FATİHA SURESİ-1-7
FATİHA SURESİ
https://www.multimediaquran.com/quran/turkce/cuzler/cuz15/arap-281.htm
https://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/on-besinci-sua/
https://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/yirmi-dokuzuncu-mektup/ Beşinci Nükte
https://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/fatiha-suresi/
https://www.youtube.com/watch?v=0CR_8xyN_04
https://www.youtube.com/watch?v=UhO_mDP7RyI
https://www.youtube.com/watch?v=j-2jvJwk49Y
https://www.youtube.com/watch?v=Vy1Ihhq5bCI
https://www.youtube.com/watch?v=FlnxY1ijUTI
https://www.youtube.com/watch?v=NqDBjy8V4LE
https://www.youtube.com/watch?v=n018_WxVSGo
https://www.youtube.com/watch?v=efVtcKpmubs
https://www.youtube.com/watch?v=aTA5pVb8jMs
https://www.youtube.com/watch?v=Reu7whNBUy0
https://www.youtube.com/watch?v=vR7Y7kEXnqk
https://www.youtube.com/watch?v=I8PY4gTkuQQ
**************
-FATİHA:” Fatiha-i Şerife, şu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bir timsal-i münevveridir.”
(S.41,İ.İ.42)
“Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.”(S.346,Ş.276)
“Kur’an Fatiha’da, Fatiha dahi Besmele’de münderic olduğuna ehl-i keşif
müttefiktirler.”(S.398,L.100,378)
“Hanefî Mezhebi’ne göre imam arkasında Fatiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı
hak ve mahz-ı hikmettir.”(S.486)
“Her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlas gibi hakaikleri, başka lisan ile
ifade etmek çok zararlıdır. Çünki menba’-ı daimî olan elfaz-ı İlahiye ve Nebeviye
kaybolduktan sonra, o daimî letaifin daimî hisseleri de kaybolur.”(M.341)
“Ehl-i ilhada kapılan ülema-üs sû’, milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı
A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: “İhtiyaç olsa, diyar-ı baidede, Arabî hiç
bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var.” Öyle
ise, biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?
Fatiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fatiha’yı bilmeyen namazı
terketmesin.”(M.434)
“Okunan bir Fatiha dahi, (meselâ) umum ehl-i iman emvatına aynı anda
yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî havada
çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda
istihdam ediyor, çalıştırıyor.”(Ş.685,Ms.88,E.II//201,204,St.69)
“Bizde (Şafi’ide)Fatiha okumak farzdır.”(E.I/48,II/229)
*************
-HAMD:” Nasıl “Elhamdülillah” gibi bir lafz-ı Kur’anî okunduğu zaman dağın
kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi; aynı lafz, sineğin küçücük kulakçığına da
tamamen yerleşir.”(S.390)
“Dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin “Elhamdülillah” kelimesi, cennet
meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada
“Elhamdülillah” yersin.”(S.647)
“Hamd ü sena, medih ve minnet ona mahsustur, ona lâyıktır. Demek nimetler
onundur ve onun hazinesinden çıkar. Hazine ise, daimîdir.”(M.225)
“Hamd ve şükür ile, yani nimetten in’amı hissetmekle, yani Mün’imi tanımakla
ve in’amını düşünmekle, yani onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve
in’amının devamını düşünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet
kapısını sana açar.”(M.225,236)
“Bir elmayı yiyen ve “Elhamdülillah” diyen adam, o şükür ile ilân eder ki: “O
elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i
rahmetin hediyesidir” demesi ile ve itikad etmesi ile, her şey’i -cüz’î olsun, küllî olsunonun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir
imanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor.”(M.366)
“Meselâ “Elhamdülillah” bir cümle-i Kur’aniyedir. Bunun en kısa manası, ilm-i Nahiv
ve Beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:
Yani: “Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden
ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’a ki, Allah denilir.”
(M.392,Ş.235,242,262,K.K.563,102)
“Meselâ sen “Elhamdülillah” dedin; bu kelâm, milyonlarla büyük küçük
“Elhamdülillah” kelimeleri, havada izn-i İlahî ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf
yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları
halketmiş. Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli
birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlahî ve ihlas o havadaki
kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır
kalır.”(L.152)
“Mezkûr zulmetleri izale eden iman nimetine “Elhamdülillah” diye edilen hamd
dahi bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lâzımdır. Bu ikinci hamda da üçüncü bir
hamd, üçüncüye dördüncü hamd lâzım. (Var kıyas eyle,böyle devam edip
gider.) Demek bir hamd-i vâhidden doğan hamdlerden ibaret gayr-ı mütenahî bir silsilei hamdiye husule geliyor.”(Ş.755,29.lem’a.2.bab.1.nokta)
“Şu “Elhamdülillah” cümlesi, herbiri niam-ı esasiyeden birine işaret olmak
üzere, Kur’anın dört suresinde tekerrür etmiştir. O nimetler de; neş’e-i ûlâ ile neş’e-i
ûlâda beka, neş’e-i uhra ile neş’e-i uhrada beka nimetlerinden ibarettir.”(İ.İ.17)
“Hamdin en meşhur manası, sıfât-ı kemaliyeyi izhar etmektir.”(İ.İ.17)
“Evet “Onların dualarının sonu
da,şudur:Hamd;âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı
lezzet olduğuna delalet eder. Çünki hamd, in’am şeceresini, nimet semeresinde gösterir.
Ve bu vesile ile zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil olur. Çünki şecerede
çok semere vardır, biri giderse ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı
lezzettir.”(Ms.123,124,130,St.170,K.K.103,Yunus.10)
RAHMET VE MERHAMET
Kainatta mutlak manada rahmet ve merhamet hâkimdir. Herşeyi kuşatmıştır. Eğer o rahmet ve merhamet olsaydı biz olmaz Bir şey olmaz. Bizler o rahmet ve merhametinin bir tezahürü yorsun olaylara rahmet ve merhametinin tekno değil. Bütün kaynak yapımında genel olarak bakmak lazım. Bir anlık düşün ya hastalık olmasaydı ne olurdu? Bütün ilimler olmazdı. Devlet kurumları olmaz. Hayati idame ettirecek hayata lazım olacak. Her şey olmazdı. Aslında Hayatın kendisi de olmazdı. Herşey anlamsız şaşırdı rahmet ve merhamet her şeyin içerisinde dışında 6 ceketini kaplamakta sabakat rahmet’i ala ğadabi rahmetim gazabımı geçmiştir. Her tarafı muhittir, kuşatmıştır.
-Bir anlık hastalığın olmadığını düşünün. Hayat nasıl olur?
*******
İkinci Sual: Furkan-ı Hakîmde, (Elleżî ḣaleka-lmevte velhayâte liyebluvekum eyyukum ahsenu ‘amelâ(en)(s) ve huve-l’azîzu-lġafûr(u))”Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratan Odur.” Mülk Sûresi, 67:2.) gibi âyetlerde, “Mevt dahi hayat gibi mahlûktur; hem bir nimettir” diye ifham ediliyor. Halbuki, zâhiren mevt inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü’l-lezzâttır. Nasıl mahlûk ve nimet olabilir?
Elcevap: Birinci sualin cevabının âhirinde denildiği gibi, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at olduğunu gösteriyor. Zira, meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır.
Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe olduğundan, o mevt onların hayatından daha muntazam ve mahlûk denilir.
Mektubat. 13.
*************
Arkadaş! Mâsum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız, meşiet-i İlâhiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan birşeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbikle tecziye edilir. Meselâ, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musibet o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâtlarına olan şiddet-i şefkat ve himâyeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, hiss-i şefkat ve himâyeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete mâruz kalır.
İHTAR: Kaplan gibi hayvanların halal rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.
Mesnevi.64.
**************
Hayvanların ruhları bâkî kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymânî (a.s.) ve neml’i, ve nâka-i Sâlih (a.s.) ve kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bâzı efrâd-ı mahsûsa, hem ruhu, hem cesediyle bâkî âleme gideceği ve herbir nev’in, ara sıra istimâl için birtek cesedi bulunacağı, rivâyât-ı sahîhadan anlaşılmakla beraber, hikmet ve hakîkat, hem Rahmet ve Rubûbiyet öyle iktizâ ederler.
Tarihçe.344
****************
her vücutlarda hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem mânâsı, hem hüviyet-i misaliyesi ve vücutla hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikati gibi çok vücudlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi; aynen öyle de, bu vücudum ve her vücutlard vücudu, zâhirî vücuttan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem mânâsını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvâh-ı mahfuzada ve vücutla manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a’mâlinde ve esmâ-i İlâhiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücudî aynadarlıklarını daire-i esmâda ve daha bunlar gibi zâhirî vücudundan daha kıymettar müteaddit mânevî vücudlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakîn vücutlard bildim.
İşte iman ve imandaki şuur ve intisapla bu mezkûr bâki, mânevî vücutlard sahip olunabilir. İman olmazsa, bütün o vücutlardan mahrum olmakla beraber, zâhirî vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zâyi olur.
Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hattâ o nâzeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-i imaniye gösterdi ki, o çiçekler âlem-i mânâda çekirdeklerdir. Sâbıkan beyan ettiğimiz, ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sümbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zâhirî vücudları mahvolmaz, saklanır. Hem bâki olan hakikat-i neviyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddit mânâları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Maşallah, bârekâllah” dedim.
Şualar. 66.
**************
Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?
Elcevap: Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, 7 milyon 884 bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, 57 trilyon 201 milyar 200 milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette  adalet-i İlâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlaşılıyor.
Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki:
Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, ’de hapseder.
Lem’alar.275.
**************
Şefkat yüzünden esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalâlet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır.
Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir.
Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’ân’ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.
Çünkü mâsum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat
içten ve karşılık beklemeden duyulan merhamet, sevgi etmek, o biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır. ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir.
Risale-i Nur’da kat’iyetle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, “İstirahatimizin selbine sebep oldular” diye rivâyet-i sahiha vardır.
O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkata lâyık hadsiz mâsumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman mâsumlar da yanarlar; onlara acımamak olmuyor. Fakat, cânilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.
Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.
Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp, “Ya Rabbi, şükür elhamdü lillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.
Kastamonu lahikası
***************
Ey şükrü bırakıp şekvâya giren hasta! Şekvâ bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi olmamış ki şekvâ ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenâb-ı Hakkın hakkını vermeden, haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekvâ ediyorsun.
Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekvâ edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah’a şükret.
Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsille izah edilmiş. İcmâli şudur ki:
Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar.
“Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?” deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır.
Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, “Aman, ne yaptım böyle başıma geldi?” diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalık
beden hastalığından daha musibetli, mânevî bir hastalıktır.
Kırılmış elle döğüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir.
Lemalar. 344.5.
************
-ŞEKVA:”Geçmiş ve gelecek elemli saatleri -ki hiç ve madum ve yok olmuşlar- şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp, Allah’tan şekva etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir.”(S.151)
“Eyvah, kimden kime şekva edeyim ben dahi şaştım!”
Ondan ona şekva ederim sen gibi şaşmam…”(S.206)
“Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için, o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir.”(S.293-294)
“Bırak şekvayı şükret, çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.”(M.25)
“Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın “Ben sadece gam ve kederimi Allah’a arzediyorum.”(Yusuf.86) demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.”(M.281,K.K.117)
“Madenler diyemezler: “Niçin nebatî olmadık?” Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır. Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır. Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkeza kıyas et.”(M.285)
“Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek imkânat ve ademiyat nev’inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak’tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun? Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: “Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım” diye şekva ederek ağlayıp sızlasın. Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.”(M.285)
“Kimden kime şekva ettiğini bil, sus. Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk’a şekva et, çünki kusur ondadır.”(M.286,L.9-10)
“Şekva, musibeti ziyadeleştirir hem merhamete liyakatı selbeder.”(L.11)
“Kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda “Ah! Of!” edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkiddir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkid eden, başını örse vurur kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.”(L.12)
“Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum.”(L.130,82,141,144,146)
“Evet hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekva etmemek şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivayat-ı sahiha vardır.”(L.206)
“Ey şekvacı hasta! Senin hakkın şekva değil şükürdür, sabırdır.”(L.207)
“”Bu da geçer yahu!” de, şekva yerinde şükret.”(L.208,212,214)
“Ey şükrü bırakıp şekvaya giren hasta! Şekva, bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi’ olmamış ki şekva ediyorsun.”(L.215)
“Keşki gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazîn haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim.”(L.232,Ş.261,446)
“Hâkim kendi müddeî olsa, elbette ona şekva edilmez.”(Ş.477,Ms.11,Ks.134, E.I/17, M.76)
“Bugünlerde herkes sıkıntıdan şekva ediyor. Âdeta manevî havanın bozukluğundan, maddî ve umumî bir sıkıntı hastalığını vermiş.”(Ks.249)
“Hadîste var ki: “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki; onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır” derler.”(E.I/33,K.K.693-694,E.II/41,51,T.287)
**********
Yirmi Altıncı Sözün hâtimelerinde denildiği gibi, nasıl ki mahir bir san’atkâr, kıymettar bir elbiseyi murassâ ve münakkaş surette yapmak için, bir miskin adamı, lâyık olduğu bir ücrete mukabil model yaparak, kendi san’at ve maharetini göstermek için, o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı da oturtur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o san’atkâra desin: “Beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?”
Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, herbir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmâsıyla kemâlât-ı san’atını göstermek için, herbir şeye, hususan zîhayata, duygularla murassâ bir vücut libasını giydirerek, üstünde kalem-i kazâ ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmâsını gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak, bir kemal, bir lezzet, bir feyiz veriyor.
(Malikel mülk yetasarrafu fi mülkihi keyfe yeşau-Mülkün sahibi, mülkünde nasıl dilerse öyle tasarruf eder.) sırrına mazhar olan o Sâni-i Zülcelâle karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki, desin, “Bana zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun.” Hâşâ!
Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-Vücuda karşı hakları yoktur ve hak dâvâ edemezler. Belki hakları daima şükür ve hamd ile, verdiği vücut mertebelerinin hakkını edâ etmektir. Çünkü verilen bütün vücut mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.
Meselâ madenler diyemezler: “Niçin nebâtî olmadık?” Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.
Nebâtat, “Niçin hayvan olmadım?” deyip şekvâ edemez. Belki, vücut ile beraber, hayata mazhar olduğu için, hakkı şükrandır.
Hayvan ise, “Niçin insan olmadım?” diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkezâ, kıyas et.
Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ… Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?
Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: “Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?” diye şekvâ ederek ağlayıp sızlasın-ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfrân-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar.
Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! Katiyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen, “Yâ Sabûr” de ve sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî etme. Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şekvâ et; çünkü kusur ondadır.
Mektubat. 276.
**************
***********
-RAHMET:” Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedahe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlukatı terbiye eden, bilbedahe yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedahe rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatab ve dost yapan, bilbedahe rahmettir.”(S.10,L.97)
“Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, Güneş kadar zahirdir.”(S.11)
“Ey insan! Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi’rac var. O mi’rac “Bismillahirrahmanirrahîm”dir.”(S.12)
“O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir ki, yıldızlarla zerrat beraber olarak kemal-i intizam ve itaatle -beraber- ordusunda hizmet ediyorlar.”(S.14)
“O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar.”(S.19)
“Bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir.”(S.32,358)
“Vücudda en mühim mevki, hayat ve rahmetindir.”(S.201)
“Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli.”(S.318)
“Evet Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar.”(S.358)
“Sen, daima rahmet ve keremine iltica et.”(S.360)
“”Rahman-ı Rahîm” olan şu mevcudatın Sâni’-i Zülcemalinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor… Demek rahmet, (çünki rahmettir) hicran-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz.”(S.521)
“Bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yani “acımak ve şefkat etmek” manası, rahmet ve nimeti tahrik ediyor.”(S.628)
“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazab edilmez.”(S.721)
“Eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe bârdır ve herkes düşmandır.”(M.73,489)
“Rahmet hazinesi tükenmez.”(M.225)
“Merciiniz onun dergâhıdır, melceiniz onun rahmetidir…”(M.252)
“Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.”(M.261)
“Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.”(M.266)
“Rahmet-i İlahiyeden ümid kesilmez.”(M.327)
“Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in’ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir şey değildir.. çünki kabir kapısında söner, beş para etmez!”(M.413)
“Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.”(L.12)
“İşte ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmasının çaresi: Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en belig bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten lil-âlemîn ünvanıyla Kur’anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten lil-âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salavattır. Evet salavatın manası, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten lil-âlemîn’in vusulüne vesiledir. Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten lil-âlemîn’e ulaşmak için vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.”(L.102)
“Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar.”(L.110)
“İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib’in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir.”(L.130)
“Bu sırr-ı rahmet, yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, za’f u acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da câridir.”(L.235)
“Rahmet-i muhita bir ziyadır..”(L.307)
“İsm-i Rahman’ın cilvesi olan rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-âlemîn ile tezahür eder.”(L.317)
“Böyle dünyayı ve âhireti ve herşeyi kaplamış bir rahmet, elbette o rahmet, vâhidiyet içinde bir ehadiyetin cilvesidir.”(Ş.169)
“Sâni’-i âlemin her şeyi içine almış ve her şeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet-i vasiası vardır. Vâlidelerin, hattâ bir cihette nebatatın evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının sühulet-i rızkları, o rahmet deryasından bir katredir.”(Ms.40)
“Başıma ne gelse, altında bir rahmet var.”(E.I/137)
“O lâtif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmânî hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmet, tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i rabbaniyeden akıyor, mânasında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.”(T.335)
*************
-MERHAMET:“Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var…. Merhamet ise, ihsansız olamaz.”(S.50,19)
“Bize merhamet et.”(S.52)
“Ve o semeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez.”(S.85)
“Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.”(S.147,97)
“Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur.”(S.285)
“Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum?”(S.316)
“Cüz’î ve âdi bir hâdisede en cüz’î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde…”(S.453)
“Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva’-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena’umlarına ve ferahlarına göre o Zât-ı Rahmanurrahîm, ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi (ona lâyık şuunatla tabir edilen) ulvî, kudsî, güzel, münezzeh manaları vardır.”(S.623)
“Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor.”(S.628)
“Esbab; hayvanatı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malûmdur.”(S.680)
“Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen; merhametini değil, iştihasını açar. Sonra döner, geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.”(S.707)
“İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor; ve madem insaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza ediyor..”(L.236)
“Her merhamet ve şefkat sahibi ve her âlîcenab olan zât, başkalarını memnun ve mesrur etmekten, sevindirip mes’ud etmekten lezzet alması…”(L.440,Ş.14)
“Eğer sen dalalette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennem’in vücudu, bin derece i’dam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir.”(Ş.229,İ.İ.81,Ks.75)
“Hayvanata bakarken merhamet kasdıyla bak.”(Ms.140)
“Bu âsi kuluna merhamet eyle”(B.213)
“Şefkat ve merhamete hasret çekiyoruz.”(B.224,270)
“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.”(Ks.75)
“Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.”(Ks.75)
“Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler.”(Ks.123)
“Senin daire-i iktidarın haricinde olan hâdisata, Onun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın!”(Ks.220)
“Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..”(T.138)
“Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet, gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm; ve bîçare ihtiyarlar, peder ve vâlideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.”(T.303,312)
“Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zarurîdir. “Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir.”(T.557)
“Bizi kurtaracak yine onun merhametidir.”(Mh.9)
“Hürmet ve merhametten tevellüd eden masumane tebessüm…”(Mn.72)
***************
-ŞEFKAT:”O Sultan-ı Ezel ve Ebed’in tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatıyla ve şefaatıyla ve şuaatıyla o Sultan’a muhatab ve halil ve dost ol!”(S.10)
“Nebatî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gayet şirin ve fedakârane şefkatleriyle şefkatini gösteren…”(S.11)
“Bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir.”(S.32)
“Herşeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab…”(S.69)
“Şefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor.”(S.101,328)
“Evet Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir.”(S.358)
“Kur’andan istifade ettiğim “Acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarîkıdır… Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder.”(S.476)
“Bak rahmetin cilvelerinden ve latif âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et.”(S.521)
“Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlukların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır.”(S.622)
“Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.”(S.636)
“Hem peder ve vâlideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine aittir.”(S.639)
“Şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır.”(M.30)
“Evet şefkat bütün enva’ıyla latif ve nezihtir.”(M.31)
“Şefkat pek geniştir.”(M.31)
“Şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; safi ve ivazsızdır.”(M.31)
“Evet rahmet-i Rabbaniyenin en hürmetli, en halâvetli, en latif ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i vâlide, hakaik-i kâinat içinde en muhterem, en mükerrem bir hakikattır.”(M.40)
“Rahîm ismi şefkat etmek ister…”(M.294)
“Evet kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatın küçücük bir nümunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi isbat ediyor.”(L.201)
“Herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur…”(L.348)
“Risale-i Nur’un mühim bir esası şefkat olması ve kadınlar taifesinin şefkat kahramanları bulunmaları…”(L.410)
“İnsanın en latif ve şirin bir seciyesi olan şefkat…”(Ş.16)
“Her dertlinin âhını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semî-i Mücîb perde arkasında var, bakar ki; en küçük bir zîhayatın en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevab verir, memnun eder.”(Ş.211,İ.İ.55)
“Evet kız, şefkat ve cemalin mazharı olduğundan, erkek çocuğundan daha ziyade sevilir.”(B.347)
“Şefkat-ı insaniye, merhamet-i Rabbaniye’nin bir cilvesi olduğundan ; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten Lil’âlemîn Zâtın mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirâyet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.”(T.286)