Neden Geldik Bu Dünyaya?

Neden Geldik Bu Dünyaya?

“insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. “
Şualar

İnsan, gözlerini açtığında kendini karmaşık, derin, hikmetli bir kâinatın ortasında bulur. Gökyüzü başıboş değil; yeryüzü tesadüf değil. Her şeyde ince bir düzen, kusursuz bir ölçü vardır. İnsanın kalbine düşen ilk soru da budur: Ben neden varım? Bu âleme niçin gönderildim?

İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu soruya özlü ve sarsıcı bir cevap verir:

> “İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir.”

Bu cümle, insanın yaratılış şifresini çözen bir anahtardır. Çünkü insan, yalnızca yiyip içmek, çoğalıp yok olmak için var edilmemiştir. Onun aklı, kalbi, vicdanı, hayalleri ve korkuları; sıradan bir hayatın çok ötesinde gayelere işaret eder. Bu cihazlar, insana verilmişse, elbette onların kullanılması gereken yüce bir hedef vardır: Yaratan’ı tanımak ve O’na yönelmektir.

İnsanın vazife-i fıtratı yani yaratılış görevi, Allah’ı tanımak, bilmek, sevmek ve kulluk etmektir. Bu görev, sadece ibadetle sınırlı değildir. Her ilim, her sanat, her hikmet, eğer Allah’a götürüyorsa bir ibadettir. Çünkü marifetullah, yani Allah’ı tanımak; insanın aklıyla, kalbiyle, tefekkürüyle ulaşması gereken en yüksek kemaldir.

Peki bu tanıma, yüzeysel bir bilgi midir? Hayır. Nursî bu tanımanın derinliğini şöyle tarif eder:

> “İz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”

Yani Allah’ın varlığını sadece duymakla değil; ilmen, kalben, şuurla ve kesin bir inançla kabul etmektir. Güneşi gören bir göz nasıl onun ışığını inkâr edemezse, hakikati gören bir kalp de Allah’ın varlığını inkâr edemez.

Bugün birçok insan, hayatın gayesini unutmuş ya da dünya işleriyle o gayeyi perdelemiştir. Zenginlik, şöhret, eğlence gibi geçici hedefler, kalpteki sonsuzluk arzusunu doyuramıyor. Çünkü insan, fanî bir dünyaya, ebedî bir ruhla gönderilmiştir. O ruhun gıdası, iman-ı billah ve marifetullahtır.

İnsanın dünya hayatı; bir pazar, bir imtihan salonu gibidir. Kalıcı değil, geçicidir. Asıl yurt, ebedî yurttur. Bu dünya ise o yurdun kazanıldığı bir meydandır. İşte bu meydanda, insanın en büyük sermayesi, Yaratanını tanıması ve O’na yönelmesidir.

Düşünelim: Bize verilen akıl, irade, merhamet, aşk, korku, sanat zevki, ölüm hissi — tüm bunlar sıradan bir hayatta boğulmak için değil, bizi yüce bir hakikate sevk etmek içindir. Kalbimiz, ilahî bir dokunuş ister. Ruhumuz, sonsuzluğun kapılarını arar.

O hâlde insan, ancak iman ile değer kazanır; ancak ibadet ile yücelir; ancak marifetullah ile huzura erer. Allah’ı tanıyan bir kalp, dünyayı da ahireti de doğru okur. Tanımayan ise hem bu dünyada şaşkın, hem öbür dünyada pişman olur.

Özet:

İnsanın bu dünyaya gönderiliş gayesi; Allah’ı tanımak, O’na iman etmek ve ibadet etmektir. Bu, insanın yaratılışına uygun en yüce görevdir. İman sadece sözde değil; ilimle, yakînle ve kalpten bir tasdikle olmalıdır. İnsan, ancak bu hakikati yaşarsa varlık amacına ulaşır; aksi hâlde dünyada da ahirette de şaşkınlığa düşer.

 

 

Loading

No ResponsesHaziran 15th, 2025