KUDÜS NÖBETİ-YUH BABA

KUDÜS NÖBETİ[1]

Yıllar önceydi, sene 1972. O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bazı siyasiler ve iş adamları İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Bir sıcak mayıs akşamıydı. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız.

Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar, kafile olarak Mescid-i Aksa’ya vardık. Heyecanlanmıştım asırlık merdivenlerden yukarı çıkarken. Üstteki avluya ‘on iki bin şamdanlı avlu’ diyorlar. Yavuz Sultan Selim Han, Kudüs’e gelince bu avluda on iki bin şamdan mum yaktırmış. Koca Osmanlı ordusu yatsı namazını o mumların ışığında kılmış, adı oradan geliyor.

Avlunun kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam…

Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise… Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki. Orada ayakta bekliyordu, sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye yakın boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur. Şaşırmıştım.

‘Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor’ dedim içimden. Bizi gezdiren rehbere sordum; ‘Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde.’ dedi. Bu yaşta bu sıcakta sebepsiz beklemeyeceğini biliyordum. Bembeyaz sakalının hafif titremesi rüzgardan mıydı, senelerin bedene yüklediği ağır yükten mi bilemedim. Kafasında eski bir kalpak, sanki kanatlanıp gidecek bir kumru misali bekliyordu.

Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kaldım. Yanına yaklaştığımı fark etti, ama kımıldamadı. ‘Selamün aleyküm baba.’ dedim. Başını biraz bana doğru çevirdi, durakladı ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul.” dedi. ‘Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’ dedim. “Ben…” dedi titreyen bir sesle. “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı: “Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım. Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nden İngiliz’e saldırdı. Cânım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz, sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık.” dedi.

Osmanlılar, İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakır. Eskiden bir kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazmış. Zaten İngilizler de Kudüs’ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin şehirde kalmasını istemişler.

Sonra anlatmayı sürdürdü: “Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (yüzbaşı) vardı. ‘Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var: Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!’ demesin. Fahri Kâinat Efendimiz’in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.’ dedi.

Bölüğümüz Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan.” dedi.

Alnından akan ter, gözyaşına karışıyor, kırış kırış olmuş yüzünde kendi yol bulup akıyordu. Konuşmaya devam etti: “Sana bir emanet var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” dedi. ‘Elbette’ dedim. Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyordu.

“Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki: ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım.’ de.” ‘

Tamam’, dedim. Bir yandan göz yaşlarımı gizlemeye, öte yandan dediklerini not almaya çalışıyordum.

Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm öptüm. ‘Allah’a emanet ol baba’ dedim. “Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese.” dedi. Kafileye geri döndüm, sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşıma çıkmıştı. Rehbere durumu anlattım, inanamadı. Adresimi verdim, bu askeri takip etmesini, bir şey olursa bana mutlaka haber etmesini istedim.

Türkiye’ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat’a gittim. Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini buldum. Vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim. Ardından seneler birbirini kovaladı. 1982’de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafım olduğunu söylediler. Rehberden gelen bir tek cümle yazılıydı: “Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü.”

İlhan Bardakçı

****************

YUH BABA[2]

 

Vaktiyle Gaziantep’de meczûbândan YUH BABA diye anılan bir eskici varmış.
Bu zât, dükkanının önünden bir cenâze geçerken ölenin kim olduğunu sorar, ismi söylenince de, eğer ölen sâlih bir müslümân ve kâmil bir mü’min ise yüksek sesle :
– “Mevlâ rahmet eyleye!…Menzili mübârek ola!..” diye uğurlarmış… Eğer ölen kişi kötülükleriyle nâm salmış, âsî ve günâhkâr biriyse veya dindar göründüğü halde, gizli gizli günâh işleyen bir riyâkâr ise, yine yüksek sesle :
– “Yuh onun ervâhına!..” diye uğurlarmış…Bu yüzden de asıl adı unutulmuş ve lakabı YUH BABA olarak kalmış…
Birgün şehrin ileri gelenlerinden birisi vefât etmiş…Cenâze kalabalık bir cemaatle Yuh Baba’nın dükkânının önünden geçerken, Hazret âdeti olduğu üzere, yine ölenin kim olduğunu sormuş ve kim olduğunu öğrenince de korkunç bir na’ra atarak :
– “Yuuuh onun ervâhına!..” diye haykırmış…
Cenâze sâhipleri fenâ halde sinirlenip Hazret’in üstüne yürümüşler fakat cemâatden Yuh Baba’yı tanıyan akıllı uslu kimseler araya girmiş ve O”nun bir meczûb olduğunu, sözlerine aldırış edilmemesi gerektiğini. söyleyerek ortalığı yatıştırmışlar.
Fakat ölen adamın küçük oğlu kendi kendine ahdetmiş ve :
– “Şu eskicinin geberdiğini duyunca ben de onun tabutunun arkasından bir yuh çeker ve babamın intikâmını alırım” diye içinden geçirmiş…
Her fânî gibi Yuh Baba da bir gün Hakk’a yürümüş… Cenâzesini kabre götürürlerken, vaktiyle babasının cenâzesinde Yuh Baba’ya kinlenerek intikam almağa ahdeden delikanlı ortaya çıkıp, bütün gücüyle :
– “Yuh onun ervâhına!..” diye bağırmış…
Herkes kim bu bağıran diye bakarken birdenbire tabutun kapağı kalkmış ve tabutun içinde doğrulan YUH BABA delikanlıya hitâben şöyle demiş :
– “Huzûr-ı Hakk’a baban gibi gidiyorsam, yuh olsun benim ervâhıma! Ama ben senin baban gibi gitmiyorum..
Yuh sizin ervâhınıza!..

@@@@@@

YUH BABA, 19. yüzyılda Gaziantep’te yaşamış bir veli ve meczup olarak bilinir. Asıl adı bilinmemekle birlikte, “Yuh Baba” lakabını, cenazelerin arkasından “Yuh!” diye bağırmasından dolayı aldığı rivayet edilir.

YUH BABA’nın hayatı hakkında çok az şey bilinmektedir. Bazı kaynaklara göre, YUH BABA, gençliğinde dindar ve ibadetine düşkün bir kimse olduğu, ancak daha sonra birtakım manevi tecrübeler yaşadıktan sonra meczup hale geldiği söylenmektedir.

YUH BABA’nın en bilinen özelliği, cenazelerin arkasından “Yuh!” diye bağırmasıdır. YUH BABA’nın bunu yapmasının sebebi, ölen kişinin günahkar olduğunu ve Allah’ın rahmetine layık olmadığını düşünmesi olduğu şeklinde yorumlanır.

YUH BABA’nın bu davranışı, Gaziantep’te birçok tartışmaya yol açmıştır. Kimileri YUH BABA’yı bir veli olarak kabul ederken, kimileri de onu deli olarak nitelendirmiştir.

YUH BABA’nın 19. yüzyılın sonlarında vefat ettiği tahmin edilmektedir. Mezarı Gaziantep’te bulunmaktadır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=DlqBTCXULf0

[2] https://www.youtube.com/watch?v=DlqBTCXULf0

Loading

No ResponsesNisan 13th, 2024