İlmi, Menfaatin Gölgesinden Kurtarmak: Hakkın Bedeli Olmaz
İlmi, Menfaatin Gölgesinden Kurtarmak: Hakkın Bedeli Olmaz
“Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler
اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ
diyerek insanlardan istiğna göstermişler…”
Tarihçe-i Hayat
Tarihin her devrinde hakikat yolcuları, bilhassa da ilim ve din ehli, insafsız ithamlarla karşılaşmıştır. Bugün de değişen bir şey yok. Ehl-i dalâlet, yani hakkı tanımayan ya da ona düşmanlık edenler; ehl-i ilmi, dini ve ilmi “bir geçim vasıtası” yapmakla suçluyor. Hâşâ, Kur’an ve din hizmeti, onların nazarında bir istismar aracı gibi görülüyor. Oysa mesele sadece bir itham değil, aynı zamanda bir tuzaktır: İlmi itibarsızlaştırmak, dine olan güveni sarsmak ve hakikat adamlarını susturmak.
İlmin Ticareti mi, Hizmeti mi?
Elbette hakiki ilim adamı, ilmini ne şöhrete ne de maddî menfaate alet eder. Çünkü bilir ki ilim bir emanet, din bir sorumluluktur. Bu yolda rızık Allah’tandır; insanların övgüsü, himmeti ya da maddî desteği ise aracı bile olamaz. Ama gelin görün ki, bazı samimiyetsiz görüntüler veya hakiki olmayan “dini görünüşlü” tüccar tipler, bu ithamların bahanesi hâline gelmiştir.
İşte tam da bu yüzden ilim ehli, yalnız sözle değil, fiil ile bu ithamı yalanlamalıdır. Yani zahiren değil, hâl ve tarzıyla istiğna göstermelidir. Menfaate değil, Allah rızasına yöneldiğini yaşayarak isbatlamalıdır. Dine hizmeti bir meslek değil, bir vazife bilmelidir. Böyle olursa ehl-i dalâletin saldırıları hükmünü kaybeder.
Peygamberî Tavır: “Ecrim Ancak Allah’tandır”
Kur’an, bu meselenin en saf, en sahih yolunu gösterir. Birçok peygamberin diliyle şu ifade tekrar edilir:
> “اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ” – “Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir.”
Bu beyan, bir istiğna ilânıdır. “Ben bu işi Allah için yapıyorum, sizden hiçbir karşılık beklemiyorum” demektir. Bu, tebliğ ehlinin şiarı, hakkı neşretmenin temel ahlâkıdır. Çünkü maddî beklenti ile yapılan tebliğ, hem tesirini kaybeder hem de zihinlerde şüphe uyandırır. İhlâs, davetin bereketini doğurur.
Bediüzzaman Hazretleri de bu sünneti adım adım izlemiştir. Ne şöhret istemiş, ne maaş, ne mansıp. Hayatını Kur’an’a vakfetmiş, maddî mükâfata kapısını kapamıştır. Bu sayede sözü de, davası da tesirli olmuştur.
Ehl-i Hakkın Vazifesi: Hakkı Samimiyetle Taşımak
Bugün hakikat yolcularına düşen en büyük görev, bu istiğna ve sadakati fiilen yaşamaktır. “Ben Allah rızası için yazıyorum, anlatıyorum, öğretiyorum” diyen kişi, bu sözü hayat tarzına da dökmelidir. Çünkü hakikat, menfaatle gölgelenirse parlaklığını yitirir.
Ayrıca unutulmamalıdır ki, hak yolda olanlar için geçim derdi değil, teslimiyet esastır. Zira rızık Allah’ın elindedir. Allah için yapılan bir hizmet, mutlaka Allah tarafından korunur ve karşılıksız kalmaz. İnsanlardan beklenilen her şeyse bir nevi “ortaklık”tır; oysa Allah ortak kabul etmez.
Özet:
Bu makalede, ehl-i dalâletin, ehl-i ilmi “ilmi bir geçim vasıtasına çevirmekle” itham etmesinin ardındaki maksat ve hakikatin ölçüsü ele alınmıştır. Hakiki ilim adamları, tıpkı peygamberler gibi “ecrim ancak Allah’tandır” düsturuyla hareket eder. Kur’an’ın ve peygamberlerin çizdiği bu istiğna yolu, dine hizmetin en saf ve tesirli yoludur. Günümüzde ilim ve din ehlinin en büyük vazifesi; hakkı anlatırken menfaatten uzak durmak, davayı samimiyetle temsil etmek ve fiilen bu ithamları çürütmektir. Çünkü hakikat, ihlâs ile taşındığında tesir eder.