Kalemle Kurulan Medeniyet: Osmanlı’da Medrese Hayatı ve Adaletin Kitapla Yazılan Hükümleri

Kalemle Kurulan Medeniyet: Osmanlı’da Medrese Hayatı ve Adaletin Kitapla Yazılan Hükümleri

Giriş
Osmanlı, kılıçla fetheden ama kalemle hükmeden bir medeniyetti. Bu hükümranlığın ilim kaleleri ise medreselerdi. Medrese, sadece ders yapılan bir yapı değil; fikir üreten, ahlâk inşa eden, nesil yetiştiren ve hukuk üreten bir kurumdu. Ve bu kurumun gölgesinde yetişen âlimler, sadece kitapla değil, hikmetle ve adaletle konuşurdu.

Medrese: İlmin, Ahlâkın ve Nizamın Beşiği
Osmanlı medreseleri, Selçuklu geleneğini devralarak sistemli bir ilim teşkilatı haline geldi. Sıbyan mektebinden başlayan eğitim, rüşdiye, medrese ve ihtisas düzeyine kadar uzanırdı. Kur’an, hadis, fıkıh, kelâm, mantık, tefsir, astronomi ve hatta tıp dersleri okutulurdu. Medresenin en büyük hedefi, sadece bilen değil, doğruyu ve hakkı yaşayan insan yetiştirmekti.

Medrese Sadece Bilgi Yeri Değildi, Terbiye Yurduydu
Talebe, hocasının önünde edeple oturur, sual sorarken bile önce kalbini arındırırdı. Çünkü bilgi, temiz kalpte meyve verirdi. Medreselerde kalacak yer, günlük çorba, kırtasiye masrafı, hatta bazen elbise vakıf sistemiyle karşılanırdı. İlmin bu kadar desteklenmesi, toplumun “ilimle dirileceğine” olan imanının göstergesiydi.

Kadı Defterlerinden Medreseye Dair Hükümler
Kadı defterleri, sadece ticaretin değil, ilmin de hukukunu barındırır. İşte medreselerle ilgili bazı dikkat çekici örnek hükümler:

Bir müderrisin, öğrencilerden para alarak not karşılığı icazet verdiği şikâyet edilmiş, araştırma sonucu görevden alınarak “ilmi istismar”dan ötürü uyarı verilmiştir.

Bir talebe, diğer arkadaşlarına sürekli hakaret ettiği ve sınıf düzenini bozduğu gerekçesiyle kadıya şikâyet edilmiş, nasihatle düzelmezse “medreseden uzaklaştırılma” kararı verilmiştir.

Medrese vakfının yönetiminde usulsüzlük yapan bir görevliden hesap istenmiş, yolsuzluk sabit olunca yerine emin bir kişi atanmıştır.

Bir hocanın öğrencilere dayakla ders vermesi üzerine kadı, “terbiye ile işkence karıştırılamaz” hükmüyle hocayı uyarmış; cezanın sınırlarını Kur’an ve sünnet ölçüsüyle belirlemiştir.

Bir kadın, oğlunun da medresede okumasını talep etmiş; vakıf kayıtlarında yer bulamayınca kadı, vakıf yetkililerine “eşitlik ve liyakat” ilkesiyle yeniden değerlendirme yapılmasını emretmiştir.

Bu örnekler, Osmanlı’da sadece kılı kırk yaran bir ilim değil, aynı zamanda adaletle çevrelenmiş bir eğitim sisteminin varlığını ispatlar.

Hikmetli Bir Hadise: İlimde Niyetin Tartısı
Şöyle bir kıssa aktarılır:

> “Bir gün kadı huzuruna bir müderris çıkar. Şikâyet şudur: ‘Hocamız sabah dersine geç gelir, öğleye doğru iki ders verir ve gider. Talebe dersi değil, uykusunu öğreniyor.’ Kadı müderrisi çağırır. Hoca, ‘Ben geceleri kitap yazıyor, gündüzleri uykusuz kalıyorum’ der. Kadı şöyle hüküm verir: ‘Geceleri yazdığın kitap, gündüzleri uyuttuğun nesli kurtarmaz. İlim halkın içinde yaşanırsa kalıcıdır. Ya düzenini değiştir ya da görevini!’”

Bu kıssa bize şunu gösterir: Osmanlı’da ilim, sadece bilgi değil; ahlâk, süreklilik ve toplumla paylaşım demekti. Niyet bile mahkemeye konu olabiliyordu.

Sonuç: Kalem Kılıçtan Keskinse, Medrese O Kalemin Kınıydı
Osmanlı’da medrese, sadece bireyin değil; ümmetin aklını, ruhunu ve geleceğini inşa eden kurumdu. Kadı defterlerinden anlaşılıyor ki; ilim kadar, ilmin nasıl verildiği ve yaşandığı da büyük bir hassasiyetle takip ediliyordu. Bugün medrese sistemi yok belki, ama şu ders baki:

Eğitim sadece öğretmek değil; terbiye etmektir. Adalet sadece yargılamak değil; yön göstermektir. Ve ilim sadece kitapta değil; ahlakta hayat bulur.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 4th, 2025

Sünnetullah’tan Kaçış Yok: Zulüm ve Hile Kendi Sahibine Döner

Sünnetullah’tan Kaçış Yok: Zulüm ve Hile Kendi Sahibine Döner

“Yeryüzünde büyüklendiler ve kötü planlar yaptılar. Oysa kötü planlar, sahibinden başkasını kuşatmaz. Öyleyse onlar, öncekilerin sünnetinden başkasını mı bekliyorlar? Halbuki Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın. Allah’ın sünnetinde asla bir sapma bulamazsın.”
(Fâtır Suresi, 43)

Tarih, zulmün ömrünün kısa olduğunu defalarca göstermiştir. Nice zalim devletler, kibirle ve hileyle yükselmiş; ama aynı hilelerin içinde boğulmuştur. Bugün İsrail’in işgal ettiği topraklarda yaşananlar, bu ilahi yasaya meydan okunamayacağının yeni bir ispatıdır.

1. Kibir Üzerine Kurulan Hükümler Yıkılmaya Mahkûmdur

İsrail, Filistin topraklarında yalnız bir işgalci değil; aynı zamanda küresel kibirin, teknolojik üstünlüğün ve siyasi despotluğun simgesidir.

Mescid-i Aksa’nın gölgesinde işlenen cinayetler,

Bebeklere ve kadınlara uzanan zulüm,

Hastaneleri bombalayacak kadar alçalan hırs…

Bu zulüm ve büyüklük taslama, Kur’an’ın ifadesiyle bir “istikbâr” (kibirli tutum)dır. Ancak bu kibir, Allah’ın değişmeyen yasaları (sünnetullah) karşısında er geç yıkılır.

2. Hile ve Tuzaklar Kendi Sahibine Döner

Ayet açıkça bildiriyor:

> “Kötü planlar sahibinden başkasını kuşatmaz.”

Siyonist rejimin propaganda savaşları, bilgi kirliliği, medya manipülasyonu, uluslararası diplomatik oyunları birer “mekr-i seyyi” (kötü plan)dir. Lakin bu tuzaklar, sonunda o tuzağı kuranları yakalayacaktır. Zira:

Zulümle abat olunmaz,

Masumun ahı yerde kalmaz,

Ve mazlumun gözyaşı arşı titretir.

3. Allah’ın Sünnetinde Değişiklik Yoktur

Ayetin en çarpıcı mesajı şudur:

> “Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik ve sapma bulamazsın.”

Firavun’un zalimliği ne kadar büyükse, denizdeki boğuluşu da o kadar ibretliydi.
Nemrud’un kibrini sivrisinek alt etti.
Ebrehe ordusu taşlarla yok oldu.

Tarih, bu örneklerle doludur. Şimdi aynı sünnetin, işgalci İsrail’in akıbeti için de çalışmakta olduğunu görmek için basiret yeterlidir.

4. Zulüm Geçici, Direniş Kalıcıdır

Bugün mazlum Filistin halkı, Hz. Musa’nın duasını, Hz. İbrahim’in teslimiyetini, Hz. Muhammed’in sabrını miras alarak direnmektedir.

Şehitler, zulme karşı feda-i can etmekte,

Anneler, “Ya Rab!” diyerek zalimin kalbini titreten dualar etmektedir,

Çocuklar taşlarla tanklara meydan okumaktadır.

Bu direnişin ruhunda, Allah’ın değişmez yasalarına olan güven yatmaktadır:

> Zulüm devam etmez, ama sabır zafere gebedir.

5. Son Söz: İbret Alan Kurtulur, Unutan Kaybeder

Bugün, İsrail ve onu destekleyenler, Allah’ın evrensel adalet yasasına (sünnetullah) kafa tutmaktadırlar. Lakin bu yasa, ne Amerikan siyasetine, ne BM kararlarına ne de diplomatik çevre oyunlarına boyun eğer. O yasa hak ile batılı ayırır, zulmün sonunu hazırlar ve ilahi adaleti tecelli ettirir.

Onlar Allah’ın sünnetine meydan okurken, biz sünnetullahın yaklaştığını görüyoruz.

> “Zulüm ile abat olanın sonu berbat olur” sözü, sadece atasözü değil; Kur’an’ın dilinde değişmeyen bir kanundur.

Dua ve Umutla Bitirelim:

Allah’ım!
Zulme rıza gösterenleri rezil eyle.
Zulme karşı direnenlere sabır, izzet ve zafer ver.
Mazlumların gözyaşını rahmet, zalimlerin planlarını felaket eyle.
Ve bizleri bu büyük imtihanda, safını doğru belirleyen kullarından eyle. Âmin.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Hz. Musa ile Hz. Yusuf’un hayatlarının simetrik olarak anlatımı…

Hz. Musa ile Hz. Yusuf’un hayatlarının simetrik olarak anlatımı…

1. Başlangıç: Aileden Koparılma

Hz. Yusuf: Kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atıldı; babasından zorla ayrıldı.

Hz. Musa: Doğar doğmaz annesi tarafından sepete konup nehre bırakıldı; annesinden zorla ayrıldı.

Simetri: İkisi de çocuk yaşta ailelerinden ayrıldı, ilahi bir planla farklı yerlere ulaştırıldılar.

2. Yeni Ortam: Saray Hayatı

Hz. Yusuf: Mısır’da vezirin (Aziz’in) evinde büyüdü, sonra zindana atıldı.

Hz. Musa: Doğrudan Firavun’un sarayında büyüdü, sonra Medyen’e kaçtı.

Simetri: İkisi de Mısır’ın sarayında yetişti, ama sonrasında biri hapse, diğeri sürgüne gitti.

3. Zorluk ve İmtihan

Hz. Yusuf: İffet imtihanı, zindan yılları, haksız yere mahkumiyet.

Hz. Musa: Kavmini korumaya çalışırken istemeden adam öldürmesi ve kaçışı.

Simetri: İkisi de büyük bir musibetle genç yaşta yüzleşti ve bu onları ilahi bir göreve hazırladı.

4. Yükseliş

Hz. Yusuf: Rüyaları yorumladı, kıtlık zamanında Mısır’ın hazinelerini yönetti.

Hz. Musa: Peygamber olarak gönderildi, Firavun’a karşı çıktı, İsrailoğullarını kurtardı.

Simetri: İkisi de birer devlet adamı ve peygamber oldular. Her ikisi de toplumun yönetiminde yer aldı.

5. Kardeşlik Sınavı

Hz. Yusuf: Kardeşlerini affetti, onları Mısır’a aldı.

Hz. Musa: Kardeşi Harun’a liderlik verdi, onu destekledi.

Simetri: Kardeşlik bağları her iki kıssada da önemli yer tutar. Yusuf, kardeşlerinden zulüm görüp affetti; Musa, kardeşiyle birlikte yürüdü.

6. İlahi Takdir ve Sabır

Hz. Yusuf: “Gerçekten Rabbim, dilediğine lütufta bulunur.” (Yusuf, 100)

Hz. Musa: “Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir.” (Şuarâ, 62)

Simetri: İkisi de zorluklarda sabırla Allah’a dayandı ve sonunda Allah’ın yardımıyla başarıya ulaştı.

Farklılıklar Üzerine Kısa Not:

Yusuf’un hayatı: Sabır, iffet ve affediciliği öne çıkarır.

Musa’nın hayatı: Cesaret, mücadele ve toplumsal liderlik vurgulanır.

Yusuf tek başına bir fert olarak imtihanları aştı, Musa ise kavmiyle birlikte çetin sınavlardan geçti.

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Allah peygamberleri neden farklı yönlere ve çözüm yollarına sevk eder?

Allah peygamberleri neden farklı yönlere ve çözüm yollarına sevk eder?”

Cevap, ilahi hikmetin çeşitliliğinde, insanlık tarihinin çeşitliliğinde ve imtihanın boyutlarında saklıdır. İşte bu soruya hikmetli bir açıklama:

1. Toplumların Farklılığı, Çözümleri de Farklılaştırır

Her peygamber, farklı zamanlara, farklı kavimlere ve farklı zihniyetlere gönderilmiştir.

Hz. İbrahim, putperest bir toplumla mücadele etti.

Hz. Musa, despot Firavun’a ve esir bir millete gönderildi.

Hz. Yusuf, siyasi entrikaların döndüğü bir saray ortamında yaşadı.

Hz. İsa, ruhban sınıfının yozlaştığı bir çağda geldi.

Hz. Muhammed ise çoktanrıcılığın, kabile asabiyetinin hâkim olduğu bir döneme gönderildi.

Her toplumun hastalığı farklı olduğundan, şifa reçetesi de farklı verilmiştir. Doktor, her hastaya aynı ilacı vermez; hikmetli bir Rabb ise her kavme aynı mücadele tarzını emretmez.

2. İmtihanın ve Tevhid Mücadelesinin Renkli Yüzleri

Allah’ın her peygambere farklı çözüm yolları göstermesi, insanlığa tek tip değil, çok boyutlu ibretler sunmak içindir.

Yusuf sabırla ve sessizce bir kıyam örneğidir.

Musa, zulme karşı aktif direnişin ve cesaretin rehberidir.

Nuh, yılmadan tebliğ eden bir davetçinin simgesidir.

İbrahim, tek başına ümmet olmanın örneğidir.

Böylece insanlık her dönemde kendi hâline en yakın peygamberden ders çıkarabilir.

3. İlahi Sanatın Tezahürü: Tek Hakikat, Farklı Aynalar

Tıpkı gökyüzünün tek olmasına rağmen su birikintilerinde, camlarda, denizlerde farklı şekillerde yansıması gibi, tevhid hakikati de peygamberlerde farklı farklı yansımıştır.

Allah, Kur’an’da buyurur:

> “İşte bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık…” (Bakara, 253)

Bu farklılıklar, eksiklik değil; tamamlayıcılık ve zenginliktir. Her biri Allah’ın bir isminin ayrı bir yansıması gibidir:

Yusuf’ta “el-Latif” (ince hikmet)

Musa’da “el-Kahhar” (kahredici kudret)

İsa’da “er-Rahim” (şefkat ve merhamet)

Muhammed’de ise hepsinin cem’i (toplanması) vardır.

4. Ümmetlere ve Bireylere Örnek Model Sunmak İçin

İnsanlar farklı karakterde yaratıldıkları için, Allah her peygamberle farklı karakterlere de örneklik eder:

Sabırlı bir insan Hz. Eyyub’dan ilham alır,

Aklı ön planda tutanlar Hz. İbrahim’in delilleriyle ikna olur,

Haksızlık karşısında dik duranlar Hz. Musa’yı rehber bilir.

Allah, her mizaca, her kişiliğe bir model sunar ki; hiç kimse “Benim örnek alacağım kimse yoktu” diyemesin.

Sonuç olarak:
Allah’ın peygamberleri farklı yönlere sevk etmesi, imtihanın, rahmetin, hikmetin ve insan fıtratının çeşitliliğiyle doğrudan ilgilidir. Tek bir yol değil, hakikatin birçok aynası gösterilir ki; herkes kendi kalbine en uygun yolu bulsun.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

I. Peygamberlerin Ortak İmtihanları

  1. Peygamberlerin Ortak İmtihanları

    1. Tebliğ Görevi ve Muhalefetle Karşılaşmaları

    Tüm peygamberler, Rablerinden aldıkları mesajı toplumlarına iletmekle görevlendirilmişlerdir. Ancak bu tebliğ, neredeyse hiçbir zaman kolay olmamıştır.

    Her biri yalancı, deli, sihirbaz ya da şair olmakla suçlanmıştır.

    Halkın çoğu onları reddetmiş, inkar etmiş ve alay etmiştir.

    > Ortak imtihan: Hakikatı söylemekle yükümlü olup halkın çoğunluğunun karşı çıkışına sabretmek.

    2. Sabır, Direniş ve Kararlılık Sınavı

    Peygamberlerin yolu dikenlidir. Hepsi zorluklarla, baskılarla ve tehditlerle karşı karşıya kalmıştır.

    Hz. Nuh 950 yıl sabırla tebliğ etti.

    Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zalimin karşısına dikildi.

    Hz. Muhammed, taşlandı, boykota uğradı, hicret etmek zorunda kaldı.

    > Ortak imtihan: Zorluklara rağmen yılmadan devam etmek ve sabrın zirvesini göstermek.

    3. Ahlâkî Mükemmellik ve Günahsızlık

    Peygamberler masumdur. Halkın karşısında örnek bir ahlâk sergilemek zorundadırlar.

    Onlar yalan söylemez, emanete hıyanet etmez, adaletten sapmaz.

    İmtihanları, her hâlükârda dürüstlük ve istikamet üzere yaşamaktır.

    > Ortak imtihan: Söz ve fiilde mutlak doğruluğu temsil etmek.

    4. Kendi Ailelerinden Gelen Sınavlar

    Birçok peygamber, en yakınlarından imtihan olmuştur.

    Hz. Nuh’un oğlu ona iman etmemiştir.

    Hz. İbrahim’in babası putperesttir.

    Hz. Lut’un hanımı helâk olanlar arasındadır.

    > Ortak imtihan: En yakınlarının inkârı karşısında teslimiyet ve Allah’a güven.

    II. Peygamberlerin Farklılaştığı İmtihan Alanları

    1. Toplumların Yapısı ve Sorunları

    Her peygamber farklı bir sosyo-kültürel yapıya gönderilmiştir:

    Hz. Şuayb, ölçü ve tartıda hile yapan topluma.

    Hz. İsa, ruhban sınıfının yozlaştığı bir kavme.

    Hz. Muhammed, kabile asabiyetinin ve çoktanrıcılığın hâkim olduğu bir topluma.

    > Farklılık: Her peygamber, yaşadığı dönemin hastalıklarına uygun bir mesajla görevlendirilmiştir.

    2. Mucizeler ve İlahi Müdahaleler

    Allah, her peygambere farklı mucizeler vermiştir:

    Hz. Musa’ya asâsı ve eli,

    Hz. İsa’ya ölüleri diriltme,

    Hz. Salih’e deveden mucize,

    Hz. Muhammed’e Kur’an-ı Kerim.

    > Farklılık: Mucizeler, toplumların akıl ve anlayış seviyesine göre verilmiştir.

    3. Görev Süreleri ve Tebliğ Yolları

    Hz. Nuh asırlarca görev yapmışken, bazı peygamberler kısa ömürlü görevlerle gönderilmiştir.

    Bazıları krallar önünde mücadele verirken, bazıları halk tabakasıyla muhatap olmuştur.

    > Farklılık: Süre, zorluk ve mücadele yöntemi her peygamberde farklıdır.

    4. Toplumsal Sonuçlar

    Hz. Yunus’un kavmi topluca iman etmiştir.

    Hz. Lut’un kavmi helâk olmuştur.

    Hz. Muhammed’in tebliği tüm insanlığa ve kıyamete kadar geçerli kılınmıştır.

    > Farklılık: Neticeler ve ümmetlerinin akıbetleri değişkendir.

    Sonuç: Hikmetin Tezahürü

    Allah Teâlâ her peygamberi farklı şartlarda, farklı milletlere, farklı hikmetlerle göndermiştir.
    Ama hepsinin ortak yönü şudur:
    Allah’a kul olmayı, hakikati söylemeyi ve sabrı temsil etmeleri.

    Kur’an’da buyurulur:

    > “İşte onların kıssalarında, akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Yusuf, 111)

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Tekrarın Hikmeti: Kur’ân’daki Tekrarlar Bir Kusur mu, Yoksa Kudsi Bir Sanat mı?

Tekrarın Hikmeti: Kur’ân’daki Tekrarlar Bir Kusur mu, Yoksa Kudsi Bir Sanat mı?

Kur’ân-ı Kerîm, beşerî kitaplar gibi okunup geçilecek bir metin değil, her kelimesinde bir kasıt, her tekrarında bir hikmet barındıran mucizevi bir kelâmdır. Kur’an’ı hakkıyla anlayabilmek için onun hem lafzî hem de mânevî derinliklerine inmek gerekir. Bu açıdan, Kur’ân’daki tekrarlar, bazı zihinlerde “neden aynı olaylar, ifadeler, kıssalar tekrar tekrar geçiyor?” sorusunu doğurabilir. Oysa bu tekrarlar bir eksiklik değil, Kur’an’ın eğitimci, hatırlatıcı ve tefekkür ettirici yönünün bir yansımasıdır.

1. Tekrar, İnsanın Unutkanlığına İlâhî Bir Cevaptır

İnsan unutur. Öğrenir ama unutur. Unutur ama hatırlatıldığında toparlanır. Kur’an, insana hitap eden bir kitap olduğundan, tekrarlar yoluyla zihni diri tutar.

“Ve zekkir fe inne’z-zikrâ tenfeu’l-mu’minîn” (Zâriyât, 55): “Hatırlat! Çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.”

Bu ilâhî emir, tekrarın pedagojik bir zorunluluk olduğunu gösterir.

Kur’an, bir eğitim metodudur. Eğitimde ise tekrar; unutmayı engeller, zihne işler, kalpte kök salar.

2. Aynı Kıssaların Farklı Sûrelerde Tekrarı, Farklı Yönleri Açığa Çıkarır

Örneğin:

Hz. Mûsâ kıssası: A’râf, Tâhâ, Kasas, Şuarâ ve daha birçok sûrede geçer.

Her sûrede başka bir yönüyle: Tebliğdeki cesareti, Firavun’a karşı mücadelesi, halkının inadı, mucizeler, duâları…

Bu tekrar değil, tamamlamadır. Aynı kıssanın farklı perspektiflerle sunulması, tarihten ibret alma, psikolojik derinlik kazanma ve hikmetle meseleleri kavrama imkânı sağlar.

3. Tekrarlar, Vahyin Şartlarına Uygun İndirilmiştir

Kur’an, bir kitap gibi bir defada değil; parça parça, olaylara ve durumlara göre indirilmiştir. Bu yüzden bazı ayetler veya kıssalar, farklı zamanlarda, farklı muhataplara tekrar edilmiştir.

Hz. Peygamber’in karşılaştığı müşrik inadı, münafık tuzakları, savaşlar ve toplumsal olaylara göre tekrar edilen mesajlar, o günkü ruh haline en uygun ifadelerle inmiştir.

Bu cihetle tekrar, bir tekrar değil, yeniden bir hatırlatma ve yaşanılan ana özel bir cevap hâlini almıştır.

4. Kalpleri Cilalayan Zikir Tekniği

Kur’an’ın bir ismi de Zikr’dir. Zikir, kalbi uyanık tutmak için tekrar edilen ifadelerdir. Kur’an’daki tekrarlar bu anlamda bir kalp eğitimidir.

“Er-Rahmân” ismi 114 sûrede 170’ten fazla tekrar edilir. Bu tekrarlar, Allah’ın rahmetinin evrensel hâkimiyetini sürekli zihinlerde tutar.

“Veyl o yalanlayanlara!” gibi uyarı cümleleri, kalpleri titreten darbeler gibi Kur’an boyunca yankılanır.

Bu tekrarlar, kuru bilgi değil; ruhu işleyen mesajlardır.

5. Kur’ân’da Tekrar, Sanatın Bir Biçimidir

Kur’an, aynı zamanda edebî bir mucizedir. Tekrarlar, Arap edebiyatında “tasrî” ve “iltifât” gibi belâgat sanatları çerçevesinde de değerlendirilir.

Aynı ifadenin farklı makam ve muhataplarla yeniden sunulması, anlam derinliği ve estetik zenginlik oluşturur.

Mesela, “Febi-eyyi âlâ-i rabbikumâ tukezzibân?” (Rahmân Sûresi) ayeti tam 31 kez tekrar edilir. Bu tekrar:

Hem bir uyarı,

Hem bir hatırlatma,

Hem de sanatsal bir ritm oluşturur.

6. Her Tekrar Aynı Değildir: Bağlam ve Tonlama Değişir

Yüzeyde aynı gibi görünen ayetler, çoğu zaman bağlam, tonlama, muhatap ve maksat açısından farklıdır.

“Yûsuf kıssası” sadece Yusuf Sûresi’nde detaylı geçer, fakat başka sûrelerde ona atıfla verilen mesajlar tamamen farklıdır.

Aynı cümle, bir yerde merhameti hatırlatırken; başka bir yerde azabı haber verir.

Bu da gösterir ki Kur’an’da “lafzen tekrar” olsa da, “manen tekerrür” yoktur. Her biri yeni bir hikmet penceresi açar.

7. Tekrarlar, Hedefi Vurmak İçin Atılan Kur’anî Oklar Gibidir

> Özetle:Kur’ân, bir zikir ve davettir; zikirde tekrar, tesir için şarttır. Kur’ân, bir duâdır, münâcâttır; duâda tekrar, samimiyetin göstergesidir. Kur’ân, bir tebliğdir, hakikati ilan eder; tebliğde tekrar, gayretin ve ciddiyetin alâmetidir.
(Bak. https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/asa-yi-musa/onuncu-mesele-emirdag-cicegi/55
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Tekrarat )

Böylece tekrar, yalnızca lafzî değil; ruhî bir ihtiyaçtır.

Sonuç: Tekrar, Kur’an’ın Kusuru Değil; Kudretli Bir Hikmetin Tezahürüdür

Kur’an’da tekrar, ne bir eksikliktir, ne bir tekrar hatasıdır. O, eğitimdeki sabrı, tebliğdeki ısrarı, zikirdeki tesiri, kıssadaki derinliği, lafızdaki ahengi gösteren bir mucizevî özelliktir.

Beşer, unuttuğu için tekrar eder. Allah ise kulları unutmasın, düşünmeyi bırakmasın diye tekrar eder. Bu da gösteriyor ki, Kur’an’ın her tekrarında ayrı bir ses, ayrı bir nefes ve ayrı bir ders vardır.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Kur’an’da İlâhî Ahenk: Sureler Arasındaki Tenasüb ve Hikmet

Kur’an’da İlâhî Ahenk: Sureler Arasındaki Tenasüb ve Hikmet

Kur’ân-ı Kerîm, lafzı ve manasıyla bir mucizedir. Sadece ayetleri değil, sureleri arasında da ince bir uyum, derin bir ilişki ve hikmetli bir bütünlük vardır. Bu bütünlük, Kur’an’ın rastgele bir kitap olmadığını; her bir sûrenin diğeriyle bir bağ kurduğunu, bir soruya cevap olduğunu, bir konunun devamı veya açıklayıcısı olduğunu gösterir. Bu durum “tenâsübü’s-süver” yani sûreler arası uyum olarak ifade edilir.

1. Surelerin Dizilişi: İlâhî Bir Tertip

Kur’an’daki surelerin sıralanışı tarihsel ya da konu başlıklarına göre değildir. Fakat bu sıralamada hikmetli bir denge gözetilmiştir. Mesela, Fâtiha Sûresi, Kur’an’ın özeti hükmündedir ve ardından gelen Bakara Sûresi onun bir açıklaması gibidir. Fâtiha’da “Bize doğru yolu göster” duası edilir, Bakara’da ise “O kitap, müttakiler için rehberdir” ifadesiyle bu duaya cevap verilir. Bu, sadece iki sûre arasındaki tenasüb değil, Kur’an’ın bir bütün halinde “cevap veren” bir kitap olduğunun da göstergesidir.

2. Zıtlık ve Tamamlayıcılık

Bazı sûreler birbiriyle zıtlık ilişkisi kurar, fakat bu zıtlık bile bir bütünlük sağlar. Örneğin, Kevser Sûresi Allah’ın lütuflarını anlatırken, ardından gelen Kâfirûn Sûresi, inanç ayrılığını kesin çizgilerle belirler. Lütuf ve tefrik yan yana getirilerek tevhidin hem rahmet hem de izzet yönü gösterilir.

Benzer şekilde, Mülk Sûresi Allah’ın yaratma ve hükmetme sıfatını işlerken, Kalem Sûresi hemen arkasından ahlâkî ölçüleri ve peygamber ahlâkını anlatır. Yani hüküm ve hikmet beraber zikredilir.

3. Geçişler: Konudan Konuya Değil, Derinlikten Derinliğe

Kur’an’da bir sûrenin sonunda yer alan tema, bazen sonraki sûrenin başında yeni bir boyut kazanır. Örneğin, Şems Sûresi nefsi arındırmayı işlerken, ardından gelen Leyl Sûresi bu ahlaki temizliğin sonuçlarını anlatır. Bu geçişler sathi değil, derinlik kazandırıcıdır. Yüzeyde farklı konular gibi görünse de, özde aynı hakikatin farklı tezahürleridir.

4. Surelerin Birbirine Açıklık Getirmesi

Bir sûrede değinilen kısa bir kıssa, başka bir sûrede tafsilatlı şekilde ele alınır. Hz. Mûsâ’nın hayatı neredeyse Kur’an’ın tamamına yayılmıştır. A’râf, Tâhâ, Kasas ve Şuarâ sûreleri, bu kıssayı farklı yönlerden işler. Her bir sûre, diğerinin eksik bıraktığı değil, tamamlayıcısıdır. Bu, Kur’an’ın öğretici metodunun bir parçasıdır: Parça parça vererek düşünmeye, kıyaslamaya ve hazmetmeye sevk eder.

5. Hikmetli Bir Davet ve Terbiye Metodu

Sureler arası uyum, bir eğitim metodudur aynı zamanda. Kur’an bir müfredat gibidir. Önce kalbi hazırlar, sonra aklı ikna eder, sonra amele teşvik eder. Mesela önce iman (İhlâs), sonra amel (Asr), sonra sonuç (Tekâsür) anlatılır. Bu, sadece bir kitap değil, bir terbiye sistemidir.

Sonuç: Tenasüb Bir Tesadüf Değil, Tevhidin Tezahürüdür

Kur’an’daki sûreler arası tenasüb, bir sanatkârın eserinde görülen simetri gibidir. “Kur’an, kelâm sıfatından gelen bir sonsuz hikmet hazinesidir.” Bu hazinede hiçbir şey tesadüfî değildir. Her sûre, bir diğerine ayna tutar. Bir konu biterken diğeri başlar, ama bu bitiş yeni bir başlangıcın perdesidir.

Kur’an’ın bu iç içe geçmişliği, sadece metin düzeniyle sınırlı değildir. O, bir ömür boyunca okunsa da her defasında yeni bir ilişki, yeni bir anlam kapısı aralanır. Bu da bize Kur’an’ın diri bir kitap, yaşayan bir rehber olduğunu bir kez daha gösterir.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Kur’ân’da Sureler Arası Kudsi Diyalog: Kıssalarla Kurulan İlâhî Bütünlük

Kur’ân’da Sureler Arası Kudsi Diyalog: Kıssalarla Kurulan İlâhî Bütünlük

Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir ayetler bütünü değil; aynı zamanda sûreler arasında derin bağlantılarla örülmüş bir ilâhî örgüdür. Her sûrenin diğeriyle ya bir tamamlayıcılık, ya bir açıklayıcılık, ya da bir derinlik kazandırıcılık ilişkisi vardır. Bu açıdan, özellikle peygamber kıssaları, sûreler arası bu tenasübün (uyumun) en çarpıcı ve ibretli örneklerini sunar.

1. Hz. Mûsâ Kıssası: Kur’an’ın Ana Damarı

Hz. Mûsâ’nın kıssası, tam 34 sûrede farklı yönleriyle geçer. Bu kadar yaygın anlatılması, hem zamanlar üstü bir mesaj taşıdığına hem de sûreler arası ilişkilere dikkat çektiğine işarettir.

Bakara Sûresi: Mûsâ kavminin inatçılığı ve inkârı vurgulanır.

A’râf Sûresi: Detaylı bir tarihî akış içinde Firavun’la olan mücadelesi anlatılır.

Tâhâ Sûresi: Kıssa, daha çok tebliğ psikolojisi ve peygamberin sabrı açısından derinlik kazanır.

Kasas Sûresi: Mûsâ’nın gençlik dönemi, Medyen’deki yılları ve Firavun sarayına giriş süreci anlatılır. Bu yönüyle biyografik bütünlük sağlanır.

Şuarâ Sûresi: Mûsâ’nın diliyle yapılmış etkileyici bir hitabet ve meydan okuma tarzı öne çıkar.

Tarihî ve Hikmetli Bağlantı: Bu çok yönlü anlatımlar sayesinde, sadece Mûsâ’nın hayatı değil, zalimlere karşı direniş, ilâhî adaletin tecellisi ve peygamberin görev sorumluluğu gibi temalar da katmanlı olarak işlenir. Her sûre, diğer sûrede eksik gibi görünen bir boşluğu doldurur.

2. Hz. İbrâhim Kıssası: Tevhid Mücadelesinin Yüzü

Hz. İbrâhim’in kıssası, birçok sûrede geçmesine rağmen özellikle şu sûrelerde bir bütünlük arz eder:

Bakara: Kâbe’nin inşası ve tevhid duası.

En’âm: Putlarla mücadelesi ve yıldızlara bakan tefekkür sahnesi.

Meryem: Babasıyla olan diyalog ve müşfik tebliği.

Saffât: Oğlunu kurban etme sahnesi, teslimiyetin zirvesi.

İzah ve Tamamlama: En’âm’daki tefekkür, Meryem’deki içli hitapla, Saffât’taki teslimiyet ise Bakara’daki ümmet kuruculuğuyla anlam kazanır. Her sûre, Hz. İbrâhim’in farklı bir yönünü tamamlar: Akıl, kalp, amel ve ailevi yön.

3. Hz. Nûh Kıssası: Sabır, Tebliğ ve Helâk Uyarısı

Hûd Sûresi: Toplumsal isyan ve Nûh’un direnişi anlatılır.

Nûh Sûresi: Nûh’un uzun tebliğ hayatı ve ümmetine karşı yakarışı detaylandırılır.

Şuarâ Sûresi: Peygamberlerin ortak mesajları içinde Nûh’un sözlü tebliği yer alır.

Düşündürücü Boyut: Her anlatım, farklı bir zaman ve muhataba hitap eder gibidir. Nûh’un 950 yıllık sabrı, farklı sûrelerde dini tebliğde yılmamanın ve Allah’ın takdirine teslim olmanın derslerini sunar. Hûd’da toplumun sosyal yapısı, Nûh’ta bireysel yakarış, Şuarâ’da evrensel mesaj öne çıkar.

4. Hz. Yusuf Kıssası: Bir Sûreyle Yetinen Kıssa, Ama Diğerleriyle Anlam Kazanan Tema

Yûsuf Sûresi: Bu sûre baştan sona tek bir kıssayı anlatan nadir sûredir.

Fakat Enbiyâ, Gâfir gibi sûrelerde geçen kısa atıflar, Yusuf’un sabrını, iffeti ve Allah’a güvenini hatırlatır.

Kur’anî Strateji: Ana kıssa bir sûrede toplanmış ama başka sûrelerdeki atıflarla “evrenselleştirilmiştir.” Bu, kıssanın tarihî bir anlatım değil, ahlâkî bir sembol olduğunu gösterir.

5. Kıssalar Arası Tenasübün Düşündürücü Yönü

Peygamber kıssalarının farklı sûrelerde farklı yönleriyle anlatılması, yalnızca tarihî veya estetik bir tercihten ibaret değildir. Bu çok yönlülük:

Her nesle farklı bir pencere açar.

Aynı kıssayı tekrar değil, tefekkür vesilesi yapar.

“Ders almayanlar için tekrar” olur, “düşünenler için yeni bir bakış” sunar.

Kur’an’da Kıssalarla Kurulan İlâhî Diyalog

Kur’an kıssaları “bir bütün” olarak okunmadığında, hikmetin derinliği kaçırılır. Kur’an kıssaları “ibret aynası”dır. Her biri sûreler içinde parça gibi görünse de, aslında bir ilmî haritanın bütünleyici unsurlarıdır.

Tıpkı bir duvarın taşları gibi, her sûre bir tuğla gibidir. Ancak bütün duvar örüldüğünde, kıssaların anlamı tam olarak ortaya çıkar. Bu da Kur’an’ın sadece okunacak değil, yaşanacak ve düşünülecek bir kitap olduğunu gösterir.

Sonuç: Sureler Arası Tenasüb, İlâhî Bir Mimari Sanatıdır

Kur’an, kelimeleriyle olduğu kadar yapısıyla da mucizedir. Sûrelerin birbiriyle bağlantısı, kıssaların parçalı ama bir bütün olarak işlenişi, bu mucizenin içten içe işleyen yönüdür. Her sûre, diğerini açıklayan, tamamlayan veya ona farklı bir ışık tutan parçadır.

Bu da bize gösterir ki: Kur’an sadece sözle değil, düzeniyle de ilâhîdir.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Suların Taşıyamadığı Yük: Kanunî, Zenbilli Ali Efendi ve Batı’ya Açılan Kapı

Suların Taşıyamadığı Yük: Kanunî, Zenbilli Ali Efendi ve Batı’ya Açılan Kapı

Osmanlı padişahlarının en ihtişamlısı olarak bilinen Sultan Süleyman Han, sadece askerî zaferleriyle değil, medeniyet inşasıyla da tarih sahnesinde derin izler bırakmıştır. Kanunî sıfatını alması, adalete verdiği önemin bir işaretiydi. Ancak ne gariptir ki, onun zamanında içeri sızan bir başka “kanun”, yani Batı’dan ithal edilen akılcı fakat ruhsuz yasalar, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin ifadesine göre, İstanbul’a görünmeyen bir “pislik” olarak sirayet etmişti.

Ali Efendi’nin meşhur sözü şöyledir:

> “Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”

Bu cümle, zahiren sert ve ağırdır. Fakat içinde derin bir hikmet barındırır. Zira burada, görünüşte hayırlı ve hizmet gibi görünen bir eylem — kırk çeşme sularını getirmek — bir başka gözle eleştirilmekte ve manevî bir tahribatın altı çizilmektedir. Peki nedir bu sözün arkasındaki derinlik?

Batı’dan Gelen “Kanun”: Suret mi, Hakikat mi?

Kanunî döneminde Osmanlı, Avrupa ile olan münasebetlerinde artık savunmadan çok etkileşim dönemine girmiştir. Hukukta, eğitimde ve sanatta Batı’ya göz kırpma başlamış; “akılcı” düzenlemeler, İslamî hükümlerin yerine geçmeye başlamıştır. Ali Efendi’nin eleştirisi, bir şeriat âlimi olarak bu “hikmetsiz” ve “meşru temelden kopuk” düzenlemelerin ilerde meydana getireceği fitneye karşı bir uyarıdır.

Zira o biliyordu ki, bir milletin kanunları sadece ceza ve müeyyide değildir; o milletin ruhunu, ahlâkını, kıblesini şekillendirir. Ve batıdan alınan kanun, batının balığını da beraberinde getirir. Bu balık, tuzağıyla birlikte gelir; oltadaki yem, medeniyet gibi görünür, fakat ardında bağımlılık, zihin işgali ve kimlik erozyonu vardır.

Balıkçılık Mecazı: Oltadaki Yem ve Büyük Yutkunma

Balıkçılık, bu çerçevede mühim bir mecazdır. Batı, Osmanlı’ya sadece balık vermemiştir; balık tutmayı da öğretmiş ama kendi oltasıyla, kendi kurallarıyla. Şark’ın irfanı, kendi sahilinde sabırla rızık bekleyen bir derviş iken, Batı’nın denizlerinde hırsla, rekabetle ve benlikle balık avlamaya koşulmuştur.

Sonuç: kendi denizinde yabancı, yabancı denizlerde kayıp bir balıkçıya dönüştük. Avcı olduk derken avlandık. Yem olduk, oltayı tutan ellerin kim olduğunu bile göremez olduk.

Bugüne Yansıması: Batılılaşma, Kimliksizlik ve Ruhsuz Medeniyet

Ali Efendi’nin uyarısının üzerinden beş yüz yıl geçti. Ve gerçekten de, o görünmeyen pislik temizlenemedi. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve modern dönem boyunca “batıya açılma” adı altında yapılan her hamle, biraz daha kimlik kaybı ve taklit ile sonuçlandı. Şehirler büyüdü, kalabalıklaştı ama insan küçüldü. Sular aktı, yollar yapıldı ama ruh kurudu. Kanunlar çoğaldı, mahkemeler kuruldu ama adalet yerini bulamadı.

Bugün dahi, hukuk fakültelerimizde Roma Hukuku okutulmakta; genç beyinler, kendi kadim fıkıh sistemlerini değil, Fransız modeliyle yoğrulmaktadır. Sonuç: vicdan yerine prosedür, merhamet yerine şekilcilik hâkim.

Sonuç: Hakk’a Dayanmayan Hiçbir Kanun, İnsanı Kurtaramaz

Zenbilli Ali Efendi’nin o çarpıcı sözü, bize bir gerçeği haykırır: Şeriatın, yani Allah’ın hükmünün dışında aranan her nizam, her sistem, her çözüm, sonunda insanı ifsad eder. Sultan Süleyman’ın getirdiği kırk çeşme suyu, bir şehri arındırabilir ama bir milleti arındırmak için “kaynağın” temiz olması gerekir. Kaynak batıdan değil, vahiyden akmalıdır.

Ve bugün dahi, bu necaseti temizlemenin yolu, tekrar aslımıza dönmek; kendi kaynağımızdan, yani Kur’ân ve Sünnet pınarlarından su içmektir. Yoksa, modern çağın ne kadar “temiz” suyu akarsa aksın, batının “kanun” pisliği içimize sızmışsa, hiçbir çeşme bizi temizleyemez.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Babalar Kaybolunca: Avrupalı Kadınlar Neyi Arıyor?

Babalar Kaybolunca: Avrupalı Kadınlar Neyi Arıyor?

Bir medeniyetin çöküşü, savaşla değil, aile ile başlar. Aile çöktüğünde toplum, toplum çöktüğünde insan yalnız kalır. İşte modern Batı’nın kadınları, bu yalnızlığın içinde neyi aradıklarının bile farkında olmadan “baba”yı arıyorlar. Kaybolan sadece biyolojik bir baba değil; otoriteyi, koruyuculuğu, değerleri temsil eden “baba” figürüdür.

Modernleşmenin Bedeli: Babanın İntiharı

Avrupa, Aydınlanma Çağı ile birlikte Tanrı’yı göğe gönderdi; ardından baba otoritesini evden kovdu. Freud, baba figürünü psikanaliz masasına yatırdı; feminizm, ataerkil düzeni yıkarak “baba”yı suçlu ilan etti. Neticede, kadının karşısında artık yol gösteren, koruyan ve kimlik inşa eden bir baba değil; ya çekilmiş bir gölge ya da bir istismar faili kaldı.

Ve şimdi, o büyük özgürlük çığlıkları arasında büyüyen Avrupalı kadınlar, iç dünyalarının derinliklerinde bir boşlukla karşı karşıya: “Kime sığınacağım? Kim beni sevecek ama satın almayacak? Kim beni özgürleştirecek ama terk etmeyecek?”

“Baba” Ne Demektir?

Baba, İslam medeniyetinde sadece bir geçim kaynağı değil, bir istikamet işaretidir. Kur’ân’da Hz. İbrahim’in duasında, Hz. Yakup’un oğullarına öğüdünde, Hz. Lokman’ın evladına vasiyetinde hep bir “baba” hikmeti vardır. Baba, çocuğuna sadece ekmek değil, hedef verir; sadece ev değil, yön tayin eder. Kadın için ise baba, değerini hissettiren, sınır çizen, himaye eden ilk şahsiyettir.

Baba giderse ne olur?

Kadın kendini değerli hissetmez, çünkü değeri ilk kez babasından duymamıştır. Bu defa sevgiyi sokakta, şefkati internette, kimliği ise ideolojide arar.

Batı’da Kadın Kimliksizleşti, Çünkü Baba Yok

Avrupa kadını, geçmişte kilisenin baskısından kurtulmak isterken, sonrasında “serbest piyasanın metası” oldu. Bugün bir reklam afişinde bir kadının bedeni, bir ürünün tanıtım malzemesi olabilir. Kadın, özgürleştiğini sanarken, belki de tarihin en büyük sömürüsüne uğradı: Ne baba kaldı, ne eş, ne evlat…

Sonuç? Şiddet, depresyon, yalnızlık, evliliğe yabancılaşma, annelikten uzaklaşma.

Bugün Avrupa’da evlilik yaşı 30’ları aşmış, doğum oranı çöküşe geçmiş, tek ebeveynli aileler çoğunluk haline gelmiştir. Kadın özgürleşti ama yalnızlaştı. Çünkü aradığı “otorite” değil “otoritenin rahmeti” idi. Onu da yalnızca gerçek bir baba verebilirdi.

Mültecide Baba Arayan Avrupa Kadını

Günümüzde ilginç bir toplumsal kırılma yaşanıyor: Avrupalı birçok kadın, göçmen ve mülteci Müslüman erkeklerle evleniyor. Sosyologlar bunun ardında “sert erkek” arayışını, “otorite ve sorumluluk sahibi erkek” ihtiyacını görüyorlar. Zira batılı erkek, artık ne bir baba ne de bir eş olma sorumluluğunu taşıyor. Kadın ise ilahi bir sevk duygusu olarak sığınılacak bir “gölge” arıyor. Bu gölgeyi bazen İslam kültüründen gelen bir erkekte bulabiliyor.

Bu tablo, modernitenin maskesini düşürmektedir. Çünkü kadının kalbi, kendisini özgürleştirecek olanın “sınırsız özgürlük” değil, “şefkatli sınır” olduğunu fark etmiştir.

İslam’ın Babanın Yerini İnşa Eden Medeniyeti

İslam toplumu, aileyi “rahmet merkezli” bir yapı olarak kurar. Baba, Allah’ın “Kavvam” (koruyucu, ayakta tutucu) isminin tecelligâhıdır. Bu görev bir tahakküm değil, bir emanet ve mesuliyettir. Otoriteyi sevgiyle yoğuran, varlığıyla huzur, adaletiyle denge kuran bir yapı…

Bu yüzden İslam toplumunda kadın, özgürlüğünü babasının gölgesinde hissederdi. O gölge onu örtmezdi sadece; aynı zamanda değerli kılardı. Bugün Avrupa’nın “özgürlük” diye sattığı şey, İslam’da “emanet” ve “itibar” olarak vardı.

Sonuç: Baba Yoksa Kadın Arar, Toplum Yıkılır

Batı’nın kaybettiği şey, sadece bir aile babası değil; aynı zamanda toplumu ayakta tutan “hikmetli otorite”dir. Bu otoritenin yokluğu, sadece kadınları değil, bütün insanlığı arayışa sürükledi.

Avrupalı kadınlar babalarını arıyor… Fakat ne sokakta ne medyada ne de ideolojilerde o babayı bulabilecekler. O baba, ancak fıtrata, vahye ve merhametli adalete dönülerek bulunabilir.

Ve belki de bu yüzden, İslam’a yöneliş, bugün kadınlar arasında artıyor. Çünkü kalp, fıtraten bildiği bir şeyi arıyor: Bir sığınak… Bir baba…

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Zina, Şahitler ve Defterler: Osmanlı’da Ahlâkın Korunması ve Hukukun Merhameti

Zina, Şahitler ve Defterler: Osmanlı’da Ahlâkın Korunması ve Hukukun Merhameti

Tarih, sadece fetihlerle değil, toplumların iç yapısındaki adalet ve ahlâk anlayışıyla da okunur. Osmanlı, İslam şeriatına dayalı bir hukuk sistemi inşa etmiş ve zinayı en ağır günahlardan biri kabul ederek ona karşı caydırıcı bir tavır takınmıştır. Ancak bu cezanın uygulanışı, modern hayalin aksine, sertlikten ziyade hikmet, merhamet ve toplumsal dengeyi esas alan bir yoldan ilerlemiştir.

Zinanın Tanımı ve Şartları: Sadece Bir Fiil Değil, Bir Suçun İspatı

Osmanlı’da zina suçu, evli veya bekâr bir erkekle kadının, nikâh akdi dışında cinsel ilişkide bulunması olarak tanımlanır. Ancak bu fiilin cezai müeyyideye bağlanması için Kur’ân ve Sünnet’e dayanan çok katı isbat şartları aranırdı:

Dört adil şahit, fiili net olarak görmüş olmalıydı.

İkrar varsa, gönüllü ve baskısız biçimde defalarca tekrarlanmalıydı.

İftiradan korunmak için şahitlerin beyanları arasında en küçük çelişki bulunmamalıydı.

Bu şartlar, zinayı “gizli kalırsa Allah ile kul arasında bir günah”, “aleni ve toplum huzurunu bozar hâle gelirse kamu suçu” olarak ayıran İslam hukukunun dengesini yansıtır.

Cezalar: Şartlara Göre Değişen Uygulamalar

Evli kişilerin zinası (Muhsan): Dört şahit veya kesin ikrar varsa recm (taşlayarak öldürme) cezası teorik olarak öngörülür. Ancak bu cezanın Osmanlı’da fiilen uygulanışı son derece nadirdir; birçok defa uygulama başka cezalara dönüştürülmüştür.

Bekârların zinası: Yüz değnek sopa cezası vardır. Fakat uygulamada genellikle hapis, sürgün, para cezası veya kamu önünde teşhir gibi alternatif yollar tercih edilmiştir.

Kadı Defterlerinden Örnekler: Adaletle Merhametin Buluştuğu Kayıtlar

Kadı sicilleri, Osmanlı adalet sisteminin vicdanını ve ferasetini gösteren canlı belgelerdir. Örneğin:

1680 Edirne Kadı Sicili: Bir kadın komşular tarafından fuhuşla suçlanmış; ancak dört şahidin şartları sağlanmadığı için kadı, kadına nasihat vererek serbest bırakmış, şikâyetçilere ise “zina isnadında dikkatli olun” uyarısı yapılmıştır.

1767 İstanbul Kadı Sicili: Zinayla itham edilen bir çiftin fiili, şahit eksikliği nedeniyle sabit görülmemiş; ancak aynı evde kalmaları toplumda fitneye sebep olacağından dolayı kadı, erkeği şehir dışına sürgünle cezalandırmıştır.

17. yüzyıl Bursa Sicili: Zina ettiği sabit olan bir bekâr genç, ceza yerine imam nezaretinde evlendirilmiş ve bir süre camide hizmet ettirilmiştir. Bu, Osmanlı’nın sadece cezalandırıcı değil, ıslah edici yönünü gösterir.

Hikmet ve İbret: Suçla Değil, Suçun Sebebiyle Mücadele

Osmanlı’nın zina gibi ağır bir suça karşı tavrı, sadece hukuki değil, aynı zamanda ahlâkî bir eğitim sistemine dayanıyordu. Mahalle imamı, esnaf loncası, aile büyüğü ve kadı; hepsi toplumun iffeti için birlikte çalışırdı. Bugünkü anlamda “bireysel özgürlük” değil, “toplumsal huzur” esastı.

Zina eden değil; zinanın önünü açan, teşvik eden ortam hedef alınırdı: kadın-erkek mahremiyetine dikkat, iffet eğitimi, toplumun gözetici rolü… Hepsi birer koruyucu kalkan gibiydi.

Modern Zamanlarda Ne Oldu?

Bugün zina, birçok ülkede suç olmaktan çıkarılmış, ahlâkî bir tercih meselesi sayılmıştır. Fakat sonuç ortada: yuva kurulamıyor, güven zedelenmiş, mahremiyet kavramı yok olmuş, kadın korunaksız, erkek sorumsuz hâle gelmiştir. Hürriyet adına mahremiyet feda edilmiş, sevgisizlik çağında sadakat bulunmaz olmuştur.

Sonuç: Osmanlı’dan Günümüze Bir Ders

Osmanlı’nın zinaya yaklaşımı, sadece cezalandırıcı değil; hataları örten, iffetli yaşamı teşvik eden, suçu değil, günahı ıslah etmeye çalışan bir sistemdi. Şeriatın sert gibi görünen hükümleri, adalet terazisiyle merhamet dengesinde sunulmuştu.

Bugün, modern yasalarla her şey serbest olabilir. Ama kalplerde boşluk, evlerde huzursuzluk, sokaklarda korku kol geziyorsa; belki de kadı defterlerinin tozlu yapraklarında, tekrar açılmayı bekleyen bir rahmet hükmü vardır.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Bir Nikâh, İki Dünya: Osmanlı’da Boşanma, Adalet ve Merhamet

Bir Nikâh, İki Dünya: Osmanlı’da Boşanma, Adalet ve Merhamet”

Evlilik, bir yuvanın temeli, toplumun ilk halkasıdır. Boşanma ise bu halkanın çözülmesi, bir binanın çatırdaması gibidir. Osmanlı toplumu, evliliği sağlam temeller üzerine kurmakla kalmamış; boşanmayı da hikmetle, dengeyle ve toplum huzurunu gözeterek düzenlemiştir. Bugün sıkça göz ardı edilen bu adalet terazisi, kadı sicillerinde canlı örnekleriyle bizlere hâlâ ders vermektedir.

İslam Hukukunda Boşanmanın Yeri

Boşanma, İslam’da mubah ama en sevilmeyen helallerden biridir. Osmanlı da bu çizgiyi korumuş; kolaylaştırmamış ama gerektiğinde zorlaştırmamıştır. Kadın ve erkeğin rızası, hakkı, mağduriyeti, şahitler ve süreç titizlikle korunmuştur.

Boşanma Yolları Osmanlı’da Nasıldı?

1. Erkeğin boşama hakkı (talâk): Erkek, şer’î sınırlar içinde tek taraflı boşama hakkına sahipti. Ancak bu keyfî değildi. Kadı huzurunda kayda geçirilmesi gerekirdi. Nikâhta yazılı şartlara aykırı davranılmışsa, kadın da bu duruma itiraz edebilirdi.

2. Kadının boşanma istemesi (hul’ ve muhalaa): Kadın, kocasından boşanmayı talep edebilir, mahkeme aracılığıyla mehirden vazgeçerek anlaşmalı ayrılabilirdi. Zulüm görmesi, nafaka alamaması veya terk edilmesi gibi durumlarda kadı kararıyla boşanma gerçekleşebilirdi.

3. Kadı müdahalesiyle fesih: Kadının hayatı, sağlığı veya onuru tehlikeye düşmüşse; koca nafaka vermez, kayıplara karışır ya da ağır geçimsizlik varsa; kadı, evliliği feshedebilirdi. Bu uygulama, Osmanlı’nın hukukta koruyucu yüzünü gösterir.

Kadı Defterlerinden Boşanma Örnekleri

Osmanlı arşivlerinde yer alan binlerce sicil kaydı, evliliğin ve boşanmanın ne kadar ciddi ve toplum önünde kayıt altına alınan meseleler olduğunu gösterir:

1585 Bursa Sicili: Eşi tarafından terk edilen bir kadın, altı ay sonra kadıya başvurur. Kadı, kocaya üç kez haber gönderir ama gelmeyince, kadının talebiyle evlilik feshedilir. Kadına mehir ödenir, nafaka hakkı tanınır.

1662 İstanbul Kadı Defteri: Aile içi geçimsizlik sebebiyle kadı huzuruna çıkan çift, hâkim huzurunda üç gün düşünme süresi alır. Uyuşmazlık çözülmeyince kadı, hul’ yoluyla kadının boşanmasına hükmeder. Evlilik sonlanırken, çocukların velayeti annenin ailesine verilir.

1710 Edirne Sicili: Eşi tarafından sürekli dövülen bir kadın, şahitlerle birlikte kadıya başvurur. Kadı, kocaya uyarı verir; ancak şiddet devam edince boşanma kararı verir. Kadının güvenliği sağlanır, nafaka bağlanır.

Bu örnekler, boşanmanın Osmanlı’da hem bireysel hak hem de toplumsal sorumlulukla ele alındığını gösterir.

Osmanlı’da Boşanma Kültürü: Ne Kolaycılık Ne Zorluk

Osmanlı toplumunda boşanma asla bir ayıp veya utanç sebebi olarak görülmezdi. Dul kadınlar toplumda dışlanmaz, çalışabilir, yeniden evlenebilir; mehir ve nafaka hakları korunurdu. Aynı zamanda evlilik de çabuk harcanan, modaya kurban edilen bir bağ değildi. Mahalle imamı, akrabalar, yaşlılar önce arabulucu olur, ardından kadı devreye girerdi.

Bu süreç, bugünün “anlık öfkeyle verilen boşanma kararları”nın aksine, düşünülerek, tartılarak ve toplumun desteğiyle işliyordu.

Modern Zamanlara Düşen Gölge

Bugün boşanma oranları hızla artıyor. Nedeni çoğu zaman geçimsizlik değil, tahammülsüzlük. Kimi zaman da kadın, ekonomik şiddetle susturuluyor; erkek, psikolojik baskı altında kalıyor. Aile mahkemeleri yorgun, insanlar kırgın.

Osmanlı, evliliği sevgi kadar sorumluluk, boşanmayı ise hakkaniyet ve hikmet ölçüsünde düzenlemişti. Boşananlar dışlanmaz, evlenenler bilinçsizce yola çıkarılmazdı.

Sonuç: Boşanmak Değil, Unutmak Tehlikelidir

Osmanlı kadı sicilleri, bize sadece kimin ne zaman boşandığını değil, toplumun boşanma karşısında ne kadar bilinçli, merhametli ve hakkaniyetli durduğunu da öğretir. Bugün hâlâ evlilikler kuruluyor ama sabır, saygı, güven ve şahitlik eksik.

Boşanmak zorunda kalabilir insan. Ama esas olan; ne uğruna evlendiğini, neyi kaybettiğini ve neyi unutmaması gerektiğini bilmesidir.

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Çalınan Ekmek Değil, İffet: Osmanlı’da Hırsızlık, Adalet ve Vicdan

Çalınan Ekmek Değil, İffet: Osmanlı’da Hırsızlık, Adalet ve Vicdan”

Hırsızlık, sadece malın değil; güvenin, huzurun, adaletin ve toplumun temelindeki emniyet duygusunun çalınmasıdır. Osmanlı, bu hakikatin farkında bir medeniyet olarak, hırsızlığa karşı hem sert hem hikmetli bir tutum geliştirmiştir. Kılıç gibi keskin, anne gibi şefkatli bir adalet anlayışıyla…

İslam Hukukunda Hırsızlığın Hükmü

Kur’an’da hırsızlık açık şekilde haram kılınmış ve belirli şartlarda el kesme cezası zikredilmiştir (Maide 5/38). Ancak bu ceza, gelişigüzel uygulanmaz; çok sayıda şart, denetim ve istisnaya bağlıdır:

Çalınan malın belirli bir değerin üzerinde olması,

Gizlice çalınması,

Kamu malı değil şahsi mülk olması,

Açlık, yoksulluk veya mecburiyetin bulunmaması gibi…
İşte bu hassas dengeyi Osmanlı kadısı korumuş, suçu cezalandırırken suçu doğuran sebepleri de sorgulamıştır.

Osmanlı’da Hırsızlık Cezaları ve Uygulama

Osmanlı hukukunda hırsızlık üç ana kategoriye ayrılır:

1. Sıradan hırsızlık (sirkat): Mal sahibinin bilgisi dışında yapılan gizli hırsızlık.

2. Gasp (iktisap/cebrî alma): Zor kullanarak mal alma.

3. Yol kesme (kat-ı tarîk): Seyyahları, tüccarları hedef alan organize soygunlar.

Cezalar, suça ve niyete göre değişirdi:

İlk suçta ta’zir cezaları: sopa, teşhir, para cezası, hapis.

Tekrarında veya ağır suçlarda el kesme uygulanabilirdi; ancak bu nadiren olurdu.

Gasp ve yol kesme gibi tehdit içeren suçlarda ise daha ağır cezalar uygulanır, kamu güvenliği gözetilirdi.

Kadı Defterlerinden Örnekler

Osmanlı sicilleri, sadece cezayı değil, adaletin ne kadar dengeli yürüdüğünü de gösterir:

1612 Üsküdar Kadı Sicili: Ekmek çaldığı tespit edilen bir çocuk, kadı huzuruna çıkarılır. Aç olduğu, yetim olduğu anlaşılınca ceza verilmez; kadı tarafından bir fırıncıya çırak olarak yerleştirilir. Ceza değil, ıslah hedeflenmiştir.

1685 Konya Defteri: Gece bir evden ziynet eşyası çalan kişi, üçüncü kez aynı suçu işlemiştir. Şahitlerle sabit görülür ve el kesme cezası uygulanır. Ancak karardan önce, açlık, zorunluluk, akıl sağlığı ve pişmanlık durumu günlerce araştırılır.

1750 Edirne Sicili: Bir seyyahın yolunu kesen eşkıya, yakalanır. Mala zarar verilmiş, cana kast olmamıştır. Kadı, hem tazminat hem de kalebent (zincirli hapis) cezası verir. Ayrıca, zarar gören kişinin iaşesi devlet tarafından karşılanır.

Hırsızın Elini Kesmeden Önce Karnını Doyuran Adalet

Osmanlı’da adaletin hikmeti şurada yatar: Cezadan önce ıslah, cezadan sonra merhamet. Hırsızlık, sadece bir suç değil, sosyal bir alarm kabul edilmiştir. Bir mahallede hırsızlık olmuşsa, sadece fail değil, komşular da sorgulanır: “Bu adam neden aç kaldı, neden çaresizdi?”

Modern Zamanlarda Kaybolan Adalet

Bugün hırsızlık sadece kamera görüntüsüyle, raporla ve polisle ele alınıyor. Failin sosyal geçmişi, psikolojisi, içinde bulunduğu şartlar çoğu zaman göz ardı ediliyor. Hırsız sadece “bir dosya numarası”, zarar gören sadece “bir müşteri” oluyor.

Osmanlı’da ise bir çalınan eşya, bir toplumun vicdanına soruluyordu: “Nerede eksik kaldık ki bu adam çalmayı göze aldı?”

İbretlik ve Düşündürücü Bir Sonuç

Osmanlı adaletine göre hırsızlık, yalnız elin değil kalbin hastalığıydı. Çareyi yalnız cezada değil, ıslah, şefkat ve sosyal denge içinde aradılar.

Bugün yeniden sormalıyız:

Şehirlerimizi güvenlik kameralarıyla mı, merhametle mi koruyacağız?

Hırsızın kolunu mu keseceğiz, açlık zincirini mi?

Evine ekmek götüremeyen bir babaya “hırsız” demek mi adalet, yoksa ona bir iş vermek mi?

Cevap, belki de kadı sicillerinde değil, kendi vicdan sicilimizde gizlidir.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Bir Canı Almak: Osmanlı’da Adam Öldürmenin Hükmü, Adaleti ve Vicdanı

Bir Canı Almak: Osmanlı’da Adam Öldürmenin Hükmü, Adaleti ve Vicdanı”

“Kim bir cana, bir masum nefse kıymamış birini öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibidir.”
(Maide Suresi, 32)

Bu ayeti merkeze alan Osmanlı adaleti, adam öldürmeyi yalnızca bir suç değil; kâinat düzenine kast olarak görmüştür. Osmanlı’nın ceza hukuku, ilahi şeriatla örfün birleşiminden doğmuş, sadece failin değil toplumun da yargılandığı bir vicdan terazisi olmuştur.

Osmanlı’da Adam Öldürmenin Hukuki Çerçevesi

İslam hukuku çerçevesinde adam öldürme üçe ayrılır:

1. Kasten öldürme (katl-i amd): Bilerek ve isteyerek adam öldürmek.

2. Hatayla öldürme (katl-i hata): Niyet olmadan, yanlışlıkla öldürme.

3. Yarı kasıt (şibh-i amd): Öldürme kastı olmadan şiddet kullanımıyla ölümün gerçekleşmesi.

Her birinin cezası farklıdır:

Kasten öldürmede: Kısas uygulanabilir. Ancak maktulün varisleri isterse kısastan vazgeçip diyet (kan bedeli) talep edebilirler.

Hatayla öldürmede: Kısas olmaz. Diyet ve kefaret gerekir.

Yarı kasıtta: Diyet verilir, hapis veya sürgün uygulanabilir.

Uygulamadaki Şekli: Kadı, Şahit, Şeriat ve Vicdan

Osmanlı’da adam öldürme davaları genellikle şu yollarla çözülürdü:

Şahit dinleme: Olayın oluş şekli en ince detayına kadar araştırılır.

Aile rızası: Maktul ailesi kısas mı ister, diyet mi? Kadı bu talep doğrultusunda karar verir.

Kamu düzeni: Eğer öldürülen kişi kamu görevlisi, yolcu, misafir gibi korunmaya muhtaçsa, devlet doğrudan müdahil olur.

Kadı Defterlerinden Örnekler

1. 1591, İstanbul Kadı Sicili:
Bir tüccar, alacak verecek meselesinden ötürü tartıştığı ortağını bıçaklayarak öldürür. Maktulün ailesi önce kısas ister. Ancak bir hafta sonra kadı önünde bağışladıklarını beyan ederler. Fail, 100 altın diyet ödeyerek serbest bırakılır. Kadı, hutbede “bağışın büyüklüğünü” ilan eder.

2. 1640, Bursa Defteri:
Bir genç, mahallenin sarhoşu tarafından sürekli tacize uğrar. Bir gün kendini savunurken adamı taşla vurur, adam düşüp başını vurarak ölür. Kadı, niyetin öldürme olmadığını tespit eder. Diyet affedilir, genç üç ay kalebent (zincirli hapis) cezası alır. Ardından Konya’ya sürgün edilir.

3. 1710, Diyarbakır Sicili:
İki aşiret arasında çıkan kavga sonucu üç kişi ölür. Kadı, tarafları barışa zorlar. Ölenlerin yakınları kısası bırakır, 3 bin akçelik diyetle sulh yapılır. Aşiret liderleri camide tövbe eder, barış hutbesi okunur.

Osmanlı’nın Adaletinde Bir Hikmet: Kısasla Denge, Diyetle Merhamet

Osmanlı’da ceza, sadece misilleme değil; terbiye, barış ve toplumsal huzur içindir. Kısas, suçu durdurur. Diyet, kini söndürür. Bağışlama ise kul ile Allah arasında büyük bir ahlâkî makamdır.

Osmanlı bu ince dengeyi şöyle formülleştirir:

> “Kısas bir haktır, ama affetmek takvadır.”

İbretlik Bir Sonuç: Suçun Cezası Cezanın Ötesinde

Bugün modern sistemlerde adam öldürme olayları sadece dosyalar, bilirkişi raporları, kamera kayıtları ile yürür. Ancak unutulan şey şudur: Bir canın hesabı sadece mahkemeye değil, topluma ve vicdana da verilir.

Osmanlı’da öldüren sorgulanırken, öldüreni o noktaya getiren sebepler de yargılanırdı:

“Bu adam niçin bu kadar kinlendi?”

“Toplum bu öfkeyi önceden göremedi mi?”

“Biz ne zaman bir gencin eline bıçak verdiğimizin farkında olduk?”

Bugüne Dersler: Kılıç Kadar Kalem de Keskin Olmalı

Cezalar artırılırken, suçun kökü hâlâ ıslah edilmiyor.

Bir can kaybı sadece istatistik değil, bir uygarlık kaybıdır.

Son Söz:
Osmanlı’da bir canın kıymeti mahkemeyle değil, vicdanla ölçülürdü.
Bugün yeniden “vicdanın kadısı” olma zamanıdır.
Zira her ölenle birlikte, adaletin bir parçası da toprağa düşmektedir.

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025

Tartıda Hile, Mizan’da Hesap: Osmanlı’da Ticaret, Aldatma ve Adalet

Tartıda Hile, Mizan’da Hesap: Osmanlı’da Ticaret, Aldatma ve Adalet”

> “Tartıyı tam yapın. Eksik ölçmeyin. Doğru teraziyle tartın.”
(Şuara Suresi, 181-183)

Ticaret, bir milletin midesi kadar ahlâkının da aynasıdır. Osmanlı’da çarşı-pazar sadece malın satıldığı değil, ahlâkın da tartıldığı yerlerdi. Çünkü Osmanlı, ticareti ibadet, aldatmayı ise ahlâk cinayeti sayardı.

Osmanlı’da Ticaretin Temeli: Ahlâk, Şeriat ve Şeffaflık

Osmanlı ticaret düzeni üç temel üzerine kurulmuştu:

1. Şeriat (İslam hukuku): Haram-helal sınırlarını belirlerdi.

2. Örf (yerel ve geleneksel kurallar): Uygulamada esneklik sağlardı.

3. Ahîlik ve lonca sistemi: Mesleki ahlâk ve denetimi temin ederdi.

Esnaf yeminiyle işe başlanırdı:

> “Haramdan sakınacağım, tartıda hile yapmayacağım, müşteriyi aldatmayacağım…”

Ticarette Aldatma Nedir?

Osmanlı’da ticarette aldatma (gabn-i fahiş), çeşitli şekillerde suç sayılırdı:

Tartı ve ölçüde hile

Eski veya bozuk malı yeni diye satmak

Fiyatları yapay olarak yükseltmek (karaborsa, spekülasyon)

Yalan beyanda bulunmak (sözleşme ve alışta)

Kadı Defterlerinden Aldatma Örnekleri

1. 1587, İstanbul Kadı Sicili:
Bir uncu, ekmeklik buğdayı hayvan yemi kalitesinde satarken yakalanır. Tartısında hile vardır. Kadı, ceza olarak hem malına el koyar hem de “zebun” (rezil) edilmesi için mahallenin ortasında teşhir ettirir. Esnaf defterinden çıkarılır.

2. 1643, Bursa Defteri:
Bir tüccar, kumaşları Çin ipeği diye pazarlarken aslında düşük kaliteli Hint ipeği satmaktadır. Şikâyet üzerine kadı huzuruna çıkar. Aldatmanın tespit edilmesiyle müşteri zararı karşılanır, tüccar 10 gün dükkân kapatma cezası alır. Lonca ona “bir daha yaparsan atılacaksın” uyarısı verir.

3. 1702, Edirne Sicili:
Bir baharatçı, bozulmuş zencefili öğütüp satmaktadır. Kadı, seyyar ihtisap görevlilerinin tesbitiyle dükkanı kapatır. Cuma hutbesinde ismi okunarak uyarı verilir: “Müslüman Müslümanı aldatmaz.”

İhtisap ve Denetim: Osmanlı’nın Ticaret Polisi

Osmanlı’da “ihtisap ağaları” denilen zabıtalar çarşıları denetlerdi:

Tartı kontrolü

Mal kalitesi

Etiket uygunluğu

Fiyat spekülasyonu

Hileli mallar imha edilir, esnaf teşhir edilirdi. Bu cezaların temel amacı caydırmak, “korkutmak” değil; ahlâken utandırmak ve düzeltmekti.

Ahîlik: Ahlâkın Sigortası

Her meslek kolu bir loncaya bağlıydı. Ahî reisleri:

Yeni esnafı denetler

Şikâyetleri dinler

Gerektiğinde kadıya bildirirdi

Lonca dışına atılmak, esnaf için manevi idam gibiydi. Çünkü itibarsız kalan bir esnafın çarşıda yeri olmazdı.

Hikmetli Bir Hadise: Tartıya Konan Vicdan

Evliya Çelebi, Bursa’da gördüğü bir bakkalı şöyle anlatır:

> “Adam bir miskal eksik tarttığını fark edince müşterinin ardından koştu. ‘Kul hakkı, hesapsız bırakmaz’ dedi. O miskal ekmeği gözyaşlarıyla verdi.”

Bu olay, ticaretin aslında ahiretle yapıldığı fikrini yansıtır.

Bugüne İbret: Ticaret Artıyor, Ahlâk Azalıyor mu?

Günümüzde:

Reklamla aldatma

Paket içinde eksik mal

Kalitesiz ürünün ambalajla süslenmesi

Dijital ortamda gizli fiyat oyunları

Tüm bunlar, Osmanlı’da en ağır şekilde cezalandırılan “gizli hile” türlerine girerdi.

Ama en büyük fark şu: Osmanlı’da cezalar kalpte başlardı. Bugün sadece kasada.

Son Söz: Tartıda Mizan, Pazarda Vicdan

Osmanlı, ticaretin sadece “alım-satım” değil, bir emanet olduğunu öğretirdi.
Çünkü insanlar Allah’ın rızkını birbirine ulaştırırken sınanır.
Ve ahlâkın bittiği yerde ticaret değil, talan başlar.

İşte o yüzden Osmanlı çarşısında yazardı:

> “Kazancınızda bereket arıyorsanız, vicdanınızı teraziden eksik etmeyin.”

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025