LEM’ALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

LEM’ALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

 

İÇİNDEKİLER:

  • ÜÇÜNCÜ LEM’A
  • ONİKİNCİ LEM’A
  • OTUZUNCU LEM’A

 

 

Üçüncü Lem’a

(Bu Lem’aya bir derece hiss ve zevk karışmış. Hiss ve zevkin coşkunlukları ise aklın düsturlarını, fikrin mizanlarını çok dinlemediklerinden ve müraat etmediklerinden bu Üçüncü Lem’a mantık mizanları ile tartılmamalı.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetinin mealini ifade eden

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى ٭ يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

iki cümlesi mühim iki hakikatı ifade ediyorlar. Ondandır ki: Nakşîlerin rüesasından bir kısım, bu iki cümle ile kendilerine bir hatme-i mahsus yapıp muhtasar bir hatme-i Nakşiye hükmünde tutuyorlar. Madem o azîm âyetin mealini bu iki cümle ifade ediyor. Biz bu iki cümlenin ifade ettiği iki hakikat-ı mühimmenin birkaç nüktesini beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE:

Birinci defa

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi masivadan tecrid ediyor, kesiyor. Şöyle ki: İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibariyle mevcudatın hemen ekserîsiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i câmiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir. Onun için insan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî Cennet’e bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azab çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor. O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünki kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bâkiye mâlik bir zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan sû’-i istimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarfettiği cihetle kusur ediyor, kusurun cezasını, firakın azabıyla çekiyor.
İşte bu kusurdan teberri edip o fâni mahbubattan kat’-ı alâka etmek, o mahbublar onu terketmeden evvel o onları terketmek cihetiyle Mahbub-u Bâki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

olan birinci cümlesi: “Bâki-i Hakikî yalnız sensin. Masiva fânidir. Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz.” manasını ifade ediyor. “Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

demekle bırakıyorum. Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller.” demektir. İşte bu halette kalb, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse, mahbubları adedince manevî cerihalar oluyor.

İkinci cümle olan

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

o hadsiz cerihalara hem merhem, hem tiryak oluyor. Yani:

يَا بَاق۪ى

“Madem sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin. Madem sen varsın, herşey var.” Evet mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakikî’nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir.

**********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Üçüncü Lem’a, bizzat müellifinin de işaret ettiği gibi, “hiss ve zevk” cihetinin ağır bastığı, kalbin derûnî tefekkürlerini ve manevî bir seyr-i sülûkun esaslarını tasvir eden mühim bir bahistir. Bu Lem’a, insanın ebede uzanan arzularıyla fâni bir âlemde yaşamasının getirdiği zıtlığın (çelişkinin) hallini “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” (Ey Bâkî olan! Bâkî ancak Sensin!) cümlesinin tefsiriyle sunar.

Giriş: Fena ve Beka Meseelesi
Üçüncü Lem’a’nın temel meselesi, insanın mahiyetine dercedilmiş olan “hadsiz bir istidad-ı muhabbet” ile bu muhabbetin yöneldiği “fâni mevcudat” arasındaki derin aykırılıktır. İnsan, yapısı (doğası) icabı güzele, mükemmele ve ihsana meftundur. Gördüğü her güzelliği sevmek ister. Ancak bu âlemdeki güzellikler, kemaller ve ihsanlar fânidir; zevâle (yok olmaya) mahkûmdur.
İnsan bu fâni sevgililerden (mahbublardan) ayrıldıkça, kalbi “hadsiz cerihalar” (sınırsız yaralar) alır. İşte “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” zikri, bu fânilik yarasının hem teşhisi hem de tedavisidir.
Dayandığı Âyet-i Kerime: “Küllü Şey’in Hâlikün İllâ Vecheh”
Lem’a’nın başında zikredilen ve bu tefekkürün temelini teşkil eden âyet-i kerime, Kasas Sûresi’nin 88. âyetinin son kısmıdır. Bu âyetin tamamı, meselenin hem “fena” hem de “beka” cihetini kâmil manada ortaya koyar:
“Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk edip yalvarma. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28/88)
Bu âyet, “Bâkî-i Hakikî”nin (Gerçek ve Ebedî Olan’ın) yalnızca Allah olduğunu, O’nun Zât’ı (vecheh) haricindeki her şeyin “hâlik” (helâk olucu, fâni) olduğunu hükme bağlar.

Birinci Nükte: “Ameliyat-ı Cerrahiye” (Mâsivâdan Tecrid)
Birinci defa söylenen “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî”, bir teşhis ve bir ameliyattır.
• Teşhis (Fâniliğin İdrakı): İnsan, kalbindeki sınırsız sevme kabiliyetini yanlış kullanarak (sû’-i istimal ederek) fâni mevcudata sarf eder. Dünyayı bir “hane”, sevdiklerini “ebedî bir yoldaş” zanneder. Halbuki bu mevcudat durmayıp gitmektedir. Bu durum, “firaktan” (ayrılıktan) kaynaklanan “hadsiz bir manevî azaba” sebep olur.
• Ameliyat (Kat’-ı Alâka): Birinci cümle, kalbe cerrah neşteri vurur. Der ki: “Madem Bâkî olan yalnız Sensin, öyleyse mâsivâ (Senden gayrı her şey) fânidir.” Fâni olan ise, ebed için yaratılan bir kalbin hakikî sevgisine, aşkına ve alâkasına medar olamaz.
Bu ameliyat, sevgiyi fâniden kesip Bâkî’ye yöneltmektir. Bu, “o mahbublar onu terketmeden evvel o onları terketmek” manasındadır.
Müradif (Alakalı) Mefhumlar:
• Tevhid-i Mahbûb: Sevgide tevhidi sağlamak. Nasıl ki “Lâ ilâhe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) denilerek rubûbiyette şirk reddedilir; burada da “Lâ mahbûbe illallah” (Allah’tan başka [hakikî] sevgili yoktur) manasıyla muhabbetteki gizli şirk (şirk-i hafî) reddedilir.
• Fena-i Âlem: Âlemin bizâtihî fâniliğini, kendi başına bir kıymeti olmadığını idrak etmek.
Destekleyen Diğer Âyetler (Fena Ciheti):
Fâniliği vurgulayan ve insanın bu dünyaya aldanmaması gerektiğini belirten pek çok âyet, bu birinci nüktedeki “ameliyat-ı cerrahiye”yi destekler:
“(26) Yeryüzünde bulunan herkes fânidir. (27) Sadece kerem sahibi ve yüce olan rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân 55/26-27)
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap; Allah’tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)

İkinci Nükte: “Merhem ve Tiryak” (Beka ile Teselli)
Birinci cümle kalbi mâsivâdan (Allah dışındaki her şeyden) kestiğinde, ortaya “hadsiz cerihalar” (sınırsız yaralar) çıkar. Zira insan sevdiği her şeyden yüz çevirmiştir. Bu, büyük bir boşluk ve acı verir.
İkinci defa söylenen “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” cümlesi, bu yaralara hem merhem hem de tiryak (panzehir) olur.
• Merhem (Teselli): Bu cümle der ki: “Yâ Bâkî! Madem Sen bâkisin, yeter; herşeye bedelsin.” Evet, bütün fâni sevgililer gitse de, Bâkî olan Allah mevcuttur. O’nun varlığı, giden her şeyin yerini doldurur.
• Tiryak (Hakikati Görmek): Bu cümle, fânilere bakışı değiştirir. Der ki: “Madem Sen varsın, herşey var.” Bu şu demektir: Fâni mevcudatta gördüğümüz ve sevdiğimiz hüsün (güzellik), ihsan (iyilik) ve kemal (mükemmellik), aslında onların kendi malı değildir. Onlar, Bâkî-i Hakikî’nin hüsün, ihsan ve kemalâtının “işaratı” ve “çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir.”
Müradif (Alakalı) Mefhumlar:
• Beka Billah (Allah ile Beka Bulmak): Mevcudatın fâniliğini (fena) idrak ettikten sonra, onların ancak Allah’ın “ibkası” (beka vermesi) ile varlıklarını sürdürdüklerini, O’nun isimlerinin bir “cilvesi” olduklarını anlamak.
• Mir’ât-ı Esmâ (İsimlerin Aynası): Yaratılmış her şey, Sâni-i Bâkî’nin isimlerine bir ayna olur. Artık sevgi, fâni olan aynanın zâtına değil, onda görünen Bâkî Zât’ın güzelliğine yönelir.
• Muhabbet li-Vechillah (Allah Namına Sevmek): Artık mevcudat, “senin muhabbetinle onlar sevilir” sırrına mazhar olur. Bir çiçek, Allah’ın Musavvir (şekil veren) ve Cemîl (güzel) isimlerinin bir tecellisi olduğu için sevilir. Bir anne, Allah’ın Rahîm isminin bir cilvesini taşıdığı için sevilir. Bu sevgi, fâniye değil, Bâkî’yedir.
Destekleyen Diğer Âyetler (Beka Ciheti):
Bu ikinci nükte, her şeyin kıymetini Allah’tan aldığını ve hakikî varlığın O’na ait olduğunu belirten âyetlere dayanır:
“Sizde olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir. Elbette sabredenlere, yapmakta olduklarının daha güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.” (Nahl 16/96)
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Âl-i İmrân 3/189)
Netice ve Hülâsa
Üçüncü Lem’a’da tasvir edilen “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” zikri, kalbin seyr-i sülûkudur (manevî yolculuğudur):
• Birinci Adım (Fena idrakı): Kalp, fânilere yönelttiği sevgiden (şirk-i hafîden) tevbe eder. Bu, bir “tecrid” (soyutlanma) ve “kat’-ı alâka”dır (ilişiği kesmektir). Bu, “Lâ mevcûde illâ Hû” (O’ndan başka hakikî varlık yoktur) hakikatine yaklaşmaktır.
• İkinci Adım (Beka idrakı): Kalp, Bâkî olan Allah’ın varlığının her şeye bedel olduğunu anlar. Artık fânilere, O’nun sanatı, O’nun isimlerinin aynası ve O’nun mahlûku nazarıyla bakar.
Böylece, insanın “hadsiz istidad-ı muhabbeti”, fânilerde boğulup ebedî azap çekmek yerine, Bâkî-i Zülcelâl’e yönelerek ebedî bir lezzet ve saadet kazanmış olur.

 

İKİNCİ NÜKTE:

İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedid bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryad eder. Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî Cennet’in bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki, Bâki-i Zülcelal o şedid sarsılmaz fıtrî arzuyu, o tesirli kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halketmiş. Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerim, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva’-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev’-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.

Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tâbi’dir. Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife; o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünki Bâki yoluna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya mazhar olur. İşte o ikinci

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

cümlesi bu hakikatı ifade ediyor. İnsanın hadsiz manevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:

Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasılki saatin sâniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir. Öyle de: İnsandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ: Cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli madum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.

İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer. Evet Bâki-i Hakikî’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir sâniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir sâniyedir. Belki onun yolunda bir sâniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir sâniye hükmüne geçer. Meşhur böyle bir söz var ki:

سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ

yani: “Firakın bir sâniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir sâniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki: Visal, yani Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah bir sâniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir.
Gaflet ve dalalet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir sâniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:

اَرْضُ الْفَلَاتِ مَعَ الْاَعْدَاءِ فِنْجَانٌ سَمُّ الْخِيَاطِ مَعَ الْاَحْبَابِ مَيْدَانٌ

hükmümüzü teyid ediyor.

Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir sâniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rü’ya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir sâniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise sâniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünki firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir sâniye de olsa, seneler kadar tahribat yapar. Çünki hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel, firakla doludur.

Şu mes’ele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faidesiz ömrünüzü; bâki, uzun, faideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakikî’nin yoluna sarfediniz. Çünki Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur. Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

Bu hakikata işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu Nass-ı Kur’an gösteriyor. Hem bu hakikata işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan “bast-ı zaman” sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mi’rac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünki o Mi’rac yoluyla, beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem şu hakikata bina edilen beyn-el evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle “bast-ı zaman”

{(Haşiye):

قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ

âyetiyle,

وَلَبِثُوا ف۪ى كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا

âyeti “tayy-ı zaman”ı gösterdiği gibi,

وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

âyeti de “bast-ı zaman”ı gösterir.}

hakikatını aynen müşahede ettikleri medar-ı şübhe olamaz. Şu “bast-ı zaman” herkesçe musaddak bir nev’i, rü’yada görünüyor. Bazan bir dakikada insanın gördüğü rü’yayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.

Elhasıl: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halkedilmiş ve bâki bir zâtın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zâtın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir. Öyle ise böyle bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir. Lisanı

يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى

dediği gibi; kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi “Hüve-l Bâki, Hüve-l Ezeliyy-ül Ebedî, Hüve-s Sermedî, Hüve-d Daim, Hüve-l Matlub, Hüve-l Mahbub, Hüve-l Maksud, Hüve-l Mabud” demeli.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

***********

Risale-i Nur Külliyatı’ndan iktibas edilen bu “İkinci Nükte” ve “Üçüncü Nükte”, insanın en derûnî ve cihan şümul bir meselesini, yani “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı) hakikatini ve bu fıtrî (doğuştan gelen) şiddetli arzunun nasıl tatmin edileceğini, fâni (ölümlü) hayatın nasıl bâki (ebedî) bir hayata tebdil edilebileceğini (dönüştürülebileceğini) hikmetli bir surette izah etmektedir.

Konunun Esası: İnsanın Fıtratındaki Beka Aşkı
Her iki nüktenin de temel aldığı nokta, insanın fıtratına (yaratılışına) yerleştirilmiş olan o “gayet şedid” (çok şiddetli) ebediyet aşkıdır. İnsan, yapısı itibariyle yokluğa (adem) değil, varlığa (vücud) ve devamlılığa (beka) meftundur.

BİRİNCİ BÖLÜM: AŞK-I BEKA VE MANTIKÎ NETİCELERİ (İKİNCİ NÜKTE’NİN TAHLİLİ)

İkinci Nükte, bu şiddetli arzunun varlığından yola çıkarak, ebedî bir âlemin (ahiretin) varlığının zarurî bir isbatını sunar.
1. Muhabbetin Kaynağı: Tevehhüm-ü Beka
Metin, insanın sevdiği (muhabbet ettiği) her şeyde, vehim kuvvetiyle (kuvve-i vâhime) dahi olsa, bir nevi ebediyet vehmettiğini, ancak o şeyin zevalini (yok oluşunu) düşündüğünde veya gördüğünde derinden feryat ettiğini belirtir.
• İzahı: İnsanın bir çiçeği, bir dostunu veya gençliğini sevmesi, aslında onlardaki güzelliğin ve kemalin daimî olmasını arzu etmesindendir. “Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.” cümlesi, ayrılık acısının temelinde, sevilen şeyin fâniliğine karşı duyulan bir isyan ve ebediyet arzusunun fıtrî bir çığlığı olduğunu gösterir.

2. Arzu-yu Beka’dan Alem-i Beka’ya Delil (İsbat)
Nükte, bu cihan şümul ve fıtrî arzuyu, “umumî bir dua” olarak nitelendirir ve bu duanın kabul edilmemesinin mümkün olmadığını beyan eder.
• Kıyas (Analoji): Nasıl ki Fâtır-ı Kerîm (ikramı sonsuz Yaratıcı), “küçük midenin cüz’î arzusunu” ve muvakkat (geçici) bir beka (hayatta kalma) duasını, hadsiz lezzetli yiyeceklerin (enva’-ı mat’umat-ı leziziye) yaratılmasıyla kabul etmiştir;
• Netice (Hüküm): Öyle de, bütün insanlığın (umum nev’-i beşer) “pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu” ve ebedî bekaya dair “gayet kuvvetli duasını” kabul etmemesi, O’nun hikmet, adalet, rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.
• Müradifi: Bu, bir “ihtiyac-ı fıtrî”dir. Nasıl ki balığın hayatı suyu iktiza eder (gerektirir), insanın ebediyet arzusu da ebedî bir âlemi iktiza eder. Allah (c.c.), fıtrata bu ihtiyacı koymuşsa, cevabını da halk etmiştir.

3. Tedavi ve Vazife: Bâkî’ye Teveccüh
Madem insan bekaya âşıktır ve madem beka ancak Bâkî-i Zülcelal’e (azamet sahibi ve ebedî olan Allah’a) mahsustur; öyleyse fâni insanın vazifesi, Bâkî’ye yönelmektir.
• Formül: “Bâki’nin esması bâkiyedir.” İnsan, O’nun Bâkî, Evvel, Ahir, Zahir, Batın gibi ebedî isimlerine (esmasına) yapışarak ve O’nun âyinesi olarak O’nun rengini (sıbgatullah) alarak bir nevi bekaya mazhar olur.
• Müradifi: “Bâki yoluna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya mazhar olur.” Bu, fâni olanı ebedîleştirmenin sırrıdır.
• Nida: “يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى” (Ey Bâkî! Gerçek Bâkî ancak Sensin!) nidası, insanın bu hadsiz manevî yaralarını tedavi eden ve fıtratındaki o şiddetli arzuyu tatmin eden bir ilticadır (sığınmadır).

4. Konuyla İlgili Ayetler (Fena ve Beka)
Bu nüktenin temel aldığı “fena” (fânilik) ve “beka” (ebedîlik) hakikatleri, Kur’an-ı Kerim’de müteaddit defalar vurgulanır:
• Meali (Rahmân, 55/26-27):
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍۚ ﴿٢٦﴾ وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِۚ ﴿٢٧﴾
“Yeryüzünde bulunanların hepsi fânidir. Azamet ve kerem sahibi rabbinin zâtı ise bâki kalır.”
• Meali (Kasas, 28/88):
… لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ۠ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُۜ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿٨٨﴾
“…O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm sadece O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.”
Bu ayetler, hakikî bekanın ancak Allah’a ait olduğunu, O’na yönelmeyen her şeyin (O’nun vechi/zâtı/rızası dışında olan her şeyin) “hâlik” (yok olucu) olduğunu tasdik eder.

İKİNCİ BÖLÜM: FÂNİ ÖMRÜ BÂKİ KILMAK (ÜÇÜNCÜ NÜKTE’NİN TAHLİLİ)

Üçüncü Nükte, İkinci Nükte’de tesis edilen “Bâkî’ye yönelme” vazifesinin, bu fâni dünyada nasıl gerçekleştirileceğini ve zamanın izafî (göreceli) yapısı itibariyle kısa bir ömrün nasıl ebedî bir ömür hükmüne geçebileceğini izah eder.

1. Zamanın İzafiyeti ve İnsanın Mahiyeti
Metin, zamanın tesirinin mahlukata göre farklı olduğunu (muhtelif) ve insanın “mütedâhil daireler” (iç içe geçmiş daireler) gibi olduğunu belirtir:
• Cisim (Beden): Hayatı ve vücudu sadece “hazır bir saat” ile sınırlıdır. Geçmişi ve geleceği ölüdür (meyyit) veya yoktur (madum).
• Kalb (Gönül): Dairesi daha geniştir; geçmiş ve gelecek zamanlara uzanır.
• Ruh: Dairesi çok daha geniştir (daire-i azîme); seneler öncesi ve sonrasını idrak sahasına dâhil edebilir.

2. Fâni Ömrü Bâkîleştirmenin Sırrı: “Lillah” (Allah İçin)
İnsanın bu ruhî ve kalbî genişliğine (istidadına) binaen, fâni ömrü ebedî bir ömre dönüştürmenin çaresi gösterilir:
• Vasıtalar: Marifet-i İlahiye (Allah’ı tanımak), Muhabbet-i Rabbaniye (Allah’ı sevmek), Ubudiyet-i Sübhaniye (Allah’a kulluk etmek) ve Marziyat-ı Rahmaniye (Allah’ın rızasını aramak).
• Netice: Bu yolda geçirilen bir fâni ömür, “bâki bir ömrü tazammun eder” (ihtiva eder) ve “ebedî bir ömrü intac eder” (netice verir).
• Formül: “Bâki-i Hakikî’nin… yolunda bir sâniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa, bir sene bir sâniyedir.”

3. Meşhur Sözün Tashih Edilmesi (Düzeltilmesi)
Metin, “Firakın (ayrılığın) bir sâniyesi bir senedir; visalin (kavuşmanın) bir senesi bir sâniyedir” sözünü, hakikat noktasında tashih eder:
• Fâni Visal: Dünyevî ve fâni bir kavuşma (visal) ne kadar uzun olursa olsun, zevale mahkûm olduğu için kısa hükmündedir (“bir sâniye gibi geçer”) ve geriye sadece “hasretli bir hayal ve esefli bir rü’ya” bırakır.
• Bâkî Visal: “Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah (Allah için) bir sâniye visal,” bir senelik fâni visalden çok ötedir; “daimî bir pencere-i visaldir.”
• Gaflet Firakı: Gaflet ve dalalet içindeki bir ayrılık (Allah’tan uzaklık) ise, bin sene bile sürse, neticesi itibariyle (hiçlik ve kayıp olduğundan) “bir sâniye hükmündedir.”

4. Amelî Çare: “Lillah, Livechillah, Lieclillah”
Nükte, fâni ömrü bâki yapmanın amelî (pratik) çaresini şu üç kelimeyle özetler:
“Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. ‘Lillah, livechillah, lieclillah’ rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.”
Bu, niyetin ameli nasıl dönüştürdüğünün ve fâni bir fiili nasıl ebedîleştirdiğinin sırrıdır.

5. “Bast-ı Zaman” Hakikati ve Delilleri
Bu manevî uzunluğun, maddî âlemde de tezahürleri olan “Bast-ı Zaman” (zamanın genişlemesi) hakikatiyle ispatı yapılır:
• Nass-ı Kur’an (Leyle-i Kadir): Kur’an’ın sarahatiyle bir gecenin (Kadir Gecesi), seksen küsur senelik bin ay hükmünde olması.
Meali (Kadr, 97/3):
لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِنْ اَلْفِ شَهْرٍۜ ﴿٣﴾
“Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.”
• Mi’rac-ı Nebevî: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Mi’rac hadisesinde “birkaç saat” gibi kısa bir müddette, beka âlemine girmesi hasebiyle “binler seneler hükmünde vüs’ati ve uzunluğu” olan bir seyahati yapması.
• Keramat-ı Evliya (Bast-ı Zaman): Ehl-i velayetin (velilerin) bir dakikada bir günlük işi görmesi veya bir hatim okuması gibi, kesretle (çoklukla) ve tevatürle (yalan üzere birleşmesi mümkün olmayan bir kalabalıkla) rivayet edilen hadiseler.
• Rü’ya Hadisesi: Herkesin yaşadığı rü’ya hadisesi. “Bazan bir dakikada insanın gördüğü rü’yayı… görmek için yakaza âleminde (uyanıklıkta) bir gün, belki günler lâzımdır.” Bu, zamanın izafî olduğuna dair umumî bir tecrübedir.

6. “Tayy-ı Zaman” ve “Bast-ı Zaman”a İşaret Eden Ayetler (Haşiyeden)
Metindeki haşiyede (dipnotta) bu zaman izafiyetine işaret eden ayetler zikredilmiştir:
• Tayy-ı Zaman (Zamanın Dürülmesi/Kısalması): Ashab-ı Kehf’in uykudan uyanınca kendi aralarındaki konuşması, zaman algılarının nasıl değiştiğini gösterir.
• TDV Meali (Kehf, 18/19):
… قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ …
“…İçlerinden biri, ‘Ne kadar kaldınız?’ dedi. (Bir kısmı) ‘Bir gün, ya da bir günden az kaldık’ dediler…”
• Halbuki hakikatte kalan müddet şudur:
• Meali (Kehf, 18/25):
وَلَبِثُوا ف۪ى كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِن۪ينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا ﴿٢٥﴾
“Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. Buna dokuz yıl da ilave ettiler.”
• Bast-ı Zaman (Zamanın Genişlemesi/Uzaması): Allah katındaki zaman mefhumunun, bizim saydığımızdan farklı olduğunu beyan eden ayet:
• Meali (Hac, 22/47):
… وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ ﴿٤٧﴾
“…Şüphesiz, Rabbin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”

Elhasıl (Netice ve Hülâsa)
Her iki nüktenin vardığı nihaî netice şudur:
İnsan fânidir, fakat “beka için halkedilmiş” ve “bâki bir zâtın âyinesi” olarak yaratılmıştır. Ona verilen fâni cihazlar ve istidatlar (kabiliyetler), bâki meyveler verecek işlerde kullanılması için emanet edilmiştir.
Öyleyse insanın hakikî vazifesi ve ebedî saadeti; bütün cihazatını ve istidatlarını o Bâkî-i Sermedî’nin (ebedî ve sonsuz olan Bâkî’nin) rızası dairesinde (daire-i marziyatında) kullanarak, O’nun esmasına yapışıp, ebed yolunda O’na yönelerek (müteveccih olarak) gitmektir.
Lisanı “يَا بَاق۪ٓى اَنْتَ الْبَاق۪ى” dediği gibi; kalbi, ruhu, aklı ve bütün letaifi (duyguları) hep bir ağızdan “Hüve-l Bâki (Bâkî ancak O’dur), Hüve-l Matlub (Maksat O’dur), Hüve-l Mahbub (Sevgili O’dur), Hüve-l Mabud (İbadet edilecek O’dur)” demelidir.

 

 

 

 

  1. LEM’A

    İKİNCİ SUAL

    münasebetiyle iki mes’ele-i mühimme beyan edilecek. Çünki Coğrafya ve Kozmoğrafya fenlerinin kısacık kanunlarıyla ve daracık düsturlarıyla ve küçücük mizanlarıyla Kur’anın semavatına çıkamadıklarından ve âyâtın yıldızlarındaki yedi kat manaları keşfedemediklerinden âyeti tenkid, belki inkârına divanecesine çalışmışlar.

    Birinci Mes’ele-i Mühimme:

    Semavat gibi arzın da yedi tabaka olmasına dairdir. Şu mes’ele, yeni zamanın feylesoflarına hakikatsız görünüyor. Onların arza ve semavata dair olan fenleri kabul etmiyor. Bunu vasıta ederek bazı hakaik-i Kur’aniyeye itiraz ediyorlar. Buna dair muhtasaran birkaç işaret yazacağız.

    Birincisi:

    Evvelâ: Âyetin manası ayrıdır ve o manaların efradı ve mâsadakları ayrıdır. İşte o küllî mananın müteaddid efradından bir ferdi bulunmazsa, o mana inkâr edilmez. Semavatın yedi tabakasına ve arzın yedi katına dair mana-yı küllîsinin çok efradından yedi mâsadak zahiren görünüyor. Sâniyen: Âyetin sarahatında “yedi kat arz” dememiş.

    اَللّٰهُ الَّذ۪ى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّ
    ilââhir. Âyetin zahiri diyor ki: “Arzı da o seb’a semavat gibi halketmiş ve mahlukatına mesken ittihaz etmiş.” Yedi tabaka olarak halkettim, demiyor. Misliyet ise mahlukıyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.

    İkincisi:

    Küre-i Arz her ne kadar semavata nisbeten çok küçüktür, fakat hadsiz masnuat-ı İlahiyenin meşheri, mazharı, mahşeri, merkezi hükmünde olduğundan; kalb, cesede mukabil geldiği gibi, Küre-i Arz dahi, koca hadsiz semavata karşı bir kalb ve manevî bir merkez hükmünde olarak mukabil gelir. Onun için zeminin küçük mikyasta eskiden beri yedi

    {(*): Seb’a ile beraber yedi kelimesi yedi kerre tevafuku pek güzel düşmüş.}

    iklimi; hem Avrupa, Afrika, Okyanusya, iki Asya, iki Amerika namlarıyla maruf yedi kıt’ası; hem denizle beraber şark, garb, şimal, cenub, bu yüzdeki ve Yeni Dünya yüzündeki malûm yedi kıt’ası; hem merkezinden tâ kışr-ı zahirîye kadar hikmeten, fennen sabit olan muttasıl ve mütenevvi yedi tabakası, hem zîhayat için medar-ı hayat olmuş yetmiş basit ve cüz’î unsurları tazammun edip ve “yedi kat” tabir edilen meşhur yedi nevi küllî unsuru; hem dört unsur denilen su, hava, nar, toprak (türab) ile beraber, “mevalid-i selâse” denilen maadin, nebatat ve hayvanatın yedi tabakaları ve yedi kat âlemleri; hem cinn ve ifrit ve sair muhtelif zîşuur ve zîhayat mahlukların âlemleri ve meskenleri olduğu, çok kesretli ehl-i keşf ve ashab-ı şuhudun şehadetiyle sabit yedi kat arzın âlemleri; hem Küre-i Arzımıza benzeyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına, zîhayata makarr ve mesken olmasına işareten yedi tabaka yani yedi küre-i arziye bulunmasına işareten Küre-i Arz dahi, yedi tabaka âyât-ı Kur’aniyeden fehmedilmiştir.

    İşte yedi nevi ile yedi tarzda, arzın yedi tabakası mevcud olduğu tahakkuk ediyor. Sekizincisi olan âhirki mana, başka nokta-i nazarda ehemmiyetlidir; o yedide dâhil değildir.

    Üçüncüsü:

    Madem Hakîm-i Mutlak israf etmiyor, abes şeyleri yaratmıyor. Ve madem mahlukatın vücudları, zîşuur içindir ve zîşuurla kemalini bulur ve zîşuurla şenlenir ve zîşuurla abesiyetten kurtulur. Ve madem bilmüşahede o Hakîm-i Mutlak, o Kadîr-i Zülcelal, hava unsurunu, su âlemini, toprak tabakasını hadsiz zîhayatlarla şenlendiriyor. Ve madem hava ve su, hayvanatın cevelanına mani olmadığı gibi; toprak, taş gibi kesif maddeler, elektrik ve röntgen gibi maddelerin seyrine mani olmuyorlar. Elbette o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, Küre-i Arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâli bırakmaz. Elbette onları şenlendirmiş.
    O âlemlerin şenlenmesine münasib ve muvafık zîşuur mahlukları halkedip orada iskân etmiştir. O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî enva’larından olmak lâzım gelir. Elbette en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. Hattâ zeminin merkezindeki müdhiş ateş dahi, o zîşuur mahluklara nisbeti, bizlere nisbeten Güneşin harareti gibi olmak iktiza eder. O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur.

    Dördüncüsü:

    Onsekizinci Mektub’da tabakat-ı Arzın acaibine dair ehl-i keşfin tavr-ı akıl haricinde beyan ettikleri tasvirata dair bir temsil zikredilmiştir. Hülâsası şudur ki: Küre-i Arz, âlem-i şehadette bir çekirdektir; âlem-i misaliye ve berzahiyede bir büyük ağaç gibi, semavata omuz omuza vuracak bir azamettedir. Ehl-i keşfin Küre-i Arzda ifritlere mahsus tabakasını bin senelik bir mesafe görmeleri, âlem-i şehadete ait Küre-i Arzın çekirdeğinde değil, belki âlem-i misalîdeki dallarının ve tabakalarının tezahürüdür. Madem Küre-i Arzın zahiren ehemmiyetsiz bir tabakasının böyle başka âlemde azametli tezahüratı var; elbette yedi kat semavata mukabil yedi kat denilebilir ve mezkûr noktaları ihtar için îcaz ile i’cazkârane bir tarzda âyât-ı Kur’aniye, semavatın yedi tabakasına karşı bu küçücük arzı mukabil göstermekle işaret ediyor.

    *******

    Kur’an-ı Kerim’in “yedi gök” ve “yerden de onların benzeri” ifadelerini, modern fenlerin (bilimlerin) itirazlarına karşı müdafaa eden ve bu ayetlerin geniş, çok katmanlı anlamlarını izah eden derin bir tefsir analizidir.

    1. Meselenin Özü: Kur’an Ayeti ve İtiraz
    Metnin ele aldığı temel sorun, bazı coğrafya ve kozmografya (jeoloji ve kozmoloji) bilim insanlarının, Kur’an’ın “yedi kat sema” ve “yedi kat arz” ifadelerini kendi dar kanunları ve ölçüleriyle değerlendirip, yeryüzünde yedi katman (tabaka) bulamadıkları gerekçesiyle ayeti eleştirmesi, hatta inkâr etme eğilimidir.
    Bu itirazın yüzeysel olduğunu ve ayetin derinliğini kavrayamamaktan kaynaklandığını savunur.

    2. Merkezi Ayet ve Dil İnceliği
    Tartışmanın merkezinde yer alan ayet, Talâk Suresi’nin 12. ayetidir.
    Merkezi Ayet:
    اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا **Anlamı:** “Allah, yedi göğü ve yerden de **onların benzerini** yaratandır. Emir, bunlar arasından inip durur ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talâk, 65/12) Metninizdeki izahın kilit noktası şudur: * Ayet, açıkça “yedi kat yer” (seb’a aradîn) dememiş, “onların benzerini” (مِثْلَهُنَّ – mislehünne) demiştir. * Bu “benzerlik” (misliyet), ille de katman katman, birebir aynı yapıdadır demek değildir. * Metin, bu benzerliğin öncelikle **”mahlukıyet” (yaratılmış olmak)** ve **”mahlûkata meskeniyet” (yaratıklara ev sahipliği yapmak)** cihetiyle olabileceğini belirtir.

    ### 3\. Yeryüzünün Kâinattaki Manevî Yeri Metin, yeryüzünün (Küre-i Arz), görünürdeki fiziki küçüklüğüne rağmen, kâinattaki rolünün büyüklüğüne dikkat çeker. Yeryüzü: * Allah’ın sayısız sanatının bir “sergisi” (meşheri), * İsimlerinin tecellilerinin “göründüğü yer” (mazharı), * Canlıların “toplanma yeri” (mahşeri), * Ve kâinatın manevî “kalbi” ve “merkezi” hükmündedir. Nasıl ki küçük bir kalp, devasa bir bedeni idare eder; küçük olan yeryüzü de bu manevî ve faaliyet merkeziyeti sebebiyle, ayette koskoca semavata bir “mukabil” (karşılık) olarak zikredilmiştir.

    ### 4\. “Yedi Arz” İfadesinin Muhtemel Anlamları (Efradı ve Mâsadakları)
    Metin, ayetteki “benzerlik” ifadesinin küllî (genel) bir mana taşıdığını ve bu genel mananın birden çok ferdinin (örneğinin, gerçekleşme biçiminin) olabileceğini savunur. Bir tanesinin görünmemesi, o genel manayı çürütmez. Metnin sıraladığı bu yedi (veya sekiz) muhtemel mana şunlardır:
    1. **Yedi İklim:** Eskiden beri coğrafyacıların kabul ettiği yedi iklim kuşağı.
    2. **Yedi Kıt’a (Eski Dünya):** Asya, Avrupa, Afrika, Okyanusya, (ve Asya ile Amerika’nın ikiye bölünmesiyle) yedi kıt’a. 3. **Yedi Kıt’a (Yeni Dünya):** Şark (Doğu), Garb (Batı), Şimal (Kuzey), Cenub (Güney), bu yüz (Eski Dünya), Yeni Dünya yüzü ve denizlerle beraber yedi bölge.
    4. **Yedi Jeolojik Tabaka:** Yerin merkezinden (çekirdekten) dış kabuğa (kışr-ı zahirîye) kadar bilimsel olarak da (fennen) sabit olan, iç içe geçmiş farklı yoğunluk ve özelliklerdeki yedi katman (Çekirdek, Dış Çekirdek, Alt Manto, Üst Manto, Astenosfer, Litosfer, Yer Kabuğu gibi).
    5. **Yedi Küllî Unsur:** Canlıların hayatına kaynaklık eden ve “yedi kat” olarak tabir edilen yedi genel element (unsur) grubu (metin, bunların yetmiş basit unsuru kapsadığını belirtir).
    6. **Yedi Varlık Tabakası (4+3):** Dört temel unsur (su, hava, ateş, toprak) ile birlikte “mevâlid-i selâse” (üç doğanlar) denilen üç âlem: Madenler, bitkiler (nebatat) ve hayvanat.
    7. **Yedi Manevî Âlem:** Cinler, ifritler ve diğer şuurlu (zîşuur) ve canlı (zîhayat) varlıkların yaşadığı, ehl-i keşif ve ehl-i şuhudun (manevî keşif sahiplerinin) müşahede ettiği yedi farklı âlem veya mesken.
    8. **Yedi Benzer Küre (Gezegen):** (Metnin sekizinci olarak dışarıda tuttuğu, ancak bir ihtimal olarak sunduğu) Yeryüzüne benzeyen, canlılara ev sahipliği yapan yedi başka gezegen (küre-i uhra) bulunması.

    ### 5\. Yaratılışın Gayesi: Boşluk ve Abesiyetin Reddi
    Metnin üçüncü noktası, teolojik bir delil sunar:
    * **Hakîm-i Mutlak (Allah), israf etmez ve abes (anlamsız, gayesiz) iş yapmaz.
    ** * Varlıkların yaratılış gayesi şuurlu varlıklardır (zîşuur). Kâinat, şuurlu varlıklarla şenlenir ve anlamsızlıktan (abesiyetten) kurtulur.
    * Allah, havayı kuşlarla, denizi balıklarla, toprağın yüzeyini insan ve hayvanlarla doldurup şenlendirmiştir.
    * Aynı şekilde, yerkürenin merkezinden kabuğuna kadar olan o devasa yedi tabakayı (eğer 4. maddedeki gibi kabul edilirse) boş ve hâli bırakması, O’nun hikmetine uymaz.

    * **Sonuç:** Elbette o âlemleri de şenlendirmiş, oralara uygun şuurlu varlıklar (melaike, ruhanîler vb.) yaratıp yerleştirmiştir. O varlıklar (örneğin nurdan yaratılmışlarsa), onlara o kesif tabakalar balığa su, kuşa hava gibi gelir; hatta merkezdeki müthiş ateş (magma), onlara Güneş’in bize verdiği ısı gibi bir “nur” ve enerji kaynağı olabilir.
    ### 6\. Metafizik Boyut: Çekirdek ve Ağaç Temsili
    Metnin dördüncü noktası, meselenin fizik ötesi (metafizik) boyutuna işaret eder:
    * Bizim gördüğümüz bu fiziksel dünya (âlem-i şehadet), asıl hakikatin sadece bir “çekirdeği” gibidir.
    * Bu çekirdeğin, misal âleminde (âlem-i misaliye) ve berzah âleminde (âlem-i berzahiye) açılmış, semavata ulaşan devasa bir “ağaç” gibi tezahürleri vardır.
    * Ehl-i keşfin, “ifritlere mahsus tabakayı bin senelik mesafe gördük” demesi, bu fiziksel çekirdekte değil, o manevî ağacın misal âlemindeki yansımalarında gördükleri bir genişliktir.
    * Dolayısıyla, yeryüzünün de semavat gibi “yedi kat” olarak ifade edilmesi, bu fiziksel, jeolojik, biyolojik ve manevî katmanların tümüne birden işaret eden mucizevî bir Kur’an ifadesidir.

    ### Konuyla İlgili Diğer Ayetler (Müradifler/Benzer Temalar) “Yedi gök” ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de sıkça tekrarlanarak kâinatın bu düzenine vurgu yapar. İşte bu merkezi ayetin (Talâk 12) temasını destekleyen ve “yedi gök” kavramını kullanan bazı ayetler: 1. **Bakara Suresi, 29. Ayet:**
    هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

    **Anlamı:** “O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”
    • Mülk Suresi, 3. Ayet:
    \\ اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
    Anlamı: “O, yedi göğü tabaka tabaka (uyum içinde) yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görüyor musun?”
    • İsrâ Suresi, 44. Ayet:
    \\ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
    Anlamı: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz O, halîmdir, çok bağışlayandır.”
    • Mü’minûn Suresi, 86. Ayet:
    \\ قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمٰوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظ۪يمِ
    Anlamı: “De ki: ‘Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?'”
    Sonuç ve Değerlendirme

    Özetle, metin, Talâk Suresi 12. ayetteki “yedi gök ve yerden de onların benzeri” ifadesinin, basit bir jeolojik katman sıralamasından ibaret olmadığını savunmaktadır. Bu ifade; jeolojik, coğrafî, biyolojik, unsurlar âlemi (elementler), manevî/ruhanî âlemler ve hatta muhtemel başka gezegenler gibi yedi farklı seviyede veya anlamda anlaşılabilecek çok yönlü (zül-vücuh) bir hakikate işaret eder.
    Bu yaklaşım, modern bilimin (fenlerin) yüzeysel ve materyalist bakış açısının, Kur’an’ın derin ve çok katmanlı manalarını kavramakta yetersiz kaldığını; asıl meselenin bilimsel verilerin reddi değil, o verilerin Kur’an’ın geniş manaları içindeki “efradından” sadece bir “ferd” olabileceğini anlamak olduğunu ortaya koymaktadır.

 

 

 

 

İkinci Mes’ele-i Mühimme’dir:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّ

ilâ âhir…

ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

Şu âyet-i kerime gibi müteaddid âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşarat-ül İ’caz tefsirinde eski Harb-i Umumî’nin birinci senesinde cephe-i harbde ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o mes’elenin yalnız bir hülâsasını yazmak münasibdir. Şöyle ki:

Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde, Arş ve Kürsî yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev’-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hattâ çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur u ubûra ve hark u iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamıyla gösterememişler. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste

اَلسَّمَٓاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ

denilmiş. Yani: “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.”

İşte bu hakikat-ı Kur’aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.

Birinci Kaide:

Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esîr” dedikleri madde ile doludur.

İkincisi:

Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecram-ı ulviyenin cazibe ve dafia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.

Üçüncüsü:

Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasılki buhar, su, buz gibi havaî, mâyi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i esîriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz.

Dördüncüsü:

Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvî âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs Sema ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe “Samanyolu” tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevabit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevabit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşan’daki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevabit dahi, sadık bir hads ile Manzume-i Şemsiye’nin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi manzumat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, hiss ve hads ile derkolunur.

Beşincisi:

Hadsen ve hissen ve istikraen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem ramad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ: Müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor. Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esîriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak

فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ

sırrıyla yedi nevi semavatı ondan halketmiştir.

Altıncısı:

Şu mezkûr emareler, bizzarure semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delalet ederler. Madem kat’iyyen semavat müteaddiddir ve Muhbir-i Sadık, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın lisanıyla yedidir der; elbette yedidir.

Yedincisi:

Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u Arabîde kesreti ifade ettiği için, o küllî yedi tabaka çok kesretli tabakaları hâvi olabilir.

ELHASIL:

Kadîr-i Zülcelal, esîr maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer’edip ekmiştir. Madem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, umum ins ü cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev’-i beşerin her bir tabakası, herbir âyât-ı Kur’aniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur’aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddid manaları zımnen ve işareten bulunacaktır. Evet hitabat-ı Kur’aniyenin vüs’ati ve maânî ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini müraat ve mümaşat etmesi gösterir ki; herbir âyetin herbir tabakaya bir vechi var, bakıyor.

İşte bu sırra binaen, “yedi semavat” mana-yı küllîsinde yedi tabaka-i beşeriye, muhtelif yedi kat manayı fehmetmişler. Şöyle ki:

فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ

âyetinde, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesimînin tabakatını fehmeder. Ve Kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi, elsine-i enamda seb’a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye, Manzume-i Şemsiye’nin yedi tabakaya ayrılmasını, hem Manzume-i Şemsiye’mizle beraber yedi manzumat-ı şümusiyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esîriyenin teşekkülâtı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev’-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise; semavat-ı seb’ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avalim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder.

Ve hâkeza bu âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat manaları gibi daha çok cüz’î manaları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o maide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.

Madem o âyetin böyle pek çok sadık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri Kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünki âyetin mana-yı küllîsinden bir tek mâsadak sadıksa, o küllî mana sadık ve hak olur. Hattâ vaki’de bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını müraat için o küllîde dâhil olabilir. Halbuki, hak ve hakikî çok efradını gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız Coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş Kozmoğrafyaya bak! Nasıl bu iki fen hata ederek, hak ve hakikat ve sadık olan küllî manadan gözlerini yumup ve çok sadık olan mâsadakları görmeyerek; hayalî bir acib ferdi, mana-yı âyet tevehhüm ederek âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!…

Elhasıl: Kıraat-ı seb’a, vücuh-u seb’a ve mu’cizat-ı seb’a ve hakaik-i seb’a ve erkân-ı seb’a üzerine nâzil olan Kur’an semasının o yedişer tabakalarına, cinn ve şeyatîn hükmündeki itikadsız maddî fikirler çıkamadıklarından âyâtın nücumunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o âyâtın nücumundan mezkûr tahkikat gibi şahablar inerler ve onları yakarlar. Evet cinn fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur’aniyeye çıkılmaz. Belki âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyetin kanatlarıyla çıkılabilir.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى شَمْسِ سَمَٓاءِ الرِّسَالَةِ وَ قَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَ عَلٰٓى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ نُجُومِ الْهُدٰى لِمَنِ اهْتَدٰى ٭ سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ ٭ اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ وَ رُفَقَٓائِهِ بِنُجُومِ حَقَٓائِقِ الْقُرْاٰنِ وَ اْلا۪يمَانِ اٰم۪ينَ

* * *

“İkinci Mes’ele-i Mühimme” metni, Risale-i Nur Külliyatı’nda, Kur’an-ı Hakîm’in “yedi semavat” (يَدِي سَمَاوَات) tabirine dair gayet mühim bir tefsir ve izahı ihtiva etmektedir. Bu meselenin gayesi, Kur’an’ın bu beyanını, hem “Eski Hikmet”in (Batlamyus kozmolojisi) ifratından, hem de “Hikmet-i Cedide”nin (materyalist ve pozitivist felsefe) tefritinden kurtararak, Kur’an’ın mucizevî beyanının hakikatini ve “hadd-i vasat”ını (itidalli orta yolunu) isbat etmektir.
Bu kıymetli metin doğrultusunda, “yedi semavat” meselesinin ayetler ve bu ayetlerin işaret ettiği müradif (ilişkili) manalarla birlikte geniş ve detaylı bir izahını aşağıda arz ediyorum:

1. Meselenin Bağlantısı: İfrat, Tefrit ve Hadd-i Vasat
Metnin hemen başında tenkit edilen iki zıt (aykırı) bakış açısı vardır:
• Eski Hikmet’in İfratı (Aşırılığı): Bu, Batlamyus (Ptolemy) sistemine dayanan eski Yunan hikmetidir. Kâinatı, iç içe geçmiş ve “hark u iltiyama kabil olmayan” (yırtılması ve tamiri mümkün olmayan) dokuz katı (eflâk) küre olarak tasavvur etmiştir. Metnin işaret ettiği gibi, maalesef bazı ehl-i tefsir, âyetlerin zahirî manalarını bu hâkim felsefî kabule uydurmaya (tevfik etmeye) mecbur kalmış, bu da Kur’an’ın i’cazına (mucizeliğine) bir derece perde çekmiştir. Bu, Kur’an’ı felsefeye tâbi kılma hatasıdır.
• Hikmet-i Cedide’nin Tefriti (İhmali): Bu, modern materyalist (maddeci) felsefe ve kozmolojidir. Eski hikmetin o katı kürelerini (eflâk) bulamayınca, “semavatın vücudunu âdeta inkâr” etmişlerdir. Fezayı (uzayı) sonsuz bir “boşluk” (nihayetsiz bir boşluk) olarak kabul etmişler, göklerin bir “bina” veya “tabaka” olduğunu reddetmişlerdir.

Kur’an’ın Hadd-i Vasatı (İtidalli Yolu):
Kur’an-ı Hakîm, bu iki aşırı görüşün ortasında, hakikatin ta kendisi olan “hadd-i vasat”ı beyan eder: Semavat “yok” değildir (tefrit), fakat eski hikmetin tasvir ettiği gibi katı, cansız küreler de değildir (ifrat). Bilakis, Sâni’-i Zülcelal’in halkettiği (yarattığı) yedi kat, muhtelif tabakalardan müteşekkil, faal ve O’nu tesbih eden bir binadır.

2. “Yedi Semavat” Beyanının Kur’an’daki Temelleri
Metin, bu hakikatin temelini iki mühim ayet-i kerimeye dayandırmaktadır. Bu ayetler ve şöyledir:
Birinci Ayet (Tesbihatı Bildiren):
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlayamazsınız. O, halîmdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsrâ 17/44)
Bu ayet, semavatın hem adedini (yedi) hem de vazifesini (tesbih) açıkça bildirir. Onların cansız bir boşluk değil, şuurlu veya vazifeli birer mevcud olduklarını isbat eder.
İkinci Ayet (Tesviye ve Tanzimi Bildiren):
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
“O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara 2/29)
Bu ayetteki “فَسَوّٰيهُنَّ” (fe sevvâhunne – onları düzenledi) tabiri, metindeki “tesviye” kelimesine işaret eder. Bu, göğün tesadüfî bir boşluk değil, bir tanzim ve tesviye (nizam verme, düzene koyma) fiilinin neticesi olduğunu gösterir.

3. “Yedi Semavat”a Dair Müradif (İlişkili) Ayetler
Kur’an-ı Kerim, bu hakikati pek çok yerde teyit eder. “Seb’a semâvât” (yedi gök) ve “tabaka” (katman) kavramları birbiriyle irtibatlıdır:
• Tabaka Vurgusu:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” (Mülk 67/3)
• Yaratılış ve Vazifelendirme:
فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ف۪ي يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى ف۪ي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاۜ وَزَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ وَحِفْظًاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ
“Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işlevini bildirdi. En yakın göğü (dünya göğünü) kandillerle (yıldızlarla) süsledik ve (bozulmaktan) koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.” (Fussilet 41/12)
• Yaratılışın Benzerliği:
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yaratandır. Emir, bunlar arasından hep iner ki, Allah’ın her şeye hakkıyla gücü yeten olduğunu ve Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilesiniz.” (Talâk 65/12)
Bu ayetler, “yedi gök” tabirinin Kur’an’da tesadüfî değil, ısrarlı, sistemli ve “tabaka tabaka” (طِبَاقًا) bir yaratılışa işaret eden temel bir hakikat olduğunu isbat eder.

4. Yedi Kaide ile “Esîr” Maddesi Üzerinden İzah
Metin, bu Kur’anî hakikati, devrinin fennî (bilimsel) birikimiyle (özellikle “esîr/ether” nazariyesiyle) isbat etmeye çalışır. O dönemde “esîr”, fezayı dolduran, ışığın ve kuvvetlerin (cazibe, elektrik vb.) içinden geçtiği temel madde olarak kabul ediliyordu.
Metnin “Yedi Kaide” ile yaptığı izah şudur:
• Fezâ Boşluk Değildir (Kaide 1-2): Kâinat boşluk değil, “esîr” denilen bir madde ile doludur. Bu madde, ziya (ışık), hararet (ısı) ve elektriğin nâşiri (yayıcısı) ve nâkili (taşıyıcısı) ve kanunların (cazibe gibi) rabıtasıdır (bağlayıcısıdır).
• Bir Madde, Muhtelif Tabakalar Olabilir (Kaide 3): Asıl mühim nokta budur. Nasıl ki Hidrojen (Müvellid-ül mâ) ve Oksijen (Müvellid-ül humuza) maddesinden hem buhar (havaî), hem su (mâyi), hem de buz (camid) gibi üç farklı hâl (tabaka) teşekkül ediyorsa; öyle de “madde-i esîriye”den yedi nevi tabaka (semavat) teşekkül etmesine aklî bir mâni yoktur.
• Kâinatta Görülen Tabakalar (Kaide 4): Nazar ve bakış (gözlem) dahi kâinatta farklı tabakaların olduğunu gösterir. Metin, “Kehkeşan” (Samanyolu) tabakasındaki yıldızların “yeni yeni çıkıp ermeye başladığını” (yeni oluşan yıldız kuşağı), “sevabit yıldızları” (sabit/yaşlı yıldızlar) tabakasının ise “yetişmiş, ermiş” (olgunlaşmış) olduğunu belirterek, bu müşahedeye dayalı farklılığı delil getirir.
• Tanzim ve Teşkilin Tabakalaşmayı Gerektirmesi (Kaide 5): Bu en kuvvetli aklî delildir. Bir maddeye “tanzim ve teşkil” (bir düzen ve form verme) iradesi müdahale ettiğinde, o madde tabakalara ayrılır. Verilen misaller:
• Karbon Maddesi: Kül (ramad), kömür ve elmas nevilerine ayrılır.
• Ateş Maddesi: Alev, duman ve kor tabakalarına ayrılır.
• Su Maddesi: Buhar, su ve buz tabakalarına ayrılır.
Netice: Madem Kudret-i Fâtıra (Yaratan Güç), “madde-i esîriye”ye bir teşkilât (organizasyon) vermiştir; elbette o maddeyi “فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ” sırrıyla yedi ayrı tabaka, yedi nevi semavat hâlinde halketmiştir.
• Adedin “Yedi” Olması (Kaide 6-7): Bu emareler semavatın hem vücuduna (varlığına) hem de taaddüdüne (çokluğuna) delalet eder. Madem Muhbir-i Sadık (Hz. Muhammed s.a.v. ve Kur’an) bu adedi “yedi” olarak bildirmiştir, elbette yedidir. Ayrıca, Arabî üslupta “yedi, yetmiş, yedi yüz” tabirleri kesreti (çokluğu) ifade eder. Demek ki, bu “yedi küllî tabaka”, kendi içlerinde daha pek çok cüz’î tabakaları ihtiva edebilir.

5. En Mühim Esas: “Mana-yı Küllî” ve “Muhtelif Mâsadaklar”
Metnin son ve en mühim bölümü, “yedi semavat”ın tefsirindeki i’cazı (mucizeliği) gösterir. Kur’an, “umum ins ü cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir.” Bu sebeple, her tabaka-i beşeriye (insan sınıfı) aynı ayetten kendi fehim (anlayış) seviyesine göre hissesini alır.
“Yedi semavat” tabiri, dar bir felsefî kalıba sıkıştırılamayacak bir “mana-yı küllî” (evrensel/genel anlam) ifade eder. Bu küllî mananın, farklı fehim seviyelerine hitap eden “mâsadakları” (hakikatteki tezahürleri, somut örnekleri) vardır.
Metin, “yedi tabaka-i beşeriye”nin bu ayetten fehmettiği yedi kat manayı şöyle sıralar:
• En Basit Nazar (Kısa Nazarlı): Atmosferimizin yedi tabakasını (Troposfer, Stratosfer vb.) fehmeder.
• Kozmoğrafyacı (Eski Astronomi): Gözle görülen ve “Seb’a-i Seyyare” (Yedi Gezegen: Ay, Utarid, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri, Zühal) denilen yedi gök cismini ve medarlarını (yörüngelerini) fehmeder.
• Diğer Bir Grup: Dünyamıza benzer, hayat sahibi varlıkların (zevil-hayat) meskeni (makarrı) olan yedi ayrı küreyi (yedi ayrı dünyayı) fehmeder.
• Diğer Bir Taife: Güneş Sistemi’nin (Manzume-i Şemsiye) yedi tabakaya (belki gezegen kuşaklarına) ayrılmasını veya bizim sistemimizle beraber yedi ayrı güneş sistemini fehmeder.
• Daha İlmî Bir Nazar: Metnin “Yedi Kaide” ile izah ettiği, “madde-i esîriye”nin teşekkülâtının (yapılanmasının) yedi ayrı tabakaya ayrılmasını fehmeder.
• Geniş Fikirli Tabaka: Gördüğümüz bütün bu yıldızlı âlemi (galaksiler dahil) tek bir sema (dünya seması) sayar ve bunun ötesinde altı ayrı semavat tabakasının var olduğunu fehmeder (Fussilet 12. ayetteki “السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا – en yakın gök” tabirinin işareti gibi).
• En Yüksek Taife (Havass): Meselenin derûnî (derinliğini) ve gaybî boyutunu fehmeder. “Yedi semavat”ı sadece şehadet âlemine (görünen âlem) hasretmez. Onları, Âlem-i Misal, Âlem-i Gayb, Âlem-i Uhrevî gibi manevî âlemlerin her birini ihata eden birer “muhit zarf” (kuşatıcı zarf) ve “sakf” (tavan) olarak anlar.

Elhasıl (Netice)
Bu “İkinci Mes’ele”, Kur’an’ın “yedi semavat” beyanının, tek bir felsefî veya fennî döneme hapsedilemeyecek kadar cihan şümul ve küllî bir hakikat olduğunu isbat eder.
• “Akılsız feylesoflar” ve “sersem kozmoğrafyacılar”, bu küllî mananın mâsadaklarından sadece birini (mesela Batlamyus’un katı kürelerini) ele alıp, “Biz bunu göremiyoruz, öyleyse ayet yanlıştır” diyerek hata ederler.
• Halbuki ayetin mana-yı küllîsi sadıktır (doğrudur). Bu mânânın hakikatte pek çok sadık mâsadakları (doğru tezahürleri) vardır. Atmosferin yedi kat olması da, esîrin yedi tabakası olması da, manevî âlemlerin yedi zarfı olması da bu küllî mananın cüz’leridir.
• Metnin sonunda belirtildiği gibi, Kur’an semasının bu yedi katmanlı hakikatlerine, “cinn fikirli feylesofların felsefesiyle” (sadece materyalist akılla) çıkılamaz. O semalara ancak “hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyetin kanatlarıyla” (yani hem aklı hem kalbi tatmin eden Kur’anî hikmetle) çıkılabilir.

 

 

 

 

İsm-i A’zam’ın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden

Üçüncü Nükte

اُدْعُ اِلٰى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ

âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i A’zam veya İsm-i A’zam’ın altı nurundan bir nuru olan “İSM-İ HAKEM”in bir cilvesi Ramazan-ı Şerifte görüldü. Ona yalnız bir işaret olarak “Beş Nokta”dan ibaret Üçüncü Nükte acele olarak yazıldı; müsvedde halinde kaldı.

Üçüncü Nükte’nin Birinci Noktası:

Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi: İsm-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitab hükmüne getirmiş ki, her sahifesinde yüzer kitab yazılmış.. ve her satırında yüzer sahife dercedilmiş.. ve her kelimesinde yüzer satır mevcuddur.. ve her harfinde yüzer kelime var.. ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, tâ noktalarına kadar yüzer cihette nakkaşını, kâtibini öyle vuzuhla gösteriyor ki; o kitab-ı kâinatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini isbat eder. Çünki bir harf, kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde; kâtibini bir satır kadar ifade ediyor.

Evet bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitablar, birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor. Bu sahifenin bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler; beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz. O satırın bir kelimesi çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime; muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Hakem-i Zülcelal’in medh ü senasına dair manidar fıkralardır. Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi nakkaşının medîhelerini teganni eden manzum bir kasidedir.

Hem güya Hakem-i Zülcelal, zeminin meşherinde teşhir ettiği antika ve acib eserlerine binler gözle bakmak istiyor.

Hem güya o Sultan-ı Ezelî’nin o ağaca verdiği murassa’ hediye ve nişanları ve formaları, hususî bayramı ve resm-i küşadı olan baharda padişahının nazarına arzetmek için öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, manidar bir şekil almış ve öyle hikmetli bir şekil verilmiştir ki; herbir çiçeğinde, herbir meyvesinde birbiri içinde çok vecihler ve diller ile, nakkaşının vücuduna ve esmasına şehadet ederler. Meselâ: Herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde.. ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde.. ve o tevzin ve tanzim, bir zînet ve san’at içinde.. ve o zînet ve san’at, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelal’e işaretler ediyor.

Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, proğramını taşıyan küçük bir sandukçadır.

Ve hâkeza… Buna kıyasen kâinat kitabının bütün satırları, sahifeleri böyle İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilvesiyle yalnız herbir sahifesi değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mu’cize hükmüne getirilmiştir ki; bütün esbab toplansa, bir noktasının nazirini getiremezler, muaraza edemezler.

Evet bu Kur’an-ı Azîm-i Kâinat’ın herbir âyet-i tekviniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mu’cizeler gösterdiklerinden; elbette serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat hiçbir cihetle o hakîmane, basîrane olan has mizana ve gayet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar, elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsızlık müşahede olunmuyor.

Üçüncü Nükte’nin İkinci Noktası:

“İki Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele:

Onuncu Söz’de beyan edildiği gibi.. nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi; en esaslı bir kaidedir. İşte bu esaslı düstur-u umumîye binaendir ki; bu kitab-ı kebir-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelî’si, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sahifesiyle ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemalâtını bildirmek ve cemalini göstermek ve kendisini sevdirmek için en cüz’îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddid lisanlarıyla cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini tanıttırıyor ve sevdiriyor.

İşte ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelali Velcemal, sana karşı kendisini herbir mahlukuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini ona sevdirmezsen ne derece hadsiz muzaaf bir cehalet, bir hasaret olduğunu bil, ayıl!..

İkinci Noktanın İkinci Mes’elesi:

Bu kâinatın Sâni’-i Kadîr ve Hakîm’inin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünki herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünki müteaddid eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa; o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi.. en edna bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki; hâkimiyetin en esaslı hâssası, elbette istiklal ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse elbette derece-i rububiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlak’ta bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı.

Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki; bir çekirdeği halketmek için, bir ağacı halkedebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halketmek için de kâinatı halkedebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünki o, onun nümunesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki rububiyet, bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhalatın ve bâtıl hayalatın en manasız ve en uzak bir muhalidir. Koca kâinatın umum ahval ve keyfiyatını mizan-ı adlinde ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak’ın aczini, hattâ bir çekirdekte dahi iktiza eden şirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf bir hilaf, bir hata, bir yalan olduğunu.. ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf bir derecede hak ve hakikat ve doğru olduğunu bil, “Elhamdülillahi ale-l iman” de!..

Üçüncü Nokta:

Sâni’-i Kadîr, İsm-i Hakem ve Hakîm’iyle bu âlem içinde binler muntazam âlemleri dercetmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı, bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri, insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. Âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar; o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla İsm-i Hakîm’in cilvesi parlak bir surette görünüyor. Ve şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini tarif ediyor.

Meselâ Tıb Fenninden sual olsa: “Bu kâinat nedir?” Elbette diyecek ki: “Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübradır. İçinde herbir ilâç güzelce ihzar ve istif edilmiştir.”

Fenn-i Kimya’dan sorulsa: “Bu Küre-i Arz nedir?” Diyecek: “Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.”

Fenn-i Makine diyecek: “Hiçbir kusuru olmayan gayet mükemmel bir fabrikadır.”

Fenn-i Ziraat diyecek: “Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.”

Fenn-i Ticaret diyecek: “Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok san’atlı bir dükkândır.”

Fenn-i İaşe diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzakın enva’ını câmi’ bir anbardır.”

Fenn-i Rızık diyecek: “Yüzbinler leziz taamlar beraber kemal-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbanî ve bir kazan-ı Rahmanîdir.”

Fenn-i Askeriye diyecek ki: “Arz bir ordugâhtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silâha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dörtyüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde; ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, silâhları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları kemal-i intizamla hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, bir tek Kumandan-ı A’zam’ın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle gayet muntazam yapılıp, idare ediliyor.”

Ve Fenn-i Elektrik’ten sorulsa, elbette diyecek: “Bu muhteşem saray-ı kâinatın damı, gayet intizamlı, mizanlı hadsiz elektrik lâmbalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar hârika bir intizam ve mizan iledir ki: Başta Güneş olarak Küre-i Arz’dan bin defa büyük o semavî lâmbalar, mütemadiyen yandıkları halde müvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, vâridatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak müvazenesi bozulmuyor?.. Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa, söner. Kozmoğrafyaca Küre-i Arz’dan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan Güneş’i

{(Haşiye): Acaba dünya sarayını ısındıran Güneş sobasına veyahud lâmbasına ne kadar odun ve kömür ve gazyağı lâzım olduğu hesabedilsin. Her gün yanması için -Kozmoğrafya’nın sözüne bakılsa- bir milyon Küre-i Arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gazyağı gerektir. Şimdi düşün; onu odunsuz, gazsız daimî ışıklandıran Kadîr-i Zülcelal’in haşmetine, hikmetine, kudretine Güneş’in zerreleri adedince “Sübhanallah, Mâşâallah, Bârekâllah” de.}

kömürsüz, yağsız yandıran; söndürmeyen Hakîm-i Zülcelal’in hikmetine, kudretine bak. “Sübhanallah” de. Güneş’in müddet-i ömründe geçen dakikalarının âşiratı adedince “Mâşâallah, Bârekâllah, Lâ ilahe İllâ Hu” söyle.

Demek bu semavî lâmbalarda gayet hârika bir intizam var ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pekçok kitle-i nariyelerin ve gayet çok kanadil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennem’dir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezî fabrikası, daimî bir Cennet’tir ki, onlara nur ve ışık veriyor. İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i a’zamıyla, intizamla yanmakları devam ediyor. Ve hâkeza…

Bunlara kıyasen yüzer fennin herbirisinin kat’î şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve o hârika ve ihatalı hikmetle, mecmu-u kâinata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat ve bir çekirdekte küçük bir mikyasta dercetmiştir.

Ve malûm ve bedihîdir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takib etmek; ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meşiet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz. Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtar’ı, bir Sâni’-i Hakîm’i bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acib bir cehalet ve divanelik olduğu tarif edilmez.

Evet dünyada en ziyade hayret edilecek birşey varsa, o da bu inkârdır. Çünki kâinatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle, vücud ve vahdetine şahidler bulunduğu halde; onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ diyebilirim ki; ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestaîler, en akıllılarıdır. Çünki kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah’a ve Hâlık’ına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler. “Hiçbir şey yok” diyerek akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup, bir derece akla yanaştılar.

Dördüncü Nokta:

Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi: Bir Sâni’-i Hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takib etse, sonra o saraya dam yapmayıp boşu boşuna harab olmasıyla takib ettiği hadsiz hikmetleri zayi’ etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği.. ve bir Hakîm-i Mutlak, kemal-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faideleri, gayeleri, hikmetleri dikkatle takib ettiği halde; dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar bir tek faide, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıd ve muhalif olarak müsrifane bir sefahet irtikâb etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; aynen öyle de; bu kâinat sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hattâ herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni’-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün hadd ü hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri manasız, abes, boş, faidesiz zayi’ etmesi, o Kadîr-i Mutlak’ın kemal-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi; o Hakîm-i Mutlak’ın kemal-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faidesizliği ve o Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o Âdil-i Mutlak’ın kemal-i adaletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Âdeta kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkâr etmektir. Bu ise, en acib bir muhaldir ki; hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur. Ehl-i dalalet gelsin, baksın; gireceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalaletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve âhirete iman ise, Cennet gibi güzel ve nuranî bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.

Beşinci Nokta:

“İki Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele:

Sâni’-i Zülcelal, İsm-i Hakîm’in muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği gösteriyor ki; israf, abesiyet, faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, İsm-i Hakîm’in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.

Ey iktisadsız israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil!

كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا

âyeti; ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla!..

İkinci Mes’ele:

İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine delalet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet madem gayet manidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir dellâl ister. Elbette herbir harfinde yüzer manalar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kâinatın muhatabı olan nev’-i insan içinde elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitabda bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek.. belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek.. belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak.. ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i san’atını, cemal-i esmasını bildirecek, âyinedarlık edecek.. ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyet ile mukabele edip, berr ve bahri cezbeye getirecek, Semavat ve Arz’ı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdis ile, o zîşuurların nazarını, o san’atların Sâni’ine çevirecek.. ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’an-ı Azîmüşşan’la, o Sâni’-i Hakem-i Hakîm’in makasıd-ı İlahiyesini en güzel bir surette gösterecek.. ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zât, Güneş’in vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
Öyle ise; Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam eder.

Evet nasılki İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i a’zamı ile, a’zamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de esma-i hüsnadan Allah, Rahman, Rahîm, Vedud, Mün’im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i a’zamla, a’zamî derecede ve mertebe-i kat’iyyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.

Meselâ: İsm-i Rahman’ın cilvesi olan rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-âlemîn ile tezahür eder. Ve İsm-i Vedud’un cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabb-ül Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve İsm-i Cemil’in bir cilvesi olan bütün cemaller; yani cemal-i zât, cemal-i esma, cemal-i san’at, cemal-i masnuat dahi, o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan Zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkeza… Bu misaller gibi ekser esma-i hüsnanın herbiri, risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.

Elhasıl:

Madem kâinat mevcuddur ve inkâr edilmiyor; elbette kâinatın renkleri, zînetleri, ışıkları, ziyaları, sıfatları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inayet, rahmet, cemal, nizam, mizan, zînet gibi meşhud hakikatlar, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir; elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud, Hakîm, Kerim, Rahîm, Cemil, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı a’zam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedanî ve Habib-i Rahmanî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatın ve hakikat-ı kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi kâinatın en parlak bir ziyasıdır.

عَلَيْهِ وَعَلٰٓى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ الْاَيَّامِ وَذَرَّاتِ الْاَنَامِ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

* * *******

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Lem’alar isimli eserde yer alan “İsm-i A’zam’ın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden Üçüncü Nükte”, İsm-i Hakem’in kâinattaki tecellilerini (yansımalarını) ve bu tecellilerin tevhid, haşir (diriliş) ve risaleti nasıl isbat ettiğini fevkalade bir vuzuh (açıklık) ile izah etmektedir.

Konunun Esası: İsm-i Hakem ve Hikmet

Metnin hemen başında, Nahl Sûresi’nin 125. ayetine telmih (atıf) yapılmaktadır:
اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125 )
“Hikmetle davet” emri, davetin kaynağı olan Allah-u Zülcelal’in “Hakem” ve “Hakîm” isimlerinin bir cilvesidir. İsm-i Hakem, her şeyi bir gaye ve faide ile, tam yerli yerine, en mükemmel nizam ve mizan (denge) ile yerleştiren, hükmeden ve her hükmünde sonsuz hikmet bulunan Zât’ın ismidir.
Bu Üçüncü Nükte, kâinata “İsm-i Hakem” nazarıyla bakıldığında, varlığın tamamının nasıl bir “hikmet kitabı” olduğunu ve bu kitabın her bir harfinin, O Kâtib-i Ezelî’yi (Sâni’-i Hakîm’i) nasıl isbat ettiğini beş esas (Nokta) dairesinde tafsilatlı (detaylı) bir surette tasvir eder.
Birinci Nokta: Kâinatın Bir Kitab-ı Kebir Olması
Ana Fikir: İsm-i Hakem’in en büyük tecellisi, kâinatı öyle bir kitap hükmüne getirmiştir ki, bu kitabın her bir parçası (sahife, satır, kelime, harf, nokta) kendisini yazan Kâtib’i (Nakkaş’ı) kendi varlığından yüz derece daha ziyade vuzuhla gösterir.
Tahlil ve İzah:
Bu noktada, kâinat bir “Kitab-ı Kebir” (Büyük Kitap) olarak tasvir edilir. Bu kitabın;
• Sahifesi: Zemin (yeryüzü) yüzüdür.
• Satırı: Bir bahçedir.
• Kelimesi: Çiçek açmış bir ağaçtır.
• Harfi: O ağacın bir meyvesidir.
• Noktası: O meyvenin içindeki çekirdektir.
Buradaki temel delil şudur: Bir harf (mesela bir ağaç), kendi vücudunu ancak “bir harf kadar” ifade ederken, kâtibini (Sâni’ini) “bir satır kadar” (yani bir bahçe dolusu hikmet kadar) ifade eder. Çekirdek (nokta), bütün bir ağacın programını (fihristesini) taşıması cihetiyle, kendi maddî varlığından sonsuz derecede daha büyük bir ilmi, iradeyi ve hikmeti gösterir.
Bu baş döndürücü nizam ve hikmet, “serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat” gibi ihtimalleri kökünden reddeder. Zira hikmetli bir iş, ancak hikmet sahibi bir Fâil (fail) ile vücud bulabilir.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Mizan ve Nizam (Denge ve Düzen): İsm-i Hakem’in en bariz tecellisi, kâinattaki kusursuz ölçü ve dengedir.
• “Göğü O yükseltti ve dengeyi (mizanı) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (Rahmân 55/7-8 )
• Kitab-ı Mübîn (Apaçık Kitap): Kâinatın ve içindekilerin bir “kitap”ta yazılı olduğu fikri, hem Levh-i Mahfuz’daki ilim cihetini, hem de kâinatın kendisinin okunabilir bir kitap olduğunu ifade eder.
• “…Yaş ve kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6/59 )
• İtkan ve İhsan (Kusursuz Sanat): Her şeyin en güzel ve hikmetli surette yapılması.
• “O, yarattığı her şeyi en güzel şekilde yapandır…” (Secde 32/7 )
İkinci Nokta: Hâkimiyet-i Mutlaka ve Vahdetin Zarureti
Ana Fikir: İsm-i Hakem’in tecellisi olan mutlak hâkimiyet ve intizam, şirki (ortaklığı) kabul etmez. Hâkimiyet “istiklal” (bağımsızlık) ve “infirad”ı (tek olmayı) iktiza eder (gerektirir).
Tahlil ve İzah:
Bu nokta iki meseleden müteşekkildir:
• Birinci Mes’ele (Taarrüf ve Tahabbüb): “Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal,” elbette kendini göstermek ve tanıttırmak ister. Sâni’-i Zülcelal, bu kâinat kitabı ile kendini mahlûkatına tanıttırır (taarrüf) ve sevdirir (tahabbüb). İnsanın bu ilahî tanıttırmaya ve sevdirmeye karşı mukabelesi ise, “iman ile tanımak” ve “ubudiyet ile kendini sevdirmek” olmalıdır. Aksi hâl, en büyük cehalet ve hasarettir (kayıptır).
• İkinci Mes’ele (Şirkin İmkânsızlığı): İntizam, vahdetin (birliğin) en kat’î delilidir. Metindeki “Bir memlekette iki padişah… bulunsa…” misali, hâkimiyetin müdahaleyi reddettiğini gösterir. Eğer zerre kadar müdahale olsa, nizam bozulurdu. Bir çekirdeği halk etmek (yaratmak), bütün kâinatı halk edebilecek bir kudreti gerektirir. Zira çekirdek, ağacın; ağaç ise kâinatın küçük bir nümunesi ve fihristesidir. Koca kâinatta yerleşemeyen iki rububiyet (Rablik iddiası), bir çekirdekte veya zerrede yerleşmesi “muhalatın en manasız” olanıdır.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Vahdet ve Nizam (Birlik ve Düzen): Şirkin, nizamı nasıl bozacağına dair Kur’anî delil:
• “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ 21/22 )
• Mülkün İnfiradı (Tek Sahibi Olması): Hâkimiyetin bölünmezliği.
• “…O’nunla beraber hiçbir ilâh yoktur. Eğer olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı…” (Mü’minûn 23/91 )
• Yaratılışta Acziyetin Olmaması: Zerre ile kâinat arasındaki kudret bağı.
• “(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir…” (Lokmân 31/28 )
Üçüncü Nokta: Fenlerin (Bilimlerin) Lisanıyla İsm-i Hakem
Ana Fikir: Sâni’-i Kadîr, insanı kâinattaki hikmetlere bir “merkez” kılmış ve bu hikmetlerin tezahürü için de “rızkı” esas almıştır. Bu hikmetler, insanın keşfettiği fenler (bilimler) lisanıyla İsm-i Hakem’i ilan eder.
Tahlil ve İzah:
İnsan, kâinat dairesinin en mühim gayesidir; rızık da insan dairesinin merkezidir. İnsandaki “şuur” ve rızıktaki “zevk”, İsm-i Hakîm’in parlak bir cilvesidir. Metin, bu noktada, her bir fennin kâinatı nasıl okuduğunu tasvir eder:
• Tıb Fennî: Kâinatı “muntazam bir eczahane-i kübra” olarak görür.
• Fenn-i Kimya: Küre-i Arz’ı “mükemmel bir kimyahane” olarak tanımlar.
• Fenn-i Makine: “Kusursuz bir fabrika” der.
• Fenn-i Ziraat: “Mahsuldar bir tarla ve bahçe” olarak bilir.
• Fenn-i Askeriye: Zemin yüzünü, dörtyüz bin milletin (türün) talim yaptığı, iaşe edildiği “muntazam bir ordugâh” olarak görür.
• Fenn-i Elektrik: Gökyüzünü, güneş gibi hadsiz lambalarla tezyin edilmiş (süslenmiş) bir saray tavanı olarak müşahede eder.
Bu fenlerin her biri, kendi sahasında “noksansız bir intizam-ı ekmel” (en mükemmel ve eksiksiz düzen) ve “hadsiz hikmetler” olduğunu kat’î surette isbat eder. Bu durum, “ihtiyar ile, irade ile, kasd ile” hareket eden bir Fâil-i Muhtar’ı ve Sâni’-i Hakîm’i bedahetle (apaçık) gösterir. Bu hakikati inkâr etmek, “divanelik”tir.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Teshir (Boyun Eğdirme): Kâinatın insana hizmetkâr kılınması, insanın merkezî rolünü gösterir.
• “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir kavim için deliller vardır.” (Câsiye 45/13 )
• Kâinatı Okuma (Tefekkür): Fenler, Kur’an’ın “bakmaz mısınız, düşünmez misiniz?” dediği yerlere bakarak hikmeti keşfeder.
• “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için nice deliller vardır.” (Âl-i İmrân 3/190 )
• Rızık ve Hikmet: Rızkın intizamı, Rezzak-ı Hakîm’i gösterir.
• “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. O, onun (dünyada) durduğu yeri de, (öldükten sonra) emanet bırakıldığı yeri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd 11/6 )

Dördüncü Nokta: İsm-i Hakem ve Haşrin (Dirilişin) Lüzumu
Ana Fikir: İsm-i Hakîm, abesiyeti (boşunalığı) ve israfı reddettiği için, kâinattaki bütün hikmet ve gayelerin neticesi olan “haşir” (yeniden dirilme) zarurîdir.

Tahlil ve İzah:
Bir çekirdeğe yüzler hikmet takan bir Sâni’-i Hakîm’in, koca bir ağacı sadece “bir tek faide” için yaratması nasıl hikmetine zıt ise; aynı şekilde, bu muazzam kâinat sarayını ve içindeki hadsiz hikmetleri “kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla” manasız, abes ve faidesiz bırakması, O’nun hikmetine taban tabana zıttır.
Haşrin inkârı;
• Kemal-i Kudret’e (Kusursuz Güce) karşı acz-i mutlak (mutlak acizlik),
• Kemal-i Hikmet’e (Kusursuz Hikmete) karşı hadsiz abesiyet (anlamsızlık),
• Cemal-i Rahmet’e (Güzelliğin Rahmetine) karşı nihayetsiz çirkinlik,
• Kemal-i Adalet’e (Kusursuz Adalete) karşı nihayetsiz zulüm isnad etmek demektir.
Bu ise, kâinatta apaçık görünen hikmet, rahmet ve adaleti inkâr etmektir. Demek ki, İsm-i Hakem, nasıl ki kâinatın varlığını nizamıyla isbat ediyorsa, aynı nizam ve hikmetle de ahiretin varlığını isbat eder.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• Yaratılışın Abes Olmaması: Kur’an, yaratılışın gayesizliğini (abesiyeti) şiddetle reddeder.
• “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115 )
• “Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bu (boş yere yaratılma), inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki hâline!” (Sâd 38/27 )
• Adalet ve Haşir: Mutlak adalet, ancak ahirette tecelli edebilir.
• “Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye 45/21)

Beşinci Nokta: İktisadın Zarureti ve Risaletin İktizası
Ana Fikir: İsm-i Hakîm’in fıtrattaki tecellisi “iktisad”dır (israfın zıddı). Kâinattaki bu muazzam hikmetin en büyük gayesi ise, o hikmeti ders verecek bir “Muallim-i Ekber”i ve “Rehber-i Ekmel”i, yani Risalet-i Ahmediye’yi (A.S.M.) iktiza (zaruri) kılar.
Tahlil ve İzah:
Bu nokta da iki meseledir:
• Birinci Mes’ele (İktisad): İsm-i Hakîm, her şeyde en kolay, en kısa ve en faideli yolu takip eder. Bu, “iktisad” düsturudur. İsraf ise, bu ismin zıddıdır. Fıtrat (tabiat) israf etmez.
• İkinci Mes’ele (Risalet): Kâinatın hikmetle dolu olması, bu hikmetlerin ders verilmesini zaruri kılar.
• Manidar bir kitap, bir muallim ister.
• Kemalde bir sanat, bir dellâl (ilan edici) ister.
• Bu kâinat kitabının hikmetlerini ders verecek, Sâni’in makasıd-ı Rabbaniyesini (İlahî amaçlarını) gösterecek ve O’nun rububiyetine karşı umum mahlûkat namına en geniş ubudiyetle mukabele edecek bir Zât (A.S.M.) lazımdır.
• Güneşin ziyayı (ışığı) gerektirmesi gibi, kâinattaki hikmetler de Risalet-i Ahmediye’yi (A.S.M.) istilzam eder (zorunlu olarak gerektirir).

Elhasıl (Netice):
Metin, muazzam bir hülasa ile biter: Madem kâinat ve içindeki hikmet, rahmet, nizam gibi sıfatlar inkâr edilemez; bu sıfatlar bir Mevsuf’u (o sıfatlara sahip olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u) kat’î olarak isbat eder. Ve madem bu hikmet ve rahmetin bir gayesi olmalıdır; öyleyse bu gayelerin en mükemmel mazharı, muallimi ve dellâlı olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti de kâinatın en parlak ve inkârı mümkün olmayan bir ziyasıdır.
Ayetler ve Müradif Esaslar:
• İktisad ve İsrafın Reddi:
• “…Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf 7/31)
• Risaletin Gayesi (Talim-i Hikmet): Peygamberin (A.S.M.) “muallim” ve “rehber” vasfı.
• “Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân 3/164 )
• Rahmeten li’l-Âlemîn: Metindeki “Rahman” isminin cilvesine işaret.
• “(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107 )
Allah, (C.C.) bu derin hakikatleri hakkıyla fehmetmeyi (anlamayı) ve hayatımıza tatbik etmeyi nasip eylesin.

 

 

 

 

 

Otuzuncu Lem’a

Otuzbirinci Mektub’un Otuzuncu Lem’ası ve Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi, “Altı Nükte”dir.

Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i a’zamı “Meyve Risalesi” olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymetdar bir ders-i ekmeli “Elhüccetüzzehra” olması gibi.. Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i a’zamı da, ism-i a’zamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lem’adır.

(İsm-i A’zam’dan Hayy-u Kayyum’a dair parçada pek derin ve geniş mes’eleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.)

Birinci Nükte

İsm-i Kuddüs’ün bir nüktesine dairdir.

[Bu Kuddüs Nüktesi, Otuzuncu Söz’ün Zeylinin Zeyli olması münasibdir.]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ

âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i A’zam veyahud İsm-i A’zam’ın altı nurundan bir nuru olan “Kuddüs” isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerif’in âhirinde, Eskişehir Hapishanesi’nde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm:

Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zahirî bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zât, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde müzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki pâklık, safilik, nuranîlik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor.

Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüzbin milletleri Arz’ın yüzünde boğulacaklardı. Ve semavatın fezasında, tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvanatın başlarını, belki Küre-i Arz’ın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı. Dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı ve bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı. Halbuki eskiden beri o yukarı âlemlerdeki tahrib ve tamirden, medar-ı ibret olarak yalnız birkaç semavî taşlar düşmüş ise de hiç kimsenin başını kırmamış.

Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden yüzbinler hayvanat milletlerinin cenazeleri ve ikiyüzbin nebatatın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki; zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı. Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtib rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i Arz’ın ve bu tuyur-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki; âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.

Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, İsm-i Kuddüs’ün bir cilve-i a’zamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkil-ül lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurdlar ve karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar. Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip, bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi; nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler. Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizlemek ve sinekler, kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor. Ve o evamir-i tanzifiyeyi yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mülevves olsalar, çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pâk vaziyetleri; en güzel, en saf, en latif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevkolunuyorlar.

İşte bu tek fiil, yani bir tek hakikat olan tanzif; İsm-i Kuddüs gibi bir ism-i a’zamdan, kâinatın daire-i a’zamında görünen bir cilve-i a’zamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi esma-i hüsnasıyla beraber, Güneş gibi geniş ve dûrbîn gibi olan gözlere gösterir.

Evet Risale-i Nur’un çok cüz’lerinde kat’î bürhanlarla isbat edilmiş ki: İsm-i Hakem ve İsm-i Hakîm’in bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam ve İsm-i Adl ve Âdil’in bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan ve İsm-i Cemil ve Kerim’in bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan ve İsm-i Rab ve Rahîm’in bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve in’am; bu daire-i a’zam-ı âlemde, herbiri bir tek hakikat ve bir tek fiil olduklarından, bir tek zâtın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de: İsm-i Kuddüs’ün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef’al-i hakîmane, a’zamî dairede vahdet-i nev’iyeleri noktasında bir tek Sâni’-i Vâhid’i gösterdikleri gibi; esma-i hüsnanın ekserîsinin, belki binbir esmanın herbirinin böyle birer cilve-i a’zamı, bu daire-i a’zamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat’iyyetle Vâhid-i Ehad’i gösterir.

Evet herşeyi kanun ve nizamına itaat ettiren hikmet-i âmme ve herşeyi süslendirip yüzünü güldüren inayet-i şamile ve her şeyi sevindirip memnun eden rahmet-i vasia ve zîhayat her şeyi beslendirip lezzetlendiren rızk-ı umumî-i iaşe ve her şeyi umum eşyaya münasebettar ve müstefid ve bir derece mâlik eden hayat ve ihya gibi kâinatın yüzünü güldüren, ışıklandıran bedihî hakikatlar ve vahdanî fiiller; ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zât-ı Hakîm, Kerim, Rahîm, Rezzak, Hayy ve Muhyî’yi bilbedahe gösteriyorlar.

Eğer herbiri birer bürhan-ı bahir-i vahdaniyet olan o yüzer geniş fiillerden tek birisi Vâhid-i Ehad’e verilmezse, yüzer vecihte muhaller lâzım gelir. Meselâ: Onlardan değil hikmet, inayet, rahmet, iaşe, ihya gibi bedihî hakikatlar ve vahdanî deliller, belki yalnız tanzif fiili kâinat Hâlık’ına verilmezse, o vakit ehl-i dalaletin o meslek-i küfrîsinde lâzım gelir ki: Ya tanzif ile alâkadar zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın her biri koca kâinatın tezyinini ve tevzinini ve tanzimini ve tanzifini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak.. veyahud Hâlık-ı Âlem’in sıfât-ı kudsiyesi kendisinde bulunacak.. veyahud bu kâinatın tezyinat ve tanzifatı ve vâridat ve masarıfının müvazenelerini tanzim etmek için, kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin a’zâları olacak ve hâkeza.. bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak. Tâ ki, her tarafta görünen ve müşahede olunan umumî ve ihatalı ulvî tezyin ve tathir ve tanzif vücud bulabilsin. Bu ise bir muhal değil, belki yüzbin muhal ortaya girer.

Evet eğer gündüzün ziyası ve zemindeki umum parlak şeylerde temessül eden hayalî güneşçikler Güneş’e verilmezse ve bir tek Güneş’in cilve-i in’ikasıdır denilmezse, o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarında ve su katrelerinde ve karın şişeciklerinde, belki havanın zerrelerinde birer hakikî Güneş bulunmak lâzım gelir. Tâ ki, o umumî ziya vücud bulabilsin.

İşte hikmet dahi bir ziyadır.. rahmet-i muhita bir ziyadır.. tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelî’nin şualarıdırlar. İşte gel, bak; dalalet ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalaletteki cehalet, ne derece ahmakane olduğunu gör, “Elhamdülillahi alâ din-il İslâm ve kemal-il iman” de.

Evet kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvî, umumî tanzif; elbette İsm-i Kuddüs’ün cilvesi ve muktezasıdır. Evet nasılki bütün mahlukatın tesbihatları İsm-i Kuddüs’e bakar; öyle de bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister.

{(Haşiye): Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.}

Nezafetin bu kudsî intisabındandır ki;

اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلا۪يمَانِ

hadîsi, nezafeti imanın nurundan saymış.

اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ

âyeti dahi, tahareti muhabbet-i İlahiyenin bir medarı göstermiş.

***************

Otuzuncu Lem’a’nın “Birinci Nükte”si, Risale-i Nur Külliyatı’nın en mühim tefekkür derslerinden biridir. Eskişehir Medrese-i Yusufiyesi’nde telif edilen bu ders, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “Kuddüs” isminin kâinattaki en parlak tecellilerinden birini, yani “umumi tanzif ve tathiri” esas alarak hem Cenâb-ı Hakk’ın mevcudiyetini (varlığını) hem de vahdaniyetini (birliğini) kemal-i vuzuhla isbat etmektedir.

1. Nükte’nin Ana Fikri: Kâinat Fabrikası ve Kuddüs İsmi
Nükte, kâinatı (saray-ı âlem) ve bilhassa Küre-i Arz’ı (misafirhane-i Arz), “daim işler bir büyük fabrika” ve “her vakit dolar boşalır bir han” olarak tasvir eder. Bu teşbih (benzetme) çok mühimdir:
• Faaliyet ve Üretim: Fabrika durmaksızın üretir (tahrib ve tamir, mevt ve hayat).
• Hareket ve Değişim: Han ve misafirhane sürekli dolar ve boşalır (gelen zîhayat kafilesi gider, yenisi gelir).
Mantıkî netice şudur: Böylesine işlek bir yerin, süratle “müzahrefatla” (artıklarla), “enkazlarla” (yıkıntılarla) ve “ufunetli maddelerle” (kokuşmuşlukla) dolması gerekir. Metinde geçtiği gibi, “bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir.”
Fakat kâinata nazar ettiğimizde (baktığımızda), bu mantıkî neticenin tam zıddı bir durum müşahede ederiz: Bu kâinat fabrikası ve Arz misafirhanesi, “o derece pâk, temiz ve naziftir” ki, içinde lüzumsuz, menfaatsiz ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zahiren bulunsa bile, “çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.”
İşte bu “ulvî, umumî tanzif” (yüce ve genel temizlik) fiili, perdelerin arkasında bu fabrikanın Sahibini gösterir. Bu Sahib, “İsm-i Kuddüs” ile müsemmadır.

2. İsm-i Kuddüs’ün Mânâsı ve Müradifleri
Metni daha derûnî anlamak için “Kuddüs” isminin ve alâkalı mefhumların (kavramların) manalarına bakmak lazımdır:
• Kuddüs: Her türlü noksanlıktan, kusurdan, hatadan, ‘acziyetten, şerikten (ortaktan) ve mahlukata (yaratılmışlara) ait vasıflardan münezzeh (uzak) ve mukaddes (kutsal) olan Zât demektir. O, Zât’ında, sıfatlarında ve fiillerinde bütün ayıp ve noksanlardan pâktır.
• Tanzif (Nezafet): Maddî veya manevî kirlerin izale edilmesi, temizlenmesi.
• Tathir: Sadece temizlemek değil, aynı zamanda arındırmak, pâk kılmak, saf hale getirmek.
• Tesbih: Kuddüs isminin fiilî bir yansımasıdır. Kâinattaki her bir mahlûkun kendi lisan-ı haliyle “Sübhanallah” demesi, yani Allah’ı (c.c.) bütün noksan sıfatlardan tenzih etmesi, O’nun kuddûsiyetini ilân etmesidir. Metnin ifade ettiği gibi, “bütün mahlukatın tesbihatları İsm-i Kuddüs’e bakar; öyle de bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister.”
• İstihale: Bir halden başka bir hale geçme, dönüşüm. Nükte’de bu mefhum, “istihale makinesi” olarak geçer. Kâinatta hiçbir şey israf olmaz, çöp olmaz. Ölen bir hayvan veya çürüyen bir bitki, toprağa karışarak başka mahlûkatın rızkına veya yeni bir hayata medar olan unsurlara (elementlere) dönüşür. Bu, Kuddüs isminin kirliliğe müsaade etmeyen bir tecellisidir.

3. Kuddüs İsminin Tecellisi Olarak “Umumî Tanzif”
Nükte, bu temizlik fiilinin (fiil-i tanzif) kâinatın her noktasında nasıl icra edildiğini misallerle gösterir:
• Semavat (Gökler): Tahrip olan ve ölen yıldızların (peyklerin) enkazları “dağlar büyüklüğündeki taşlar” halinde başımıza yağmaz. Koca sema fezasının tanzifi, mükemmel bir nizam ile yapılır.
• Zemin (Yeryüzü): Her sene ölen “yüzbinler hayvanat milletlerinin cenazeleri” ve “ikiyüzbin nebatatın taifelerinin enkazları” yeryüzünü bir mezbeleye çevirmez.
• Tanzifat Memurları: Bu temizlik için “sıhhiye memurları” vazifelendirilmiştir. Sadece denizlerdeki “âkil-ül lahm” (et yiyen) balıklar veya karadaki “kartallar, kurdlar ve karıncalar” gibi cenazeleri toplayan hayvanlar değil;
• Beden ve Hücreler: Bedendeki “küreyvat-ı hamra ve beyza” (alyuvarlar ve akyuvarlar), bedenin hüceyratında (hücrelerinde) tanzifat yapar.
• Unsurlar (Elementler): “Nefes” kanı tasfiye eder (temizler). “Göz kapakları” gözü temizler. “Hava,” zeminin yüzündeki tozlara üfler. “Bulut süngeri,” zemin bahçesine su serper, tozu yatıştırır ve sonra “gökyüzünü çok zaman kirletmemek için” intizamla çekilir, göğün yüzünü “parıl parıl parlar gösterir.”
• Zerreler (Atomlar): En küçük parçacıklar olan zerreler dahi, “hayret-engiz tahavvülât fırtınaları içinde” (şaşırtıcı dönüşüm fırtınaları içinde) nezafete dikkat ederler. Lüzumsuz toplanıp “kalabalık etmezler.” Bir “dest-i hikmet” (hikmet eli) tarafından en temiz, en parlak, en latif suretleri almak için sevk olunurlar.

4. Tanzif Fiilinin Vahdaniyete (Birliğe) Delâleti
Bu Nükte, Kuddüs isminin sadece Allah’ın varlığını değil, esas olarak “vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla” (Allah’ın birliğini tam bir açıklıkla) gösterdiğini isbat eder. Bu, şu şekilde izah edilir:
• Tek Bir Fiil (Vahdet-i Fiil): Kâinatın en büyüğünden (galaksilerden) en küçüğüne (zerrelere) kadar görülen bu “tanzif” (temizlik) fiili, tek bir merkezden idare edilen, bölünmez, “tek bir hakikat” ve “bir tek fiil”dir.
• Diğer Fiillerle Benzerlik: Tıpkı kâinattaki umumî “tanzim” (nizam verme) fiilinin Hakem ve Hakîm ismini; “tevzin” (ölçü ve denge) fiilinin Adl ve Âdil ismini; “tezyin” (süsleme) fiilinin Cemil ve Kerim ismini göstermesi gibi, “tanzif” fiili de Kuddüs ismini gösterir.
• İmkânsızın İspatı (Reductio ad Absurdum): Metin, bu “tek fiil” olan tanzif, “bir tek Sâni’-i Vâhid’e” (Bir olan Sanatkâr’a) verilmezse ortaya çıkacak “muhaller”i (imkânsızlıkları) zikreder:
• O vakit, tanzif işinde çalışan “zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın her biri” koca kâinatın bütün nizamını ve temizliğini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olmalıdır.
• Veyahut her birinde Hâlık’ın (Yaratıcı’nın) sıfatları bulunmalıdır.
• Veyahut bu işi koordine etmek için “kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret” (danışma meclisi) bulunmalı ve bütün zerreler, sinekler o meclisin âzâları (üyeleri) olmalıdır.
• Güneş Misali: Bu muhal durumu, “Güneş misali” ile izah eder. Eğer yerdeki cam parçalarında ve su katrelerinde görünen “hayalî güneşçikler” (yansımalar), “bir tek Güneş’in cilve-i in’ikasıdır” (yansımasının cilvesidir) denilmezse; o vakit “bütün cam parçalarında” ve “havanın zerrelerinde” birer “hakikî Güneş bulunmak lâzım gelir.” Bu ne derece imkânsız bir safsata ise, kâinattaki tanzifatı (temizlikleri) her bir zerreye ve mahlûka havâle etmek, ondan “yüzbin muhal” daha imkânsızdır.
Demek ki, kâinatı bir saray gibi temiz tutan bu “ulvî, umumî tanzif,” o “Şems-i Ezelî” olan Zât-ı Kuddüs’ün bir cilvesidir.

5. Konuyla Alâkalı Ayet-i Kerimeler

Metnin kendisinde zikredilen ve bu hakikati perçinleyen ayetler ve Kuddüs isminin geçtiği diğer ayetler şöyledir:
• Metnin Başladığı Ayet (Zâriyât, 51:48):
وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ
“Yeryüzünü de biz döşedik. Biz ne güzel döşeyiciyiz!”
(Bu “döşeme” (ferş) fiili, yeryüzünün zîhayat için en mükemmel, en temiz ve en yaşanılır hale getirilmesini ifade eder ki, tanzif de bu döşemenin en mühim rüknüdür.)
• Metnin Zikrettiği Ayet (Bakara, 2:222):
…اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّاب۪ينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّر۪ينَ
(Ayetin tamamı şöyledir:) “Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: ‘O, bir rahatsızlıktır. Bu sebeple ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever.'”
(Bu ayet, İsm-i Kuddüs’ün manevî (tövbe) ve maddî (taharet) temizliği nasıl sevdiğini ve emrettiğini gösterir.)
• Kuddüs İsminin ve Tesbihin Zikri (Cuma, 62:1):
يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَز۪يزِ الْحَك۪يمِ
“Göklerdeki ve yerdeki her şey, mülkün sahibi, her türlü eksiklikten uzak, mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ı tespih eder.”
(Kâinattaki her şeyin O’nu tesbih etmesi, O’nun kuddûsiyetini, yani her türlü noksan ve kirden münezzeh olduğunu ilân etmesidir. Maddî nezafet, bu fiilî tesbihin bir parçasıdır.)
• Kuddüs İsminin Zikri (Haşr, 59:23):
هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَز۪يزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُۜ سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, her türlü eksiklikten uzak, barış ve esenliğin kaynağı, güven veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
(“Her türlü eksiklikten uzak” manası, Kuddüs isminin tam karşılığıdır.)
• Manevî ve Maddî Temizliği Sevenler (Tevbe, 9:108):
…ف۪يهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ اَنْ يَتَطَهَّرُواۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّر۪ينَ
(Ayetin tamamı şöyledir:) “Orada asla namaza durma. İlk günden temeli takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi), içinde namaz kılmana elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.”
(Bu ayet de hem takvâ (manevî temizlik) hem de maddî temizliği sevenlerin Allah’ın muhabbetine mazhar olacağını gösterir.)

Netice
Otuzuncu Lem’a’nın Birinci Nüktesi, İsm-i Kuddüs’ün sadece bir inanç veya bir sıfat olmaktan öte, kâinatın her zerresinde fiilen müşahede edilen, “güneş gibi geniş ve dûrbîn gibi olan gözlere” görünen bir hakikat olduğunu isbat eder.
Kâinat sarayının bu “ulvî, umumî tanzifi,” Zât-ı Kuddüs’ün mevcudiyetine ve vahdaniyetine şüphe bırakmaz. Bu hakikat, metindeki (Haşiye) ile de bizlere mühim bir ders verir: Maddî kâinatı bu derece temiz tutan bir Rabb-i Kuddüs, elbette kulunun manevî hayatının da (kalbinin, aklının, itikadının) “kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar” gibi “manevî kirlerden” temizlenmesini ister.
اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلا۪يمَانِ (Nezafet imandandır) hadîs-i şerifi, bu Kuddüs ismine imanın, hem zahirî hem de bâtınî (derûnî) temizliği iktiza ettiğinin (gerektirdiğinin) en güzel ifadesidir.

 

 

 

 

Otuzuncu Lem’anın İkinci Nüktesi

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i a’zam veyahud ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan “Adl” isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:

Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrib ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var.. ve o şehirde her vakit harb ve hicret içinde kaynayan bir memleket var.. ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir müvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor, bilbedahe isbat eder ki: Bu hadsiz mevcudatta olan tahavvülât ve vâridat ve masarıf; herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile ve sel gibi akan unsurların, inkılabların hücumuyla şiddetle müvazeneyi bozmaya çalışan ve istila etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahud maksadsız serseri tesadüf ve mizansız kör kuvvete ve şuursuz zulmetli tabiata havale edilseydi, o müvazene-i eşya ve müvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki; bir senede, belki bir günde herc ü merc olurdu. Yani: Deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti; hava, gazat-ı muzırra ile zehirlenecekti; zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.

İşte cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarıfına.. tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına.. tâ hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına.. tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına.. tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına.. tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi; hikmet-i insaniye dahi, herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor.
Belki, hikmet-i insaniye o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.

İşte gel, Güneş ile muhtelif oniki seyyarenin müvazenelerine bak. Acaba bu müvazene, Güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelal’i göstermiyor mu? Ve bilhâssa seyyarattan olan gemimiz yani Küre-i Arz, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o hârika sür’atiyle beraber zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür’ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir sâniye müvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak; belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak. Ve bilhâssa zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dörtyüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmane müvazeneleri; ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zât-ı Adl ü Rahîm’i gösteriyor. Ve bilhâssa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin a’zâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebetdar ve müvazenettedir ki; o tenasüb, o müvazene, bedahet derecesinde bir Sâni’-i Adl ü Hakîm’i gösteriyor. Ve bilhâssa her ferd-i hayvanînin bedenindeki hüceyratın ve kan mecralarının ve kandaki küreyvatın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve hârika müvazeneleri var, bilbedahe isbat eder ki: Herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mani olmuyor.. umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ü Hakîm’in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cinn ve insin müvazene-i a’mallerini istib’ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib’adı kalmaz.

Ey israflı, iktisadsız.. ey zulümlü, adaletsiz.. ey kirli, nezafetsiz bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisad ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki; umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?

Evet İsm-i Hakîm’in cilve-i a’zamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisad ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor; iktisadı emrediyor. Ve İsm-i Adl’in cilve-i a’zamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın müvazenelerini idare ediyor ve beşere de adaleti emrediyor. Sure-i Rahman’da وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَ ٭ اَلَّا تَطْغَوْا فِى الْم۪يزَانِ ٭ وَاَق۪يمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْم۪يزَانَ

âyetindeki dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden dört defa “mizan” zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. Ve İsm-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.

İşte hakaik-i Kur’aniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan “adalet, iktisad, nezafet” hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!. Ve bu üç ziya-yı a’zam gibi; rahmet, inayet, hafîziyet misillü yüzer ihatalı hakikatlar haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki: Kâinatta ve umum mevcudatta hükümferma olan rahmet, inayet, adalet, hikmet, iktisad ve nezafet gibi pek kuvvetli ihatalı hakikatlar; haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılab etsinler? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!

Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmane muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet; acaba haşri getirmemekle umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi’ eder mi? Ve tabiri caiz ise, rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i rububiyet; ve kemalâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz hârika san’atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı uluhiyet, böyle hem umum kemalâtını, hem bütün mahlukatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir Cemal-i Mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka bilbedahe müsaade etmez.

Evet âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikıyla inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikıyla, yüzbin lisanla onu tekzib ederek bu yalanında yüzbin derece yalancılığını isbat edecek. Onuncu Söz kat’î delillerle isbat etmiştir ki; âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kat’î ve şübhesizdir.

* * ******

Bu İkinci Nükte, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “Adl” isminin kâinattaki muazzam cilvesini (manifestasyonunu) ve bu cilvenin, Allah’ın birliğine (Tevhid) ve ahiret gününe (Haşir) dair ne derece kat’î bir isbat teşkil ettiğini tasvir etmektedir.
Metnin temelini teşkil eden ve her şeyin bir “kader-i malûm” (bilinen bir ölçü) ile indirildiğini beyan eden ayet-i kerime ile izaha başlayalım.

1. Nüktes’in Temel Dayanağı: Hazine-i İlahî ve Kader-i Malûm
Metnin başında iktibas edilen Hicr Suresi 21. ayet, bu tefekkürün (derin düşünce) anahtarıdır:
وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ
(Vemâ min şey’in illâ ‘indenâ hazâinuhu vemâ nunezziluhû illâ bikaderin ma’lûm)
Meali: “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz.” (Hicr, 15/21)
Bu ayet, kâinattaki her bir mevcudun, zerreden seyyarelere kadar, Allah’ın sonsuz ilim ve kudret hazinelerinden geldiğini ve yeryüzüne gönderilişinin tesadüfî veya gelişigüzel olmadığını, bilakis “bilinen, tâyin edilmiş bir ölçü” ile olduğunu beyan eder. Bu “kader-i malûm” tabiri, Nükte’nin tamamına hâkim olan Mizan (Denge), Müvazene (Dengede olma) ve Tevzin (Tartılma) hakikatlerinin Kur’anî temelidir.

2. İsm-i Adl’in Tecellisi: Kâinattaki Hayretengiz Müvazene
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu ayetin işaret ettiği “ölçü”yü, “Adl” isminin bir cilvesi olarak tasvir eder. “Adl,” lügatte “adalet, denklik, her şeyi yerli yerine koyma” manasındadır. Allah’ın Adl ismi, kâinattaki bütün varlıkların, hadiselerin ve kanunların tam bir denge, nizam ve adaletle idare edildiğini gösterir.
Nükte, bu adaleti ve müvazeneyi şu temsil ile aklımıza yaklaştırır: Kâinat bir saraydır, içinde sürekli “tahrib ve tamir” gören bir şehir (dünya), o şehirde “harb ve hicret” içinde kaynayan bir memleket (canlılar âlemi) ve o memlekette “mevt ve hayat” içinde yuvarlanan bir âlem (insanlık ve sair zîhayatlar) vardır.
Bu kadar karmaşa, değişim ve zıtların çarpışması (tahrip-tamir, savaş-göç, ölüm-hayat) içinde, hayret verici bir müvazene hükmetmektedir. Bu müvazene, kör tesadüfün, sağır tabiatın veya şuursuz kuvvetlerin eseri olamaz.
Müradifler (İlgili Manalar):
• Mizan / Müvazene / Tevzin: Kâinattaki her şeyin (atomlar, hücreler, ekosistemler, gezegenler) hassas bir terazi ile tartılması, dengelenmesi ve ölçülmesi.
• Adl: Her varlığa hakkını vermek, her şeyi tam yerli yerine koymak, hiçbir şeyde haddi aşmaya (ifrat) veya eksik bırakmaya (tefrit) müsaade etmemek.
• Kader: Her şeyin ilimle planlanması, hikmetle tâyin edilmesi.
Eğer bu Adl ve Kader olmasaydı, “balıklardan bir balık bin yumurtacık ile ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek yirmi bin tohum ile” müvazeneyi bozmaya çalışacak; denizler taaffün edecek (kokuşacak), hava zehirli gazlarla dolacak ve zemin bir mezbele (çöplük) haline gelecekti.
Kâinattaki bu nizamı tasdik eden pek çok ayet mevcuttur:
وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ
(Vessemâe rafe’ahâ ve vada’al mîzân)
Meali: “Göğü yükseltti ve ölçüyü (dengeyi) koydu.” (Rahmân, 55/7)
إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
(İnnâ kulle şey’in halaknâhu bikader)
Meali: “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49)

3. Müvazene Delilinden Tevhid Hakikatine Geçiş
Metin, müvazenenin cihan şümul (evrensel) yapısını en büyük varlıktan en küçüğüne doğru (tâ seyyarelerden tâ hüceyrat ve küreyvat-ı hamra ve beyzâya kadar) göstererek, bu dengenin tek bir merkezden idare edildiğini isbat eder:
• Makro Âlem (Güneş ve Seyyareler): Güneş ve on iki seyyarenin (gezegenin) müvazenesi, Dünya’nın (Küre-i Arz) yörüngesindeki hârika sür’ati ve bu sür’ate rağmen içindeki eşyayı dağıtmaması. Bu durum, “Adl ve Kadîr” bir Zât’ı gösterir.
• Biyo-Âlem (Canlılar): Yeryüzündeki dört yüz bin nebatî ve hayvanî taifenin (türün) doğum (tevellüdat) ve ölümleri (vefiyat) arasındaki rahîmane denge. Bu, “Adl ü Rahîm” bir Zât’ı gösterir.
• Mikro Âlem (Beden ve Hücreler): Tek bir ferdin bedenindeki a’zâların tenasübü (uyumu) ve kandaki küreyvatın (alyuvar ve akyuvar) ve zerrelerin (atomların) hassas müvazenesi.
Bu üç seviyedeki müvazene, bedahet (apaçıklık) derecesinde isbat eder ki: “Herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında” olan, “umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ü Hakîm” vardır.

4. Kâinatın Üç Esaslı Düsturu: Adalet, İktisad ve Nezafet
Bu Nükte, “Adl” isminin tecellisi olan müvazeneden yola çıkarak, kâinatta hükümferma olan üç cihan şümul hakikati tespit eder:
• Adalet (İsm-i Adl): Kâinattaki adalet-i tâmme (tam adalet) ve müvazene. Bu, beşere de adaleti emreder.
• İktisad (İsm-i Hakîm): Kâinattaki hikmet-i âmme (genel hikmet) ve israfsızlık. Hiçbir şeyde abes (boşuna) bir sarfiyat yoktur. Bu, beşere de iktisadı emreder.
• Nezafet (İsm-i Kuddûs): Kâinattaki tanzif (temizleme) ve nezafet (temizlik). Beşerin bulaşık eli karışmadıkça hiçbir şeyde hakikî çirkinlik ve kirlilik yoktur. Bu, beşere de nezafeti emreder.
İnsanın bu üç düstura (adalet, iktisad, nezafet) muhalefeti, onun “umum mevcudata muhalefeti” manasına gelir ve kâinatın nefretini celbeder.

Nükte, Rahmân Suresi’ndeki ayetlere dikkat çeker:
وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ (7) أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ (8) وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ (9)
(Vessemâe rafe’ahâ ve vada’al mîzân (7) Ellâ tatğav fîl mîzân (8) Ve ekîmûl vezne bilkıstı velâ tuhsirûl mîzân (9))
Meali: “7. Göğü yükseltti ve ölçüyü (dengeyi) koydu. 8. Ölçüde haddi aşmayın. 9. Tartıyı adaletle yapın ve teraziyi eksik tutmayın.” (Rahmân, 55/7-9)
Bu ayetlerde dört defa “Mizan” (ölçü, denge, terazi) kelimesinin zikredilmesi, kâinatta ve hayat-ı beşeriyede (insan hayatında) mizanın ehemmiyetini ve adalet, iktisad gibi hakikatlerin kâinatın yapısına ne derece kök saldığını gösterir.

5. Adalet ve Müvazeneden Haşre (Ahirete) Kat’î İspat
Nükte’nin son ve en kuvvetli noktası, kâinattaki bu mutlak adaletin, ahiretin varlığını nasıl zarurî kıldığıdır.
Üstad, “Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cinn ve insin müvazene-i a’mallerini istib’ad edip inanmayan (akıldan uzak görüp inanmayan)” kimseye seslenir: Bu dünyada gözünle gördüğün bu “müvazene-i ekbere” (en büyük dengeye) dikkat etse, istib’adı (uzak görmesi) kalmaz.
Mantıkî delil (Burhan-ı Adalet):
• Kâinatta hükümferma olan mutlak bir adalet, hikmet, iktisad, nezafet, rahmet ve inayet vardır.
• Bir sineğin hakk-ı hayatını dahi rahîmane muhafaza eden bu adalet ve rahmet, bu dünyada tam tecelli etmemektedir. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp göçüp gitmektedir.
• Eğer Haşir (yeniden dirilme) ve Mahkeme-i Kübra (Büyük Mahkeme) gelmezse, bu dünyada hakları zayi olan hadsiz zîşuurların (şuurlu varlıkların) hukukları payimal olur.
• Bu durumda kâinattaki o mutlak adalet; zulme, merhametsizlikliğe, hikmetsizlikliğe ve abesiyete (boşunalığa) inkılab eder (dönüşür).
• Allah’ın Cemal-i Mutlak’ı ve Adalet-i Mutlak’ı, böyle bir “kubh-u mutlak”a (mutlak çirkinliğe), yani adaletsizliğe ve zulme müsaade etmez.
• Netice: Öyleyse, bu dünyadaki adalet-i izafiye (göreceli adalet), ahiretteki adalet-i mutlaka’yı (Mahkeme-i Kübra’yı) zarurî kılar ve iktiza eder (gerektirir).
Müradif Ayetler (Ahiret ve Adalet):
وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا
(Ve neda’ul mevâzînel kısta liyevmil kıyâmeti felâ tuzlemu nefsun şey’â)
Meali: “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez…” (Enbiyâ, 21/47)
أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ (35) مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ (36)
(Efenec’alul muslimîne kelmucrimîn (35) Mâ lekum keyfe tahkumûn (36))
Meali: “35. Biz müslümanları, suçlular gibi mi tutarız? 36. Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?” (Kalem, 68/35-36)
أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ اجْتَرَحُوا السَّيِّئَاتِ أَنْ نَجْعَلَهُمْ كَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَوَاءً مَحْيَاهُمْ وَمَمَاتُهُمْ سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ (21) وَخَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ وَلِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (122)
(Em hasibellezînecterahus seyyiâti en nec’alehum kellezîne âmenû ve ‘amilûs sâlihâti sevâen mahyâhum ve memâtuhum sâe mâ yahkumûn (21) Ve halakallâhus semâvâti vel arda bil hakkı ve lituczâ kullu nefsin bimâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn (22))
Meali: “21. Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! 22. Allah, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak, herkese kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulmedilmez.” (Câsiye, 45/21-22)

Hülasa (Özet):
Otuzuncu Lem’a’nın İkinci Nüktesi, kâinattaki zerreden seyyareye kadar her şeyde görünen hassas denge ve ölçünün (Mizan), Allah’ın “Adl” isminin bir tecellisi olduğunu gösterir. Bu tecelli, “Adalet, İktisad ve Nezafet” olarak üç temel düstur halinde kâinata ve İslâm’a damgasını vurmuştur. Kâinattaki bu mutlak adalet, hikmet ve rahmet; ancak ve ancak ahiretteki bir “Mizan-ı Azîm” (Büyük Terazi) ile tamamlanabilir. Bu sebeple ahireti inkâr etmek, bütün kâinatı ve onun şahitlik ettiği bütün Esma-i Hüsna’yı inkâr etmek demektir.

 

 

 

 

Otuzuncu Lem’anın Dördüncü Nüktesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

âyetinin bir nüktesi ve Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i a’zam veya ism-i a’zamın altı nurundan bir nuru olan “FERD” isminin bir cilvesi, Şevval-i Şerif’te Eskişehir Hapishanesi’nde bana göründü. O cilve-i a’zamın tafsilâtını Risale-i Nur’a havale edip, burada muhtasar “Yedi İşaret”le, İsm-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla gösterdiği tevhid-i hakikîyi, gayet muhtasar beyan edeceğiz.

Birinci İşaret:

Ferd ism-i a’zamı, a’zamî bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasına ve herbir nev’ine ve herbir ferdine birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdaniyet koyduğunu, Yirmiikinci Söz ile Otuzüçüncü Mektub tafsilen göstermişlerdir. Burada yalnız üç sikkeye işaret edeceğiz.

Birinci Sikke:

Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz. O sikke de şudur: Kâinatın mevcudatı, enva’ları, en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder; birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevab vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücud teşkil ediyorlar ki; bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zabtedemez.

İşte kâinatın sîmasındaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk; pek parlak bir sikke-i kübra-yı vahdettir.

İkinci Sikke:

Zeminin yüzünde ve bahar sîmasında öyle bir parlak hâtem-i ehadiyet ve sikke-i vahdaniyet İsm-i Ferd’in cilvesiyle görünüyor ki, Küre-i Arz’ın yüzünde bütün zîhayatı bütün efradıyla ve ahval ve şuunatıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad etmeyen bir zât, icad cihetinde hiçbir şeye karışmadığını isbat ediyor. O sikke de şudur: Zeminin yüzünde madeni maddelerin, unsurların ve camidat mahlukatın gayet muntazam, fakat gizli sikkelerinden kat’-ı nazar; yalnız ikiyüzbin hayvanat taifelerinin ve ikiyüzbin nebatat enva’ının atkı ipleriyle dokunan nakışlı şu sikkeye bak ki: Birden bahar mevsiminde, zeminin yüzünde, birbiri içinde, beraber, ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı hizmetleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazatları; hiçbirini şaşırmayarak, yanlış etmeyerek, nihayet karışıklık içinde nihayet derecede temyiz ve tefrik ile, gayet hassas bir mizanla herbir şeye lâzım olan herşeyleri külfetsiz tam vaktinde umulmadığı yerden verildiğini gözümüzle gördüğümüzden, zeminin sîmasında o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hâtem-i vahdaniyet ve öyle bir sikke-i ehadiyettir ki; bütün o mevcudatı birden, hiçten icad edip beraber idare etmeyen bir zât; rububiyet ve icad cihetiyle hiçbir şeye karışamaz. Çünki karışmış olsa, o hadsiz geniş müvazene-i idare bozulacak. Fakat insanların o kavanin-i rububiyetin hüsn-ü cereyanlarına yine emr-i İlahî ile surî bir hizmeti var.

Üçüncü Sikke:

İnsanın yüzünde.. belki, insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebeb, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdaniyete icad cihetiyle el uzatamaz. Evet insanın yüzüne o sikkeyi koyan zât, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki, herbir insanın sîması göz, kulak, ağız gibi a’zâ-yı esasîde birbirine benzediği halde, birer alâmet-i farika ile, hiçbirisine tamam benzemez. Nasılki o sîmada göz, kulak gibi a’zâların umum efradında birbirine benzediği, o nev’-i insanın Sâni’i bir, vâhid olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de: Hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair enva’ın fevkinde olarak, o sîmalarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika ile iftirakları, o Sâni’-i Vâhid’in iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet oluyor ki; bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halketmeyen bir zât, bir sebeb o sikkeyi koyamaz.

İkinci İşaret:

Kâinatın âlemleri, enva’ları ve unsurları öyle birbiri içine girift olarak girmiştir ki, kâinatın heyet-i mecmuasına mâlik olmayan bir sebeb, hiçbir nev’ine, hiçbir unsuruna hakikî tasarruf edemez. Âdeta İsm-i Ferd’in cilve-i vahdeti, bütün kâinatı bir vahdet içine almış; herşey o vahdeti ilân ediyor. Meselâ: Bu kâinatın lâmbası olan Güneş’in bir olması, umum kâinat birinin olmasına işaret ettiği gibi; zîhayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması.. ve aşçıları olan ateş bir olması.. ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması.. ve umum zîhayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi.. ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin herbirisi umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i nev’iyeleri ve meskenleri bir bulunması; gayet kat’î bir surette işaretler, şehadetlerdir ki: Meskenleri ile beraber umum o mevcudat, bir tek zâtın malı olduğuna delalet ederler.

İşte buna kıyasen, bütün kâinatın böyle birbirine girift olan enva’ları mecmu kâinatı öyle bir küll hükmüne getirmiştir ki, icad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kâinata hükmü geçmeyen bir sebeb, rububiyet cihetiyle ve icad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve bir tek zerreye rububiyetini dinlettiremez.

Üçüncü İşaret:

İsm-i Ferd’in tecelli-i a’zamıyla kâinatı birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirip, her mektubda hadsiz hâtem-i vahdaniyet ve pek çok mühr-ü ehadiyet basılmış gibi, herbir mektubun kelimatı adedince ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin adedince kâtibini gösteriyor. Evet herbir çiçek, herbir meyve, herbir ot, hattâ herbir hayvan, herbir ağaç birer mühr-ü ehadiyet ve birer sikke-i Samediyet olduklarını ve bulundukları mekân ise bir mektub suretini alması cihetiyle herbiri bir imza şeklini alır; o mekânın kâtibini gösteriyor. Meselâ: Bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o zâtın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi onun yazısı olduğuna, açık bir surette delalet ediyor. Demek oluyor ki; herbir şey, umum eşyayı Hâlık’ına isnad edip, a’zamî bir tevhide işaret ediyor.

Dördüncü İşaret:

İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı güneş gibi zahir olmakla beraber, vücub derecesinde bir makuliyet ve hadsiz bir kolaylıkla kabul edilir. Ve o cilvenin muhalifi ve zıddı olan şirk, nihayet derecede müşkil ve akıldan gayet derecede uzak, belki muhal ve mümteni derecesinde olduğunu isbat eden çok bürhanlar, Risale-i Nur’un eczalarında beyan edilmiş. Şimdilik o delillerdeki o noktaların tafsilatını o risalelere havale edip, yalnız “Üç Nokta”sını burada beyan edeceğiz.

Birincisi:

Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerin âhirlerinde icmalen ve Yirminci Mektub’un âhirinde tafsilen gayet kat’î bürhanlar ile isbat etmişiz ki: Zât-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şey’in icadı, en küçük birşey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi sühuletle halkeder. Binler haşrin nümunelerini her baharda gözümüz önünde kolaylıkla icad eder. Büyük bir ağacı, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder.
Eğer müteaddid esbaba havale edilse, herbir meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkilâtlı.. ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli olur. Evet nasılki bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir kumandanın emriyle bir fabrikada yapılsa; o ordunun teçhizatı, âdeta bir tek neferin teçhizatı gibi kolaylaşır. Eğer her neferin cihazatı ayrı ayrı fabrikada yapılsa ve idare-i askeriyesi vahdetten kesrete girse; o vakit herbir nefer, ordu kadar fabrikalar ister.

Aynen öyle de eğer herşey Zât-ı Ferd ve Ehad’e verilse; bütün bir nev’in hadsiz efradı, bir tek ferd gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse; herbir ferd, o nev’ kadar müşkilâtlı olur. Evet vahdet de, ferdiyet de; herşeyin o Zât-ı Vâhid’e intisabıyla olur ve ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisab ise; o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit, küçük bir şey, o intisab ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan Ferd ve Ehad’e istinad ve intisab etmeyen bir şey, kendi şahsî kuvvetine göre, küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür. Meselâ: Nasılki başıbozuk, gayet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taşımağa mecbur olduğundan, ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünki şahsî kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat, askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı a’zama intisab ve istinad eden bir adam; kendi menabi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımağa mecbur olmadığı için, o intisab ve istinad, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden; mağlub düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber, o intisab kuvvetiyle esir edebilir.

Demek vahdette, ferdiyette; bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı o intisab kuvvetiyle mağlub edebildiği gibi; nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. Evet nasılki bir kumandan-ı a’zam, bir neferin imdadına bir orduyu gönderebilir haysiyetiyle ve o neferin arkasında bir orduyu tahşid edebildiği cihetiyle; o nefer, bir ordu kendisinin arkasında manen bulunuyor gibi bir kuvvet-i maneviye ile pek büyük işlere, kumandanı namına mazhar olur. Öyle de: Sultan-ı Ezelî, Ferd ve Ehad olduğundan -hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eğer farazâ ihtiyaç olsa- herşeyin imdadına bütün eşyayı gönderir ve herbir şeyin arkasına kâinat ordusunu tahşid eder ve herbir şey kâinat kadar bir kuvvete dayanır ve herbir şeye karşı bütün eşya -farazâ eğer ihtiyaç olsa- o Kumandan-ı Ferd’in kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer Ferdiyet olmazsa, herbir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner.

İşte gözümüzle her vakit müşahede ettiğimiz bu çok hârika eserlerin gayet küçük ehemmiyetsiz şeylerden tezahürü, bilbedahe Ferdiyet ve Ehadiyeti gösteriyor. Yoksa herşeyin neticesi, meyvesi, eseri; o şeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve gözümüz önündeki gayet kıymetdar şeylerin gayet derecede ucuzluğu ve nihayet derecede mebzuliyeti, hiç kalmayacaktı. Şimdi kırk para ile alacağımız bir kavunu, bir narı; kırk bin lira ile de yiyemezdik. Evet dünyadaki bütün sühulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet; vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder.

İkinci Nokta:

Mevcudat iki vecihle icad ediliyor. Biri; “ibda’ ve ihtira'” tabir edilen hiçten icaddır. Diğeri; “inşa ve terkib” tabir edilen mevcud olan anasır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Eğer cilve-i Ferdiyete ve sırr-ı Ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir sühulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer Ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkil ve gayr-ı makul, belki imtina’ derecesinde bir suubet olacak. Halbuki kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve sühuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i Ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelal’in san’atı olduğunu isbat ediyor.

Evet eğer bütün eşya Ferd-i Vâhid’e verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle hiçten icad eder ve ihatalı nihayetsiz ilmiyle herşeye manevî bir kalıb hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o âyine-i ilmindeki herşeyin suretine ve plânına göre kolayca herbir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmî içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler. Eğer etraftan zerreleri toplamak lâzım gelse de, ilmî kanunların ve kudretin ihatalı düsturları cihetiyle; o zerreler, kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile bağlanmaları haysiyetiyle muti’ bir ordunun neferatı gibi muntazaman kanun-u ilmî ve sevk-i kudretî ile gelip o şeyin vücudunu ihata eden kalıb-ı ilmî ve mikdar-ı kaderî içine girip kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahud görünmeyen bir yazı ile yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhid’in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata gayet sühuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir. Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse, bir sineğin vücudunu rûy-i zeminin etrafından ve anasırından gayet hassas bir mizanla toplamak, âdeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek san’atlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıb, belki a’zâları adedince kalıblar bulunmak ve o vücuddaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, manevî letaifi dahi mizan-ı mahsusla manevî âlemlerden celbetmek lâzım gelir.
İşte bu surette bir sineğin icadı, kâinat kadar müşkilâtlı olur; yüz derece müşkil müşkil içinde, belki muhal muhal içinde olacak. Çünki Hâlık-ı Ferd’den başka hiçbir şey, hiçten ve ademden icad edemediğine bütün ehl-i din ve ehl-i fen ittifak ediyorlar. Öyle ise esbab ve tabiata havale edilse, herşeye, ekser eşyadan toplamak suretiyle vücud verilebilir.

Üçüncü Nokta:

Eğer bütün eşya, bir Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilse, bir tek şey gibi kolay olmasına; eğer esbaba ve tabiata havale edilse, bir tek şeyin vücudu, umum eşya kadar müşkilâtlı olduğuna işaret eden, başka risalelerde izah edilen bir iki temsili, muhtasaran beyan edeceğiz.

Meselâ:

Bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse.. o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müşkilâtlı olur. Çünki ona emredenler, birbirine mani olurlar. Bir keşmekeş ile o nefer hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlub vaziyet ve netice, bir tek zabite havale edilse; külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir. Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki başsız, âmirsiz, çavuşsuz neferata havale edilse, o matlub vaziyeti ve neticeyi almak için çok karışıklık içinde münakaşalarla ancak nâkıs bir sureti, müşkilâtla tahsil edilebilir.

İkinci Temsil:

Meselâ Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca verebilir. Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse, herbir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki, birbirine başbaşa verip, muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.

Üçüncü Temsil:

Meselâ Küre-i Arz, Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru, bir neferi olduğundan, yalnız o bir tek nefer, o tek zâtın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semavattaki ulvî ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavari semavî levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için Arz gibi bir tek nefer, bir tek zâtın bir tek emrini almakla, o vazifenin neş’esinden gelen bir cazibe ile meczub mevlevî gibi semaa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık eder. Eğer hâkimiyet-i uluhiyeti ve saltanat-ı rububiyeti umum kâinatı ihata eden ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zât-ı Ferd’e verilmezse; o halde o neticeleri, o semavî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmidört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir. İşte Küre-i Arz gibi bir tek memur, meczub bir mevlevî gibi mihveri ve medarı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise, vahdette ne derece hadsiz sühulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkil ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazanmak ne derece müşkilâtlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir.

Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misal ile bak. Meselâ: “Bir zât hârika bir fabrikanın veya acib bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde san’atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkib edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için herbir cüz’ü, herbir çarkı, hattâ kâğıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve san’atını onlara havale ediyor.” diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın!

Aynen öyle de; esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir cehalete düşerler. Çünki tabiatların ve sebeblerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i san’at var; onlar da sair mahlukat gibi masnu’durlar. Onları öyle yapan zât, onların neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa ayrı ayrı tabiatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabiatları, sebebleri isteyecekler. Ve hâkeza gitgide nihayetsiz, manasız, imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, cehaletlerin en antikasıdır.

Beşinci İşaret:

Çok yerlerde kat’î delillerle isbat etmişiz ki: Hâkimiyetin en esaslı hâssası; istiklaldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zaîf bir gölgesi; âciz insanlarda dahi, istiklaliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar bu redd-i müdahale haysiyetiyle masum evlâdlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakikî hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezası; istiklaldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir.

İşte bu çok esaslı hâssa içindir ki, rububiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i İlahiye, gayet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahale-i gayrı reddettiğinden, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan dahi, gayet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrar ile tevhidi gösterip; şirki, iştiraki azîm tehdidlerle reddediyor.

İşte rububiyetteki hâkimiyet-i İlahiye, tevhid ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ettiği ve gayet kuvvetli bir dâîyi ve gayet şiddetli bir mukteziyi gösterdiği gibi, kâinat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kâinattan, yıldızlardan tut tâ nebatat, hayvanat, maadin.. tâ cüz’iyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmel; o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle şübhe getirmez bir şahid-i âdil, bir bürhan-ı bahirdir. Çünki gayrın müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve intizam ve müvazene-i kâinat elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti.

لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyetinin sırrıyla, bu hârika mükemmel nizam-ı kâinat karışacaktı ve fesada girecekti. Halbuki

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ

âyetiyle zerrattan tâ seyyarata, ferşten tâ arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet eseri görülmediğinden, gayet parlak bir surette, bu nizam-ı kâinat ve şu intizam-ı mahlukat ve şu müvazene-i mevcudat, İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamını gösterip vahdete şehadet eder. Hem cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahluk, kâinatın bir misal-i musaggarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan; o tek zîhayata sahib çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zât olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı; ve bir ağaç, küçük bir kâinat hükmünde olduğu.. herbir zîhayat dahi, küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan; bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor.

Bu kâinat, o sır ile; değil yalnız tecezzi kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkısam ve iştiraki ve tecezzisi imkânsız ve müteaddid elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiğinden; ondaki herbir cüz’, bir cüz’î ve bir ferdî hükmünde; ve o küll dahi, bir küllî hükmünde olduğundan, hiçbir cihetle iştirakin imkânı olmuyor. Bu İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı; hakikat-ı tevhidi, bu sırr-ı ehadiyetle bedahet derecesinde isbat ediyor.

Evet kâinatın enva’ları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve herbirinin vazifesi umuma baktığı cihetle; kâinatı rububiyet ve icad noktasında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misillü; kâinatta faaliyet gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yani meselâ hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzîk fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde aynı zamanda o zîhayatın cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, teçhiz fiilleri içinde; aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hâkeza.. böyle muhit ve umumî ef’alin birbiri içine tedahülü ve girift olması.. ve ziyadaki yedi renk gibi imtizac belki ittihad etmesi haysiyetiyle ve o ef’alin herbiri mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şümulü.. ve vahdanî birer fiil olduğundan, her halde fâilinin bir tek zât olması.. ve herbiri umum kâinatı istila etmesi.. ve sair ef’al ile muavenetdarane birleşmesi itibariyle, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi; zîhayat mahlukların herbirisi, kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir nümunesi hükmünde olduğundan, kâinatı rububiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir. Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz’e Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz’, bir ferd hükmüne geçip, bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle olabilir.

Altıncı İşaret:

Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye, bütün kemalâtın

{(Haşiye): Hattâ hadsiz kemal ve cemal-i İlahînin tahakkukuna en zahir bürhan ve en kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünki kâinatın sâni’i Vâhid-i Ehad bilinse, bütün kâinattaki kemalât ve cemaller, o Sâni’-i Vâhid’de bulunan kudsî kemalâtın ve cemallerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhatları olduğu bilinecek. Yoksa kâinatın kemalâtı ve cemalleri, mahlukata ve şuursuz bir kısım esbaba ait kalacaktı. O vakit akl-ı beşer nazarında kemalât-ı İlahiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız, meçhul kalırdı.}

medarı, esası olduğu ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksadların menşei ve madeni olduğu gibi, zîşuur ve zîaklın, hususan insanların metalibinin ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesidir. Eğer ferdiyet olmazsa, beşerin bütün metalib ve arzuları sönecek. Hem hilkat-i kâinatın neticeleri hiçe inecek, hem mevcud ve muhakkak olan ekser kemalâtın in’idamına vesile olacak. Meselâ: İnsanda en şedid ve sarsılmaz ve aşk derecesinde bir arzu-yu beka var. Ve o matlabı vermek için, bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan ve bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir zât, o arzu-yu bekayı yerine getirebilir. Ve bu arzu gibi, ebede uzanmış ve kâinatın etrafına yayılmış, beşerin binler arzuları, sırr-ı ferdiyete ve hakikat-ı tevhide bağlıdırlar. Eğer o ferdiyet olmazsa; onlar olmaz, akîm kalırlar. Ve vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden bir Zât-ı Ferd olmazsa, o matlablar yerine gelmez. Farazâ gelse de çok nâkıs olur.

İşte bu sırr-ı azîm içindir ki: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi; bütün enbiya ve asfiya ve evliya en büyük zevklerini ve saadetlerini; kelime-i tevhid olan “Lâ İlahe İllâ Hu”da buluyorlar.

Yedinci İşaret:

İşte bu tevhid-i hakikîyi bütün meratibiyle en mükemmel bir surette ders veren, isbat eden, ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti, elbette o tevhidin kat’iyyeti derecesinde sabit olmak lâzım gelir. Çünki madem daire-i vücudun en büyük hakikatı olan tevhidi bütün hakaikıyla o zât ders veriyor.. elbette tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayısıyla onun risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î isbat eder denilebilir. Evet böyle binler hakaik-i âliyeyi cem’eden, Ferdiyet ve Vahdaniyeti hakkıyla keşfedip ders veren bir risalet; gayet kat’î bir surette o tevhid, o Ferdiyetin muktezasıdır ve lâzımıdır. Onlar, onu her halde isterler.

İşte o vazifeyi tamtamına yerine getiren Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinin derece-i ehemmiyetine ve ulviyetine ve bu kâinatın bir güneşi olduğuna şehadet eden pek çok delillerden, sebeblerden üç tanesini nümune olarak beyan ediyoruz.

Birincisi:

Umum ümmet, umum asırlarda işledikleri umum hasenatın bir misli “Es-sebebü ke-l fâil” sırrınca, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sahife-i hasenatına geçtiği gibi; umum ümmet, her günde ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle, o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşünmekle, şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşılır.

İkincisi:

Âlem-i İslâmın şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olan mahiyet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın fevkalâde istidad ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşün; habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla!

Bir zaman bir tek tesbihin, bir tek namazda, Sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü. Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek bidayet-i İslâmiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki; gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zât-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, onları menba-ı hakikîsinden (Zât-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen o zât; bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.

İşte bu nokta-i nazardan Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, haddi ve nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini kıyas et.

Üçüncüsü:

Bu kâinatın Hâlık’ı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev’-i insan olduğundan ve bütün hitabat-ı Sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev’-i beşer olduğundan; o nev’-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem ferd olan Zât-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) o nev’ namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatab eden Zât-ı Ferd-i Zülcelal, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.

İşte bu üç nokta gibi çok noktalar var. Kat’î bir surette isbat ederler ki; şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (A.S.M.), kâinatın manevî bir güneşi olduğu gibi, bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ism-i a’zamı ve İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesidir. Kâinatın umum zerratının umum zamanlarındaki umum dakikalarının bütün âşirelerine darbedilip, hasıl-ı darb adedince o Zât-ı Ahmediyeye salât ü selâm, nihayetsiz hazine-i rahmetinden inmesini, Zât-ı Ferd-i Ehad-i Samed’den niyaz ediyoruz!..

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

* * ******

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Lem’a’nın Dördüncü Nüktesi, Tevhid-i Hakikî’nin en yüksek mertebelerini İsm-i Ferd’in tecellisiyle izah eden son derece mühim bir tefekkür metnidir. Bu Nükte, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “Ferd” isminin, Sure-i İhlâs’ın birinci ayeti olan “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ” (De ki: O, Allah’tır, bir tektir.) ayetinin bir nüktesi olarak nasıl tecelli ettiğini “Yedi İşaret” ile tasvir etmektedir.

Giriş: İsm-i Ferd, Vâhidiyet ve Ehadiyet Münasebeti
Metnin mebdei (başlangıcı), mevzunun temelini teşkil eden üç mühim ismi takdim eder: Ferd, Vâhid ve Ehad.
• İsm-i Vâhid (Vâhidiyet): Allah’ın (c.c.) bir olduğunu, Zâtında, sıfatında ve ef’alinde (fiillerinde) şeriki (ortağı) bulunmadığını ifade eder. Vâhidiyet tecellisi, daha çok kâinatın heyet-i mecmuasına, yani bütününe bir anda bakar. Kâinatı bir bütün olarak idare edenin, nizamı kuranın “Bir” olduğunu gösterir. Birinci ve İkinci İşaret’teki kâinatın umumî tesanüdü (dayanışması) ve unsurların (güneş, hava, su) birliği, bu Vâhidiyet tecellisinin parlak delilleridir.
• İsm-i Ehad (Ehadiyet): Allah’ın (c.c.) Zâtının “Bir” olduğunu, cüz’lerden (parçalardan) mürekkep olmadığını (parçaları olmadığını) ifade eder. Ehadiyet tecellisi ise, kâinattaki her bir cüz’e, her bir ferde hususî olarak bakar. Kâinatın Hâlık’ının, her bir zerreye, her bir çiçeğe, her bir insana bizzat nazar ettiğini, O’nun rububiyetinin her şeyin üzerinde doğrudan doğruya bulunduğunu gösterir. Her bir varlığın yüzündeki hususî mühür (sikke), Ehadiyet’in isbatıdır.
• İsm-i Ferd: Ferdiyet, Vâhidiyet ve Ehadiyet’in manalarını cem’ eden (toplayan) ve Zât-ı Akdes’in hiçbir şeye benzemeyen, misli olmayan, tek ve yegâne (singular) olduğunu ifade eden bir ism-i a’zam cilvesidir. Kâinatı bir bütün olarak (Vâhidiyet) idare ettiği gibi, her bir cüz’ü de (Ehadiyet) bizzat ve infirad (tek başına) ile tedbir ve terbiye ettiğini gösterir.
Bu Nükte, “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ” ayetinin manasının, İsm-i Ferd’in bu a’zamî tecellisi ile kâinatta nasıl okunduğunu Yedi İşaret ile isbat eder.
Birinci Bölüm: Kâinattaki Vahdet Sikkeleri (Birinci, İkinci ve Üçüncü İşaretler)
Bu bölümde, İsm-i Ferd’in kâinata, nev’lere ve fertlere vurduğu “sikke-i tevhid” (tevhid damgası) ve “hâtem-i vahdaniyet” (birlik mührü) üç misal ile izah edilir:

1. Birinci Sikke: Kâinatın Heyet-i Mecmuasındaki Tesanüd (Dayanışma)
Metin, kâinatı “en muntazam bir fabrika çarkları gibi” birbirine muavenet eder (yardımlaşır) ve birbirinin vazifesini tekmile (tamamlamaya) çalışır şeklinde tasvir eder.
• Tesanüd, Teavün, Tecavüb, Teanuk: Bu dört tabir, kâinatın bölünemez bir küll olduğunu isbat eder.
• Tesanüd: Varlıkların (mesela, güneşin, havanın, suyun, toprağın ve bitkilerin) birbiriyle sarsılmaz bir dayanışma içinde olması.
• Teavün: Birbirine yardım etmeleri (bulutun bitkiye, bitkinin hayvana yardım etmesi).
• Tecavüb: Birbirinin sualine (ihtiyacına) cevap vermeleri (Midenin ihtiyacına rızıkların koşması).
• Teanuk: Birbiri içine girme, sarılma (Bir insanın cesedindeki unsurlar gibi).
• İzahı: Bu öyle bir vahdet-i vücud (varlık birliği değil, varlığın bir bütün teşkil etmesi) teşkil eder ki, bir unsurun dizginini tutan (mesela sadece havayı idare etmek isteyen), umumun (güneşin, suyun, toprağın) dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini dahi zabtedemez. Bu, kâinatın Hâlık’ının Vâhid (Bir) olması gerektiğinin kat’î bir isbatıdır.

2. İkinci Sikke: Zemin Yüzündeki Hâtem-i Ehadiyet
Bahar mevsiminde, zemin yüzünde yüzbinlerce hayvan ve bitki taifesinin (nev’inin) bir anda, birbiri içinde, fakat şaşırmadan, karıştırmadan, mükemmel bir temyiz ve tefrik (ayırt etme) ile icad edilmesi, Ehadiyet’in mührüdür.
• İzahı: Gayet karışıklık içinde, gayet hassas bir mizanla, her bir zîhayata (canlıya) lazım olan rızkın, cihazatın (donanımın) tam vaktinde, külfetsizce verilmesi; bütün bu mevcudatı birden görmeyen, bilmeyen ve idare etmeyen bir zâtın, icad cihetiyle hiçbir şeye karışamayacağını gösterir. Bir sineği halketmek için, onunla alakadar olan bütün kâinatı idare etmek gerekir. Bu da ancak Ehad olan bir Zât’a mahsustur.

3. Üçüncü Sikke: İnsanın Yüzündeki Sikke-i Ehadiyet
İnsanın yüzü (sîması), Vâhidiyet ve Ehadiyet’i birleştiren cami’ (toplayıcı) bir aynadır:
• Vâhidiyet Ciheti (Tevhid Sikkesi): Bütün insanların yüzlerinde, göz, kulak, ağız gibi a’zâ-yı esasîde (temel organlarda) birbirine benzemesi, Sâni’in (Sanatkârın) bir ve vâhid olduğunu gösterir.
• Ehadiyet Ciheti (Ehadiyet Sikkesi): Bu umumî benzerlik içinde, Hz. Âdem’den (a.s.) kıyamete kadar gelecek milyarlarca insanın, hukuklarının muhafazası için, hiçbirinin sîmasının diğerine tam benzememesi, her birine hususî bir alâmet-i farika (ayırt edici işaret) konulmasıdır. Bu, Sâni’in ihtiyarını (dilediğini seçmesini) ve meşietini (iradesini) gösteren ve O’nun Ehad olduğunu isbat eden dakik bir mühürdür.
İkinci Bölüm: Kâinatın Bölünmezliği ve Samedanî Mektuplar (İkinci ve Üçüncü İşaretler)
Bu işaretler, kâinatın hem unsurlar hem de fertler seviyesinde nasıl bölünemez bir bütün olduğunu ve her parçanın, bütünü Yaratan’a nasıl işaret ettiğini derinleştirir.

1. Unsurların Birliği (İkinci İşaret):
Kâinatın âlemleri ve unsurları (elementleri) “birbiri içine girift olarak girmiştir.” Güneşin bir olması, havanın bir olması, ateşin bir olması, yağmurun bir olması ve her yere yetişmesi, meskenleri olan zemin yüzü ile beraber umum mevcudatın, bir tek zâtın malı olduğuna kat’î şehadet eder. Güneşi idare edemeyen, bir çiçeğin hayatına müdahale edemez.

2. Mektubat-ı Samedaniye (Üçüncü İşaret):
İsm-i Ferd’in tecellisi, kâinatı birbiri içinde “hadsiz mektubat-ı Samedaniye” (Samed olan Allah’ın mektupları) hükmüne getirir.
• İzahı: Her bir çiçek, her bir meyve, her bir hayvan… birer “mühr-ü ehadiyet” ve “sikke-i Samediyet”tir. Bulundukları mekân (mesela bahçe) bir mektup ise, o çiçek o mektuptaki imza gibidir.
• Neticesi: Bir bahçedeki sarı çiçeğin mührü kime ait ise (o bahçenin Nakkaşı kim ise), zemin yüzündeki bütün aynı nevi çiçekler de O’nun “kelimeleri” hükmündedir. Böylece her bir şey (cüz’), umum eşyayı (küll’ü) Hâlık’ına isnad eder; a’zamî bir tevhidi ilan eder.
Üçüncü Bölüm: Tevhidin Sühuleti ve Şirkin Müşkilâtı (Dördüncü İşaret)
Bu, Nükte’nin en mühim ve en hacimli İşaretidir. Tevhidin (Allah’ı bir bilmenin) ne kadar makul ve kolay (sühulet), şirkin (ortak koşmanın) ise ne kadar müşkil (zor) ve muhal (imkânsız) olduğunu “Üç Nokta” ile isbat eder.
Birinci Nokta: Vahdette Sühulet (Kolaylık), Kesrette Müşkilât (Zorluk)
• Tevhidde Sühulet: Zât-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten, en büyük şey (bir baharı icad etmek) ile en küçük şey (bir çiçeği icad etmek) arasında fark yoktur; ikisi de eşit derecede kolaydır.
• Şirkte Müşkilât: Eğer o çiçek, müteaddid esbaba (sebeplere) havale edilse, o tek çiçeği yapmak için, adeta bütün baharı yaratacak bir kudret ve ilim o sebeplerde bulunmak mecburiyetinde kalır.
• Temsiller:
• Ordu Temsili: Bir ordunun teçhizatı bir kumandanın emriyle bir fabrikada yapılsa, bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır. Eğer her neferin teçhizatı ayrı ayrı yerlerde yapılsa, her nefer için bir ordu kadar fabrika gerekir.
• İntisab ve İstinad: Bir nefer, “askerlik tezkeresiyle” bir kumandan-ı a’zama intisab (bağlanma) ve istinad (dayanma) ettiği için, kendi kuvvetinin binler derece fevkinde işler görür (düşman ordusunu esir alır). Bu intisab sayesinde, bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı mağlup edebilir. Bir çekirdek, dağ gibi çam ağacını omuzunda taşıyabilir.
• Netice: Dünyadaki bütün sühulet (kolaylık), ucuzluk ve mebzuliyet (bolluk), vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder.
Cenâb-ı Hak, bu hakikati şöyle beyan eder:
اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
“O, bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol!’ demesidir; o da hemen oluverir.” (Yâsîn, 36:82 – TDV Meali)

İkinci Nokta: İcadın İki Vecihi (İbda’ ve İnşa’)
• İbda’ (Hiçten İcad): Eğer her şey Ferd-i Vâhid’e verilse, O, nihayetsiz kudretiyle “hiçten icad eder.” Veya ihatalı ilmiyle her şeye manevî bir kalıb-ı ilmî (ilmî kalıp) tayin eder; zerreler o kalıba emr-i Rabbanî ile muntazam girer. Bu, “âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi” gibi kolaydır.
• İnşa’ (Toplama): Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse ve esbaba/tabiata havale edilse, ibda’ (hiçten yaratma) mümkün olmadığından, inşa’ (mevcut unsurlardan toplama) yolu kalır. Bu ise, bir sineğin vücudunu yaratmak için, rûy-i zeminin (yeryüzünün) bütün unsurlarını eleyip, gayet hassas bir mizanla o sineğin mahsus zerrelerini toplamak ve manevî âlemlerden ruhunu celbetmek (çekmek) lazımdır ki, bu, “yüz derece müşkil müşkil içinde, belki muhal muhal içinde olacak” bir durumdur.

Üçüncü Nokta: İdaredeki Vahdet ve Kesret Temsilleri
• Zabit/Nefer Temsili: Bir zabite (subaya) bin neferin idaresi verilse kolaydır. Fakat bir nefer, on zabitin idaresine verilse, o neferin idaresi bir taburdan on derece müşkil olur; bir keşmekeş (kargaşa) çıkar.
• Ayasofya Temsili: Bir cami kubbesindeki taşları muallakta (boşlukta) durdurmak bir ustaya verilse kolaydır. Eğer o vaziyet taşlara havale edilse, her bir taşın, diğer bütün taşlara hem hâkim-i mutlak hem mahkûm-u mutlak olması gerekir ki, bu imkânsızdır.
• Küre-i Arz Temsili: Küre-i Arz (Dünya), Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memurudur. “Meczub bir mevlevî gibi” iki hareketiyle (mihveri ve medarı üstünde) mevsimler, gece-gündüz gibi haşmetli neticeleri hasıl eder. Eğer bu vazife Vâhid-i Ehad’e verilmezse, o neticeleri (mesela mevsimleri) tahsil etmek için, Arz’dan bin defa büyük milyonlarca yıldızın, hadsiz uzun mesafeleri gezmesi lazımdır ki, bu, şirkin yolunda ne derece muhaller olduğunu gösterir.
Bu İşaret, esbaba ve tabiata icad isnad etmenin “cehaletlerin en antikası” olduğunu isbat eder. Zira sebeplerin ve tabiatın kendileri dahi muntazam birer eser-i san’attır, masnu’durlar (sanatla yapılmışlardır).

Dördüncü Bölüm: Hâkimiyet-i İlahiye ve Nizam-ı Kâinat (Beşinci İşaret)
Bu İşaret, hâkimiyetin yapısı (doğası) üzerinden tevhidi isbat eder.
• Hâkimiyetin Esası: İstiklal ve İnfirad: Hâkimiyetin en esaslı hassası (özelliği), istiklaldir (bağımsızlıktır) ve infiraddır (tekliktir). Gayrın müdahalesini şiddetle reddeder. (Padişahların bu uğurda evlatlarını katletmeleri misali).
• Rububiyet-i Mutlaka: Allah’ın (c.c.) rububiyet (terbiye edicilik) derecesindeki mutlak hâkimiyeti, şirki ve iştiraki (ortaklığı) gayet şiddetle reddeder.
• Delil: Nizam-ı Kâinat: Eğer gayrın müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve intizam ve müvazene-i kâinat (kâinat dengesi) elbette bozulacaktı.
Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ferman edilir:
لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَاۚ فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21:22 )
Metin, bu fesadın (bozulmanın) ve füturun (çatlağın) zerrelerden seyyarata (gezegenlere) kadar hiçbir yerde görünmediğini şu ayetle teyid eder:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ مَا تَرٰى ف۪ي خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍۜ فَارْجِعِ الْبَصَرَۙ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?” (Mülk, 67:3 )
Ayrıca, sırr-ı ehadiyet ile en küçük bir zîhayat mahluk (mesela bir sinek), kâinatın bir misal-i musaggarası (küçültülmüş misali) olduğundan, o tek zîhayata sahib çıkanın, bütün kâinata sahib olması gerekir. Bu da şirki muhal derecesine getirir.
Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde ortağı olmadığını beyan eden şu ayet de bu İşaret’in gayesini teyid eder:
اَلَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَر۪يكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْد۪يرًا
“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; O, çocuk edinmemiştir. Mülkünde ortağı yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkân, 25:2 )

Beşinci Bölüm: Ferdiyet, Kemalât ve İnsanın Gayesi (Altıncı İşaret)
Bu İşaret, Ferdiyet ve Vahdet’in, bütün kemalâtın (mükemmelliklerin) ve hilkat-i kâinatın (kâinatın yaratılış) gayelerinin medarı (dayanağı) ve menşei (kaynağı) olduğunu beyan eder.
• Kemalâtın Medarı: (Haşiyede izah edildiği gibi) Eğer Sâni’-i Kâinat Vâhid-i Ehad bilinse, kâinattaki bütün kemalât ve cemaller (güzellikler), O’nun kudsî kemalâtının ve cemallerinin gölgeleri ve işaretleri olduğu bilinir. Yoksa o kemaller, şuursuz esbaba ve mahlukata ait kalır; Allah’ın (c.c.) “hazine-i sermediyesi” (ebedî hazinesi) meçhul kalırdı.
• Metalib-i Beşeriyenin Menbaı: İnsanın en şiddetli arzusu olan arzu-yu beka (ebediyet arzusu) gibi, ebede uzanmış binler arzuları vardır. Bu arzuları ancak, bütün kâinatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan, “bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp âhireti açabilir bir zât” yerine getirebilir.
• Netice: Eğer Ferdiyet olmazsa, bu arzular söner, hilkatin neticeleri hiçe inerdi. Bütün enbiya, asfiya ve evliyanın en büyük zevklerini “Lâ İlahe İllâ Hu” kelime-i tevhidinde bulmalarının sırrı budur.

Altıncı Bölüm: Tevhid-i Hakikînin Bürhanı: Risalet-i Ahmediye (A.S.M.) (Yedinci İşaret)
Nükte, zirveye ulaşır. Madem kâinatın en büyük hakikati Tevhid-i Hakikî’dir; ve madem bu hakikati bütün mertebeleriyle en mükemmel surette ders veren, isbat eden ve ilan eden Zât-ı Muhammediye’dir (A.S.M.); öyle ise:
“Tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayısıyla onun (A.S.M.) risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î isbat eder.”
Bu, Risalet’in, Ferdiyet ve Vahdaniyet’in muktezası (gereği) ve lazımı (ayrılmaz parçası) olduğunu gösterir. Metin, bu Zât’ın (A.S.M.) kâinatın bir güneşi olduğuna dair “Üç Nokta” ile şehadet eder:
• “Es-sebebü ke-l fâil” Sırrı: Umum ümmetin işlediği umum hasenatın (güzel amellerin) bir misli, O’nun (A.S.M.) sahife-i hasenatına geçmektedir. Umum ümmetin her gün ettiği salavatların (makbul duaların) iktiza ettiği makam ve mertebe, O’nun şahsiyet-i maneviyesinin azametini gösterir.
• Ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) Yüksekliği: O Zât (A.S.M.), kudsî kelimatı (tesbihatı, ibadatı) “menba-ı hakikîsinden (Zât-ı Akdes’ten) turfanda, taze olarak” fevkalâde istidadıyla almış, emmiş ve massetmiştir (özümsemiştir). Bu sebeple O Zât (A.S.M.), bir tek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir. Bu, O’nun hadsiz meratib-i kemalâtta terakkisini gösterir.
• En Mükemmel Muhatab: Kâinatın Hâlık’ı, bütün makasıdının en ehemmiyetli medarını (dayanağını) nev’-i insan kılmış ve bu nev’ içinde en mükemmel, en muhteşem ferd olan Zât-ı Muhammediye’yi (A.S.M.) umum kâinat hesabına kendine muhatab etmiştir. Elbette bu muhatabiyeti, O’nu hadsiz kemalâta ve feyze mazhar etmiştir.
Bu Zât’ın (A.S.M.) ehemmiyeti, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
“Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 21:107 )

Netice

Dördüncü Nükte, İsm-i Ferd’in tecellisiyle, kâinatın bölünemez bir küll (bütün) olduğunu (Vâhidiyet); ve her bir cüz’ünün (parçasının) de o küll’ün Hâlık’ına doğrudan bağlı bir ferd olduğunu (Ehadiyet) isbat eder. Varlığın icadındaki ve idaresindeki hadsiz sühuletin (kolaylığın) ancak Tevhid ile mümkün olduğunu; şirkin ve esbaba tapmanın ise hadsiz müşkilâta ve imkânsızlığa dayandığını kat’î delillerle gösterir.
Bu a’zamî tevhid hakikatinin, kâinatın manevî güneşi ve “Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası” olan Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) eliyle ders verilmesi ise, Risalet ile Tevhid’in birbirinden ayrılmaz en büyük hakikatler olduğunu ilan eder.
Metnin sonunda zikredildiği gibi:
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
“(Melekler) dediler ki: ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.'” (Bakara, 2:32 )

 

 

 

 

Otuzuncu Lem’anın Beşinci Nüktesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

âyet-i azîmenin ve

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ

âyet-i azîmin birer nüktesi ile, İsm-i A’zam veyahud İsm-i A’zam’ın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan İsm-i Hayy’ın bir cilvesi, Şevval-i Şerif’te, Eskişehir Hapishanesi’nde, uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi ve çabuk o kudsî kuşu avlayamadık. Tebaud ettikten sonra, hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-ı ekberin ve nur-u a’zamın bazı şualarını muhtasaran göstereceğiz.

Birinci Remiz:

İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin bir cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı fihristevari cevab şudur ki:

Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en latif mayesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en yüksek kemali.. hem en güzel cemali.. hem en güzel zîneti.. hem sırr-ı vahdeti.. hem rabıta-i ittihadı.. hem kemalâtının menşei.. hem san’at ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu.. hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikatı.. hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu’cize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar -hayat ile- küçük bir cüz’ü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir san’at-ı İlahiyedir. Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli.. hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zahiri, en kıymetdarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı san’at-ı Rabbaniyedir. Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nazenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmaniyedir. Hem şuunat-ı İlahiyenin gayet câmi’ bir âyinesidir. Hem Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerim, Hakîm gibi çok esma-i hüsnanın cilvelerini câmi’ ve rızk, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatları kendine tâbi’ eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı a’zamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor.. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdeta Zât-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla; bu karanlıklı ve fâni ve süfli olan âlem-i dünyayı latifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için, sair eşya gibi zahirî esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahluktur. Hem hayatın hakikatı, altı erkân-ı imaniyeye bakıp, manen ve remzen isbat eder. Yani: Hem Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini, hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini, hem vücud-u melaike, hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nuraniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı a’zamdır.

İşte, hayatın bu mezkûr yirmidokuz ehemmiyetli ve kıymetdar hâssalarını ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak. Muhyî isminin arkasında, İsm-i Hayy’ın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hâssaları ve meyveleri noktasından, İsm-i Hayy nasıl bir İsm-i A’zam olduğunu bil. Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünki ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir. Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.

İkinci Remiz:

İsm-i Hayy’ın bir cilve-i a’zamı ve İsm-i Muhyî’nin bir tecelli-i eltafı olan bu hayatın Birinci Remiz’deki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri ve vasıfları ve vazifeleri beyan etmek, o vasıflar adedince risaleler yazmak lâzım geldiğinden, Risale-i Nur’un eczalarında o vasıfların, o mertebelerin, o vazifelerin bir kısmı izah edildiğinden, kısmen tafsilatı Risale-i Nur’a havale edip, burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.

İşte, hayatın yirmidokuz hâssalarından yirmiüçüncü hâssasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbab-ı zahiriye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hâssanın sırrı şudur ki: Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; ve şerr ve çirkinlik gayet cüz’îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şerr ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zahirîsinde görünen zahirî çirkinlik ve fenalık ve bela ve musibetten gelen küsmekler ve şekvalar Zât-ı Hayy-u Kayyum’a teveccüh etmemek için; hem aklın zahirî nazarında hasis, pis görünen şeylerde, kudsî münezzeh olan kudretin bizzât ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münafî gelmemek için, zahirî esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise; icad edemiyorlar, belki haksız olan şekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler.

Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makamının Mukaddemesinde beyan edildiği gibi; Hazret-i Azrail (A.S.), kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakk’a münacat etmiş. Demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar.” Bu münacatın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakikî güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-u Kayyum’a gitmemek için Hazret-i Azrail’in (A.S.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zahirî perdedirler. Evet izzet-i azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.. fakat vahdet ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…

Fakat hayatın hem zahirî, hem bâtınî, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve icad da öyledir. Onun içindir ki; icad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelal’in kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tâbi’ kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hacette eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, Güneş’in tulûu gibi bir kanuna tâbi’ olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.

Üçüncü Remiz:

Yirmidokuzuncu hâssasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatın Sâni’-i Hayy-u Kayyum’u bu kadar hadsiz enva’-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister.

İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva’-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. Ve ibadet Cenab-ı Hakk’a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır diye çok tekrar ile beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Mâlik-i Hakikîsine gitmek lâzım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuunatıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delalet eden

وَهُوَ الَّذ۪ى يُحْي۪ى وَ يُمِيتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ ٭ هُوَ الَّذ۪ى يُحْي۪ى وَ يُم۪يتُ فَاِذَا قَضٰٓى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ٭ فَيُحْي۪ى بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

gibi âyetler; pek sarih bir surette vasıtaları nefyedip, doğrudan doğruya hayatı Hayy-u Kayyum’un dest-i kudretine münhasıran veriyor. Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu

هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ ٭ وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِ ٭ وَهُوَ الَّذ۪ى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا

gibi âyetler ile “Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-u Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan

هُوَ الَّذ۪ى ٭ هُوَ الرَّزَّاقُ

ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfî-i Hakikî’dir.

Dördüncü Remiz:

Hayatın yirmisekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki; hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor; onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mayesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-ı âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın yirmidokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek.. ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak. Hem en kıymetdar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir bela olur. Bu ise, yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat’î isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.

Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım ve münasib bütün levazımatı ve cihazatı hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev’-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev’-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennet’in icadıyla kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev’-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ yüzbin defa hâşâ!..

Hem hiç kabil midir ki; hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Âdeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsın; ve muti’ ve muhteşem orduya hiç bakmasın.. ve zerreyi görsün, Güneş’i görmesin.. sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ yüzbin defa hâşâ!..

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki; hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile i’dam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

NETİCE:

Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû’-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve Cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ.

Ve hem nasılki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin Güneş’in akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedahe gösteriyor ki; o lem’alar, yüksek bir tek Güneş’in cilve-i in’ikasıdırlar ve Güneş’in vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de: Zât-ı Hayy-u Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “YÂ HAYY!” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi.. umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail; bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da var; işitmek varsa, hayatın alâmetidir; söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir.. aynen öyle de; bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şamile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar bütün delailleriyle Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.

Hem hayat, “melaikeye iman” rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Çünki madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır.. ve madem Küre-i Arz bu kadar zîhayatın enva’ıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat enva’larını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor.. ve madem hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latif ve sabit cevheri olan ruh, bu Küre-i Arz’da gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş… Elbette Küre-i Arz’dan daha latif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye; ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semavatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semavata münasib sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melaikelerdir.

Hem hayatın sırr-ı mahiyeti “peygamberlere iman” rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelî’nin bir cilve-i a’zamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san’at-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet eğer kitablar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasılki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayatdar olduğu anlaşılır; öyle de bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitab eden bir zâtın kelimatını, hitabatını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitablardır. Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı ezeliyenin şuaatı, celevatı, münasebatı olan “irsal-i rusül” ve “inzal-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen isbat eder. Ve bilhâssa risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi, hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.. ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.. akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.. ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır.. ve risalet-i Muhammediye dahi (A.S.M.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülâsasıdır, belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.), âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır.. ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.. ve vahy-i Kur’an dahi, hayatdar hakaikının şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet… Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek.. eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, “iman-ı bil’kader” rüknüne bakıyor, remzen isbat eder. Çünki madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istila ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı Kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb -yani mazi, müstakbel- yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tâbi’dirler.

Aynen öyle de; şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırlar ile müteaddid vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır. Evet âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz; belki herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.

İşte “kadere ve kazaya iman” rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasılki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayatdar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki; Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.

Beşinci Remiz:

Hem hayatın onaltıncı hâssasında denilmiş ki: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz’ ise küll gibi, cüz’îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir. Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasılki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zîhayatı halkeden, elbette umum kâinatın Hâlık’ıdır.
İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani nasılki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle güneşe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor.. öyle de; herbir zîhayatta kâinatı ihata eden esma ve sıfât-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan hayat; kâinatı, rububiyet ve icad cihetinde inkısam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzisi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir. Evet seni yaratan, bütün nev’-i insanı yaratan zât olduğunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünki mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinat onun efradı hükmüne ve kâinat ise, nev’i hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti mecmuunda gösterdiği gibi, herbir cüz’de dahi o sikke-i ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek şirk ve iştiraki her cihetle tardeder.

Hem hayatta san’at-ı Rabbaniyenin öyle fevkalâde hârika mu’cizeleri var ki, bütün kâinatı halkedemeyen bir zât, bir kudret; en küçük bir zîhayatı halkedemez. Evet bir nohut tanesinde bütün Kur’anı yazar gibi; çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet bir arının küçük kafasında kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser enva’ıyla münasebetdar olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerait-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derceden zât; elbette bütün kâinatın Hâlık’ı olabilir.

Elhasıl:

Hayat nasılki kâinatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir ve herbir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir ve hayatın herbir ferdinde bulunan nakş-ı san’at, bir mühr-ü samediyettir ve zîhayatların adedince bu kâinat mektubunu Zât-ı Hayy-u Kayyum ve Vâhid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar ve o mektubda tevhid mühürleri ve ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler.. öyle de; hayat gibi, herbir zîhayat dahi, bu kitab-ı kâinatta birer mühr-ü vahdaniyet olduğu gibi, herbirinin yüzünde ve sîmasında birer hâtem-i ehadiyet konulmuştur. Hem nasılki hayat, cüz’iyatı adedince ve zîhayat efradı sayısınca Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vahdetine şehadet eden imzalar ve mühürlerdir.. öyle de; ihya ve diriltmek fiili dahi, efradı adedince tevhide imza basıyor. Meselâ: İhyanın bir ferdi olan ihya-yı Arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. Çünki baharda zeminin dirilmesinde ve ihyasında üçyüz bin enva’ın ve her nev’in hadsiz efradı beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihya edilir ve dirilirler. Evet böyle bir tek fiil ile hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlukatın Hâlık’ıdır ve bütün zîhayatları ihya eden Hayy-u Kayyum’dur ve rububiyetinde iştiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehad’dir.

Şimdilik hayatın hâssalarından bu kadar az ve muhtasar yazıldı. Başka hâssaların beyanı ve tafsilatını Risale-i Nur’a ve başka zamana havale ediyoruz.

Hâtime

İsm-i a’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın hakkında; “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Yâ Hayy!”dır. Ve İmam-ı Rabbanî’nin ism-i a’zamı “Kayyum” ve hâkeza.. pek çok zâtlar daha başka isimleri, ism-i a’zam görmüşlerdir.

Bu Beşinci Nükte İsm-i Hayy hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük, hem şahid, hem delil, hem kudsî bir hüccet, hem kendimize bir dua, hem bu risaleye bir hüsn-ü hâtime olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı a’zamında marifetullahta gayet yüksek ve gayet câmi’ derecede marifetini göstererek böyle demiştir. Biz de hayalen o zamana gidip, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dediğine “Âmîn!” diyerek, aynı münacatı kendimiz de söylüyor gibi, sadâ-yı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm ile deriz:

يَا حَىُّ قَبْلَ كُلِّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ بَعْدَ كُلِّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَيْسَ كَمِثْلِهِ حَىٌّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَا يَحْتَاجُ اِلٰى حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَا يُشَارِكُهُ حَىٌّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى يُم۪يتُ كُلَّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى يَرْزُقُ كُلَّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى يُحْيِى الْمَوْتٰى ٭ يَا حَىُّ الَّذ۪ى لَا يَمُوتُ ٭ سُبْحَانَكَ يَا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ الْاَمَانُ الْاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ اٰم۪ينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

* * ********

Bu Beşinci Nükte, İsm-i A’zam’ın (Allah’ın En Büyük İsmi’nin) veya o İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri olan “İsm-i Hayy”ın bir cilvesinin, Eskişehir Hapishanesi’nde müellifine (Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine) görünen bir hakikat-ı ekberin (en büyük hakikatin) remizler (işaretler) halinde tasviridir.
Bu nüktenin temelini iki âyet-i kerime teşkil etmektedir:
• Rum Sûresi, 30:50:
“فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ”
Meal : “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”
• Bakara Sûresi, 2:255 (Âyete’l-Kürsî):
“اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ…”
Meal : “Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir (Hayy), her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır (Kayyûm)…”
Bu Nükte, “hayat” mefhumunu bu âyetler zaviyesinden ele alarak, onun sadece biyolojik bir faaliyet olmadığını; kâinatın en büyük gayesi, en parlak nuru ve Allah’ın Vâhid ve Ehad (Bir ve Tek) olduğuna dair en kat’î bürhan (delil) olduğunu isbat eder.
İzahı, metindeki remizlerin sırasına göre takdim edelim:

Birinci Remiz: Hayatın Mahiyeti, Vazifesi ve Gayesi
Bu remiz, “Hayat nedir?” sualine fihriste (özet) nev’inden yirmiden fazla (metinde “yirmidokuz” olarak işaret edilen) hâssa (hususiyet) ile cevap verir.

1. Hayatın Mahiyeti (Yapısı):
Hayat, kâinatın tesadüfî bir neticesi değil, belki:
• En Ehemmiyetli Gayesi ve En Büyük Neticesi: Kâinat ağacının en mükemmel meyvesidir.
• En Parlak Nuru ve En Latif Mayesi: Kâinatın karanlığını aydınlatan ve ona kıvam veren cevherdir.
• Sırr-ı Vahdet ve Rabıta-i İttihad: Kâinattaki bütün mevcudatın birbiriyle olan alakasını temin eden, birliği (vahdeti) gösteren sırdır. Hayat olmasaydı, mevcudat dağınık, manasız ve birbirinden kopuk yığınlar halinde kalırdı.
• Mu’cizekâr Bir Hakikat: En küçük bir zîhayatı (canlıyı), kâinatın bir fihristesi hükmüne getirir. Bir sinek, kâinattaki ekser esma-i hüsnanın (Allah’ın güzel isimlerinin) cilvesini gösteren küçük bir âlem olur. Bu cihetle kâinatın tecezzi (parçalanma) ve iştiraki (ortaklığı) kabul etmez bir “küll” olduğunu isbat eder.

2. Hayatın Gayesi (Maksadı):
Nükte, hayatın gayesinin “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek” olmadığını, bunun “dehşetli bir küfran-ı nimet” (nimeti inkâr) olduğunu beyan eder. Zira bu kadar kıymetdar bir sermaye (hayat) bu kadar basit bir gaye için verilemez.
• Asıl Gaye: Hayat-ı ebediyedir (ebedî hayat).
• Bu Dünyadaki Meyvesi: Hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye (Hayat Sahibi ve Hayat Veren Zât’a) karşı şükür, ibadet, hamd ve muhabbet ile mukabele etmektir. Bu mukabele, hem hayatın hem de topyekûn kâinatın yaratılış gayesidir.
İkinci Remiz: Hayatın Şeffafiyeti ve Esbab Perdesi
Bu remiz, hayatın neden perdesiz ve vasıtasız (doğrudan doğruya) Zât-ı Hayy-u Kayyum’a isnad edilmesi gerektiğini izah eder.
• Esbabın (Sebeplerin) Vazifesi: Kâinatta görünen zahirî (dış) çirkinlik, noksanlık ve musibetler vardır. Aklın zahirî nazarında kudretin izzetine münafî (zıt) düşecek bu hallerde, esbab (sebepler) kudretin tasarrufatına perde kılınmıştır.
• Misal: Hazret-i Azrail’in (a.s.) vazifesi bir perdedir. Hastalıklar ve musibetler, kabz-ı ervah (ruhların alınması) fiilinde perdedir ki, insanların şekvaları (şikâyetleri) ve itirazları doğrudan Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmesin.
• Hayatın Müstesna Hâli: Hayatın ise “iki yüzü, yani mülk (görünen) ve melekût (görünmeyen) vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir.” Hayatın kendisi bizâtihî güzeldir, hayırdır ve rahmettir. Onda şikâyeti davet edecek bir çirkinlik veya kudretin izzetine dokunacak bir noksanlık yoktur.
• Netice: Bu sebeple hayat, sair eşya gibi zahirî sebeplere havale edilmemiş, “doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un ‘ihya edici, hayat verici, diriltici’ isminin eline teslim edilmişlerdir.” Nur (ışık) ve Vücud (varlık) da böyledir.

Üçüncü Remiz: Ubudiyet, Şükür ve Tevhidin Delilleri
Bu remiz, hayatın neticesi olan şükür ve ibadetin, doğrudan Allah’a mahsus olduğunu ve bu hususta vasıtaların (aracıların) olmadığını âyetler ile isbat eder.
Nükte, Kur’an-ı Kerim’in bu hakikati ifade etmek için kaide-i nahviyece (dilbilgisi kuralınca) “alâmet-i hasr ve tahsis” (sadece O’na ait olduğunu belirten sınırlama) edatlarını kullandığını belirtir. Bu edatların başında “هُوَ” (O) zamiri veya cümlenin takdim-tehiri (öne alınması) gelir.
Hayat gibi, hayata hizmet eden en mühim unsurlar da perdesiz olarak O’na aittir:
1. Müradif: İhya ve İmate (Diriltme ve Öldürme)
• İktibas (Nükte’den): وَهُوَ الَّذ۪ى يُحْي۪ى وَ يُمِيتُ…
• Meali (Mü’minûn Sûresi, 23:80): “O, dirilten ve öldürendir. Gece ile gündüzün birbirini takibi de O’na aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”
• İzah: “Vav” harfinden sonra “Hu ve” (O) zamirinin gelmesi, diriltme ve öldürme fiillerinin münhasıran (sadece) O’na ait olduğunu gösterir.
2. Müradif: Rızık (Rızıklandırma)
• İktibas (Nükte’den): هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ
• Meali (Zâriyât Sûresi, 51:58): “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
• İzah: Haberin (er-Rezzâk) mübtedadan (Hu ve) önce gelmesi (veya marife gelmesi) “hasr” ifade eder. Rızkı veren yalnızca O’dur.
3. Müradif: Şifa (Şifa Verme)
• İktibas (Nükte’den): وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِ
• Meali (Şuarâ Sûresi, 26:80): “(Hz. İbrahim dedi:) Hastalandığımda da O bana şifa verir.”
• İzah: Hastalığı nefsine (meridtü – ben hastalandım), şifayı ise “Hu ve” (O) zamiriyle doğrudan Allah’a isnad etmesi, ilâçların sadece birer perde olduğunu, Şâfî-i Hakikî’nin (Gerçek Şifa Verici’nin) O olduğunu gösterir.
4. Müradif: Ğays / Yağmur (Rahmet İndirme)
• İktibas (Nükte’den): وَهُوَ الَّذ۪ى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا
• Meali (Şûrâ Sûresi, 42:28): “O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, dost olandır, övülmeye lâyık olandır.”
• İzah: Yağmurun (rahmetin) indirilmesi de “Hu ve” (O) zamiri ile doğrudan Allah’a verilmiştir. Bu sebeple yağmur, Güneş’in doğuşu gibi muttarid (düzenli) bir kanuna tâbi kılınmamış ki, insanlar her vakit-i hacette (ihtiyaç vaktinde) O’na dua etsinler.

Dördüncü Remiz: Hayatın Erkân-ı İmaniyeyi (İmanın Altı Rüknünü) İsbatı
Bu remiz, hayat hakikatinin, imanın altı rüknünü (Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Âhirete ve Kadere iman) nasıl remzen (işaretle) isbat ettiğini izah eder.

1. Âhirete ve Haşre İman:
Bu fâni, kısa ve elemli dünya hayatı, hayat şeceresinin (ağacının) nihai meyvesi olamaz. İnsana verilen bu hadsiz cihazat (akıl, kalp, hisler) ve beka (ebedîlik) arzusu, eğer âhiret olmazsa, en büyük musibet ve bela olurdu. İnsanı serçe kuşundan daha bedbaht bir dereceye düşürürdü. Demek, bu hayatın varlığı, zarurî olarak hayat-ı ebediyeyi iktiza eder. Her baharda yeryüzünün ihyası (diriltilmesi), bunun üç yüz binden fazla numunesini gösterir.

2. Allah’a (Vâcib-ül Vücud’a) İman:
Nasıl ki deniz yüzündeki kabarcıkların parlaması ve sönmesi, arkadan gelenlerin tekrar parlaması, yüksek bir tek Güneş’in varlığını bedahetle (apaçıklıkla) gösterir. Aynen öyle de, zîhayatların (canlıların) kudret-i ilahiye ile parlayıp “Yâ Hayy!” diyerek gayb perdesine çekilmeleri, bir Zât-ı Hayy-u Kayyum’un (Ebedî Diri ve Her Şeyi Ayakta Tutan Zât’ın) varlığına ve hayat-ı sermediyesine (ebedî hayatına) şehadet eder. Zira görmek, işitmek, irade etmek gibi sıfatlar hayatı istilzam eder (gerektirir). Kâinattaki bu muazzam ilim, kudret ve irade eserleri, elbette bu sıfatların sahibi olan Zât’ın hayatına delildir.

3. Melaikeye İman:
Madem kâinatın en mühim neticesi hayattır; ve madem bu küçük, süflî (aşağı) Küre-i Arz (Dünya), hayatın en safî hülâsası olan şuur, akıl ve ruhlar ile bu kadar şenlendirilmiştir. Elbette Küre-i Arz’dan daha latif, daha nuranî ve daha büyük olan ecram-ı semaviye (gök cisimleri, yıldızlar, galaksiler) ölü, camid (cansız) ve hayatsız kalması imkân haricindedir. Demek, o semavatı şenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek, onlara münasip zîşuur sekeneler (sakinler) vardır ki, onlar da melaikelerdir.

4. Peygamberlere ve Kitaplara İman:
Madem kâinat hayat için yaratılmış ve hayat, Hayy-ı Ezelî’nin bir cilvesidir. Bu ezelî hayat, kendini göstermek ister. Nasıl ki bir adamın konuşması onun diri olduğunu gösterir; öyle de, âlem-i gaybın arkasında konuşan, emir ve nehiy veren bir Zât’ın varlığını ve hayatını, O’nun kelimatı (sözleri) olan kitablar ve o hitabatı tebliğ eden peygamberler gösterir.
Hayat nasıl kâinattan süzülmüş bir hülâsa ise, Risalet-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve Vahy-i Kur’anî dahi, kâinatın hayatının ruhu, aklı ve şuuru hükmündedir. “Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek..”

5. Kadere İman:
Hayat, sadece bu âlem-i şehadete (görünen âleme) ve zaman-ı hazıra (şimdiki zamana) münhasır değildir. Nasıl ki bir ağacın kökü (mazisi) ve çekirdekleri (müstakbeli) de ağacın kendisi gibi hayat kanunlarına tâbidir. Aynen öyle de, kâinat ağacının da bir mazisi (geçmişi) ve müstakbeli (geleceği) vardır. Bu geçmiş ve gelecek tavırlar, âlem-i gaybda, Allah’ın ilminde bir “vücud-u ilmî” (ilmî varlık) ile mevcuttur. İşte eşyanın bu ilmî varlığı ve manevî hayatı, Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla “mukadderat” namıyla görünür.

Beşinci Remiz: Hayatın Ehadiyet ve Tevhid Mührü Olması
Bu remiz, hayatın, Allah’ın şeriki (ortağı) olmadığını ve her şeyin O’nun Ehad (Tek) olduğuna nasıl en parlak delil olduğunu izah eder.
• Hayatın Câmiiyeti (Toplayıcılığı): Hayat bir şeye girdiği vakit, o cüz’î (kısmî) şeyi bir küll (bütün) hükmüne getirir. O küçük cesed, ekser esma-i hüsnayı gösteren bir “âyine-i ehadiyet” (Ehadiyetin/Tekliğin aynası) olur.
• Misal: Azametli Güneş, nasıl ki ziyasıyla her bir su katresinde ve cam zerresinde (kendi azametiyle değil, cilvesiyle) bulunuyorsa; öyle de, Kâinatın Hâlık’ı da, bütün sıfat ve esmasıyla her bir zîhayatta tecelli eder.
• Şirki (Ortaklığı) Reddetmesi: Bu câmiiyet, şirki temelden reddeder. Zira bir çam ağacının küçük bir tohumunda, o koca ağacın bütün fihristesini ve mukadderatını yazan kalem; elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Bir arının küçük kafasına kâinat bahçesini tanıyacak cihazatı derceden Zât, elbette bütün kâinatın Hâlık’ı olabilir.
• İhya-yı Arz (Yeryüzünün Diriltilmesi) Delili: Bahar mevsiminde, üç yüz bin nevi mahlukatın hadsiz efradının beraber, birbiri içinde, noksansız ve kusursuz olarak ihya edilmesi, öyle bir “sikke-i tevhid” (birlik mührü) ve **”hâtem-i ehadiyet”**tir (teklik damgasıdır) ki; bu tek fiili yapamayan, hiçbir şey yapamaz. Bu tek fiili yapan ise, her şeyin Hâlık’ıdır.

Hâtime (Sonuç): İsm-i Hayy’ın Azameti
Nükte, İsm-i A’zam’ın herkes için bir olmayıp, meşrebine (manevî yoluna) göre değişebileceğini belirtir (Misal: Gavs-ı A’zam için “Yâ Hayy”, İmam-ı Rabbanî için “Yâ Kayyum”).
Ve bu Beşinci Nükte’nin İsm-i Hayy hakkında olması münasebetiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Cevşen-ül Kebir münacatındaki İsm-i Hayy’a dair şu muazzam marifet tefekkürü ile sona erer:
“Ey her diriden evvel Diri Olan (Yâ Hayyu kable külli Hayy)!”
“Ey her diriden sonra Diri Olan (Yâ Hayyu ba’de külli Hayy)!”
“Ey hiçbir dirinin Kendi misli gibi olmadığı Diri (Yâ Hayyu’llezî leyse kemislihî Hayy)!”
“Ey hiçbir şeyin Kendisine benzemediği Diri!”
“Ey hiçbir diriye muhtaç olmayan Diri!”
“Ey hiçbir dirinin Kendisine ortak olamadığı Diri!”
“Ey bütün dirileri öldürecek olan Diri!”
“Ey bütün dirileri rızıklandıran Diri!”
“Ey ölüleri dirilten Diri (Yâ Hayyu’llezî yuhyi’l-mevtâ)!”
“Ey aslâ ölmeyen Diri (Yâ Hayyu’llezî lâ yemût)!”
Cenâb-ı Hak, bu Nükte’de izah edilen hayatın kıymetini bilmeyi ve o hayatı, gayesi olan ebedî hayata ve rızasına sarf etmeyi hepimize nasip eylesin. Âmin.

 

 

 

Otuzuncu Lem’anın Altıncı Nüktesi

İsm-i Kayyum’a bakar.

İsm-i Hayy’ın bir hülâsası, Nur Çeşmesi’nin bir zeyli olmuş; bu İsm-i Kayyum dahi, Otuzuncu Söz’ün zeyli olması münasib görüldü.

İTİZAR:

Bu çok ehemmiyetli mes’eleler ve çok derin ve geniş İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamı, hem muntazaman değil, belki ayrı ayrı lem’alar tarzında kalbe hutur ettiğinden, hem gayet müşevveş ve acele ve tedkiksiz müsvedde halinde kaldığından elbette tabirat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır. Mes’elelerin güzelliklerine, benim kusurlarımı bağışlamalısınız.

İHTAR:

İsm-i a’zama ait nükteler, a’zamî bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan, hususan İsm-i Kayyum’a ait mes’eleler ve bilhâssa Birinci Şuaı

{(Haşiye): Bu risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse, Birinci Şuaı okumasın veya âhirde okusun; ikinciden başlasın.}

maddiyyunlara baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden, elbette her adam her mes’eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes’eleden bir derece hisse alabilir. “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz.” kaidesiyle, “bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdır. İsm-i a’zama ait mes’elelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan İsm-i Hayy ve Kayyum’a ve bilhâssa hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bilhâssa Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine ve İsm-i Kayyum’un Birinci Şuaına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz; belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük mes’ele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ٭ لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ٭ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ ٭ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
gibi kayyumiyet-i İlahiyeye işaret eden âyetlerin bir nüktesi ve ism-i a’zam veyahud ism-i a’zamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahud ism-i a’zamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyum isminin bir cilve-i a’zamı, Zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle o nur-u a’zamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim, fakat Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.), Kaside-i Ercuze’sinde “Sekine” nam-ı âlîsiyle beyan ettiği ism-i a’zam ve Celcelutiye’sinde pek muhteşem isimlerle ism-i a’zam içinde bulunan o altı ismi en a’zam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârane bize teselli verdiği için bu İsm-i Kayyum’a dahi, evvelki beş esma gibi, hiç olmazsa muhtasar bir surette “Beş Şua” ile, o nur-u a’zama işaret edeceğiz.

Birinci Şua:

Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizâtihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur. Hem o Zât-ı Zülcelal’in kayyumiyetiyle beraber Kur’an-ı Azîmüşşan’da ferman ettiği gibi

لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ

dür. Yani ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdes’e misil ve mesîl ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir. Evet bir zât ki, ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele.. ve en büyük şey en küçük şey gibi kudretine müsahhar ola.. ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya.. ve hadsiz efrad, bir ferd gibi nazarında hazır ola.. ve bütün sesleri birden işite.. ve umumun hadsiz hacatını birden yapabile.. ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle hiçbir şey, hiçbir hal, daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya.. ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola.. ve herşey ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, o ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zât-ı Hayy-u Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilât ve teşbihat, bu mesel ve temsil nev’indendirler.

İşte böyle misilsiz ve Vâcib-ül Vücud ve maddeden mücerred ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tegayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zât-ı Akdes’in kâinat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini ayn-ı Zât-ı Akdes tevehhüm ederek bir kısım mahlukatına uluhiyetin ahkâmını veren ehl-i dalalet insanların bir kısmı, o Zât-ı Zülcelal’in bazı eserlerini tabiata isnad etmişler. Halbuki Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde kat’î bürhanlarla isbat edilmiş ki: Tabiat bir san’at-ı İlahiyedir, Sâni’ olmaz.. bir kitabet-i Rabbaniyedir, kâtib olmaz.. bir nakıştır, nakkaş olamaz.. bir defterdir, defterdar olmaz.. bir kanundur, kudret olmaz.. bir mistardır, masdar olmaz.. bir kabildir, münfail olur; fâil olmaz.. bir nizamdır, nâzım olamaz.. bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz.

Farz-ı muhal olarak en küçük bir zîhayat mahluk tabiata havale edilse, “bunu yap” denilse; Risale-i Nur’un çok yerlerinde kat’î bürhanlarla isbat edildiği gibi, o küçük zîhayatın a’zâları ve cihazatları adedince kalıblar, belki makineler bulundurmak gerektir; tâ ki, tabiat o işi görebilsin.

Hem maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i a’zamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber herbir yerde herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri; camid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrata ve harekâtına vermek, ne kadar cahilane ve hurafetkârane bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yani bir tek ilahı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani bir tek Zât-ı Akdes’in hâssası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından; o hadsiz, nihayetsiz camid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar…

İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak! Evet zerrelerdeki cilve ise; zerreler taifesini Vâcib-ül Vücud’un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir sâniye o Kumandan-ı A’zam’ın emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli camid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler; belki bütün bütün mahvolacaklar.

Hem insanların bir kısmı güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalaletle Sâni’-i Zülcelal’in gayet latif, nazenin, muti’, müsahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zaîf bir perde-i tasarrufatı ve latif bir midad (mürekkeb)-ı kitabeti ve en nazenin bir hulle-i icadatı ve bir maye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan “esîr” maddesini, cilve-i rububiyetine âyinedarlık ettiği için masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acib cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünki esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hâssasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine; herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.

Evet mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki; herşeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebatını tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz. Evet -sırr-ı Kayyumiyetle- en cüz’î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlık’ının fiili olduğuna delalet eden bir sırr-ı a’zamı taşıyor. Evet meselâ bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinat’a hususiyetini gösteriyor.

Birincisi:

O arının bütün emsalinin bütün zeminde, aynı zamanda aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki: Bu cüz’î ve hususî fiil ise, ihatalı rûy-i zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyle ise; o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz’î fiil dahi onundur.

İkinci cihet:

Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerait-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebatını temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz’î fiili yapan zâtın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.

Demek en cüz’î fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şey’e has olduğunu gösterir.

En ziyade cây-ı dikkat ve cây-ı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan “vücub”un ve vücudun en sebatlı derecesi olan “maddeden tecerrüd”ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan “mekândan münezzehiyet”in ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan “vahdet”in sahibi olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un en has hâssası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; vücudun en zaîf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz kesretli bir maddî madde olan esîr ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlahiyenin onlardan neş’et ettiğini tevehhüm etmek, ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur’un müteaddid cüz’lerinde kat’î bürhanlarla gösterilmiştir.

İkinci Şua:

“İki Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele:

İsm-i Kayyum’un bir cilve-i a’zamına işaret eden

لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ ٭ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا ٭ لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ

gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-ı a’zamın bir vechi şudur ki:

Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı Kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasılki meselâ: Havada -tayyareler yerinde- binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür.. öyle de: O Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i Arz’dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazife ile tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde “Emr-i Kün Feyekûn”den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, İsm-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar. Evet bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir a’zâya mahsus bir heyet ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zîhayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilân ederler.
İkinci Mes’ele:

Eşyanın sırr-ı kayyumiyetle münasebetdar faidelerinin ve hikmetlerinin bir kısmına işaret etmeyi, bu makam iktiza ediyor.

Evet herşeyin hikmet-i vücudu ve gaye-i fıtratı ve faide-i hilkati ve netice-i hayatı üçer nevidir:

Birinci nevi,

kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.

İkinci nevi,

daha mühimdir ki: Herşey, umum zîşuur mütalaa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelal’in cilve-i esmasını bildirecek birer âyet, birer mektub, birer kitab, birer kaside hükmünde olarak manalarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.

Üçüncü nevi ise,

Sâni’-i Zülcelal’e aittir, ona bakar. Herşeyin faidesi ve neticesi kendine bakan bir ise, Sâni’-i Zülcelal’e bakan yüzlerdir ki, Sâni’-i Zülcelal kendi acaib-i san’atını kendisi temaşa eder; kendi cilve-i esmasına, kendi masnuatında bakar. Bu a’zamî üçüncü nevide, bir sâniye kadar yaşamak kâfidir.

Hem herşeyin vücudunu iktiza eden bir sırr-ı kayyumiyet var ki, Üçüncü Şua’da izah edilecek.

Bir zaman tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faidelerine baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?” Onların şahsına bakıyorum; muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye temaşagâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup; faidesiz boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksad nedir? diye çok merak ediyordum. O zaman mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u İlahî ile buldum. O da şudur:

Herşey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektub, bir kaside-i Rabbanîdir, bir ilânname-i İlahîdir. Umum zîşuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur.

Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhâssa zîhayatlarda bulunan çok hârika ve pek ince san’atın mu’cizeleri inkişaf etti. Anladım ki: Bu çok ince ve çok hârika olan dekaik-ı san’at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mana için değildir. Gerçi herbir mevcudu, hadsiz zîşuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduddur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-ı san’atına nüfuz edemezler. Demek zîhayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyum-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir.

Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi ve ondan anladım ki: Her mevcudda, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-ı san’at bulunması, Zât-ı Kayyum-u Ezelî’nin nazarına arzetmek, yani Zât-ı Kayyum-u Ezelî kendi san’atını kendisi temaşa etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarıfa kâfi geliyordu. Bir zaman sonra gördüm ki: Mevcudatın şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-ı san’at devam etmiyor; gayet sür’atle tazeleniyor, tebeddül ediyor; nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallakıyet içinde tahavvül ediyorlar. Bu hallakıyet ve bu faaliyetin hikmeti elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lâzım geliyor, diye tefekküre başladım. Bu defa mezkûr iki hikmet kâfi gelmemeye başladılar, noksan kaldılar. Gayet merak ile ayrı bir hikmeti aramaya ve taharriye başladım. Bir zaman sonra, lillahilhamd Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın feyzi ile, sırr-ı kayyumiyet noktasında azîm hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onun ile “tılsım-ı kâinat” ve “muamma-yı hilkat” tabir edilen bir sırr-ı İlahî anlaşıldı. (Yirmidördüncü Mektub’da tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız icmalen iki-üç noktasını Üçüncü Şua’da zikredeceğiz.)

Evet sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada

اَللّٰهُ الَّذ۪ى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا

sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.

Hem nasılki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelal’e dayanıyorlar; kıyamları onunladır.. öyle de: Mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette

وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ

sırrıyla, uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki, mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona.. gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak. İşte, bütün böyle silsilelerin müntehaları, elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve manası kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar.
Üçüncü Şua:

كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ى شَاْنٍ ٭ فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُ ٭ يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُ ٭ بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ٭ فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

gibi âyetlerin işaret ettikleri hallakıyet-i İlahiye ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı kayyumiyetin bir derece inkişafına, bir iki mukaddeme ile işaret edeceğiz.

Birincisi:

Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı, bir sâniyede gelir, der-akab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev’i, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip, konup, vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat ve sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ü idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrane, hakîmane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki; bütün akıllar farazâ ittihad edip bir tek akıl olsa, o hakîmane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkid edemez.

İşte bu hallakıyet-i Rabbaniyenin içinde; o sevimli ve sevdiği masnuatın hususan zîhayatların hiçbirine göz açtırmayarak âlem-i gayba gönderiyor, hiçbirine nefes aldırmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor, mütemadiyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rızası olmayarak boşaltıyor; kalem-i kaza ve kader, Küre-i Arz’ı yazar bozar tahtası gibi yaparak

يُحْي۪ى وَ يُم۪يتُ

cilveleriyle mütemadiyen Küre-i Arz’da yazılarını yazar ve o yazıları tazelendirir, tebdil eder. İşte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakıyet-i İlahiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktezisi ve bir sebeb-i dâîsi, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir.

O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Faaliyetin her nev’i cüz’î olsun, küllî olsun bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebaud ile silkinmesidir. Evet her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takib eder. Herbir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Herbir kemal sahibi, faaliyetle kemalâtının tezahürünü lezzetle takib eder. Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi, bir kemaldir ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan zâtın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasib o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak hadsiz derecede (tabirde hata olmasın) bir aşk-ı lahutî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.

Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şubesi:

Esma-i İlahiyeye bakar. Malûmdur ki herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister; herbir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever. Madem bu esaslı kaideler, herşeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemil-i Mutlak olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in binbir esma-i hüsnasından herbir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delaletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin herbir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz enva’-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır.

Madem bu esmanın kudsî cemallerini irae eden âyineleri ve güzel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlarını ifade eden sahifeleri, bu mevcudattır ve bu kâinattır. Elbette o daimî ve bâki esma, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz manidar nakışlarını ve kitablarını; hem müsemmaları olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in nazar-ı müşahedesine, hem hadd ü hesaba gelmeyen zîruh ve zîşuur mahlukatın nazar-ı mütalaasına göstermek ve nihayetli mahdud bir şeyden nihayetsiz levhaları ve bir tek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikattan pek kesretli hakikatları göstermek için, o aşk-ı mukaddes-i İlahîye istinaden ve o sırr-ı kayyumiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.

Dördüncü Şua:

Kâinattaki hayretnüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki:

Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur; herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur; herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir; herbir âlîcenab zât, başkasını mes’ud etmekle lezzet alır; herbir âdil zât, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiblerini minnetdar etmekle keyiflenir; hüner sahibi herbir san’atkâr, san’atını teşhir etmekle ve san’atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.

İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuzikinci Söz’ün İkinci Mevkıfında izah edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münasib olduğundan, deriz:

Nasılki meselâ gayet merhametli, sehavetli, gayet kerim âlîcenab bir zât, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasıyla büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde Arz’ın etrafında gezdirir ve kendisi de onların üstünde, onları mesrurane temaşa ederek o muhtaçların minnetdarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder. Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa.. elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan Küre-i Arz gemisine bindirerek; rûy-i zemini, enva’-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnetdar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-u Kayyum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnetdarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi, “memnuniyet-i mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadi hallakıyeti iktiza eder.

Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese; san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur; kendi kendine “Mâşâallah” der. Madem icadsız ve surî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni’-i Hakîm’i, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin enva’ıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musikî-i İlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber, kâinatın herbir nev’ini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mu’cizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında birer fonoğraf, birer fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi yapmakla beraber herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer âyinesiz fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha hârika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi manaları ve rububiyetin bu nev’inden olan ulvî şuunatı; elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.

Hem meselâ bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması; hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un bütün mahlukatına, hususan zîhayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle.. ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle.. ve zaîfleri kavîlerin şerrinden Rahîmane himaye etmekle.. ve umum zîhayatlarda bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev’i tamamen ve haksızlara ceza vermek nev’i ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla.. ve bilhâssa mahkeme-i kübra-yı haşirde adalet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuunat-ı Rabbaniye ve maânî-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor.

İşte bu üç misal gibi; esma-i hüsnanın umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından, hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler. Hem madem her kabiliyet, herbir istidad, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir.. hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder.. ve madem bir tek tohumdan bir çok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiblerine çok sevinçli bir halettir, bir ticarettir. Elbette bütün mahlukattaki hadsiz istidadları inkişaf ettiren ve bütün mahlukatını kıymetdar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren, yani unsurları, madenler mertebesine; madenleri, nebatlar hayatına; nebatları, rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına; ve hayvanları insanların şuurkârane olan yüksek hayatına çıkarıyor.

İşte herbir zîhayatın zahirî bir vücudunun zevaliyle; (Yirmidördüncü Mektub’da izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti gibi pek çok vücudlarını arkasında bıraktıran ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallakıyet-i Rabbaniyeden neş’et eden maânî-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlahiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.
Mühim bir suale kat’î bir cevab:

Ehl-i dalaletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zâtın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”

Elcevab:

Hâşâ yüzbin defa hâşâ!.. Yerdeki âyinelerin tegayyürü, gökteki Güneş’in tegayyürünü değil, bilakis cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğna-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayıddan, imkândan münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zât-ı Akdes’in tegayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tegayyürü, onun tegayyürüne değil, belki adem-i tegayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünki müteaddid şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zât, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ; sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin yerinde durup tegayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın.

Meşhurdur ki: İntizamla tahrik eden, hareket etmemek ve devam ile tağyir eden, mütegayyir olmamak gerektir; tâ ki o iş intizamla devam etsin.

Sâniyen: Tegayyür ve tebeddül; hudûstan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcib-ül Vücud olduğundan; elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

Beşinci Şua:

İki mes’eledir:

Birinci Mes’elesi:

İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamını görmek istersek, hayalimizi bütün kâinatı temaşa edecek; biri, en uzak şeyleri; diğeri, en küçük zerreleri gösterecek iki dûrbîn yapıp birinci dûrbînle bakıyoruz, görüyoruz ki: İsm-i Kayyum’un cilvesiyle, Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak havadan daha latif olan madde-i esîriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor. Sonra o hayalin hurdebîni olan ikinci dûrbîniyle, küçük zerratı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyumiyetle, zîhayat mahlukat-ı Arziyenin herbirinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatın kanındaki “küreyvat-ı hamra ve beyza” tabir ettikleri zerrelerden teşekkül eden küçücük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi, mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.
Bir hülâsat-ül hülâsa:

{(Haşiye) : Otuzuncu Lem’anın altı risaleciğinin esası ve mevzuu ve ism-i a’zamın sırrını taşıyan altı mukaddes isimlerin gayet kısa bir hülâsalarıdır.}

İsm-i a’zamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizac ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için, bir hülâsanın zikri münasibdir. Şöyle ki:

Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren, İsm-i Kayyum’un bu cilve-i a’zamının arkasından bak: İsm-i Hayy’ın cilve-i a’zamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şu’lelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor. Şimdi bak: İsm-i Hayy’ın arkasında İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı, bütün kâinatı enva’ıyla, eczasıyla bir vahdet içine alıyor; herşeyin alnına bir sikke-i vahdet koyuyor; her şeyin yüzüne bir hâtem-i ehadiyet basıyor; nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilân ettiriyor. Şimdi İsm-i Ferd’in arkasından İsm-i Hakem’in cilve-i a’zamına bak ki; yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dûrbîniyle temaşa ettiğimiz mevcudatın herbirisini, cüz’î olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, herbirine lâyık ve münasib olarak meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış, bütün mevcudatı süslendirmiş, yaldızlandırmış. Sonra İsm-i Hakem’in cilve-i a’zamı arkasından bak ki, İsm-i Adl’in cilve-i a’zamıyla (İkinci Nükte’de izah edildiği vechile) bütün kâinatı mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki; ecram-ı semaviyeden biri, bir sâniye de müvazenesini kaybetse; yani İsm-i Adl’in cilvesi altından çıksa, yıldızlar içinde bir herc ü merce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek. İşte bütün mevcudatın daire-i a’zamı, Kehkeşan’dan yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübradan tut, tâ kan içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın daire-i hareketlerine kadar herbir dairesini, herbir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçü ile biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle baştan başa yıldızlar ordusundan, tâ zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatın “Emr-i Kün Feyekûn”den gelen emirlere kemal-i müsahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor. Şimdi İsm-i Adl’in cilve-i a’zamı arkasından (Birinci Nükte’de izah edildiği gibi) İsm-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamına bak ki; kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pâk, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki; bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak’ın hadsiz derecede cemal-i zâtîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına münasib olacak güzel âyineler şeklini vermiştir.

Elhasıl: İsm-i a’zamın bu altı ismi ve altı nuru, kâinatı ve mevcudatı ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, başka başka zînetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı sarmıştır.
Beşinci Şua’nın İkinci Mes’elesi:

Kâinata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var. Yani nasılki kâinat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir.. öyle de İsm-i Kayyum’un mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur; yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kâinata bir direktir. Evet Zât-ı Hayy-u Kayyum, bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünki insan, câmiiyet-i tâmme ile bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevkeder. Hususan rızktaki zevk cihetiyle pek çok esma-i hüsnayı anlar. Halbuki melaikeler, onları o zevk ile bilemezler.

İşte insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zât-ı Hayy-u Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva’-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva’-ı mat’umatıyla kerimane doldurmuş. Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile, teşekküratın her nev’ini yapar. Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder. Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevî mide hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahman’ı ve İsm-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. “Elhamdülillahi alâ Rahmaniyyetihi ve alâ Hakîmiyyetihi” der ve hâkeza.. bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhâssa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.

İşte Zât-ı Hayy-u Kayyum, insanı bütün kâinata bir merkez, bir medar yaparak, kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kâinatı insana müsahhar ettiğinin ve kâinatın insan ile mazhar olduğu sırr-ı kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir:

Birincisi:

Kâinatta münteşir bütün enva’-ı nimeti insanla tanzim etmek ve insanın menfaatı ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.
İkinci Vazifesi:

Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hitabatına, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatab olmak ve hayretkârane san’atlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün enva’ıyla, bütün enva’-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir.

Üçüncü Vazifesi:

Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-u Kayyum’a ve şuunatına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir.

Birinci Vecih:

İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlık’ının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve za’fıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkeza.. noksan sıfatlarıyla Hâlık’ının evsaf-ı kemaline mikyasvari âyine olmak. Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeğe mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemalât-ı İlahiyeye âyinedarlık eder.

İkinci Vecih:

İnsan, cüz’î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zahirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san’atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.

Üçüncü Vecih’teki

âyinedarlığın iki yüzü var:

Birisi,

esma-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Âdeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.

İkinci yüzü,

şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık eder. Yani kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem’ ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-u Kayyum’un sem’ ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir. Hem insan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-u Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder. Meselâ: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalar ile Zât-ı Akdes’in kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasib ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına âyinedarlık eder.

Hem insan, nasılki hayat-ı câmiasıyla Zât-ı Zülcelal’in sıfât ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir.. ve hâkeza çok cihetlerle Zât-ı Hayy-u Kayyum’a âyinedarlık eder. Öyle de: İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz’un gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat’î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir

{(Haşiye): Evet nasılki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri, taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arz’ın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delalet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de; insanın ruhu âlem-i ervahtan ve hâfızaları Levh-i Mahfuz’dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden.. ve hâkeza herbir cihazı bir âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına kat’î şehadet ederler.}

ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve latifelerdir ve hâkeza… İnsan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.

İşte insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemal-i bâkiye âyinedir, kemal-i sermedîye dellâl-ı mazhardır ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir. Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için, bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebed-ül âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır.

Çünki ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünki cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fena ise, o muhabbeti adavete kalbeder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemal-i sermedîye karşı olan esaslı muhabbet yerine adavet bulunacaktır. Onuncu Söz’ün haşiyesinde beyan edildiği gibi: Bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adavete dönüyor ve diyor ki: “Tuh!.. Ne kadar çirkindir” diyerek, kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adavetkârane kusurlarını arar, âdeta düşmanlık etmek ister.

Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel esma-i hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adaveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek.. ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıd olarak bir gizli adaveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünki insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak’tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adavetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin ALLAH’ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor. Öyle ise, herhalde o Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştakı olan insan ile ebed-ül âbâd yolunda seyahatında beraber bulunmak için, alâküllihal bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek.

Evet madem insan fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye müştak ve muhib bir surette halkedilmiştir.. ve madem bâki bir cemal, zâil bir müştaka razı olamaz.. ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adavet etmekle kendini teskin eder.. ve madem bu kâinat, insan için halkedilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlahiye için yaratılmış.. ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, esmasıyla sermedîdir.. ve madem esmalarının cilveleri daim ve bâki ve ebedî olacaktır; elbette ve herhalde insan, bir dâr-ı bekaya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır. Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a’zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad u Samed, elbette Ahmed-i Muhammed’dir.

عَلَيْهِ وَ عَلٰٓى اٰلِهِ الصَّلَاةُ و السَّلَامُ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ

يَٓا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَح۪يمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

نَسْئَلُكَ بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَك۪يمِ وَ بِحُرْمَةِ حَب۪يبِكَ الْاَكْرَمِ وَ بِحَقِّ اَسْمَٓائِكَ الْحُسْنٰى وَ بِحُرْمَةِ اِسْمِكَ الْاَعْظَمِ اِحْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَ الشَّيْطَانِ وَ مِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ اٰم۪ينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

*************

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuzuncu Lem’a’nın “Altıncı Nükte”si olan İsm-i Kayyum bahsi, hakikaten tefekkürî ve derûnî bir muhtevaya sahiptir. Bu mübarek metin, İsm-i A’zam’ın altı nurundan biri (veya İsm-i Hayy ile birlikte İsm-i A’zam’ın iki ziyasından ikincisi) olan “Kayyûm” isminin kâinattaki ve insandaki tecellî-i a’zamını (en büyük yansımasını) tasvir etmektedir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “İtizar” (Özür) ve “İhtar” (Uyarı) ile başladığı bu bahis, Eskişehir hapsinde, gayet müşevveş (karışık) ve acele bir surette, kalbe gelen lem’alar (parıltılar) halinde yazıldığından, tabirlerde noksanlık olabileceğini, ancak mes’elelerin güzelliğine ve ehemmiyetine nazar edilmesi gerektiğini belirtir. Bu, mes’elenin ne kadar derin ve geniş olduğunun bir ifadesidir.

Giriş: İsm-i Kayyûm’un Manası ve Kâinat ile Alakası
“Kayyûm” ismi, lügat manasıyla “bizâtihî kaim olan, yani varlığı kendinden olan, varlıkta durmak için hiçbir şeye muhtaç olmayan ve bütün eşyayı varlıkta durduran, ayakta tutan” demektir.
Metnin başında zikredilen ve bu hakikatin müradifleri olan ayet-i kerimeler, İsm-i Kayyum’un kâinattaki tecellîlerini icmalen (özetle) haber verir:
• بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ
• Meali (Yâsîn Suresi, 36:83): “O halde her şeyin mülkiyet ve yönetimi elinde olan (Allah) ne yücedir! Siz de yalnız O’na döndürüleceksiniz.”
• İzahı: “Melekût”, eşyanın derûnî, iç yüzü, yönetimi ve idaresi demektir. Her şeyin idaresi, ayakta duruşu O’nun elindedir.
• لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ
• Meali (Zümer Suresi, 39:63): “Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.”
• İzahı: “Makâlîd” (anahtarlar), hazineler, kilitler manasındadır. Bütün hayat, rızık, varlık ve beka (devamlılık) hazinelerinin anahtarları O’nun nezdindedir.
• وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ
• Meali (Hicr Suresi, 15:21): “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.”
• İzahı: Her şeyin vücuda gelmesi ve devamı için lazım olan her ne varsa, hepsi O’nun tükenmez hazinelerindedir.
• مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
• Meali (Hûd Suresi, 11:56): “İşte ben, hem benim, hem sizin rabbiniz olan Allah’a dayandım. Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir.”
• İzahı: “Nâsiye” (perçem), mutlak hâkimiyetin ifadesidir. Bütün canlıların idaresi, sevk edilmesi ve ayakta durması, zerre miskal O’nun kabza-i tasarrufundan (idaresi altından) hariç değildir.
Bu ayetler, kâinatta hiçbir şeyin kendi kendine, tesadüfen veya başka bir sebebe dayanarak ayakta durmadığını, hepsinin tek bir Kayyûm-u Zülcelâl’in kayyûmiyeti ile kaim (ayakta) olduğunu ders verir.

Birinci Şua: Kayyûmiyet, Tenzih ve Tabiatın Reddi
Bu Şua, İsm-i Kayyûm’un en temel manasını ve bu mananın zıddı olan dalâlet fikirlerini çürütür.

1. Kayyûmiyet ve Tenzih:
Hâlık-ı Zülcelâl, Kayyûm’dur. Bütün eşya O’nunla kaimdir. Eğer bu “nisbet-i kayyûmiyet” (sübûtî bir sıfat olan ‘Kıyam’ın mahlûkatla alakası) bir an kesilse, kâinat mahvolur.
Aynı zamanda bu Kayyûm Zât, hiçbir şeye benzemez. Zira Kur’an-ı Azîmüşşan ferman eder:
• لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
• Meali (Şûrâ Suresi, 42:11): “…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Kâinatı bir saray gibi idare eden, yıldızların icadını zerreler kadar kolay yaratan, hadsiz işleri bir anda yapan, her şeyi birden işitip her şeye birden cevap veren bir Zât’ın; elbette misli, nazîri (benzeri), şerîki (ortağı), zıddı ve niddi (dengi) olması muhaldir. Risale-i Nur’daki bütün temsilât ve teşbihât (benzetmeler), O’nun Zât’ını değil, şuûnât-ı kudsiyesini (kutsal işleyişini) akla yaklaştırmak içindir.

2. Dalâlet Fırkalarının Reddi (İsbat-ı Kayyûm):
İnsanlardan bir kısmı, bu Kayyûm Zât’ı ve O’nun eserlerini yanlış tasavvur ederek dalâlete düşmüşlerdir. Birinci Şua, üç ana dalâlet fikrini reddeder:
• a) Tabiatperestlik (Natüralizm): Eserleri “tabiat”a isnad edenler. Risale, tabiatın kendisinin bir fâil (iş yapan) değil, bir “san’at-ı İlahiyye” (İlahi sanat) olduğunu isbat eder. Tabiat;
• Bir kitaptır, kâtip (yazar) olamaz.
• Bir nakıştır, nakkaş olamaz.
• Bir kanundur, kudret (güç) olamaz.
• Bir mistardır (cetveldir), masdar (kaynak) olamaz.
• Münfaildir (edilgendir), fâil (etken) olamaz.
• Bir nizamdır, nâzım (düzenleyici) olamaz.
• b) Maddiyyun (Materyalizm): Hâdiseleri “madde” ve “zerreler”in (atomların) hareketlerine isnad edenler. Bu, bir tek İlah’ı kabul etmemek için, zerreler adedince nihayetsiz ilahları kabul etmektir. Câmid (cansız), kör, şuursuz zerrelerin; her şeyi gören, bilen, idare eden bir Zât’ın fiillerini yapması, “echeliyetin nihayetsiz derecesi” yani cehaletin son noktasıdır. Zerreler, Kayyûm-u Zülcelâl’in emriyle hareket eden muntazam bir ordudur.
• c) Esîrperestlik: Hâdiselerin kaynağını “esîr” maddesine verenler. Esîr, zerrelerden daha latîf (ince) olsa da, neticede o da şuursuz, camid, edilgen bir maddedir. Her şeyi idare eden sonsuz ilim ve kudreti bu maddeye vermek, esîrin zerreleri adedince yanlıştır.
Ana Delil: Bir arının icadı gibi en cüz’î (küçük) bir fiil dahi, o arının bütün kâinatla olan münasebetini bilmeyi ve idare etmeyi gerektirir. Bu ise, ancak bütün kâinatın Hâlık’ı (Yaratıcısı) olan Zât’ın fiili olabilir.

İkinci Şua: Kayyûmiyet’in Tecellîsinin İki Mes’elesi
Bu Şua, Kayyûm isminin tezahürünün ihtişamını ve mahlûkatın yaratılış hikmetlerini izah eder.
Birinci Mes’ele: Semâvât ve Zerrâttaki Kıyam (Ayakta Duruş)
Kayyûmiyet’in azametini gösteren ayetlerden biri, Âyetü’l-Kürsî’dir:
• اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ…
• Meali (Bakara Suresi, 2:255): “Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur…”
“Siz de O’na döndürüleceksiniz.” ayetinin (Yâsîn 36:83) manasını tefsir eden bu Şua’da, Arz’dan milyonlarca defa büyük yıldızların ve kürelerin, fezâ-yı gayr-ı mütenâhîde (sonsuz uzayda) direksiz durmaları, İsm-i Kayyûm’un cilvesiyledir. Eğer o nisbet-i kayyûmiyet bir an kesilse, hepsi dağılır, ademe (yokluğa) dökülürler.
Aynı sır, en büyükten en küçüğe caridir. Bir zîhayatın (canlının) cesedindeki zerreler dahi, unsurların sel gibi akışına rağmen, muntazam bir tabur gibi yerlerini muhafaza ederler. Bu, Kayyûm isminin sırrıdır.

İkinci Mes’ele: Eşyanın Hikmet-i Vücudu (Varlık Sebebi)
Mahlûkat neden yaratılır, kısa bir süre görünüp kaybolur? Bu mes’ele, Üstad Hazretleri’nin tefekkür seyahatindeki üç mühim merhaleyi (aşamayı) tasvir eder:
• Birinci Merhale (Zîşuurlara Bakan Gaye): Her şey, manidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbanîdir. Umum zîşuurlara (şuur sahiplerine) manasını ifade ettikten sonra, lafzı (sureti) kaybolur.
• İkinci Merhale (Sâni’e Bakan Gaye): Mahlûkattaki ince sanatlar, sadece insanların ve diğer zîşuurun nazarına (bakışına) göre değildir. Zira onların nazarı mahduddur (sınırlıdır). En mühim gaye, “Zât-ı Kayyûm-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir.” Sâni’, kendi sanatını kendisi temâşâ eder.
• Üçüncü Merhale (Sırr-ı Kayyûmiyet ve Faaliyet): Fakat bu sanatlar da sabit durmuyor; “gayet sür’atle tazeleniyor, tebeddül ediyor.” Bu “faaliyet-i daime”nin (devamlı faaliyetin) hikmeti nedir? Bu, mezkûr iki hikmetten daha azîm bir hikmeti, yani “sırr-ı kayyûmiyeti” gösterir.
Bu üçüncü nokta, Üçüncü Şua’da izah edilecektir. Varlık, ayakta durmak için bir istinad noktasına (dayanak noktasına) muhtaçtır. Bu nokta, Kayyûm-u Zülcelâl’dir. Ayet-i kerimede bu hakikate şöyle işaret edilir:
• …اَللّٰهُ الَّذ۪ى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا…
• Meali (Ra’d Suresi, 13:2): “…Allah, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükselten…”
Ve her şeyin merci ve müntehâsı (son durağı) O’dur:
• …وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ…
• Meali (Hûd Suresi, 11:123): “…İşlerin hepsi, sonunda O’na döner…”

Üçüncü ve Dördüncü Şualar: Faaliyet-i Daimenin Hikmetleri
Bu iki Şua, İkinci Şua’nın sonunda ulaşılan “Neden kâinatta durmayan bir faaliyet ve hallâkıyet (yaratıcılık) var?” sualinin cevabıdır. Bu faaliyet, Kayyûm isminin bir gereğidir.

1. Faaliyetin Sebebi: Kâinat bir misafirhanedir; durmadan dolar, boşalır. Kalem-i kaza ve kader, Arz’ı “yazar bozar tahtası” gibi kullanır. Bu faaliyetin üç mühim şubesi (dalı) vardır:
Birinci Şube (Üçüncü Şua): Faaliyet ve Lezzet-i Mukaddese
“Faaliyet ayn-ı lezzettir.” Her kabiliyet sahibi, faaliyetle inkişaf etmekten (gelişmekten) lezzet alır. Madem Hayy-u Kayyûm olan Zât’ın ezelî hayatından neş’et eden (kaynaklanan) hadsiz bir muhabbet ve merhamet kâinatta görünüyor; elbette o Hayat-ı Akdes’te (En Kutsal Hayat’ta), tabirde hata olmasın, bir “aşk-ı lahûtî”, bir “muhabbet-i kudsiye”, bir “lezzet-i mukaddese” gibi şuûnât-ı kudsiye (kutsal işler, Zât’ın muktezâları) vardır ki, bu hadsiz faaliyeti iktiza eder (gerektirir).
İkinci Şube (Üçüncü Şua): Esma-i İlahiyyenin Tecellî İsteği
Her cemal (güzellik) sahibi, cemalini görmek ve göstermek ister. Her hüner sahibi, hünerini teşhir etmek ister. Elbette Cemîl-i Mutlak (Mutlak Güzel) olan Zât-ı Kayyûm, binbir Esmâ-i Hüsnâ’sının (Güzel İsimlerinin) sonsuz cemallerini ve hakikatlerini görmek ve göstermek ister. Kâinat ve mevcudat, bu Esmâ’nın âyineleri, levhaları ve sahifeleridir. Bu isimler dâimî ve bâkî oldukları için, cilvelerini gösterecek âyineleri mütemadiyen (sürekli) tazelendirirler, değiştirirler.
Üçüncü Şube (Dördüncü Şua): Şuûnât-ı Rubûbiyetin (Terbiye Ediciliğin Gerekleri) Tecellîsi
Bu Şua, bu faaliyetin “netice”sine, yani mahlûkatı memnun etmekten, onlara haklarını vermekten, sanatını teşhir etmekten gelen kudsî manalara bakar:
• Misal 1 (Rahmet ve Kerem): Âlicenap bir zâtın, fakirleri bir gemide mükemmel ziyafetlerle gezdirip onların memnuniyetiyle mesrur olması gibi; Zât-ı Hayy-u Kayyûm da, Arz sefinesine bindirdiği hadsiz mahlûkatını rızıklandırmaktan ve onların teşekküratından gelen, tabirine me’zun olmadığımız bir “memnuniyet-i mukaddese” hisseder.
• Misal 2 (San’atkârlık): Mahir bir sanatkârın, yaptığı plâksız fonoğrafın (insan zihni ve hafızası gibi) istediği gibi çalışmasından “iftihar-ı kudsî” duyması gibi; Sâni’-i Hakîm de, kâinatı ve içindeki hadsiz mu’cizeleri (insan kafasındaki hârika makineler gibi) mükemmel işleterek, Zât’ına mahsus bir iftihar-ı kudsî ile faaliyetini devam ettirir.
• Misal 3 (Adalet ve Hikmet): Âdil bir hükümdarın, ihkak-ı hak (hakkı yerine getirmek) ile lezzet alması gibi; Adl-i Âdil olan Zât da, mahlûkata “hukuk-u hayat” (hayat hakları) vermekle, zaîfleri kavîlerden himaye etmekle ve mahkeme-i kübrâda adaleti tam tecellî ettirmekle gelen ulvî şuûnâtı sebebiyle bu faaliyeti devam ettirir.
Bu daimî faaliyetin bir remzi (işareti) şu ayettir:
• …كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ى شَاْنٍ
• Meali (Rahmân Suresi, 55:29): “…O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.”

Mühim Suale Cevap: Faaliyet, Tegayyürü (Değişmeyi) Gerektirir mi?
Ehl-i dalâlet der: “Kâinatı değiştiren, kendisi de değişmelidir.”
Elcevap: Hâşâ! Yerdeki âyinelerin değişmesi, gökteki Güneş’in değiştiğini değil, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Tegayyür (değişim); hudûstan (sonradan olmaktan), noksanlıktan, ihtiyaçtan ve maddîlikten gelir. Zât-ı Akdes ise Kadîm’dir, Kemal-i Mutlak’tadır, Maddeden Mücerred’dir ve Vâcib-ül Vücud’dur. O’nda tagayyür muhaldir.

Beşinci Şua: Kayyûmiyet’in İnsandaki Tecellîsi ve Sırr-ı Beka
Bu Şua, İsm-i Kayyûm’un kâinattaki “vâhidiyet” (bütüncül) tecellîsinden, insandaki “ehadiyet” (birebir, odaklanmış) tecellîsine geçer ve bahsi haşre (dirilişe) bağlar.
Birinci Mes’ele (Hülâsat-ül Hülâsa):
Bu, Altı İsm-i A’zam’ın (Kayyûm, Hayy, Ferd, Hakem, Adl, Kuddûs) kâinatı nasıl birbiri içinde kuşattığını gösteren muazzam bir özettir. Kayyûm’un ayakta tuttuğu kâinatı; Hayy hayatlandırır, Ferd birlik damgasını vurur, Hakem hikmetle düzenler, Adl mizanla (ölçüyle) tartar ve Kuddûs temizleyip güzelleştirir.
İkinci Mes’ele: İnsan ve Sırr-ı Kayyûmiyet
Bu, nüktenin zirvesidir. Nasıl kâinat sırr-ı kayyûmiyetle kaim ise, “insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur.” Zira kâinatın ekser hikmetleri, gayeleri insana bakıyor; güya insandaki cilve-i kayyûmiyet, kâinata bir direktir.
Zât-ı Hayy-u Kayyûm, kâinatı insan için yaratmış denilebilir. Çünkü insan, “câmiiyet-i tâmme” (tam kapsamlılık) ile bütün Esmâ-i İlâhiyeyi anlar ve zevk eder.

İnsanın Mühim Üç Vazifesi:
İnsanın bu merkezî ehemmiyetinin sebebi üç büyük vazifesidir:
• Liste ve Tanzim Edici Olmak: Kâinattaki bütün nimetler, insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim edilmiştir. İnsan, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine bir “liste” hükmündedir.
• Muhatab, Dellâl ve Şâkir Olmak: İnsan, câmiiyeti haysiyetiyle, Allah’ın hitabatına en mükemmel muhataptır. Sanatlarını takdir eden en yüksek sesli “dellâl” (ilan edici) ve bütün nimetlerine en şuurlu şükredendir.
• Âyinedarlık (Aynalık) Etmek: İnsan, Zât-ı Hayy-u Kayyûm’a, sıfatlarına ve şuûnâtına üç vecihle âyinedarlık eder:
• Birinci Vecih: Kendi acz-i mutlakı ile O’nun Kudret-i Mutlakasını; fakr-ı mutlakı ile O’nun Rahmet-i Mutlakasını; noksan sıfatları ile O’nun kemal sıfatlarını gösteren bir “mikyas” (ölçü) olur.
• İkinci Vecih: Kendi cüz’î iradesi, ilmi ve kudretiyle; O’nun Küllî İradesini, Muhît (kuşatıcı) İlmini ve Sonsuz Kudretini, kâinat büyüklüğünde anlar.
• Üçüncü Vecih: Kendi mahiyetiyle; hem Esmâ’nın bütün nakışlarını gösteren bir “fihriste” olur, hem de kendi hayatı, sem’ (işitme), basar (görme) ve sevmek, memnun olmak gibi hisleriyle, Zât-ı Akdes’in Hayat, Sem’, Basar sıfatlarına ve O’nun kudsiyetine lâyık şuûnâtına âyinedarlık eder.

Netice: Kayyûmiyet ve Beka (Haşir)
Madem insan, fıtraten (yaratılıştan) “Cemal-i Bâkî”ye (Sonsuz Güzelliğe) müştak ve muhib (âşık) yaratılmıştır.
Ve madem “bâkî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz.”
Ve madem fena (yok oluş), muhabbeti adavete (düşmanlığa) çevirir (İnsan eli yetişmediği şeye düşman olur; kâfirlerin Allah’a adaveti bu sırdandır).
Ve madem Mahbûb-u Hakikî (Gerçek Sevgili), kendini insana sevdiriyor ve insanın da O’nu sevmesini istiyor.
Elbette ve herhalde: O Cemal-i Ezelî, kendisinin âyine-i müştâkı (özlem duyan aynası) olan insanı, ebedî bir firak (ayrılık) ile kendine düşman ve küskün yapmayacaktır. İnsanı, alâküllihal (her durumda) bir “dâr-ı bekâ”ya (sonsuzluk yurduna) alacak ve bir “hayat-ı bâkiye”ye mazhar edecektir.
Bu cihan şümul hakikati en ekmel surette gösteren ve yaşayan ise, İnsan-ı Ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Hülâsa
İsm-i Kayyûm, sadece yıldızları direksiz durduran bir “kozmik güç” değil, aynı zamanda varlığın temel direği, faaliyetin sebebi ve insan ruhunun bekaya olan iştiyakının yegâne cevabıdır. Kâinatın ayakta durması O’nunla olduğu gibi, kâinatın yaratılış gayesinin tahakkuku (gerçekleşmesi) ve manasının isbatı da, O’nun Kayyûmiyeti ile insanın bekaya mazhar edilmesine bağlıdır.
Cenâb-ı Hak, bu derin hakikatleri hakkıyla fehmetmeyi (anlamayı) nasip eylesin. Âmin.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
30/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 31st, 2025