BİR ZİHNİYETİN BİTİRDİKLERİ
BİR ZİHNİYETİN BİTİRDİKLERİ
Türkiye içten kuşatıldı. İçten kuşattırıldı.
Benim gibi birçok mağdurlarına şahit olacağınız bir hatıramı sizlerle paylaşayım.
Ben Kırşehir-in Çimeli köyünde fakir ve kendi halinde yaşayan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim.
Türkiye’nin üzerine çöken manevi zulmetten bizim köyde nasibini almıştı.
Ancak bulut zulmetleri arasında zuhur eden nur gözlerimizi ve gönüllerimizi aydınlatmıştı.
İlk okulu köyde, orta ve liseyi de Kırşehir-de bitirmiştim.
Bir an evvel hayata atılıp, kısa yoldan aileme destek olmak istiyordum.
Ankara da subaylık imtihanının açıldığını duyunca çok sevinmiştim.
Belki de ecdadımın asker bir millet olması, İslam’ı dünyanın dört bir kıtasına yaymış olması orada hizmet etmeme bir teşvik oluşturuyordu.
Gerçi ordunun o geçmişten gelen ruhu kalsa da bedeni çökmüştü!
Yıl 1978 yılları idi.
Nihayet herkes imtihan için heyecanlı bir şekilde bekleşiyorlardı.
Bende duaya durmuş, kendim için biraz da tevekküli olarak hayırlısını istiyordum.
Kazanırsam da iyi olurdu. Zaten o amaçla buralara o imkânsızlıklar içerisinde gelmiştim.
Şimdiye kadar da böyle uzak bir yolculuğa da ilk defa çıkıyordum.
Nihayet sıra bana gelmiş, Necdet Yılmaz diye sözlü sınava çağrılıyordum.
İçeriye girdim. Otur dediler oturdum. Duruş ve hareketleri sanki beni almaya yönelikti.
Beni alacağa benziyorlardı.
Ve bana ilk kabir sorusunu, şey yani kolay düşündükleri soruyu sordular;
-Söyle bakalım evladım;
-Atatürk kaç yılında doğdu ve kaç yılında öldü!
Öyle ya, bundan daha kolay soru mu olur?
Bir ilk okul çocuğun sevinci içerisinde; 1881 – de doğdu ve….
Ve –nin arkası bir türlü gelmiyordu. Unutmuş olamazdım. Ben zorladıkça, bana unutturuluyor, bir türlü hatırlayamıyordum.
Diğer haklarımı kullanmak istiyordum.
Soruyu soran ipin ucunu gösteriyor, bir türlü ipi elime tutuşturmuyordu.
-Oğlum, sen ilk okulu nerede okudun?
Keşke hep böyle soru sorsa ya!
-Köyde okudum efendim.
-Okulunuzun bahçesinde Atatürk büstü yok muydu?
-Vardı efendim.
-O halde oğlum, o büstün önünde yazan tarihleri görüp okumadın mı?
-Gördüm, okudum efendim.
-Ortaokulu, liseyi nerede okudun.
-Kırşehir de efendim.
-Evladım, o okulların bahçelerinde Atatürk büstleri yok muydu?
-Vardı efendim. (Gerçi girmediği yer kalmamıştı ki. Demek ki gönlüme tam girememişti.)
-O halde söylesene oğlum.
Bir türlü hatırlamamış ve söyleyememiştim.
Beni imtihan edenlerde neredeyse benim kadar kaybettiğime üzülmüşlerdi.
Ama böyle bir soru da bilinmez miydi?
Sanki memleketi ben batırmıştım, milleti savaşa ben sokmuştum. Cürmüm büyüktü.
Subaylığı kaybetmiştim.
Bu düşünce ve birazda üzüntü içerisinde karargâhtan çıkacağım sırada, ileriden bana doğru gelen bir asker tıpkı Hızır gibi;
Üzülme, bak biz burada iki yıllığına neler çekiyoruz. Böyle daha hayırlı diyordu.
Gönlüme su serpmişti ama gene de o ateş o zamandan beri beni yaktı, umarım şimdide sizleri yakıyordur.
-Burada sıkıntı içerisinde yaptığım masrafları telafi ve eve eli boş dönmemek için bir arkadaşın aracılığıyla, bir inşaatta bir iş buldum.
Bir ara doğulu Sıddık’ın dershanelerinde kaldım. Bazen onunla beraber derslere gidiyordum.
Sıddık soğuk yapılı bir insandı. Pek konuşmazdı.
Bir aydan fazla kaldığım süre içerisinde kendisinin namaz kıldığını da görmedim.
*Allah bir kapıyı kaparsa çok kapıları açarmış.
Kırşehir-deki Eğitim fakültesine kaydoldum.
Ancak okumak ne mümkün. Türkiye’nin birçok yerinde olduğu gibi oraya da solcular hakimdi.
Ben ise Nur cemaatine gidip geliyordum.
Bir yandan hem davamı anlatmak ve hem de bir yol bulup okumaya çalışmalıydım.
Kendimi sınıfta solcu olarak tanıttım.
Bazen tartışmalar açıp Allah’ın varlığının isbat delillerini başkası ağzından naklediyordum.
Solcu olduğuma o kadar onları inandırmıştım ki, beni öyle bilmeselerdi söyleyip anlattıklarıma tahammül etmeleri mümkün değildi.
Ancak imtihan bitmiyordu. Solcuların içerisinde bulunan solcu bir akrabam beni solculara ispiyon etmiş, benim solcu olmadığımı söylemişti.
Beni birkaç kere sıkıştırdılar. Kendimi müdafaa etmiş, solcuların birbirlerine karşı böyle davranmamalarını, güvenmelerini söylemiştim.
Bu durumum çok sürmedi. Artık deşifre olmuştum.
Her gün okulda kavga oluyor, bizlerin okula girmesi engelleniyordu.
Birkaç kere dayak yedim.
Emniyete giderek okula girme konusunda kendilerinden yardım istedim.
Polisler benimle okula kadar geliyor ve çıkışta dışarıda bekliyorlardı.
Ancak sınıfa girip, sınıftan çıkıncaya kadar yine dayak yiyiyordum.
Herkes dışarı çıktığı halde ben hocayla beraber sınıfta kalıyor, hoca ise çıkmamı, kimsenin kalmadığını söylüyordu.
Çıksam gene dayak yiyeceğimi biliyordum.
Beni kapıda bekleyen solcuların arasından bir yandan kendimi koruyarak hızla kaçmaya çalışıyordum.
Her gün eve her tarafım dayaktan morarmış halde geliyordum.
Annem morlarımı gidermek için birçok işlemlerle birlikte iyileşmem için buğdayın içine koyuyordu.
Benden çok annemin içi yazdığından dolayı da her seferinde beni solculara ispiyonlayan ve dayak yememe sebep olan köylümüz İbrahim’e,
İki gözün kör olsun! İnşallah diye beddua ediyordu.
Şu an ise İbrahim iki gözü kör bir vaziyette yaşıyor.
Tabıya ona da yaşamak denirse.
Daha sonra da gelip benden helallik istedi.
Onca yediğim dayaktan ve kendisinin aldığı onca bedduadan sonra…
Kısacası, başlı başına bir kitap olacak hayatımın maceralarının bunlar küçük bir kesitidir.
Böyle zorluklar içerisinde eğitim fakültesini bitirdim.
Birçok insanı ve nesilleri bitiren zihniyet beni bitirememiş ancak kendi çarkları arasında sıkıştırıp, sıkıntılara sokmuştu.
Şimdi emekli olmuş, eski günleri düşünüp anlatarak hüzünleniyor, bazen de gülüyorum.
Bir zihniyetin bitirmiş oldukları içerisinde olmayıp, bazı yaralarla kurtulmuş olmaktan dolayı Allaha şükrediyorum.
Artık kıştan çıkılmış, bahara girilmişti.
MEHMET ÖZÇELİK
07-10-2014