Çalınan Ekmek Değil, İffet: Osmanlı’da Hırsızlık, Adalet ve Vicdan

Çalınan Ekmek Değil, İffet: Osmanlı’da Hırsızlık, Adalet ve Vicdan”

Hırsızlık, sadece malın değil; güvenin, huzurun, adaletin ve toplumun temelindeki emniyet duygusunun çalınmasıdır. Osmanlı, bu hakikatin farkında bir medeniyet olarak, hırsızlığa karşı hem sert hem hikmetli bir tutum geliştirmiştir. Kılıç gibi keskin, anne gibi şefkatli bir adalet anlayışıyla…

İslam Hukukunda Hırsızlığın Hükmü

Kur’an’da hırsızlık açık şekilde haram kılınmış ve belirli şartlarda el kesme cezası zikredilmiştir (Maide 5/38). Ancak bu ceza, gelişigüzel uygulanmaz; çok sayıda şart, denetim ve istisnaya bağlıdır:

Çalınan malın belirli bir değerin üzerinde olması,

Gizlice çalınması,

Kamu malı değil şahsi mülk olması,

Açlık, yoksulluk veya mecburiyetin bulunmaması gibi…
İşte bu hassas dengeyi Osmanlı kadısı korumuş, suçu cezalandırırken suçu doğuran sebepleri de sorgulamıştır.

Osmanlı’da Hırsızlık Cezaları ve Uygulama

Osmanlı hukukunda hırsızlık üç ana kategoriye ayrılır:

1. Sıradan hırsızlık (sirkat): Mal sahibinin bilgisi dışında yapılan gizli hırsızlık.

2. Gasp (iktisap/cebrî alma): Zor kullanarak mal alma.

3. Yol kesme (kat-ı tarîk): Seyyahları, tüccarları hedef alan organize soygunlar.

Cezalar, suça ve niyete göre değişirdi:

İlk suçta ta’zir cezaları: sopa, teşhir, para cezası, hapis.

Tekrarında veya ağır suçlarda el kesme uygulanabilirdi; ancak bu nadiren olurdu.

Gasp ve yol kesme gibi tehdit içeren suçlarda ise daha ağır cezalar uygulanır, kamu güvenliği gözetilirdi.

Kadı Defterlerinden Örnekler

Osmanlı sicilleri, sadece cezayı değil, adaletin ne kadar dengeli yürüdüğünü de gösterir:

1612 Üsküdar Kadı Sicili: Ekmek çaldığı tespit edilen bir çocuk, kadı huzuruna çıkarılır. Aç olduğu, yetim olduğu anlaşılınca ceza verilmez; kadı tarafından bir fırıncıya çırak olarak yerleştirilir. Ceza değil, ıslah hedeflenmiştir.

1685 Konya Defteri: Gece bir evden ziynet eşyası çalan kişi, üçüncü kez aynı suçu işlemiştir. Şahitlerle sabit görülür ve el kesme cezası uygulanır. Ancak karardan önce, açlık, zorunluluk, akıl sağlığı ve pişmanlık durumu günlerce araştırılır.

1750 Edirne Sicili: Bir seyyahın yolunu kesen eşkıya, yakalanır. Mala zarar verilmiş, cana kast olmamıştır. Kadı, hem tazminat hem de kalebent (zincirli hapis) cezası verir. Ayrıca, zarar gören kişinin iaşesi devlet tarafından karşılanır.

Hırsızın Elini Kesmeden Önce Karnını Doyuran Adalet

Osmanlı’da adaletin hikmeti şurada yatar: Cezadan önce ıslah, cezadan sonra merhamet. Hırsızlık, sadece bir suç değil, sosyal bir alarm kabul edilmiştir. Bir mahallede hırsızlık olmuşsa, sadece fail değil, komşular da sorgulanır: “Bu adam neden aç kaldı, neden çaresizdi?”

Modern Zamanlarda Kaybolan Adalet

Bugün hırsızlık sadece kamera görüntüsüyle, raporla ve polisle ele alınıyor. Failin sosyal geçmişi, psikolojisi, içinde bulunduğu şartlar çoğu zaman göz ardı ediliyor. Hırsız sadece “bir dosya numarası”, zarar gören sadece “bir müşteri” oluyor.

Osmanlı’da ise bir çalınan eşya, bir toplumun vicdanına soruluyordu: “Nerede eksik kaldık ki bu adam çalmayı göze aldı?”

İbretlik ve Düşündürücü Bir Sonuç

Osmanlı adaletine göre hırsızlık, yalnız elin değil kalbin hastalığıydı. Çareyi yalnız cezada değil, ıslah, şefkat ve sosyal denge içinde aradılar.

Bugün yeniden sormalıyız:

Şehirlerimizi güvenlik kameralarıyla mı, merhametle mi koruyacağız?

Hırsızın kolunu mu keseceğiz, açlık zincirini mi?

Evine ekmek götüremeyen bir babaya “hırsız” demek mi adalet, yoksa ona bir iş vermek mi?

Cevap, belki de kadı sicillerinde değil, kendi vicdan sicilimizde gizlidir.

 

 

Loading

No ResponsesMayıs 3rd, 2025