Sülûkun Yol Haritası: Ene’nin Çöküşü ve Tevazuun Yükselişi

Sülûkun Yol Haritası: Ene’nin Çöküşü ve Tevazuun Yükselişi

“Bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, Fena fillah makamını görür. Gayr-ı mütenahî makamatta sülûke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakikî Hristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyanda, “ene” levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli, makam sahibi bir adam Hristiyan olsa, mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayd olur.”
Âsâr-ı Bediiye

(Bediüzzaman Said Nursî’nin enaniyet ve sülûk anlayışı üzerine derinlikli bir tefekkür makalesi)

Giriş: Yolun Başlangıcı Tevazudur

Tasavvuf ve maneviyat yolculuğu, doğası gereği nefsin dar kalıplarından çıkmayı; “ene”nin (benliğin) daracık kabuğunu kırmayı hedefler.
Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye’de bu yolculuğun başını ve sonunu şöyle tarif eder:

> “Bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, Fena fillah makamını görür.”

Yani bu yolda ilerlemenin ilk adımı: başını eğmektir.
Son durağı ise: benliğin bütünüyle Allah’a feda edilmesidir.
Makamlardan geçilir ama esas olan, her adımda “ene”nin erimesidir. Bu makalede, İslâmî sülûkun aklî, felsefî, tarihi ve manevî boyutları; “ene”nin hakikati ve çöküşü; Batı düşüncesiyle karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır.

  1. Sülûkun Ruhu: Tevazu, Mahviyet ve Fena Fillah

İslam maneviyatında “sülûk”, kişinin nefsiyle olan iç yolculuğudur. Bu yol:

Tevazu ile başlar: Kendi hiçliğini bilmektir.

Mahviyetle ilerler: Kendi varlığını silmektir.

Fena Fillah ile zirveye ulaşır: Benliğini Allah’ta eritmek, O’nunla bakmak ve O’nunla duymaktır.

Bu bir yok oluş değil; hakiki bir varlık kazanımıdır. Çünkü “ene”nin perdeleri yırtıldıkça, insan Rabbini ve kendini tanımaya başlar.
İmam-ı Rabbânî der ki:

> “Fena’da beka vardır.”

Bediüzzaman ise bu hakikati şöyle işler:

> “Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner.”

Yani “ene” (benlik) ne kadar güçlenirse, manevî hayatta o kadar tehlike artar.

  1. Ene: Varlık mı, İmtihan mı?

Bediüzzaman’ın eserlerinde “ene”nin iki yüzü vardır:

Bir yüzüyle: bir ölçüdür; Allah’ı tanımaya yarayan bir anahtardır.

Diğer yüzüyle: bir tuzaktır; gurur ve kibirle insanı Hakk’tan koparır.

İslam düşüncesinde “ene”, hiçbir zaman mutlak bir değer kazanmaz. Onun “bendeki sınırlarını bilmesi”, hidayetin anahtarıdır.

Tasavvufta ise bu “ene”, çeşitli hallere bürünür:

Nefs-i emmâre (emreden nefis),

Nefs-i levvâme (pişman olan),

Nefs-i mutmainne (tatmin bulmuş nefis),
ve nihayetinde

“Râzıye” ve “Mardiyye” makamlarına ulaşır.

İşte bu yolculukta, ene yavaş yavaş sükût eder, erir ve sonunda sadece “kul” kalır.

  1. Batı’daki Ene: Tevhid Yerine Tefrika

> “Hakikî Hristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyanda, ‘ene’ levazımatıyla kuvvetleşir.”

Bu cümle, Batı düşüncesindeki “ben” kavramının dönüşümünü çok iyi özetler.
Hristiyanlık, başlangıçta tevazuya dayalı bir dindi. Fakat:

Skolastik düşünceyle katı kurallara,

Rönesans ve hümanizmle bireyin tanrılaşmasına,

Modernizmle ene’nin ilahlaştırılmasına evrildi.

Nietzsche’nin “üst insan” fikri veya Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü, bu “ene merkezli” dönüşümün temel yapı taşlarıdır.

Sonuçta Batı’da:

Müteşahhıs (benliğine aşırı bağlı),

Rütbeli,

Makam sahibi kişiler kendilerini ilahlaştırma eğilimi gösterdi.

> “Hristiyan olsa, mütesallib olur.”
Yani tahakküm eden, buyurgan ve zalimleşen bir hâle gelir.

  1. İslâm’da Ene’nin Terbiyesi: Lâkaytlık mı, Tevazu mu?

> “Fakat Müslüman olsa lâkayd olur.”

Burada geçen “lâkayd” ifadesi, Batı’daki anlamda “umursamazlık” değildir.
Bediüzzaman, burada bir Müslümanın benliğini makam, şöhret veya unvana bağlamadığını; kendini kudsî değerlerle sınırladığını anlatır.

Çünkü:

Bir Müslüman, başına hangi rütbe gelirse gelsin, o rütbeyi emanet bilir.

Makamlar, Allah adına bir hizmet vesilesidir.

Nefsini değil, vazifesini görür.

“Ben” demez, “biz” der.

Bu tavır, sadece ahlâkî değil, aynı zamanda siyasal ve sosyal düzenin selameti için de gereklidir.

  1. Tarihî ve Toplumsal Boyut: Sülûk Olmadan Sistem Çürür

Tarih bize gösteriyor ki:

İç kemâl ve sülûk olmadan, dıştaki makamlar yozlaşır.

Manevî yükseliş olmadan, dünyevî rütbe zulme ve kibire dönüşür.

Nefsini terbiye etmeyen komutan, devlet adamı, alim; iktidar zehriyle sarhoş olur.

Osmanlı’da yükselen padişahların çoğu, şeyh terbiyesinden geçmiştir.
Mevlânâ’nın, Hacı Bayram-ı Velî’nin, Şeyh Edebali’nin önünde eğilen siyaset erbabı, önce içte adam olmayı öğrenmiştir.

Modern dünyada ise sülûk unutulmuş, sadece “kariyer basamakları” kalmıştır.
Sonuç: Gurur, narsizm, doyumsuzluk, inkâr ve tükenmişlik sendromu…

Sonuç: Ene’yi Terbiye Etmeden Yol Alınmaz

İslâm maneviyatında yolculuk, kendini silerek başlar.
Sülûkun başlangıcı tevazudur, ortası mahviyettir, nihayeti Fenâ fillah’tır.
Ene’nin ve nefs-i emmare’nin kibriyle bu yolda yürünmez.
Bediüzzaman, enaniyetin sönmesini bu yolculuğun ana gayesi sayar.

Batı’da ise benlik yüceltilmiş; bu da tahakküm ve zulüm doğurmuştur.
Müslüman, benliği terbiye ederek makamda bile lâkayd, yani tevazu sahibi olur.
Hakiki sülûk, sadece tasavvufî bir hâl değil, aynı zamanda medenî, siyasî ve insanî bir zarurettir.

MAKALE ÖZETİ

Bu yazıda Bediüzzaman’ın “Bizde sülûk tevazudan başlar…” ifadesinden hareketle, İslâmî sülûkun hakikati, “ene”nin anlamı, Batı düşüncesinde benlik anlayışının dönüşümü, tevazunun medeniyet kurucu gücü, enaniyetin çöküşü ve ruhların tekâmülü ele alınmıştır.
İslam’ın iç yolculuğu, benliğin terbiye edilmesiyle başlar. Fena Fillah, bu yolda varlığın Allah’ta erimesidir. Batı’da ise tahrif edilmiş Hristiyanlık ve felsefî eğilimler, “ene”yi kutsamış ve insanı tahakkümcü yapmıştır. Gerçek yükseliş, kendini silmede; hakiki hâkimiyet, tevazuda gizlidir.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 14th, 2025