ŞUALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI
ŞUALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI
Berâhin-i Tevhidiyeye dairdir
Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve herşeyden Hâlıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlâhını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:
“Gel, Vâcibü’l-Vücud Hâlıkımızın vahdet bürhanlarını temâşâ için yine beraber bir seyahate gideceğiz.”
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesnde istilzam edip isterler.
* Birinci Hakikat, ulûhiyet-i mutlakadır.
Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması; ve sâir zîhayatın, belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması; ve kâinatta maddî ve mânevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri, bir mâbudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları; ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı mâneviyenin birtek İlâhın mâbudiyetini ilân etmeleri, elbette ve bedahetle bir ulûhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hükümferma olduğunu ispat ederler.
Madem böyle bir ulûhiyet hakikatı var, elbette iştirakı kabul edemez. Çünkü ulûhiyete, yani mâbudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakikî mâbudlarını onlara unutturması, ulûhiyetin mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesi, bu cihettendir.
************
Giriş: Ulûhiyet-i Mutlaka Kavramı
İktibas edilen mebhasın merkezinde “Ulûhiyet-i Mutlaka” hakikati yer alır.
• Ulûhiyet: “İlâhlık” demektir. Bir varlığın İlâh olması, onun “Mâbud” (kendisine ibadet edilen) olmasını icab ettirir.
• Mutlaka: Kayıtsız, şartsız, sınırsız ve mutlak demektir.
• Ulûhiyet-i Mutlaka: Hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmayan, kâinatın her noktasında hükmü cari olan, kendisinden başka ibadete lâyık hiçbir varlığın bulunmadığı, yegâne ve mutlak Mâbudiyet makamıdır.
Metin, bu mutlak İlâhlığın varlığını dört büyük ve “kudsi” hakikat ile isbat eder. Bu dört hakikat, kâinatı bir ağ gibi kaplamıştır ve hepsi birden, şüpheye yer bırakmayacak bir derecede (bedahetle), bu Ulûhiyetin “Bir” (Vâhid) olmasını ister (istilzam eder).
Mebhasın Tahlili: Ulûhiyet-i Mutlaka’nın Dört Delili
Metin, “Birinci Hakikat” olarak Ulûhiyet-i Mutlaka’nın tahakkukunu (gerçekleşmiş ve sabit olduğunu) isbat için dört cihan şümul (evrensel) delil sunar:
• Nev-i Beşerin Fıtrî İbadeti:
• İzahı: İnsanlık tarihi (beşerin her taifesi) incelendiğinde, dinsiz bir milletin dahi bulunamadığı görülür. İnsan, yapısı (fıtratı) itibarıyla bir “Mâbud” arar. Bu arayış, bazen hakiki Mâbud’u bulmakla (Tevhid), bazen de putlara, tabiat kuvvetlerine veya başka varlıklara tapmakla (Şirk) neticelense de, “ibadet etme ihtiyacı” fıtrîdir, doğuştandır. Bu cihan şümul fıtrî ihtiyaç, bir “Mâbud-u Mutlak”ın varlığına en büyük delildir.
• Müradifi: Fıtrat-ı selîme, vicdanın tasdiki.
• Sâir Zîhayat ve Cemâdâtın Fıtrî Hizmetleri:
• İzahı: Sadece insanlar değil, diğer canlılar (zîhayat) ve cansız varlıklar (cemâdât) dahi fıtrî hizmetleriyle bir nevi ibadet halindedir. Bir arının bal yapması, güneşin ışık vermesi, atomun nizamlı hareketi; bunların hepsi, kendilerine tayin edilen vazifeyi (hizmet-i fıtrîyye) harfiyen yerine getirmektir. Bu vazife şuuru, bir “Âmir”in (emir verenin) emrine itaati gösterir ki, bu da bir ibadet nevidir. Kâinattaki bu topyekûn itaat, o “Âmir-i Mutlak”ın Ulûhiyetini ilân eder.
• Müradifi: Tesbih, zikir, itaat, evâmir-i tekvîniyyeye (yaratılış emirlerine) inkıyâd.
• Maddî ve Mânevî Nimetlerin İbadete Daveti:
• İzahı: Kâinatta gördüğümüz ve görmediğimiz (maddî ve mânevî) bütün nimetler ve ihsanlar, bir “Mun’im”i (nimet vereni) gösterir. Nimet, karşılığında şükür ister. Şükür ise, ibadetin özüdür. Bize ikram edilen bir elma, göz nimeti, akıl ihsanı; her biri, o nimeti verene karşı minnettarlık (şükür) ve O’nu yüceltme (perestiş) hissini tahrik eder. Kâinatı dolduran bu sonsuz nimetler, o nimetleri veren “Mâbud-u Mutlak”a ibadet edilmesi için birer davetiyedir.
• Müradifi: Şükür, hamd, perestiş, minnettarlık, Mun’im-i Hakikî.
• Tereşşuhat-ı Gaybiye’nin (Vahiy ve İlham) Şehadeti:
• İzahı: Gayb âleminden gelen sızıntılar, tezahürler (tereşşuhat-ı gaybiye) olan vahiy (Peygamberlere gelen) ve ilham (Evliyalara ve hatta diğer varlıklara gelen), istisnasız bir şekilde “birtek İlâhın mâbudiyetini” ilân ederler. Bütün peygamberlerin ve mukaddes kitapların ittifakla “Allah Birdir” demesi, bu Ulûhiyet-i Mutlaka’nın Vahdetine (Birliğine) dair en kudsî ve sarsılmaz delildir.
• Müradifi: Vahiy, ilham, rüya-yı sâdıka, icma-ı enbiya (Peygamberlerin görüş birliği).
Ulûhiyetin Mahiyeti ve Şirkin Reddi (Metnin Kilit Noktası)
Metnin ikinci paragrafı, bu dört delille varlığı isbat edilen “Ulûhiyet-i Mutlaka”nın, neden “iştirakı” yani şirki (ortaklığı) asla kabul edemeyeceğini izah eder. Bu, Tevhid akidesinin mantıksal ve zarurî bir neticesidir.
• Zîşuur Meyveler (İnsan): İbadet ve şükürle mükellef olanlar, kâinat ağacının en şuurlu ve en son meyveleri olan insanlardır. Ulûhiyetin (İlâhlığın) gayesi, bu şuurlu meyvelerin “dikkatlerini” ve “ibadetlerini” kendine celb etmektir.
• Şirkin Zıddiyeti: Şirk, yani Allah’tan başka varlıklara (sebeplere, putlara, tabiat kuvvetlerine, şahıslara ve hatta kişinin kendi “ene”sine) bir pay vermek, bu gayeye taban tabana zıttır.
• Dikkatleri Dağıtmak: Metnin ifadesiyle, başka (sahte) mâbudların ortaya çıkması, o şuurlu meyvelerin (insanların) yüzlerini “hakikî mâbudlarından” çevirip kendilerine (o sahte ilâhlara) döndürmesidir.
• Unutturma Tehlikesi: Hakikî Mâbud, perdenin arkasındadır (“görünmediğinden”). Sebepler (mesela rızkı getiren patron, yağmuru yağdıran bulut) ise zahirdedir (görünürdedir). İnsan, zahire aldanarak, görünmeyen asıl Yaratıcı’yı “çabuk unutturulabilen” bir konuma düşürebilir.
• Netice: İşte şirk, Allah’ın kâinattaki en kudsî maksadı olan “tanınmak” ve “ibadet edilmek” arzusuna (iradesine) karşı bir cinayettir. Ulûhiyetin mahiyetine (yapısına) ve kudsî maksatlarına (ibadet, şükür, muhabbet) aykırı (zıt) olan bu duruma, Ulûhiyet-i Mutlaka’nın müsaade etmesi düşünülemez.
• Kur’ân’ın Tehdidi: Metin, Kur’ân-ı Kerîm’in şirki neden bu kadar şiddetle reddettiğini (“Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red”) ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesini bu hakikate bağlar. Çünkü şirk, kâinatın yaratılış gayesini temelden sarsan bir zulümdür.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali)
İktibas edilen mebhasta zikredilen hakikatler, Kur’ân-ı Kerîm’in temel mesajlarıdır:
• Fıtrat ve Tevhid: (Metindeki “nev-i beşerin fıtrî ibadeti” deliline mukabil)
• $$\{الرُّوم 30:30}$$
$${فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ}$$
• “Artık sen yüzünü, Allah’ı birleyen (bir hanîf) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30:30)
• Kâinatın Tesbihatı (Fıtrî Hizmet): (Metindeki “zîhayat ve cemâdâtın hizmetleri” deliline mukabil)
• $${الإسراء 17:44}$$
$${تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يماً غَفُوراً}$$
• “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. 1O’nu övgü ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ 17:44)
• Nimet ve Şükür (İbadet): (Metindeki “nimetlerin ibadete vesile olması” deliline mukabil)
• $${النحل 16:114}$$
$${فَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالاً طَيِّباًۖ وَاشْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ}$$
• “Artık Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin.” (Nahl 16:114)
• Vahyin Tevhid Üzere İcmaı: (Metindeki “vahiy ve ilhamların ilânı” deliline mukabil)
• $${الأنبياء 21:25}$$
$${وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوح۪ٓي اِلَيْهِ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ}$$
• “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona, ‘Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ 21:25)
• Şirkin Reddi ve Ulûhiyetin Gayesi: (Metindeki “iştirakı kabul etmez” bahsine mukabil)
• $${الزمر 39:3}$$
$${اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ي مَا هُمْ ف۪يه۪ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ}$$
• “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer 39:3)
• Şirkin Şiddetle Reddi ve Tehdit: (Metnin son cümlesine mukabil)
• $${النساء 4:48}$$
$${اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْfِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْماً عَظ۪يماً}$$
• “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, büyük bir günah işlemiş olur.” (Nisâ 4:48)
• $${لقمان 31:13}$$
$${وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۘ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ}$$
• “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân 31:13)
Hülâsa (Netice)
İktibas edilen bu mebhas, kâinattaki her şeyin (fıtratın, hizmetin, nimetin ve vahyin) varlığının, “Mutlak Mâbud” olan Allah’ın varlığını isbat ettiğini; Mâbud olmanın (Ulûhiyet) en temel gayesinin ise “tanınmak” (marifet) ve “ibadet edilmek” (ubudiyet) olduğunu ortaya koyar.
Şirk ise, bu tanınma ve ibadeti, sebepler perdesine veya sahte ilâhlara taksim ederek, Ulûhiyetin en kudsî gayesini akamete uğratma teşebbüsüdür. Mutlak olan bir Ulûhiyet, kendi gayesine zıt olan bu iştirakı asla kabul etmez. Bu sebeple Tevhid, Ulûhiyetin zarurî ve ayrılmaz bir vasfıdır.
İkinci Hakikat , rububiyet-i mutlakadır.
Evet, bütün kâinatta, hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde, her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde, hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm, elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir.
Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez. Çünkü, o rububiyetin, kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san’atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ ettiğinden, en cüz’î birşeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rubûbiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey’âtıyla mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.
**********
Giriş: Rububiyet-i Mutlaka Kavramı
İktibas edilen metnin temel taşı “Rububiyet-i Mutlaka” tabiridir.
• Rububiyet: Rabblık, terbiye edicilik, bir şeyi kademe kademe kemâline eriştirme, idare etme, besleyip büyütme ve sahip olma manalarına gelir. Kâinattaki her bir mevcudun, zerrelerden yıldızlara kadar, hususiyetle hayat sahiplerinin (zîhayatların) her türlü ihtiyacının görülmesi ve idaresidir.
• Mutlaka: Kayıtsız, şartsız, hudutsuz, cihan şümul ve her şeyi ihata eden demektir. Hiçbir şeyin ve hiçbir mekânın O’nun idaresinin ve terbiyesinin haricinde kalmamasıdır.
Dolayısıyla Rububiyet-i Mutlaka, bütün kâinatı, en küçük parçacığından en büyük galaksiye kadar, bir saray gibi nizam ve intizam içinde idare eden, her bir mahlûkun her türlü ihtiyacını hikmet ve merhametle karşılayan mutlak ve hudutsuz Rabblıktır.
Müradif ve Alakalı Kavramlar:
• Ulûhiyet: İlahlık. İbadete layık yegâne Zat olma sıfatı. Rububiyet, Ulûhiyet’in fiilî bir tecellisidir; yani, Madem Rab (terbiye edici) O’dur, o halde İlâh (ma’bud) da O olmalıdır.
• Hâkimiyet: Mutlak egemenlik. Kâinatta O’nun emir ve iradesi dışında hiçbir şeyin vuku bulmaması.
• Kayyûmiyet: Bütün mahlûkatın varlığının ve devamının O’nun varlığına bağlı olması. Her şey O’nunla kaimdir.
Birinci Kısım: Rububiyet-i Mutlaka’nın Delilleri ve Tasviri
Metin, bu mutlak idarenin delilini “bütün kâinatta… her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette… hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm” olarak tasvir ediyor.
• Tasarruf-u Âmm (Cihan Şümul İdare): Nazarımızı (bakışımızı) nereye çevirirsek çevirelim, bir idare fiilini görürüz. Bir çiçeğin açmasından bir kuzunun iaşesine (beslenmesine), bir hücrenin bölünmesinden gezegenlerin yörüngede dönmesine kadar her hadise, bir plan ve nizam dâhilindedir.
• Hakîmâne (Hikmetli) Tasarruf: Hiçbir fiilde abesiyet, israf veya gayesizlik yoktur. Her şey en sanatlı, en faydalı ve en kısa yoldan en mükemmel surette yapılır.
• Rahîmâne (Merhametli) Tasarruf: Hususiyetle hayat sahiplerine (zîhayatlara) ve onların yavrularına gösterilen şefkat, en muhtaç oldukları anda rızıklarının “umulmadık bir surette” (mesela anne memesinden süt veya ağaçtan meyve gibi) gönderilmesi, bu idarenin sonsuz bir merhametle yapıldığının isbatıdır.
• Dest-i Gaybî (Gizli El): Bu fiillerin faili, maddî sebeplerin (zahiri nedenlerin) arkasında işleyen manevî, gizli ve kudretli bir eldir. Sebepler (mesela bulut) acizdir, şuursuzdur (mesela arı); ancak neticeler (mesela yağmur, bal) son derece hikmetli ve sanatlıdır. Bu durum, failin sebeplerin ötesinde olduğunu gösterir.
Bu tasarruf, o Rububiyet-i Mutlaka’nın bir “tereşşuhu” (sızıntısı, yansıması) ve “ziyasıdır” (ışığıdır). Kâinattaki bu muazzam faaliyet, O’nun varlığını ve Rabblığını güneş gibi gösteren bir bürhan-ı kat’îdir (kesin delildir).
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• İaşe ve Terbiyenin Kapsayıcılığı:
“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, onların yurtlarını da, geçici olarak durdukları yerleri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (levh-i mahfûzda) dır.” (Hûd, 11/6)
• Tasarrufun Nizamı ve Hikmeti:
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk, 67/3)
İkinci Kısım: Rububiyet’in Yapısı ve Şirki Reddetmesi
Metnin can damarı burasıdır: “Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez.”
Neden kabul etmez? Çünkü “mutlak” olan, “ortaklı” olamaz. Mutlak hâkimiyet, zıddını ve ortağını reddeder. Eğer bir ülkede iki mutlak padişah iddiası olsa, o ülke fesada gider. Kâinat sarayında da durum böyledir. Bu, mantıkî bir zarurettir.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Mümanaat Delili (Şirkin İmkânsızlığı):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)
“Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. 1Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan uzaktır.” (Mü’minûn, 23/91)
Üçüncü Kısım: Şirkin, Rububiyet’in Gayelerini Bozması
Metin, şirkin reddedilmesinin daha derûnî bir hikmetini açıklıyor. Mesele sadece bir “hâkimiyet” kavgası değil, “sanatın ve gayenin” bozulması meselesidir.
Rububiyetin mühim gayeleri vardır:
• Cemâlini İzhar: Kendi manevî güzelliğini, sanatındaki estetikle göstermek.
• Kemâlâtını İlân: Kendi kusursuz sıfatlarını (sonsuz ilim, irade, kudret, hikmet) kâinat kitabıyla ilan etmek.
• Kıymetli San’atlarını Teşhir: Her biri birer mucize olan eserlerini (bir kelebek, bir göz, bir yaprak) sergilemek.
• Gizli Hünerlerini Göstermek: Mahlûkatın yapısına (doğasına) yerleştirdiği ince sanatları ve hikmetleri açığa çıkarmak.
Bu yüce gayeler, “cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ” eder. Yani, Allah’ın sanatının ve kemâlinin en parlak aynası, en küçük bir mahlûktur (cüz’î). Bir mikrop veya bir sinek, galaksiler kadar harika bir sanat ve kemâl sergisidir.
Şirk bu gayeyi nasıl bozar?
Eğer “en cüz’î birşeye” (mesela bir hücreye veya bir atoma) “kendi başıyla müdahale eden bir şirk” (yani Allah’tan bağımsız hareket edebilen bir ortak, bir tabiat kanunu, bir sebep) kabul edilirse:
• O sanat eseri kıymetten düşer. Sanat, Sanatkârına (Sâni) nisbet edildiği ölçüde kıymetlidir. Eğer o eser “tesadüfe”, “tabiata” veya “sebeplere” verilirse, o yüksek sanat ve hikmet perdelenir.
• “O gayeler bozulur ve o maksatlar harap olur.” Sergi, gayesinden sapar.
• En mühimi: “Zîşuurun (insanın) yüzlerini o gayelerden… çevirip esbaba saldığından.” İnsan, Allah’ın sanatını ve merhametini görmek yerine, kör sebeplere (esbaba) takılır. Güneşe tapanlar, ineğe tapanlar veya ilacı şifa verici zannedenler bu duruma düşer. Şükrü ve hayreti Allah’a değil, sebeplere yöneltirler.
Bu vaziyet, “rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet”tir. Bir sanatçı, eserinin başkasına mal edilmesine nasıl rıza göstermezse; Sâni-i Zülcemâl de, Rububiyetinin gayesi olan sanatını, kemâlini ve cemâlini izhar ederken, araya şuursuz sebepleri veya aciz ortakları sokarak bu sergiyi bozmak ve perdelemek isteyen şirke asla müsaade etmez.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Sanatın Güzelliği ve Gayesi:
“O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Secde, 32/7)
• Sebeplere Takılıp Gayeyi Unutmak (Yüz Çevirmek):
“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirerek geçip giderler.” (Yûsuf, 12/105)
Dördüncü Kısım: Kur’ân’ın Tevhid Vurgusunun Sırrı
Metin, bu izahı Kur’ân-ı Kerîm’e bağlayarak son noktayı koyar:
“Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı… mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.”
• Takdis: Allah’ı her türlü noksandan, aczden, şerikten (ortaktan) ve kâinatın işlerine müdahale edememekten tenzih etmek, O’nun pek yüce ve münezzeh olduğunu ilan etmek (Sübhanallah).
• Tesbih: Bütün kâinatın, O’nun emir ve nizamı altında hareket ederek O’nu zikrettiğini, O’nun kusursuzluğunu ilan ettiğini bildirmek.
• Tevhide İrşad: Kur’an’ın her ayetinin, hatta harflerinin ve heyetlerinin (duruşlarının) bile dolaylı veya doğrudan Allah’ın birliğini göstermesi.
Kur’an’ın bu kadar ısrarla “Tevhid” demesi ve “Şirk”i reddetmesinin temel sebebi, şirkin sadece bir inanç hatası değil, aynı zamanda kâinatın varlık gayesini, Rububiyetin maksatlarını ve mahlûkatın sanat kıymetini temelden yıkan, bozan ve harap eden bir “adâvet” (düşmanlık) olmasıdır.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Kâinatın Tesbihi:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ, 17/44)
• Takdis ve Şirkin Reddi:
“De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar bulunsaydı, o takdirde o ilâhlar Arş’ın sahibine (Allah’a) ulaşmak için bir yol ararlardı.” (İsrâ, 17/42)
“O, onların dediklerinden çok münezzehtir, pek yücedir.” (İsrâ, 17/43)
Hülasa (Netice)
İkinci Hakikat, kâinattaki mükemmel idareye (Rububiyet-i Mutlaka) nazar ederek, bu idarenin temel gayesinin “Sanatın ve Kemâlin İlanı” olduğunu tespit eder. Bu ilan ve sergi, en küçük zerrede ve hayat sahibinde odaklanmıştır. Şirk (ortak koşmak), bu ilanı perdeler, sanatı kıymetsizleştirir ve şuurlu varlıkların yüzünü Sanatkâr’dan alıp sebeplere çevirir. Bu durum, Rububiyetin gayesine taban tabana zıt ve aykırı olduğundan, Rububiyet-i Mutlaka, yapısı gereği şirkin en küçüğüne dahi müsaade etmez. Kur’an’ın ısrarlı Tevhid dersinin sırrı da budur.
Üçüncü Hakikat, kemâlâttır.
Evet, bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri harika güzellikleri, âdilâne kanunları, hakîmâne gayeleri, hakikat-ı kemâlâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizâtlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlıkın kemâlâtına ve o Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın kemâlâtına şehadeti pek zâhirdir.
Madem kemâlât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemâlât içinde icad eden Hâlıkın kemâlâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemâlâtı haktır ve hakikatlidir. Elbette bu gözümüzle gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı, fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zâlimâne mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren; ve âsârı ile kemâlâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren; ve Hâlıkın âyine-i kemâlâtı olan bütün mevcudâtın şehadetiyle nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlıkın kemâlâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallâkıyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
Şirkin bu kemâlât-ı İlâhiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemâlâtları bozduğu, İkinci Şuâ risalesinin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makamında kuvvetli ve kat’î delillerle ispat ve izah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.
*********
Konunun Tafsilatlı İzahı: Hakikat, Kemâlâttır
Bu “Üçüncü Hakikat,” kâinat, insan ve Hâlık (Yaratıcı) arasındaki derûnî ve zarurî bir bağlantıyı “Kemâl” kavramı üzerinden kurar. Varlığın hakikati kemâldir; noksanlık ve abesiyet (anlamsızlık) ise hakikatin zıddıdır. Şirk, bu temel kemâlâtı inkâr ettiği için hakikatsizdir.
Bu metni dört ana başlık altında tahlil edebiliriz:
1. Kâinatın Şehadeti: Varlığın Gayesi Kemâldir
• Temel Istılah/Deyim: Hakikat-ı Kemâlâtın Vücudu (Kemâlât Hakikatinin Varlığı)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Tekâmül, nizam, intizam, mizan (ölçü), hikmet, gaye, hüsn (güzellik), cemâl, sanat-ı İlâhiyye.
• İzahı (Açıklaması):
Metin, hakikatin kemâl olduğunu beyan ettikten sonra, bu davanın isbatı için nazarlarımızı (bakışlarımızı) kâinata çevirir. Kâinata baktığımızda tesadüfî, anlamsız veya çirkin bir yapı görmeyiz. Bilakis:
• Ulvî Hikmetler: Her varlığın bir gayesi, bir vazifesi vardır. Hiçbir şey abes (boşuna) yaratılmamıştır.
• Harika Güzellikler (Cemâl): Bir çiçeğin simetrisinden galaksilerin ihtişamına kadar her şeyde gözü okşayan bir sanat ve güzellik vardır.
• Âdilâne Kanunlar: Fizik, kimya, biyoloji kanunları gibi cihan şümul yasalar, kâinatın adaletle ve şaşmaz bir ölçüyle idare edildiğini gösterir.
• Hakîmâne Gayeler: Her varlık, kendinden daha büyük bir gayeye hizmet eder.
Bu dört unsur (hikmet, güzellik, adalet, gaye), kâinatın temelinde “noksanlık” veya “abesiyet” değil, “kemâl” olduğunu bedahetle (apaçık) gösterir. Varlık (vücud) kemâldir; yokluk (adem) ise noksanlıktır.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Yaratılıştaki Kemâl ve Nizam:
$$”O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir de bir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”$$
(Mülk 67/3-4)
• Her Şeyin Güzel Yaratılması:
$$”O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.”$$
(Secde 32/7)
• Varlığın Abes Olmayışı:
$$”Biz göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!”$$
(Sâd 38/27)
2. Hâlıkın Kemâlâtı: Sanat, Sanatkârın Kemâline Delildir
• Temel Istılah/Deyim: Hâlıkın Kemâlâtı (Yaratıcının Mükemmelliği)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Esmâ-i Hüsnâ (En Güzel İsimler), Sıfât-ı Kudsiyye (Kutsal Sıfatlar), Zât-ı Akdes, Kudret-i Ezeliye, İlm-i Muhît (kuşatıcı ilim).
• İzahı (Açıklaması):
Madem kâinat (eser/sanat) bu derece kemâldedir; elbette o eseri hiçten icad eden Sâni’in (Sanatkârın) kemâlâtı zarurîdir. Metin, Hâlıkı “her cihetle mu’cizâtlı ve cemalli bir surette idare eden” olarak tasvir eder. Eserdeki kemâl, sanatkârdaki kemâlden süzülüp gelir.
Kâinattaki sonsuz ilim, irade, kudret, hikmet ve cemâl tecellileri, bu sıfatların menbaı (kaynağı) olan Zât’ın “nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi” bulunduğunu isbat eder. Bütün mevcudât, O’nun bu kemâlâtına birer şahittir.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• En Yüce Sıfatlar (Kemâlât):
$$”O, göklerde ve yerde tektir. Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir. (Hayır ve şerden) ne kazanacağınızı da bilir.”$$
(En’âm 6/3)
$$”…Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”$$
(Rum 30/27)
• Esmâ-i Hüsna:
$$”O, Allah’tır, yaratandır, yoktan var edendir, şekil verendir. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”$$
(Haşr 59/24)
3. İnsanın Kemâlâtı: Âyine-i Zîşuurun Hakikati
• Temel Istılah/Deyim: İnsanın Kemâlâtı (İnsanın Mükemmelliği)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Ahsen-i takvîm (en güzel biçim), Halife-i arz (yeryüzünün halifesi), Ene (Benlik), Marifetullah (Allah’ı tanıma), Ubûdiyet (Kulluk), Fazilet.
• İzahı (Açıklaması):
Metin, Hâlıkın kemâlinden sonra insanın kemâline geçer. Çünkü insan sıradan bir varlık değildir. O:
• Kâinatın en mühim meyvesidir: Bütün kâinat ağacının neticesi, şuurlu bir meyve olan insandır.
• Arzın halifesidir: Yeryüzünde tasarruf etme, idare etme ve Allah’ın isimlerini gösterme vazifesi verilmiştir.
• Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu (sanat eseri) ve sevgilisidir: Ona “ahsen-i takvîm” sıfatı verilmiş, hitabına muhatap kılınmıştır.
• Hâlıkın âyine-i zîşuurudur (şuurlu aynasıdır): İnsana verilen “ene” (benlik), Hâlıkın sonsuz sıfatlarını (kendi cüz’î ilmiyle O’nun küllî ilmini, kendi cüz’î iradesiyle O’nun küllî iradesini) anlamak için bir ölçü birimidir.
İşte bu vasıflara sahip insanın da bir “kemâlât hakikati” vardır. Bu kemâl, Hâlıkını tanıması (marifet) ve O’na kulluk etmesidir (ubûdiyet). İnsanın hakikati budur.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Ahsen-i Takvîm:
$$”Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”$$
(Tîn 95/4)
• Halifelik:
$$”Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti…”$$
(Bakara 2/30)
• İnsanın Gayesi (Kemâli):
$$”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”$$
(Zâriyât 51/56)
4. Şirkin Reddi: Kemâlâtın Zıddı Olarak Hakikatsizlik
• Temel Istılah/Deyim: Şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Tesadüf, tabiat (fâil olarak), abesiyet (anlamsızlık), fena (yok oluş), zeval (kayboluş), noksaniyet (eksiklik), zulm (haksızlık), butlan (bâtıllık).
• İzahı (Açıklaması):
Metin, ilk üç adımda Hâlık’ın, kâinatın ve insanın “kemâlât hakikati”ni isbat ettikten sonra, mantıkî bir neticeye varır: Bu üç kemâli birden inkâr eden veya bozan “şirk” (Allah’a ortak koşmak, sebepleri veya tabiatı yaratıcı kabul etmek) hakikat olamaz.
Metne göre şirk, bu kemâlâtı nasıl bozar?
• Kâinatın Kemâlini Bozar: Şirk nazarıyla bakıldığında, hikmetli ve sanatlı kâinat; “fena ve zevalde yuvarlanan” (sürekli yok olan), “neticesiz”, “tesadüfün oyuncağı”, “tabiatın mel’abegâhı (oyun alanı)” ve en acısı “zîhayatın (canlıların) zâlimâne mezbahası” suretine çevrilir. Kemâl, anlamsız bir kaosa (abesiyete) dönüşür.
• İnsanın Kemâlini Bozar: Şirk, “ahsen-i takvîm”deki, “halife-i arz” olan şuurlu insanı; gayesiz, sahipsiz, “en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine” indirir. Çünkü ebedî bir kemâle değil, fâni bir yok oluşa gittiğini vehmeder.
• Hâlıkın Kemâlini Bozar (Setreder): Bütün mevcudâtın şehadetiyle sabit olan Hâlıkın “nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi”ni perdeler. O’nun yaratıcılığının (hallâkıyetinin) neticesini (yani hikmetli eserlerini) iptal eder, tesadüfe ve tabiata havale eder.
• Netice: Şirk; Hâlık’ın, kâinatın ve insanın kemâlâtına taban tabana zıt olduğu için, varlığın temel hakikati olan “kemâl” ile çeliştiği için, “elbette olamaz ve hakikatsizdir.”
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Şirkin Büyük Zulüm Olması (Kemâle Zıddiyeti):
$$”Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.””$$
(Lokmân 31/13)
• Şirkin Amelleri İptal Etmesi (Kemâli Bozması):
$$”…Eğer O’na ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”$$
(En’âm 6/88)
• Sebeplerin Yaratıcı Olamaması (Kemâlsizliği):
$$”Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyler hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmışlardır. Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”$$
(Nahl 16/20-21)
Hülasa (Özet):
“Üçüncü Hakikat,” varoluşun bir “kemâl” süreci olduğunu, bu kemâlin kâinatta sanat olarak, Hâlıkta mutlak sıfatlar olarak ve insanda marifet ve ubûdiyet olarak tezahür ettiğini ortaya koyar. Tevhid, bu üçlü kemâli tasdik etmektir. Şirk ise, bu üç kemâli de aynı anda inkâr eden, kâinatı abesiyete, insanı esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) ve Hâlıkın sanatını tesadüfe havale eden en büyük bir “hakikatsizlik”tir.
Dördüncü Hakikat , hâkimiyettir.
Evet, bu kâinata geniş bir dikkatle bakan, kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, herşeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur. âyetinin askerlik mânâsını ihsas eden temsiline göre, zerrât ordusunda ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-u Rabbâniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücûduna delâlet ederler.
Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünkü -1- âyetinin hakikat-i kàtıasıyla; müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.
Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın, hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.
Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli delillerle ispat edildiğinden, onlara havale ediyoruz.
İşte, yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdâniyet-i İlâhiyeyi şuhud derecesinde bildi. İmanı parladı. Bütün kuvvetiyle — dedi.
*************
1. Kelime ve Kavram Tahlili: Hâkimiyet ve Müradifleri
Metnin temelini teşkil eden “Hâkimiyet” kelimesi, bu bahsin anahtarıdır.
• Hâkimiyet (الْحَاكِمِيَّةُ): Hükmetme, emretme, idare etme ve mutlak otorite sahibi olma. Bu, sadece bir “idare” değil, aynı zamanda “hüküm koyma” (yasama), “icra etme” (yürütme) ve “muhakeme etme” (yargılama) kudretlerinin tamamını ihtiva eden kâmil bir tasarruftur.
• Mülk (الْمُلْكُ): Hâkimiyetin en yakın müradifidir. “Mülk” ve “Hâkimiyet” birbirinden ayrılmaz. Mülk, sahip olmaktır; hâkimiyet ise o mülk üzerinde dilediği gibi tasarruf etmektir. Allah Teâlâ “Mâlikü’l-Mülk”tür (Mülkün Sahibi).
• Emir (الْأَمْرُ): Komuta, buyruk. Metinde geçen “tekvinî emirler” ve “âmirâne hükümler”, Hâkim’in iradesinin kâinatta nasıl cereyan ettiğini gösterir. Kâinattaki her hadise, bu Emr’in bir neticesidir.
• Musahhar (مُسَخَّر): Boyun eğdirilmiş, bir vazife ile görevlendirilmiş. Metin, zerrâttan yıldızlara kadar her şeyin “musahharâne meşgul” olduğunu söyler. Bu, hiçbir şeyin başıboş olmadığını, Hâkim’in emri altında hizmet ettiğini gösterir.
2. Metnin Tahlili ve İzahı: Kâinatın Şehadeti
Metin, Hâkimiyet hakikatini isbat etmek için kâinatı bir “delil” olarak sunar ve mantıkî bir silsile takip eder:
a) Kâinat: Haşmetli Bir Memleket Tasviri
Metin, kâinata “geniş bir dikkatle” bakmayı teklif eder. Bu nazar (bakış), kâinatı şu şekilde gösterir:
• Haşmetli ve Faaliyetli Bir Memleket: Kâinat, başıboş bir atom yığını değil, muazzam bir faaliyete sahip, idaresi gayet hikmetli bir “memleket” veya “şehir” gibidir.
• Vazife ve Musahhariyet: Bu memleketin (kâinatın) her bir ferdi (zerrâttan nebâtâta, hayvânâttan yıldızlara kadar) başıboş değildir. Her biri, “birer vazife ile musahharâne meşgul”dür. Güneşin ışık vermesi, ağacın meyve vermesi, bulutun yağmur getirmesi birer “vazife”dir.
• Cünûd-u Rabbâniye (Rabbin Orduları): Metin, bu vazifeli varlıkları “askerlik mânâsı” ile “cünûd-u Rabbâniye” (Rabbin orduları) olarak tasvir eder. Zerreler bir ordu, bitkiler bir fırka, hayvanlar bir tabur, yıldızlar bir ordu gibidir.
Bu tasvir, kâinatta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin bir “âmir” tarafından idare edildiğini gösterir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, bu “asker” (cünûd) tabirini kullanarak Allah’ın hâkimiyetini tasdik eder.
(Fetih, 48:4) “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Fetih, 48:7) “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu ayetler, kâinattaki bütün kuvvetlerin ve varlıkların, o Hâkim’in emrinde birer asker olduğunu açıkça beyan eder.
b) Hâkimiyet-i Mutlaka ve Şirkin İmkansızlığı (Burhân-ı Temânu)
Metnin ikinci kısmı, bu mutlak hâkimiyetin “şirk”i (ortaklığı) nasıl temelden reddettiğini izah eder. Bu, Kelâm ilminde “Burhân-ı Temânu” (Tevhidin, birden fazla ilahın birbirine mani olacağı delili) olarak bilinen delilin bir tasviridir.
• Mantıkî Esas: Metin der ki: “Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz.”
• Delil: “müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar.”
• Misal: “Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur.”
Hâkimiyet, yapısı (doğası) gereği “tek”liği gerektirir. İki ayrı irade, aynı anda aynı şey üzerinde farklı hükümler verirse, “fesat” (bozulma) kaçınılmaz olur.
Metin, bu mantıkî delili, Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetine dayandırır (metinde işaret edilen ayet):
(Enbiyâ, 21:22) “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”
Metin, bu ayetin hakikatini kâinattaki intizam ile isbat eder: “Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar… öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.”
Kâinatta gözlenen bu kusursuz nizam, emrin tek bir merkezden geldiğinin, Hâkim’in “Bir” olduğunun en büyük delilidir.
c) İzzet ve Hâkimiyet: Rakip Kabul Etmemek
Metin, şirkin imkansızlığına dair ikinci bir delil sunar: Hâkimiyetin izzeti.
• Hâkimiyet, Makam-ı İzzettir: Hâkimiyet, bir “izzet” (şeref, onur, yücelik) makamıdır. Rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar.
• Beşerî Misal (Aciz İnsan): Metin, bu hakikati beşerî hayattan bir misalle somutlaştırır: “aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez.” Tarihteki taht kavgaları bu hakikatin acı bir isbatıdır.
• Kıyas (Kadîr-i Mutlak): Mantıkî kıyas şudur: Eğer aciz, cüz’î ve muvakkat (geçici) bir hâkimiyet için insan böyle bir rekabeti kaldıramazsa; elbette, “bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın”, “hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine” başkasını ortak (şerik) etmesi ve buna müsaade etmesi “hiçbir cihetle mümkün olamaz.”
Allah’ın hâkimiyeti, O’nun Rubûbiyet (terbiye edicilik) ve Ulûhiyetinin (ilahlığının) temelidir. Bu temele ortak kabul etmek, O’nun Kudsî (mukaddes) Zât’ının izzetine zıttır.
3. Hâkimiyet Hakikatini Pekiştiren Ayet-i Kerimeler
Metnin ruhuna ve muhtevasına uygun olarak, Hâkimiyet-i İlâhiyye’yi ve şirkin imkansızlığını beyan eden bazı ayetler:
a) Hâkimiyet ve Mülkün Tek Sahibi Olması:
(Âl-i İmrân, 3:189) “Göklerin ve yerin mülkü (hâkimiyeti) Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter.”
(Mülk, 67:1) “Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.”
(Yâsîn, 36:83) “Her şeyin mülkü (hükümranlığı) elinde olan Allah’ın şanı ne yücedir! Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.”
b) Hükmün Yalnızca Allah’a Ait Olması:
(Yûsuf, 12:40) “Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere (düzmece ilâhlara) tapıyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
c) Mülkünde ve Hâkimiyetinde Ortağı (Şerik) Bulunmaması:
(İsrâ, 17:111) “De ki: “Hamd, çocuk edinmemiş olan, mülkünde (hâkimiyetinde) ortağı bulunmayan, âcizlikten dolayı bir yardımcıya da ihtiyacı olmayan Allah’a mahsustur.” Ve O’nu tekbir ile yücelt.”
(Fâtır, 35:13) “O, geceyi gündüze, gündüzü de geceye katıyor. Güneş’i ve Ay’ı da buyruğu altına almıştır. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk yalnızca O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.”
Bu ayetler, metinde “Hâkimiyet-i Mutlaka” olarak ifade edilen hakikatin Kur’ânî temellerini oluşturur.
4. Hâsıl-ı Kelâm (Netice)
İktibas edilen metin, kâinata bakan bir “yolcu”nun (yani hakikati arayan insanın) müşahedesini tasvir eder. Bu yolcu:
• Kâinattaki muazzam faaliyeti ve haşmeti görür.
• Bu faaliyetin başıboş olmadığını, “cünûd-u Rabbâniye” misali “tekvinî emirler” ile idare edildiğini fark eder.
• Bu idarenin, “Hâkimiyet-i Mutlaka”yı isbat ettiğini anlar.
• Bu mutlak hâkimiyetin (gerek “Burhân-ı Temânu” ile gerekse “Hâkimiyetin İzzeti” ile) şirki ve rakibi imkânsız kıldığını idrak eder.
İşte bu dört hakikati (ve metinden önceki diğer üç hakikati) müşahede eden yolcunun imanı, taklitten tahkike, ilimden “şuhud” (görür gibi inanma) derecesine yükselir. Kalbi ve aklı, kâinatın her zerresinden gelen tevhid sedâsını işitir.
Bu şuhudun neticesi olarak, bütün kuvvetiyle metnin sonunda zikredilen kelime-i tevhidi ilan eder:
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ
(Lâ ilâhe illâ Hû)
(O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.)
Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi:
“Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarikatın her vakit tekrarla Lâ ilâhe illâ Hû demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki, tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor.
“Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyleyse, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.
“Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, Herbir şeyle Rabbini bulabilir. Ve herşeyde Hâlıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. Öyleyse haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’âl ve âsâr menziline ve icad ve ibdâ âlemine girdi. Gördü ki, Kâinatı istilâ etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.
Birincisi:
Kibriya ve azamet hakikatıdır. Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un müteaddit yerlerinde bürhanlarla izah edildiğinden, burada bu kadar deriz ki:
Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden, hem yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acip bir hadiseyi, hazır ve göz önünde bir hadiseyle ispat etmek ve onun gibi acip bir tanzir olarak, zeminin yüzünde, bahar mevsiminde, haşr-i âzamın yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi, iki yüz binden ziyade nebatat tâifelerini ve hayvanat kabilelerini beş-altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizanla iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden, hem -1- âyetinin sarahatiyle, zemini döndürüp, gece-gündüz sayfalarını yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisâtıyla yazan, değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.
Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid ve kadîr olan Fâil-i Zülcelâllerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.
Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemâle noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün değildir, fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.
İşte, şirk kibriyaya dokunması ve celâlin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki, hiç kabil-i af olmadığını, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan azîm tehditle ferman ediyor.
**********
Risale-i Nur Külliyatı’nda (hususan Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nda) yer alan “sükûnetsiz misafir”in, yani hakikat arayışındaki seyyahın, tevhid-i hakikî mertebelerindeki seyr ü sülûkunu tasvir etmektedir. Bu misafir, tevhidi sadece zihnî bir tasavvur (konsept) olarak değil, kâinatın her zerresinde Rabbini bulan, hiçbir şeyin O’nun huzuruna mâni olmadığı bir tasdik, ilim ve iz’an (kesin kanaat) seviyesinde anlamak istemektedir.
Bu maksatla, “kibriya ve azamet kapısını” çalmış, yani Allah-u Zülcelâl’in fiil (ef’âl) ve eserlerinin (âsâr) tecelli ettiği icad ve ibdâ âlemine nazar etmiştir.
Metninize konu olan Birinci Hakikat, kâinatı ihata etmiş olan Kibriya ve Azamet Hakikatinin, tevhidi nasıl bedahetle (apaçık bir surette) isbat ettiğinin izahıdır.
1. Kibriya ve Azamet: Manası ve Müradifleri
Metnin merkezinde yer alan Kibriya ve Azamet kelimeleri, Cenâb-ı Hakk’ın ululuğunu ve büyüklüğünü ifade eder.
• Kibriya (اَلْكِبْرِيَاءُ): Allah’ın (c.c.) Zât’ının her türlü noksanlıktan münezzeh, her türlü kemâl ile muttasıf olmasını ifade eden mutlak büyüklüktür. O’nun büyüklüğü, mahlûkatınki gibi izâfî (göreceli) değil, Zâtî’dir. Hiçbir varlık O’nun Zât’ının hakikatine yanaşamaz. Esma-i Hüsna’dan “el-Kebîr” (en büyük) ve “el-Mütekebbir” (azameti, ululuğu fiilen gösteren) isimleri bu hakikate işaret eder.
• Azamet (اَلْعَظَمَةُ): Kibriya daha çok Zât’ın ululuğuna bakarken, Azamet ekseriyetle Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin ve fiillerinin büyüklüğünü, eserlerinin (âsâr) ihtişamını ifade eder. Kâinatın haşmeti, O’nun Azamet’inin bir tecellisidir. Esma-i Hüsna’dan “el-Azîm” (pek azametli) ismi bu sıfata bakar.
Bu iki kelimenin müradifleri veya alâkalı olduğu diğer kavramlar şunlardır:
• Celâl: Haşmet, ululuk. Genellikle kahır ve gazap tecellileriyle birlikte anılsa da, esasen Kibriya ile yakın manadadır.
• İzzet (اَلْعِزَّةُ): Üstünlük, şeref, mağlup edilemez mutlak güç. Metinde “celâlin izzetine dokundurması” ifadesi, şirkin bu mutlak İzzet’e karşı bir tecavüz olduğunu belirtir.
• Kudret (اَلْقُدْرَةُ): Mutlak güç. Azamet ve Kibriya, bu kudretin haşmetli tecellileridir.
• Vâhidiyet (اَلْوَاحِدِيَّةُ): Allah’ın birliğinin kâinatın bütününde, büyük cirmlerde tecelli etmesi.
• Ehadiyet (اَلْأَحَدِيَّةُ): Allah’ın birliğinin her bir zerrede, her bir cüz’î varlıkta hususî bir mühür (hâtem) olarak tecelli etmesi.
2. Kibriya ve Azamet’in Tevhid-i Hakikîyi İsbatı
Metin, Kibriya ve Azamet’in tevhidi nasıl isbat ettiğini, “birtek fiil” mantığı üzerine kurar. Bu, tevhidin en kuvvetli isbatlarından biridir. İzahı şöyledir:
A. İhata (Kuşatma) ve Birlikte Tasarruf:
Metin, aklın nazarını üç sahaya çevirir:
• Makro Âlem (Âfâk): “Binlerle sene birbirlerinden uzak… yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden…”
• İzahı: Milyarlarca ışık yılı mesafedeki galaksileri, yıldızları aynı anda ve aynı fizik kanunlarıyla (aynı tarzda) idare eden bir kudret, bölünme ve ortaklık kabul etmez. Eğer birden fazla fâil (fail) olsaydı, ya aralarında yetki karmaşası (mümanaat) çıkar ya da kâinat farklı kanunların işlediği bölgelere ayrılırdı. Hâlbuki kâinattaki cihan şümul (evrensel) kanun birliği, Fâil’in Vâhid (Bir) olduğunu gösterir.
• Mikro Âlem (Enfüs): “…aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden…”
• İzahı: Aynı kudret, o muazzam yıldızları idare ederken, aynı anda yeryüzünün farklı köşelerindeki (şark, garp, cenup, şimal) aynı çiçeğin milyarlarca ferdini, aynı plân (genetik kod), aynı suret ve aynı hikmetlerle (mesela aynı koku, aynı renk pigmenti) yaratır. Bu, Vâhidiyet içinde Ehadiyet mührüdür.
• Derûnî Âlem (Kalb): “…aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.”
• İzahı: Fiilin azameti zirveye ulaşır. O Fâil, hem en uzağı (yıldızlar) hem en küçüğü (çiçek) hem de en gizliyi (kalbdeki hatıratı) aynı anda bilir ve idare eder.
B. “Birtek Fiil” Delili:
Metnin kilit cümlesi şudur: “Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid…”
• İzahı: Kâinattaki bütün bu fiiller (yaratma, idare etme, rızık verme, bilme) o kadar birbiri içine girmiştir ki (mütedâhil), onları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kalbin hatıratını bilmek, beynin kimyasını bilmeyi; beynin kimyası, alınan gıdayı; gıda, baharı ve güneşi; güneş ise galaksiyi… velhasıl her şey her şeye bağlıdır. Kâinat, devâsa bir “birtek fiil” hükmündedir. Bu bölünemez, tek fiil, zarurî olarak Fâil’inin de birtek Vâhid olmasını iktiza eder.
İşte bu, Kibriya ve Azamet’in tecellisidir. Öyle bir Kibriya ki, kudreti her şeyi ihata etmiştir; öyle bir Azamet ki, en büyükten en küçüğe kadar her şeye aynı anda hükmeder.
3. Kibriya ve Azamet Karşısında Şirkin İmkânsızlığı
Metin, bu Kibriya ve Azamet’in “hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor” der.
• İzahı: Şirk, yani ortak koşmak, mantıken iki suretle olabilir:
• Acz (Acizlik): Fâil’in gücü yetmez, yardımcıya (şerik) ihtiyaç duyar.
• Hudut (Sınır): Fâil’in mülkünün bir sınırı vardır, o sınırın ötesine başka bir “ilâh” hükmeder.
Metnin ortaya koyduğu Kibriya ve Azamet delili, bu iki ihtimali de kökünden keser:
• Yıldızlardan kalblerin hatıratına kadar her şeyi aynı anda ve noksansız (kusursuz) idare eden bir kudrette acz tasavvur edilemez.
• En uzaktaki yıldız ile en gizli hatıratı birlikte bilen bir ilimde ve kudrette sınır (hudut) tasavvur edilemez.
Dolayısıyla şirk, bu Kibriya ve Azamet’in “izzetine dokunan”, O’nun mutlak kemâline ve ihatasına noksaniyet isnat eden, O’nun sonsuzluğuna nihayet (son) vermek isteyen bir cinayettir. Bu, sadece bir inanç hatası değil, aklın ve fıtratın kabul edemeyeceği zıt ve aykırı bir durumdur.
4. Kur’ân-ı Kerim Nazarında Kibriya, Tevhid ve Şirk
Metin, bu izahlarını Kur’ân-ı Kerim’in fermanlarıyla da teyit etmektedir.
Metinde işareti bulunan ve konuyu aydınlatan ayetlerin ( Meali) tam metinleri:
A. Kâinatın Yaratılışı ve İdaresindeki Azamet (Metindeki İşaretleri):
Metin, (خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ) (Gökleri ve yeri altı günde yarattı) hakikatine ve bahar mevsimindeki haşir misallerine atıf yapar. Bu Azamet-i Fiil, şu ayette beyan edilir:
A’râf Sûresi, 7:54:
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a istivâ edendir. Geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyen, güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş (olarak yaratan) Allah’tır. Biliniz ki, yaratma da emretme de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!”
Metin, gece ve gündüzün çevrilmesine (يُكَوِّرُ الَّيْلَ عَلَي النَّهَ..) şu ayetle işaret eder:
Zümer Sûresi, 39:5:
“O, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Bunların her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İyi bilin ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”
B. Kibriya’nın Yalnızca O’na Mahsus Oluşu:
Kibriya’nın (büyüklüğün) şirki ve ortağı reddettiği, Kur’ân’ın pek çok yerinde vurgulanır:
Haşr Sûresi, 59:23:
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, mutlak güç sahibidir, dilediğini yaptırandır, büyüklükte eşi olmayandır (el-Mütekebbir). Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
Câsiye Sûresi, 45:37:
“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
C. Şirkin, Kibriya’ya Karşı Cinayet ve Affedilmezlik Sebebi :
Metin, şirkin Kibriya’ya dokunması cihetiyle kabil-i af olmadığını (اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪) ayetiyle belirtir. Bu ferman, Kur’ân-ı Kerim’de iki defa, net bir şekilde zikredilir:
Nisâ Sûresi, 4:48:
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, gerçekten büyük bir günah işlemiştir.”
Nisâ Sûresi, 4:116:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır.”
Netice
İktibas edilen metin, Tevhid-i Hakikî’nin, kâinatın azametli fiillerine ve bu fiillerdeki mutlak Kibriya tecellisine nazar ederek ulaşılabilecek bir tasdik ve iz’an olduğunu isbat etmektedir. Kâinattaki bütün icraatın “birtek fiil” suretinde, noksansız, aczsiz ve ihata ile cereyan etmesi, Fâil’inin birtek Vâhid olduğunu bedahetle gösterir. Bu mutlak Kibriya ve Azamet, şirkin her türlü ihtimalini (imkânını) aklen ve fıtraten reddeder. Bu sebepledir ki şirk, O Mutlak Azamet’in İzzet’ine karşı işlenmiş en büyük cinayet olarak “büyük bir günah” (Nisâ 4:48) ve “derin bir sapıklık” (Nisâ 4:116) olarak ferman edilmiştir.
İkinci Hakikat:
Kâinatta tasarrufları görünen ef’âl-i Rabbâniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdit eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve câmid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrâne ve hayattarâne ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar. Belki, Fâil-i Zülcelâlin emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimâl olunuyorlar.
Hadsiz misâllerden üç misâli: Sûre-i Nahl’in bir sayfasında, birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin, hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.
Birincisi: -1- (ilâ âhir-i ayet). Evet, balarısı, fıtratça ve vazifece öyle bir mucize-i kudrettir ki, koca Sûre-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü, o küçücük bal makinesinin zerrecik başında onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat âzâları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek, nihayet dikkat ve ilimle ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.
İşte, bu üç cihetle mucizeli bu san’at-ı İlâhiyenin ve bu fiil-i Rabbâniyenin bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihâtası, bedahetle vahdeti ispat eder.
İkinci âyet
-2- âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştı rmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, sâfi, mugaddî, hoş, beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârâne bir şefkati kalblerine bırakmak, elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki, fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.
İşte, böyle gayet mucizeli ve hikmetli bu san’at-ı Rabbâniyenin ve bu fiil-i İlâhînin umum rû-yi zeminde, yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.
Üçüncü âyet
Bu âyet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.”
Evet, bu iki meyve, hem gıda ve kut, hem fâkihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mucize-i kudret ve bir harika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir” demeye mecburdur.
Çünkü, meselâ bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var. Ve her salkımda, şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve lâtif ve renkli bir mahfazayı giydirmek; ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hafızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak; ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak; ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki, bu işi yapan bütün kâinatın Hâlıkıdır. Ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil, ancak Onun fiilidir.
Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli san’ata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilâcı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mef’uliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbânî ile istihdam olunuyorlar.
İşte, bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi, hadsiz ef’âl-i Rabbâniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla, birtek vâhid-i ehad bir Zât-ı Zülcelâlin vahdetine şehadet ederler.
*******
1. Hakikatin Esası: Ef’âl-i Rabbâniyenin Itlak ve İhatası
Metnin esası, kâinatta görünen fiillerin iki temel vasfına dayanır: $$ (mutlaklık, sınırsızlık) ve ${İhata}$ (kuşatıcılık, her şeyi kaplama).
• Itlak ve İhata: Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri (yaratma, rızık verme, hayat verme, suret verme gibi) kâinatın bir köşesinde olup diğer köşesinde olmayan, cüz’î ve sınırlı fiiller değildir. O fiiller, ${mutlak}$tır; yani hiçbir kayıt altına girmez, bir mekâna veya zamana münhasır kalmaz. Ve ${ihata}$lıdır; yani aynı anda bütün kâinatı, bütün mahlûkatı kuşatmıştır. Bir baharı icat etmesiyle bir çiçeği icat etmesi, O’nun kudretine nisbetle birdir.
• Müradifleri: Bu ${ıtlak}$ ve ${ihata}$, O Zât’ın ${Kudret-i Ezeliye}’sinin$ nihayetsizliğini, ${ilm-i Muhît}’inin$ (kuşatıcı ilminin) her şeyi kapsadığını gösterir. Bu, ${Vâcibü’l-Vücud}$ (varlığı zorunlu) olmasının bir neticesidir.
2. Fiilleri Takyid Eden (Sınırlayan) Sebepler: Hikmet ve İrade
Metin, bu mutlak fiillerin tezahürde (görünüşte) sınırlı gibi görünmesinin sebebini açıklar. Bu sınırlama, bir acz veya noksanlıktan değil, tam tersine mükemmel bir plandan kaynaklanır.
• Hikmet ve İrade: Bir fiil, ${mutlak}$ iken, neden ${muayyen}$ (belirli) bir surette zuhur eder? Çünkü ${İlâhî Hikmet}$ (sebepler ve neticelerdeki mükemmel gaye) ve ${İlâhî İrade}$ (dileme, tercih etme) o fiilin tam da o şekilde, o ölçüde olmasına hükmetmiştir. Bir insana iki el verilip on parmak takılması, kudretin noksanlığından değil, hikmetin tam da bunu gerektirmesindendir.
• Mazharların Kabiliyetleri: Fiilin tezahür edeceği yerin (mazharın), yani mahlûkun “kabiliyet-i isti’dâdı” (potansiyel kapasitesi) o fiilin nasıl görüneceğini belirler. Bir çekirdek, bir ağaç olma kabiliyetini taşır; elmas kömürü ise yanma kabiliyetini. Aynı kudret fiili, mazharın kabiliyetine göre farklı bir sanat olarak tecellî eder.
3. Batıl Nazariyelerin Reddi: Tesadüf, Tabiat ve Esbab
Bu hakikat, kâinatı izah etmekte acze düşen felsefî akımları temelden reddeder:
• Serseri Tesadüf ve Şuursuz Tabiat: Metnin vurguladığı gibi, fiiller “gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrâne (görerek) ve hayattarâne (hayat vererek)” icra edilmektedir. Tesadüf ise kör, hedefsiz ve mizansızdır. Tabiat, şuursuz bir kanunlar bütünüdür; ilmi, iradesi, görmesi yoktur. Şuurlu, hikmetli ve sanatlı bir fiili, şuursuz tesadüfe ve kör tabiata havale etmek, aklen muhaldir.
• Câmid Esbab (Cansız Sebepler) ve Kör Kuvvet: Sebepler, fiilin ${Fâil}$’i (yapanı) değil, kudretin önündeki ${zâhirî perde}$sidir. Cenâb-ı Hak, ${İzzet}$ ve ${Azamet}$’i gereği, sebepleri bir perde-i kudret (${Perde-i İzzet}$) olarak “istimâl” eder (kullanır). Su hayata sebep olur, ama suyu ve hayatı yaratan O’dur. Sebepler, fiili icat edemez; onlar da yaratılmış ve memurdurlar.
4. Tevhidin İsbâtı: Sûre-i Nahl’den Üç Misal
Metin, bu ${Tevhid-i Ef’âl}$ hakikatini, Sûre-i Nahl’de peş peşe gelen üç ayetin işaret ettiği üç harika fiil ile isbat eder:
Birinci Misal: Bal Arısı (Mucize-i Kudret)
Bu misal, küçücük bir mahlûka yüklenen büyük vazifeyi ve onun ${sevk-i İlâhî}$ (İlâhî sevk, yönlendirme) ile hareket ettiğini gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ ﴿٦٨﴾}$$
$$ {ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلًاۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٦٩﴾}$$
(Nahl, 16/68-69)
“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve onların yaptıkları bal kovanlarından kendin için evler edin.’ (68) ‘Sonra her türlü besleyici ürünlerden ye; rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!’ Onların karınlarından, farklı renk ve çeşitlerde şerbet (kıvamında bir sıvı) çıkar ki onda insanlara şifa vardır. İşte bunda da düşünen bir topluluk için açık delil bulunmaktadı1r. (69)”
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği üç mucizevî cihet:
• Başındaki Program: Arının zerrecik başında, yön bulma (sevk-i Rabbânî), petek inşâ etme (hendese-i İlâhiyye) ve vazifesini şaşırmadan yapma (isyan etmeme) programı yerleştirilmiştir. Bu, ${İlham-ı Rabbânî}$’dir.
• Karnındaki Fabrika: Çiçeklerden topladığı basit usareyi, karnında kimyevî bir muameleden geçirerek şifa deposu olan bala dönüştürmesi, bir ${Kudret-i Mutlaka}$’nın fiilidir.
• Süngücüğündeki Zehir: Aynı bedende hem şifa (bal) hem de helâk edici zehiri (iğne) barındırması ve o zehrin arının kendi cismine zarar vermemesi, ${Muvazene-i Hakîmâne}$’yi (Hikmetli Denge) gösterir.
• Vahdete Delâleti: Bu fiilin “bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda” yapılması, ${Fâil}$’in (Sanatkârın) ${Vâhid-i Ehad}$ (Tek ve Bir) olduğunu isbat eder.
İkinci Misal: Süt (Mucize-i Rahmet)
Bu misal, en lâtif bir gıdanın, en kaba ve bulaşık maddeler arasından çıkarılmasını ve buna eşlik eden şefkati gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ ﴿٦٦﴾}$$
(Nahl, 16/66)
“Sizin için sağmal hayvanlarda da kesin olarak ibret vardır. Nitekim size hayvanın karnında, besin artıklarıyla kan arasında (oluşan), içenlere lezzet veren saf süt içiriyoruz.”
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği iki harika cihet:
• Hâlis, Temiz Süt: Hayvanın bedeninde kan ve fışkı (sindirilmiş atıklar) gibi iki bulaşık madde arasında, onlara zerre kadar bulaşmadan, onların rengini, kokusunu, tadını almadan saf, beyaz, temiz ve mugaddî (besleyici) bir sütü ayırıp çıkarmak, ${Kudret-i Kâmile}$’nin ve ${İlm-i Muhît}$’in fiilidir. Bu, ${Rahmâniyet}$ ve ${Rezzâkiyet}$’in (Rızık Vericiliğin) en lâtif bir tecellîsidir.
• Şefkat ve Fedakârlık: Maddî sütten daha lâtif olan, annenin kalbine yerleştirilen ${şefkat}$ fiilidir. O şefkat ki, yavrusu için annenin hayatını fedâ etmesine sebep olur. Bu manevî fiil, kaba tesadüfün ve kör kuvvetin asla işi olamaz.
• Vahdete Delâleti: Bu fiilin, “yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi,” bütün bu validelerin ve kalplerin ${Müdebbir}$’inin (İdare Edeninin) bir olduğunu isbat eder.
Üçüncü Misal: Hurma ve Üzüm (Mucize-i Sanat)
Bu misal, kupkuru ve basit bir topraktan, son derece sanatlı, lezzetli ve çeşitli gıdaların çıkarılmasını gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخ۪يلِ وَالْاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٦٧﴾}$$
(Nahl, 16/67)
“Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.” (Ayet, içkinin haram kılınmasından önce, bu maddelerin potansiyeline işaret etmiştir.)
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği harika cihetler:
• Basit Menşe, Mükemmel Mahsul: “Susuz bir kum ve kuru bir toprak” gibi basit, câmid (cansız) ve ilimsiz bir maddeden; “helvalı şeker fabrikası” (hurma) ve “ballı şurup makinesi” (üzüm) gibi sanat harikalarını çıkarmak.
• Sanatın İnceliği: Üzüm tanesinin “lâtif mahfazası” (kabuğu), içindeki “cennet helvası” (lezzeti) ve en mühimi, o nazik kalbinde ağacın bütün programını (${kuvve-i hafıza}$) taşıyan “sert kabuklu çekirdekleri” yerleştirmek.
• Hassas Mizan ve İntizam: Bu fiiller, o kadar hassas bir ölçü (${mizan}$) ve intizamla yapılır ki, “zerre kadar aklı bulunan bir adam, ‘Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir’ demeye mecburdur.”
• Vahdete Delâleti: Bu sanat fiilinin, “bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak,” bu fiilin ancak ${Hâlık-ı Kâinat}$ (Kâinatın Yaratıcısı) olan ${Nakkaş-ı Ezelî}$’ye ait olabileceğini isbat eder.
Netice
“İkinci Hakikat,” kâinattaki her bir fiilin (araya, süte, meyveye dair) üzerinde ${Vahdet Mührü}$ bulunduğunu gösterir. Fiillerdeki bu ${ıtlak}$ (sınırsızlık), ${ihata}$ (kuşatıcılık), ${hikmet}$ (bilgelik), ${intizam}$ (düzen) ve ${mizan}$ (ölçü); kör tesadüfe, şuursuz tabiata ve câmid sebeplere hiçbir pay bırakmaz.
Hadsiz fiillerin tamamı, “ittifakla, birtek vâhid-i ehad bir Zât-ı Zülcelâlin vahdetine şehadet ederler.”
Üçüncü Hakikat:
Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sür’at-i mutlaka içinde kasret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve sühulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü san’at ve maharet ve ittikan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilât-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.
Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk, hem gayet san’atkârâne ve mâhirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça, hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak, bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak, ancak ve ancak birtek vâhid Zâtın öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük, en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, birtek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir¦tâ ki, gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.
İşte, bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatın ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması, hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyetin en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşf ve ispat etmekle Kur’ân’ın tılsımı açılır. Ve hilkat-ı kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrâkinden âciz bırakan muamması bilinir.
Hâlık-ı Rahîmime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamd olsun ki, Risaletü’n-Nur bu acîp tılsımı ve bu garip muammayı hall ve keşif ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektubun âhirlerinde bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Sözün “Fâil muktedirdir” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyenin Allahu ekber mertebelerinden kudret-i İlâhiyenin ispatında, kat’î bürhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.
Onun için, izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat, maatteessüf, hem maddî, hem mânevî iki kuvvetli mâni, beni şimdilik mütebakisinden vazgeçirdiler.
Birinci Sır:
Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur; o da muhâldir.
İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlâhiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdesin lâzım-ı zarurîsidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zât-ı Kadîre ârız olması mümkün olmaz.
Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Meselâ ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile; ve
hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile; ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümânaatiyledir. Elbette o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, birtek şey gibi icad eder.
Ve madem o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz. Elbette hiçbir mâni onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.
Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i âzamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi, bir çiçeği bir ağaç kadar san’atlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizâtlı ve bir baharı bir haşir gibi cemiyetli ve harikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.
Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok bürhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san’atça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı. Belki de hiç yapılmayacaktı. İşte, bu mezkûr sırra binaendir ki, gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.
İkinci Sır:
Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zâtiyenin bir cilvesiyle, birtek güneş, birtek aynaya ziyalı akis verdiği gibi, hadsiz aynalara ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlâhî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.
Hem birtek kelime söylense, nihayetsiz hallâkıyetin nihayetsiz vüs’atinden, o birtek kelime, birtek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi, bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbânî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir, fark etmez.
Hem göz gibi birtek nur veya Cebrail gibi nuranî birtek ruhânî, tecellî-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbâniyenin kemâl-i vüs’atinden, birtek yere suhuletle baktığı ve gittiği birtek yerde suhuletle bulunduğu gibi, binler yerlerde de, kudret-i İlâhiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.
Aynen öyle de, Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, en lâtif, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan; ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet vecihleri şeffaf ayna gibi parlak olduğundan; ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar herşey, o kudret-i zâtiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelînin emirlerine nihayet derece mutî ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mâni olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’î ve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.
Hem nasıl ki, Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi, intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.
Hem bir âmir, bir arş emriyle birtek neferi hücum ettirdiği gibi, muntazam ve mutî bir orduyu dahi, o tek emriyle hücuma sevk eder.
Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar, iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, birtek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi, o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı derelerin dibine indirebilir.
Aynen öyle de, kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî olan kudret-i Rabbâniyede ve beraberinde bütün intizamâtın ve nizamların ve muvazenelerin menşe-i, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlâhiye bulunduğundan ve cüz’î ve küllî ve büyük ve küçük herşey ve bütün eşya o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi, yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.
Ve baharda, bir emirle suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi, bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını kudretindeki hikmet ve mizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.
Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi, o hikmetli, adâletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.
Ve bir emr-i tekvînî ile arzı dirilttiği gibi, -1- fermanıyla, yani, “Bütün ins ve cin, birtek sayha ve emirle yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”
Hem -2- ferman etmesiyle, yani, “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması, gözünü kapayıp hemen açmak kadardır, belki daha yakındır” der.
Hem -3- âyetiyle, yani, “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, birtek nefsin ihyası gibi kolaydır, kudretime ağır gelmez” meâlinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanî ve ruhânî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı âzamın önüne getirir. Bir iş bir işe mâni olmaz.
*********
ÜÇÜNCÜ HAKİKAT’İN ANA FİKRİ: KESRET İÇİNDE VAHİYET
Bu hakikat, kâinatta nazarımıza (bakışımıza) çarpan ve aklı hayrette bırakan zâhirî (dışsal) bir zıddiyeti (karşıtlığı) ele alır:
• Sür’at-i Mutlaka İçinde Kasret-i Mutlaka ve İntizam-ı Mutlak:
• İzahı: Mutlak bir hız (sür’at) içinde, mutlak bir çokluğun (kasret) ve aynı zamanda mükemmel bir düzenin (intizam) bir arada bulunması.
• Misal: Bahar mevsiminde, çok kısa bir zamanda (sür’at), hadsiz nebatat ve hayvanat (kasret) türü, hiçbiri diğerine karışmadan, mükemmel bir nizam (intizam) ile icad edilmektedir.
• Sühulet-i Mutlaka İçinde Gayet Hüsn-ü San’at ve İttikan:
• İzahı: Mutlak bir kolaylık (sühulet) içinde, gayet yüksek bir sanat güzelliği (hüsn-ü san’at) ve mükemmelliğin (ittikan) sergilenmesi.
• Misal: Bir sineğin kanadındaki sanat, en mahir sanatkârların yapamayacağı bir inceliktedir (hüsn-ü san’at), ancak bu sanatlı eser, mutlak bir kolaylıkla (sühulet) ve sayısız (mebzul) miktarda yaratılmaktadır.
• Mebzuliyet-i Mutlaka ve İhtilât-ı Mutlak İçinde Gayet Kıymettarlık ve Tam İmtiyaz:
• İzahı: Mutlak bir bolluk (mebzuliyet) ve mutlak bir karışıklık (ihtilât) içinde, her bir ferdin gayet kıymetli olması ve tam bir ayırt ediciliğe (imtiyaz) sahip olması.
• Misal: Toprak unsuru, binlerce nebatat tohumu ile karışıktır (ihtilât) ve bu tohumlar çok boldur (mebzuliyet). Buna rağmen, her bir tohumdan çıkan bitki, kendi hususî yapısını, tadını, kokusunu (imtiyaz) mükemmelen muhafaza eder ve her biri (mesela bir elma) çok kıymetlidir.
Netice: Metnin ifade ettiği gibi, bu zâhiren zıt görünen (çokluk, hız, kolaylık, bolluk ile sanat, intizam, kıymet, seçkinlik) vasıfları bir arada, “bulaşmadan ve bulaştırmadan” yapmak, ancak ve ancak birtek Vâhid Zâtın (Allah’ın) öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez.
Bu hakikat, Tevhid’in (Allah’ın birliğinin) en derin sırrıdır: Allah’ın kudretine nisbeten, en büyük bir küll (bütün), en küçük bir cüz’î (parça) gibidir. Yıldızları yaratmak ile zerreleri yaratmak; bütün yeryüzünü (koca zemini) diriltmek ile bir ağacı diriltmek; bir ağacı inşa etmek ile bir çekirdeği açmak arasında O’nun kudreti için hiçbir fark yoktur.
Bu muammayı (sırrı) halleden ve isbat eden iki sırra işaret edilmiştir:
BİRİNCİ SIR: KUDRET-İ ZÂTİYEDE MERTEBELERİN BULUNMAMASI
Bu sır, Allah’ın kudretinin neden her şeye eşit nisbette olduğunu aklî bir temel ile izah eder:
• “Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz.”
• İzahı: Zâtî (İng. intrinsic, essential), bir varlığın bizzat kendinden olan, varlığı için başkasına muhtaç olmayan, o şeyin hakikatini teşkil eden demektir. Bir sıfat zâtî ise, onun zıddı olan sıfat o varlıkta bulunamaz. Zira bu, içtimaü’z-zıddeyn (iki zıddın bir arada bulunması) olur ki, bu muhâldir (imkânsızdır).
• Uygulama: Cenâb-ı Hakk’ın Kudreti zâtiyedir; O’nun Zât-ı Akdesinin zarurî bir lazımıdır. Kudretin zıddı ise aczdir (âcizlik, güç yetirememek). Madem kudret zâtîdir, öyleyse zıddı olan acz, O Zât-ı Kadîr’e hiçbir surette ârız olamaz (ilişemez, O’nda bulunamaz).
• “Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir.”
• İzahı: Mertebeler (dereceler, seviyeler), bir sıfatın zayıf, kuvvetli, az, çok gibi derecelere ayrılmasıdır. Metne göre bu derecelenme, ancak o sıfatın içine zıddının karışmasıyla (tedahülüyle) mümkündür.
• Misaller:
• Ziya (Işık): Ziyanın “kavî” (güçlü) ve “zayıf” mertebeleri, zulmetin (karanlığın) müdahalesi ile ortaya çıkar.
• Hararet (Sıcaklık): Hararetin “ziyade” (yüksek) ve “aşağı” dereceleri, soğuğun (bürûdetin) karışması ile ölçülür.
• Kuvvet: Kuvvetin “şiddet” ve “noksan” miktarları, mukavemetin (direncin) karşılaması ile belli olur.
• Netice: Kudret-i Zâtiyede Mertebe Yoktur.
• İzahı: Madem Allah’ın kudreti zâtiyedir ve zıddı olan acz O’na ârız olamaz; ve madem mertebeler zıddın müdahalesiyle olur; öyleyse Allah’ın kudret-i zâtiyesinde mertebeler bulunmaz.
• O’nun kudreti bölünmez, derecelenmez, zayıflamaz. Bu sebeple O’nun kudretine nisbetle:
• Hiçbir mâni O’nu karşılayamaz.
• Hiçbir icad O’na ağır gelmez.
• Haşr-i âzamı (büyük dirilişi) bir bahar kadar kolay,
• Bir baharı bir ağaç kadar suhuletli (kolay),
• Bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad eder.
Bu sır, metnin başında zikredilen “sür’at”, “sühulet” ve “mebzuliyet” (hız, kolaylık, bolluk) ile “hüsn-ü san’at” ve “kıymettarlığın” nasıl birleştiğini gösterir. Eğer kudret zâtî olmasaydı ve mertebeleri olsaydı (yani esbaba dağıtılsaydı), “bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı” olurdu.
İKİNCİ SIR: NURANİYET, ŞEFFAFİYET VE İTAAT SIRRI
Bu sır, kudret-i zâtiyenin mertebesizliğinin kâinatta nasıl fiilen göründüğünü üç temel prensip ve misallerle açıklar:
A. Nuraniyet ve Şeffafiyet Prensibi
• İzahı: Nuraniyet, maddî kesafetten (yoğunluktan) ve kayıtlardan âzâde olmak, latif (ince, şeffaf) olmaktır. Şeffafiyet ise, hakikatleri ve iç yüzü (melekûtiyeti) gösteren aynalardır.
• Misaller:
• Güneş (Nuraniyet): Birtek güneş, nuraniyeti sayesinde, birtek aynaya ışığını (ziyalı akis) verdiği aynı kolaylıkla, hadsiz (sınırsız) aynalara ve su katrelerine de ışığını verir. Birine aksetmesi, milyonlarcasına aksetmesine mâni olmaz. Az ve çok birdir.
• Kelime (Nuraniyet): Birtek kelime, bir adamın kulağına girdiği zahmetsizlikle, bir milyon kulağa da aynı anda girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir (eşittir).
• Ruhanî (Nuraniyet): Cebrail (a.s.) gibi nuranî bir ruhanî, birtek yerde suhuletle (kolaylıkla) bulunduğu gibi, kudret-i İlâhiye ile binler yerlerde de bulunabilir.
• Kıyas (Uygulama):
• Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, “en lâtif, en has bir nur ve bütün nurların nuru”dur.
• Eşyanın melekûtiyet vecihleri (yani kâinatın Allah’a bakan iç yüzü, hakikatleri) “şeffaf ayna” gibi parlaktır.
• Bu sebeple, o Zâtî Nur olan Kudret, bütün eşyanın içinde ve yanında bir anda bulunur; “hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder.” Bir iş bir işe mâni olmaz.
B. İntizam, Muvazene ve İtaat Prensibi
• İzahı: Kâinattaki her şey, Allah’ın kudretine ve emrine gayet derecede itaatli, inkıyadlı, mutî ve musahhardır (boyun eğmiştir). Bu itaat, intizam (düzen) ve muvazene (denge) kanunlarıyla tezahür eder. Bu intizam ve muvazene, en büyük işleri en küçük bir kuvvetle (zâhirî sebeple) yaptırır.
• Misaller:
• Gemi (İntizam/Muvazene): Yüz hane kadar büyük bir sefine (gemi), intizam ve muvazene sırrıyla (yani dümen mekanizmasıyla), bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirmesi gibi kolayca döndürülür.
• Ordu (İntizam/İtaat): Muntazam ve mutî bir ordu, bir âmirin birtek “arş” emriyle, birtek nefer gibi hücuma geçer.
• Mizan (Muvazene): Hassas bir terazinin (mizan) kefesinde iki dağ dengede dursa, bir “kanun-u hikmetle” (yani bir tetikleme mekanizmasıyla), bir ceviz tanesi o dengeyi bozup bir dağı yukarı, diğerini aşağı indirebilir.
• Kıyas (Uygulama):
• Allah’ın kudret-i Rabbâniyesi “kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî”dir.
• Bu kudretle beraber, bütün intizamât (düzenlemelerin) ve muvazenelerin (dengelerin) menbaı (kaynağı) olan nihayetsiz bir hikmet ve hassas bir adalet-i İlâhiye vardır.
• Bütün eşya (cüz’î ve küllî) O’nun emrine musahhar (boyun eğmiş) ve münkaddır (itaat etmiştir).
• Netice (Haşirle Bağlantı):
• Bu intizam, hikmet ve itaat sırrıyla, Cenâb-ı Hak, zerreleri kolayca hareket ettirdiği (tedvir ve tahrik) gibi, yıldızları da aynı kolaylıkla döndürür.
• Baharda bir sineği ihya ettiği (dirilttiği) aynı emirle, bütün sinek taifelerini ve nebatat ordularını aynı kolaylıkla diriltir.
• Bir ağacı dirilttiği kolaylıkla, koca arzı ve zemin cenazesini (bütün yeryüzünü) baharda ihya eder; yüz bin haşir (diriliş) misalini gösterir.
KONUNUN AYETLERLE İSBATI
Metnin sonunda işaret edilen ve bu hakikati te’yid eden (doğrulayan) ayetler, kudretin bu mertebesizliğini ve haşrin kolaylığını kat’î (kesin) olarak beyan eder:
1. Haşrin (Dirilişin) Tek Bir Emirle Olacağı (İtaat ve Sür’at):
Metin bu ayete atıf yapar (Yâsîn Suresi, 53. ayet):
$${اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ}$$
( Meali): “Sadece korkunç bir ses olur, birdenbire hepsi de huzurumuzda divan dururlar.” (Yâsîn 36:53)
Bu ayet, kasret-i mutlakada (bütün insanların çokluğunda) olan haşrin, sür’at-i mutlaka ile (tek bir sayha/ses ile) ve intizam-ı mutlak ile (hepsinin bir anda hazır olmasıyla) gerçekleşeceğini gösterir.
2. Haşrin Sür’ati (Az ve Çoğun Müsâvî Olması):
Metin bu ayetlere atıf yapar:
$${وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ}$$
( Meali): “…Kıyamet olayının gerçekleşmesi ise, ancak göz açıp kapayıncaya kadar, yahut daha da yakındır. Şüphe yok ki Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Nahl 16:77)
Ve ayrıca:
$${وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}$$
( Meali): “Bizim emrimiz, ancak göz açıp kapayıncaya kadar gibi bir tek emirdir.” (Kamer 54:50)
Bu ayetler, kudret-i zâtiye için en büyük iş olan kıyametin ve haşrin, en sür’atli iş olan “göz açıp kapama” (kelamhi’l-basar) kadar kolay olduğunu, hatta “daha yakın” olduğunu belirterek, kudrette mertebe olmadığını isbat eder.
3. Bütün İnsanların Yaratılışının Tek Bir Nefis Gibi Olması:
Metnin “Üçüncü Hakikat”in esası olarak zikrettiği en mühim ayet budur:
$${مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ}$$
( Meali): “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Lokmân 31:28)
Bu ayet, “Üçüncü Hakikat”in tam bir hülâsasıdır (özetidir). Kesret-i mutlaka ile vahdet (tek bir nefis) arasında, Allah’ın halk (yaratma) ve ba’s (diriltme) kudreti açısından hiçbir fark olmadığını ilan eder.
4. Kudrete Hiçbir Şeyin Ağır Gelmemesi (Aczin Ârız Olamaması):
Birinci Sır’da izah edilen “kudretin zâtî” olup “aczin ârız olamaması” hakikati, şu ayetlerde ifadesini bulur:
$${وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعْجِزَهُ مِنْ شَيْءٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِۜ اِنَّهُ كَانَ عَل۪يمًا قَد۪يرًا}$$
( Meali): “…Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir.” (Fâtır 35:44)
$${اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ}$$
( Meali): “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.” (Yâsîn 36:82)
“Kün” (Ol) emri, sühulet-i mutlakayı (mutlak kolaylığı) ve kudretin icraatında hiçbir dirence (mukavemete) maruz kalmadığını gösterir.
HÜLÂSA (ÖZET)
“Üçüncü Hakikat,” kâinattaki mevcudatın yaratılışındaki zâhirî zıtlıkların (çokluk ile sür’at, bolluk ile sanat, karışıklık ile seçkinlik) ancak ve ancak Vahdet (Allah’ın birliği) ile mümkün olduğunu isbat eder.
Bu Vahdet’in temeli, Allah’ın Kudretinin Zâtî olmasıdır. Zâtî olduğu için zıddı olan acz O’na karışamaz. Acz karışamadığı için kudrette mertebeler (dereceler) bulunmaz. Kudrette mertebeler bulunmadığı için, O’na nisbetle az ile çok, büyük ile küçük, zerre ile güneş, bir çiçek ile bütün bir bahar, bir bahar ile bütün bir haşir (diriliş) arasında hiçbir fark yoktur. Hepsi “birtek şey gibi” kolaydır.
Bu mertebesiz kudretin kâinattaki icraatı ise Nuraniyet (Kudretin bir nur gibi her yeri ihata etmesi), Şeffafiyet (Eşyanın melekûtî yüzünün O’na ayna olması) ve İtaat (Bütün mevcudatın O’nun emrine, intizam ve muvazene kanunlarıyla tam boyun eğmesi) sırlarıyla gerçekleşir.
Bu hakikat, Haşr-i A’zamın (Büyük Dirilişin) icadının, gözümüzün önünde her baharda icad edilen bir ağaç veya bir çiçek kadar O’na kolay olduğunu aklî ve Kur’ânî delillerle isbat eder.
Dördüncü Hakikat:
Mevcudatın vücutları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve biri birinin misâl-i musağğarı ve nümune-i ekberi ve bir kısım küll ve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı san’atta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi, çok cihetü’l-vahdet noktalarında, bedahet derecesinde tevhidi ilân ve Sânilerinin vâhid olduğunu ispat etmek ve kâinatın rububiyet cihetinde tecezzî ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.
Evet, meselâ her baharda, nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız kemâl-i hikmet ve hüsn-ü san’atla icad etmek ve idare ve iaşe etmek; hem kuşların misâl-i musağğarları olan sineklerden tâ nümune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mucizâne birer sikke-i san’at ve cisimlerinde müdebbirâne birer hâtem-i hikmet ve mâhiyetlerinde mürebbiyâne birer turra-i ehadiyet koymak; hem zerrât-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmâne, rahîmâne koşturmak, göndermek; hem dâire-i kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden, tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil dâireler gibi cüz’î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü san’at ve aynı fiil ve kemâl-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:
Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir; herşeyde sikkesi var.
Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.
Hem, güneş gibi, herşey Ondan uzak, O ise herşeye yakındır.
Hem daire-i kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez, tasarrufundan hâriç kalmaz.
Hem herşey, ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az birşey gibi ona kolaydır ki, sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar san’atında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder. Ve san’atça çok kıymettar şeyleri bize çok ucuz verir, ihsan eder. İstediği fiyat ise bir Bismillah ve bir Elhamdülillâhtır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta Bismillâhirrahmanirrahim ve âhirinde Elhamdülillâh demektir.
**********
Dördüncü Hakikat’in Geniş ve Detaylı İzahı
Bu hakikat, kâinatın bir bütün olarak, tecezzî ve inkısam kabul etmez (bölünmez ve parçalanmaz) bir “küll” olduğunu ve bu bütünün her bir cüz’ünün, o küllü yaratan Sâni’in Vâhid (Bir) olduğunu ilân ettiğini isbat eder. Metnin temelini “vahdet” (birlik) delilleri oluşturur.
1. Kâinattaki Vahdet Cihetleri (Birliğin Yönleri)
Metin, Tevhid’i isbat eden çok cihetli bir birlikten (cihetü’l-vahdet) bahseder. Bu birlik noktaları, kâinatta birden fazla müdebbir (idareci) ve sâniin (sanatkâr) bulunmasının imkânsız olduğunu gösterir:
• Beraberlik ve Birbiri İçinde Birlik: Mahlukat, mekân ve zaman itibarıyla beraber ve iç içedir. Atmosfer birdir, güneş birdir, rızık kanunları birdir. Bir çiçeğin yaratılışı, bütün bir baharın ve güneş sisteminin nizamıyla alakadardır. Bu, idarenin tek bir merkezden yapıldığını gösterir.
• Müşabehet ve Münasebet (Benzemeklik ve İlişki): Metinde “sikke-i fıtratta müşabehet” (yaratılış mühründe benzerlik) ve “nakş-ı san’atta münasebet” (sanat işlemeciliğinde ilişki) olarak ifade edilir. Bir sineğin kanadındaki sanat ile bir kartalın kanadındaki sanat, temelde aynı nizamı ve hikmeti gösterir. Bir yaprağın damarlarındaki tevziat (dağıtım) ile insan bedenindeki damar sistemi, aynı Rezzâk’ın (Rızık Veren) ve Hakîm’in (Hikmet Sahibi) eseridir. Bu, mührün tek olduğunu (Hâtem-i Vahdet) isbat eder.
• Misâl-i Musağğar ve Nümune-i Ekber (Küçültülmüş Misal ve Büyütülmüş Numune): Bu, mikro-kozmos (küçük âlem) ve makro-kozmos (büyük âlem) münasebetidir. Bir çekirdek, koca bir ağacın fihristesidir (misâl-i musağğar); bir ağaç ise o çekirdekteki programın açılmış halidir (nümune-i ekber). Aynı şekilde, insan “âlem-i sağîr” (küçük âlem), kâinat ise “insan-ı kebîr” (büyük insan) gibidir. Birini yapan, elbette diğerini de yapandır.
• Küll ve Cüz Münasebeti (Bütün ve Parça İlişkisi): Kâinat, her bir parçası (cüz) bütünün (küll) varlığına ve nizamına hizmet eden devasa bir makine veya tek bir saray hükmündedir. Göz, bedenden; beden, kâinattan ayrı düşünülemez. Bu, kâinatın idaresinin “tecezzî ve inkısam kabul etmez” olduğunu gösterir. Bir cüz’ü yaratan, ancak küllü yaratandır.
• Tesanüd ve Yardımlaşma (Dayanışma ve Birbirinin Vazifesini Tamamlama): Metnin en kuvvetli delillerinden biri, mahlukat arasındaki umumî yardımlaşmadır. Nebatat (bitkiler) hayvanatın, hayvanat insanların imdadına; hava, su, güneş bütün zîhayatların (canlıların) imdadına koşar. Bu şuurlu, hikmetli ve rahmetli yardımlaşma, perdenin arkasında tek bir Müdebbir-i Rahîm’in (Merhametli İdareci) varlığını bedahetle gösterir.
2. Vahdetin Tecellîsine Dair Misaller
Metin, bu nazarî tespiti (vahdet cihetlerini) müşahhas (gözlemlenebilir) misallerle kuvvetlendirir:
• Bahar İcadı: Her baharda “dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını” bir anda, beraber, hatasız ve mükemmel bir sanatla icad etmek, idare ve iaşe etmek, ancak kudreti sonsuz, ilmi her şeyi ihâta eden bir Zât’a (Vâhid-i Ehad) mahsus olabilir. Bu, haşrin (dirilişin) küçük bir misalidir.
• Kuşlar ve Sinekler: “Misâl-i musağğar” olan sineklerden “nümune-i ekber” olan kartallara kadar bütün kuş nevilerine, havada seyahat etmeleri için en münasip cihazatı (kanatlar, akciğerler vb.) vermek ve her birinin yüzüne “sikke-i san’at” (sanat mührü), “hâtem-i hikmet” (hikmet mührü) ve “turra-i ehadiyet” (birlik nişanı) koymak, Sâni’in birliğini gösterir.
• Umumî İmdad ve İaşe: Zerrât-ı taamiyenin (gıda zerrelerinin) hüceyrat-ı bedene (beden hücrelerine) şuurlu bir asker gibi yardıma gitmesi; annelerin iktidarsız yavrularına karşı şefkatle sevk edilmesi, kâinatta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin Rahmân ve Rahîm bir Rabbin idaresinde olduğunu isbat eder.
• Mütedâhil Dâireler (İç İçe Daireler): Kehkeşan (Samanyolu Galaksisi) gibi devasa bir sistemdeki nizam ile bir gül goncasının yapraklarındaki veya bir mısır sümbülünün gömleklerindeki intizam aynı mükemmelliktedir. “Göz hadekasının perdeleri” gibi en hassas bir sanattan, “kavunun çekirdekleri” gibi bir fihristeye kadar her şeyde aynı fiil, aynı sanat ve aynı hikmetin tasarrufu görünür. Bu, fiilin fâilinin (işi yapanın) Vâhid olduğunu gösterir.
3. Metnin Vardığı Bedahet Derecesindeki Neticeler
Bu delillerden yola çıkarak metin, Sâni-i Kâinat hakkında şu neticelere ulaşır:
• O, Vâhiddir (Birdir): Her şeyde O’nun sikkesi (mührü) vardır. Bir eserde iki ayrı mühür olamaz.
• Mekândan Münezzehtir, Ama Her Yerde Hâzırdır: “Hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.” Zira mekânı da O yaratmıştır. Fakat ilmi, kudreti ve iradesiyle her şeyin yanında, üstünde ve içindedir.
• Akrebiyet ve İhâta (Yakınlık ve Kuşatma): “Güneş gibi, herşey Ondan uzak, O ise herşeye yakındır.” Biz Zâtından (mahiyetinden) uzağız, O ise isim ve sıfatlarının tecellisiyle bize şah damarımızdan daha yakındır.
• Kudretine Nisbetle Az-Çok, Büyük-Küçük Birdir: “Daire-i kehkeşan… Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez.” Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar O’na kolaydır. Bu, O’nun kudretinin zâtî (kendinden) olduğunu ve acziyetin O’na ârız olamayacağını gösterir.
• Nimetin Fiyatı: Bismillah ve Elhamdülillâh: Bu kadar kıymettar, sanatlı ve hikmetli nimetleri “çok ucuz verir.” İstediği fiyat, O’nun namına başlamak (Bismillah) ve O’na minnettarlık ve medih ile hamd etmektir (Elhamdülillâh). Bu, nimetin kıymetini bilmek ve vereni tanımaktır.
Konunun Ayetler ve Müradifleriyle İzahı
Metinde ileri sürülen her bir hakikat, Kur’ân-ı Kerîm’in ayetleriyle tam bir mutabakat içindedir.
1. Vahdet-i Kâinat ve Tevhid-i Sâni (Kâinatın Birliği ve Sanatkâr’ın Birliği)
• Müradifi: Nizam-ı Küllî, Hâtem-i Vahdet, Şirk’in İmkânsızlığı.
• Metindeki “kâinatın rububiyet cihetinde tecezzî ve inkısam kabul etmez bir küll” olması ve “Sânilerinin vâhid olduğunu ispat etmek” ifadeleri şu ayetlere bakar:
• Ayet ( Meali):
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz, âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk 67/3-4)
• İzah: Metindeki “nakş-ı san’atta münasebet” ve “intizam,” bu ayetteki “uyumsuzluk göremezsin” (tefâvüt) hakikatiyle aynıdır. Kâinattaki bu mükemmel nizam ve zerre miktar bir “bozukluk” (fütûr) olmaması, Sâni’in Vâhid ve Ehad olduğunu bedahetle isbat eder.
• Ayet ( Meali):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ 21/22)
• İzah: Metindeki “beraberlik ve birbiri içinde birlik” ve “birbirine yardım etmek” delilleri, bu ayetin isbatıdır. Eğer birden fazla idareci olsaydı, bu mükemmel yardımlaşma ve nizam olmaz, “düzeni bozulurdu” (fesâd).
2. Sikk-i Fıtrat ve Hâtem-i Hikmet (Yaratılış Mührü ve Hikmet Mührü)
• Müradifi: Fıtratullah, Ehadiyet Turrası, Sanat-ı İlâhiyye.
• Metindeki “sikke-i fıtratta müşabehet” ve “yüzlerinde mucizâne birer sikke-i san’at” ifadeleri, her mahlukun, yaratıcısını gösteren bir mühür taşıdığını belirtir.
• Ayet ( Meali):
“O halde sen, Allah’ı birleyen (hanîf) olarak yüzünü dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O, insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum 30/30)
• İzah: “Allah’ın fıtratı” (fıtratallah), bütün mahlukat üzerine vurulan o tevhid mührüdür. Metindeki “sikke-i fıtrat” bu ayete işaret eder. Bütün insanların ve mahlukatın aynı temel “yazılım” (fıtrat) ile yaratılması, Yaratıcı’nın bir olduğunu gösterir.
3. Akrebiyet-i İlâhiyye (Allah’ın Yakınlığı) ve İhâta (Kuşatma)
• Müradifi: Her Yerde Hâzır ve Nâzır Olma, Mekândan Münezzehiyet.
• Metindeki “hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır” ve “O ise herşeye yakındır” hakikatleri şu ayetlerle izah edilir:
• Ayet ( Meali):
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)
• Ayet ( Meali):
“…Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Hadid 57/4)
• İzah: Metin, Zât-ı Akdes’in mekândan münezzeh olduğunu, ancak ilmiyle, kudretiyle ve görmesiyle her an her yerde hâzır ve nâzır olduğunu belirtir. Bu, Hadid Suresi’ndeki “maiyet” (beraberlik) ve Kaf Suresi’ndeki “akrebiyet” (yakınlık) sırrıdır.
4. Kudret-i Mutlaka (Büyük-Küçük Farkı Olmaması)
• Müradifi: Suhulet-i İcad (Yaratma Kolaylığı), Emr-i “Kün fe Yekûn”.
• Metindeki “en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi… en küçük… birşey gibi ona kolaydır” ve “sineği kartal sisteminde… suhuletle icad eder” ifadeleri, Allah’ın kudretinin zâtî olduğunu, O’na nisbetle hiçbir şeyin zor olmadığını anlatır.
• Ayet ( Meali):
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.” (Yâsîn 36/82)
• Ayet ( Meali):
“…(İlk) yaratılışınız ve diriltilişiniz, ancak tek bir kişinin (yaratılışı ve diriltilişi) gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Lokman 31/28)
• İzah: Milyarlarca insanı diriltmek (haşir), tek bir insanı diriltmek gibidir. Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak gibidir. Metindeki “bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder” ifadesi, bu ayetlerin bir tefsiridir. Kudret-i Ezeliye için zerre ile güneş, az ile çok arasında fark yoktur.
5. Nimetlere Mukabil Şükür (Bismillah ve Elhamdülillah)
• Müradifi: Hamd, Zikir, Ubudiyetin Esası.
• Metin, bu muazzam sanatlı nimetlerin fiyatının “Bismillah” ve “Elhamdülillah” olduğunu söyler.
• Ayet ( Meali):
“Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.’ ” (İbrahim 14/7)
• İzah: “Bismillah,” nimeti Allah namına almak ve O’ndan bilmektir. “Elhamdülillâh” ise o nimete karşı kalben, lisanen ve fiilen teşekkür etmektir. Bu ikisi, ayette emredilen “şükrün” ta kendisidir ve nimetin devamının (artırılmasının) yegâne vesilesidir.
Netice
“Dördüncü Hakikat,” kâinat kitabını bir tefekkür ve nazar dersi olarak okur. Varlıkların sadece var olmalarını değil, aynı zamanda “nasıl” var olduklarını (beraber, benzer, yardımlaşarak, nizam içinde) tahlil eder. Bu tahlil neticesinde, bütün bu fiillerin tek bir Fâil’e, bütün bu sanatların tek bir Sâni’e, bütün bu rızıkların tek bir Rezzâk’a ait olduğu “bedahet derecesinde” isbat edilir. Bu metin, imanı taklitten (körü körüne inanma) tahkike (araştırarak, delillerle inanma) çıkaran mühim bir tefekkür usûlü sunmaktadır.
Beşinci Hakikat:
Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması ve o memleket-i vâsianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taallûk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olması ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, herşeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümûlleri, ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber, zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihâta etmeleri, elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delâlet eder ve şehadet eder ve gösterir ki, bu kâinatın Sânii ve Müdebbiri ve bu memleketin Sultanı ve Mürebbîsi ve bu sarayın Sahibi ve Bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve nazîri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz. Aczi ve kusuru yoktur.
Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.
Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî devranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvâtın devranına ve cereyanına kadar küllî olsun cüz’î olsun herbir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette, bir Kadîr-i Mutlaktan ve bir Hakîm-i Mutlaktan başka hiçbir şey, kast ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.
Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve her halde, bu hikmetperverâne intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârâne çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlûkat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki, bu mevcudatın Hâlıkı ve Müdebbiri birdir, fâildir, muhtardır. Herşey Onun kudretiyle vücuda gelir, Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.
Hem, madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lâmbası birdir ve rûznâmeli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himâyetli tarlası birdir. Bir, bir, bir¦tâ bin birler kadar… Elbette, bu bir birler bedahetle şehadet eder ki, bu misafirhanenin Sânii ve Sahibi birdir. Hem gayet kerîm ve misafirperverdir ki, bu yüksek ve büyük memurlarını zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatlarına çalıştırıyor.
Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbî gibi isimler ve hikmet ve rahmet ve inayet gibi şe’nler ve tasvir ve tedvir ve terbiye gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki, güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette bedahetle şehadet eder ki, o ihatalı isimlerin müsemmâsı ve her yerde aynı tarzda görünen şümûllü fiillerin fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. âmennâ ve saddaknâ.
Hem madem masnuatın maddeleri ve mayaları olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlûkattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin herbiri bir iken rû-yi zeminde intişar edip istilâ ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki, o unsurlar müştemilâtıyla ve o neviler efradıyla birtek Zâtın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîrin masnuları ve hizmetkârlarıdır ki, o koca istilâcı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.
Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da ispat ve izah edildiğinden, burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz.
Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine diyor:
Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine,
Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki âyâtın Hüdâ, nur ile tahrir eylemiş.
Hem bil ki:
Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud,
Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd.
Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte
Mücessem lâfz-ı mânidardır, âlemde her mevcud.
Hem dinle:
Bir baştan diğer başa herşey, her zaman Lâilâhe İllallah zikrini ilân ediyor ve Yâ Hak, Yâ Hay diye haykırıyorlar.
Neam, diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.
***********
BEŞİNCİ HAKİKAT’İN İZAH VE TAHLİLİ
Bu hakikat, Vahdâniyet’in (Allah’ın birliğinin) isbatını dört temel delil üzerine bina eder:
• Kâinattaki Mükemmel Nizam (İntizam-ı Ekmel).
• İdare ve Tedbirdeki Birlik (Misafirhane-i Dünya Temsili).
• İsimlerin (Esmâ) ve Fiillerin (Ef’âl) Birliği ve Birlikteliği.
• Temel Maddelerin (Anâsır) ve Canlı Türlerinin (Neviler) Birliği.
1. Kelime ve Kavram Tahlili (Metindeki Esas Mefhumlar)
• İntizam-ı Ekmel: Kusursuz, noksansız ve mükemmel düzen. Kâinattaki her şeyin, galaksilerden atom altı parçacıklara kadar, bir gaye ve hikmetle, şaşmaz bir mizan (ölçü) ile yerleştirilmesi.
• Tedvir ve İdare: Bir memleketin sultanı gibi, kâinatın sevk ve idaresi, her mevcudun ihtiyacının görülmesi ve işlerinin yürütülmesi.
• Vâhid ve Ehad: Her ikisi de Allah’ın birliğini ifade eder. Vâhid (Bir), Allah’ın sıfatlarında ve fiillerinde şeriki (ortağı) olmadığını, kâinatın idaresinde O’ndan başka Fâil (iş gören) bulunmadığını ifade eder (bütün kâinatın aynı idare altında olması). Ehad (Tek), Allah’ın Zât’ında bir olduğunu, cüzlere (parçalara) ve kısımlara ayrılmaktan münezzeh (uzak) olduğunu ifade eder (her bir mevcudun bizzat O’nun eseri olması).
• Bedahetle ve Zaruretle: Delile ihtiyaç duyulmayacak kadar apaçık ve zihnen kabul edilmesi zorunlu olan.
• Mazhar ve Münfail: Mevcudatın (varlıkların) kendi başlarına “Fâil” (yaratıcı, işi yapan) olmadıklarını; bilakis, Allah’ın isimlerinin tecellisine “mazhar” (görünme yeri) ve O’nun kudretinin tesiriyle “münfail” (etkilenen, o fiili kabul eden) olduklarını ifade eder.
2. Metnin Şerhi ve İzahı
Metin, bir “yolcunun” kâinata nazar ederek (bakarak) elde ettiği müşahedeleri aktarır. Bu yolcunun nazarında kâinat, Sanatkâr’ını gösteren delillerle doludur.
Birinci Esas: İntizam-ı Ekmel ve Vahdet (Mükemmel Düzen ve Birlik)
Metin, kâinatın bütününde (“mecmuunda”), temel unsurlarında (“erkânında”) ve en küçük parçasında (“eczasında”) mükemmel bir nizamın varlığına dikkat çeker.
“Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.”
Bu cümle, delilin temelidir. Düzen, bir düzenleyiciyi (Nazzâm) gerektirir. Eğer birden fazla irade (ilah) işe karışsaydı, bu zıtlık ve kargaşaya (fesada) yol açardı. Arzın dönüşünden (“yevmî ve senevî devranı”), insanın simasındaki ahenkten, kandaki küreyvatın (alyuvar ve akyuvarların) nizamlı hareketine kadar her seviyedeki bu şaşmaz düzen, tek bir Kadîr-i Mutlak (Mutlak Güç Sahibi) ve tek bir Hakîm-i Mutlak (Mutlak Hikmet Sahibi) tarafından yapıldığını “bedahetle” gösterir.
Mahlûkatın (yaratılmışların) bu nizama müdahalesi yoktur; onlar “yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.” Yani, Güneş yakmayı kendi seçmez, o Muhrik (yakan) ismine mazhardır; toprak yeşertmeyi kendi irade etmez, o Fâtır (yaratan) ismine münfail bir aynadır.
İkinci Esas: İdarede Vahdet (Misafirhane-i Dünya Temsili)
Bu kısım, kâinatın idaresindeki birliğe odaklanır. Dünya, bir “misafirhane” olarak tasvir edilir ve bu misafirhanenin temel ihtiyaçları tek bir merkezden karşılanır:
• “sobalı lâmbası birdir” (Güneş)
• “rûznâmeli kandili birdir” (Ay)
• “rahmetli süngeri birdir” (Bulutlar ve yağmur)
• “ateşli aşçısı birdir” (Güneşin harareti ve yerin altındaki ateş)
• “hayatlı şurubu birdir” (Su)
• “himâyetli tarlası birdir” (Toprak)
Bütün zîhayat (canlı) yolculara hizmet eden bu temel unsurların “bir” olması, yani her yerde aynı Güneş’in ısıtması, aynı suyun hayat vermesi, bu misafirhanenin Sahibinin de “birdir” olduğunu isbat eder. Bu Sahib, “gayet kerîm ve misafirperverdir.”
Üçüncü Esas: Esmâ (İsimler) ve Ef’âlin (Fiiller) Birliği
Bu delil, daha derûnî bir tevhidi gösterir. Kâinatta görünen fiiller (tasvir, tedvir, terbiye) ve bu fiillerin menşei olan isimler (Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbî) her yerde “bir”dir ve “birbiri içinde”dir.
“…güya o isimler ve o fiiller ittihad edip (birleşip), kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor.”
Misal olarak: Bir çiçeğin yaratılışında (fiil), o anda hem Musavvir (en güzel şekli veren), hem Rezzâk (rızkını hazırlayan), hem Muhyî (hayat veren), hem Hakîm (hikmetle donatan) isimleri aynı anda, aynı sistemle ve tam bir birlik içinde tecelli eder. Bir ismi diğerinden ayırmak mümkün değildir. Bu iç içe geçmişlik ve birlik, bu isimlerin sahibinin (Müsemmâ) ve bu fiillerin failinin (Fâil) “birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir” olduğunu zarurî kılar.
Dördüncü Esas: Anâsır (Unsurlar) ve Nevilerin (Türler) Birliği
Son delil, yaratılışın ham maddelerine ve neticelerine bakar:
• Anâsır (Elementler): “masnuatın maddeleri ve mayaları olan unsurlar” (oksijen, hidrojen, karbon vb.) tektir. Sahra’daki oksijen ile okyanustaki oksijen aynıdır. Bu tek tip unsurlar, bütün yeryüzünü (“zemini ihata ederler”) kaplar ve bütün canlıların hizmetinde “gayet itaatli bir hizmetçi” gibi çalışırlar.
• Neviler (Türler): Her bir tür (insan türü, kedi türü, buğday türü), kendine has bir birlik mührü (“vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan”) taşır. Hepsi “bir iken rû-yi zeminde intişar edip istilâ ederler” (yeryüzüne yayılırlar).
Bu unsurların ve türlerin, tek bir şablon ve mühürle her yerde bulunması, onların “birtek Zâtın malı, mülküdür” olduğunu ve O Vâhid-i Kadîr tarafından “gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam” edildiklerini gösterir.
3. Konunun Ayetler ve Müradifleriyle İzahı
Metinde ileri sürülen tevhid delilleri, Kur’an-ı Kerim’in kâinata nazar etme (bakma) ve tefekkür etme davetiyle tam bir uyum içindedir.
Müradif Kavramlar (İlgili Mefhumlar):
• Tevhid: Allah’ı birlemek. (Metnin ana gayesi)
• Vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu.
• Nizam ve Mizan: Kâinattaki mükemmel düzen ve ölçü. (Metnin “intizam-ı ekmel” dediği)
• Sünnetullah: Allah’ın kâinata koyduğu, değişmez tabiat kanunları. (Metnin “aynı isim ve aynı fiil” ile işaret ettiği)
• Tasarruf: Allah’ın mülkünde (kâinatta) dilediği gibi idare ve icraatta bulunması.
• Fıtrat: Yaratılış, varlığa kodlanan yapı.
• Tefekkür: Kâinattaki sanat ve nizam üzerinden Sanatkâr’ı (Sâni’) düşünmek. (Metnin “yolcu”sunun yaptığı eylem)
Konu ile İlgili Ayet-i Kerimeler (Meali İktibasları):
1. İntizam ve Nizamdaki Kusursuzluk (İntizam-ı Ekmel):
Metnin “kâinatın mecmuunda… bir intizam-ı ekmelin bulunması” ve “Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına” mısraına en muvafık ayetler:
$${“Gökleri yedi kat yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak! Bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak! Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”}$$
(Mülk, 67/3-4)
Bu ayetler, kâinatta “intizamsızlık” veya “kusur” (metindeki “muzlim nokta”) olmadığını, nazar edildikçe Sâni’in kemalinin görüleceğini belirtir.
2. Şirkin İmkânsızlığı ve İdarenin Birliği (Tedvirde Vahdet):
Metnin “intizam tam bir vahdettir… Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz” hakikatinin Kur’an’daki en net ifadesi:
$${“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”}$$
(Enbiyâ, 21/22)
Bu ayet, “Beşinci Hakikat”in temel mantığını (birden fazla fail olsa nizam bozulur) Kur’anî bir delil ile teyit eder.
3. Yaratılışın Hikmeti ve Gaye (Hikmetperverâne İntizam):
Metin, bu nizamın “ilim ve hikmetle” ve “maslahatları gözeterek” yapıldığını vurgular. Bu, abesiyetsizliği (boş yere olmama) ifade eder:
$${“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.”}$$
(Duhân, 44/38-39)
4. Kâinatın İdaresi ve Rabliğin Vahdeti (Tedvir ve Terbiye):
Metnin “bu memleketin Sultanı ve Mürebbîsi birdir” hükmü ile “misafirhane” temsilindeki idare birliği:
$${“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”}$$
(Fâtiha, 1/2)
$${“De ki: ‘Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve gözlere kim hükmediyor? Diriyi ölüden kim çıkarıyor, ölüyü diriden kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?’ Onlar: ‘Allah’ diyecekler. De ki: ‘O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?’”}$$
(Yûnus, 10/31)
Bu ayet, metindeki “tedvir” (işleri yürütme) fiilinin tek bir Fâil’e (Allah’a) ait olduğunu ikrar ettirir.
4. Hülâsa ve Netice
“Beşinci Hakikat,” kâinatın her bir parçasının ve bütününün, lisan-ı hal (hal dili) ile “Lâilâhe İllallah” zikrini nasıl ilan ettiğini gösteren bir tefekkür dersidir.
Yolcu, bu hakikatten aldığı “feyz-i imanî” ile kâinat kitabına baktığında, kudret kaleminin nur ile yazdığı ayetleri okur. Anlar ki:
• “Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud”: Bu âlem kitabının sayfaları, sonsuz boyutlardır.
• “Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd”: Zamandaki hadiselerin satırları, sayısız eserlerdir.
• “Mücessem lâfz-ı mânidardır, âlemde her mevcud”: Âlemdeki her bir varlık, hakikat levh-i mahfuzunda yazılmış, manası olan, cisim giymiş bir kelimedir.
Netice olarak, bu nizamlı varlıkların hepsi, metnin sonunda ifade edildiği gibi, “Bir baştan diğer başa herşey, her zaman Lâilâhe İllallah zikrini ilân ediyor” ve “Yâ Hak, Yâ Hay” diye haykırıyor. Bu sesi duyan yolcunun nefsi dahi, kalbiyle beraber “Neam” (Evet) diyerek bu cihan şümul (evrensel) tevhidi tasdik eder.
Birinci Hakikat:
“Fettâhiyet” hakikatıdır.
Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, çiçekler misilli, Fettâh ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtâze kudret-i fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.
âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrarla birkaç suretlerde Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamının Birinci Babında, Altıncı ve Yedinci Mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden, onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlaktan başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü, bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kâinatı idare eden birtek Zâtta bulunabilir.
Evet, meselâ mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan, basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettâhiyet; ve umum rû-yi zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı, vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz. Ve Birinci Babda vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat, nasıl ki vücutlarıyla Hâlıkın vücuduna delâlet ederler; öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.
*****
1. Giriş: Fettâhiyet Hakikatı ve Vahdet Delili
“Fettâhiyet”, lügat manasıyla “açmak, fethetmek, kapalılığı gidermek, hüküm vermek” manalarına gelen “feth” kökünden türemiştir. Allah’ın Esma-i Hüsna’sından olan el-Fettâh (ٱلْفَتَّاحُ) ismi, her türlü kapalılığı açan, müşkilatları halleden, rızık kapılarını açan ve en mühimi, mahlukata varlık sahasında münasip suretler ve şekiller “açan” Zât demektir.
İktibas edilen metin, kâinattaki en hayret verici hadisenin, yani “feth-i suver”in (suretlerin açılmasının) nasıl olup da el-Fettâh isminin Vahdet’ine (birliğine) şaşmaz bir delil olduğunu izah eder.
2. Temel Kavramların Tahlili
Metnin daha iyi anlaşılabilmesi için temel kavramların izahı elzemdir:
• el-Fettâh (Müradifleri: el-Hâlık, el-Bâri’, el-Musavvir):
• el-Fettâh: “Açan.” Bu isim, yokluk karanlığını varlık nuruyla açar; basit, şekilsiz bir maddeyi (bir tohumu, bir nutfeyi) açarak içinden muntazam, sanatlı bir suret çıkarır.
• el-Hâlık: “Takdir eden, yaratan.” Henüz var olmayan bir şeyin nasıl olacağını, hangi ölçülerde var olacağını takdir edendir.
• el-Bâri’: “Yoktan var eden, inşa eden.” Takdir edileni, modele uygun şekilde, kusursuzca ve uyum içinde var edendir.
• el-Musavvir: “Suret ve şekil veren.” Varlığa getirdiğine, onu diğerlerinden ayıran hususi, mizanlı (ölçülü) ve müzeyyen (süslü) bir suret giydirendir.
• Fettâhiyet hakikatı, bu üç ismin (Hâlık, Bâri’, Musavvir) manasını da derûnî bir surette ihtiva eder.
• Feth-i Suver (Suretlerin Açılması):
Metnin merkezi tabiridir. Bu, iki manaya gelir:
• İcmalden Tafsile Geçiş: Bir çekirdek veya yumurta gibi “icmali” (özet, program) bir halde bulunan basit bir maddeden; ağaç, çiçek veya kuş gibi “tafsilatlı” (detaylı) bir suretin açılıp çıkarılmasıdır.
• Basit Maddeden Sanatlı Surete Geçiş: Toprak, su, hava gibi “basit” ve “unsurî” maddelerden; elma, kiraz, insan sureti gibi hadsiz derecede farklı ve sanatlı suretlerin yaratılmasıdır.
• Basit Bir Madde:
Bu tabir, sureti ve şekli olmayan, tek düze görünen hammaddeyi ifade eder. Misal: Bir damla su (nutfe) veya bir avuç toprak. Fettâhiyet tecellîsi, bu “bir” ve “basit” olan maddeden, “binlerce” farklı ve “muntazam” sureti açıp göstermesidir.
• İhata ve Şümul (Kapsamlılık):
Metnin vahdet delili olarak sunduğu kilit kavramdır. “Feth-i suver” fiili, kâinatın her köşesinde (her tarafta), her an (bir anda) ve hadsiz çeşitlilikte (ayrı ayrı, çeşit çeşit) icra edilmektedir. Bir fiilin, kâinatı bütünüyle ihata etmesi (kuşatması), o fiilin failinin de kâinatın tamamına hükmeden, her şeyi bir anda gören, bilen ve idare eden Vâhid-i Ehad (Bir ve Tek) olmasını zaruri kılar. Eğer zerre kadar şirk (ortaklık) olsaydı, bu ihatada ve intizamda mutlaka karışıklık ve noksanlık olurdu.
3. Metnin Paragraf Paragraf İzahı
Paragraf 1 (Tanım):
“Fettâhiyet” hakikatıdır. Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Burada fiilin altı vasfı zikredilir:
• Kaynak: Fettâh isminin tecellîsi.
• Hammadde: Basit bir madde.
• Netice: Ayrı, çeşitli, hadsiz ve muntazam suretler.
• Zamanlama: Beraber ve bir anda.
• Mekân: Her tarafta.
• Keyfiyet: Bir fiil ile.
Bu altı vasıf, fiilin failinin Vahdet’ini (birliğini) ve Ehadiyet’ini (her bir şeydeki mührünü) isbat eder. Bir anda, her tarafta, basit bir şeyden bu kadar çok çeşidi hatasız yapmak, ancak her şeyi birlikte idare eden bir Zât’a mahsustur.
Paragraf 2 (Misaller):
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında… Fettâh ismiyle… açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata… suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.
Metin, bu hakikati iki misal ile tasvir eder:
• Umum Kâinat (Makro Âlem): Galaksiler, yıldızlar, sistemler gibi “kâinat bağistanı”nın her bir çiçeği (mevcudatı), Fettâh ismiyle açılmıştır.
• Zemin Bahçesi (Mikro Âlem): Yeryüzü, bu tecellînin daha mucizeli bir sahasıdır. Zira “basit” bir toprak perdesi altında “dört yüz bin” (o günkü tesbitle, şimdi milyonlarca) farklı canlı türüne (enva-ı zîhayat), her birine hususi, “mevzune” (ölçülü), “müzeyyene” (süslü) ve “mümtâze” (seçkin) bir suret verilmektedir.
Paragraf 3 (Ayetlere Atıf ve Delil):
…âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır.
Metnin atıfta bulunduğu (-1- ve -2- diye işaretlenen) ayetler, hususan insanın “üç karanlık” içindeki yaratılışından bahseden Zümer Suresi 6. ayet ve insanın suret verilmesinden bahseden diğer ayetlerdir. (Bu ayetler aşağıda “Ayetler ve Müradifleri” bahsinde gelecektir.)
Paragraf 4 ve 5 (Delilin İzahı ve Netice):
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle… bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden… başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz.
…üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini… açmak ve yaratmak olan fettâhiyet… vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz.
Burada, modern bilimlerin (Botanik ve Zooloji) vardığı neticelerin, bu Fettâhiyet hakikatini tasdik ettiği belirtilir. Bir damla sudan (nutfe), “üç karanlık” (batın-rahim-meşîme) içinde, milyarlarca farklı insan suretini şaşırmadan, karıştırmadan, mükemmel bir ölçü ve sanatla “açmak” (yaratmak); ve aynı fiili yeryüzündeki bütün canlılara aynı anda tatbik etmek…
İşte bu “ihata” (kuşatıcılık), Vahdet’in (birliğin) isbatıdır. Zira bu fiil bölünme, parçalanma kabul etmez. Bir insanın suretini açan Zât, aynı anda güneşi idare eden, rızkı taksim eden Zât olmak zorundadır. Çünkü suret verilirken göz verilir, göz ise güneşi ister; mide verilir, mide rızkı ister. Bu, failin Kadîr-i Mutlak olduğunu gösterir ve şirkin (ortak koşmanın) imkânsızlığını isbat eder.
4. Konuyla İlgili Ayetler ve Müradifleri
Metnin ruhuna ve doğrudan atıflarına binaen, Fettâhiyet hakikatini tasvir eden ayetler:
1. el-Fettâh ve el-Musavvir İsimlerinin Tecellîsi (Metnin Atıf Yaptığı Ana Konu):
Metin, “üç karanlık içinde” suretlerin açılmasından bahseder. Bu, doğrudan Zümer Suresi’ne bir işarettir:
﴿خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ ف۪ي بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقاً مِنْ بَعْدِ خَلْqٍ ف۪ي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاَنّٰى تُصْرَفُونَ﴾
“O, sizi bir tek nefisten yarattı. Sonra ondan da eşini var etti. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra diğerine çevirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Mülk yalnızca O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) döndürülüyorsunuz?”
(Zümer Suresi, 39/6 – Meali)
Bu ayet, Fettâh isminin, rahimlerdeki “feth-i suver” mucizesini net bir şekilde ortaya koyar.
2. el-Fettâh İsminin Doğrudan Zikri:
el-Fettâh ismi, mutlak adaletle hükmeden ve her türlü kapalılığı açan manasında kullanılır:
﴿قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَل۪يمُ﴾
“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), her şeyi bilendir.'”
(Sebe’ Suresi, 34/26 – Meali)
3. Suret Verme (Musavvir) ve Mükemmellik:
Metnin “suret-i mevzune ve müzeyyene” (ölçülü ve süslü suret) tabiri, doğrudan şu ayetlerin manasını yansıtır:
﴿خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ وَصَوَّرَكُمْ فَاَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ﴾
“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Size şekil verdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş de ancak O’nadır.”
(Teğâbün Suresi, 64/3 – Meali)
Ve Fettâhiyet hakikatinin müradifi olan Hâlık, Bâri’ ve Musavvir isimlerinin bir arada zikredildiği ayet:
﴿هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَwِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ﴾
“O, yaratan (el-Hâlık), var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Haşr Suresi, 59/24 – Meali)
4. Basit Maddeden Yaratılış:
Metindeki “basit bir madde” vurgusu, Kur’an-ı Kerim’in insanın “basit” bir sudan (nutfe) veya topraktan (tîn) yaratıldığına dair vurgularıyla aynıdır:
﴿اَلَمْ نَخْلُقْكُمْ مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۙ ﴿٢٠﴾ فَجَعَلْنَاهُ ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۙ ﴿٢١﴾ اِلٰى قَدَرٍ مَعْلُومٍۙ ﴿٢٢﴾ فَقَدَرْنَا فَنِعْمَ الْقَادِرُونَ﴾
“Biz, sizi basit bir sudan yaratmadık mı? İşte o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere (rahme) yerleştirdik. Sonra da ona ölçülü bir biçim verdik. Biz ne güzel biçim verenleriz!”
(Mürselât Suresi, 77/20-23 – Meali)
5. Hülasa ve Netice
İktibas edilen bu “Birinci Hakikat”, Fettâh isminin tecellîsinin, yani “suretleri açma” fiilinin, Vahdâniyet için nasıl müstesna bir delil olduğunu ortaya koyar.
Netice şudur:
• Fiildeki İhata: Yeryüzündeki milyonlarca türün milyarlarca ferdine, her an, her yerde, hatasız, karıştırmadan, mükemmel bir sanat ve ölçüyle suret vermek (feth-i suver), kâinatı bütünüyle kuşatan (ihata eden) bir fiildir.
• İhatadan Vahdete: İhata etmek ise “vahdet”i (birliği) gerektirir. Eğer birden fazla fail, ilah veya “tabiat” gibi şuursuz vasıtalar işe karışsaydı, bu mutlak intizam, sanat ve ihata mümkün olmaz, her şey kaos ve kargaşaya dönerdi.
• Delilin Kuvveti: Bu sebeple “feth-i suver” hakikatı, “tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi”dir. Her bir çiçek, her bir böcek, her bir insan siması, el-Fettâh, el-Musavvir olan Allah’ın Vahdet mührünü taşır.
Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü
İkinci Hakikat:
Rahmâniyet hakikatıdır
Yani, gözümüzle görüyoruz: Birisi var ki, bize, zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleriyle doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş; ve zemin içini rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi bir mahzen yapmış; ve zemini, devr-i senevîsinde, bir ticaret gemisi hükmünde, her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir, bizi gayet rahîmâne beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştahlar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.
Evet, âyet-i Hasbiyeye dair olan Dördüncü Şuâda izah ve ispat edildiği gibi, bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır.
Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duygularıyla, bir sofra-i nimet gibi, koca cismânî âlemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.
Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleriyle hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.
Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki, âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.
Ve öyle bir iman hidâyet etmiş ki, dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envârından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.
Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acip ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.
İşte böyle dünyayı ve âhireti ve herşeyi kaplamış bir rahmet¦elbette o rahmet vâhidiyet içinde ehadiyetin cilvesidir.
Yani, nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesiyle vâhidiyete bir misal olduğu gibi, parlak ve şeffaf herbir şey dahi, kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan, elbette o ihatalı ziyayı gören adam “Arzın güneşi vâhiddir, birtektir” diye hükmeder. Ve her parlak şeyde, hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi, sıfatlarıyla herşeyin yanındadır ve herşeyin âyine-i kalbindedir diye bilir.
Aynen öyle de, Rahmân-ı Zülcemalin geniş rahmeti dahi, ziya gibi umum eşyayı ihâtası o Rahmân’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi herşeyde, hususan herbir zîhayatta ve bilhassa insanda, o cemiyetli rahmetin perdesi altında o Rahmân’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zâtiyesi bulunarak, her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahmân’ın ehadiyetini ve herşeyin yanında hazır ve herşeyin herşeyini yapan O olduğunu ispat eder.
Evet, nasıl ki o Rahmân, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle, herbir zîhayatta, hususan insanda, bütün nimetlerin nümunelerini o fertte toplayıp, o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi, cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda envâ-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.
Hem nasıl ki, bir kavunun meselâ herbir çekirdeğinde o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan Zât, elbette odur ki, o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir.
Aynen öyle de, Rahmâniyetin tecellîsiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan, elbette en küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi, bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı olmak lâzım gelir.
Elhâsıl, nasıl ki ihatalı olan fettâhiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de, herşeyi ihâta eden Rahmâniyet hakikatı dahi, vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemâl-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle, bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir. Risale-i Nur ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan, Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada, bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.
************
1. Giriş: Rahmâniyet Hakikati’nin Merkeziyeti
Metin, bir yolcunun (âlemi tefekkürle gezen bir seyyahın) nazarında, kâinatın en parlak hakikatinin “Rahmâniyet” olduğunu tesbit etmesiyle başlar. Rahmâniyet, Allah’ın “Rahmân” isminin tecellîsidir. Bu isim, O’nun bu dünyada mü’min-kâfir, zîhayat-cansız ayırt etmeksizin bütün mahlûkatı kuşatan, rızıklandıran ve idare eden cihan şümul (evrensel) merhametini ifade eder.
Metnin ana gayesi, bu ihâtalı (kuşatıcı) merhametin, perdesiz bir şekilde hem Vâhidiyet’i (bütün kâinatın tek bir İdareciye ait olduğunu) hem de Ehadiyet’i (o tek İdarecinin, bölünmeksizin, bizzat her bir şeyin yanında hazır ve nâzır olduğunu) nasıl gösterdiğini ortaya koymaktır.
2. Kelime ve Kavram Tahlili (Müradifler ve Alakalı Mefhumlar)
• Rahmâniyet: “Rahmân” isminden gelir. Bu, “Rahîm” isminden daha geniş bir muhtevaya sahiptir. Rahmâniyet, varlık sahasına çıkan her şeye şâmil olan merhamettir. Rızkın verilmesi, hayatın bahşedilmesi, tabiatın nizamı bu ismin tecellîsidir.
• Rahîmiyet: Genellikle “Rahîm” ismiyle bağlantılı olup, daha hususî, daha şefkatli ve ekseriyetle mü’minlere yönelik ebedî ve uhrevî merhameti ifade eder. Metin, zeminin içindeki kıymetli ihsanları “rahîmiyet ve hakîmiyetin” mahzeni olarak tasvir eder.
• Vâhidiyet (Birlik): Cenâb-ı Hakk’ın birliğini, isim ve sıfatlarının bütün kâinatı bir bütün olarak kuşatması cihetiyle ifade eder. Kâinata bir bütün olarak nazar edildiğinde, her yerde aynı nizamın, aynı idarenin ve aynı merhametin hâkim olması, Sâni’in (Sanatkâr’ın) vâhid (bir) olduğunu gösterir. Güneşin bütün yeryüzünü aydınlatması gibidir.
• Ehadiyet (Teklik): Cenâb-ı Hakk’ın Zât olarak birliğini ve tekliğini ifade eder. O’nun, kâinatın bütünüyle meşgul olurken, her bir fertle bizzat, vasıtasız ve bölünmeksizin meşgul olmasıdır. O’nun Zâtı her şeyin yanında hazırdır. Güneşin, bütün yeryüzünü aydınlatırken aynı anda her bir parlak zerrede ve su katresinde aksiyle, ısısıyla ve yedi rengiyle bulunması gibidir.
• Ziyafetgâh: İçinde ziyafet verilen yer, mükellef bir sofra. Metin, dünyayı Rahmân’ın bir ziyafetgâhı olarak tasvir eder.
• Cilve: Yansıma, tecellî, görünüm.
• Bedahet: Apaçıklık, delile ihtiyaç duymayacak derecede âşikâr olma.
3. Metnin Şerhi ve Tahlili
Metin, Rahmâniyet hakikatini iki ana açıdan ele alır:
A. Rahmetin Umûmî Tecellîsi (Vâhidiyet’in İsbatı)
Metin, Vâhidiyet’in isbatı için kâinatın geneline, yani âfâkî (dışsal) delillere nazar ettirir:
• Zemin Yüzü (Ziyafetgâh): Yeryüzü, “rahmetin binlerle hediyeleriyle” donatılmış bir “ziyafetgâh” ve “sofra” olarak tasvir edilir. Bu sofrada “yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamlar” dizilmiştir. Bu umûmî ziyafet, tek bir Kerîm Zât’ın (Rahmân’ın) eseridir.
• Zemin İçi (Mahzen): Yerin altı, “rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi bir mahzen”dir. Madenler, sular, tohumların muhafazası bu mahzenin hediyeleridir.
• Zeminin Hareketi (Ticaret Gemisi): Dünyanın mevsimler ve senevî devirleri, “âlem-i gaybdan” rızıkları getiren bir “ticaret gemisi” veya “şimendifer” (tren) olarak tasvir edilir. “Her bahar” bu geminin/trenin “erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagonu” hükmündedir.
Bu üç tasvir, bütün yeryüzünde, bütün canlıları (zîhayatları) besleyen, giydiren ve idare eden bu ihâtalı (kuşatıcı) fiilin, ancak Vâhid (Bir) olan bir Zât tarafından yapılabileceğini gösterir. Bu devasa ziyafetgâhı idare etmeye ve bu gemiyi gayb âleminden göndermeye birden fazla ilahın gücü yetmez ve müdahalesi olamaz; olsa, nizam bozulurdu.
B. Rahmetin Husûsî Tecellîsi (Ehadiyet’in İsbatı)
Metin, Vâhidiyet’i âfâkta (dış âlemde) gösterdikten sonra, Ehadiyet’in isbatı için enfüsî (iç) delile, yani bizzat insanın yapısına (fıtratına) odaklanır. Rahmân, sadece nimetleri yaratmakla kalmamış, o nimetlerden istifade edecek cihazları da insana vermiştir:
• Mide: “Hadsiz taamlardan lezzet alır.”
• Hayat: “Duygularıyla, bir sofra-i nimet gibi, koca cismânî âlemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.”
• İnsaniyet (Akıl ve Kalb): “Hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.”
• İslâmiyet: “Âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.”
• İman: “Dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envârından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.”
İnsanın fıtratına dercedilen bu “yüzlerle ve binlerle iştahlar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler”, kâinattaki o ziyafete tam bir karşılıktır. Kâinat bir saray ise, anahtarlar insanın eline verilmiştir.
İşte bu nokta, Ehadiyet’in delilidir: Bütün kâinatı yaratan Zât, aynı anda her bir insanın midesini, kalbini, aklını ve hislerini de o kâinata uygun şekilde yaratmıştır. Bütün nimetlerin nümunelerini o tek fertte toplamıştır. Bu, O Zât’ın bizzat (ehadiyet cilvesiyle) her bir ferdin yanında hazır olduğunu, onun her bir cihazatını tanzim ettiğini gösterir.
4. Temsillerin İzahı
Metin, bu derin hakikati (Vâhidiyet içinde Ehadiyet) iki kuvvetli temsil ile akla yaklaştırır:
A. Güneş Temsili
• Vâhidiyet Misali: Güneşin ziyasının (ışığının) “mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi” (karşısındaki bütün eşyayı kaplaması), güneşin bir (vâhid) olduğunu gösterir. Yeryüzünü kaplayan bu tek ışıktan, “Arzın güneşi vâhiddir, birtektir” hükmü çıkar.
• Ehadiyet Misali: Aynı güneşin, “parlak ve şeffaf herbir şey dahi” (mesela su katreleri) içinde, o şeyin kabiliyetine göre “hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini” göstermesi, güneşin ehadiyetini (bizzat sıfatlarıyla her şeyin yanında olduğunu) gösterir.
• Hakikate Tatbiki: Aynen öyle de, Rahmân’ın rahmetinin bütün kâinatı bir ziyafetgâh gibi kuşatması (ihâtası), O’nun Vâhidiyet’ini (Birliğini) gösterir. Aynı rahmetin ve Rahmân’ın ekser isimlerinin her bir zîhayatta, bilhassa insanda temerküz etmesi (toplanması), O’nun Ehadiyet’ini (her şeyin yanında bizzat hazır olduğunu) isbat eder.
B. Kavun Çekirdeği Temsili
• Misal: Bir kavunun “herbir çekirdeğinde” o kavunun bütün hususiyetlerinin programı (DNA’sı) temerküz etmiştir.
• Hüküm: O çekirdeği yapan Zât, ancak o kavunun tamamını yapan Zât olabilir. Başka hiçbir şey, o çekirdeği o kavundan “sağamaz, toplayamaz.”
• Hakikate Tatbiki: Kâinat bir ağaç, zemin (dünya) bir meyve (kavun) ve insan (veya her bir zîhayat) o meyvenin çekirdeği hükmündedir.
• Netice: En küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi (onu terbiye edip besleyeni), ancak bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı ve Rabbi olabilir. Tek bir çekirdeği (insanı) yaratmak, bütün bir ağacı (kâinatı) yaratmak kadar kudret ister ve aynı Zât’a ait olduğunu gösterir.
5. Konunun Ayetler ile Bağlantısı
Metinde izah edilen Rahmâniyet, Vâhidiyet ve Ehadiyet hakikatleri, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinin tefsiri mahiyetindedir.
• Rahmetin İhatası (Kuşatıcılığı – Vâhidiyet):
• A’râf Sûresi, 7:156: “…(Allah şöyle buyurdu:) “Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.””
• İzah: Metnin “herşeyi kaplamış bir rahmet” olarak bahsettiği hakikat, bu ayette “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” ifadesiyle teyit edilir.
• Zeminin Ziyafetgâh ve Mahzen Olması (Rahmâniyet):
• Mülk Sûresi, 67:15: “O, yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir. Haydi onun üzerinde yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.”
• Bakara Sûresi, 2:22: “O, yeryüzünü sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.”
• İzah: Bu ayetler, metindeki “ziyafetgâh”, “sofra” ve “mahzen” tasvirlerinin Kur’ânî temelidir.
• Her Canlının Rızkının Verilmesi (Ehadiyet ve Vahdet):
• Hûd Sûresi, 11:6: “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, onların yurtlarını da, geçici olarak durdukları yerleri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.”
• İzah: Bu ayet, metnin “hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle” ifade ettiği hakikati tam olarak karşılar. “Bütün canlıların rızkı” Vâhidiyet’i, her birinin “yurdunu” ve “durduğu yeri” bilmesi ise Ehadiyet’i (tek tek her şeye ilminin ve kudretinin yetişmesini) gösterir.
• İnsanın Hususî Yaratılışı (Ehadiyet’in Tecellîsi):
• Zâriyât Sûresi, 51:21: “Kendi içinizde de (nice deliller) vardır. Hâlâ görmez misiniz?”
• İzah: Metnin, mide, hayat, akıl, kalb, iman gibi insana verilen binlerce cihazdan bahsetmesi, bu ayetin işaret ettiği “kendi içinizdeki delillerin” bir tefsiridir. Bu derûnî cihazlar, Rahmân’ın Ehadiyet cilvesinin en parlak âyineleridir.
Netice
Risale-i Nur’dan iktibas edilen bu kısım, “Fettâhiyet” (her şeye muntazam suretini açan) hakikati gibi, “Rahmâniyet” hakikatinin de Tevhid’in en parlak bir bürhanı olduğunu isbat eder.
• Rahmetin ihâtası (bütün kâinatı kuşatması), nizamı ve umûmîliği Vahdet’i (Birliği) gösterir.
• Rahmetin temerküzü (her bir fertte hususî olarak toplanması, hiçbirinin unutulmaması, her birine kâinatın anahtarlarını verecek cihazların takılması) ise Ehadiyet’i (Tekliği ve her şeyle bizzat meşgul olmayı) gösterir.
Böylece, en küçük bir canlının rızkını veren ve onu besleyen Zât, ancak bütün kâinatın rızık ve idare gemisini yürüten Zât olabilir. Bu ise, şirke (ortak koşmaya) hiçbir açı bırakmayan, bedahet derecesinde parlak bir Tevhid dersidir.
Üçüncü Hakikat:
Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır.
Yani, gayet dehşetli ve sür’atli ecram-ı semâviyeyi ve gayet istilâcı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli mahlûkat-ı arziyeyi kemâl-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârâne idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatıdır.
İşte bu cebbârâne ve Rahmânâne idarenin büyük dâirelerini bırakıp yalnız, baharda, zemin yüzünde cereyan eden o idarenin birtek sayfa ve safhasını, Risaletü’n-Nur Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsille göstereceğiz. Şöyle ki:
Meselâ ve faraza, harika ve cihangir bir zat, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse, her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini, hem silahlarını, hem yemeklerini, hem talimat, hem terhisatlarını, hem hidematlarını birbirinden ayrı ayrı, hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan, kemâl-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizâtlı kumandan verse, elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o harika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa, muvazeneyi bozar ve karıştırır.
Aynen öyle de, gözümüzle görüyoruz ki, bir dest-i gaybî her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini, vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre nümune olan baharda haşr-i âzamın üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemâl-i intizamla inşa edip, hattâ birtek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envâa bâliğ olan ordu-yu Sübhânînin her nev’e, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silâhlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemâl-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine vermekle kemâl-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdâniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini ispat ederek, bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sayfasında, kalem-i kaderle yazar.
Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın birtek sayfasını okuduktan sonra, nefsine dedi ki:
Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garip binlerle haşirleri inşa eden, mükâfat ve mücazât için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini, umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdeden ve Kur’ân’da haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet âyetlerinde serahaten hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbârın, bir Kahhâr-ı Zülcelâlin o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşir hatasını irtikâp edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “âmenna” dedi.
***********
“Üçüncü Hakikat: Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır” başlıklı bu mühim parça, Risale-i Nur Külliyatı’nın temel rüknü olan Tevhid ve Haşir hakikatlerini, kâinatın idaresindeki nizam ve intizam delilleriyle isbat eden son derece hikmetli bir bahistir.
Bu hakikat, Cenâb-ı Hakk’ın “El-Müdebbir” (Bütün işleri tedbir edip idare eden) ism-i şerifinin kâinattaki cihan şümul tecellîsini nazarımıza sunmaktadır.
1. Hakikatin Mâhiyeti: Müdebbiriyet ve İdare
Metnin “Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır” diye başlaması, varlığın temelinde bir “Tedbir” ve “İdare” elinin bulunduğunu, hiçbir şeyin başıboş (abes) veya tesadüfün oyuncağı olmadığını beyan eder.
Müradif ve Alakalı Mefhumlar:
• Tedbir (Müdebbiriyet): Her şeyin akıbetini, neticesini ve hikmetini görerek, ona göre en münasip vaziyeti ve cihazatı takdir etmektir. Kâinatta zerrelerden yıldızlara kadar her şey, bu tedbir ile hareket eder.
• İdare: Tedbiri icra etmek, nizamı muhafaza etmek, her mahlûka vazifesini yaptırmak ve ihtiyaçlarını (levazımatını) vaktinde vermektir.
• Rububiyet: Bu idare ve tedbirin en mühim tecellîsidir. Rab, terbiye eden, besleyen, idare eden demektir. Kâinatın idaresi, O’nun Rububiyetinin (Rabliğinin) saltanatını gösterir.
• Hakîmiyet: Bu idarenin hikmetle yapılmasıdır. Hiçbir işte abesiyet (boşluk, manasızlık) yoktur.
• Nizam ve İntizam: İdarenin en zahirî meyvesidir.
• Muvazene: İdarenin adaletini ve hassasiyetini gösterir. Kâinattaki ekolojik, fizikî ve kimyevî denge bu muvazenedendir.
Metin, bu cihan şümul idareyi üç sahada tasvir etmektedir:
• Ecram-ı Semâviye (Gök Cisimleri): “Dehşetli ve sür’atli” olmalarına rağmen (milyarlarca tonluk kütlelerin saniyede binlerce kilometre hızla hareketi), “kemâl-i intizam ve muvazene” ile idare edilmeleri. Birbirlerine çarpmazlar, yörüngelerinden (medar) sapmazlar. Bu, tesadüfün ve kör kuvvetin değil, sonsuz bir Kudret ve Hikmet’in idaresini isbat eder.
• Ayet :
$$“Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”}$$
(Yâsîn, 36/40)
• Ayet :
$${“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”}$$
(Mülk, 67/3)
• Unsurlar (Elementler): “İstilâcı ve karıştırıcı” (ateşin yakması, suyun boğması, havanın fırtınaya dönüşmesi) yapıda olmalarına rağmen, “imtizaçkârâne” (birbiriyle uyumlu ve karışık) idare edilmeleri. O zıt unsurlar, hayatın devamı için “muavenettar” (yardımcı) kılınmıştır. Toprak, su, hava ve ateş; hayatın hizmetkârı olmuştur.
• Mahlûkat-ı Arziye (Yeryüzü Mahlukları): “Gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli” olmalarına rağmen, bütün “tedbirlerini görmek” suretiyle idare edilmeleri. En âciz mahlûkun dahi rızkı ve cihazatı unutulmaz.
• Ayet :
$${“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.”}$$
(Hûd, 11/6)
Bu idare, kâinatı “mükemmel bir memleket, muhteşem bir şehir, müzeyyen bir saray” hükmüne getirir ki, bu da bir Sâni-i Hakîm’i ve Müdebbir-i Küll’ü âşikâre gösterir.
2. Temsil: Cihangir Kumandan ve Dört Yüz Bin Milletli Ordu
Bu dehşetli hakikati akla yaklaştırmak için “cihangir bir zat” temsili getirilir. Bu temsildeki kilit noktalar şunlardır:
• Kesret ve Çeşitlilik: Dört yüz bin ayrı ayrı milletten bir ordu.
• İhtiyaçların Farklılığı: Her milletin elbisesi, silahı, yemeği, talimatı, terhisatı birbirinden ayrı ayrı.
• İdarenin Mükemmeliyeti: Bu muhtelif cihazatın noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan verilmesi.
• Netice: Bu idareye, o kumandanın “fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz.” Eğer uzatsa (yani şirk olsa), “muvazeneyi bozar ve karıştırır.”
Bu temsil, kâinattaki idarenin Vahdâniyet’e (Birliğe) olan delâletini vurgular. Nasıl ki bir orduyu ancak bir kumandan idare edebilir; iki kumandan olsa nizam bozulur. Aynen öyle de, zerrelerden yıldızlara kadar bu mükemmel idare, Müdebbir’in (Allah’ın) Bir olduğunu, ortağı (şeriki) olmadığını isbat eder.
• Ayet :
$${“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”}$$
(Enbiyâ, 21/22)
3. Tatbik: Bahar Mevsimi ve Dört Yüz Bin Nev’in İdaresi
Bu temsilin kâinattaki tatbiki, yani hakikatin bizzat kendisi, her bahar mevsiminde gözümüzün önünde cereyan eder.
• Ordu-yu Sübhânî: Baharda icad edilen “dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep” (bitki ve hayvan türleri) ordu.
• İdare-i Rabbâniye: Temsildeki kumandanın idaresinden sonsuz derece daha mükemmel bir idare. Her bir nevi (tür), hatta her bir ferdin (bireyin) bütün levazımatı (rızık, silah, libas, talim, terhis) “kemâl-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine” verilir.
Bu bahar safhası, Allah’ın şu vasıflarını isbat eden canlı bir fermandır:
• Kemâl-i Rububiyet (Kusursuz Terbiye ve İdare)
• Hâkimiyet ve Hikmet
• Vahdâniyet, Ehadiyet, Ferdiyet (Birliği, Tekliği)
• Nihayetsiz İktidar ve Hadsiz Rahmet
4. Netice: Müdebbiriyet Hakikatinden Haşir Hakikatine Geçiş
Metnin ulaştığı zirve noktası, bu “Müdebbiriyet Hakikati”nin, aynı zamanda “Haşir (Diriliş) Hakikati”nin en parlak isbatı olduğudur.
İstidlâl (Delil Çıkarma) Şöyledir:
• Güz (Sonbahar) Kıyameti: Güz mevsiminde, o dört yüz bin neviden üç yüz bininin (hususan nebatat ve haşeratın) “vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edilmesi,” küçük bir kıyamet nümunesidir.
• Bahar (İlkbahar) Haşri: Baharda o ölmüş, çürümüş köklerin ve tohumların aynısıyla (veya misliyle) yeniden diriltilmesi, “haşir ve neşre nümune”dir. Bu, “haşr-i âzamın üç yüz bin misalini” gözümüze gösteren bir mucizedir. Hatta bir ağacın her baharda yaprak, çiçek ve meyve vermesi, “dört küçük haşir” hükmündedir.
• Kudretin Mukayesesi: Gözümüzün önünde her baharda bu kadar harika, bu kadar girift, bu kadar sonsuz nevileri ve fertleri icad eden, idare eden ve dirilten bir Kudret…
• İnsanın Haşri: Bu Kudret’e nisbeten, sadece bir tek nev’ olan insanın, vefatından sonra tekrar diriltilmesi, bir baharı yaratmaktan “daha kolay”dır.
• Ayet :
$${“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”}$$
(Lokmân, 31/28)
• Ayet :
$${“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”}$$
(Rûm, 30/50)
Hüküm:
Seyyahın (yani hakikat yolcusunun) vardığı hüküm katîdir:
• Böyle bir Kudret Sahibi (Kadîr-i Cebbâr), kıyameti ve haşri yapacağını “umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdetmiş”tir.
• Kur’ân’da “bin adet âyetlerinde serahaten hükmedip tehdit ve taahhüd” etmiştir.
• Bu durumda “inkâr-ı haşir” (dirilişi inkâr etmek), sadece bir fikir hatası değil;
• Bütün bu vaadleri “tekzip” (yalanlamak),
• Her baharda görülen bu sonsuz “kudretini inkâr etmek” hükmündedir.
• Böylesine âşikâr bir hakikati ve sonsuz bir kudreti inkâr eden ve vaadlerini yalanlayanlara verilecek “cehennem azabı,” zulüm değil, “ayn-ı adalettir.”
Hülâsa (Özetle):
Kâinattaki “Müdebbiriyet ve İdare Hakikati,” varlıkların intizam ve muvazenesine bakarak, bir “Müdebbir-i Vâhid”in (Bir olan İdare Edici’nin) varlığını isbat eder. Bu idarenin her baharda “ölüm ve diriliş” şeklinde tecellî etmesi ise, o Müdebbir’in vaad ettiği “Haşr-i Ekber”in (Büyük Diriliş) vuku bulacağına dair en katî delildir.
Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği
Dördüncü Hakikat:
Olan Otuz Üçüncü Mertebe rahîmiyet ve rezzâkıyet hakikatıdır.
Yani, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların, hem maddî ve midevî, hem mânevî bütün rızıklarını, şefkatkârâne, kuru ve basit bir topraktan ve câmid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en lâtifi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine, mukannen bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, gözümüz önünde, bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.
Evet, -1- âyeti, iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka tahsis edip hasrettiği gibi,
-2- âyeti dahi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı, hem -3- âyeti de, rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, meselâ, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdetâ sırf gaybdan infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle, esbabperest insanlara dahi, esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilân ettiği gibi, pek çok âyât-ı Kur’âniye ve hadsiz şevâhid-i kevniye, bil’ittifak herbir zîhayatın birtek Rezzâk-ı Zülcelâlin rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.
Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından, onlar yerlerinde mütevekkilâne dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki, helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir, belki, tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.
Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi, zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve darb-ı mesel olması ispat eder ki, rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat cânibinden ihsan edilir. Fakat, rızık ikidir.
Biri: yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyattan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.
İkinci kısım rızık: İtiyat, israf ve sû-i istimâlat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirâne ve minnettârâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasâret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne hayatını geçirir, belki öldürür.
Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıklarını isterler ve müteşekkirâne alırlar. Herbirisine, ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütellezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzâk-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o lâtifelerin herbirisini hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misilli ötekiler dahi, herbiri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.
Bu kâinatı yaratan Zât-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip, umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cemiyetli merkez-i şuûnât yaparak, iştah ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halkederek, hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlikle rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.
Meselâ, çok geniş olan memleket-i Rabbâniyenin her tarafını, hususan melâike ve ruhânîlerle semâvâtı ve ervâh ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi, maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücutlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve atâletten kurtarıp gezdirmesi, şuûnât-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasaydı, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.
İsm-i Rahîm ve Rezzâkın cemallerini ve vahdâniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa, kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmânî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzâk-ı Rahîmin bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki, birtek elmayı yapıp bir adama hakikî bir rızık olarak mün’imâne veren, yalnız öyle bir Zât yapar verir ki, mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulâtlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü, o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakikî mâliki ve sânii, elbette ve her halde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelâli ve Hâlık-ı Zülcemâli olacak; başka olamaz.
Demek, herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki, onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının Kâtibini ve Sâniini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdâniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.
Risaletü’n-Nur ism-i Rahîm ve ism-i Hakîmin mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatının çok lem’alarını ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden, ona havale ile, bu pek büyük hazineden hâlimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.
İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillâh, her yerde aradığım ve herşeyden sorduğum Hâlıkımın ve Mâlikimin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Herbir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz. Dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve herbiri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zâhir delâlet eder. Ve sâir erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber, mecmuu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten taklitten tah-kike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmel-yakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblâğ ediyor. Elhamdülillâhi hâzâ min fadli Rabbî.
***********
Rahîmiyet ve Rezzâkıyet Hakikatinin İzahı
Bu mertebe, Cenâb-ı Hakk’ın er-Rahîm (merhameti her şeyi kuşatan) ve er-Rezzâk (bütün mahlukatın rızkını veren) isimlerinin kâinattaki cihanşümul (evrensel) tecellîlerini müşahede etmektir. Bu müşahede, zerrelerden güneşlere kadar her şeyin O’nun merhamet elinden ve kudret hazinesinden beslendiğini idrak etmektir.
1. Rezzâkıyetin Küllî Tecellîsi: Zayıf ve Âcizlerin İmdadı
Metnin başında dikkat çekildiği gibi, Rezzâkıyet hakikatinin en parlak delili, en âciz ve zayıf olanlara, en umulmadık yerlerden rızkın yetiştirilmesidir.
• Kuru Toprak ve Câmid Odunlar: Basit, kuru bir topraktan ve kemik gibi cansız odun parçalarından (ağaçlardan) binlerce çeşit lezzetli, renkli, kokulu ve şifalı rızıkların (meyve ve sebzelerin) çıkarılması, tesadüfün ve kör esbabın (sebeplerin) işi olamaz. Bu, ancak sonsuz bir ilim, irade, kudret ve merhamet sahibinin fiilidir.
• Kan ve Fışkı Arasından Gelen Lâtif Rızık: En lâtif, en temiz ve en muvafık gıda olan sütün, hayvanın bedeninde kan ve fışkı gibi iki necis madde arasından safi, temiz ve berrak bir surette yavrulara gönderilmesi, Rahîm-i Zülcemâl’in şefkatinin en âşikâr bir tecellîsidir.
• Hiçbirini Unutmamak: Zemin yüzündeki, denizlerin dibindeki, havadaki sayısız zîhayatın hiçbirini unutmayarak, karıştırmayarak, tam vaktinde ve münasip bir surette rızıklarını veren bir “Dest-i Gaybî” (gizli el), Rezzâk-ı Hakikî’nin varlığını ve birliğini güneş gibi ispat eder.
2. Kur’ânî Temeller ve Rabbânî Taahhüd
Metinde işaret edilen üç ayet-i kerime, bu hakikatin temelini ve Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki taahhüdünü sarahaten beyan eder:
• Ayet -1- (Rızkı Hasretme): Metnin “iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka tahsis edip hasrettiği” ifadesiyle işaret ettiği ayet:
“Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
(Zâriyât, 51:58 – Meali)
Bu ayet, hasr (sınırlama) ifade eder. Rızkı veren, “er-Rezzâk” olan yalnızca Allah’tır. Sebepler (insanın çalışması, bulut, toprak vs.) sadece birer perdedir. Rızkı yaratan ve gönderen sebepler değil, Müsebbibü’l-Esbab olan Allah’tır.
• Ayet -2- (Küllî Taahhüd): Metnin “bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı” ifadesiyle işaret ettiği ayet:
“Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların nerede duracaklarını ve nerede emanet edileceklerini bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır.”
(Hûd, 11:6 – Meali)
Bu ayet, “taahhüd-ü Rabbânî”nin (Allah’ın üzerine almasının) ne kadar küllî ve şümullü olduğunu gösterir. Karada, denizde, havada bilinen ve bilinmeyen ne kadar “dâbbe” (canlı) varsa, istisnasız hepsinin rızkı “alellah” (Allah’ın üzerinedir).
• Ayet -3- (Âcizlerin Rızkı): Metnin “rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden… vermekle” işaret ettiği ayet:
“Nice canlılar var ki rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
(Ankebût, 29:60 – Meali)
Bu ayet, rızık ve iktidar arasındaki zıt (ters) münasebetin Kur’ânî delilidir. Rızkını tedarik edemeyen (lâ tahmilü rizqahâ) en âciz mahlukların (deniz dibindeki böceklerin, anne karnındaki ceninin, yeni doğmuş yavruların) rızkı, mükemmel bir surette verilir. Bu durum, rızkın iktidar ve kuvvetle değil, Rahmet ve Şefkat ile gönderildiğini ispat eder.
3. Rızık, İktidar, Hırs ve Tevekkül
Metin, rızık bahsindeki en mühim bir yanılgıyı düzeltir: Rızkın, kişinin kendi iktidarı, zekâveti ve çalışmasıyla elde edildiği zannı.
• Ters Münasebet: “Helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir.” Bu, çok mühim bir sırdır.
• Ağaçlar: İktidarsız ve ihtiyarsızdır, yerlerinde “mütevekkilâne” dururlar; rızıkları (su, hava, gıda) onlara koşup gelir.
• Yavrular: Acz-i mutlaktadırlar; en lâtif rızık olan süt, “hayret-nümun tulumbacıklardan” (validelerin göğüslerinden) ağızlarına akıtılır. Yavru kedi, dünyaya gelir gelmez annesinin memelerine yönelir ve rızkı hazır bulur. Ne zaman ki o yavrulara “bir parça iktidar” gelir (avlanmaya başlarlar), o memelerden süt kesilir.
• Hırs (Açgözlülük) Sebeb-i Hüsrandır: Hırs, Rezzâk-ı Hakikî’nin taahhüdüne karşı bir nevi ittiham (suçlama) ve merhametine karşı bir hürmetsizliktir. Bu sebeple hırs, mahrumiyete sebeptir. Metnin dediği gibi, zekâvetine güvenip hırsla dünyaya saldıran nice edipler “dilenciliğe” düşerken; iktidarsızlığını bilip tevekkül eden nice “kaba, çok âmî adamlar” zenginliğe ulaşmıştır.
• Netice: Rızk-ı helâl, kuvvetle kazanılmaz; o, merhametle verilir, şefkatle ihsan edilir. Çalışmak (sa’y) ise, rızkı celp etmek için değil, Rezzâk-ı Kerîm’in âdetullah kanununa bir hürmet, bir fiilî dua ve bir ibadettir.
4. Rızkın İki Kısmı: Hakikî ve Mecazî
Bu ayrım, hayatı saadetle geçirmek için bir düsturdur:
• Rızk-ı Hakikî (Fıtrî): Hayatı idame ettirecek (yaşatacak) kadar olan zarurî rızıktır. Bu, “taahhüd-ü Rabbânî altındadır.” Cenâb-ı Hak, her zîhayatın bu rızkına kefildir. Hatta bedende depolanan yağlar dahi bu fıtrî rızka dahildir ki, insanı 20-30 gün yaşatabilir. Bu rızık bitmeden ölenler, rızıksızlıktan değil, “sû-i itiyattan” (kötü alışkanlıklardan) veya “terk-i âdetten” (düzenin bozulmasından) kaynaklanan bir hastalıktan ölürler.
• Rızk-ı Mecazî (Sun’î): İtiyat (alışkanlık, tiryakilik), israf ve sû-i istimâlât (kötüye kullanma) ile zaruret hükmüne geçen, aslında ihtiyaç dışı olan rızıklardır (örneğin lüks tüketim, sigara, gereksiz harcamalar). Bu kısım, “taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir.” Kâh verilir, kâh verilmez.
İnsanların rızık endişesiyle düştükleri sıkıntıların tamamı, bu ikinci kısım mecazî rızık yüzündendir. Bahtiyar odur ki, fıtrî rızka kanaat eder, mecazî rızkı da iktisat ile talep eder. Bedbaht odur ki, hırs ile mecazî rızkın peşinde koşar, sa’y-i helâli bırakır ve hayatını elemler içinde geçirir.
5. Mânevî Rızıklar ve Hilkatin Gayesi
Rızık sadece mideye mahsus değildir. İnsanın her bir âzâsı ve lâtifesi (duygusu) Rezzâk-ı Rahîm’den kendi rızkını ister:
• Göz: Manzaraları, güzellikleri (hüsün ve cemal) rızık olarak ister.
• Kulak: Sesleri, nağmeleri, manaları ister.
• Akıl: İlim ve hikmeti rızık olarak ister.
• Kalb ve Ruh: Mârifetullah (Allah’ı tanıma) ve Muhabbetullah (Allah sevgisi) ile tatmin olur.
Bu lâtifeler, “hazine-i rahmetinin birer anahtarı” hükmündedir. Göz, kâinat yüzündeki cemal hazinelerinin anahtarıdır.
Cenâb-ı Hak, rızkı kâinatın en mühim bir gayesi kılmıştır. Çünkü rızkın neticesinde “daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişle” O’nun Rububiyetine mukabele edilir. Rızıktaki lezzet, şükre sevk eden bir davetiyedir.
Ayrıca rızıktaki “iştah ihtiyacı ve zevk-i rızkî,” mahlukatı atâletten (tembellikten) kurtaran “kuvvetli bir kamçı” olur. Bu kamçı ile hayvanlar ve insanlar rızık peşinde koşarak arzı şenlendirir.
6. Vahdet Delili: Bir Elmanın İspat Ettiği Hakikat
Metnin sonunda zikredilen “birtek elma” misali, Rezzâkıyetin Vahdet (Birlik) delilini tamamlar.
Bir elmayı hakikî rızık olarak yaratıp bir adama veren Zât, ancak şu vasıflara sahip olabilir:
• O elmanın tezgâhı olan mevsimleri (baharı, yazı) çeviren olmalıdır.
• O elmanın fabrikası olan ağacı yaratan olmalıdır.
• O elmanın bahçesi olan küre-i arzı bir sefine gibi döndüren olmalıdır.
• O elmanın terbiyegâhı olan güneşi, havayı, suyu, toprağı terbiye eden olmalıdır.
Çünkü o tek elmanın üzerindeki “sikke-i fıtrat” (yaratılış damgası), “hâtem-i hikmet” (hikmet mührü) ve “turra-i samediyet” (her şeyin O’na muhtaç olduğunu gösteren nişan), bütün elmalarda, bütün meyvelerde ve bütün mahlukatta aynıdır.
Demek, bir elmayı yaratamayan, kâinatı yaratamaz. Ve bir elmayı hakikî mâlikiyetle yaratan, elbette ve her halde bütün kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli olmak zorundadır.
Hülâsa:
Dünya yolcusunun müşahede ettiği bu Dördüncü Hakikat (Rahîmiyet ve Rezzâkıyet), imanımızı taklitten tahkike çıkarır. Etrafımızdaki her bir rızık tanesi, her bir meyve, ağızlara akan her bir damla süt; Rezzâk-ı Rahîm’in varlığına, birliğine, sonsuz merhametine ve şefkatine parlak birer delil ve sarsılmaz birer isbattır.
Dördüncü Şua
[Manen ve rütbeten Beşinci Lem’a ve sureten ve makamen Otuzbirinci Mektub’un Otuzbirinci Lem’asının kıymetdar Dördüncü Şuaı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.]
İHTAR: Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede, “Birinci Mertebe” çok kıymetdar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir, yoksa tam zevkedemez.
* * *
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici envârına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şâirin dediği gibi dedim:
Dil bekası Hak fenası istedi mülk-ü tenim.
Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.
Me’yusane başımı eğdim; birden
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
âyeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beşyüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkişaf eden çok kıymetdar envârından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilâtını Risale-i Nur’a havale ediyorum.
Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu.
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır. Çünki onun bekasıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim, hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez diye şuur-u imaniyle takarrur eder.
Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan Kemal-i Mutlak’ın varlığı bilinmekle, şedid ve fıtrî olan muhabbet-i zâtî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedî’nin bekasına ve varlığına ait o şuur-u imaniyle kâinatın ve nev’-i insanın kemalâtı bilinir ve bulunur ve kemalâta karşı fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.
Hem o şuur-u imaniyle o Bâki-i Sermedî’ye bir intisab ve o intisab-ı imanî ile umum mülküne bir münasebet peyda olur ve o münasebet-i intisabî ile hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, manen istifade eder.
Hem o şuur-u imaniyle ve intisab ve münasebet ile umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peyda olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud, o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.
Hem o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemalâta karşı bir uhuvvet peyda olur. O halde Bâki-i Sermedî’nin varlığıyla ve bekasıyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsin ile merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekaları ve devam-ı kemalâtı, o şuur-u imanî sahibine ulvî bir zevk verir.
Hem o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet vasıtasıyla bütün dostlarımın -ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların saadetleri için feda ediyorum- onların mes’udiyetleri ile hadsiz bir saadet kendim de hissedebilir gördüm. Çünki bir samimî dostun saadetiyle, şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve âl ü ashabı olarak umum sâdâtım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım i’dam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikas edip saadetlendirdiğini zevkettim.
Hem o şuur-u imaniyle rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup, hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum. Çünki hayatımı ve bekamı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtrî arzu ettiğim başta pederlerim ve vâlidelerim ve bütün neslî ve nesebî ve manevî akrabalarım, Bâki-i Hakikî’nin bekası ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve i’dam-ı ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imaniyle hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüz’î ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir vâlide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi; ben de o bütün şefkat ettiğim zâtların, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatlarıyla zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.
Hem o şuur-u imaniyle, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resail-ün Nur dahi ziya’dan, mahvdan, faidesiz kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar bâki kalmalarını o intisab-ı imanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim. Kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünki iman ettim ki: Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla Resail-ün Nur yalnız insanların hâfızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhâssa Kur’ana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşâallah marzî-i İlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymetdardır bildim.
İşte hayatımı ve bekamı o resailin hakaik-i imaniyeyi isbat eden herbir risalesinin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeğe her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’ana hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde beka-i İlahî ile yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
Hem o şuur-u imanî ile ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelal’in bekasına ve vücuduna iman ve imanın a’mal-i sâliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılab etmek için kabuğunu terkeden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmağa nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber “Hasbünallahü ve ni’melvekil, Onun bekası bize yeter” dedim.
Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi, adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki: Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka Bâki-i Zülkemal’in bekasına, varlığına iki cihetle bakarken; enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı beka, bizzât ve sebebsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemal-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekayı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zâtından başka hiçbir sebeb iktiza etmeyen kemal-i zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken; sâbıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir beka değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyeviye ve beka feda edilmeğe lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelse idi bütün zerrat-ı vücudumla “Hasbünallahü ve ni’melvekil” diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekasını arayan ve beka-yı İlahîyi bulan o şuur-u imanî -ki bir kısım meyvelerine sâbıkan “Hem… Hem… Hem…”ler ile işaret ettim- bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki; bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber dedim:
حَسْبِى مِنَ الْبَقَاءِ لَذَّةً وَ سَعَادَةً اِيمَانِى وَ شُعُورِى وَ اِذْعَانِى بِاَنَّهُ هُوَ اِلٰهِىَ الْبَاقِى حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
**************
Dördüncü Şua, “Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye” İzahı
Metnin tamamı, bir “ihtar” ile başladığı üzere, müellifin “gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî” ve “gayet ruhlu bir muamele-i imanî” olarak vasıflandırdığı derûnî bir tecrübeye dayanır. Bu tecrübenin merkezinde, insanın fıtratına (yapısına) dercedilmiş olan “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı, kalıcı olma arzusu) bulunmaktadır.
1. Meselenin Teşhisi: Derûnî Sancı ve Fıtrî İhtiyaçlar
Bediüzzaman Hazretleri, beş çeşit gurbet ve beş nevi hastalık içinde, sıkıntıdan gelen bir gafletle doğrudan kalbine ve ruhuna nazar ettiğinde, kendisinde hükmeden beş temel ve sarsılmaz hakikat tesbit eder:
• Aşk-ı Beka: Şiddetli bir ebediyet aşkı.
• Muhabbet-i Vücud: Var olmaya karşı kuvvetli bir sevgi.
• İştiyak-ı Hayat: Hayata karşı büyük bir arzu.
• Hadsiz Acz: Sınırsız bir güçsüzlük.
• Nihayetsiz Fakr: Sonsuz bir muhtaçlık.
İnsanın derûnî yapısındaki bu en temel arzular (beka, vücud, hayat), tam zıddı olan “müdhiş bir fena” (korkunç bir yok oluş) tehdidi altındadır. Bu zıtlık, insan ruhunda “bir devasız dert” meydana getirir.
Bu halet, insanın en temel açmazıdır: Fıtratı ebediyeti ister, fakat zahirî hali ve kainatın işleyişi ona sürekli ölümü ve yok oluşu gösterir.
2. Kurtuluş Reçetesi: “Hasbünallâhü ve Ni’mel-Vekîl”
Tam bu me’yusiyet (ümitsizlik) anında, “حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ” ayeti (Âl-i İmrân, 173) imdada yetişir. Müellif, bu ayeti günde beş yüz defa okuyarak, bu zikrin nuruyla perdelerin kalktığını ve hakikatin inkişaf ettiğini belirtir.
Ayet-i Kerime ve Muradı:
Bu ayet-i kerime, Uhud Savaşı sonrası müminlerin içinde bulunduğu zor duruma işaret eder.
• (Âl-i İmrân, 3/173):
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, onlardan korkun’ dediklerinde, bu onların imanlarını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.”
Bu ayet, tam bir teslimiyetin, acz ve fakrın idrakinden sonra mutlak kudret ve gınâ (zenginlik) sahibi olan Allah’a sığınmanın ve O’nu vekil tayin etmenin zirvesidir. “Allah bize yeter” manası, insanın kendi aczini ve fakrını; “O ne güzel vekildir” manası ise, sığınılan Zat’ın mutlak kudretini ve her şeye kâfi geldiğini ilan eder.
3. Hakikatin İnkişafı: Aşkın Gerçek Yönünü Bulması
Müellif, “Hasbünallâh” zikrinin nuruyla şu hakikati hakkalyakîn (bizzat yaşayarak ve tadarak) zevk eder:
İnsandaki “aşk-ı beka,” insanın kendi fanî (geçici) zatına ve şahsî bekasına ait değildir. İnsanın fıtratı, “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi” olan Allah’a (Zât-ı Zülkemal’e) karşı fıtrî bir muhabbet duymak üzere programlanmıştır.
İnsanın mahiyeti (özü), Allah’ın bâki bir isminin “bir cilvesinin” ve “bir gölgesi” mesabesindedir. Fıtratımızdaki bu ebediyet aşkı, aslında o ismin sahibi olan Bâki-i Zülkemal’e aittir.
Ancak “gaflet yüzünden” bu muhabbet “yolunu şaşırmış,” asıl ve kaynak yerine “gölgeye yapışmış” ve “âyinenin bekasına âşık” olmuştur. Yani insan, Allah’ın ebedî güzelliğinin bir yansıması olan kendi hayatına ve varlığına âşık olmuştur.
“Hasbünallâh” zikri bu perdeyi kaldırır. İnsan anlar ki:
“Bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır.”
Bu, bir devrimdir. Kişi, kendi şahsî bekasını aramaktan vazgeçip, Allah’ın bekasına iman etmekle ve O’na intisab etmekle (bağlanmakla) hakikî bekayı bulur.
Müradif Ayetler (Fena ve Beka):
Bu manayı teyit eden ayetler, her şeyin fanî, yalnız Allah’ın Zat’ının bâki olduğunu vurgular:
• (Rahmân, 55/26-27):
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”
• (Kasas, 28/88):
“Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk etme. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.”
4. Birinci Mertebenin Meyveleri (Dokuz “Hem…”)
Bu imanın ve intisabın (bağlantının) neticesinde elde edilen dokuz büyük manevî kazanç ve saadet, “Hem…” ile başlayan dokuz madde halinde sıralanır. Bu meyveler, başlangıçta zikredilen “aşk-ı beka, muhabbet-i vücud, iştiyak-ı hayat” gibi fıtrî arzuların nasıl tatmin olduğunu izah eder:
• Şahsî Beka: İnsanın mahiyeti, Allah’ın “bâki, sermedî bir isminin gölgesi” olur. Bu intisab ile “daha ölmez.” Fanî gölge, bâki asla bağlanarak ebedîleşir.
• Kemal Aşkının Tatmini: “Mahbub-u mutlak” (mutlak sevgili) olan Allah’ın varlığı bilinince, fıtrattaki “muhabbet-i zâtî” (zatî sevgi) tatmin olur.
• Mülke Mâlikiyet: Allah’a intisab, O’nun “umum mülküne bir münasebet” peyda eder. İman gözüyle bakan kişi, bütün kâinata “bir nevi mâlikiyet” nazarıyla bakar, fanî mülkü yerine bâki bir mülkten manen istifade eder.
• Vücudun Genişlemesi: Bu intisab ile “umum mevcudata bir alâka” kurulur. İnsan, “vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud” kazanır. Varlığa karşı olan fıtrî aşkı, kendi dar varlığı yerine, bütün mevcudatın varlığıyla teskin edilir.
• Ehl-i Kemal ile Uhuvvet: Bütün “ehl-i kemal” (peygamberler, evliyalar) ile bir kardeşlik bağı kurulur. Onların Allah’ın bekasıyla “mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını” bilmek, o şahsa “ulvî bir zevk” verir.
• Dostların Saadetiyle Saadetlenme: Başta Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) olmak üzere, bütün “sâdâtım ve ahbabım” dediği enbiya, evliya ve dostlarının “i’dam-ı ebedîden kurtulduğunu” ve “saadet-i sermediyeye” mazhar olduklarını bilmekle, onların saadeti imana yansır (in’ikas eder) ve o kişiyi de saadetlendirir.
• Akraba Şefkatinin Tatmini: “Rikkat-i cinsiye” (insanlık şefkati) ve “şefkat-i akraba” (akraba şefkati) yüzünden gelen elemlerden kurtulur. Başta ebeveyni olmak üzere bütün akrabalarının, Allah’ın “nihayetsiz bir rahmet” himayesi altında yok olmaktan kurtulduğunu hissetmekle, cüz’î şefkatinin eleminden kurtulup, rahmetin tecellisiyle ferahlar.
• Hizmetin (Risale-i Nur’un) Bekası: Hayatının neticesi olan Risale-i Nur’un (veya herhangi bir salih amelin) zayi olmaktan, “faidesiz kalmasından” kurtulduğunu anlar. Allah bâki olduğu için, O’nun rızası dairesinde yapılan hizmetler de bâkileşir. Onlar sadece insanların hafızalarında değil, “Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek” bâki kalır.
• A’mal-i Sâlihanın Bekası: Bu fani hayatın “bâki meyveleri” olan iman ve “a’mal-i sâliha” (salih ameller), ebedî bir bekanın vesileleri olur. Bu dünyevî bekanın “kabuğunu” bırakıp, bâki meyveleri vermek için ölümü bir “çekirdek” gibi kabul eder.
5. Netice ve Hülâsa (Özet)
Müellif, bu tecrübenin sonunda anlar ki, fıtratındaki o şiddetli “aşk-ı beka,” aslında bizzat Allah’ın “Kemal-i Zâtı”na yöneliktir. Fakat “enaniyetin perde çekmesiyle” bu aşk yolunu şaşırmış, “mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş” (sevgilisini kaybetmiş, onun yansıdığı aynaya tapınmış) bir hale gelmiştir.
Bu “Hasbî” tefekkür, yani her şeyi Allah’a (Hasbünallâh’a) havale etmek, bu perdeyi yırtar. İnsan anlar ki, “O’nun bekası bize yeter.”
Metnin sonundaki Arapça ibare bu hakikatin bir özetidir:
“حَسْبِى مِنَ الْبَقَاءِ لَذَّةً وَ سَعَادَةً اِيمَانِى وَ شُعُورِى وَ اِذْعَانِى بِاَنَّهُ هُوَ اِلٰهِىَ الْبَاقِى حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ”
(Beka cihetinde lezzet ve saadet olarak, O’nun benim Bâki İlahım olduğuna dair imanım, şuurum ve iz’anım (kesin kanaatim) bana kâfidir. Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir.)
İzahın Özeti
“Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye,” insanın fanî varlığına yönelttiği ebediyet aşkının (aşk-ı beka) bir aldanma olduğunu; bu aşkın hakikî sahibinin Bâki-i Zülkemal olan Allah olduğunu izah eder.
“Hasbünallâhü ve Ni’mel-Vekîl” ayeti, bu aldanma perdesini kaldıran bir nur ve anahtardır. Bu anahtarla insan, kendi fanî bekası için çırpınmayı bırakır. Bunun yerine, Allah’ın Bâki olduğuna iman eder ve O’na intisab eder (bağlanır).
Bu intisab neticesinde:
• Kendi varlığı, Bâki’ye bağlandığı için ebedîleşir.
• Bütün sevdikleri (ehl-i iman, akrabalar, dostlar), Allah’ın bekası ve rahmeti sayesinde ebedî yok oluştan kurtulur; onların saadetiyle saadet bulur.
• Yaptığı salih ameller ve hizmetler, Allah rızası için olduğundan, zayi olmayıp bâkileşir.
Böylece, başlangıçtaki “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı), “muhabbet-i vücud” (varlık sevgisi) ve “iştiyak-ı hayat” (hayat arzusu), fanî ve elemlerle dolu bir dünyadan, bâki ve saadet dolu bir âleme yönelmiş ve hakikî tatminini bulmuş olur.
İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?” diye
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
âyetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki; intisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir. Ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir. Ve başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup; ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeleri içine sarıp muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçukların icadı “Kâf-Nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki, Kur’an der: “Bir emir ile yapılır.” Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzak-ı Kerim onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar, zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. İşte sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.
Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî hissederek bütün ruhum ile “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdad için yine o âyete müracaat ettim. Bana dedi ki: “Sen memlukiyet ve ubudiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i Kerim’e mensub ve iaşe defterinde mukayyedsin ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzak-ı Rahîm’in küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elîm fakrın leziz bir iştiha olur.” Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet evet, doğrudur.” deyip mütevekkilane “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduğumu iman telkin ettiği hengâmda “of! of!”tan vazgeçtim, “oh! oh!” dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düşünüp bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim; dedi ki: ”
حَسْبُنَا
daki
نَا
ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile kimler
حَسْبُنَا
yı söylüyorlar, dinle!” emretti.
Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesabsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile “Hasbünallahü ve ni’melvekil”in manasını yâdediyorlar ve yâda getiriyorlar ki; bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüzbin çeşitlerini ve hayvanların yüzbin tarzlarını, nebatatın yüzbin nev’ini, ağaçların yüzbin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halkeder, yapar. Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u Hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye bildim.
Sonra
حَسْبُنَا
daki
نَا
da bulunan “ene”ye yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş.
Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu manevî latifeleri ve bâtınî hâsseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gayet san’atlı bu cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar a’zâ ve âletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmış. Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevkettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu -her mü’minin vücudu gibi- kâinata bir güzel takvim ve ruzname ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musaggar ve masnuatına bir mu’cize-i azhar ve nimetlerinin her nev’ine talib bir müşteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyyelerine ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir muhatab yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.
Hem insaniyeti verdi; o insaniyet ile o nimet-i vücud manevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı. Hem İslâmiyeti bana ihsan etti. O İslâmiyet ile o nimet-i vücud, âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi. Hem iman-ı tahkikîyi in’am etti. O iman ile o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı. Hem o imanda marifet ve muhabbetini verdi. O marifet ve muhabbetle o nimet-i vücud içinde daire-i mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ü sena ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti. Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen bir istidad vermiş.
Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitabların ve suhufların ve fermanların icmaıyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla, bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi -âyet-i Kur’aniyenin nassı ile- benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faidesiz zayi’ olmasın ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak bahasına saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i vereceğini kat’î bir surette çok tekrar ile va’d ve ahdettiğini ilmelyakîn ve tam iman ile anladım.
Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın yüzbinler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini “Fettah” ismiyle mahdud ve müteşabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli işlerine medar yapan bir Zât-ı Zülcelal Ve’l-ikram olan rabbim var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î ve muhakkak bir surette haşri icad ve Cennet’i ihsan ve saadet-i ebediyeyi halkedeceğini bu Âyet-i Hasbiye’den ders aldım. Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için binniyet, bittasavvur, bilhayal bütün mahlukat dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim ve ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek istiyorum.
**********
Bu metin, $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$ (“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!”) ayet-i kerimesinin (Âl-i İmrân, 3/173) derûnî manalarına ve imanın hayata bakan cihetlerine dair bir tefekkür ve tefsir-i manevîdir. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu mertebelerde, insanın en temel iki zaafı olan hadsiz acz ve hadsiz fakr karşısında, imanın nasıl bir nokta-i istinad (dayanak noktası) ve nokta-i istimdad (yardım isteme noktası) teşkil ettiğini izah etmektedir.
Metnin Tahlili ve İzahı
Metnin ana fikri, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetinin, mü’minin iki temel ihtiyacına nasıl kâfi geldiğini göstermektir:
• İkinci Mertebe: İnsanın hadsiz aczine karşı bir $nokta-i istinad$ (Kudret-i İlâhiyeye dayanma) ve hadsiz fakrına karşı bir $nokta-i istimdad$ (Gınâ-yı İlâhiyeden yardım isteme).
• Üçüncü Mertebe: İnsanın $saadet-i ebediye$ (ebedî mutluluk) arzusunun tahakkuku için zarurî olan iki esası (Allah’ın mutlak kudreti ve insanın O’nun nazarındaki ehemmiyeti) $isbat$ etme.
1. İkinci Mertebe-i Nuriye: Aczden Kudrete, Fakrdan Gınâya
Bu mertebe, müellifin $ihtiyarlık, gurbet, kimsesizlik$ ve $tecrid$ gibi en zorlu haller içinde, düşmanların hücumuna maruz kaldığı bir hengâmda, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetine müracaatını anlatır.
a) Acze Karşı Nokta-i İstinad (Dayanma Noktası): Kadîr-i Mutlak
Müellif, $intisab-ı imanî$ (iman bağı) tezkeresiyle, öyle bir $Kadîr-i Mutlak$ Sultana dayandığını idrak eder ki, O Sultan:
• Kudretinin Haşmeti: Her baharda $dörtyüzbin milletten mürekkeb$ (bitki ve hayvan türleri) orduları yaratıp, mükemmelen teçhiz eder.
• İsimlerinin Tecellisi (Fettâh, Musavvir, Müzeyyin): Ağaç ($eşcar$) ve kuş ($tuyur$) ordularının elbiselerini (yapraklarını, tüylerini) tazelendirir. Dağların libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir.
• Rubûbiyetin İhtişamı (Rezzâk, Kerîm): Bütün mahlukatın rızkını, medenî hülâsalardan (modern gıda özleri) $yüz derece daha mükemmel$ olan $Rahmanî hülâsalar$ (tohumlar ve çekirdekler) içine yerleştirir.
• Kaderî İlim (Hakîm, Mukaddir): Bu tohumlara $kaderî tarifeleri$ (genetik kodları ve büyüme planları) derceder.
• Sürat-i İcad (Kâf-Nun Fabrikası): Bu icraatlar, $كُن فَيَكُونُ$ (Ol der, oluverir) sırrıyla, $bir emir ile yapılır$.
Netice: Bu tefekkür, müellife $öyle bir kuvve-i maneviye$ (manevî kuvvet) verir ki, değil mevcut düşmanlarına, $dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî$ hisseder. Acz, kudrete dayanmakla kuvvete dönüşür.
b) Fakra Karşı Nokta-i İstimdad (Yardım Noktası): Ganiyy-i Mutlak
Müellif, $hadsiz fakrı ve ihtiyacı$ cihetinde yine aynı ayete müracaat eder. Ayet ona der ki:
• İntisab-ı Ubudiyet (Kulluk Bağı): Sen, bir $Mâlik-i Kerîm$’in $iaşe defterinde mukayyed$ (kayıtlı) bir memluk (köle) ve abdisin (kulsun).
• Gınâ ve Kerem (Ganiyy, Kerîm): O Mâlik, her bahar ve yazda $gaybdan ve hiçten$ ve $kuru bir topraktan$ zemin sofrasını $yüz defa$ tezyin eder (süsler) ve serer.
• Rahmetin Sürekliliği (Rahmân, Rezzâk): Zamanın seneleri ve günleri, O $Rezzâk-ı Rahîm$’in ihsan meyvelerine birer kap ve meşherdir (sergi).
Netice: $Abdiyetine şuurun varsa$ (kulluğunun bilincindeysen), senin $elîm fakrın$ (elem verici fakirliğin), o $Ganiyy-i Mutlak$’ın rahmet sofralarına karşı $leziz bir iştiha$ (lezzetli bir iştah) haline gelir. Fakr, rahmete iltica etmekle zenginliğe (gınâ) dönüşür.
2. Üçüncü Mertebe-i Nuriye: İnsanın Ehemmiyeti ve Haşrin İsbatı
Bu mertebe, $saadet-i ebediye$ arzusunun mantıkî temelini arar. Bu saadet, ancak iki şeye bağlıdır:
• Bütün mahlukatın $bütün harekât ve sekenatlarını$ (hareket ve duruşlarını) bilen ve kaydeden bir $Kadîr-i Mutlak$.
• Bu $âciz-i mutlak$ olan insana $nihayetsiz inayet ve ehemmiyet$ verilmesi.
Müellif, bu iki noktada $imanın inkişafını$ ve $kalbin itminanını$ ister. Ayet ona $حَسْبُنَا$ (bize yeter) kelimesindeki $نَا$ (‘biz’) zamirine dikkat etmesini emreder: “Seninle beraber kimler $حَسْبُنَا$ diyor, dinle!”
a) Kâinatın Tasdiki (نَا Zamirinin Küllî Manası)
Müellif $nazar$ ettiğinde (baktığında) görür ki; $hadsiz kuşlar, sinekler, hayvanlar, nebatlar, ağaçlar$ dahi $lisan-ı hal$ (hal dili) ile $Hasbünallahü ve ni’melvekil$ manasını yâd ediyorlar.
• Tevhid ve Vahdet Delili: Birbirine benzeyen $yumurtalar, katreler, habbeler, çekirdekler$ gibi basit ve aynı maddelerden; $yüzbin çeşit$ mahlukatın $yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı$ bir surette halkedilmesi (yaratılması).
• Haşmet-i Kudret: Bu icraatın $gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede$ yapılması.
• Ehadiyet Mührü: Mahlukatın $beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde$ yapılmaları, Allah’ın $vahdetini ve ehadiyetini$ (birliğini ve benzersizliğini) gösterir.
• Şirkin İmkansızlığı: Böyle $hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete$ (Rab’lık fiiline) $müdahale ve iştirak mümkün olmadığını$ bildirir.
b) İnsanın Ehemmiyeti (نَا içindeki ‘Ene’nin Manası)
Müellif, kâinatın bu küllî zikrinden sonra $نَا$ (‘biz’) içindeki $ene$ye (kendi nefsine) bakar:
• Hilkat-i İnsaniye (İnsanın Yaratılışı): Bir $katre sudan$ mu’cizane yaratılmış; $dimağ, kalb, dil$ gibi azalar verilmiş.
• Câmiiyet-i İnsaniye (İnsanın Kapsayıcılığı): İnsana, $rahmetin umum hazinelerini$ tartacak $mizancıklar$ (ölçücükler) ve $esma-i hüsnanın definelerini$ açacak $binler âletler$ (duygular, latifeler) verilmiştir.
• İnsanın Vazifesi (Maksad-ı Hilkat): İnsan, bu $cihazat$ ile nimetlerin bütün nevilerini $tattırsın$, esmanın tecelliyatını $bildirsin, zevkettirsin$ diye yaratılmıştır.
• İnsanın Mahiyeti: Bu $hakir vücud$; kâinata bir $güzel takvim$ (en güzel ölçü), $nüsha-i enver$ (en nurlu kopya), $misal-i musaggar$ (küçültülmüş misal), $mu’cize-i azhar$ (en aşikâr mu’cize), $anlayışlı bir muhatab$ olarak yaratılmıştır.
• Merâtib-i Vücud (Varlığın Mertebeleri): Bu vücuda $hayat, insaniyet, İslâmiyet, iman-ı tahkikî, marifet ve muhabbet$ verilerek, $daire-i mümkinattan$ (mümkün olanlar âlemi) $âlem-i vücuba$ (zorunlu varlık âlemi) ve $daire-i esma-i İlahiyeye$ kadar $istifade$ mertebesi ihsan edilmiştir.
• İnsanın Ehemmiyetinin Zirvesi (Ticaret-i Uzmâ): Enbiya ve evliyanın $icmaı$ (görüş birliği) ve Kur’an’ın $nassı$ ile, Allah (c.c.) bu $vücud, hayat ve nefsi$ $faidesiz zayi’ olmasın$ diye kulundan $satın alıyor$ ve bahasına $saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i$ va’d ediyor.
Netice: $Fettah$ ismiyle basit çekirdeklerden yüzbinler suretleri açan ve insana $sâbıkan beyan ettiğimiz gibi$ bu kadar ehemmiyet veren bir Zât-ı Zülcelal, $gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î$ bir surette $haşri icad ve Cennet’i ihsan edecektir$.
Müellif, bu dersi aldıktan sonra, $bütün mahlukat dilleriyle$ $Hasbünallahü ve ni’melvekil$ der ve bunu $ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek$ ister.
Konunun Ayetler ve Mürâdif Kavramlarla İzahı
Metnin tamamı, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetinin bir tefsiridir. Bu ayetin geçtiği bağlam, tam da müellifin içinde bulunduğu hale mutabıktır.
1. Anahtar Ayet: Tevekkül ve Kifayet
Metnin $nokta-i istinad$ ve $nokta-i istimdad$ olarak dayandığı ayet-i kerime şudur:
• Ayet: $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$
• (Âl-i İmrân, 3/173): “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!’ dediler.”
Mürâdif Kavramlar:
• Tevekkül: Sebeplere riayet ettikten sonra, neticeyi Allah’tan beklemek, O’na güvenmek ve dayanmak. Metin, $intisab-ı imanî$ (iman bağı) ile $tevekkül$e ulaşır.
• Vekîl: İşlerin kendisine havale edildiği, güvenilen, koruyan ve yöneten. Metin, bu $Vekîl$’in $Kadîr-i Mutlak$ ve $Ganiyy-i Mutlak$ olduğunu isbat eder.
• Kifâyet (Hasbünâ): Yeterli gelmek. İmanın, hem $acz$ hem de $fakr$ için kâfi bir sermaye olduğunu gösterir.
2. Kudret, Rızık ve “Kâf-Nûn” Fabrikası (İkinci Mertebe)
Metin, Allah’ın kudretini ve rızık vericiliğini, tohumlar ($Rahmanî hülâsalar$) ve $Kâf-Nûn$ (Ol emri) üzerinden izah eder.
• Ayet (Ol Emri):
• (Yâsîn, 36/82): “O, bir şey yaratmak istediği zaman O’nun buyruğu sadece ‘Ol!’ demektir, hemen oluverir.”
• Ayet (Rızık):
• Meali (Zâriyât, 51/58): “Şüphesiz rızık veren, güçlü ve sarsılmaz kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
• Ayet (Tevekkül ve Rızık İlişkisi):
• Meali (Talâk, 65/3): “Onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a dayanıp güvenirse Allah ona yeter. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yerine getirir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.”
3. Kâinatın Tesbihi ve Tevhidi (Üçüncü Mertebe – $نَا$’nın İlk Manası)
Metin, bütün mahlukatın $lisan-ı hal$ ile $Hasbünallah$ dediğini, yani O’nun $Vekîl$ olduğunu ilan ettiğini belirtir.
• Ayet (Tesbih-i Küllî):
• Meali (İsrâ, 17/44): “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.”
• Ayet (Tevhid ve Kudret):
• Meali (Mülk, 67/3-4): “O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Metindeki $yanlışsız, noksansız, iltibassız$ ifadesine işaret eder.)
4. İnsanın Ehemmiyeti ve Hilkati (Üçüncü Mertebe – $نَا$’nın İkinci Manası)
Metin, insanın bir $katre sudan$ yaratılıp $câmiiyet$ (kapsayıcılık) verilerek $en güzel takvim$de halk edildiğini vurgular.
• Ayet (Hilkat):
• Meali (Mürselât, 77/20-21): “Biz sizi değersiz bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir yere yerleştirmedik mi?”
• Ayet (Ahsen-i Takvîm):
• Meali (Tîn, 95/4): “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
• Ayet (Câmiiyet ve Muhataplık):
• Meali (Bakara, 2/31): “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip ‘Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi.” (İnsanın $Esma-i Hüsna$’nın definelerini açacak âletlere sahip olmasına işaret eder.)
5. Ticaret-i Uzmâ ve Haşrin İsbatı (Üçüncü Mertebe – Netice)
Metin, Allah’ın insana verdiği bu ehemmiyetin en büyük delilinin, onun $nefsini ve malını Cennet mukabilinde satın alması$ olduğunu ve bu ehemmiyetin $haşri$ (dirilişi) zarurî kıldığını belirtir.
• Ayet (Ticaret-i Uzmâ):
• Meali (Tevbe, 9/111): “Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cenneti onlara vermek üzere satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine gerçek bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yaptığınız bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük kazançtır.”
• Ayet (Haşrin Kolaylığı):
• Meali (Rûm, 30/27): “O, ilkin mahlûkunu yaratıp sonra onu diriltecek olandır ki, bu O’na göre daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Metindeki “gelecek baharın icadı gibi kolay” ifadesi bu ayetin manasını yansıtır.)
Hülâsa
İktibas edilen bu metin, $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$ ayetinin, mü’minin hayatındaki iki temel boşluğu nasıl doldurduğunu gösteren bir $tefekkür-ü imanî$dir:
• Dünyevî Hayat İçin: $Acz$ ve $Fakr$ içindeki insana, $Kadîr$ ve $Ganiyy$ olan bir $Vekîl$’e dayanma ve O’ndan isteme şuuru vererek, $hadsiz bir kuvve-i maneviye$ ve $leziz bir iştiha$ (zenginlik) kazandırır.
• Uhrevî Hayat İçin: $Saadet-i ebediye$ arzusundaki insana, kâinatın $lisan-ı hal$ ile yaptığı $vahdet$ şahitliğini ve insanın $câmiiyeti$ ile isbatlanan $ehemmiyetini$ gösterir. Allah’ın kudretinin ve insana verdiği değerin $Haşr$i ve $Cennet$i $kat’î ve muhakkak$ kıldığını isbat eder.
Neticede bu ayet, hem dünyaya hem de ahirete bakan cihetleriyle, mü’min için tam bir $kifayet$ ve $itminan$ kaynağıdır.
Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip -şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye- elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!” Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud’un eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef’alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları hissedecek.
İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü’min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envârını kazanır; kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur. Bununla beraber -Yirmidördüncü Mektub’da tafsilen kat’î isbat edildiği gibi- her zîhayatın, hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem manası, hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikatı gibi çok vücudlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi, aynen öyle de: Bu vücudum ve her zîhayatın vücudu, zahirî vücuddan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedî manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a’malinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahirî vücudundan daha kıymetdar müteaddid manevî vücudlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakîn suretinde bildim.
İşte iman ve imandaki şuur ve intisab ile bu mezkûr bâki, manevî vücudlara sahib olunabilir. İman olmazsa, bütün o vücudlardan mahrum olmakla beraber zahirî vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zayi’ olur.
Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hattâ o nazeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-ı imaniye gösterdi ki, o çiçekler âlem-i manada çekirdeklerdir. Sâbıkan beyan ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sünbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zahirî vücudları mahvolmaz, saklanır. Hem bâki olan hakikat-ı nev’iyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddid manaları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Mâşâallah, bârekâllah” dedim.
İşte imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, arz ve semavat san’atkârına intisab noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahluklarla yapan, süslendiren ve böyle herbir san’atta yüzer mu’cize gösteren bir san’atkârın eser-i san’atı ve böyle hadsiz hârikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymetdar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu’cizekâr usta, koca semavat ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı, o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve iman ile mazhar ve şuur ve intisab ile o şerefe sahib olacağını bu âyetten ders aldığımdan, niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
************
Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye’nin İzahı
Bu mertebe, “Hasbünallahü ve ni’melvekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) ayet-i kerimesinin, insanın en derin ve en elîm endişelerinden biri olan “yokluk” (adem) ve “fanilik” (fena) korkusuna karşı nasıl bir nur ve teselli menbaı olduğunu tasvir eder.
Müellif (Bediüzzaman Said Nursî), bu tefekkürü tetikleyen hali şöyle tasvir eder: İhtiyarlık, gurbet, hastalık ve (manevî) mağlubiyet gibi vücudu sarsan ve insanın acziyetini hissettiren arızalar. Bu haller, bir gaflet anına denk geldiğinde, insanın şiddetle alâkadar ve meftun olduğu kendi vücudunun ve sevdiği diğer mahlukatın yokluğa gittiği fikri, dehşetli bir endişeye sebep olur.
Bu mertebenin izahı, bu endişeden kurtuluşun ancak “iman dürbîni” ile bakmakla mümkün olacağını ortaya koyar.
1. Ana Mesele: Vücudun Faniliği ve Adem Endişesi
İnsanın “ene” (benlik) yapısı, enaniyet cihetiyle, kendi vücudunu sahiplenir ve onu ebedî arzu eder. İhtiyarlık ve hastalık gibi haller, bu zahirî vücudun elden gitmekte olduğunu isbat eder. Gaflet nazarı (bakışı), yani her şeyi kendi nefsine ve sebeplere isnad eden bakış, bu zeval ve firakı (ayrılığı) “ebedî bir yokluk” (adem) olarak görür. Bu, vahşi evhamın (kuruntuların) hadsiz karanlıklarıdır.
2. Çözüm: “Hasbünallahü ve Ni’melvekil” Müracaatı ve İman Nazarı
Bu dehşetli endişeye karşı “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayetine müracaat, bir zikirden öte, bir bakış açısı (nazar) değişikliğidir. Bu ayet, “Vekil” olarak Allah’ı bilmektir. Yani, “Benim vücudum bana ait değil, bir Vekil’e aittir; O (cc) Vâcib-ül Vücud’dur (Varlığı zorunlu olandır).”
Bu nazarla bakıldığında, iman dürbîni şu hakikatleri gösterir:
a) Vücudun Âyinedarlığı ve Mensubiyet Kıymeti
İnsanın “zerrecik vücudu”, yani bu fani ve küçük cismi, bizatihi (kendi başına) bir kıymet taşımaz. Onun kıymeti, “mensubiyet” (birine bağlı olma) cihetiyledir.
• Hakikat: Bu vücud, Vâcib-ül Vücud’un (Allah’ın) eseri, san’atı ve cilvesidir. Bir zerre değil, bir âyinedir.
• Kıymet: Bir âyinenin kıymeti, kendi maddesinde değil, gösterdiği şahıstadadır. Bu vücut âyinesi $Sâni-i Ezelî$’yi (Ezelî Sanatkâr’ı) gösterdiği için, o $intisab$ (bağlılık) ile “ebedî bir vücud kadar” kıymet kazanır. Fani bir an yaşaması, o âyinedarlık vazifesi cihetiyle ebedîleşir.
b) Muvakkat Firak İçinde Daimî Visal (Geçici Ayrılıkta Sürekli Vuslat)
Gaflet nazarı, her ölümü bir “firak” (ayrılık) olarak görür. İman nazarı ise, bütün mevcudatın $Sâni$’i (Sanatkâr’ı) bir olduğu için, O’nun $Esma-i İlahiye$’si (İlahî İsimleri) adedince $uhuvvet rabıtaları$ (kardeşlik bağları) olduğunu gösterir.
• Misal (Kumandan): Aynı kumandanın askerleri veya aynı üstadın talebeleri, birbirleriyle dost ve arkadaştır.
• Tatbik: Bütün zîhayatlar (canlılar) ve mevcudat, aynı $Sâni-i Zülcelâl$’in eseridir. İman ile bu $intisab$ı anlayan bir mü’min, bir mevcuttan ayrılsa bile (muvakkat firak), o mevcudun $Sâni$’i ile olan daimî $rabıta$sı (bağlantısı) sebebiyle onunla “daimî bir visal” (sürekli bir beraberlik) halinde olduğunu bilir.
c) Zahirî Vücuda Bedel Kazanılan Müteaddid Bâki Vücudlar
Metnin en mühim noktası burasıdır: İman, fani olan bir vücuda bedel, müteaddid (çok sayıda) ve bâki (kalıcı) vücudlar kazandırır. Zahirî vücud (cisim) gitse bile, şu vücudlar bâkidir:
• Ruh Vücudu: Zîruh (ruh sahibi) olanların ruhu bâkidir.
• Mana Vücudu: Her zîhayat, bir “kelime-i hikmet”tir (hikmetli söz). Cisim gider, ama ifade ettiği $mana$ bâkidir.
• Hakikat Vücudu: Her şeyin $Sâni$’in ilminde ve $Esma$sında sabit olan bir $hakikat$ı vardır.
• Misalî Vücud (Hüviyet-i Misaliye): Vücudun $suret$i ve $hüviyet$i (kimliği), hafızalarda, $Âlem-i Misal$’de ve $Elvah-ı Mahfuza$’da (Korunmuş Levhalar) saklanır. Metinde “sermedî manzaraların film şeritleri” olarak tasvir edilen budur.
• Netice Vücudu: Vücudun hayattayken yaptığı işlerin $neticeleri$ (dünyevî) ve $semereleri$ (uhrevî meyveler, sevaplar) bâkidir.
• Tesbihat Vücudu: O vücudun $fıtrî$ (yapısal) vazifesi olan $tesbihat$ı, $defter-i a’mal$ine (amel defterine) kaydolur ve bâkidir.
• Âyinedarlık Vücudu: O vücudun, $Esma-i İlahiye$’nin cilvelerine yaptığı $âyinedarlık$ ve $mukabele$ (karşılık verme) vazifesi, $daire-i esmada$ (isimler dairesinde) bâkidir.
İman ve $şuur-u iman$ (iman şuuru), bu sayılan manevî ve bâki vücudlara sahip olmayı sağlar. İman olmazsa, kişi bu vücudların tamamından mahrum kalır; zahirî vücudu da onun hakkında tam bir $adem$e (yokluğa) gider.
d) Bahar Çiçekleri Misali: Zeval Değil, Tazelenme
Müellif, bu hakikati “bahar çiçekleri” misaliyle somutlaştırır:
• Gaflet Nazarı: Çiçeklerin çabuk mahvolmasına acır (“yazıklar”).
• İman Nazarı: Bu çiçeklerin zahirî vücudları bir “libas” (elbise), bir “suret”tir. Onlar aslında $âlem-i mana$da (mana âleminde) $çekirdekler$ hükmündedir.
• Hakikat-ı Nev’iye: Ölen, ferttir; fakat $nev’$ (tür) bâkidir. Geçen bahardaki çiçek ile bu bahardaki çiçek $misli$dir (benzeridir). $Hakikat-ı nev’iye$ (türün hakikati) bâkidir; suretler ise o hakikatin $tazelenen$ (yenilenen) cilveleridir.
• Gayesi: Bu itibarî (göreceli) fark ve tazelenme, $Sâni$’in kudret harflerine, hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine $müteaddid$ (çeşitli) manalar verdirmek içindir.
• Netice: “Yazıklar” yerine “$Mâşâallah, bârekâllah$” (Allah ne güzel yaratmış, ne mübarek kılmış) denir.
3. Netice: İntisab Şerefi ve Küllî Teslimiyet
İmanın ve $intisab$ın (San’atkâr’a bağlı olmanın) verdiği son netice şudur:
• Şeref: İnsan, arz ve semavatın $San’atkâr$’ının (Allah’ın) $eser-i san’atı$ (sanat eseri) olduğunu idrak eder. Bu, en büyük $şeref$tir.
• Hülâsa-i Kâinat (Kâinatın Özeti): O $San’atkâr$, koca kâinat kitabını, insan denilen küçük bir $nüsha$da yazmış; insanı o kitabın $mükemmel bir hülâsa$sı yapmıştır.
• Küllî “Hasbünallah”: Bu şerefe, kemale ve kıymete ancak $iman$, $şuur$ ve $intisab$ ile mazhar olunur. Bu idrakin neticesinde Müellif, sadece kendi lisanıyla değil, “bütün mevcudatın dilleriyle” “$Hasbünallahü ve ni’melvekil$” der. Yani, “Madem O’nun eseriyiz, O’nun san’atıyız ve O’na intisab ile bâkiyiz; O bize yeter. Faniliğimizin, aczimizin, ihtiyarlığımızın hiçbir ehemmiyeti yoktur. O ne güzel Vekil’dir.”
Konunun Ayetler ve Müradifleri ile İzahı
Metinde işlenen $intisab$, $beka$ (kalıcılık), $adem$ (yokluk) ve $tevekkül$ (vekil kılma) hakikatleri, Kur’an-ı Kerim’in temel esaslarıdır.
1. Müradif: Tevekkül ve Hasb (Allah’ın Yetmesi)
Metnin temel dayanağı olan “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayeti, tevekkülün zirvesidir. Bu, acz ve fakrını anlayan insanın, kudreti ve gınası sonsuz olan Allah’a dayanmasıdır.
• Ayet ( Meali):
“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun’ dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân, 3:173)
Bu ayet, nasıl ki zahirî düşmanlara (orduya) karşı bir kalkan ise, Dördüncü Mertebe’de izah edildiği üzere, $ihtiyarlık, hastalık$ ve $adem$ (yokluk) gibi derûnî ve manevî düşmanlara karşı da en metin kal’adır.
2. Müradif: Beka Billah (Allah ile Bâki Olmak) ve Fena (Yokluk)
Metnin çözdüğü “adem endişesi”, her şeyin fani olduğu hakikatinden kaynaklanır. Ancak iman, bu faniliğin $mutlak$ bir yokluk olmadığını, $zahirî$ bir vazife bitimi olduğunu öğretir. Gerçek $beka$ (kalıcılık), ancak Bâki olan Allah’a $intisab$ ile mümkündür.
• Ayetler ( Meali):
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55:26-27)
“Onunla beraber başka bir ilâha yalvarma. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28:88)
Bu ayetler, $fena$yı (yok oluşu) isbat ederken, $beka$nın (kalıcılığın) da ancak O’nun $Zât$’ına ait olduğunu ve O’na $intisab$ eden (O’na dönen) şeylerin de O’nun $beka$sından bir hisse alacağını (misalî, manevî, ruhî vücudlar gibi) ders verir.
3. Müradif: İntisabın Kazandırdığı Şeref (Ahsen-i Takvîm)
Metinde insanın “mükemmel bir hülâsa” ve $intisab$ ile “büyük bir şeref” kazanması vurgulanır. Bu, insanın “Ahsen-i Takvîm” (en güzel biçim) sırrıdır. Bu kıymet, insanın maddesinde değil, $iman$ ve $intisab$ ile kazandığı $mana$dadır.
• Ayetler ( Meali):
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” (Tîn, 95:4-6)
$Ahsen-i takvîm$ (en güzel biçim), kâinatın $hülâsa$sı olmasıdır. $İman$ ile bu şerefi korur. İmansızlık (intisabsızlık) ise onu $esfel-i sâfilîn$e (aşağıların aşağısına), yani sadece fani bir cisim olmanın kıymetsizliğine düşürür.
4. Müradif: Her Şeyin Mahfuz Olması (Kitâb-ı Mübîn)
Metinde bahsi geçen “zahirî vücudun” kaybolmadığı, $suret$inin, $mana$sının ve $netice$lerinin “saklandığı” ve “Elvah-ı Mahfuza”da (Korunmuş Levhalar) ve “ilm-i ezelînin meşherlerinde” (ezelî ilmin sergilerinde) muhafaza edildiği hakikati, şu ayetle tam bir $rabıta$ (bağlantı) içindedir:
• Ayet ( Meali):
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Kitâb-ı Mübîn).” (En’âm, 6:59)
Bu ayet, fani görünen bahar çiçeklerinin veya insanın vücudunun hiçbir $zerre$sinin, $mana$sının veya $amel$inin zayi olmadığını, “apaçık bir kitapta” (Levh-i Mahfuz) kaydedildiğini ve bâkileştirildiğini $isbat$ eder.
Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı. Nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi; gördüm: Ömrüm koşarak gidiyor; âhire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeğe yüz tutmuş. Halbuki “Hayy” ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri, böyle çabuk sönmeğe değil, belki pek uzun yaşamağa lâyıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-u Kayyum’a göre hayata bak!” Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter. Bu hakikat, Risale-i Nur’un risalelerinde bürhanlar ile izah edildiğinden burada dört mes’ele içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek.
Birinci Mes’ele:
Hayatın mahiyeti ve hakikatı Hayy-u Kayyum’a baktığı cihetle baktım, gördüm ki: Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-u Kayyum’un manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikatı bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zât-ı Ezeliyeye münasebeti cihetinde uzun ve kısalığına bakılmaz.
İkinci Mes’ele:
Hayatın hakikî hukukuna baktım, gördüm ki: Hayatım Rabbanî bir mektubdur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır. Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir. Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymetdar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minane, şuurdarane, şâkirane, minnetdarane Padişah-ı Bîmisalinin nazarına arzetmektir. Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir. Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kal ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-u Kayyum’un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir. İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece i’lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymetdardır diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymetdar ve hayatdardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şu’lesi böyle fâni hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.
Üçüncü Mes’ele:
Hayatımın Hâlıkıma bakan fıtrî vazifelerine ve manevî faidelerine baktım, gördüm ki: Hayatım, hayatın Hâlıkına üç cihetle âyinedarlık ediyor:
Birinci Vecih:
Hayatım, acz ve za’fıyla ve fakr ve ihtiyacıyla Hâlık-ı Hayat’ın kudret ve kuvvetine ve gına ve rahmetine âyinedarlık eder. Evet nasılki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla hararetin mizan dereceleri bilinir; öyle de hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def’etmek noktasında Hâlıkımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.
İkinci Vecih:
Hayatımdaki cüz’î ilim ve irade ve sem’ ve basar gibi manalarıyla, Hâlıkımın küllî ve ihatalı sıfatlarına ve şuunatına âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarıyla bildim ki; bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlıkımın muhit ilmini, iradesini, sem’ ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazab ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.
Üçüncü Vecih:
Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mu’cizane eserler, nakışlar, san’atlar görmekle beraber çok şefkatkârane beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan zât, ne kadar fevkalâde sehavetli, merhametli, san’atkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı, -tabirde hata olmasın- meharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve ta’zim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymetdar mahluk hayat olduğunun sebebini ve her şey hayata müsahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakîn ile anladım.
Dördüncü Mes’ele:
Dünyadaki bu hayatımın hakikî lezzeti ve saadeti nedir diye yine bu
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
âyetine baktım, gördüm ki: Bu hayatımın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîm’in mahluku ve masnuu ve memlukü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olmasına ve ona her vakit muhtaç bulunmasına ve o ise hem Rabbim, hem İlahım, hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î imanım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. Ve “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim.
İşte hayatın hakikatına ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine ait olan bu dört mes’ele gösterdiler ki; hayat, Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların namına “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.
************
Giriş: Hayatın Tazyikatı ve “Hasbünallah” Kalesi
Metnin girişinde, müellif (Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri), hayatının çok ağır şartlar altında sarsıldığını, ömrünün süratle geçtiğini ve hayatının tazyikat altında sönmeye yüz tuttuğunu fark ederek müteellim olduğunu (acı duyduğunu) belirtir. Bu, her insanın fani hayatın ve karşılaşılan musibetlerin verdiği sıkıntıyla hissettiği derûnî bir ızdırabın tasviridir.
Bu ızdıraba karşı sığınılan “üstad” ise şu ayet-i kerimedir:
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân, 3/173)
Bu ayet, müellife şu dersi vermiştir: “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-u Kayyum’a göre hayata bak!”
Bu bakış açısı değişikliği (tebdil-i nazar), hayatın kıymetini şahsî, fani ve cüz’î neticelerinden; İlahî, bâki ve küllî gayelere çevirir. Hayatın şahsa bakan ciheti “bir” ise, Yaratıcı’ya (Hâlık’a) bakan ciheti “bin”dir. Bu İlahî cihet ise zamanın darlığına bakmaz; bir anlık yaşam, bu vazifeleri ifa etmek için kâfidir.
Aşağıdaki dört mesele, bu yeni bakış açısının tafsilatıdır:
Birinci Mesele: Hayatın Mahiyeti (Anahtar, Harita, Fihriste)
Bu mesele, hayatın ne olduğunu Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye (Hayat Veren ve Ebedî Diri Olan’a) bakan cihetiyle tasvir eder:
• Esma-i İlahiyenin Definelerini Açan Anahtarların Mahzeni:
Hayat, Allah’ın isimlerinin gizli hazinelerini açan anahtarların saklandığı bir depodur. İnsan hayatı, cüz’î ilmiyle Allah’ın $Alîm$ isminin, cüz’î kudretiyle $Kadîr$ isminin, cüz’î iradesiyle $Mürîd$ isminin tecellilerini anlar. Hayat olmasaydı, bu isimlerin manaları meçhul kalırdı.
• Nakışlarının Bir Küçük Haritası ve Cilvelerinin Bir Fihristesi:
Kâinat, Allah’ın isimlerinin ve sanatının ($San’at-ı Rabbaniye$) muhteşem bir tablosudur. İnsan hayatı ise, bu devasa tablonun küçültülmüş bir haritası, bir “nüsha-i suğra”sıdır (küçük nüsha). Kâinattaki $Rahîm$ isminin tecellisi olan şefkat, hayatta; $Hakîm$ isminin tecellisi olan nizam, hayatta; $Adl$ isminin tecellisi olan denge, hayattaki azaların yerleştirilişinde okunur. Hayat, bütün kâinattaki tecellilerin bir fihristesi gibidir.
• Kâinatın Büyük Hakikatlarına İnce Bir Mikyas (Ölçek):
İnsan, “Ben” (Ene) diyerek, Allah’ın rububiyetinin (terbiye ediciliğinin) ve sıfatlarının cihan şümul (evrensel) tecellilerini anlayacak bir ölçüye sahip olur. Kendi cüz’î sahiplenmesiyle (“Benim malım”), Allah’ın kâinat üzerindeki mutlak mülkiyetini ($Mâlikü’l-Mülk$) anlar. Kendi cüz’î yaratıcılığı (sanatkârlığı) ile Allah’ın mutlak Hâlıkıyetini (Yaratıcılığını) idrak eder.
• Manidar ve Kıymetdar İsimleri Bilen, Bildiren Bir Kelime-i Hikmet:
Hayat, cansız varlıklar gibi manasız değildir. Allah tarafından yazılmış, hikmet dolu bir “kelime”dir. Bu kelimenin (hayatın) vazifesi, hem kendi Yaratıcısını isimleriyle ($Bâsîr$, $Semî$, $Alîm$) bilmek, hem de bu bilişi başkalarına (diğer mahlukata ve meleklere) bildirmektir.
Ayetler ve Müradifler:
• Hayatın Kıymeti: Hayatın Allah’a ait oluşu, onun en büyük sermaye olduğunu gösterir.
“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır…” (Tevbe, 9/111)
• Mikyas (Ölçek) Olma: İnsanın kendi yapısına bakarak Yaratıcı’yı bilmesi.
“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr, 82/6-8)
“Size kendi içinizden bir misal verdi:…” (Rûm, 30/28)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Evet, hayat, esma-i hüsnanın bütün cilvelerini gösteren bir fihristedir. Ve kâinat denilen âlem-i ekberin bir nüsha-i musağğarası ve şecere-i hilkatin bir semere-i münevveresidir.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s. 301)
Bu açıdan bakıldığında, hayatın bir saniyesi dahi, bu ulvî vazifeleri yerine getirdiği için bir ömür kadar kıymetlidir.
İkinci Mesele: Hayatın Hukuku (Vazifeleri)
Bu mesele, hayatın ne yaptığını ve Yaratıcı’ya karşı yerine getirmesi gereken vazifeleri (hukukunu) ele alır:
• Rabbanî Bir Mektub (Mütalaagâh):
Hayat, Allah tarafından diğer şuur sahibi varlıklara (melekler, ruhaniler ve diğer insanlar) yazılmış bir mektuptur. Onlar bu mektubu okuyarak (mütalaa ederek) Yaratıcı’yı tanırlar. İnsanın üzerindeki sanat ve hikmet, okuyanlara “Bunu kim yazdı? Kim böyle süsledi?” sualini sordurur.
• Hâlık’ın Kemalâtını Teşhir Eden Bir İlanname:
Hayat, Allah’ın kusursuz kemalini sergileyen bir ilandır. Bir sarayın mükemmelliği mimarının kemalini gösterdiği gibi, hayat denilen bu muazzam ve mükemmel saray da Yaratıcı’sının sonsuz kemalâtını ($Kuddûs$, $Hakîm$, $Musavvir$) ilan eder.
• Resm-i Küşadda Padişah’a Arz-ı Ubudiyet:
Hayat, Allah’ın verdiği kıymetli hediyeler ve nişanlarla (ilim, irade, şuur, sevgi gibi) süslenmektir. Her gün başlayan yeni hayat (sabah uyanmak), bir “resm-i küşad” (açılış merasimi) gibidir. İnsan bu merasimde, kendisine takılan bu nişanları, imanla, şuurla, şükürle ve minnetle, o nişanları veren Padişah-ı Bîmisal’e (Benzersiz Sultan’a) sunar. “Ya Rab! Bana verdiğin göz nişanıyla Senin sanatını görüyorum. Dil nişanıyla Seni zikrediyorum.” demektir.
• Diğer Zîhayatların Tesbihatına Şehadet:
İnsan, sadece kendi ibadetinden mesul değildir. Kendi hayatı sayesinde, diğer canlıların ($zîhayatların$) lisan-ı hal (durum dili) ile yaptıkları tahiyyatı (selamlamaları) ve tesbihatı (Allah’ı noksanlıklardan tenzih etmelerini) anlar, müşahede eder ve onların namına “Evet, Ya Rab! Bu kuş da Seni takdis ediyor, bu çiçek de Sana şükrediyor!” diyerek şehadetle ilan eder.
• Rububiyetin Güzelliklerini İzhar:
Hayat; lisan-ı kal (konuşma dili), lisan-ı hal (vücudun duruşu) ve lisan-ı ubudiyet (kulluk dili) ile Allah’ın terbiye ediciliğinin güzelliklerini ($mehasin-i rububiyet$) gösterir. Acıktığında rızıklandırılması $Rezzâk$’ın güzelliğini, hastalandığında şifa bulması $Şâfî$’nin güzelliğini izhar etmektir (göstermektir).
Bu vazifeler için de uzun bir ömür gerekmez. İmanın girdiği bir anlık hayat, bu şuurla yaşanırsa, fani hayatı bâki bir hayata dönüştürür.
Ayetler ve Müradifler:
• Şehadet Vazifesi:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ, 17/44)
“İşte böylece, siz insanlara şâhit olasınız, Peygamber de size şâhit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet kıldık…” (Bakara, 2/143)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Ve o hayatı veren Zât-ı Hayy-ı Muhyî’ye karşı hayatın pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hukukları var. O hukukların ve vazifelerin bir hülâsası şudur ki:.. Kendi Hâlıkının mehasin-i rububiyetini ve kemâlât-ı kudsiyetini (lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile) ilân etmektir.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s. 302)
Üçüncü Mesele: Hayatın Fıtrî Vazifesi (Âyinedarlık – Aynalık)
Bu mesele, hayatın nasıl Allah’a (c.c.) ayna (âyine) olduğunu üç vecih (yön) ile izah eder. Hayat, Allah’ı bize “zıddıyla”, “cüz’î ölçüsüyle” ve “nakışlarıyla” bildirir.
Birinci Vecih: Acz ve Fakr ile Kudret ve Rahmete Âyinedarlık
Hayatın kendisi hadsiz bir acz (güçsüzlük) ve fakr (ihtiyaç) içindedir. Bir mikrobun öldürebildiği kadar $aciz$, havadan suya, gıdadan sevgiye kadar her şeye $muhtaçtır$.
Bu zıtlık prensibidir: Karanlığın dereceleri ışığın mertebelerini, soğuğun dereceleri sıcaklığın derecelerini gösterdiği gibi, hayattaki bu sonsuz acz ve fakr da; bizi ayakta tutan, hadsiz düşmanlarımızı defeden ve hadsiz ihtiyaçlarımızı gideren Zât’ın sonsuz $Kudret$ ve $Rahmet$ine ayna olur.
Bu aynadarlık, insana “sual (isteme), dua, iltica (sığınma), tezellül (kendi küçüklüğünü hissetme) ve ubudiyet (kulluk)” vazifesini yaptırır.
İkinci Vecih: Cüz’î Sıfatlarla Küllî Sıfatlara Âyinedarlık
Hayat, şuurlu fiilleriyle (bilmek, görmek, istemek vb.) Hâlık’ın küllî (her şeyi kuşatan) sıfatlarına ayna olur.
Ben, bu küçük odamdaki eşyayı biliyorum; demek bu kâinatı bütün zerreleriyle bilen bir $Alîm$ var.
Ben, şu bardağı kaldırmayı irade ediyorum; demek şu gezegenleri muazzam yörüngelerinde gezdiren bir $Mürîd$ (İrade Sahibi) var.
Ben, cüz’î bir ses işitiyorum; demek kâinattaki bütün mahlukatın dualarını ve tesbihatını bir anda işiten $Semî$ var.
Ben, kendi cüz’î hayatımla O’nun küllî $Hayat$ sıfatını, kendi şefkatimle O’nun $Şefkat$ ve $Rahmet$ini anlarım. Bu, bir marifet (Allah’ı tanıma) yoludur.
Üçüncü Vecih: Esma-i İlahiyenin Nakışlarına Âyinedarlık
Hayat ve cisim, Allah’ın isimlerinin ($Esma-i İlahiye$) doğrudan tecelli ettiği, mucizevî nakışlar ve sanatlarla dolu bir sergidir.
İnsan kendi vücuduna ve hayatının devamlılığına baktığında, oradaki fevkalade sanatı görerek $Sanî$ (Sanatkâr) ismini, şefkatle beslendiğini görerek $Rahîm$ ve $Kerîm$ (İkram Eden) isimlerini, her işin hikmetle yapıldığını görerek $Hakîm$ ismini, her detayın bilindiğini görerek $Alîm$ ve $Habîr$ isimlerini okur.
Bu okuma, insana hilkatin (yaratılışın) gayesi olan “tesbih, takdis, hamd, şükür, tekbir, ta’zim ve tevhid” gibi fıtrat vazifelerini yaptırır.
Ayetler ve Müradifler:
• Acz ve Fakr (Birinci Vecih):
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fâtır, 35/15)
“İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)
• Cüz’î Sıfatlar (İkinci Vecih):
“Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Hac, 22/75)
“Bilmez misin ki, kuşkusuz Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Kuşkusuz bunların hepsi bir kitaptadır. Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.” (Hac, 22/70)
• Esma Nakışları (Üçüncü Vecih):
“O, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Secde, 32/7)
“Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Dördüncü Mesele: Hayatın Hakiki Lezzeti (İman)
Önceki üç mesele hayatın mahiyetini ve vazifesini izah etti. Bu son mesele ise, bu fani hayattaki hakiki lezzetin ve saadetin ne olduğunu izah eder.
Müellif, bu sualin cevabını yine “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” ayetinden alarak “imandadır” diye cevap verir.
Hayatın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti şudur:
Kişinin, kendisini yaratan ve yaşatan bir $Rabb-ı Rahîm$’in (Merhametli Terbiye Edici’nin) $mahluku$ (yaratığı), $masnuu$ (sanat eseri), $memlukü$ (mülkü) ve $terbiyegerdesi$ (terbiyesi altında olanı) olduğunu kat’î bir imanla bilmesidir.
Bu iman, şu lezzetleri ihtiva eder:
• Sahipsizlik Korkusundan Kurtuluş: İnsan “memluk” olduğunu bilince, sahipsiz olmadığını anlar. Kâinat içinde kaybolmuş, tesadüflerin oyuncağı olmadığını idrak eder.
• Vazifeyi Yapanın Huzuru: “Masnu” olduğunu bilen, kendisinin bir Sanatkâr’ın eseri olduğunu ve O’nun nazarı altında bulunduğunu bilir. Vazifesini O’nun namına yapar.
• Mutlak İhtiyacın Karşılanması: Her vakit O’na muhtaç olduğunu bilmek bir zafiyet değil, bir kuvvettir. Çünkü muhtaç olduğu Zât, hem $Rabb$ (Terbiye eden), hem $İlah$tır (Kudret sahibi) ve aynı zamanda $Merhametli$ ve $Şefkatli$dir. Sonsuz acz içindeyken, sonsuz bir kudrete dayanmanın ($istinat$) ve sonsuz fakr içindeyken, sonsuz bir rahmetten istemenin ($istimdat$) lezzetidir.
Bu, dünyevî, geçici ve elemlerle karışık lezzetlerin aksine; kâfi, vâfi (yeterli), elemsiz ve daimî bir lezzettir. Bu yüzden “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” (İman nimeti üzerine Allah’a hamdolsun) denir.
Ayetler ve Müradifler:
• İmanın Lezzeti ve Saadeti:
“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
“İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (En’âm, 6/82)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Evet, iman, bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor. Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imandadır.” (Sözler, İkinci Söz, s. 19)
Netice
Bu dört mesele şunu isbat eder: Hayat, eğer Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a (Varlığı ebedi olan, her an diri ve her şeyi ayakta tutan Allah’a) bakarsa ve O’nun namına yaşanırsa kıymet kazanır.
İman, hayata hayat ve ruh olduğu zaman, o fani hayat şu üç neticeyi kazanır:
• Beka Bulur: Fani ömür, Allah’a ait olduğu için ebedileşir.
• Bâki Meyveler Verir: Yapılan her amel, Cennet meyvesi hükmüne geçer.
• Sermediyet Cilvesi Alır: Allah’ın ebedi oluşunun bir yansımasını kazanır. Artık ömrün kısa veya uzun olmasının bir ehemmiyeti kalmaz. Bir anı, binlerce sene hükmüne geçer.
İşte “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” diyen bir mü’min, hayatın tazyikatı altında ezilmek yerine, bütün hayatların ve canlıların namına Allah’a tevekkül eder ve O’nun sonsuz kudretine ve rahmetine sığınarak hakiki saadeti bulur.
Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimî ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak!” Ben de, Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasadhanesine girip imanın dûrbîniyle Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım, gördüm:
Nasılki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar. Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğu, pek çok kuvvetli delilleri ile Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o bürhanlardan üç tanesine kısaca işaret edilecek:
Birinci Bürhan:
Nasılki işlenmiş bir eserin güzelliği işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği ustalığın o san’attan gelen ünvanının güzelliğine ve ustadaki san’atkârlık ünvanının güzelliği o san’atkârın o san’ata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği kabiliyet ve istidadının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği zâtının ve hakikatının güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’î bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de: Bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahluklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsn ü cemal dahi San’atkâr-ı Zülcelal’deki fiillerinin hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve ef’alindeki hüsn ü cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsn ü cemaline şübhesiz delalet ve isimlerin hüsn ü cemali ise, isimlerin menşei olan kudsî sıfatların hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve sıfatların hüsn ü cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zâtiyenin hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve şuunat-ı zâtiyenin hüsn ü cemali ise, fâil ve müsemma ve mevsuf olan zâtının hüsn ü cemaline ve mahiyetinin kudsî kemaline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’î bir surette şehadet eder. Demek Sâni’-i Zülcemal’in kendi Zât-ı Akdesine lâyık öyle hadsiz bir hüsn ü cemali var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsn ü cemal lem’alarıyla tezyin edip ışıklandırmış.
Evet işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi fâilsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Madem bir san’atın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri işleyenin fiiline delalet ve o fiilin vücudu, fâilinin ve ünvanının ve eseri intac eden sıfatın ve isminin vücudlarına delalet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasib muvafık güzelliğine, o dahi zâtın ve hakikatın -fakat zâta ve hakikata lâyık ve muvafık- kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle delalet eder.
Aynen öyle de: Bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime fâilsiz olması muhal olduğu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları göz ile görünen isimler dahi müsemmasız hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, şu kâinatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlarıyla, hâlık ve sâni’ ve fâillerinin vücud-u ef’aline ve esmasının vücuduna ve evsafının vücuduna ve şuunat-ı zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kat’î bir surette delalet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalât ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni’-i Zülcelal’de olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve zâtının kendilerine mahsus münasib ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalâtlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkinde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kat’î delalet ederler.
İkinci Bürhan’ın
beş noktası var:
Birinci Nokta:
Meşreblerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek icma’ ile, ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki; bütün mevcudattaki hüsn ü cemal, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud’da bulunan mukaddes hüsn ü cemalin gölgesi ve lemaatı ve perdelerin arkasında cilvesidir.
İkinci Nokta:
Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî bir cemalin ışıklarıdırlar.
Üçüncü Nokta:
Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.
Dördüncü Nokta:
Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de; bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir ceseddir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î isbat edilmiştir.
Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva’ı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vâcib-ül Vücud’un Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir. Evet koca Cennet bütün hüsn ü cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennet’e, Cennet’i unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz.
Malûmdur ki; herşeyin hüsnü, kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ; göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevkedilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi.. kalb, ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir. Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.
Eğer Cemil-i Zülcelal’in esmasındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî göz ile bak ve hem bil ki: Rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakk’ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler.
İşte başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmaniyet-i İlahiyenin cemalini gör.
Hem bütün yavruların mu’cizane iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, safi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör.
Hem bütün kâinatı enva’ıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitab ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bâb, her bâbı binler küçük kitab hükmüne getiren hakîmiyet-i İlahiyenin cemal-i bîmisaline bak, gör.
Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin müvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve her şeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak gör.
Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hâfızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı sâniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfıziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemalini gör.
Hem zemin sofrasında Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk u safasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.
Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın, su katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar sîmalarına bak, fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemalini gör.
İşte bu mezkûr misallere kıyasen esma-i hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki; bir tek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cennet’i iman gözüyle görebilirsen bak gör. Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun. Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.
Beşinci Nokta:
Nasılki yüzer hüner ve san’at ve kemal ve cemalleri bulunan bir zât; herbir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek ve herbir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zât dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir.” hükmeder. Aynen öyle de, bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış.
Üçüncü Bürhan’ın
üç nüktesi var:
Birinci Nükte:
Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız; şöyle ki:
Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor. Hem kendi san’atını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her şeyde öyle bir nazik san’at ve ince hikmet ve âlî zînet ve şefkatli bir tertib ve tatlı vaziyet görünüyor; bedahet derecesinde anlaşılır ki, kendini zîşuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir san’atkâr var ki, herbir san’atıyla çok hünerlerini ve kemalâtını teşhir ile kendini sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ister. Hem zîşuur mahlukları minnetdar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor. Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevî ve kerimane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostane bir mükâleme ve dualarına rahîmane bir mukabele görünüyor. Demek bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise, gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak’ta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatının şe’ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardır ki; o cemal kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf -yani kendini tanıttırmak ve bildirmek- keyfiyetini takmış, sonra masnuatı zînetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.
İkinci Nükte:
Nev’-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zâtlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder. Evet böyle bir aşk, öyle bir cemale bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsn ister. Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile edilen umum hamd ü senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ı cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks u semaa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ı cazibedarın cemal-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.
Üçüncü Nükte:
Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler -tahlil neticesinde- vücuddan neş’et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler -hattâ masiyetler- ademe raci’ olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.
Eğer desen:
Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur, vücudda küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?
Elcevab:
Küfür ise hakaik-i imaniyeyi inkâr ve nefy olduğundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise, haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir.
Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden en uzağı vâcib bir vücud ve ezelî ve ebedî bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifade eder, belki öyle bir cemal olur. Güneşe ihatalı bir ziyanın lüzumu gibi, Vâcib-ül Vücud dahi sermedî bir cemal istilzam eder, onun ile ışık verir.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلا۪يمَانِ ٭ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
İhtar:
Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe te’hir edildi.
Tenbih:
Risale-i Nur, Kur’anın ve Kur’andan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan, Kur’anın nükteli, hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından zarurî tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.
* * *
Mevzuun Özeti ve Derûnî Tahlili
Bu metin, İkinci Lem’a’da yer alan ve “Âyet-i Hasbiye” (حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ) ile “Âyet-i Nur”un (Nur Suresi, 35. Ayet) tefsirini ihtiva eden mertebelerden altıncısıdır. Metnin merkezinde, insanın fıtratındaki “cemalperestlik” (güzellik sevgisi) ve “kemalâta meftuniyet” (mükemmelliğe hayranlık) hislerinin, kâinattaki “zeval” (geçicilik), “fena” (yokluk), “mevt” (ölüm) ve “adem” (hiçlik) hakikatleri ile çarpışmasından doğan derûnî ızdırap ve bu ızdıraba karşı bulunan teselli yolu tasvir edilmektedir.
Müellif (Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri), ihtiyarlık ve âhir ömür vaktinde bu zeval ve fena hakikatinin, güzel dünyayı ve mahlukatı nasıl hırpaladığını fevkalâde bir hassasiyetle müşahede ettiğini belirtir. Fıtratındaki “aşk-ı mecazî” (yaratılana duyulan sevgi), bu tahribatçı hale karşı galeyan ve isyan eder. Teselli arayışıyla Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettiğinde, imanın dûrbîni (dürbünü) ve şuur-u imanî hurdebîni (mikroskobu) ile kâinata bakar.
Gördüğü hakikat şudur: Kâinattaki bütün bu güzellikler (hüsün ve cemal), geçici olan mahlukatın (masnuların) kendi malı değildir. Onlar, Şems-i Ezel ve Ebed (Ezelî ve Ebedî Güneş) olan Cemil-i Zülcelal’in (Allah) mukaddes cemalinin ve sonsuz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî (ebedî) güzelliklerinin birer “âyinedarı”dırlar.
Mahlukatın durmadan gelip gitmesi, yani zeval bulması; güneş ışığının su kabarcıkları veya şeffaf camlar üzerinde teceddüd etmesi (yenilenmesi) gibidir. Âyinenin (mahlukun) değişmesi veya kırılması (inkisarat), o âyinede görünen güzelliğin (cilvenin) tazelenmesine ve asıl güzellik sahibinin (Allah’ın) gizli güzelliklerinin daha parlak bir surette izhar edilmesine (gösterilmesine) hizmet eder.
Dolayısıyla, “zeval” ve “fena”, bir “adem” (yokluk) ve “tahribat” değil, bir “tazelendirme” (tecdid) ve “izhar” (gösterme) vazifesidir. Aşk-ı mecazî, bu hakikati idrak ettiğinde aşk-ı hakikîye inkılab eder ve ızdırap yerine lezzet alır.
Kelime ve Kavram Tahlili (Müradifleri ve Bağlantıları)
Metnin doğru anlaşılması için bazı kilit mefhumların izahı elzemdir:
• Cemal ve Hüsün (Güzellik):
• Cemal: Daha ziyade Zât-ı İlahî’nin lütuf, merhamet ve keremini yansıtan “celbedici” ve “sevdirici” güzelliktir. Ruhun ve kalbin haz aldığı güzelliktir.
• Hüsün: Daha ziyade eserin (masnunun) kendisinde görünen tenasüp, intizam ve san’atlı yapıya verilen isimdir. Gözün ve aklın takdir ettiği güzelliktir.
• Metinde bu iki kelime, hem mahlukatın zahirî ve bâtınî güzelliklerini hem de bu güzelliklerin kaynağı olan Esma-i Hüsna’nın ve Zât-ı Akdes’in kudsî güzelliğini ifade etmek için kullanılır.
• Zeval, Fena, Mevt ve Adem (Geçicilik ve Yokluk):
• Zeval ve Fena: Varlığın görünürden kaybolması, geçicilik.
• Mevt ve Adem: Hayatın sönmesi ve mutlak yokluk (İslamî düşüncede mutlak adem yoktur, varlığın bir halden başka bir hale intikalidir).
• Metin, bu mefhumların zahirî yüzünün “tahribatçı” ve “dehşetli” olduğunu, fakat hakikatinin (iç yüzünün) “tecdid-i cilve” (yansımanın yenilenmesi) olduğunu isbat eder.
• Âyinedarlık, Tecelli ve Cilve (Yansıtma ve Görünme):
• Âyinedarlık: Mahlukatın vazifesidir. Kendi başlarına bir “vücud-u hakikîleri” (gerçek varlıkları) yoktur; onlar, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren birer aynadır.
• Tecelli: Allah’ın isim ve sıfatlarının kâinatta görünür hale gelmesidir. Bir fiildir.
• Cilve: O tecellinin âyinede beliren yansıması, parıltısıdır. Eserdir.
• Misal: Güneş (Zât), ışığı (Sıfat/Nur), ışığın vurması (Tecelli), kabarcıktaki parıltı (Cilve/Güzellik), kabarcık (Âyine/Mahluk).
• Şems-i Ezel ve Ebed (Ezel ve Ebed Güneşi):
• Varlığı zatından olan, başlangıcı (ezel) ve sonu (ebed) olmayan Vâcib-ül Vücud’u (Allah’ı) tasvir eden bir teşbihtir. Kâinattaki bütün güzellikler, nurlar ve kemaller O’nun Zât ve Sıfatlarının ışığından gelir.
Bürhanların (Delillerin) Geniş İzahı
Metin, “kâinattaki güzelliğin Allah’ın cemalinden geldiği” hakikatini üç kuvvetli bürhan (delil) ile isbat eder:
Birinci Bürhan: Eserden Müessire İntikal
Bu bürhan, mantıkî bir silsiledir; eserden (sanat) sanatkâra (fâil) ve onun sıfatlarına geçişi isbat eder.
• Eserin Güzelliği (Masnu): Kâinatta gördüğümüz bir çiçek, bir yıldız, bir insan sîmasındaki güzellik.
• Fiilin Güzelliği (İşlemek): O eseri yapan fiilin (mesela “yaratma”, “şekil verme” fiilinin) güzelliğine delalet eder. (Örn: Fettahiyet, Musavviriyet).
• İsmin Güzelliği (Ünvan): Fiil, o fiili yapan “fâilin” bir ismine (ünvanına) dayanır. (Örn: el-Fettâh, el-Musavvir).
• Sıfatın Güzelliği: İsim, o ismin menşei (kaynağı) olan bir sıfata dayanır. (Örn: Kudret, İlim, İrade sıfatları).
• Şuunat-ı Zâtiye’nin Güzelliği: Sıfatlar, Zât’ın mahiyetindeki kabiliyetlere, mehillere (şuunata) dayanır. (Örn: Yaratmayı sevmek, güzelliği izhar etmeyi istemek).
• Zât’ın Güzelliği: Şuunat ise, Fâil’in (Allah’ın) bizzat kendi Zât-ı Akdes’inin kemaline ve kudsî güzelliğine delalet eder.
Netice: Bu kâinatı baştan başa güzelleştiren şey, Sâni’-i Zülcemal’in (Güzelliği sonsuz Sanatkâr) kendi Zât-ı Akdes’ine lâyık olan “hadsiz hüsn ü cemalinin” sadece “bir gölgesi” veya “bir cilvesidir.”
İkinci Bürhan: Hakikat Ehlinin İcmaı ve Gözlem
Bu bürhan, beş ayrı noktadan hakikati teyid eder:
• Ehl-i Hakikatin İcmaı (Görüş Birliği): Meşrebleri ve yolları ayrı da olsa, bütün maneviyat büyükleri (evliyalar, asfiyalar) zevk ve keşif yoluyla “bütün mevcudattaki güzelliğin, Vâcib-ül Vücud’un mukaddes cemalinin bir gölgesi (zılâl) ve parıltısı (lemaat) olduğunu” ittifakla tasdik etmişlerdir.
• Güzellerin Geçiciliği (Zeval): Güzellik atfedilen mahluklar (çiçekler, insanlar, mevsimler) sürekli gelip gitmekte, fenaya kaybolmaktadır. Fakat “güzellik” mefhumu tecelli etmeye, görünmeye devam etmektedir. Bu durum kat’î olarak gösterir ki, güzellik o geçici varlıklara (âyinelere) ait değildir; Ebedî bir Cemal’in (Sermedî bir cemalin) ışıklarıdır.
• Mantıkî Lüzum (Kaynak): Sebebin, neticeden daha kâmil olması gerekir. Nur, nuranî bir kaynaktan; vücud (varlık), mevcud (var olan) bir kaynaktan; ihsan, gına (zenginlik) sahibi birinden gelir. Aynı mantıkla, “hüsün vermek” (güzelleştirme fiili) mutlaka “hasen” (güzel) olandan; “cemal vermek”, “Cemil” olandan gelir.
• Alem-i Şehadet ve Alem-i Gayb Bağlantısı: Bu görünen (maddî) âlem (âlem-i şehadet), bir cesed, bir lafız, bir suret gibidir. Ruhsuz cesed, manasız lafız, hakikatsiz suret kıymetsizdir. Bu maddî âlem, kıymetini ve güzelliğini, perdenin arkasındaki “âlem-i gayb”dan, yani “Esma-i İlahiye”den alır. Maddî güzellikler, manevî hakikatlerin; o hakikatler de Esma-i İlahiye’nin gölgeleridir.
• Saray Teşbihi: Muhteşem bir saray (kâinat) görüyoruz. Bu sarayın bir emsali (benzeri) yoktur ki, güzellikleri oradan taklid edilmiş olsun. O halde, bu sarayın Ustası (Allah), kendi Zâtında ve Esmasında bulunan ve bu saray ile tezahür ettirdiği sonsuz güzelliklere ve kemalâta sahiptir. Kâinat, O’nun manevî kemallerinin tecessüm etmiş (cisimleşmiş) halidir.
Üçüncü Bürhan: Kâinattaki Gaye (Tanıttırmak ve Sevdirmek)
Bu bürhan, kâinattaki fiillerin gayesini tahlil ederek Zât-ı Cemil’in varlığını isbat eder:
• Birinci Nükte (Tanıttırmak ve Sevdirmek): Kâinatta (hususan bitki ve hayvanlarda) tesadüfe imkân vermeyen kasıtlı bir “tezyin” (süsleme) ve “tanzim” (düzene koyma) görüyoruz. Bu fiillerin gayesi açıktır: Perde arkasındaki Sanatkâr, kendini zîşuurlara (şuur sahiplerine) “bildirmek”, “tanıttırmak”, “sevdirmek” ve “medh ü senasını” (övgüsünü) ettirmek istiyor. Bu “sevdirmek” ve “tanıttırmak” arzusu ise, ancak “nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal” (benzersiz bir güzellik) ve “ezelî bir hüsn-ü lâyezalî” (sonsuz bir güzellik) sahibi olanda bulunur. Zira güzellik, mahiyeti icabı, görünmek ve gösterilmek ister.
• İkinci Nükte (Aşk-ı Lahutî): İnsan nevinin yüksek tabakalarında (enbiyalar, evliyalar) görülen şiddetli “aşk-ı lahutî” (İlahî aşk) ve “muhabbet-i Rabbaniye”, bilbedahe (apaçık) bir “misilsiz cemale” (Maşuk-u Ezelî’ye) işaret eder. Âşık varsa, maşuk da vardır. Böyle ulvî bir aşk, ancak böyle kudsî bir cemale teveccüh edebilir.
• Üçüncü Nükte (Vücud ve Adem): Vücud (varlık) hayr-ı mahzdır (sırf iyilik) ve nurdur. Adem (yokluk) ise şerr-i mahzdır (sırf kötülük) ve zulmettir (karanlık). Bütün güzellikler, iyilikler, lezzetler tahlil edildiğinde “vücuda” (var olmaya); bütün çirkinlikler, şerler “ademe” (yokluğa veya varlığın eksikliğine) racidir. Madem güzelliğin menbaı vücuddur; vücudun en kuvvetli, en parlak, en mükemmel ve ademden en uzak mertebesi olan “Vâcib-ül Vücud” (varlığı zorunlu olan Allah), elbette “en kuvvetli, en yüksek ve en parlak” bir cemal sahibi olmalıdır.
Konunun Ayet-i Kerimeler ile İzahı ve Bağlantısı
Metnin dayandığı derûnî hakikatler, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetiyle doğrudan veya dolaylı olarak isbat edilmektedir.
• Metnin Sığınağı Olan Ayet (Âyet-i Hasbiye):
Müellif, fena ve zeval karşısındaki ızdırabına teselliyi bu ayette bulur:
اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı asker toplamışlar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” ( Meali, Âl-i İmrân, 3/173)
• Bağlantısı: Zeval, fena ve âhirzaman hadisatının dehşeti karşısında mü’min, “Allah bana yeter (Hasbunallah)” der. Neden yeter? Çünkü O, “Ni’mel Vekîl”dir (en güzel vekildir). Bu metin, O’nun neden en güzel vekil olduğunu izah eder: Çünkü O, Cemil-i Zülcelal’dir. Bütün güzelliklerin kaynağı O’dur ve zeval bulanlar sadece O’nun güzelliğinin âyineleridir. Âyineler kırılsa da vekil olan Zât (ve cemali) Bâkî’dir.
• Metnin Dayandığı Hakikat (Âyet-i Nur):
Metin, “Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasadhanesine girip” baktığını söyler. Bu ayet, kâinatın âyinedarlığını en güzel tasvir eden ayettir:
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّ1ٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fanus içinde. Fanus sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Bu kandil, ne doğuya ne de batıya ait, bereketi bol bir zeytin ağacından tutuşturulur. O ağacın yağı, neredeyse ateş değmese bile ışık verecek. Nûr üstüne nûr. Allah, nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller getirir. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Meali, Nûr, 24/35)
• Bağlantısı: Allah, Zâtı itibarıyla “Nur”dur (Nur’un yaratıcısı ve kâinatı aydınlatanı). Mahlukat ise o Nûr’u gösteren “mişkat” (hücre), “misbah” (kandil) ve “zücace” (cam fanus) gibidir. Metindeki “âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar” teşbihi, doğrudan bu ayetin hakikatine dayanır.
• Esma-i Hüsna’nın Güzelliği (Birinci Bürhan):
Metin, güzelliğin Esma’dan geldiğini söyler.
وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (Meali, A’râf, 7/180)
هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
“O, yaratan (el-Hâlık), var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Meali, Haşr, 59/24)
• Bağlantısı: Güzellik (Hüsün), O’nun isimlerindedir (Hüsnâ). O isimlerin cilvesi, mahlukatı güzel kılar. Özellikle “el-Musavvir” (şekil veren, suretleri en güzel şekilde tasvir eden) ismi, metindeki “fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemali” bahsiyle tam bir mutabakat içindedir.
• Fiillerin Güzelliği (Üçüncü Bürhan):
Metin, yaratılıştaki tezyin (süsleme) ve tanzimin (nizam) O’nun fiillerinin güzelliğini gösterdiğini belirtir.
اَلَّذ۪ٓي اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ ط۪ينٍ
“O ki, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Meali, Secde, 32/7)
…صُنْعَ اللّٰهِ الَّذ۪ٓي اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍۜ…
“…Bu, her şeyi sağlam ve yerli yerince (etkane) yapan Allah’ın sanatıdır…” (Meali, Neml, 27/88)
• Bağlantısı: Ayetler, Allah’ın fiilinin (yaratma – halk) “hüsün” (güzellik) ve “itkan” (sağlamlık, san’atlılık) üzere olduğunu beyan eder. Bu, Birinci Bürhan’daki “işlemenin güzelliği” ve Üçüncü Bürhan’daki “tanzim” mefhumlarının tam karşılığıdır.
• Zeval ve Beka (Metnin Ana Problemi):
Metnin çözmeye çalıştığı “fena”ya karşı “beka” arayışı, şu ayetlerde mükemmel bir surette ifade edilir:
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍۚ ﴿٢٦﴾ وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ ﴿٢٧﴾
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacak (fân). Ancak azamet (Celâl) ve ikram (İkrâm) sahibi Rabbinin zâtı (Vech) bâki kalacaktır.” (Meali, Rahmân, 26-27)
• Bağlantısı: Bu ayetler, metnin hülasasıdır. “Küllü men aleyhâ fân” (Her şey fanidir), metindeki ızdırabın sebebidir. “Ve yebkâ vechu rabbike” (Rabbinin vechi bâkidir) ise tesellinin kaynağıdır. Metin, bu “Vech”in (Allah’ın Zâtı’nın), “Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm” (Celal ve İkram sahibi) olduğunu vurgular. “Cemal” ve “Güzellik”, “İkram” sıfatının bir cilvesidir. Fani olan âyineler değil, o âyinelerde görünen Bâkî olanın Cemal-i Vech’i sevilmelidir.
Hâtime (Netice)
“Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye”, imanın kâinata bakışını nasıl değiştirdiğini gösteren muazzam bir tefekkür metnidir. İman nazarıyla bakılmadığında, kâinattaki “zeval” ve “fena”, bir ızdırap, bir “müfarakat-ı umumiye” (genel ayrılık) ve dehşet kaynağıdır.
Fakat Âyet-i Hasbiye’nin teslimiyeti ve Âyet-i Nur’un keşfiyle bakıldığında, her şey mana değiştirir:
• Mahlukattaki güzellik, fani olanın kendi malı değil, Bâkî olan Cemil-i Zülcelal’in ebedî cemalinin parıltılarıdır.
• Zeval ve fena, bir yok oluş ve çirkinleşme değil; o ebedî güzelliğin cilvelerinin tazelenmesi, âyinelerin değişmesiyle farklı isimlerin (Rahman, Rahîm, Musavvir, Hakîm) güzelliklerinin peş peşe gösterilmesidir.
• Ölüm ve ayrılık, bir hiçlik değil; âyinenin vazifesinin bitmesi ve Sâni’ine (Sanatkârına) intikalidir.
Bu bakış açısı, insanın fıtratındaki “cemalperestlik” hissini, fani mahlukata takılmaktan kurtarır, “Ma’bud-u Lemyezel” ve “Mahbub-u Lâyezal” (Zeval bulmayan Sevgili ve İbadet Edilen) olan Allah’a yöneltir. Böylece, zevalin verdiği elem, tecellinin tazelenmesinden (teceddüd-ü cilveden) gelen bir lezzete inkılab eder.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik
www.tesbitler.com
03/11/2025
![]()

