HİSSE-39
HİSSE-39
NEYZEN TEVFİK ve BOYACI ÇOCUK
Neyzen Tevfik bir gün yolda dolaşırken, önüne küçük bir çocuk çıkar.
Çocuk gariban bir ayakkabı boyacısıdır.
Neyzen’in ayakkabılarını boyamak ister.
Fakat boyanacak ayakkabı yoktur ki Neyzen’in ayağında.
Yırtık, pırtık, parmakların dışarıya taştığı bir ayakkabı.
Neyzen, bunun farkında olduğundan çocuğa bakmadan yoluna devam eder.
Ama çocuk azimlidir, üç-beş kuruşunu almaya niyetlidir Neyzen’in ayakkabıları ne kadar eski olursa olsun boyamayı kafasına koymuştur.
Neyzen Tevfik bakar ki çocuktan kurtuluş yok, durur, döner yüzünü çocuğa ve bir anda boylu boyunca yere yatar. Ardından da “hadi evladım boya bakalım suratımı” der.
Çocuk şaşırır. Defalarca ayakkabı boyamıştır ama yüzünü boyatmak isteyen birisine ilk defa rastlamıştır.
Neyzen, “hadi oğlum, başla boyamaya, al işte bu da parası” diye ısrar edince, boyacı çocuk başlar Neyzen’in suratını boyamaya. Sonra bir de cila atar, sonunda da kadifeyle parlatır. Operasyon bitmiştir, Neyzen’in yüzü ışıl ışıl olmuştur. Çocuk mutlu bir şekilde parasını alır,Neyzen Tevfik de yüzünde kuzguni bir parıldamayla arkadaşlarının yanına döner.
Neyzen’in halini gören arkadaşları şaşkınlıkla karışık gülüşüp bağırırlar: “Üstad, ne oldu sana böyle?. Aydede’ye dönmüşsün.
Kim boyadı seni?”
Neyzen Tevfik başından geçenleri anlatır ve olayın sonunu şöyle bağlar:
“Arkadaşlar, ben şimdi eve giderim, elime bir kalıp sabun alırım, yüzümü yıkarım ve yüzümün siyahlığını çıkartırım.
Peki, ya hırsızlar?
Ya uğursuzlar?
Ya gıybet yapanlar?
Garibi gurebayı bedava çalıştıranlar?
Makam mevki için entrika çevirenler?
Onlara ne diyelim?
Onların yüzlerindeki kara nasıl çıkar?
O köftehorların yüz siyahlığını hangi sabun çıkartır?
Alıntı
********************
Beşyüz itten kaçan kurda
Kurt diyenler halt eylemiş
Şehit verilmeyen yurda
Yurt diyenler halteylemiş
Birlik ister bizden olan
Kör olsun milleti bölen
Siyasette yalan, dolan
Şart diyenler halteylemiş
Hamdolsun alnımız aktır;
Zalimden korkumuz yoktur
Hakikatin yönü tektir
Dört diyenler halteylemiş….
#ABDURRAHİMKARAKOÇ
****************
BEDİÜZZAMANIN SIR KATİBİ MEHMED FEYZİ EFENDİ
“Secdeyi yalnız cesedle değil, kalple ruhla, sırla, hafîyle, ahfa
ile, nefisle, belki cesedin bütün zerreleriyle yapmak lazım..
Cesedle secde edip, nefis dimdik ayakta durduktan sonra ne kıymeti
var?..”
“Her rûhun ahsen-i takvîm üzere sûreti de vardır.. Ruhlar fevk’al-
Arş yaratıldı ve o ruhlar âleminde seciyeleri birbirine uygun olan
ruhlar birbirleriyle tanıştılar.. Ruhlar âleminde birbirleriyle
tanışan, biraraya gelen ruhlar, bu dünyada da çeşitli vesilelerle
bir araya gelirler, buluşurlar, tanışırlar, kaynaşırlar..”
“Cenab-ı Hakk’tan necât isteyelim. Bizim elimizde birşey yok..
Mülk O’nun..Hüdâi hazretlerinin dediği gibi:
“Neye kâdir bîçâre insan,
Hakk’tan olmayınca ihsan..”
“Elem neşrahleke..” sûresini oku!.. Gıdanı al.. Normal uykunu uyu..
Yalnız kalıp derin derin düşünme.. Hoşlandığın arkadaşlarınla sohbet
et.. Kendine bir meşgale bul, çalış, vücûden yorul.. Vücudun
yorulunca, zihnin dinlenir..”
“Hergün kalbe nazar etmeli.. Bostandaki yabanî otların sökülüp
atıldığı gibi kalbteki lüzumsuz şeyleri çıkarıp atmalı..”
“Bu zamanda kuvve-i kudsiyyenin, ibâdât-u tâatın, ezkâr ve
tesbihâtın azlığından ötürü ruhlar cılız kalmıştır.. Onun için
takviye lazımdır.. Ruhu kuvvetlendirmek için gıda almaya ihtiyaç
vardır.. Her yenilen gıdanın melekûtu rûha, maddesi de cesede kuvvet
verir..”
“Zâhirî kire ehemmiyet verip de bâtınî kire ehmmiyet vermemek
olmaz.. Sadece dışı zınetlendirmek kâfi gelmiyor.. Bu elbise cesedi
zînetlendiriyor.. Takva ise kalbi zînetlendiriyor.. Takva libası
daha kıymetlidir..”
HACER-İ ESVED’LE AŞI
Her sene yüzbinlerce müslüman Hacer’ülesved’i istîlamla, O’na elini
ve
Yüzünü sürmekle çeşitli mikropları o taşa bulaştırıyorlar. İstîlam
ile de mikroplar istîlam edenin bünyesine geçiyor.
Dolayısıyla aşı olmuş oluyorlar.
Çeşitli hastalıklar bu sayede zâil oluyor.
HACDAKİ SIRLAR
Hacda cihad sırrı var. Hacda istihâle de var. Senelik Hac, ıslahat
fabrikasıdır. Hüccâc, oraların feyiz ve bereketlerinden
memleketlerine getiriyorlar. Hac, tenperverleri, bahilleri de tedavi
ediyor. Şimdi hac kolay, ama muhafazası zor. Eskiden hac etmesi zor,
muhafazası kolaydı.
KABE’YE YAĞAN RAHMET
Kabe’ye her an yüz yirmi rahmet nâzil olur. Rahmetin altmışı tavaf
edenlere, kırkı etrafında namaz kılanlara, yirmisi O’na nazar
edenleredir.
FAZLACA TAVAF ETMEK
Tavaf eden Rabb’ul Kabe’yi tavaf ettiğini müdrik olmalı.
Uzaktan gelenler için, fazlaca tavaf güzeldir.
ZEMZEMİ SOĞUTMAMAK
Zemzemi ılık içmek güzeldir.
Yani kuyusundan çıktığı haliyle içmelidir. Buzdolabı ve benzeri
yerlerde durdurularak içilen zemzem tabiî özelliğini kaybeder.
ZEMZEMİ DOYA DOYA İÇMEK
Herkes zemzemi doyasıya içemez. Zemzemi doya doya içmek; saadet
alâmetidir.
HAC’DA ŞEYTANIN TAŞLANMASINDAKİ ANLAM
Hac’da şeytana atılan 7 taş, kalpte yedi başlı ejderhaya işaret
eden; kibir, hased, riyâ, ucub, hubb-u câh, hubb-u riyâset, dünya
muhabbetini söküp atmak mânâsınadır.
ZEMZEMİN VE KABE TOPRAĞININ YERYÜZÜNE DAĞILMASI
Nuh tufanında, Kabe toprağı ve zemzem yeryüzünün değişik bölgelerine
dağıldı.
Kâbe kapısı ile makam-ı İbrahim arasında 90, rükn-ü yemânî ile
Hacerülesved arasında da 70 Peygamber medfundur. Onun için bu
kısımlarda izdiham olur. Hacılar zorluk çekerler. Safa ile Merve
tepeleri arasında da 40 peygamber yatmaktadır. Tavaf ve say’in
lüzumundan dolayı kabirleri belirlenememiştir.
KABE-İ MUAZZAMA’NIN YANINDA
Eğer hakkıyla âdâba riâyet edemeyecekse Haremde fazla durup laubâli
olmamalı, vazifesini bitirip çekilmelidir. Fakat âdâba riâyet edebilirse istediği kadar kalsın. Kabe’ye nazar eylesin. Çünkü Kabe’ye nazar ibadettir. İmkan buldukça fazla tavaf etmek daha güzeldir.
FEYİZLERDEN DAMLALAR// MUSA ÖZDAĞ
***************
Kamburlu Genç
Bir gün Kümbet medresesindeyken yanıma iki üniversite talebesi geldi. Bunlardan birisi gayet uzun boylu ve sevimli bir gençti. Diğeri ise çok kısa boylu idi ve sırtında bir kamburu vardı.
Uzun boylu olan genç, “Hocam size bir sorumuz var.” dedi ve “Cenab-ı Hak adil midir?” diye sordu.
Ben de:
“Adalet güzel bir sıfat olduğuna göre, bütün güzel sıfatlar gibi bu sıfatın da kemali Allah’ta bulunur. Adaletin kemali Allah’ta olmazsa kimde olur?” dedim.
Bunun üzerine genç:
“Madem adildir, neden bazı insanları, toplum içerisinde utanç duyacakları bir vaziyette yaratmıştır?”
Bu soruyu duyunca meselenin hakikatini anladım. Uzun boylu olan genç, kendince yanındaki arkadaşının hakkını arıyordu. Şöyle dedim:
“Anladım ki, sen yanındaki kardeşin namına konuşuyorsun. Öyle değil mi?” “Evet” dedi.
Bunun üzerine kısa boylu olan arkadaşa döndüm ve, “Boyun ne kadar?” diye sordum. “Bir metre otuz beş santim.” dedi. Diğerine de aynı soruyu sordum. O da, “Bir metre seksen beş santim.” dedi. “Peki sen bu boyundan razı mısın?” dedim. “Razıyım.” dedi.
Bu sefer kısa boylu olana, “Sen de boyundan razı mısın?” dedim. “Böyle olmayı istemezdim.” dedi.
“Peki” dedim, “Allah’tan bir metre seksen beş santim boy alacağın vardı da Allah elli santimini kesti mi?”
Böyle bir cevap alınca şaşırıp kaldılar. Ben devam ettim:
“Hem hakkın olan elli santimi kesmiş hem de istemediğin halde sırtına bir kambur yüklemiş öyle mi?” Bu sözüm üzerine iyice mahcup oldular.
Benim o zamanlar bir adetim vardı, bu şekilde menfî sual soranları önce ilzam eder, sonra da iltifat ile gönüllerini alırdım. Onları da öncelikle böyle ilzam ettikten sonra, biraz rahatlasınlar diye onlar için çay hazırlattım. Sonra çay içerken suallerinin cevabını şöyle verdim:
“İnsan daima kendinden aşağı olana bakmalıdır, tâ ki şekva yerine şükretsin. Mesela, boyu bir metre olana bakarsanız daha huzurlu olursunuz. Evet boyunuz kısa ama Cenab-ı Hakk’ın size bahşettiği diğer nimetleri, mesela başta insan olmanızı, akıllı olmanızı, görmenizi, işitmenizi, konuşmanızı ve sayılamayacak daha nice nimetlere mazhar olmanızı niçin hesaba katmıyorsunuz?..”
“Efendiler, şunu iyi bilip iman etmemiz lazımdır ki, Cenab-ı Hakk’ın üzerine hiçbir şey vacip değildir.Yani Allah kimseye vermek zorunda değildir. Allah kimseye borçlu değil, kimse de ondan alacaklı değil. Kimsenin ondan mütehakkimane isteme hakkı yoktur. Mahlukatına her ne ikram ve ihsan buyurmuşsa kemal-i keremindendir. Mahlukatın onda zerre kadar bir hakkı yoktur ki, bir hak dava edebilsinler. Çünkü bütün mevcudat, dünya ve ahiret onundur. Zat-ı Kibriya mülk ve melekûtunda istediği gibi tasarruf eder ve ediyor. Kimine az, kimine çok verir. Kimini insan, kimini hayvan, kimini ağaç, kimini taş yaratır. Mülkünde ortak ve şeriki yok ki onun hakkına tecavüz ederek –haşa sümme haşa- zulmetmiş olsun. Kimine nazar-ı Celal ile kimine nazar-ı Cemal ile tecelli eder. Mutlak irade sahibidir. Onun işlerinden sual olunmaz. Şu halde insanların ona karşı hak dava etmesi nasıl tasavvur olunabilir?!.”
“Cenab-ı Hak senin boyunu kısa yaratmış ve bir de kambur vermiş. Fakat seni insan olarak yaratmış. Deveyi ise hem hayvan olarak yaratmış hem kambur vermiş hem de o kambur üzerine bir semer vermiş, semerin üstüne de yük yüklemiş.” Sonra latife ile, “Sen yine bu haline şükret. Hiç olmazsa sana yük taşıtmıyorlar.” dedim. Bu sözüme çok güldüler.
Devam ettim:
“Sizin bu mantığınıza göre devenin bu suali sizden önce sorması gerekirdi. Halbuki, onlar kendi hallerindden memnundurlar ve itiraz etmiyorlar. Onların da böyle bir sual sormaya hakkı yoktur.”
Sonra onlara, “Siz nerelisiniz?” diye sordum. “Kayseriliyiz” dediler. “Bu göz açıklık ancak Kayserililere mahsustur herhalde.” dedim. Bu latifeme de güldüler.
Sonra onlara Mektubat’ta geçen şu kısmı okudum:
“Meselâ madenler diyemezler: ‘Niçin nebatî olmadık?’ şekva edemezler: belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır. Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır. Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkeza kıyas et.”
“Ey insan-ı müştekî! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza…”
“Kadere rıza göstermek kadar sürurlu bir şey yoktur. Her kim ki kadere iman eder, kederden emin olur.
Aklınıza, “Acaba kaderin bu gibi hallerde hikmeti ne olabilir?” diye bir soru gelebilir. Ne çare ki, kaderin hükmü bilinmez ve anlaşılmaz. Kader ikiye ayrılır. Bunlardan biri insanın cüzi iradesine taalluk eden cihetidir. Bu noktada insan, kendi iradesini neye sarf ederse, Cenab-ı Hak onu yaratır. İşlediği hayırların mükafatını, şerlerin de cezasını görür.”
“Bir de ızdırarî kader vardır ki, dileyen de Cenab-ı Hakk’tır, yaratan da. Bu noktada kulun hiçbir mesuliyeti yoktur. İnsan aklı kaderin bu kısmının sırlarına vakıf olamaz.”
“Tabiî afetler, musibetler, aksak doğma gibi hadiseler tamamen Allah’ın dilemesiyledir. Şu var ki, Âdil-i Mutlak olan Cenab-ı Hak, dünyadaki en küçük bir sıkıntıyı bile günahlara kefaret saydığı gibi bu şekilde yaratılıştaki noksanlıkların mükafatını ahirette bilemeyeceğimiz bir şekilde verecektir. Yeter ki, gençliğimizi ubudiyet ve rıza-i ilahi dairesinde geçirmiş olalım.”
“Siz bana kaderin ızdırarî kısmını soruyorsunuz, ama Levh-i Mahfuzun defterleri benim elimde değil ki size cevap vereyim. Kaza ve kaderin şifresini kim halledebilir ki? Onun anahtarı ne insanın ne de melekût alemindeki meleklerin elindedir. Oradaki sırları AllahTeâlâ’dan başkası bilemez.”
“Kaza ve kaderin, bizim tarafımızdan bilinmemesi büyük bir rahmettir. Zira bir çok şeyler vardır ki, insan onları bilmezse pek rahat ve asude yaşar. Mesela bir adam ne zaman öleceğini ve başına ne gibi felaketler geleceğini bilse, onun için hayatın ne zevki, ne de lezzeti kalır. Bunları bilmediği takdirde dünya ve ahirete şevk ile çalışır.” dedim.
“Cenab-ı Hakk’ın hikmeti çok derindir. Biz bunları bilemeyiz. Sizin boyunuz da 1,85 olsaydı. Belki gurura düşüp dalalete girebilirdin. Belki bu hikmete binaen Yüce Allah seni böyle yaratmıştır. Bu ise senin hakkında daha hayırlıdır.”
“Mahlukatın en şereflisi ve en mükerremi insandır. Bu insan ise madde ve ruh denilen iki terkipten meydana gelmektedir. Maddeten insanın en kıymetli azası onun kalbidir. Kalbin gıda ve lezzeti ise marifetullah ve muhabbetullahtır. Bu marifet ve muhabbetin anahtarı sana verilen zahirî ve batınî duygularındadır. Hamdolsun onlarda da bir noksaniyetin yoktur. İşte senin kamil bir insan olman bunlarladır. Mesela senin gözün olmasaydı, o zaman derdin ki:
“Ya Rab! Benim gözüm olsaydı da kâinatı senin namına seyretseydim.” diye temenni edebilirdin. Demek ki, marifetullah ve muhabbetullah için bütün duygulara sahipsin. O halde hiçbir şikayet hakkına sahip değilsin.”
“Hem Allah Teala Hazretleri Kur’an-ı Kerîm’de:
“Ben cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibadet etsinler diye yarattım.”(Zariyat, 51/56) buyuruyor.
“Senin boyunun kısa olması ve kambur olması ibadetine noksaniyet getirmediği gibi engelde teşkil etmez ki, sen de muzdarip ve mahcup olasın.”
Şu da bir hakikattir ki, insan dünyaya zevk ve sefa için gelmemiştir. Ahireti kazanmak için gelmiştir. Peygamberimizin buyurduğu gibi
“Dünya ahiretin çiftliğidir.”
çiftlikte ise oyun ve eğlence olmaz orada tembellik değil, kazanmak için çalışıp terlemek vardır. Bediüzzaman’ın dediği gibi,
“Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri cennettedir.”
Orada bitmesi ve tükenmesi mümkün olmayan bir saadet ve huzur olduğu gibi Cemâl-i İlâhiyenin müşahede makamı da orasıdır.
Sohbetimi Üstadımın şu veciz ifadelerini okuyarak bitirdim:
“Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz.”
Bu anlattıklarımdan ve okuduklarımdan sonra memnun ve mesrur bir şekilde yanımızdan ayrıldılar.
**************
Adam uzun yıllar devesiyle taşımacılık yapmış.
Yaşlanan deve yolun sonuna gelmiş.
Artık öleceğini anlayınca:
— Sahibimi çağırın da helallik vereyim, demiş.
Devenin sahibi:
— Ne hakkı varmış ki bende? demiş.
Demiş ama yinede merak etmiş.
Dayanamayıp devesinin yanına gitmiş.
— Ne hakkın var ki bende? demiş.
Deve:
— Öyle deme!
İlk olarak; benim taşıma gücüm belliyken, sen bunun iki katı çuval yüklerdin bana.
Bu hakkımı helal ediyorum sana.
— İkinci olarak; benim günlük 10 kg yiyeceğe ihtiyacım varken, sen hep 8 kg verir kalanı vermezdin.
Bu hakkımı da helal ediyorum.
— Ayrıca ; Üç günlük yolu iki günde gitmem için sopayla döverdin beni.
Bu hakkımı da helal ediyorum.
— Dahası ; bir de yavrum olmuştu.
Onu kesmiş, misafirlerinle bir güzel yemiştiniz.
Bu hakkımı da helal ediyorum.
— Amma bir hakkım var ki, onu sana asla helal etmeyeceğim.
Mahşerde bunu senden soracağım.
Sahibi merakla sormuş.
— Nedir o?
— Her seferinde her yolu en iyi ben bildiğim halde, tüm yükü de ben taşıdığım halde, yularımı bir eşeğe verirdin.
Beni bir eşeğe mahkum ederdin ya, işte bu hakkımı asla helal etmeyeceğim!
MEHMET ÖZÇELİK