Hilafet. Siyaset. Ulül- emr
Hilafet. Siyaset. Ulül- emr[1]
Hadiste hilafet
Hadis, Hz. Peygamber’in sözleri, eylemleri ve takrirlerinden (onaylamasından) oluşan dini bir kaynaktır. Hilafet ile ilgili hadisler, bu kurumun dini bir dayanağı olduğunu ve Müslümanlar için önemli bir görevi yerine getirdiğini göstermektedir.
Bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
> “Hilafet benden sonra otuz senedir.” [Tirmizî, Fiten, 21]
Bu hadisten anlaşıldığı üzere, hilafetin Hz. Peygamber’in vefatından sonra en az otuz yıl sürmesi gerektiğine inanılır. Bu sürenin dolmasının ardından, halifeliğin nasıl seçileceği konusunda çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır.
Hilafet ile ilgili diğer hadislerde, halifenin nasıl niteliklere sahip olması gerektiğine dair bilgiler yer almaktadır. Örneğin, bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
> “Halifeniz, Allah’tan korkar, insanlara adil davranır, yalan söylemez, emanete hıyanet etmez, malını israf etmez, halkını korur.” [Tirmizî, Fiten, 32]
Bu hadisten anlaşıldığı üzere, halifenin Allah’tan korkan, adil, güvenilir, dürüst, tutumlu ve halka hizmet eden bir kişi olması gerektiğine inanılır.
Hilafet ile ilgili hadisler, bu kurumun Müslümanlar için önemli bir görevi yerine getirdiğini göstermektedir. Hilafet, İslam dininin yayılmasını, Müslümanların haklarını korumayı ve İslam toplumu içinde düzeni sağlamayı amaçlayan bir kurumdur.
Hilafet ile ilgili hadislerden bazıları şunlardır:
* “Hilafet, Allah’ın kullarına bir nimettir. Onu kim hak ederse, o nimete nail olmuştur.” [İbn Mâce, Fiten, 11]
* “Hilafet, bir mümin için en şerefli makamdır.” [Tirmizî, Fiten, 32]
* “Hilafet, müminlerin emanettir. Onu, Allah’tan korkanlar ve Müslümanların işlerini en iyi şekilde yürütecekler yönetmelidir.” [İbn Mâce, Fiten, 12]
@@@@@@@@@
Halife kureyşten hadisi
**Halife Kureyşten Hadisi**, Hz. Peygamber’in halifelerin Kureyş kabilesinden olacağını haber verdiği bir hadistir. Bu hadis, hadis kitaplarında farklı rivayetlerle nakledilmiştir.
**En yaygın rivayet şu şekildedir: **
> “İmamlar Kureyş’tendir.” [Tirmizi, Fiten, 21]
Bu rivayete göre, Hz. Peygamber halifelerin Kureyş kabilesinden olacağını kesin bir şekilde bildirmiştir.
**Diğer bir rivayet ise şu şekildedir: **
> “İmamlar Kureyş’tendir. Onların sizin üzerinizde hakkı vardır; sizin de onların üzerinde hakkınız vardır. Onlardan merhametli davranılması istendiği zaman, merhametli olurlar.” [Beyhaki, Sünen, VII, 143]
Bu rivayete göre, Kureyş kabilesi, halifelik makamının gerektirdiği niteliklere sahip bir kabiledir. Bu nedenle, halifeler Kureyş kabilesinden seçilmelidir.
**Halife Kureyş’ten Hadisi**, Ehli Sünnet ve’l Cemaat’in temel inançlarından biridir. Bu hadis, hilafetin Kureyş kabilesinden seçilmesi gerektiğini savunur.
**Halife Kureyş’ten Hadis’inin yorumları:**
Halife Kureyş’ten Hadis’inin yorumları, farklı İslami ekollere göre farklılık göstermektedir.
Ehli Sünnet ve’l Cemaat’e göre, bu hadis, halifelerin Kureyş kabilesinden seçilmesinin zorunlu olduğunu göstermektedir. Bu ekolün savunucuları, Kureyş kabilesinin, İslam dininin yayılmasında ve Müslümanların haklarının korunmasında önemli bir rol oynadığını, bu nedenle halifelik makamının bu kabileden seçilmesi gerektiğini belirtirler.
Şii ve Zeydi mezheplerine göre ise, bu hadis, halifelerin Kureyş kabilesinden seçilmesinin tercih edildiğini, ancak zorunlu olmadığını göstermektedir. Bu ekollerin savunucuları, Kureyş kabilesinin İslam’ın ilk dönemlerinde önemli bir rol oynadığını, ancak bu durumun günümüzde geçerli olmadığını belirtirler.
İslam dünyasının farklı bölgelerinde, Halife Kureyşten Hadisi’nin yorumlanması farklı şekillerde olmuştur. Örneğin, Osmanlı Devleti’nde bu hadis, halifeliğin padişahlara ait olduğunun bir delili olarak kullanılmıştır.
@@@@@@##
Risale-i Nur’da hilafet konusu
“Cevap : Şeriat-ı Garra zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de, izale etti. Fakat, vaesefa ki, muhît-i za-manî ve mekanînin tesiriyle, hilafet saltanata inkılap edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havale eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevanib-i alemde zeynab gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.”
” Sual : “Şeriatın bazı ahkamı, mesela valilerin vazifelerine taallûku var.”
Cevap : Bundan sonra, bizzarûre, hilafeti temsil eden Meşihat-ı İslamiye ve Diyanet Dairesi hem alî, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzare olacaktır. Şimdi hakim, şahıs değil, efkar-ı amme olduğu için, onun nevinden şahs-ı manevî bir fetva emîni ister. İşte şu hakimin fetva emîni, Meşîhatta mezahib-i erbaadan kırk elli ulema-i muhakkik bir meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı manevîleri, öteki şahs-ı manevîye fetva emînlik edecektir. Yoksa, hakim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisanını anlamazlar. Zîra şahs-ı vahid, şahs-ı manevîyi kandıramaz ve tenvir edemez.
Münâzarât, ss. 79-80.”
” Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i alinin şahsiyet-i maneviyesi-sahip olduğu kuvvet cihetiyle-mânâ-yı saltanatı deruhte etmiştir. Eğer, şeâir-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilafeti dahi vekaleten deruhte etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde laakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacât-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı dîniyesini meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı Hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, meclis elinde bulunmayan ve meclis tarikıyla olmayan böyle bir kuvvet inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asa ise ayetine
(Allah’ın dinine ve Kur’an’a hep birlikte sım sıkı sarılın. (Âl-i İmran Sûresi: 103.) zıttır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir. Ve tenfiz-i ahkam-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhte edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kamil olur. Eğer fena olsa pekçok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-i mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrib ediyorlar. Öyle ise, zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşcî eder…
Mesnevî-i Nûriye, s. 87.”
” O zatın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zatın üçüncü vazifesi, hilafet-i İslamiyeyi ittihad-ı İslama bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip, dîn-i İslama hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakarlarla tatbik edilebilir.”
“Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.
Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.”
” rivayetlerden birisi bu hadîs-i şerif, sarih bir surette Cengiz ve Hülâgû fitnesinden haber verir:
Yani, “Uzun zaman hilâfet-i Abbâsiye devam edecek, sonra o saltanat Deccal eline geçecek” diye, beş yüz seneden sonra İslâm içine bir deccal gelecek, o hilâfeti bozacak…”
” @@@@@@@@
Ulül emr.
**Ulu’l-emr**, İslam dininde “emir sahipleri” anlamına gelen bir kavramdır. Bu kavram, bir toplumun üst yöneticilerini, toplumsal sorumluluk ve otorite sahibi kimseleri içine alır.
**Ulu’l-emr** kavramı, Kur’an-ı Kerim’de Nisa Suresi’nin 59. ayetinde geçmektedir:
> **Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resulüne arz edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, bu, sizin için daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir. **
Bu ayette, Allah’a ve Resulüne itaat etmenin yanı sıra, ülü’l-emre de itaat edilmesi gerektiği belirtilmektedir. Ulu’l-emre itaat, İslam toplumunda düzen ve barışın sağlanmasının önemli bir şartı olarak kabul edilir.
**Ulu’l-emr** kavramının kapsamı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı İslam bilginlerine göre, ülü’l-emr, sadece devlet başkanı ve onun yetki verdiği yöneticileri kapsamaktadır. Diğer bilginlere göre ise, ülü’l-emr, devlet başkanının yanı sıra, ordu komutanları, yargıçlar, din adamları gibi toplumsal sorumluluk ve otorite sahibi kimseleri de kapsamaktadır.
**Ulu’l-emr** kavramı, İslam hukukunda da önemli bir yere sahiptir. İslam hukukuna göre, ülü’l-emre itaat etmek, Müslümanlar için bir farzdır. Ancak, ülü’l-emrin emirleri, İslam’ın temel ilkelerine aykırı ise, Müslümanlar bu emirlere uymak zorunda değildirler. Bu durumda, Müslümanların, ülü’l-emri, emrini İslam’ın temel ilkelerine uygun hale getirmeye teşvik etmeleri gerekir.
**Ulu’l-emr** kavramı, İslam toplumunda düzen ve barışın sağlanmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu kavramın doğru anlaşılması ve uygulanması, İslam toplumunun sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için gereklidir.
*************
Nisa Suresi’nin 59. ayetidir:
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin ve sizden olan Ulu’l-Emr’e itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resul’e götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.
Bu ayette “Ulu’l-Emr”den bahsedilirken, kimlerin bu gruba dahil olduğuna dair net bir açıklama yapılmamıştır. Bu nedenle, “Ulu’l-Emr”in kim olduğu farklı alimler tarafından farklı şekilde yorumlanmıştır.
ULU’L-EMR
Emir sahipleri.
Ulu’l-emr kavramı, Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin, sizden olan ulu’l-emre de. Sonra bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, hemen onu Allah’a ve Rasûlüne arzedin, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanan kimselerdenseniz…” (en-Nisa, 4/59) anlamındaki âyette geçer. Ayette geçen “ulu’lemr” (emir sahipleri)’nin kimleri kasteddiği konusunda görüş birliği yoktur. Sahabe ve tabiun ile müfessirlerin bu konudaki görüşleri beş maddede toplanabilir:
- a) Ulu’l-emr, raşid halifelerdir.
- b) Ulu’l-emr, ordu komutanlarıdır.
- c) Ulu’l-emr, şer’i hükümler konusunda fetva veren müctehid bilginlerdir.
- d) Ulu’l-emr, ehl-i hall ve’l-akd denilen müctehid bilginlerin icmalarıdır.
- e) Ulu’l-emr, imamlar, fazıl ve adil fakihlerdir.
Ehl-i sünnet bilginleri, âyetteki ulu’l-emri yöneticiler olarak yorumlarken buradaki itaatı da tanımlayıp sınırlandırmışlardır. İlke olarak, yöneticilere itaat farzdır. Fakat yöneticiden Allah’a isyan anlamına gelecek bir emir çıkması durumunda, müminlerden itaat yükümlülüğü düşer. Buna karşılık aynı yöneticinin Kur’an ve Sünnet’e uygun emirlerine uyulması gerekir. Fısk işlemesi halinde yöneticinin velayet yetkisi düşer. Eğer görevden alınması mümkünse, görevden alınmalıdır. Ama, mümkün değilse, toplum düzeninin bozulmaması için, zorla görevden almaya, isyan etmeye kalkışılmamalıdır.
Ahmet ÖZALP
Kuranı Kerim’de geçen Ülü’l Emr ifadesini Hamdi Yazır’ın açıklaması:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa Suresi, 59)
Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz ve Allah’ın elçisine (Hz. Muhammede) itaat ediniz. Sizden olan emir sahibine (idarecilere) de itaat ediniz. Dikkat etmek gerekir ki Allah ve Resulü hakkında “İtaat ediniz” diye mutlak itaat açıkça söylendiği halde, emir sahipleri (idareciler) hakkında “Ülü’l emre itaat ediniz” buyurulmayıp bunlara itaat etmek Peygambere itaata atfedilmiş ve yalnız Peygambere itaat etmeye tabi olarak emredilmiş ve bu şekilde tabi olma altında itaat etmenin hem aynı kuvvetle kayıtsız olarak gerektiği gösterilmiş, hem de isyan edilen şeyler de bu hükmün dışında bırakılmıştır. “Allah’a isyan hususunda hiç bir mahlukata itaat edilmez”. Aynı şekilde “İyi ve faydalı şeylerde itaat edilir.” hadis-i şerifleri de bunu açıklıyor. Şu halde amirin her emri, memuru sorumluluktan kurtarmaya yetmez. Diyelim ki, bir memur amirinin emri ile rüşvet alsa veya hırsızlık yapsa sorumluluktan kurtulamaz. Bu mefhum, amirin kanuna aykırı olan emri memuru sorumluluktan kurtarmaz, diye de ifade olunur.
Dikkate değer kayıtlardan birisi de müminlere hitap edilerek “sizden” kaydıdır ki, mânâsı apaçıktır. Müminlerden olmayan idarecilere itaat etmek dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir anlaşmaya riâyet etmek söz konusu olacaktır. Fakat itaat etmenin vacib olmamasından mutlaka isyan etmenin gerekli olduğunu anlamaya kalkışmamalıdır. İtaatin vacib olmaması, isyan etmenin vacib olmasını gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. İsyan hakkı başka, isyan etme vazifesi yine başkadır.
Bundan dolayı buradan mümin olmayan bir çevrede (ortamda) bulunan müminlerin şuna buna karşı isyancı ve ihtilalci bir durumda kabul edilmemeleri ve belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah’a ve Resulüne karşı itaatsizlikten sakınmak ve aynı zamanda kendilerinden olan idarecilere itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemelerinin gerekli olduğunu anlamak gerekir. Bu bakımdan Taberî tefsirinde de zikredildiği gibi şu hadisler ne kadar önemlidir: İbnü Zeydin babasından rivâyet ettiği üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki: “İtaat, itaat, itaatte imtihan da vardır. Fakat Allah dilemiş olsaydı emretmeyi hep peygamberlere verirdi.” Yani peygamberler mevcut iken bile hükümdarlara emretmeyi nasib etmiştir. Ve nitekim Yahya aleyhisselâmın öldürülmesine bile hükmetmişlerdir. Aynı şekilde Ebu Hüreyre’den rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur: “Benden sonra size bir takım valiler valilik edecek iyi iyiliği ile velâyet edecek, günahkar da günah işlemekle velâyet edecek; hakka uygun olan her konuda bunları dinleyin ve itaat edin ve arkalarında namaz kılın, iyilik yaparlarsa hem sizin, hem onların lehinedir. Kötülük yaparlarsa sizin lehinize (menfaatinize), onların zararınadır.” Aynı şekilde Abdullah b. Ömer hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber buyurmuştur ki: “Müslüman olan kişinin itaat etmesi onun vecibesidir, hoşlandığında da hoşlanmadığında da. Ancak günah işlemesi emredilmiş olursa başka. Günah işlemeyi emredene itaat yok.” Şuara sûresinde: “O aşırıların emrine uymayın. Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, ıslah etmezler.” (Şuarâ, 26/151-152) âyeti de bu hususu apaçık ifade ediyor. Ebu’s-Suûd, tefsirinde bütün bunları şu şekilde özetlemiştir. Ayette geçen “sizden olan ülü’l emr”den maksat raşid halifeler ve onlara uyan ve doğru hareket eden hakkı emreden idareciler ve adil davranan valilerdir. Zâlim idarecilere gelince, bunlar Allah’a ve Hz. Peygambere atf ile kendilerine itaat etmenin vacib olmasını hak etmekten uzaktırlar .
Âyette “ümera” buyurulmayıp “ülü’l emr” buyurulması dikkate değer bir husustur. Bu mânâ, amirleri ve hakimleri kapsamaktan başka gerçek anlamıyla (emir vermeye) sahip olmak ve işlerde başvurulacak kimse olmak mânâsını da içine alır. Buna göre sahabe ve tabiinden ilk müfessirler bu konuda bir kaç mânâ nakletmişlerdir:
1- Raşid halifeler,
2- Âyetin iniş sebebine göre küçük müfreze komutanları.
3- “Halbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kişilere gösterselerdi, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu (haberin neye delalet ettiğini) bilirlerdi.” (Nisâ, 4/83) âyetinin işaretiyle âyetlerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan âlim ve fakihler olduğu zikredilmiş ve bununla emrin yalnız askerî ve sivil idarecilere ait olmayıp daha fazla kazaî (hüküm verme) ve teşriî (kanun yapma ile ilgili) yöne ait bulunduğu da gösterilmiştir. Bundan dolayı Ebû Bekr er-Râzî’nin de hatırlattığı şekilde gerek âyetin beyan uslubuna ve gerekse rivâyetlerin tamamına göre meseleyi daha geniş bir şekilde düşünmek gerekir. Bunun için Fahreddin er-Râzî bu gerçeği inceleyerek Allah ve Hz. Muhammed’den sonra toplumsal bir kural halinde kendilerine kesin olarak itaat etmek vacib kılınan emir sahiplerinden maksat, “erbab-ı hal ü akd” (işleri görüp sonuca bağlayana kimseler) denilen ve ittifakları bütün ümmeti temsil ederek Kur’ân ve Sünnetten sonra başlı başına bir şerî delil meydana getiren icma ehli olması lazım geldiğini, Allah ve Peygambere itaat etmekten sonra en mutlak itaatın ancak bu olabileceğini ve amirlere, hakimlere ve âlimlere itaatin de bunlardan biriyle ilgili olduğunu delil getirerek tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır.
Said b. Cübeyr’den rivâyet edildiğine göre bu âyet, Abdullah b. Huzafe b. Kays dolayısıyla indirilmiştir. O sırada Hz. Peygamber onu bir müfrezeye komutan olarak göndermişti. Süddi’nin rivâyetine göre de Resulullah, Halid b. Velid kumandasında bir müfreze göndermişti ki, içlerinde Ammar b. Yasir de vardı. Gittiler, geceleyin hareket hedefleri olan kavime yakın bir yere kondular. Onlar da casuslarından aldıkları bir haber üzerine sabaha kadar kaçtılar. Yalnız içlerinden bir adam çoluk çocuğuna eşyalarının toplanmasını emretmiş ve kendisi gece karanlığında yürüyüp Halid’in askerine gelmiş ve Ammar b. Yasir’i sorup yanına varmış, “Ey Ebu Yakzan! demiş, Ben müslüman oldum diye şehadet ettim, kavmim ise sizin geldiğinizi işitince kaçtılar, ben kaldım; benim müslüman olmam yarın bir fayda verir mi, yoksa ben de kaçayım mı?” diye sormuş, Ammar da, “Hayır kaçma! Sana fayda verir.” demiş. O da kaçmamıştı. Sabahleyin Halid akın etmiş, o adamdan başka kimseyi bulamamışlar. Onu malı ile beraber tutmuşlar. Ammar, haber alınca Halid’e gelmiş, “O adamı bırak, çünkü o müslüman oldu ve ben ona eman verdim.” demiş. Halid de, “Sen kim oluyorsun da adam kurtarıyorsun.” diye çıkışmış ve bundan dolayı birbirlerine söz atmışlar. Nihayet Resulullah’a mahkeme için başvurmuşlar. Hz. Peygamber, Ammar’ın eman vermesine izin vermiş ve bir daha amire karşı böyle kendi kendine söz vermemesini de hatırlatmış, bunun üzerine peygamberin yanında da atışmışlar. Halid, “Ey Allah’ın elçisi! Bu burnu kesik kölenin bana sövmesine müsaade eder misin?” demiş. Resulullah da: “Ey Halid! Ammar’ı kötüleme, çünkü Ammar’ı kötüleyeni Allah kötüler Ammar’a karşı kin besleyenden Allah nefret eder, Ammar’a lanet edene Allah lanet eder.” buyurmuş. Ammar da öfke ile kalkmış. Bunun üzerine Halid, arkasından koşup elbisesinden tutmuş, özür dilemiş, o da razı olmuştu. İşte “Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin.” âyeti bunun üzerine indi, diye nakledilmiştir. Bu iki rivâyetin çözümüne göre âyet, müfreze komutanları ve askerî işler sebebiyle inmiş ve fakat itaat meselesini genel olarak esaslı bir nizama bağlamıştır.
Bundan dolayı Ey müminler! gerek genel bir şekilde birbirinizle ve gerek yetkililer ile sizin aranızda ve gerekse yetkili olanlar arasında herhangi bir şey hakkında tartışırsanız onu Allah’a ve Resulüne götürünüz. Yani yalnız kendi arzu ve isteğinizle halletmeye kalkışmayınız. Çarpışmalara düşmeyiniz. Başkalarına da gitmeyiniz de önce Allah’ı, ikinci olarak Hz. Muhammed’i kendinize başvurulacak yer biliniz, bu hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda biricik hakem ve hakim Allah ve Peygamberini tanıyınız. Değişik hükümlerinizi, fikirlerinizi Allah’ın âyetlerine ve Hz. Muhammed’in açıklamalarına tatbik ederek ve uydurarak birleştiriniz ki, Allah’a müracaat, Allah’ın birliğine inanmada samimiyetle Allah’ın âyetlerini araştırmak ve incelemekle, Resûlüne müracaat da zamanında kendisine ve ondan sonra sünnetine ve halifelerine durumu arzetmekle olur. Zâhiriyye (mezhebi âlimleri) bu âyetten hareketle ihtilafa düşülen meselelerde mutlaka Kur’ân ve Sünnete başvurmanın vacib olduğunu ve bundan dolayı kıyas ile amel etmenin caiz olamayacağını zannetmişlerse de besbellidir ki, Kur’ân ve Sünnetle açıkça anlatılmamış hususların, çekişme halinde Kur’ân ve Sünnete başvurmak için sebeplerini ve illetlerini düşünmekle benzerleriyle mukayese etmekten başka bir yol yoktur. Kıyastan maksat da zaten budur. Fıkıh ve hikmet de budur. Demek ki, İslâm da dört çeşit hüküm vardır.
Kur’ân’da açıkça belirtilen, sünnette açıkça belirtilen, yetkililerin ittifakıyla üzerinde ittifak edilen ve sahih kıyas ile nasslardan çıkarılan hükümler. Bununla beraber bu dördüncüsü ile ihtilaf azaltılabilirse de tamamen birleştirilemez. Bunda anlaşmazlık çıktığı zamanda yetkililerin şûrasına ve nihâyet sultanın emrine müracaat olunur ki, bu da “Allah’a itaat ediniz, Resul’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.” emri gereğince Allah’ın emrine müracaat etmektir. Ve “Emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” (Nisâ, 4/58) bunun da kaynağıdır. Ve mutlaka müslümanlar bir olayda ihtilafa düştükleri zaman ilk önce Allah’ın birliğine inanmak, emaneti ehline vermek ve adaletle hükmetmek vazifelerini göz önünde bulundurup, kendilerini Allah’ın ve Peygamberin huzurunda toplanmış görerek ona göre düşünmeleri ve fikirlerini ve arzularını Allah Teâlâ’nın himayesi altına vermeleri ve daima hakkın birliği yolunda gitmeleri lazım gelir. Eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız böyle yaparsınız, Allah’a ve Resulüne ve yetkililere itaat eder ve şâyet bir şeyde aranızda çekişme olursa onda da Allah’ın ve Resulünün hükümlerine baş vurursanız. Bu başvurmak sizin için halen sırf iyiliktir, çekişmeyi keser. Ve sonuç açısından da daha güzeldir.
“Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı. Allah’ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız.” (Nisa Suresi, 83)
Yukarda diye Allah’a itaat ile, Hz. Peygamber’e itaat etmek birbirinden ayrıldığı halde burada diye ikisi birleştirilerek Peygambere itaat Allah’a itaate çevrildiği sırada hem idarecilere itaatın hükmünün Peygambere itaat etmeye bağlı ve ona eklenmiş olduğunun anlatılması, hem de müslümanların siyasi yönden eğitimlerinin yükseltilmesi için buyuruluyor ki: Bir de kendilerine emniyet veya korkuya dair tatlı veya acı bir emir, bir haber, bir şey gelince hemen onu yayarlar; doğru mu, değil mi, yahut yayılmasında bir zarar var mı yok mu, kamu yararı açısından neşredilmesi caiz mi, yoksa gizlenmesi gerekir mi, düşünmeden danışmadan yayarlar Burada gazetecilerin durumuna da temas eden bir uyarı vardır. Bunlar işittikleri bu haberi Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere, yani o işte yetkisi ve ihtisası bulunan zatlara veya amirlere götürüp onlara başvursalar, danışsalar veya havale etseler onu içlerinden bilgi ve tecrübeleri ve iyi niyet ve basiretleri sayesinde istinbat edebilecek ve hüküm çıkarabilecek olanlar mutlaka bilirler, ne yapılacağını anlar, anlatırlardı.
İSTİNBAT: Nebeta, çıkarmaktır. “Nebıt” de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su demektir. İşte çözümü istenen bir olay, bir konu karşısında elde bulunan prensipler ve bilgileri inceleme ve etraflı bilgi edinme, araştırma ve düzeltme ve karşılaştırarak yeni bir bilgi ortaya çıkarmaya da istinbat ve istihrac denilir ki, bu bir meleke ve özel bir kudrettir. Herhangi bir işte böyle bir liyakat ve yeterlik sahibi olanlar, o işin müctehidi ve gerçek sahibi ve Allah katında yetkilileridir. Bunun için Allah’a ve Peygamberine müracaat edildiği gibi, burada da Allah’ın Peygamberine ve böyle yetkili kimselere müracaat tavsiye edilerek bunlara da itaat etmenin Peygambere itaat etmeye bağlı olduğu bir daha anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki icmada geçerli olan görüş bu gibi yetkili zevatın görüşüdür.
Bu âyet bize özellikle şu hükümleri anlatıyor:
1- Olaylarla ilgili hükümler içinde doğrudan doğruya âyet ile bilinmeyip istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.
2- İstinbat da bir delildir.
3- İstinbata ehil olmayan bilgisiz kimselerin olaylarda ve bilmedikleri konularda âlimlere başvurmaları ve onlara uymaları gerekir.
4- Hz. Peygamber bile istinbat ile mükelleftir. Çünkü bu ayetin Peygamberi de kapsadığında şüphe yoktur.
İniş sebebine gelelim: Münafıklar fırsat buldukça düzmece şeyleri ve uydurdukları kötü yalanları yayarlar. Müslümanların zayıflarından bir takım halk da müfrezelerin durumlarıyla ilgili tatlı veya acı herhangi bir haber işittikleri zaman doğruluğunu, yanlışlığını araştırmadan, ne öncesini, ne de neticesini hesaba katmadan doğrudan doğruya yaymaya kalkışırlardı. Ve bu gibi saygısızlıklardan bazı fitneler meydana gelirdi. Tefsircilerin çoğu, bu âyetin bundan dolayı indiğini açıklamışlardır ki, bu şekilde âyetin iniş sebebi, savaş ve askerî durumlarla ilgili olmuş oluyor. Diğer taraftan Sahih-i Müslim’de Hz. Ömer’den, İbnü Abbas kanalıyla rivayet edildiğine göre, Resulullah’ın, kadınlarından bir süre için uzak durduğu esnada, bir gün Hz. Ömer camide insanların, Resulullah bütün hanımlarını boşamış diye üzülerek konuştuklarını görmüş ve bu haberi aklı almadığından derhal koşup izin isteyerek peygamberin huzuruna girmiş, biraz derdini anlattıktan sonra bir fırsat bulup “kadınlarını boşadın mı?” diye sormuş, “hayır (boşamadım)” cevabını alınca çıkıp “bilesiniz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınlarını boşamadı” diye bir tellal gibi seslenmiştir. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir ki, Hz. Ömer’in gerçeği istinbatına (ortaya çıkarmasına) işaret etmekle, onu övmeyi de kapsamaktadır. Bu rivâyete göre âyetin iniş sebebi, Nisâ sûresinin esas itibarıyla içine aldığı aile hükümleri ile bir ilgisi de vardır. Fakat terbiye ile ilgili hükmü genel olduğundan âyet daha fazla savaşla ilgili durumları ve siyasi eğitimi hedef alan bir nazım uslubuyla ifade buyurulmuştur. Çünkü bunlarda boş boğazlık daha çok yapılır ve daha fazla zararlıdır.
Ey Müslümanlar! Eğer Allah’ın bu fazileti ve rahmeti sizin üzerinizde olmasaydı, yani böyle peygamber ve istinbata gücü yeten ilim ehli yetki sahipleri ile doğru yola irşad ve hidâyeti olmasa muhakkak ki siz çoğunlukla şeytana, şeytan gibi münafıklara uyardınız, sürüklenirdiniz, uymadığınız konular veya uymayan adamlar pek az olurdu. Çünkü az çok aklı olan herhangi bir kimse her konuda şeytana aldanmaz. Kitabın sırlarını bilen ve hüküm çıkarmaya gücü yeten yetkililer, çok geniş bilgi sahibi olan âlimlerden olan zatlar da hak ve hayırlı işleri Allah’ın kuvvetiyle birbirinden ayırmaya güçleri yettiğinden bunların da şeytana aldanması pek az olur. Halbuki halk, çoğunlukla aldanır. Bununla birlikte ilim ehlinin aldanmaması da yine Allah’ın fazilet ve rahmeti sayesindedir. Bunun için diğer bir âyette: “Eğer üzerinizde Allah’ın lutfu ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkmazd” (Nur, 24/21) buyurulmuştur.
Elmalılı Hamdi Yazır, Tefsir
[1] https://www.youtube.com/watch?v=O7zNzg_DUz8