ASIRLIK FERYADIMIZ
ASIRLIK FERYADIMIZ
Dünya kan ve göz yaşı ile kirlendi, kirletildi.
İlk kan döken Kabil ile birlikte durmayan kan, dinmeyen göz yaşları adeta nehir olup akmaya başladı.
Ancak hiçbiri de 20. ve 21. asırdaki kadar olmadı.
Her şeyde hep böyle birlerin veya birilerinin öncülüğünde akıp geldi.
-“O şehirde dokuz kişi (ya da grup) vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.”[1]
(Buranın, Semûdluların «Hıcr» adlı şehri olduğu belirtilmektedir. Dokuz kişiden maksat dokuz insan olabileceği gibi dokuz gurup da olabilir.)
Ashab-ı Kehf yedi kişi idi.
Peygamber Efendimiz tek, iki, dört ve kırk kişiyle başladı.
Hayırda da şerde de hep birkaç kişinin çıkışıyla toplum gelişmiş, değişip dönüşmüştür.
Ashabı Kehf kendi asrının müsbet sembolü olurken, Ad ve Semud kavmi gibi helak olan toplumlar da şerrin ve helakin sebebi olmuşlardır.
Bugünkü lgbt birkaç kişinin çıkışı ve dengesizliği deyip geçiştirmemek gerektir.
Lut kavminde bunu yapan 33 kişi idi.
Bir rivayete göre bunlara ses çıkarmayıp, gündüzleri bunlarla beraber arkadaşlık yapan yetmiş bin teheccüt namazı kılanların olduğu ifade edilmektedir.
Ancak birkaç kişi hariç, hepsi helak edilmekten kurtulamamıştır.
Pkk’da böyle başladı.
Her şeyde bozulmadan paslanmaya, kokmadan kokuşmaya kadar bir yerde başlayıp da tedbir alınmayan o bozulma tümünü kaplar.
Kanser gibi. Bir yerde başlayan zararlı ur tedbir alınmadığında tüm vücudu sarması gibi.
-“Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman..”[2]
Kızlarını diri diri gömmek sadece cehalet asrının insanına mahsus değildi.
Sonraki asırlarda da devam etmiş ve hala da devam etmektedir.
Ve bu durum sadece o insanların bedenlerinin toprağa gömülmesinden ibaret değil, onları bir meta gibi kullanmak ve maneviyatlarını dünya ve menfaat toprağına gömerek, ebedi hayatını da bitirmektir.
Daha sonraki dönemlerde bu Avrupa ve Hristiyan dünyasında da görülmektedir.
“Michelle T. King’in Between Birth and Death (2014) adlı kitabında, 16. yüzyıldaki bir Çinli kadının yetişkin oğluna, gençken bir bebeği öldürdüğünü anlattığı bir hikâyeye yer verilir:
“Hayatımın büyük bir kısmı boyunca, kalbime bu kadar ağır gelen başka bir sırrım olmadı. 24 yaşında iken bir kız doğurdum ve onu boğdum. Şimdi bile pişmanım. O zamanda o kadar yoksulduk ki, evimizde hiçbir şey yoktu… Bu küçücük köpük parçasını yetiştirmenin ne anlamı vardı? Boşu boşuna olacaktı.
Ne bana, ne de ona yararı olmayacaktı.
O yüzden onu boğmaya karar verdim.
Doğum esnasında çok kan kaybettiğim için bir türlü toparlanamadım. Bu yüzden
dedenlerin evindeki hizmetçi kız Si Xiu’dan onu boğmasını istedim. O da sığ suya attığı için gece boyunca ölmedi. Çok öfkelenmiştim, zorla kalktım ve kapıyı kapatarak boğulmasını bekledim. Kafamı çevirdim, gözlerimi kapattım ve sonra boğuldu. Bakamadım. Eyvahlar olsun!
Böyle zalimce bir şeyi nasıl yapabildim?”
‘Çukur kazıp bebeği gömeceğim’
Yeni doğan bir bebeği öldüren ebeveyn, kendisini onun henüz bir çocuk olmadığına ikna eder bir şekilde. Bazen de bebek, yetersiz kaynaklar için büyük kardeşi ile yarışmaktadır. Bunun olağanüstü derecede çarpıcı bir anlatımını Marjorie Shostak’ın Nisa: Te Life and Words of a Kung Woman (1990) adlı kitabında görüyoruz. Burada Nisa, Kalahari’de kardeşinin doğumunu hatırlamaktadır:
“Doğduktan sonra orada ağlayarak yatıyordu. Ona selam verdim: ‘Hu hu bebek kardeşim! Hu hu! Benim küçük kardeşim var. Günün birinde beraber oynayacağız’.
Ama annem dedi ki: ‘Bunun ne olduğunu sanıyorsun? Neden böyle konuşuyorsun?
Haydi kalk ve köye geri dönüp kazmamı getir.’ Sordum: ‘Neyi kazacaksın?’ Dedi ki: ‘Bir çukur. Bir çukur kazıp bebeği gömeceğim… Onu gömeceğim ki sana bakabileyim. Sen çok zayıfsın!’”
Bu alıntının da gösterdiği gibi, ebeveyn yenidoğan bebeğini, kendisinin onun henüz bir çocuk olmadığına ikna ederek kolaylıkla öldürebilmektedir. Bu insan öncesi bebek fikri, genellikle ritüellerde resmîleştirilir. Mesela antik Atina’da bir bebek, doğumundan bir hafa sonra gerçekleşen isim verme töreni yapıldıktan sonra öldürülemezdi. Erken dönem İskandinavya’sında, bir çocuğu vaftiz edildikten veya yiyecek verildikten sonra öldürmek yasadışıydı. Hıristiyan dünyanın her yerinde vaftiz edilme muhtemelen birçok
ebeveyn için dönüm noktası sayılıyordu.
17. yüzyıl gibi geç bir tarihte vaftiz kayıtları genellikle erkek bebeklerin kuşkulu bir
egemenliğini gösterirken, kızların çoğu ebeveyni tarafından toplumun dikkatine
sunulmadan önce sessizce yok ediliyordu.
1818 yılında Paris’te hastaneye terk edilen yetimlerin sayısı, şehirde doğan bebeklerin üçte birine ulaşmıştı. Maalesef bu yetimlerin çoğu hayatını kaybetti. Aynı yıl Paris’teki yetimhaneye kabul edilen 4 bin 779 bebekten 2 bin 370’i ilk üç ay içinde öldü. Avrupa genelindeki rakamlar yaklaşık olarak bu civardaydı. Olağandışı ölçüde lüks olan ve kontlar Adrey Razumovsky ile Aleksei Bobrinsky’nin eski saraylarında kurulan St. Petersburg Hastanesi, zirvede olduğu dönemde 25 bin çocuğa ev sahipliği yapıyor ve türünün örnek modeli kabul ediliyordu. Burada 600 sütanne ve yakın köylerden sayısız bakıcı anne çalışıyordu. Yine de yetimhaneye kabul edilen bebeklerin yarısı ilk altı hafa
içinde hayatlarını kaybettiler. Ancak üçte birinden azı 6 yaşına ulaşabildi.
-AFYON VERİLEREK ÖLDÜRÜLEN BEBEKLER
19. yüzyılda kreşin (baby farming) gelişmesi, annelere istenmeyen bebeklerinin bakımı için doğrudan bakıcı annelere ücret ödeme imkânı sundu. Annelerin sorunsuz bırakıp
gidebilmeleri için bakıcıların ücreti bir defada toptan ödeniyordu. Ancak kısa süre sonra bu sistem, bakıcıların bebekleri ihmal etmeleri veya afyon vererek öldürmeleri yüzünden kötü bir şöhrete ulaştı. 19. Yüzyıl sonlarında doğum kontrol yöntemlerinin yayılmasına kadar, Avrupa’da bebek cinayetlerinin oranında kayda değer bir gerileme
olmadı. Yani ancak daha az sayıda bebek sahibi olmaya başlayınca bebeklerimizi öldürmeyi bıraktık!”[3]
*************
İnsanlığın kutsallığı ayaklar altına alındığı gibi, onun kıblesi olan Kabe’de bundan nasibini almıştı.
-“ KÂBE 22 YIL HACERÜLESVEDSIZ KALDI
Abbâsîlerin zayıflamaya başladığı dönemde Karmatîler Mekke’ye baskın yaparak
Hacerülesved’i yerinden söküp Ahsa’ya götürdüler (m. 935). Kâbe yaklaşık 22 yıl
Hacerülesvedsiz kaldı. Ayrıca bu dönemde Karmatîler ve Bedeviler hac yollarını keserek hacıları soydular, esir aldılar ya da öldürdüler.
924 yılındaki baskında 300 kadar hacı açlık ve susuzluktan vefat etti. Hac ibadetinin ifa
edilemediği bu dönemde Hallac-ı Mansur, “Bir kimse haccetmek istediği halde buna
imkân bulamazsa, evinde, hiçbir necasetin bulaşamayacağı ve hiçbir kimsenin
girmeyeceği dört köşeli bir oda ayırsın. Hac günleri gelince, onun etrafında tavaf etsin ve Mekke’de eda edilen bütün menasiki yerine getirsin!” diyecek kadar ileri gitmişti.”[4]
-“ Türkiye’de hac resmen yasaklanmadı ama 1924- 1947 yılları arasında, yaklaşık bir çeyrek yüzyıl Türk pasaportuyla ve resmî yollarla hacca gitmek mümkün olmadı, fiilen süren bir yasak ve tedbirler manzumesi hep yürürlükte kaldı. Bunun sebeplerinden
biri Cumhuriyet’in ilanı ve Lozan sürecinden sonra Türkiye’nin, İslâm ülkeleriyle arasına mesafe koymak istemesiydi. Ayrıca bu tavır, 1923’ten sonra İslâm’ın
paranteze alınması ya da Müslümanlığın ve dinî hayatın kontrol altında tutulması yönündeki siyasî tercihlerin neticelerinden biriydi.”[5]
Bediüzzaman rüyada bir hitabede başımıza gelen musibetlerin kader cihetini anlatırken;
“Hangi fiilinizle kadere fetvâ verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”
Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât.
“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nev’i namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı.” İslamın üç temel esasını terketmemizin sebebini böyle hikmetle açıklarken hac konusunda sükutu tercih etmiştir. Şöyle ki;”
“Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.
İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi.”[6]
*************
” DEMOKRASİYİ MÜDAFAAYA 5 YIL KÜREK CEZASI
4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılarak her türlü muhalefet yasaklandı, basın sansüre sokuldu.
İkinci devrede faaliyet gösteren İstanbul İstiklâl Mahkemesi çok meşhurdur. Halifelik taraftarı muhalif gazeteciler Hüseyin Cahit (Yalçın), Ahmet Emin (Yalman), Velid
(Ebüzziya) ve Ahmet Cevdet Bey ile eski Dersim mebusu ve İstanbul baro reisi Lütfi Fikri (Düşünsel) Bey’e mahkûmiyet verildi. Lütfi Fikri Bey bir gazeteye verdiği mülakatta meşrutiyeti (demokrasiyi) müdafaa ettiği için 5 yıl kürek cezası aldı.”[7]
-“ İstiklâl Mahkemesi kurulur kurulmaz, azaları bir beyanname neşrederek
“Hiçbir kanun maddesine bağlı olmadan ceza verme salahiyetine sahip
olduklarını” ilan etmişti.”[8]
-“ Kayseri’de halkı şapka kanununa muhalefete teşvik etmek suçundan Şeyh
Hamdi Efendi ve 4 arkadaşı idam edildi. Sivas’ta halkın nümayişlerine liderlik
ettiği ithamıyla ulemadan iki kişi idama mahkûm oldu. Abdurrahman Efendi
kaçtı, fakat İmam-zade Necati Efendi infaz edildi. Aralarında belediye reisinin
bulunduğu 33 kişi de ağır hapse mahkûm oldu. Tokat’ta şapka ve türbeler
kanununu protesto eden Erbaa belediye reisi ağır hapse mahkûm edildi.
Maraş’taki nümayişlerde 39 kişi tevkif edildi. Aralarında Ulu Camii imamı Molla
İbrahim ve müezzin Hafız Mehmed’in de bulunduğu 5 kişi idama ve gerisi ağır
hapse mahkûm oldular. Giresun’da mahkemeye çıkarılan 60 kişiden Nakşi
Şeyhi Muharrem Efendi ve 2 hoca idama, 9 kişi de ağır hapse mahkûm oldu.
Giresun davası çerçevesinde İskilipli Atıf Hoca ve İstanbul ulemasından 27
kişinin muhakemesi Ankara’da yapıldı. Şapka inkılabından evvel yazdığı “Frenk
Mukallidliği ve Şapka” adlı bir risaleden dolayı, hukukun umumi prensibine
aykırı şekilde kanunlar geriye yürütülerek Atıf Efendi’ye ve Babaeski Müftüsü
Ali Rıza Efendi’ye idam cezası verildi. Atıf Efendi 1 Şubat’ta 15 sene küreğe
mahkûm olmuşken hükümet bu cezayı az buldu ve 3 Şubat’ta hüküm idama
çevrildi. Şair İhsan Mahvi, bir mektubundaki “Ne 64 kaldı, ne 102” cümlesinden
dolayı burada muhakeme olunmuştur. Ebced hesabıyla 64 “din”, 102 ise “iman”
demektir. Tahirül-Mevlevi, Ömer Rıza (Doğrul), Ahıskalı Ali Haydar Efendi ve Atıf
Efendi’nin kitabını basan Ermeni Mihran Efendi beraat etti. Tahirü’l-Mevlevi’nin
o günleri anlatan hatıraları matbudur. Mahkeme zabıtları da neşredilmiştir.
Burada zanlılara sorulan sualler, adalet tarihi cihetiyle trajikomikti.
Ankara İstiklâl Mahkemesi muhalefetin sindirilmesinde ve rejimin güçlenmesinde en mühim rolü oynamıştır. En çok idam cezası verip infaz eden İstiklâl Mahkemesi olma unvanına sahiptir. Meclis zabıtları ve Hâkimiyet-i Milliye gazetesinden öğrendiğimize göre, sadece şapka sebebiyle 33 kişi idama mahkûm olmuştur. Mecliste kanun aleyhinde konuştuğu için Nureddin Paşa bile mahkemeye çıkarılmıştır. Ne gariptir ki, kanundan birkaç ay evvel meclis merdivenlerinde başında hasır şapka ile gördüğü genç muhabir Hikmet Şevki’yi “Anandan şapkayla mı doğdun?” diye tokatlayan Kel Ali, şimdi şapka giymeyenlere ceza dağıtmaktadır.”[9]
***************
-“ Köy Enstitüleri büyük ölçüde komünist Sovyetler Birliği rejiminden aparılmıştı ve rejime sadık kullar yetiştirme yanında Kemalist ideolojinin köylere indirilmesi projesinden başka bir şey değildi.
… Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki Enstitülerden mezun olan yazarların birçoğu
Kemalist, milliyetçi, sol-sosyalist-milliyetçi ideolojinin dışına çıkamamışlardır. Bu
konuda Enstitülü yazarların eserlerinden birçok örnek vermek mümkündür.
Köy Enstitülerinden mezun olmuş, öğretmenlik yapmış, bilim insanı unvanını almış,
roman, hikâye, şiir yazmış birçok Enstitülü kendisini sosyalist, devrimci, solcu, demokrat olmanın yanı sıra milliyetçi, Atatürkçü, Kemalist olarak da addeder.
…. Köy Enstitülerinin kuruluş maksadı okuma-yazma öğretmek ve öğretmen yetiştirmek değildi. Cemiyet düzenini bozan hareketlere karşı ihtilal yaparak idareye el koymak, devrim sürecine, Marksizme ve Komünizme bir an önce ulaşmaktı. Müfredatın ideolojik dayatmaları, öğretmenlerin telkinleri, kitap ve konferansların muhtevası bunları yeterince çıplak bir şekilde ortaya koyuyordu.
… Daha sonraki yıllarda yapılan şikâyetler üzerine tutulan müfettiş raporlarında
belirtildiği gibi, enstitülere davet edilen misafir öğretmenler, köy çocuklarına
“Allah’a inanıyor musun?” diye soruyor, inananları küçümsüyorlardı. Ayrıca:
1. “Aile kutsiyeti saçma sapan bir inanıştır. Tabiat, senin karın, benim karım diye bir ayırım yapmamıştır.
Bu, insan egoizmasının meydana çıkardığı bir şeydir. Bunları ortadan kaldıracak olan bizleriz” diyorlardı.
2. “Bugün biz hâlâ komünizmi kabul etmiyorsak bu o rejimin kötülüğünden değil, bizim kafamızın geriliğindendir” diye konuşuyorlardı.
3. Enstitülerde Marx ve Engels’in yazdığı Komünist Beyannamesi teksir edilmek suretiyle dağıtılıyordu.
4. Rus eğitim sistemi övülüyor, eğitimin ona göre yapılması telkin ediliyordu.
5. Düziçi Köy Enstitüsünde bayrağımızdan ayyıldız çıkartılarak onun yerine orak-çekiç çiziliyordu.
- Köy Enstitülerine davet edilen diğer öğretmenler: “Arkadaşlar! Köle olarak yaşayan köylüyü kurtarmak bize kalmıştır. Bunun için hükümeti devirmek, yerine geçmek, şehrin apartman sahibi ile köyde nemli toprak altında yaşayanın hakkını eşit etmeye
çalışmalıyız. Bunun için yegâne çare Komünistliğin ilan edilmesidir” diye konuşuyorlardı. Öğrencilere Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Maarifi, Karl Marx, hayatı ve eserleri konulu konferanslar veriliyordu.
7. Öğrencilere Komünist yazarların eserleriyle Yurt ve Dünya, Adımlar, Ant, Pınar, Gün, Ses gibi komünist dergiler dağıtılıyordu. Köy Enstitülerinde bu komünist telkinlere karşı çıkan öğrencilerle kendilerini Komünizme kaptıran öğrenciler arasında
zaman zaman kavgalar çıkıyordu.
Özetle:” “Bu memleketi yirmi beş yılda kızıllaştırmak isteyen bir komünist kundağı kurulmuştur.
…. Pulur Köy Enstitüsünde “rejim aleyhi telkinler yapmak ve sosyalist fikirleri geniş
ölçüde yaymak için çok sistemli bir metot takip edildiğini” belirten Müfettiş F. İsfendiyaroğlu’nun raporu, Pulur Köy Enstitüsü özelinde Köy Enstitülerinin komünizm propagandasının gerçekleştirildiği yapılanmalar haline geldiğini gösteren en sarsıcı örneklerden biri.”[10]
-Bende buna şahidim.
İlk açılan köy enstitülerinden biri olan Kırşehir/Çiçekdağı ilçesine 24-Ocak-1986 yılında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni olarak atandım.
Daha göreve başlamam bile problem oldu. Okul müdürü parmağımda bulunan gümüş yüzüğün çıkarılmasını istedi yoksa göreve başlama kağıdını imzalamama müsaade etmedi.
Kendisiyle üç saate yakın mücadele ettim.
Çiçekdağı Lisesinde 370 öğrenci kalıyordu. Bende bekar olduğumdan onların başlarında eğitmen olarak 1,5 yıl kaldım.
Özellikle doğudan gelen son sınıf Öğrencileri pansiyona Cumhuriyet gazetesi getiriyordu.
Mani oldum ve bana şu itirafta bulundular;
-Hocam geçen sene Fen Bilgisi öğretmenimiz sınıfta Allah diye bir şey yok, diyordu.
Bu günlere kolay gelinmedi.
-Cemal Kutay:” 1923’te benimsenen bir Türkiye Türkçülüğü masalı ile koskoca bir imparatorluğun kalıntısı olduğumuz hakikatine göz kapatılmış, tarihî gerçekler kaskatı bir mantığın insafsız ve merhametsiz kabuğuna sarılmıştır.”
-Bugün azımsanmayacak derecede büyük bir güruh kendi celladına adeta aşık olmuştur.
O da aile boyu.
“Celladına aşık olmuşsa bir millet,
ister ezan ister çan dinlet. itiraz etmiyorsa sürü gibi illet, müstehaktır ona her türlü zillet. “Ömer Hayyam-” Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?
İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular; doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden
okunan Kur’an’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız semtlerde, yani alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler; yoksa ne muhit, ne yaşayış, ne semt hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.
Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerine yerleşirlerdi; fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi. Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını
arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz kefere (kâfirler) Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan ari, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar’a bakınız, bir de Kadıköyü’ne. Üsküdar’ın yanında Kadıköy Tatavla (Kurtuluş)’yı andırır. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz, bu son asırda peyda olan semtlerle, İstanbul içlerini mukayese ediniz.
…Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük.
O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında anne millete dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!” Yahya Kemal Beyatlı.
-” Osmanlı, yâd elleri kanıyla vatanlaştırmıştı, kanıyla ve adaletiyle.
Kâfir çocuklarına kucağını açmış, onlara kendi ruhunu nefhetmişti. [üflemişti]. Mağlupların evlatları birer cihan pehlivanı oldular: “Ruy-i zemine şemşir gibi” saldığımız “demir kuşaklı” birer “cihan pehlivanı”.
Yeniçeri, hidayete eren küfür, dost olan düşmandır. Damarlarında yabancı kanı taşıyan yüzbinlerce insan, küfrü yok etmek için kanlarını sebil ederler.
Yeniçeri, Osmanlı’nın en büyük mucizesi. Avrupa’yı Avrupa’ya, kâfiri kâfire kırdırmak. Evet ama, zulmeti nura kalbetmek [dönüştürmek] için.. O zafer şahinleri, birer sulh güverciniydiler. Ülkelere sefalet değil, hakikat ve medeniyet götürüyorlardı. Bir davettiler, kardeşliğe, adalete, saadete davet.
….. İstikbâlimizi kendimize karşı kazanmak zorundayız önce. En büyük tehlike: Bu tefekkür ataleti, bu zillete rıza, bu gururundan soyunuş.
İnsanın tek izzeti: Tefekkür. İnsan, “hayvan-ı natık” [konuşan hayvan] olduğu için, “ahsen-i takvim” dir [yaratılmışların en güzelidir]. Beni hayvan-ı nâtık olmaktan men ediyorsunuz, ne haddiniz diyemiyorum size. Esaretimden memnunum demek. Ama ben vicdanınızım, vicdanınız ve şuurunuz. Uçuruma koşuyorsunuz, durun diyemiyorum.
Bu teslimiyet bir idrakin intiharıdır, bir idrakin, yani bir milletin. Korkunuz…”Cemil Meriç.
-“ Ramazan bir ay, bazan 29, bazan 30 gün sürer. 29 gün Ramazanlarında, “bizim bir günümüzü çaldılar” diye alakalarıyla serzenişlerde bulunurlar. 30 gün oruç tutanlar Bayramın birinci günü oruç tutmadığından birşey yemeğe utanır ve bir nevi gündüz yemenin acemiliği ve mahcupluğu içindedir. Adeta giden Ramazandan sıkılır. Ramazan gidiyor, acaba bir daha seneye çıkacak mıyım diye ağlayanları bilirim ben.” Süheyl Ünver.
-“ Şehrin, Batı Avrupa an’anesinden tamamen farklı bir biçimde oluşumunun en belirgin örnekleri İslam şehirleridir. En parlak ve İslamî özelliği en üst düzeyde yansıtan şehirlerin de Osmanlı şehirleri olduğu söylenebilir.” Turgut Cansever.
-“ Sultan Abdülhamid ne derecelerde âdil veya i’tisâfâr idi? Onu burada teşrîh etmek nâ-be-mevki’ ve nâ-be-hengâmdır. Fakat gözlerini müebbeden kapamadan gördü ve kâni’ oldu ki pek ziyâde aranıyor. Ve Sultân Hamid’i arayan gözlerde hem telehhüf, hem nedâmet yaşları aynen görünüyordu.
Tabutu Topkapı Sarayı Hümâyûn’unun Hırka-i Saâdet dairesinden çıkarılırken bendegânı ağlıyor, düşmanları ağlıyordu. Ayân ağlıyor, meb’ûsân ağlıyor, hatta en büyük sitem-dîdelerinden olan Müşir Fuâd Paşa Hazretleri bile ağlıyordu. (…)
Ahmed Celâleddin Paşa’nın Hırka-i Saâdet dâiresi önünde bana söylediği sözleri mâdeme’l-hayât unutamam. Bu merdoğlu merd Çerkes, “Benim Allâh’a ve ahirete i’tikâdım vardır. Eğer velînimetim, bazı ef ’âlinden dolayı itâb-ı İlâhîye dûçâr olacaksa Allâh onun yerine beni cehenneme koysun!..” diyor ve hüngür hüngür ağlıyordu.
Daha ötede Sultân Abdülaziz’i hal’inden sonra kayığında Topkapı Sarayı’na kadar takîb etmiş olan Ser-esvâbı vefâkâr İlyas Bey ağlıyor, bütün cemâat, bütün ümmet ağlıyordu. Ayasofya’nın Sultân Mahmud Türbesi’ne kadar biriken binlerce halk ağlıyor, kadınlar “vâh vâh!..
Babamızdın, bizden büsbütün ayrıldın!.. Bizi kimlere bırakıyorsun!..” nevhalarıyla ağlıyordu. Milleti onu cân u dilden affetmişti. İnşâallâh onun da rûhu milleti affeder” Süleyman Nazif.
Dünya bizi beklemektedir.
Bizde bir asırdır kırılacak zincirlerin son bulmasını bekliyorduk.
*TÜRKLER YENIDEN GELECEK![11]
MEHMET ÖZÇELİK
11-09-2022
[1] NEML SÜRESİ- 48. AYET.
[2] Tekvir-8-9.
[3] Derin Tarih.Ocak.2020.Sh.38-41.
[4] Derin Tarih. Temmuz.2021.Sh.47.
[5] Derin Tarih. Temmuz.2021.Sh.82.
[6] Sünuhat.71.72.
[7] Derin tarih. Şubat.2021. Sh.29.
[8] Derin tarih. Şubat.2021. Sh.31.
[9] (Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam)” Derin tarih. Şubat.2021. Sh.32.
[10] (Bir Başka Açıdan Köy Enstitüleri, s. 20).” Derin tarih. Ocak.2021. Sh.3,36,42,44-46,55,62.
[11] (Mesnevîhan – Saraybosna’da Mevlevîlik ve Mesnevîhan Hacı Hafız Halid Efendi Hacımuliç, Mikail Türker Bal, Erdem, s. 97-98)