VAHYE MAZHAR OLAN YER VE GÖĞÜ TESADÜFE HAVALE ETMEK: CEHL-İ MÜREKKEBİN ZİRVESİ
VAHYE MAZHAR OLAN YER VE GÖĞÜ TESADÜFE HAVALE ETMEK: CEHL-İ MÜREKKEBİN ZİRVESİ
Cehl-i mürekkeb, yani “bilmeyen ve bilmediğini de bilmeyen cehalet”… Bu, sadece bilgisizlik değil; kibirle karışmış, inkâra bulanmış, hakikati reddeden bir cehalet biçimidir. Bugünün dünyasında en çok karşılaştığımız cehalet türlerinden biri de budur: Vahyin muhatabı olan bu azametli kâinatı, kör tesadüfün oyuncağı gibi göstermek.
Oysa göklerde bir düzen, yerde bir hikmet ve her şeyde bir mesaj vardır. Bu âlemi vahyin konusu hâline getiren, onu yalnızca fiziksel bir yapıdan ibaret kılmayan bir kudret vardır. Kur’an, gökleri ve yeri “hikmetle yaratılmış” ve “ayetlerle donatılmış” olarak tanımlar.
KÂİNAT: TESADÜFÜN DEĞİL, VAHYİN DİLİYLE KONUŞAN BİR KİTABTIR
Yer ve gök, sadece fiziksel mekânlar değildir. Onlar Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına ayna olan ayetlerdir.
Kur’an şöyle buyurur:
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, insanlar onların yanından geçerler de yüz çevirirler.”
(Yûsuf, 105)
Yani semâda dönen yıldızlar, yerde açan çiçekler, dağlardan akan seller, gece-gündüzün peşpeşe gelmesi, her biri bir vahiy ayeti kadar anlamlı ve hikmetlidir.
Tesadüf denen şeyin, böyle bir sanat içinde yeri olabilir mi?
VAHYE MAZHAR OLAN BİR ÂLEMİN, TESADÜFLE AÇIKLANMASI: BİLİNÇLİ İNKÂRDIR
Eğer gökleri ve yeri “kendiliğinden” olmuş gibi görmek, basit bir yanlışlık olsaydı, buna gaflet denilebilirdi.
Ama bu inkâr, bilerek, isteyerek, ilmî kisve altında işleniyorsa işte bu “cehl-i mürekkeb”tir. Çünkü:
Göklerin devasa nizamını bilip de, bir nizam koyucuyu reddetmek, aklın inkârıdır.
Yerin katmanlı yapısını öğrenip de, hikmeti yok saymak, idrakin çürümesidir.
Atmosferin, su devrinin, ekosistemin ince dengelerini görüp de, “bu hep kendiliğinden” demek, ancak şuurun kararmasıyla mümkündür.
BİLİMİN BİLE DİZ ÇÖKTÜĞÜ DENGELER VAR
Modern bilim, kâinattaki düzeni inceliyor; atomun yapısından galaksilerin düzenine kadar her şeyi formüllerle açıklamaya çalışıyor.
Ama şu soruyu sor(a)mıyor:
“Bu düzeni kim koydu?”
“Bu dengeyi kim sürdürüyor?”
“Bu vahiy nasıl oldu da yer ve gök üzerinden konuşuyor?”
İşte bu noktada, bilimsel cehalet başlıyor. Göz var; ama bakmıyor. Aklı var; ama görmüyor. Kalbi var; ama hissetmiyor.
Cehl-i mürekkep işte budur: Hem bilmemek, hem bilmediğini kabul etmemek, hem de bilenleri küçümsemek.
BEDİÜZZAMAN’DAN DERİN BİR TESPİT
“Kâinatı bir saray olarak düşündüğümüzde, kâinatı teşkil eden unsurlar, atomlar, cisimler ve diğer varlıklar da birer taş ve tuğla hükmünde oluyorlar. Çünkü kâinat bu gibi şeylerden mürekkeptir.”
Her şeyin bir vazifesi var. Hiçbir şey abes değil. Bu saraya bakıp da ‘tesadüf’ diyen adam, ya kördür ya da kalbi kördür.”
Bu ifadeler, gökleri ve yeri, birer vazifeli memur gibi görür. Her şey bir görevli gibi işliyor:
Güneş, ısı ve ışığı taşıyor.
Yağmur, rahmeti getiriyor.
Toprak, rızkı saklıyor.
Gece, huzur; gündüz, çalışmayı getiriyor.
Bunların hiçbirini, tesadüf açıklayamaz. Ancak kudret, hikmet ve vahiy ile anlam bulur.
SONUÇ: TESADÜF, HAKİKATE İHANETTİR
Yer ve gök, yalnızca yaratılmakla kalmamış, vahiyde anlatılmış, ayetlerde örnek verilmiş, peygamberlerin tefekkürüne konu olmuş, ibadetlerde yön tayin etmiş, yani mana kazanmış mekânlardır.
Bu kadar mana taşıyan bir âlemi, tesadüfle izah etmeye çalışmak, hem ilme, hem akla, hem de imana zulümdür.
Kâinatın diliyle konuşan bir Allah var. O konuşuyorsa, susmak değil, kulak vermek gerekir.
Ve bu sesleniş, tesadüfle değil, vahiy ile anlaşılır.
“Sonra Allah, göğe yöneldi; gök duman halinde idi. Ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek (emrimize) gelin!” dedi. Onlar: “Biz isteyerek geldik” dediler.” Fussilet Suresi 11. Ayet.