir, grupları birbirine düşman ederler.
3. Bağımsız Görünüp, Emirle Hareket Etmek
Kalemşörler genellikle tarafsız olduklarını iddia ederler ama aslında belli bir grubun veya ideolojinin emrindedirler.
Kimin çıkarına hizmet ettiklerine bakıldığında, onların kimden emir aldığı da kolayca anlaşılır.
4. Şahısları Hedef Göstermek
Belli kişileri itibarsızlaştırmak için kara propaganda yaparlar.
Onları ahlaksız, hain, beceriksiz gibi göstermek için iftira atarlar.
Bu yöntemler, silahlı bir tetikçinin mermisi kadar ölümcül olabilir. Çünkü insanlar yalanlara inanıp yanlış kararlar verdiklerinde, koca toplumlar çöküşe sürüklenebilir.
Gerçek Gazetecilik ile Kalemşörlük Arasındaki Fark
Gerçek gazeteciler, gerçeğin peşinde koşar. Kalemşörler ise patronlarının emirlerini uygular.
Gerçek gazeteci:
Olayları olduğu gibi sunar. Halkı bilinçlendirmeyi amaçlar. Kendi vicdanını ve ahlaki değerlerini korur.
Kalemşör:
Kimin parasını alıyorsa onun için yazı yazar. Halkı manipüle etmeyi amaçlar. Gerçeği değil, işine geleni anlatır.
Bir toplumda gerçek gazeteciler azalıp, kalemşörler çoğaldığında, hakikat yok olur. İnsanlar yalanlarla kandırılır ve sonunda toplumsal çöküş kaçınılmaz hale gelir.
Sonuç:
Bir tetikçi, bir insanı öldürerek onu susturur. Bir kalemşör ise milyonların zihnini öldürerek tüm bir toplumu felç eder. Ama gerçek bir yazar, vicdanını ve ahlakını koruyarak, toplumu uyanık tutar.
Bu yüzden, tetikçilerden farkı olmayan kalemşörlere karşı en büyük silah, bilinçli ve sorgulayan bir toplumdur. Çünkü halk ne kadar bilinçli olursa, kalemşörlerin silahı o kadar etkisiz hale gelir.
DÜŞMANIN ARPALIĞINDAN BESLENENLER, DÜŞMANIN KÜMESİNE DE YUMURTLARLAR
Düşmanın Arpalığından Beslenenler, Düşmanın Kümesine de Yumurtlarlar
Tarih boyunca bir toplumu en çok yıkan şey, dış düşmanların saldırıları değil, içeriden satılan ve satın alınan insanlardır. Kendi toplumunun gücünü ve kaynaklarını düşmana teslim eden, onlardan beslenen kişiler, nihayetinde onların amaçlarına hizmet ederler. Düşmanın arpalığından beslenen biri, er ya da geç, düşmanın kümesine de yumurtlamaya başlar.
Bu tür insanlar, bazen bir yönetici, bazen bir aydın, bazen bir tüccar, bazen de bir sanatçı olabilir. Kendi halkının çıkarlarını savunmak yerine, kendilerini besleyen güçlere sadık kalırlar. Amaçları bireysel kazançtır, milletin geleceği değil.
Düşmanın Arpalığından Beslenmek Ne Demek?
Bir insan veya grup, maddi ya da manevi çıkarları için bir düşmanın desteğini kabul ettiğinde, artık onun etkisi altına girmeye başlamıştır. Bu süreç birkaç şekilde işler:
1. Ekonomik Bağımlılık
Düşmanın sağladığı ekonomik destekle ayakta duranlar, o desteği kaybetmemek için düşmanın politikalarına uygun hareket eder.
Ülkesinin zayıflamasını sağlayacak ticari anlaşmalara göz yumar, milli sanayiyi baltalar, ülkesinin kaynaklarını yabancılara peşkeş çeker.
2. İdeolojik Bağımlılık
Fikri olarak bir başkasının çıkarlarını savunanlar, aslında düşmanın elinde bir propaganda aracına dönüşür.
Medya, akademi veya sanat alanında, kendi ülkesinin değerlerini aşağılar, düşmanın propagandasını yapar.
3. Siyasi Bağımlılık
Dış güçlerin desteğiyle ayakta duran siyasiler, onların taleplerini yerine getirmek zorunda kalır.
Ülkesinin menfaatlerini ikinci plana atarak, aldığı emirleri yerine getirir.
Bu süreç, bir insanı ya da grubu satın alınabilir hale getirir. Bir kez düşmanın desteğiyle hareket eden biri, artık bağımsız bir duruş sergileyemez.
Düşmanın Kümesine Yumurtlayanlar
Bir insan veya kurum, düşmanın desteğiyle beslendiğinde, zamanla ona hizmet etmeye başlar. İşte düşmanın kümesine yumurtlayanlar, yani düşman için çalışanlar böyle doğar.
Bu kişiler, kendi milletleri aleyhine kararlar aldırarak, toplumun güçsüzleşmesine katkı sağlarlar. Başlangıçta sadece menfaat için harekete geçmiş olsalar bile, zamanla tamamen düşmanın bir aparatı haline gelirler.
Tarihten İbretlik Örnekler
Düşmanın arpalığından beslenip, ona hizmet edenler tarihte hep olmuştur:
Bizans’a hizmet eden Osmanlı hainleri, Osmanlı fetihlerine karşı Bizans’ın safında yer aldı ama sonuçta tarih onları yok saydı.
Batı’nın desteklediği mandacılar, Kurtuluş Savaşı’nda bağımsızlığa karşı çıkıp, emperyalistlerin yanında yer aldı. Ancak vatanseverler kazandı ve onlar tarihin çöplüğüne gitti.
Günümüzde dış fonlarla ayakta kalan medya ve akademisyenler, kendi ülkelerinin zararına yayınlar yaparak, dış güçlerin çıkarlarını savunur.
Düşmanın Sofrasına Oturan, Onun Kurallarına Göre Yemek Yer
Bir insan, nereden beslendiğine dikkat etmelidir. Eğer beslendiği kaynak düşmandan geliyorsa, o kişi farkında olsun ya da olmasın, düşmanın çıkarları doğrultusunda hareket edecektir.
Bağımsızlık, sadece siyasi bir kavram değildir. Zihinlerin bağımsız olması, ekonominin güçlü olması ve insanların ahlaki duruşlarını satmaması gerekir.
Son olarak, bir insanın kim olduğu, nereden beslendiğine ve kimin için çalıştığına bağlıdır. Eğer bir kişi, düşmanın sunduğu nimetlerle ayakta kalıyorsa, er ya da geç ona hizmet etmek zorunda kalacaktır.
Unutulmamalıdır ki, düşmanın arpalığından beslenenler, düşmanın kümesine de yumurtlarlar. Ve o yumurtalar, kendi milletinin değil, düşmanın çıkarına çatlar!
RAHMETLİ DEDEM, EVVELDEN EŞKİYA DAĞDAYDI ŞİMDİ ŞEHRE İNDİ DEMİŞTİ, YA ŞİMDİ?
Eşkıya Şehre İndi, Peki Ya Şimdi?
Rahmetli dedemiz doğru söylemiş: “Evvelden eşkıya dağdaydı, şimdi şehre indi.” Bir zamanlar dağ başlarında, yol kesen, hükûmetten kaçan, kendi kanununu koyan eşkıyalar vardı. Onlar, devletin otoritesinin zayıf olduğu kırsal bölgelerde, kendi düzenlerini kurar, bazen halkı korur gibi görünse de neticede güçlünün haklı olduğu bir düzenin parçasıydılar.
Ama zaman değişti. Şimdi eşkıya ne dağda ne bayırda… Artık şehirlerde, beton binaların içinde, takım elbise giymiş, kravat takmış hâlde dolaşıyor. Eskiden silahı belindeydi, şimdi kalemi elinde; eskiden yol keserdi, şimdi insanları borçla, faizle, hileyle soyuyor. Eskiden kaçaktı, şimdi saygın iş insanı, yönetici, hatta siyasetçi olmuş.
Eşkıyalık Değişti, Ama Yok Olmadı
Eskiden bir köyü basan eşkıyalar, insanları soyup kaçarlardı. Şimdi ise, büyük şehirlerin lüks ofislerinde, bir imza ile binlerce insanın alın terini, emeğini yok ediyorlar. Eskiden hanları, kervanları basarlardı; şimdi bankalar, büyük şirketler, hatta devlet mekanizmalarıyla insanın cebindeki üç kuruşa göz dikiyorlar. Hukuku kendi lehlerine eğip bükerek, “kanuni” eşkıyalık yapıyorlar.
Artık yol kesmeye gerek yok. Medyanın, reklamların, kredi kartlarının, tüketim kültürünün içinde öyle yollar kurulmuş ki insanlar gönüllü olarak soyuluyor. Üretmeden kazananlar, çalışmadan zenginleşenler, başkasının sırtına basarak yükselenler, modern zamanın eşkıyalarıdır.
Peki Çare Nedir?
Rahmetli dedemizin söylediği bu söz, sadece bir tespit değil, aynı zamanda bir uyarıdır. Çünkü biz farkına varmadıkça, bu düzen böyle devam edecek.
Önce ahlakı yeniden tesis etmek gerekir. Eşkıya ruhu sadece dağda değil, insanın içindedir. Açgözlülük, hırs, adaletsizlik varsa, modern eşkıyalık her yerde kök salar.
Hakkı ve adaleti savunmak gerekir. Eşkıyalık, insanların sustuğu yerde palazlanır.
Bilgili ve bilinçli olmak gerekir. Modern eşkıyalar, cehaletten beslenir. İnsanları kandırmak, bilinçsiz bir toplumda çok daha kolaydır.
Evet, eşkıya şehre indi ama biz hâlâ seyirciyiz. Unutmayalım, biz izin vermezsek ne dağda ne şehirde eşkıya barınamaz.
Osmanlı’da Esnaf Denetimi: Ahilikten Günümüze Bir Ders
Bugün sokakta dolaşırken, kalitesiz mal satan, haksız kazanç peşinde koşan, müşterisini aldatan esnaf görmek sıradan bir hâl aldı. Oysa Osmanlı’da esnaf olmak, sadece mal alıp satmak değil, aynı zamanda ahlaklı, dürüst ve vicdan sahibi olmayı gerektirirdi. Çünkü Osmanlı’da esnafın başında, onu denetleyen, doğru yolda tutan bir sistem vardı: Ahilik ve Lonca Teşkilatı.
Esnafın Hamuru: Ahilik ve Loncalar
Osmanlı esnafı, Ahilik geleneğinin devamı niteliğinde olan Lonca Teşkilatına bağlıydı. Bu teşkilat, bugünkü anlamda bir meslek odası, bir ahlak kurulu ve aynı zamanda bir halk mahkemesi gibi çalışıyordu. Esnaflık sadece para kazanma işi değil, aynı zamanda bir ahlaki sorumluluktu.
Bir dükkân açmak isteyen kişi, ustasının yanında yıllarca çırak ve kalfa olarak yetişir, sadece işin tekniğini değil, dürüstlük, helal kazanç, kul hakkı gibi değerleri de öğrenirdi. Ustası tarafından yeterli görüldüğünde, “icazetname” alarak dükkân açabilirdi. Bugün ise parayı bulan, isterse dün manav olsun, bugün müteahhitlik yapabiliyor!
Denetimler Nasıl Yapılırdı?
Osmanlı’da esnaf düzenli olarak denetlenirdi. Bu denetimler birkaç farklı yöntemle yapılırdı:
1. Yiğitbaşı ve Kethüda Denetimi: Her meslek grubunun başında bir “kethüda” ve “yiğitbaşı” bulunurdu. Bunlar, esnafın hem mesleki hem de ahlaki durumunu kontrol ederdi. Eğer bir esnaf müşterisini kazıklarsa, hileli mal satarsa, halkı zarara uğratırsa, önce uyarılır, sonra gerekirse ceza alırdı.
2. Narh Sistemi: Osmanlı’da fiyatların fahiş seviyeye çıkmasını önlemek için “narh sistemi” vardı. Devlet, esnafın sattığı malın fiyatını belirler ve belirlenen fiyatın üstüne çıkılması yasaktı. Eğer bir esnaf fahiş fiyatla mal satarsa, ya malına el konur ya da ağır para cezası verilirdi. Bugün marketlerde her gün değişen fiyatları gördüğümüzde, Osmanlı’nın bu adalet sistemine gıpta etmemek elde değil!
3. Şikâyet ve Cezalandırma: Halk, esnaftan memnun değilse, kadıya şikâyet edebilirdi. Eğer bir esnaf, hile yaparken yakalanırsa, dükkânının kapısına “hilekâr” yazan bir levha asılırdı. Bazen de esnaf, kısa süreliğine meslekten men edilirdi. Günümüzde ise hile yapan esnaf, sadece bir gün sosyal medyada eleştirilir, sonra kaldığı yerden devam eder.
4. Bolluk ve Kıtlık Denetimi: Osmanlı’da stokçuluk yasaktı. Bir malı sırf fiyatı artsın diye saklayan, haksız kazanç elde eden esnaf, ağır cezalarla karşılaşırdı. Bugün ise stokçular, fırsatçılar ceza bir yana, en çok kazananlar arasında!
Osmanlı’dan Bugüne Dersler
Osmanlı’nın esnaf düzeni bize şu mesajı veriyor: Denetim olmazsa düzen de olmaz. Bugün esnaflık artık sadece bir meslek değil, hızlı para kazanma yolu olarak görülüyor. Meslek ahlakı zayıfladığı için müşteri aldatılıyor, hileli ürünler satılıyor, fırsatçılık yaygınlaşıyor.
Eğer Osmanlı’daki gibi bir sistemimiz olsaydı;
Fiyatlar bu kadar dengesiz olur muydu?
Halkı aldatan esnaf bu kadar rahat eder miydi?
Helal kazanç, vicdan, ahlak bu kadar unutulur muydu?
Son söz olarak, Osmanlı’nın bu sistemine sadece nostaljiyle bakmak yetmez, bunu bugüne nasıl uyarlayabileceğimizi de düşünmeliyiz. Çünkü esnaflık sadece mal satmak değil, insanın kazancını helal ve adil yolla temin etme sanatıdır.
İSLAM DÜNYASINDA UYUTULAN, UYUSTURULAN VE ÖLDÜRÜLEN O RUH
İslam Dünyasında Uyutulan, Uyuşturulan ve Öldürülen Ruh
İslam dünyası, tarih boyunca pek çok altın çağ yaşadı. Bilimde, sanatta, felsefede, yönetimde ve insan haklarında dünyaya öncülük etti. Ancak günümüzde, büyük bir kısmı cehaletin, ayrılıkların ve dış müdahalelerin kurbanı olmuş bir halde. Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Neden İslam dünyası bugün güçsüz, parçalanmış ve kendi ruhundan koparılmış bir halde? Bu makalede, İslam dünyasının ruhunun nasıl uyutulduğunu, uyuşturulduğunu ve öldürüldüğünü ele alacağız.
1. Ruh Nasıl Uyutuldu?
Uyutulan bir ruh, şuurunu kaybeden bir toplum demektir. İslam dünyasında en büyük kayıp, şuurlu bir ümmet olma bilincinin yitirilmesidir.
Bilgi yerine hurafe: Bir zamanlar ilmin merkezi olan İslam dünyası, son yüzyıllarda akıl ve ilmi geri plana iterek doğmalara sığındı. Bilgiye ulaşmak yerine, geçmişin mirasıyla yetinmek tercih edildi.
Bölünme ve fitne: Müslüman toplumlar, tarih boyunca birlik olduğunda yükseldi; parçalandığında ise zayıfladı. Mezhepçilik, etnik ayrılıklar ve suni düşmanlıklarla uyutulduk.
Kimlik kaybı: Modern dünya karşısında, kendi değerlerini anlamayan ve koruyamayan bir nesil yetiştirildi. Batı hayranlığı veya radikalleşme arasında sıkışmış bir gençlik, kendi kimliğini unuttu.
2. Ruh Nasıl Uyuşturuldu?
Uyuşturulan bir ruh, acıyı hissetmeyen, tepki vermeyen, sürüklenen bir toplum demektir.
Tüketim ve eğlence bağımlılığı: İslam dünyası, modern dünyanın sunduğu haz ve tüketim kültürüne kapıldı. Gerçek sorunları görmezden gelen, bilinçli bir toplumu uyuşturan bu kültür, genç nesilleri de etkiledi.
Dış müdahaleler ve psikolojik savaş: Medya, eğitim sistemleri ve kültürel propaganda ile Müslüman toplumlar sürekli bir değersizlik psikolojisine sokuldu. Tarihleriyle, inançlarıyla, kültürleriyle barışık olmayan bir nesil oluşturuldu.
İslam’ı şekilciliğe indirgeme: Dinin özü olan adalet, merhamet ve ilim yerine; şekilci, doğmatik ve yüzeysel bir din anlayışı yayıldı. İnsanlar namaz kılıyor ama zulme sessiz kalıyor; oruç tutuyor ama adaletsizliğe göz yumuyor.
3. Ruh Nasıl Öldürüldü?
Öldürülen bir ruh, ümit etmeyen, mücadele etmeyen, kendi varlığına bile inanmayan bir toplum demektir.
Kendi değerlerine yabancılaşma: İslam dünyasının büyük bir kısmı artık kendi geçmişinden, kendi özünden kopmuş durumda. Genç nesiller, Batı kültürünü daha çekici buluyor ama İslam dünyasının zengin mirasını bilmiyor.
Korku ve sessizlik kültürü: Birçok İslam ülkesi, baskıcı rejimler, terör grupları ve savaşlarla yönetiliyor. Bu durum, halkları konuşamaz, sorgulayamaz ve düşünemez hale getirdi. Özgürlük ve adaletin olmadığı bir yerde ruh da ölür.
Ümmet bilincinin kaybı: Birbirine kardeş olarak bakması gereken Müslümanlar, bugün birbirine düşman olarak bakıyor. Aralarındaki sınırlar sadece fiziki değil; kalpler arasına da duvarlar örüldü.
Çözüm Var mı?
Evet, ruhu canlandırmak mümkün. Ancak bunun için uyanmak, bilinçlenmek ve harekete geçmek gerekiyor.
Eğitim ve bilinçlenme: İslam dünyası yeniden bilgi ve düşünce ile ayağa kalkmalı. Kur’an’ın ilk emri “Oku” olduğu halde, en az okuyan toplum olmamız büyük bir çelişkidir.
Birlik ve kardeşlik ruhunu canlandırma: Mezhep, ırk, coğrafya ayrımlarına rağmen, Müslümanların bir araya gelmesi gerekiyor. Bölünmüşlük, dış güçlerin işini kolaylaştırır.
Şekilcilikten uzaklaşma ve özüne dönme: İslam’ın sadece şekli kurallardan ibaret olmadığını, adalet, özgürlük ve ilim dini olduğunu anlamak gerekiyor. İslam, hayatın her alanında aktif bir mücadeleyi gerektirir.
Sonuç
İslam dünyasının ruhu, uyutuldu, uyuşturuldu ve öldürüldü. Ancak bu bir suskunluk ve ümitsizlik vermemeli. Gerçek İslam’ı anlayan, birlik olan, ilim ve ahlak ile hareket eden bir toplum, yeniden ayağa kalkabilir. Bunun için uyanmak, silkelenmek ve harekete geçmek gerekiyor. Aksi halde, bu ruhsuzluk hali devam edecek ve Müslüman dünyası tarih sahnesinde sadece bir seyirci olmaya mahkûm kalacaktır.
Şimdi sormak gerek: Uyanacak mıyız, yoksa bu uyku bize mezar mı olacak?
“وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا” (Nâziât, 79/2) ayetinde Allah Teâlâ, ruhu nazikçe ve kolayca çekip alan meleklerden bahseder. Bu ayet, Allah’a iman eden ve hayatını O’nun rızasına uygun şekilde geçiren kimselerin ölüm anını tasvir etmektedir. İnanan bir kimsenin ruhu, sanki bir düğümden çözülüyormuş gibi yumuşaklıkla alınır ve bu durum, onun ebedî huzura kavuşmasının bir işareti olur.
Ölüm: Hayatın Bir Durağı
Dünya hayatı, insanın geçici bir imtihan yeridir. Ölüm ise bu yolculuğun kaçınılmaz bir durağıdır. Her can, Allah’ın takdir ettiği vakitte ölüm gerçeğiyle yüzleşir. Ancak ölüm, inananlar için bir son değil; rahmet ve ebedî kurtuluşun başlangıcıdır. “Ve’n-Nâşitâti Neşten” ayeti, inananların ruhlarının kolaylıkla alındığını, bir huzur ve sükûnet hali içinde olduklarını haber vermektedir.
Ruhun Tatlılıkla Alınışı
Ayette geçen “Nâşitât”, insanın ruhunu incitmeden çeken, onu yumuşaklıkla kabzeden melekler anlamına gelir. Bu ifade, Allah’a teslim olmuş bir ruhun ölümü korku ve endişe içinde değil, aksine bir huzur içinde karşılayacağını anlatır. İman eden bir kişinin ruhu, dünya hayatında Rabbinin emirlerine uyduğu ve yasaklarından sakındığı için bir ödül olarak tatlılıkla alınır. Bu durum, dünya hayatında yapılan iyiliklerin bir mükâfatıdır.
Peygamber Efendimiz (sav), inanan bir kişinin ölüm halini şöyle tasvir etmiştir: “Müminin ruhu, derin bir uykudan uyanan bir kimse gibi kolayca çıkar ve ölüm melekleri ona, ‘Hoş geldin ey güzel ruh!’ der.”
İnananlar İçin Ölüm Bir Rahmettir
Ölüm, iman edenler için bir kavuşma ânıdır. Allah’ın rızasını kazanmış bir kul, ölüm meleğinin tatlı tebessümüyle ruhunu teslim eder. O kişi, dünya hayatında Rabbinin emirlerine riayet ettiği için ahirette kendisini bekleyen müjdeye nail olur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru olanlara melekler iner ve der ki: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaat edilen cennetle sevinin!'” (Fussilet, 41/30).
İbretler ve Dersler
“Ve’n-Nâşitâti Neşten” ayeti, insanın ölüm gerçeğini ve bu gerçeğe nasıl hazırlanması gerektiğini hatırlatır. Bu ayetten çıkarılacak ibretler şunlardır:
1. Ölümden Korkmak Yerine Hazırlanmak: Ölümden kaçış yoktur. Ancak ölüm, Allah’a inanmış bir kişi için bir kavuşma ve müjde ânıdır.
2. Dünya Hayatının Önemi: İman eden bir kimse, dünya hayatını ahiret için bir hazırlık yeri olarak görür. Her anını salih amellerle doldurarak ölüm anında huzur bulmayı hedefler.
3. Allah’ın Rahmeti: Allah’ın rahmeti, iman edenleri ölüm ânında da kuşatır. Bu, Allah’ın kullarına olan merhametinin ve adaletinin bir göstergesidir.
4. Ruhun Teslimiyeti: İman etmiş bir ruh, ölüm ânında bile Allah’a teslimiyet içindedir. Bu teslimiyet, ona ebedî saadeti kazandırır.
Sonuç
“Ve’n-Nâşitâti Neşten” ayeti, ölüm gerçeğini bir müminin gözünden ele alır ve bize ebedî hayatın kapısını aralar. Ölüm, inananlar için korkutucu bir son değil; Allah’a kavuşmanın ve huzura ermenin başlangıcıdır. Ruhun kolaylıkla alınışı, dünya hayatında iman ve güzel ahlak üzere yaşayanlar için Allah’ın bir lütfudur. Bu sebeple, her insan, ölümle yüzleşmeden önce kendisini hesaba çekmeli, hayatını Allah’ın rızasına uygun şekilde düzenlemelidir. Çünkü ölüm, ancak bu bilinçle anlamlı ve huzurlu bir geçiş hâline gelir.
Sağdan Verilen Amel Defteri: Ebedî Sevincin Vesikası
“فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ” (Hâkka, 69/19) ayetinde Allah Teâlâ, kıyamet günü amel defteri sağ eline verilen kişilerin durumunu haber vermektedir. Bu, insanın dünya hayatında sergilediği tutum ve davranışların sonucunda erişeceği büyük bir müjdeyi temsil eder. Sağ eline amel defteri verilen kişi, Rabbi tarafından affedilmiş ve cennete girmeye hak kazanmıştır. Bu durum, ebedî saadetin ve huzurun müjdecisidir.
Amel Defteri ve İnsan Hayatı
Dünya hayatı, insanın amel defterine yazılacak davranışlarla şekillenir. İyilikler, ibadetler, güzel ahlak ve Allah’a teslimiyet bu defteri süsleyen en değerli hazinelerdir. İnsan, her anını bir imtihan bilinciyle yaşamalıdır. Zira yaptığımız her iş, söylediğimiz her söz bu deftere kaydedilmektedir. Yüce Allah, “Ne yaparsanız, onu karşınızda bulursunuz” (Bakara, 2/110) buyurarak insanı sorumluluğunun bilincine davet eder.
Sağ eline defteri verilen kimse, dünya hayatını bu bilinçle yaşamış ve kulluğunu hakkıyla yerine getirmiş kişidir. Bu kişi, amel defterini aldığında duyduğu sevinçle, “Alın! Kitabımı okuyun! Çünkü ben hesabıma kavuşacağımı zaten biliyordum” (Hâkka, 69/19-20) diye haykıracaktır.
Sevincin Kaynağı: İmtihanı Başarıyla Geçmek
Amel defterinin sağdan verilmesi, Allah’ın bir lütfu ve kulun dünya hayatındaki güzel amellerinin neticesidir. Bu sevinç, sadece bir kurtuluşun değil, aynı zamanda Rabbine kavuşmanın, O’nun rızasını kazanmanın sevincidir. Böyle bir müjdeyi hak edebilmek için insan, dünyada ahlak, ibadet ve sosyal ilişkilerinde adaletli, dürüst ve ihlaslı olmalıdır.
Bu kişiler, dünyada Rablerine karşı olan sorumluluklarını unutmamış, sadece kendi iyilikleriyle yetinmeyip başkalarına da iyilik eden, hayırda yarışan kimselerdir. Onların sevinci, aslında dünya hayatında gösterdikleri gayretin, çabanın ve fedakarlığın bir sonucudur.
İbretler ve Mesajlar
Amel defterinin sağdan verilmesi, insanı dünya hayatında sorumluluk bilinciyle yaşamaya teşvik eder. Hayat, sadece maddi başarıların peşinde koşulacak bir yarış değildir. Asıl başarı, Rabbinin huzurunda yüz akıyla durabilmek ve ebedî kurtuluşa erebilmektir.
Bu ayet bize şu ibretleri sunar:
1. Dünya Hayatının Geçiciliği: İnsan, dünyada ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, bu hayat bir gün sona erecektir. Önemli olan, sonsuz hayat için ne kadar hazırlandığımızdır.
2. Amellerin Kıymeti: Her bir davranışımız, amel defterimizde yer alacaktır. Bu bilinçle, iyiliklere yönelmeli ve kötülüklerden sakınmalıyız.
3. Allah’ın Adaleti: Allah, kullarının hiçbir emeğini zayi etmez. Küçük bir iyiliği bile kat kat mükafatlandırır.
4. Ebedî Huzurun Değeri: Amel defteri sağdan verilen kişi, ebedî huzurun müjdesine kavuşur. Bu sevinç, dünyadaki hiçbir mutlulukla kıyaslanamaz.
Sonuç
“فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ” ayeti, insana sorumluluklarını ve ebedî hayatın ciddiyetini hatırlatır. İnsan, bu dünyada kendisine verilen fırsatları değerlendirmeli ve amel defterini güzelliklerle doldurmalıdır. Zira sağdan verilen bir defter, kişinin sonsuz saadetinin anahtarıdır. Bu kutlu sevince nail olabilmek için her günümüzü Allah’a yaklaşma gayesiyle yaşamalı ve O’nun rızasını kazanacak amellerle süslemeliyiz.
İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-Mülk tarafından verilmiştir.
İnsanın Sonsuz Yolculuğu: Sabâvetten Ebede
Hayat, insana verilen en büyük nimetlerden biridir. Bu nimetin özünde ise insanın bir yolcu olduğu hakikati yatar. İnsan, sabâvet (çocukluk) döneminden başlayarak gençlik, ihtiyarlık, kabir ve nihayet ahiret yolculuğuna doğru sürekli bir hareket halindedir. Bu yolculuk, yalnızca dünya ile sınırlı kalmaz; ebedî bir âlemi kapsar. Bu, insanın anlam arayışı içinde kendini sürekli olarak yenilemesini ve her dönemde yeni sorumluluklar üstlenmesini gerekli kılar.
Hayatın Merhaleleri ve Anlamı
Çocukluk dönemi, insanın öğrenme, keşfetme ve safiyane duygularla donandığı bir devredir. Ancak bu safiyet, bir hazırlık sürecidir. Gençlik dönemi ise enerjinin, idealizmin ve tutkuların zirve yaptığı bir zaman dilimidir. Bu dönemde insan, nefsine aldanabilir; heveslerin ve dünyalık arzuların peşinden koşabilir. Ancak ihtiyarlık, insana gençlikteki ihtirasların ne denli geçici olduğunu hatırlatan bir aynadır.
Bu üç dönem, insana dünyanın fâniliğini ve asıl yolculuğun ahiret âlemine olduğunu gösterir. Zira insan, dünya yolculuğunun sonunda kabre uğrar. Kabir, insana bir son gibi görünse de aslında ebedî hayatın başlangıcıdır. Haşir meydanında yeniden diriltilmek ve hesap vermek, bu yolculuğun kaçınılmaz duraklarıdır.
Levazımatı Veren: Mâlikü’l-Mülk
İnsan, dünya yolculuğunda yalnız değildir. Her iki hayatın ihtiyaç duyduğu levazımat, yani azık, Mâlikü’l-Mülk olan Allah tarafından verilmiştir. O, insanı var ederken sadece bedensel ihtiyaçlarını değil, ruhsal ve ahlaki yönlerini de gözetmiştir. Akıl, kalp, vicdan gibi araçlarla donatılan insan, bu dünyada hem kendini hem de Yaradan’ını tanıma fırsatı bulur.
Bu levazımatı doğru kullanmak, insanın en büyük sorumluluğudur. Zira bu donanımlar, insana bir emanet olarak verilmiştir. Emaneti yerli yerinde kullanmayan insan, yolculuğunun sonunda pişmanlıkla karşılaşabilir. Ancak verilen nimetleri şükür ve bilinçle değerlendirenler, ebedî saadete ulaşır.
İbretli Dersler
Hayat yolculuğu, insana pek çok ders verir. Her bir durak, dünya hayatının geçici olduğunu ve asıl gayenin ahirete hazırlanmak olduğunu hatırlatır. İnsan, bu dünyadaki her anını ebedî hayat için bir yatırım olarak görmelidir. Zira dünya bir tarladır; ahiret ise bu tarlanın ürünlerini toplayacağımız yerdir.
Sonuç olarak, insanın yolculuğu yalnızca bir zaman dilimi ile sınırlı değildir; sabâvetten başlayıp ebediyete uzanan sonsuz bir serüvendir. Bu yolculuğu anlamlı kılmak, insanın Yaradan’ını tanıyıp O’na kul olma bilinciyle mümkündür. Her durakta aldığı dersleri bir hazine gibi biriktiren insan, bu uzun yolculuğun sonunda gerçek huzura kavuşacaktır.
PARA VEREREK TOPRAKLARI SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURAN BAŞKANLAR NEREYİ NE KADAR PARAYLA SATIN ALIP ABD DEVLETİNİ KURMUŞTUR?
ABD’nin topraklarını genişletmek için para ödeyerek yaptığı büyük satın almalar, ülkenin kuruluş ve genişleme sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak ABD başkanları doğrudan devleti kurmak için değil, mevcut ülkeyi genişletmek için toprak satın almıştır. İşte en büyük toprak alımları:
1. Louisiana Satın Alımı (1803)
Kimden: Fransa (Napolyon Bonapart)
ABD Başkanı: Thomas Jefferson
Miktar: 828.000 mil kare (~2.1 milyon km²)
Fiyat: 15 milyon dolar (~günümüz değeriyle 300-350 milyar dolar)
Bölge: Günümüz Louisiana, Arkansas, Missouri, Iowa, Minnesota, Kuzey Dakota, Güney Dakota, Nebraska, Kansas, Oklahoma, Montana, Wyoming ve Colorado’nun bir kısmı
2. Florida Satın Alımı (1819 – Adams-Onís Antlaşması)
Kimden: İspanya
ABD Başkanı: James Monroe
Miktar: ~170.000 mil kare (~440.000 km²)
Fiyat: 5 milyon dolar (ancak ödeme doğrudan İspanya’ya değil, ABD’nin İspanya’ya borçlu olduğu Amerikalı alacaklılara yapıldı)
Bölge: Florida ve çevresindeki topraklar
3. Oregon Anlaşması (1846)
Kimden: İngiltere
ABD Başkanı: James K. Polk
Miktar: 286.000 mil kare (~741.000 km²)
Fiyat: Kanadalı İngilizlerle yapılan sınır anlaşması çerçevesinde doğrudan ödeme yapılmadı, toprak paylaşımı yapıldı.
Bölge: Oregon, Washington, Idaho, Wyoming ve Montana’nın bir kısmı
4. Meksika’dan Alınan Topraklar (1848 – Guadalupe Hidalgo Antlaşması)
Kimden: Meksika
ABD Başkanı: James K. Polk
Miktar: 529.000 mil kare (~1.37 milyon km²)
Fiyat: 15 milyon dolar
Bölge: Kaliforniya, Nevada, Utah, Arizona, New Mexico, Colorado ve Wyoming’in bir kısmı
5. Gadsden Satın Alımı (1854)
Kimden: Meksika
ABD Başkanı: Franklin Pierce
Miktar: 29.670 mil kare (~77.000 km²)
Fiyat: 10 milyon dolar
Bölge: Arizona ve New Mexico’nun güney kısmı
6. Alaska Satın Alımı (1867 – “Seward’s Folly”)
Kimden: Rusya
ABD Başkanı: Andrew Johnson (Dışişleri Bakanı William Seward öncülüğünde)
Miktar: 586.000 mil kare (~1.52 milyon km²)
Fiyat: 7.2 milyon dolar (~günümüz değeriyle 150-200 milyon dolar)
Bölge: Alaska
Bu satın almalar, ABD’nin kıta genelinde genişleyerek bugünkü sınırlarına ulaşmasını sağladı.
Bugün Gazze’yi de satın almaya çalışmaları satlık olanlarla karıştırmış kabaligindan ileri gelmektedir.
Kolay satılanlarla, kolay satılmayanlar arasında halt işlenmektedir.
Sultan Abdülhamid’in ‘Bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir’
TÜRKİYE’DE ISRARLA SÜRDÜRÜLMEYE ÇALIŞILAN FAKİRLİK VE YOKSULLUK EDEBİYATI.
NEDEN VE NİÇİN? NEMALANMAK İÇİN Mİ? KENDİLERİ ZENGİN OLAN SOLUN YALAMA OLMUŞ SİLAHI MI?
Türkiye’de Israrla Sürdürülen Fakirlik ve Yoksulluk Edebiyatı: Gerçek Mi, Sömürü Mü?
Türkiye’de uzun yıllardır, siyaset ve medya sahnesinde sıkça karşılaşılan bir sebep var: fakirlik ve yoksulluk edebiyatı. Bu, bazen gerçekten ekonomik zorluk çeken insanları gündeme taşıyan bir duyarlılık gibi görünse de çoğu zaman belirli çevreler tarafından istismar edilen bir söyleme dönüşmüş durumda. Peki, bu yoksulluk edebiyatı neden ve nasıl sürekli gündemde tutuluyor? Bunu sürdürenler kimler ve asıl amaçları ne?
1. Fakirlik Edebiyatının Perde Arkasında Ne Var?
Fakirlik, her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de gerçek bir problem. Ancak yoksulluğu bir çözüm üretmek için değil de bir propaganda aracı olarak kullanmak, işin rengini değiştiriyor. Özellikle belirli ideolojik çevreler, yoksulluğu ve gelir adaletsizliğini sürekli vurgulayarak toplumu kutuplaştırmaya ve kendi siyasi iddialarını güçlendirmeye çalışıyor.
Sol siyasetin bir kısmı, uzun yıllar boyunca “ezilen halk”, “fakir işçi”, “yoksul köylü” gibi kavramlar etrafında bir iddia inşa etti. Ancak burada ironik bir durum var: Bu söylemi sürdüren birçok kişi ve grup, aslında kendileri lüks içinde yaşıyor. Fakirlik üzerinden nemalanan bu kesimler, halkın ekonomik problemlerini çözmek yerine, onları birer siyasi koz olarak kullanıyor.
2. Yoksulluk istismarı ile Kimler Kazanıyor?
Peki, fakirlik edebiyatı kimlere yarıyor? İşte bazı kesimler:
Siyasetçiler: Yoksulluğu kullanarak kendi politikalarını meşrulaştıran ve halkı mevcut sistemden soğutarak oy devşirmeye çalışanlar.
Medya: Kriz haberleri, dramatik fakirlik hikâyeleri reyting getirir. Gerçek tabloyu değil, sansasyonel olayları göstererek toplumu umutsuzluğa sürüklerler.
STK’lar ve Yardım Kuruluşları: Gerçekten yardım edenler elbette var, ancak bazıları da yoksulluk üzerinden fon ve bağış toplayarak “yardım sektörü” oluşturmuş durumda.
Zengin “sosyalist” elitler: Kendi lüks hayatlarını sürdürürken, halkın yoksulluğunu dillerine dolayarak ahlaki üstünlük kurmaya çalışırlar.
Burada asıl dikkat çekici nokta şu: Bu iddiayı sürdürenlerin önemli bir kısmı, fakirliği gerçekten bitirmek istemiyor. Çünkü eğer yoksulluk sona ererse, onlar da gündemde kalamazlar.
3. Gerçek Çözüm Nedir?
Türkiye’de fakirlik ve yoksulluk, sadece sloganlarla veya edebiyatla değil, somut ekonomik politikalarla çözülebilir. Bunun için gerekenler:
Üretim Ekonomisine Geçiş: Sürekli tüketmeye değil, üretmeye yönelik politikalar geliştirmek.
Eğitim Reformu: İnsanları yoksulluktan kurtaracak en büyük güç eğitimdir. Eleştirmek yerine, eğitimi geliştirmek gerekiyor. Mesele proje ve alternatifler üretmek.
Gerçek Sosyal Devlet Anlayışı: Devlet yardımları sürdürülebilir olmalı ve insanları sürekli bağımlı hale getirmemeli.
Medyada Pozitif Algı: Sürekli fakirlik propagandası yapmak yerine, başarı hikâyelerini öne çıkarmak toplum psikolojisini iyileştirebilir.
Sonuç: Yoksulluk Çözülmesi Gereken Bir Problem mi, Sömürülecek Bir Araç mı?
Fakirlik ve yoksulluk edebiyatı, Türkiye’de uzun yıllardır sürdürülen bir propaganda mekanizması hâline geldi. Gerçek yoksulluğun giderilmesi için çözüm üretmeyen, ancak onu sürekli gündemde tutarak çıkar sağlayan kesimlerin niyeti sorgulanmalıdır. Yoksulluk üzerinden siyaset yapmanın, insanları sürekli mağdur psikolojisine hapsetmenin, hiçbir topluma faydası olmaz.
Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, sürekli “fakirlik var” demek değil, “fakirliği nasıl bitiririz?” sorusuna odaklanmak.
ÜRKİYE’Yİ BİR ASIRDIR AZINLIKLAR YÖNETİYOR. TIPKI BİR YÖNÜYLE SURİYE BENZERİ GİBİ.
Türkiye’yi Bir Asırdır Azınlıklar mı Yönetiyor? Tarihî ve Sosyolojik Bir Bakış
Türkiye, tarihi boyunca farklı etnik, dini ve ideolojik grupların bir arada yaşadığı, çok katmanlı bir toplum olmuştur. Ancak çoğu zaman ülkeyi yöneten kadroların halkın genel iradesinden kopuk olduğu ya da belli bir azınlık grubunun çıkarlarına hizmet ettiği görülmüştür.
Bu tartışmalar, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde yaşanan dönüşümlerle başlamış, çok partili hayata geçiş, darbeler ve siyasi çalkantılarla daha da derinleşmiştir. Peki, gerçekten Türkiye’yi bir asırdır azınlıklar mı yönetiyor?
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Kimler Güç Sahibiydi?
Osmanlı İmparatorluğu’nda yönetim, çoğunlukla saray bürokrasisi, askerî elitler (Yeniçeriler, Enderun eğitimi almış paşalar) ve ulema sınıfı tarafından yürütülüyordu. Osmanlı, çok milletli ve çok dinli bir yapıya sahipti ancak yönetim genellikle Türk-Müslüman seçkinlerin elindeydi.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yeni bir yönetici elit ortaya çıktı. Bu elit, Batılı değerleri benimseyen, görünürde modernleşmeyi hedefleyen ancak halkın geleneksel değerlerinden büyük çapta kopuk bir kadrodan oluşuyordu.
Halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Osmanlı mirasının büyük ölçüde reddedilmesi gibi radikal değişiklikler, halk ile yönetici sınıf arasında büyük bir uçuruma ve kopuşa yol açtı.
Çok Partili Hayata Geçiş ve Askerî Müdahaleler
Türkiye, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle halkın taleplerini daha doğrudan yansıtan bir yönetime kavuştu. Ancak bu süreç uzun sürmedi ve 1960 darbesiyle demokrasi kesintiye uğradı. Bu dönemde askerî ve bürokratik elitler tekrar güç kazandı ve siyaseti belirleyen ana aktörler haline geldi.
Sonraki süreçte 1971 Muhtırası, 1980 Darbesi, 28 Şubat post-modern darbesi gibi müdahalelerle Türkiye’deki yönetim, halkın iradesinden kopuk şekilde belirlenmeye devam etti. Özellikle 28 Şubat sürecinde, dindar ve muhafazakâr kesimlere yönelik baskılar, halkın büyük bir kısmının sistemden dışlandığını hissetmesine neden oldu.
Suriye ile Benzerlik Var mı?
Suriye, uzun yıllar Nusayri azınlığın yönetimde olduğu bir ülke oldu. Nüfusun büyük çoğunluğu Sünni Araplardan oluşmasına rağmen, ülkenin yönetici sınıfı büyük oranda azınlıktan geliyordu.
Türkiye’de ise durum biraz farklı. Türkiye’yi yönetenler etnik veya mezhepsel anlamda mutlak bir azınlık olmaktan ziyade, ideolojik olarak halkın çoğunluğundan kopuk kesimler olmuştur.
Ancak şu benzerlik kurulabilir: Türkiye’de uzun yıllar yönetici elitler, halkın büyük bir kısmının değerleriyle çelişen politikalar izlemiş, halka rağmen yönetme anlayışını benimsemiştir. Bu durum, Suriye’de olduğu gibi, toplumsal kutuplaşmalara neden olmuştur.
Sonuç: Türkiye Kendi Çoğunluğuna Yabancı mı?
Bugün Türkiye, halkın iradesini doğrudan yansıtan bir yönetim modeline doğru evrilmiş gibi görünse de, hâlâ bürokratik, akademik ve medya elitleri içinde halkın değerlerinden kopuk kesimlerin etkili olduğu iddiaları devam etmektedir.
Türkiye’nin geleceği, ancak halkın iradesinin tam anlamıyla yönetime yansımasıyla şekillenecektir. Gerçek yönetim, sadece sandıkla değil, halkın değerlerinin yönetimde karşılık bulmasıyla mümkündür. Aksi takdirde, Türkiye kendi çoğunluğuna yabancı bir ülke olarak kalmaya devam eder.