SÜNUHAT’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

SÜNUHAT’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

{(1): Yalnız ıtlakın nüktesini beyan eder.}

Kur’an “sâlihat”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.

Meselâ: Cesaret, sehavet erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebebdir. Karıda nüşûze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebeb olabilir.
Meselâ: Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zaîfe karşı tevazuu, zaîfte tezellül olur.

Meselâ: Bir ulü-l emr, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.

Meselâ: Tertib-i mukaddematta tefviz, tenbelliktir. Terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattır. Meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûnhimmetliktir.

Meselâ: Ferd mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanet olur.

Meselâ: Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez. Herbirinde birer misal gördün, istinbat et.

Madem ki Kur’an bütün tabakata, bütün a’sârda, kâffe-i ahvalde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur. Sâlihattaki ıtlakı, belîgane bir îcaz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür.

* * *********

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Kur’an-ı Kerim’in “الصَّالِحَاتِ” (sâlihat – salih ameller) tabirini neden “mutlak” yani umumî ve mübhem (belirsiz) bıraktığının hikmetini izah etmektedir. Metne göre bunun temel sebebi, “hayr” (iyilik) ve “fazilet” kavramlarının çoğunun “nisbî” (göreceli) olmasıdır.
Bir fiilin “salih amel” olup olmaması; şahsa (ferd), topluluğa (cemaat), makama (sınıf), yere (mahal) ve duruma (cihet) göre değişiklik arz eder. Metinde verilen misaller (kavînin tevazuu ile zaîfin tezellülü, ulü-l emrin makamındaki ciddiyeti ile hanesindeki ciddiyeti vb.) bu nisbîliği açıkça ortaya koyar.
Kur’an’ın “sâlihat”ı tarif etmeyip mutlak bırakması, onun hitabının ezelî ve cihan şümul olmasının bir gereğidir. Bu “belîgane sükût” (beliğ bir suskunluk), her çağa, her sınıfa ve her duruma uygun olan “salih amel”in idrak edilmesine imkân tanıyan bir “îcaz-ı mutneb”dir (geniş manalar ihtiva eden veciz bir ifade).
İşte, Kur’an-ı Kerim’de bu üslûba benzer şekilde, umumî ve mutlak bırakılarak her duruma ve şarta şamil olması hedeflenen başka kavramlar ve bunlarla ilgili ayet-i kerimeler:

1. “el-Ma’rûf” (المَعْرُوفُ – İyilik, Akla ve Örfe Uygun Olan)
Kur’an-ı Kerim, “sâlihat” gibi “ma’rûf”u da mutlak bırakır. “Ma’rûf”, kelime manasıyla “bilinen, tanınan (iyilik)” demektir. Bu, onun tarifinin şeriata, selim akla ve cemiyetin muteber örfüne bırakıldığını gösterir. Bu durum, metinde zikredilen nisbîliğin (göreceliliğin) tam bir misalidir.
Ayet :
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (ma’rûf) emreden ve kötülükten meneden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmrân, 3/104)
İzahı:
Ayet, neyin “ma’rûf” olduğunu tek tek saymaz. Zira bir tüccar için “ma’rûf” olan (örn: ticarette dürüstlük), bir âlim için “ma’rûf” olan (örn: ilmi yaymak) veya bir idareci için “ma’rûf” olan (örn: adaletle hükmetmek) fiillerin tatbik şekli farklıdır. Aynı şekilde, bir beldede “ma’rûf” (örf) olan bir âdet, başka bir beldede “münker” (kötü) sayılabilir. Bu ıtlak, İslam’ın her zamana ve mekâna hitap etmesini sağlar.

2. “el-Hayr” (الْخَيْرُ – Hayır)
“Sâlihat”ın temelinde “hayr” vardır. Metin de “hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler” diyerek buna işaret eder. Kur’an, “hayr”ı da mutlak bırakarak en küçüğünden en büyüğüne kadar her türlü iyiliği kapsamasını murad etmiştir.
Ayet ( Meali):
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿٧﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿٨﴾
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/7-8)
İzahı:
Burada “hayr”ın ne olduğu listelenmemiştir. “Zerre ağırlığınca” denilerek, en küçük “hayr” fiiline dahi kapı açılmıştır. Bu, metindeki misallere tam mutabakat eder. Mesela, “kavînin zaîfe tevazuu” bir “hayr”dır; ancak aynı fiil (tevazu) “zaîfin kavîye karşı” olduğunda “tezellül” olup “hayr” olmaktan çıkabilir. Veya “terettüb-ü neticede tevekkül” bir “hayr” iken, “tertib-i mukaddematta tefviz” (aynı fiilin farklı bir ciheti) “tenbellik” olup “şer” olabilir. “Hayr”ın mutlak bırakılması, bu ince farkların ve nisbî durumların tamamını kuşatır.

3. “el-İhsân” (الْإِحْسَانُ – İyilik Etmek, Mükemmellik)
“İhsân”, “sâlihat”ın en yüksek mertebelerinden biridir. Adaletin (farzların) ötesinde, bir işi en güzel şekilde yapmak veya fazladan iyilikte bulunmaktır. Kur’an, “ihsân”ı da mutlak bırakarak, her duruma uygun en mükemmel davranışı hedefler.
Ayet (Meali):
إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı (ihsân), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16/90)
İzahı:
Ayet “adalet”i (her hak sahibine hakkını vermek) emrettikten sonra, ondan daha geniş ve duruma göre değişen “ihsân”ı emreder. “İhsân”ın şekli, muhataba göre değişir. Anne-babaya “ihsân” (İsrâ, 17/23), onlara “öf” bile dememektir. Borçluya “ihsân” (Bakara, 2/280), ona mühlet vermek veya borcu bağışlamaktır. Metindeki misale dönersek; bir “ulü-l emr”in (idareci) “ihsân”ı, makamında (adaletle birlikte) vakar göstermesi, hanesinde ise (adaletle birlikte) tevazu göstermesidir. “İhsân”ın mutlak bırakılması, her ferdin kendi makamına, durumuna ve muhatabına göre en faziletli davranışı bulmasına imkân verir.
Netice:
Tıpkı “sâlihat” gibi, “ma’rûf”, “hayr” ve “ihsân” kelimelerinin de Kur’an’da mutlak bırakılması, bu kavramların nisbî (göreceli) yapılarını ve farklı durumlara (ahvâl), sınıflara (tabakat) ve zamanlara (a’sâr) göre tebeddül eden (değişen) mahiyetlerini dikkate alan bir belâgat harikasıdır.

 

 

 

 

وَ جَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَ قَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُوا

اَىْ لِتَعَارَفُوا فَتَعَاوَنُوا فَتَحَابُّوا لَا لِتَنَاكَرُوا فَتَعَانَدُوا فَتَعَادُّوا

Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası, birer vazifesi olduğu gibi; herkesin heyet-i içtimaiyede müteselsil revabıt ve vezaifi vardır. Halita şeklinde gayr-ı muayyen olsa, tearüf ve teavün olmaz.

Unsuriyetin intibahı ya müsbettir ki, şefkat-i cinsiye ile intiaşe gelir ki, tearüfle teavüne sebebdir. Veya menfîdir ki, hırs-ı ırkî ile intibaha gelir ki, tenakürle teanüdün sebebidir. İslâmiyet bunu reddeder.

* * *
وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا

Rızık hayat kadar, kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Kudret-i ezeliye dehşetli bir faaliyetle âlem-i kesifi, âlem-i latife kalb ve zerrat-ı kâinatı hayattan hissedar etmek için edna bir sebeb ile, bir bahane ile kemal-i ehemmiyetle hayatı verdiği gibi; aynı derece ehemmiyetle mebsuten mütenasib, rızkı dahi ihzar ediyor.

Hayat, muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür.

Bir nokta-i nazarda denilebilir: “Açlıktan ölmek yoktur.” Zira şahm vesair surette iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür. Rızıksızlık değil.

* * *
وَ اِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

{(*): Hayat-ı hakikiye ancak âlem-i âhiretin hayatıdır. Hem o âlem ayn-ı hayattır. Hiçbir zerresi mevat değildir. Demek dünyamız da bir hayvandır.}

Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop, küre kadar büyüse, ona benzemiyecek mi?

Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki; bir ceseddeki a’zâ, ecza, zerrat izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor.

Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferde hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?… Şu âyet dehşetli bir sırrı telvih eder. Kesretin mebdei vahdettir, müntehası da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır.

Kudret-i ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata, herbir zerreye birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir. Nasılki zerratta reşehat-ı kuvvet olan cazibelerin muhassalası bir cazibe-i umumiye vardır. O da kuvvetin ziyasıdır. İzabesinden neş’et eden bir istihale-i latifesidir.

Kezalik kâinata serpilmiş katarat ve lemaat-ı hayatın dahi muhassalı bir hayat-ı umumiye var olmak gerektir. Hayat varsa ruh da vardır. Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir. O mebde-i ruh dahi hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye tesmiye ederler.

İşte ehl-i istiğrakın iştibahının sebebi ve şatahatın menşei: Şu zılli, asla iltibas etmeleridir.

* * ********

1. Bölüm: Tearüf (Tanışma), Teavün (Yardımlaşma) ve Unsuriyet
Verilen metin, Hucurât Suresi’ndeki …لِتَعَارَفُوا (“…tanışasınız diye…”) ayet-i kerimesinin hikmetini, “tanışmanın” (تَعَارُف) “yardımlaşmaya” (تَعَاوُن) ve “sevişmeye” (تَحَابُّ), aksi olan “yabancılaşmanın” (تَنَاكُر) ise “inatlaşmaya” (تَعَانُد) ve “düşmanlığa” (تَعَادُّ) sebep olacağını belirterek izah etmektedir. Ayrıca içtimaî hayattaki vazifelerin muayyen olmasının ehemmiyetine ve İslamiyet’in menfî ırkçılığı (عُنْصُرِيَّة) reddettiğine dikkat çekilmektedir.
Bu bahsin temelini teşkil eden ayet-i kerime şudur:
Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır. (Hucurât, 49:13)
Bu muhtevayı destekleyen benzer ayet-i kerimeler:
• Teavün (Yardımlaşma) Hakkında:
Metinde geçen فَتَعَاوَنُوا (yardımlaşasınız) hedefi, Maide Suresi’nde açıkça emredilmektedir. Bu ayet, içtimaî yardımlaşmanın hangi açılardan olması gerektiğini de tasvir eder:
…İyilik ve takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir. (Mâide, 5:2)
• Tefrikadan (Ayrılıkçılıktan) Sakınma Hakkında:
Metnin tenkit ettiği تَنَاكُر (yabancılaşma) ve تَعَانُد (inatlaşma), Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin arasını bozan birer fitne olarak zikredilir. Birlik ve beraberlik esastır:
Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz. (Âl-i İmrân, 3:103)
• Mü’minlerin Kardeşliği Hakkında:
Metindeki فَتَحَابُّوا (birbirinizi sevesiniz) emrinin temeli, ırk veya kabile birliğinden öte, iman kardeşliğidir. Hucurât Suresi, bu bahsi şöyle pekiştirir:
Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin. (Hucurât, 49:10)

2. Bölüm: Rızık Meselesi
Verilen metin, Hûd Suresi’ndeki وَمَا مِنْ دَابَّةٍ… (“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki…”) ayet-i kerimesini esas alarak, rızkın hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetli olduğunu belirtir. Rızkın, kudret-i ezeliye tarafından “ihzar edildiğini” (hazırlandığını) ve “açlıktan ölmek” diye bir şeyin hakikatte olmadığını, zira ölümün rızıksızlıktan değil, bedenin “terk-i âdetten neş’et eden marazından” (alışkanlıklarını terk etmekten kaynaklanan hastalıktan) ileri geldiğini izah eder.
Bu bahsin temelini teşkil eden ayet-i kerime şudur:
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır. (Hûd, 11:6)
Bu muhtevayı destekleyen benzer ayet-i kerimeler:
• Rezzâk İsminin Tecellisi Hakkında:
Metnin vurguladığı “rızkın ihzar edilmesi” (hazırlanması) fikri, Allah-u Teâlâ’nın Rezzâk (Rızık Veren) isminin mutlak tecellisine dayanır:
Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir. (Zâriyât, 51:58)
• Rızkın Tevekküle Bağlantısı Hakkında:
Rızkın ehemmiyeti ve Allah’ın inayeti altında olması, aynı zamanda tevekkülü de gerektirir. Rızık, kulun beklemediği yerden de gelebilir:
Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur. (Talâk, 65:3)
• Bütün Canlıların Rızkı Hakkında:
Metnin rızkı hayat ile bir tutan bakış açısı, Allah’ın sadece insanı değil, rızkını biriktiremeyen en aciz canlıları dahi rızıklandırdığını belirten şu ayetle desteklenir:
Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşıyamazlar (yiyeceklerini biriktiremezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Ankebût, 29:60)

3. Bölüm: Hayat-ı Hakikiye ve Hayat-ı Umumiye (Kâinatın Hayatı)
Verilen metin, Ankebût Suresi’ndeki …لَهِىَ الْحَيَوَانُ (“…işte asıl hayat odur…”) ayet-i kerimesinden yola çıkarak “hakikî hayatın” ahiret hayatı olduğunu izah eder. الْحَيَوَان kelimesinin mübalağa sîgası olduğuna, yani ahiretin “hayatın ta kendisi” (عَيْنِ حَيَات) olduğuna işaret eder. Bu noktadan hareketle, küremizin (dünyanın) de bir hayvana benzediği, âsâr-ı hayat gösterdiği ve bir ruhu olabileceği tefekkür edilir. Kâinatı “insan-ı ekber” (büyük insan) olarak tasvir eder ve zerratlar arasındaki cazibe-i umumiyeye (genel çekim kuvvetine) kıyasla, kâinatta da bir “hayat-ı umumiye” (genel hayat) ve buna bağlı bir “ruh” olması gerektiğini belirtir. Bu “hayat-ı sâriye” (her şeye sirayet eden hayat), Hayat-ı Ezeliyye’nin (Allah’ın ezelî hayatının) bir tecellisidir.
Bu bahsin temelini teşkil eden ayet-i kerime şudur:
Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi! (Ankebût, 29:64)
Bu muhtevayı destekleyen benzer ayet-i kerimeler:
• Hayy-ı Kayyûm ve Hayat-ı Sâriye Hakkında:
Metinde “Hayat-ı Ezeliyye’nin tecellisi” olarak belirtilen ve kâinatı ayakta tutan “hayat-ı umumiye” ve “ruh” mefhumlarının mebdei (kaynağı), Allah-u Teâlâ’nın “Hayy” (Diri) ve “Kayyûm” (Her şeyi ayakta tutan) isimleridir. Âyetü’l-Kürsî bu hakikati ders verir:
Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir (hayydır), her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır (kayyûmdur). Kendisine ne bir uyuklama ne de bir uyku gelir. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlar O’nun ilminden, dilediği müstesna, hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruyup gözetmek O’na zor gelmez. O, yücedir, büyüktür. (Bakara, 2:255)
• Dünya Hayatının Geçiciliği Hakkında:
Metnin “hakikî hayatın” ahiret olduğu vurgusu, dünya hayatının geçici bir meta ve aldanış olduğunu belirten birçok ayetle desteklenir:
Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (A’lâ, 87:16-17)
• Yeryüzünün Hayatı (Diriltilmesi) Hakkında:
Metindeki “Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor” şeklindeki nazar ve bakış, Kur’an-ı Kerim’in sıkça yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesini zikretmesiyle bağlantılıdır. Bu, hem ahirete bir isbattır hem de yeryüzünün bir nevi “hayat” sahibi olduğuna bir işarettir:
Allah, rüzgârları gönderendir. Onlar da bulutu harekete geçirir. Biz de onu ölü bir toprağa süreriz. Onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra diriliş de böyledir. (Fâtır, 35:9)

 

 

 

 

وَ لَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَ لٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ

اَىْ وَلٰكِنَّهُمْ يَشْعُرُونَ اَنَّهُمْ اَحْيَاءٌ مَا مَاتُوا

Şehid kendini hayy bilir.

{(*): Acib bir vakıa, şu manaya bana kat’î kanaat vermiştir.}

Feda ettiği hayatı sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rü’yada lezaizin enva’ına câmi’ bir bahçede geziyorlar. Biri rü’ya olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakikî mütelezziz olur.

Âlem-i rü’ya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan, desatirleri mütemasildir.

* * *
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا

قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًا

Şu âyet haktır. Akla münafî olamaz. Hakikattır. Mücazefe, mübalağa içinde bulunamaz. Halbuki zahir düşündürür.

BİRİNCİ CÜMLE:

Adalet-i mahzanın en büyük düsturunu vaz’ediyor. Der ki: Bir masumun hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nisbeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nisbettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz.

Lâkin adalet-i izafiye cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihan veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla… (Ene)ler (nahnü)ye inkılab edip, mezcî cemaat ruhu tevellüd ederek, külle feda olmak için ferd zımnen rızadade olabilir. Bazan (nur), (nar) göründüğü gibi şiddet-i belâgat da mübalağa görünür.

Şurada nükte-i belâgat üç noktadan terekküb ediyor:

Birincisi:

Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir. Hayra olduğu gibi, şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenahî gibidir. Hodgâmlık ile öyle insan olur ki, heves ve ihtirasına mani herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister.

İkincisi:

İstidad-ı fıtrînin haricde derece-i kuvvetini izharla, mümkini vaki’ suretinde göstererek, nefsi zecr edip -demek o damar-ı gadr ve isyan çekirdeği güya bilkuvveden bilfiile çıkıp, imkânatı vukuata inkılab ederek, müstaid olduğu semeratı verip, bir şecere-i zakkum suretinde hayalin nasb-ül aynına vaz’eder- tâ matlub olan teneffür ve inzicarı, nefsin dibine kadar işletilsin. İrşadî belâgat böyle olur.

Üçüncüsü:

Kaziye-i mutlaka bazan külliye ve kaziye-i vaktiye-i münteşire bazan daime suretinde görünür. Halbuki bir ferd, bir zamanda hükme mazhar olsa, kaziyenin mantıkan sıdkına kâfidir. Ehemmiyetli bir kemmiyet olsa, örfen dahi doğrudur. Nasılki her mahiyette bazı hârikulâde efrad veya o nev’in nihayet derecede tekemmül etmiş bir ferd veya her ferd için acib şeraite câmi’ hârika bir zaman bulunur ki; sair efrad ve ezmine o ferde veya o zamana nisbeten, zerreler kadar küçücük balıklar balina balığına nisbeti gibidir.

Bu sırra binaen cümle-i ûlâ çendan zahiren külliye ise, fakat daime değildir. Fakat beşere katilliğin zaman cihetiyle en müdhiş ferdini nazara vaz’ediyor.

Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır; bir gülle otuz milyonun mahvına sebeb olur. Nasılki oldu da… Öyle şerait tahtında olur ki, küçük bir hareket insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır. Öyle hal olur ki; küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.

Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i zamaniyede böyle haller, büyük bir nükte için nazara alınır. Böyle acib ferdler ve acib zamanlar ve haller mutlak, mübhem bırakılır.
Meselâ: İnsanlarda (veli), cum’ada (dakika-i icabe), ramazanda (leyle-i kadir), esma-ül hüsnada (ism-i a’zam), ömürde (ecel) meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir.

Taayyün ettikçe, sairleri rağbetten düşer. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye müreccahtır. Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiğinden mübhemde nefsi kandırır. Muayyende ise, yarısı geçtikten sonra darağacına tedricen takarrüb gibidir.

TENBİH:

Bazı âyât ve ehadîs vardır ki; mutlakadır, külliye telakki edilmiş. Hem öyleler vardır ki; münteşire-i muvakkatadır, daime zannedilmiş. Hem mukayyede var, âmm hesab edilmiş.

Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise imandan neş’et ettikleri gibi ve imanın tereşşuhatına da hâize olan başka masume evsafa mâlik olduğundan, o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebebden de neş’et edebilir. Sıfatın delaletinde (şekk) var. İmanın vücudunda da (yakîn) var. Şekk ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!..

İKİNCİ CÜMLE:

اَىْ مَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًا

İhya, mana-yı zahiriyy-i mecazî itibariyle, hasenenin gayr-ı mahdud tezauf düsturunu gösterir. Mana-yı aslî itibariyle halk ve icadda şirk ve iştiraki, esasıyla (hedm) eden bir bürhana remizdir. Zira bu cümle ile beraber

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

tarafeyndeki teşbih, iktidar manasını ifham ettiğini dahi nazara alınsa, mantıkan aks-i nakîz kaidesiyle istilzam ediyor ki,

مَنْ لَا يَقْتَدِرُ عَلٰٓى اِحْيَاءِ النَّاسِ جَم۪يعًا

لَا يَقْتَدِرُ عَلٰٓى اِحْيَٓاءِ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ

demek işareten delalet ediyor.
Madem ki insanın, mümkinatın kudreti, bilbedahe semavatın, küre-i arzın halkına, icadına muktedir değildir. Bir taşın, hiçbir şeyin halkına da muktedir olamaz.

Demek arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak, çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez.

Sun’î tasarrufat-ı beşeriye ise, fıtratta cari olan nevamis-i İlahînin sereyanlarını keşf ile, tevfik-i hareket edip, lehinde istimal etmektir.

İşte bu derece bürhanda vuzuh, parlaklık Kur’anın rumuz-u i’cazındandır. Gelecek âyet bunu isbat edecektir.

* * *******

1. Bölüm: Şehadet ve Hayat (Bakara 154 İzahı)
Metindeki İzah:
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz hissetmezsiniz.” (Bakara 2/154 – Meali)
Metinde bu ayet, “اَىْ وَلٰكِنَّهُمْ يَشْعُرُونَ اَنَّهُمْ اَحْيَاءٌ مَا مَاتُوا” (Yani, lâkin onlar kendilerinin diri olduklarını, ölmediklerini hissederler) şeklinde tefsir edilmiş ve “Şehid kendini hayy bilir” denilerek, şehidin kendi hayatını inkıtaa uğramamış, sadece daha nezih bir seviyeye intikal etmiş olarak gördüğü belirtilmiştir. Bu durum, rü’yada olduğunu bilmeyen ve hakiki lezzet alan kimsenin haline benzetilmiştir.
Benzer Ayetler ve İzahı:
Bu manayı en açık şekilde teyit eden ve şehitlerin berzah alemindeki hallerini tasvir eden ayetler Âl-i İmrân suresindedir. Bu ayetler, Bakara 154’teki “lâkin siz hissetmezsiniz” kısmının şehitlerin kendi hissetmeleriyle (şuur) nasıl zıt olmadığını, aksine onların Rableri katında nasıl bir hayat içinde olduklarını beyan eder:
Âl-i İmrân Suresi, 169-170. Ayetler (Meali):
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.”
• İzahı: Bu ayetler, tefsirdeki “Şehid kendini hayy bilir” ve “Feda ettiği hayatı… bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor” manasını birebir destekler. Ayetteki “rızıklanmaktadırlar” (يُرْزَقُونَ) ve “sevinç yaşayarak” (فَرِح۪ينَ) ifadeleri, onların şuurlu, his sahibi ve lezzet alan bir hayat içinde olduklarını gösterir. Bu, metindeki “hakikî mütelezziz olur” (hakiki lezzet alır) tespitiyle tam bir mutabakat içindedir.

2. Bölüm: Bir Canı Öldürmek ve İhya Etmek (Maide 32 İzahı)
Metindeki İzah:
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًا
“…Kim, bir cana kıymamış veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamış bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (Maide 5/32 -Meali)
Metin, bu ayeti iki cümlede incelemiştir:

A. Birinci Cümle (Katl fiili): Adalet-i Mahza ve İsyanın Sınırsızlığı
Metin, bu cümlenin “adalet-i mahza” (mutlak adalet) düsturunu vaz ettiğini, bir masumun hakkının umum beşer için dahi heder edilemeyeceğini belirtir. Ayrıca bu ayetteki şiddetli ifadenin (bütün insanları öldürmüş gibi), insanın fıtratındaki sınırsız şer kabiliyetini (istidad-ı isyan) göstermek ve bu potansiyeli fiile çıkmış gibi tasvir ederek nefsi şiddetle menetmek (zecr) için kullanılan bir “nükte-i belâgat” olduğunu izah eder.
Benzer Ayetler ve İzahı:
• Hayatın Dokunulmazlığı (Adalet-i Mahza):
Metnin vurguladığı “bir masumun hayatı… heder olmaz” prensibi, Kur’an’ın birçok yerinde teyit edilen temel bir haktır:
İsrâ Suresi, 33. Ayet (Meali):
“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. O da öldürme işinde sınırı aşmasın. Çünkü ona (veliye) yardım edilmiştir.”
• İzahı: Bu ayet, Maide 32’deki hükmü pekiştirerek, can almanın ancak “haklı bir sebep” (bi’l-hakk) ile mümkün olabileceğini, bunun dışında mutlak surette haram kılındığını belirtir. Bu, metindeki “adalet-i mahza”nın bir yansımasıdır; zira adalet, hakkın teslimidir ve en büyük hak, hayat hakkıdır.
• İnsanın Derûnî Yapısı (Şer İstidadı):
Metnin “Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdud olduğunu göstermektir” tespiti, insanın bu zafiyetine işaret eden ayetlerle desteklenir:
Asr Suresi, 2-3. Ayetler (Meali):
“İnsan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.”
• İzahı: İnsanın fıtraten “ziyanda” (خُسْرٍ) olması, onun müdahaleye (iman ve salih amel) muhtaç bir yapıda olduğunu gösterir. Metindeki “hodgâmlık ile… dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister” ifadesi, bu “hüsran” potansiyelinin, yani ene ve enaniyetin (egonun) kontrolsüz bırakıldığında ne derece büyük bir şerre kabiliyetli olduğunu tasvir eder. Maide 32’deki şiddetli ifade, bu potansiyel şer kapısını kapatmak içindir.
• Mübhem (Belirsiz) Olanın Hikmeti:
Metin, ayetin bir “kaziye-i mutlaka” olduğunu, bazen müthiş bir ferdin veya zamanın hükmü temsil ettiğini söylerken; Veli, Leyle-i Kadir, İsm-i A’zam ve Ecel’in gizli (mübhem) bırakılmasındaki hikmete işaret eder.
Lokmân Suresi, 34. Ayet (Meali):
“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) haberdardır.”
• İzahı: Metnin “ömürde (ecel) meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymetdar kalır” tespiti, bu ayetle tam örtüşür. Ecelin ve yarın ne olacağının bilinmemesi, insanın her anını dikkatle ve ehemmiyetle geçirmesi için bir ilahî tedbirdir. Aynı hikmetle, Maide 32’de bir canın katli “bütün insanlar” gibi gösterilerek, her bir ferdin hayatı “bütün nev-i beşer” kadar kıymetli bir mevkiye çıkarılmıştır.

B. İkinci Cümle (İhya fiili): Yaratılışta Tevhid ve Şirkin Reddi
Metin, “men ahyâhâ” (kim onu ihya ederse) cümlesinin mecazî manada iyiliğin sınırsız mükafatını gösterdiğini; aslî mana (hakiki yaratma) itibariyle ise yaratılışta şirki (ortaklığı) temelden yıkan bir “bürhan” (delil) olduğunu belirtir. Bu delili de “aks-i nakîz” (mantıkta bir önermenin tersini alıp olumsuzlamak) kaidesiyle şöyle açıklar: “Bütün insanları ihya etmeye muktedir olmayan, bir tek nefsi dahi ihya etmeye muktedir olamaz.”
Benzer Ayetler ve İzahı:
• Tevhid-i E’fâl (Fiillerde Birlik):
Metnin bizzat atıf yaptığı ve bu mantıkî delilin temelini oluşturan ayet şudur:
Lokmân Suresi, 28. Ayet (Meali):
“(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
• İzahı: Bu ayet, Kudret-i İlahiye nazarında bir kişi ile bütün insanları yaratmak arasında hiçbir fark olmadığını beyan eder. Metnin “aks-i nakîz” ile çıkardığı “Bütününü yapamayan, bir tekini de yapamaz” neticesi, bu ayete dayanır. Eğer bir tek nefsi yaratmakta zerre kadar acziyet veya iştirak (ortaklık) bulunsaydı, bu, Allah’ın kudretinin (hâşâ) sınırlı olduğunu gösterirdi ki; bu kudret ile bütün insanları yaratmak da imkânsız olurdu. Halbuki Allah için bir ile bütün, zerre ile güneş birdir.
• Kâinatın Bütünlüğü ve Şirkin İmkânsızlığı:
Metnin “arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak… bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez” delili, kâinatın bölünmez bir bütün olduğunu ve ancak tamamına hükmedenin bir parçasına da hükmedebileceğini ispat eder.
Enbiyâ Suresi, 22. Ayet (Meali):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”
• İzahı: Bu ayet, metindeki tevhid bürhanının tam bir dayanağıdır. Kâinatta mükemmel bir nizam vardır. Eğer bir tek nefsi (canı) yaratan “başka” bir ilah olsaydı, o nefsin hayatı için gereken havayı, suyu, rızkı ve kâinatla olan binlerce bağını da o ilahın tedarik etmesi gerekirdi. Bu ise kâinatta “ikinci bir ilah” olması demektir ki, ayetin belirttiği gibi bu durum nizamın bozulmasına (لَفَسَدَتَا) sebep olurdu. Madem nizam bozulmamıştır, öyleyse bir tek nefsi ihya eden de, bütün kâinatı idare eden Zât-ı Vâhid’den başkası olamaz. Bu, Maide 32’nin “men ahyâhâ” ifadesinin derûnî tevhid manasıdır.

 

 

 

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

Zira kudret zâtiyedir. Acz tahallül edemez. Melekûtiyete taalluk eder. Mevani’ tedahül edemez. Nisbeti kanunîdir. Cüz ve küll, cüz’î ve küllî hükmüne geçer.

BİRİNCİ NOKTA:

Kudret-i ezeliye, Zât-ı Akdes’e lâzıme-i zaruriye-i naşie-i zâtiyedir. (Acz) zıddı olduğundan bizzarure, zaruriye-i zâtiye ile, zıddının melzumu olan zâta ârız olmaz. Madem zâta ârız olamaz, kudrete bizzarure tahallül edemez. Madem ki tahallül edemez, kudrette meratib bizzarure olamaz. Zira meratibin vücudu, ezdadın tedahülüyledir. Meselâ hararette meratib, bürudetin tahallülüyledir. Hüsündeki derecat, kubhun tedahülüyledir.

وَ هَلُمَّ جَرًّا

Mümkinatta hakikî lüzum-u zâtî-i tabiî olmadığından, kâinatta ezdad birbirine girebilmiş. Meratib tevellüd edip, ihtilafat ile tegayyürat neş’et etmiştir.
Madem ki kudrette meratib olamaz, makdurat dahi bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük, en küçüğe müsavi, zerrat yıldızlara emsal olur.

İKİNCİ NOKTA:

Kâinatın iki ciheti var, âyinenin iki vechi gibi. Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsn kubh, hayr şer, sıgar kibr gibi umûrun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz’edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umûr-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş, vahdet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir. Teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlık’a müteveccihtir. Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet ma’luliyet giremez. İ’vicacatı yoktur. Avaik müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur.

Kudret hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî, mahall-i taalluk-u kudret hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüchanı, küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.

**********

Lokman Suresi, 28. Ayet:
“مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍؕ اِنَّ اللّٰهَ سَمٖيعٌ بَصٖيرٌ”
Meali: “Sizin yaratılmanız da yeniden diriltilmeniz de ancak bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphe yok ki Allah her şeyi işitir, her şeyi görür.” (Lokmân 31:28)
İktibas Edilen Metnin Özeti (Risale-i Nur İzahı):
Bu mühim parça, “Neden bütün insanları yaratmak ve diriltmek, Allah’ın kudretine bir tek nefsi yaratmak gibi kolay gelir?” sualinin hikmetini izah etmektedir. Cevap şu esaslara dayanır:
• Kudret Zâtiyedir, Meratibi Yoktur: Allah’ın kudreti, O’nun Zât-ı Akdes’inin zaruri bir lazımesidir. Zıddı olan acz (âcizlik), Zât’a ârız olamadığı için kudrete de tahallül edemez (içine giremez, karışamaz). Bir şeye zıddı karıştığı zaman onda dereceler (meratib) meydana gelir (sıcağa soğuğun karışmasıyla ılıklığın oluşması gibi). Madem ki Kudret-i İlâhiye’ye acz karışamaz, o halde O’nun kudretinde mertebeler yoktur. Kudret, sonsuz ve mutlaktır.
• Müsavat (Eşitlik): Kudrette mertebe olmayınca, O’na nisbetle bütün makdurat (kudretin taalluk ettiği, yarattığı şeyler) müsavi (eşit) olur. En küçük zerre ile en büyük yıldız, bir fert ile bütün insanlık, o kudrete nisbeten farksızdır.
• Mülk ve Melekûtiyet Ciheti: Kâinatın iki yüzü vardır. Mülk yüzü (görünen, zahiri yüz), zıtların, sebeplerin (esbab) ve engellerin (mevani’) olduğu yerdir. Allah’ın izzet ve azameti, kudret elinin zahiren bu sebeplerle ve umûr-u hasise (basit, küçük işler) ile mübaşeret etmemesini iktiza eder. Lakin bu sebeplerin hakiki tesiri yoktur. Melekûtiyet yüzü ise (perde arkası, hakikî yüz) şeffaftır, vasıtasızdır, engel (avaik) giremez. Kudret bu cihette her şeye doğrudan taalluk eder. Bu cihette zerre, güneşe kardeş olur; ikisi de kudrete aynı nisbettedir.

Konuyla İlgili Benzer Muhtevadaki Ayet-i Kerimeler
Bu ulvî hakikati (yani Kudret-i İlâhiye’nin mutlaklığını, O’na nisbetle az ile çoğun, küçük ile büyüğün bir olduğunu) teyit eden ve bu açıdan Lokman Suresi 28. ayet ile bağlantılı olan diğer ayet-i kerimelerden bazı misaller:

1. Emrin Tekliği ve Sürati (Kamer Suresi)
Risale-i Nur’daki izahın “Melekûtiyet cihetinde terettüb, teselsül yoktur” (yani bir işi yapmak için sıralama, vakit alma, aşama yoktur) hakikatine en güzel misallerden biri, Allah’ın emrinin süratidir.
“وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ”
Meali: “Bizim buyruğumuz, bir göz kırpması gibi bir anlıktır.” (Kamer 54:50)
İzahı: Bu ayet, Allah’ın emrinin “vâhide” (tek bir emir) olduğunu ve “göz açıp kapama” kadar süratli, hatta ondan da süratli olduğunu beyan eder. Bu, Kudret-i Zâtiye’nin iş görmek için zamana veya aşamalara muhtaç olmadığını gösterir. Tıpkı Lokman 28’de bütün insanları diriltmenin “bir tek nefis gibi” olması gibi, burada da en büyük hadiselerin icadı “tek bir emir” ile olmaktadır.

2. “Ol” Emri (Yâsîn Suresi)
Kudretin Mülk cihetindeki sebeplere değil, Melekûtiyet cihetindeki vasıtasız taallukuna işaret eden en meşhur ayet-i kerimedir.
“اِنَّـمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـٔاً اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ”
Meali: “O, bir şey dilediğinde buyruğu sadece, “Ol!” demektir, hemen oluverir.” (Yâsîn 36:82)
İzahı: Bu ayet, Kudret-i Zâtiye’nin karşısında “zorluk” veya “kolaylık” gibi nisbî mefhumların olmadığını isbat eder. Risale-i Nur metninde zikredilen “Kudret basit, nâmütenahî (sonsuz), zâtîdir” hakikatinin tefsiridir. Kudret, sebeplerle bağlı değildir. İradesi “Kün” (Ol) dediği anda, Melekûtiyet cihetinden o şey hemen vücut bulur. Bir zerreyi “Kün” ile icat etmekle, kâinatı “Kün” ile icat etmek arasında fark yoktur.

3. Kudretin Kapsayıcılığı (Bakara Suresi)
Allah’ın kudretinin Zâtî olduğunu ve “Acz tahallül edemez” kaidesini teyit eden ve bu kudretin hem diriltmeye hem de her şeye yettiğini vurgulayan bir ayettir.
“اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصٖيرٍ”
Meali: “Göklerin ve yerin mülk ve hâkimiyetinin yalnız Allah’a ait olduğunu bilmez misin? Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne bir yardımcı vardır.” (Bakara 2:107)
Ve devamındaki şu ayet ile bağlantılı düşünülebilir:
“اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ”
Meali: “Allah’ın her şeye kādir olduğunu bilmez misin?” (Bakara 2:106 – Kısmi iktibas, ayetin sonu)
İzahı: Özellikle “Allah’ın her şeye kādir olması” ( عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ ) ifadesi, O’nun kudretinde mertebe olmadığını, kudretin her şeyi kuşattığını gösterir. Risale’deki izahın “kudrette meratib bizzarure olamaz” hükmünü tasdik eder. Eğer kudrette mertebe olsaydı, bazı şeylere gücü yeterken bazılarına yetmemesi (acz) gerekirdi. Hâlbuki O, her şeye kādirdir.

4. Yaratmada Yorgunluk Olmaması (Kāf Suresi)
Risale-i Nur metnindeki “Acz zıddı olduğundan bizzarure… zâta ârız olmaz… Madem zâta ârız olamaz, kudrete bizzarure tahallül edemez” deliline Kur’an’dan sarih bir isbattır.
“وَلَقَدْ خَلَقْنَا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فٖي سِتَّةِ اَيَّامٍؗ وَمَا مَسَّنَا مِنْ لُغُوبٍ”
Meali: “Andolsun, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı.” (Kāf 50:38)
İzahı: “Luğûb” (yorgunluk, bitkinlik), aczin bir neticesidir. Kudret-i Ezeliye’nin kâinatı (en büyüğü) yaratırken dahi zerre kadar yorgunluk hissetmemesi, O’nun kudretinin Zâtî olduğunun ve aczden münezzeh olduğunun delilidir. Eğer kudrette azalma veya zorlanma (mertebe) olsaydı, en büyük iş olan kâinatın yaratılışı bir yorgunluğa sebep olurdu. “Bize bir yorgunluk dokunmadı” beyanı, kudretin sonsuzluğunu ve Lokman 28’deki “bir nefis ile hepinizin” yaratılmasının O’na göre eşit olduğunu isbat eder.

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ NOKTA:

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ ٭ وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى

Temsil, tasviri teshil ettiğinden, temsilatla bu gamız noktayı tefhime çalışacağız.

Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, deniz sathında, denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor. Meselâ: Kâinat hailsiz şemse müteveccih olmak şartıyla, mütefavit cam parçalarından farzedilse, timsal-i şems zerrede, sath-ı arzda, umumda müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. İşte (şeffafiyet sırrı).

Meselâ: Noktalardan terekküb eden bir daire-i azîmin nokta-i merkeziyenin elinde bir (mum) ve muhitteki noktaların ellerinde birer (âyine) farzedilse; nokta-i merkeziyenin verdiği feyz, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz nisbeti birdir. İşte (mukabele sırrı).

Meselâ: Hakikî bir mizanın iki gözünde iki şems, iki yıldız, iki dağ, iki yumurta, iki cevher-i ferd hangisi bulunursa bulunsun, sarfolunacak aynı kuvvetle, hassas terazinin bir kefesi Süreyya’ya, bir kefesi seraya inebilir. İşte (müvazene sırrı).

Meselâ: En azîm bir gemiyi, bir çocuk dahi oyuncağını çevirdiği gibi çevirir. İşte (intizamın sırrı).

Meselâ: Bir mahiyet-i mücerrede bütün cüz’iyatına en asgarına, en ekberine yorulmadan, tenakus etmeden, tecezzisiz bir bakar. Mülk cihetindeki teşahhusat, hususiyat müdahale edip tağyir edemez. İşte (tecerrüdün sırrı).

Meselâ: Bir kumandan arş emri ile bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. İşte (itaat sırrı).

Zira herşeyin bir nokta-i kemali ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil, ihtiyaç; muzaaf ihtiyaç, aşk; muzaaf aşk, incizabdır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlaka kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadatını bilfiile çıkaran has vücuddur. Bütün kâinatın (Kün) emrine itaatı, bir zerre neferi itaatı gibidir. (Kün) emr-i ezelîsine mümkinin itaat ve imtisalinde, meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab mümtezic, mündemicdir.
Nikat-ı selâse hususan üçüncü noktadaki esrar-ı sitte ile, mülk ve mümkin canibinde değil, melekûtiyet ve kudret-i ezeliye cihetinde nazar edilse, istinkâra incirar eden istib’ad zâil ve nefs mutmainne olur.

Şöyle: Madem ki kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahiyedir, zâtiyedir, zaruriyedir. Herşeyin lekesiz, perdesiz cihet-i melekûtiyeti ona müteveccihtir, ona mukabildir. İmkân itibariyle mütesavi, mütevazin-üt tarafeyndir. Şeriat-ı fıtriye-i kübra olan nizama muti’dir. Avaik ve hususiyat-ı mütenevviadan cihet-i melekûtiyet mücerreddir. Küll-ü a’zam, cüz’-ü asgara nisbeten, kudrete karşı ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. Haşirde bütün zevil-ervah ihyası, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineği, baharda ihya ve in’aşından kudrete daha ağır olamaz. Mezkûr üç nokta dikkat-i nazara alınsa görünür ki;

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

mübalağasız, mücazefesiz doğrudur, haktır, hakikattır.

* * *******

Bu metnin gayesi, aklın imkânsız gördüğü veya akıldan uzak saydığı (istib’âd ettiği) haşir (yeniden diriliş) gibi gamız (anlaşılması zor) hakikatlerin, Cenâb-ı Hakk’ın Kudret-i Ezeliyesi cihetinden bakıldığında ne kadar kolay ve basit olduğunu altı ayrı “sır” (şeffafiyet, mukabele, müvazene, intizam, tecerrüd, itaat) temsiliyle tefhim etmektir (anlatmaktır).
Metnin ana fikri, mahlûkatın yaratılışı ve yeniden diriltilişi meselesine, mülk (görünen, zahirî âlem) cihetinden değil, melekûtiyet (her şeyin iç yüzü, hakikati) ve Kudret-i Ezeliye cihetinden nazar edilmesi (bakılması) gerektiğidir. Bu bakış açısıyla, “bir” ile “çok”, “küçük” ile “büyük” arasında kudret-i İlahîye nisbetle bir fark kalmaz.
İşte bu derin hakikatleri isbat eden ve metindeki ruh ile bağlantılı olan bazı ayet-i kerimeler ve izahları:

1. Kudretin Vahidiyeti ve Temsilden Münezzeh Oluşu
Metin, “لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ” (O’nun benzeri hiçbir şey yoktur) ayetiyle başlamaktadır. Bu, bütün meselenin temelidir. Bizim aklımızın bir şeyi zor görmesi, kendi aciz kudretimiz ve fâni ölçülerimizle kıyas etmemizden kaynaklanan bir yanılmadır.
• Ayet-i Kerime (Şûrâ, 42:11):
“O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Bu ayet, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının, sıfatlarının ve fiillerinin mahlûkatınkine benzemediğini bildirir. Dolayısıyla, metindeki “şems” (güneş) veya “mizan” (terazi) temsilleri, hakikatin kendisi değil, sadece O’nun kudretinin azametini akla yaklaştırmak için birer vasıtadır.

2. Emr-i “Kün” (Ol) ve “Sırr-ı İtaat”
Metinde zikredilen “itaat sırrı” ve “Kün” (Ol) emrine bütün kâinatın bir zerre gibi itaat etmesi, Kur’an-ı Kerim’de defaatle vurgulanan bir hakikattir.
• Ayet-i Kerime (Yâsîn, 36:82):
“Bir şey dilediği zaman, O’nun emri yalnızca ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.”
• Ayet-i Kerime (Nahl, 16:40):
“Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona söyleyeceğimiz söz sadece ‘Ol!’ dememizdir. O da hemen oluverir.”
Bu ayetler, “sırr-ı itaat”in temelini teşkil eder. Nasıl ki bir kumandanın “Arş!” emri bir neferi ve bir orduyu aynı anda harekete geçiriyorsa (metindeki temsil), Cenâb-ı Hakk’ın “Kün!” emri de bir zerrenin icadından bütün bir kâinatın yaratılışına kadar her şey için aynı kolaylıktadır. Kudret-i Ezeliye için zorluk, zaman, mekân veya vasıta söz konusu değildir.

3. “Bir” ile “Milyon” Arasındaki Farksızlık (Metnin Esas Gayesi)
Metnin tamamı, esasen “مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ” ayetini tefsir etmekte ve isbat etmektedir. “Şeffafiyet sırrı” (güneşin timsalinin denizde ve katresinde aynı olması), “mukabele sırrı” (merkezdeki mumun bütün aynalarda aynı anda görünmesi) ve “müvazene sırrı” (hassas terazide iki dağ ile iki yumurtanın fark etmemesi) hep bu hakikati teyit eder.
• Ayet-i Kerime (Lokmân, 31:28):
“Sizin yaratılmanız da diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Bu ayet, metnin vardığı neticenin ta kendisidir. İstib’âdı (akıldan uzak görmeyi) tamamen ortadan kaldırır. İnsanların “Milyarlarca insanı tek tek, aynı anda yeniden diriltmek nasıl mümkün olur?” şeklindeki şüphesine karşı, Kudret-i Ezeliye’ye nisbetle bir kişiyi diriltmekle milyarlarca kişiyi diriltmek arasında hiçbir fark olmadığını beyan eder.
• Ayet-i Kerime (Kamer, 54:50):
“Emrimiz, ancak göz açıp kapayıncaya kadar gibi bir ‘tek’ emirdir.”
Bu ayet de, fiilin süratini ve vahidiyetini (tekliğini) gösterir. Haşir, ne kadar azîm (büyük) olursa olsun, Allah’ın “tek bir emri” ile “göz açıp kapayıncaya kadar” süratli vukû bulacaktır. Bu, “sırr-ı intizam” (büyük gemiyi çocuğun çevirmesi) ve “sırr-ı itaat”e de işaret eder.

4. Haşrin (Dirilişin) Kolaylığı ve “Tecerrüd Sırrı”
Metin, bütün bu delillerin neticesini haşre bağlar ve “Haşirde bütün zevil-ervah ihyası… bir sineği, baharda ihya ve in’aşından kudrete daha ağır olamaz” der. Bu, ilk yaratılışa nazaran ikinci yaratılışın daha kolay olması gerektiği (aslında ikisi de O’na göre kolaydır) hakikatine dayanır.
• Ayet-i Kerime (Rûm, 30:27):
“O, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayacak olandır. Bu, O’na göre (ilk yaratmadan) daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce ve eşsiz sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu ayet, insanların istib’âdını (akıldan uzak görmesini) kendi dar ölçüleriyle yaptığını gösterir. İnsan için bir şeyi tekrar yapmak, ilk yapmaktan kolaydır. Ayet, bu insani ölçüyle dahi bakılsa, yeniden diriltmenin Allah için (haşa) zor olamayacağını, bilakis “daha kolay” olduğunu belirterek aklı ikna eder.
Metindeki “tecerrüd sırrı” (mahiyet-i mücerredenin bütün cüz’iyatına aynı anda bakması), Cenâb-ı Hakk’ın ilminin ve kudretinin mahlûkata sirayetini, tecezzi (bölünme) ve tenakus (eksilme) etmeden her şeyi ihata etmesini (kuşatmasını) tasvir eder. Kudret tecerrüd ettiği (maddeden ve mekândan münezzeh olduğu) için, bir atomla ilgilenmesi, bütün bir galaksiyle ilgilenmesine mani olmaz.
Netice olarak; “Üçüncü Nokta,” Kur’an-ı Kerim’in (hususen Lokmân 28, Yâsîn 82 ve Rûm 27 gibi) ayetlerinde beyan edilen haşir hakikatinin ve Kudret-i Ezeliye’nin azametinin, akla yaklaştırılması için altı muazzam temsil ile izah edildiği bir tefekkür metnidir.

 

 

 

وَلَا يَتَّخِذْ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ

Binler nüktesinden bir nükte: Sofiye meşrebinden kat’-ı nazar, İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı isbat eder. Başka din, vasıtayı kabul eder. Bu sırra binaendir ki; Hristiyanda servet ve rütbece yüksek olanlar, ziyade dindardır. İslâmiyette avam ise, servet ve rütbece yüksek olanlardan ziyade dine merbuttur. Zira bir zîrütbe enaniyetli bir Hristiyan, ne derece dinde mütesallib ise, o derece mevkiini muhafaza ve enaniyeti okşar, kibrinde imtiyazından fedakârlık etmez. Belki kazanır.

Bir Müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hattâ izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir.

Öyle ise, kendini havas zanneden zalimlere, mazlumîn ve avamın hücumu ile, Hristiyanlık havassın tahakkümüne yardım ettiğinden parçalanabilir. İslâmiyet ise dünyevî havastan ziyade avamın malı olduğundan, esasat itibariyle müteessir olmamak gerektir.

* * *
يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَ يُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ

Pekçok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev’e, mesleğe şâmildir. Yalnız ekserî düsturların mâsadakatından bir-iki misal zikredeceğiz:

Lâkayd Emevîlik nihayet Sünnet Cemaate, salabetli Alevîlik nihayet Râfızîliğe dayandı.

Hem zalime karşı miskinliği esas tutan Hristiyanlık, nihayet tecellüd, cebbarlıkta; ve zalime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet eyvah nihayet miskinlikte karar kıldı.

Hem mebdei taassub derecesinde azimet olsa nihayeti müsaheleye, ruhsata tarafdarsa nihayeti salabete müncer olan bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi.
Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıblar mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha, dostluk; ve lâkayd Jönler husumet ve salabet tarafdarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler.

İki âlim; bazan nâkısın oğlu kâmil, kâmilin oğlu nâkıs oluyor. Güya bakiyye-i iştiha ve şevki, tevarüsle velede geçiyor. Öteki kaza-i vatar ettiğinden, veledinden ilme karşı açlık hissini uyandırmıyor.

Şu emsilelerdeki sırr-ı düstur şudur: Beşerde meyl-i teceddüd var. Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese; meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aks-ül amel yapar.

* * *******

1. Nükte: “Birbirimizi Allah’tan Başka Rabler Edinmeyelim” (Âl-i İmrân, 3/64)
Verdiğiniz ilk iktibas, Âl-i İmrân Suresi’nin 64. ayetinin bir kısmını (…وَلَا يَتَّخِذْ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ…) esas alarak, İslâmiyet ile Hristiyanlık arasındaki temel bir farkı izah etmektedir. Bu fark; İslâmiyet’in “vasıtayı red, delili kabul” etmesi, yani aracıları (ruhbanları, âlimleri) ilahlaştırmayıp sadece birer rehber (imam, delil) olarak görmesidir. Hristiyanlığın ise “vasıtayı kabul” etmesi, yani din adamlarına ilahî bir otorite atfetmesidir.
Bu nükteye göre, Hristiyanlıkta yüksek rütbeli (zîrütbe) ve enaniyetli kimseler, dinî vasıtaları kabul ettikçe mevkilerini ve kibirlerini muhafaza ederler. İslâmiyet’te ise dine temessük eden (bağlanan) bir Müslüman’ın, kibrinden ve rütbesinin izzetinden fedakârlık etmesi gerekir.
Bu mühim sırrı ve Tevhid akidesinin bu cihetini izah eden benzer ayet-i kerimeler şunlardır:

1. Tevbe Suresi, 9/31. Ayet:
Bu ayet-i kerime, Âl-i İmrân 64. ayetinde zikredilen “erbab” (rabler) kelimesinin kimler olduğunu doğrudan tasvir eder:
اَتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهًا وَاحِدًاۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Meali: “(Yahudiler) âlimlerini, (hıristiyanlar) rahiplerini Allah’ı bırakıp rab edindiler, Meryem oğlu Mesîh’i de. Oysa onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolunmuştu. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe, 9/31)
İzahı: Bu ayet, iktibastaki “vasıtayı kabul eder” hükmünün temelini teşkil eder. Burada “ahbâr” (âlimler) ve “ruhbân” (rahipler), Allah’ın hükümlerine aykırı olarak helali haram, haramı helal kıldıklarında, onlara itaat edenler tarafından “rab” mevkiine yükseltilmişlerdir. İktibastaki Hristiyanlık tenkidi (eleştirisi) tam olarak bu noktaya dayanır. İslâmiyet ise “imamı isbat eder”, yani âlimi bir “delil” ve “rehber” olarak kabul eder, fakat ona “rab” gibi mutlak itaat ve hüküm koyma yetkisi vermez.

2. Yûsuf Suresi, 12/40. Ayet:
Bu ayet, hükmün ve otoritenin yalnızca Allah’a ait olduğunu, “vasıta”ların bu hükmü ancak tebliğ edebileceğini beyan eder:
…اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِۜ اَمَرَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّٓا اِيَّاهُۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Meali: “…Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf, 12/40)
İzahı: İktibasta belirtildiği gibi, “zîrütbe enaniyetli bir Hristiyan” mevkiini dindarlığı ile pekiştirir. Fakat “hükmün ancak Allah’a ait olduğunu” kabul eden bir Müslim, “ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden… fedakârlık etmek” zorundadır. Zira kendi rütbesinin veya mevkisinin, Allah’ın hükmü karşısında hiçbir kıymeti olmadığını bilir. Bu ayet, dünyevî rütbelerin ve enaniyetin Allah’ın hükmü karşısında nasıl erimesi gerektiğini gösteren bir Tevhid dersidir.

3. Zümer Suresi, 39/3. Ayet:
Bu ayet, “vasıta” veya “vesile” edinmenin ardındaki zihniyeti ve bu zihniyetin nasıl şirke dönüştüğünü ortaya koyar:
…وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ…
Meali: “…O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Bizi Allah’a yaklaştırmaları için onlara kulluk ediyoruz’ derler…” (Zümer, 39/3 – Ayetin ilgili kısmı)
İzahı: İktibasta “İslâmiyet vasıtayı red, delili kabul ve vesileyi nefiy, imamı isbat eder” denilmektedir. Buradaki “vesileyi nefiy” (aracılığı reddetme), aracıların ilahlaştırılmasını reddetmektir. Bu ayet, müşriklerin dahi “Bizi Allah’a yaklaştırsınlar” diyerek, yani bir “vasıta” ve “vesile” gayesiyle başkalarına kulluk ettiklerini beyan eder. İslâmiyet ise “delili” (Kur’an’ı ve Sünnet’i öğreten imamı) kabul eder, fakat o delilin kendisini “yaklaştırıcı bir rab” olarak görmeyi şiddetle reddeder.

2. Nükte: “Ölüden Diriyi Çıkarır, Diriden de Ölüyü Çıkarır” (Rûm, 30/19)
Verdiğiniz ikinci iktibas, Rûm Suresi’nin 19. ayetindeki (يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَ يُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ) ilahî kanunu, içtimaî (sosyolojik) ve ferdî hadiselere tatbik etmektedir. Bu, “desatir-i külliye”den (küllî düsturlardan) biridir.
İktibas, bu düsturun tecellilerini (görünümlerini) şöyle sıralar:
• Lâkayd Emevîlikten, salabetli (sağlam) Sünnet Cemaatinin çıkması.
• Salabetli Alevîlikten, (aşırıya giden) Râfızîliğin çıkması.
• Miskinliği esas tutan Hristiyanlıktan, cebbarlığın (zorbalığın) çıkması.
• Cihadı ve izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet’ten, (sonraki dönemlerde) miskinliğin çıkması.
• Taassub (aşırı bağlılık) ile başlayanların müsamahaya (hoşgörüye), müsamaha ile başlayanların taassuba kayması.
• Âlimin oğlunun nâkıs, nâkısın oğlunun kâmil olabilmesi.
Bu hadiselerin sırrı (sebebi) ise “Beşerde meyl-i teceddüd var” (İnsanda yenilenme meyli vardır) cümlesiyle açıklanır. Halef (sonra gelen), selefi (önce geleni) kâmil görse, ona bir şey ekleyemeyeceğini anlayınca, bu “teceddüd meylini” tatmin için “aks-ül amel” (zıt tepki) yapar.
Cenâb-ı Hakk’ın bu “tebeddül ve tehavvül” (değişim ve dönüşüm) kanununu, yani zıtları birbirinden çıkarma (ihrâc) kudretini gösteren benzer ayet-i kerimeler şunlardır:

1. Âl-i İmrân Suresi, 3/27. Ayet:
Bu ayet, “ölüden diriyi çıkarma” kanununun içtimaî ve siyasî sahadaki en net tecellisidir:
تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Meali: “Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” (Âl-i İmrân, 3/26. ayetin devamı olan 27. ayet)
(Not: Bu ayet, 26. ayetle birlikte mütalaa edildiğinde mana tamamlanır. 26. Ayet: “De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.'”)1
İzahı: Âl-i İmrân 26-27, Sünnetullah’ın bu devri daimisini tam olarak tasvir eder. “Mülkü vermek” ve “mülkü almak”, “aziz etmek” ve “zelil etmek”; iktibasta bahsedilen “zalime karşı cihadı esas tutan İslâmiyet’in miskinlikte karar kılması” veya “miskinliği esas tutan Hristiyanlığın cebbarlıkta (zorbalıkta) karar kılması” gibi içtimaî dönüşümlerin tam karşılığıdır. Allah, izzetli (diri) bir kavimden zilleti (ölümü), zelil (ölü) bir kavimden izzeti (diriliği) çıkarabilir.

2. Hadîd Suresi, 57/17. Ayet:
Bu ayet, “ölüden diriyi çıkarma” düsturunun sadece biyolojik değil, aynı zamanda manevî ve içtimaî bir diriliş olduğunu da gösterir:
اِعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Meali: “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. Şüphesiz, düşünüp akledesiniz diye size âyetleri açıkladık.” (Hadîd, 57/17)
İzahı: “Yeryüzünün ölümü”, sadece kuraklık değil, aynı zamanda cehalet, gaflet, miskinlik ve zulüm ile manen ölmesidir. Allah’ın onu “diriltmesi” ise ilim, hidayet, adalet ve izzet ile (yani “hayat” ile) yeniden canlandırmasıdır. İktibastaki “Lâkayd Emevîlik” (ölüm) içinden “Sünnet Cemaatinin” (diriliş) çıkması veya “nâkısın oğlu kâmil” (ölüden diri) olması, bu küllî düsturun tecellileridir.

3. Ra’d Suresi, 13/11. Ayet:
Bu ayet, iktibasta bahsedilen “meyl-i teceddüd” (yenilenme meyli) ve “aks-ül amel” (zıt tepki) gibi derûnî (içsel) saiklerin, zahirî (dışsal) neticeleri nasıl doğurduğunu açıklayan Sünnetullah’ı beyan eder:
…اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْ…
Meali: “…Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…” (Ra’d, 13/11 – Ayetin ilgili kısmı)
İzahı: Bu ayet, değişimin (hem müspet hem menfi) başlangıcının insanın “enfüsü” (kendi derûnî yapısı) olduğunu belirtir. İktibasta, “Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese (arttırmasa); meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aks-ül amel yapar” denilerek, bu derûnî değişim (meyl-i teceddüd) tasvir edilir. Bir kavim (mesela Hristiyanlar) miskinliği esas alarak “kendi durumunu” (nefsindeki izzet hissini) değiştirince, Allah da onların zahirî durumunu “cebbarlık” ile değiştirmiştir. Veya Müslümanlar cihadı (izzeti) terk edip “kendi durumlarını” değiştirince, Allah da onları “miskinlik” ile imtihan etmiştir. Bu ayet, “ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarma” kanununun, irade-i cüziyye (insan iradesi) ile olan bağlantısını kurar.

 

 

 

وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى

İşte siyaset-i şahsiye, cemaatiye, milliyeye dair en âdil bir düstur-u Kur’anî.

اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً

İşte mahiyet-i insaniyede dehşetli kabiliyet-i zulüm sırrı şudur: Beşerde hayvanın aksine olarak, kuva ve müyul fıtraten tahdid edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor.

Evet ene ve enaniyetin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Evvelâ şahıs itibariyle: Bir şahıs çok evsafa câmi’dir. Onların içinde bir sıfat adaveti celbetse, birinci âyetteki kanun-u İlahî iktiza eder ki, adavet o sıfata inhisar etsin; mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin.

Halbuki o zalûm-u cehûl, tabiat-ı zalimane ile, bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip, mevsufa da husumet; hattâ onda da iktifa etmiyor, akrabasına da, hattâ meslekdaşına da zulmünü teşmil eder. Bir şeyin müteaddid esbabı olduğundan, olabilir o câni sıfat da kalbin fesadından değil, belki haric bir sebebin neticesidir. O halde sıfat câniye değil, kâfire de olsa, o zât câni olamaz.

Cemaat itibariyle görüyoruz ki: Bir şahıs, muhteris bir intikamıyla veya müntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş ki: “İslâm parçalanacak” veyahut “Hilafet mahvolacak.” Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazü billah) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister.

Medeniyet-i hazıra itibariyle görüyoruz ki; şu medeniyet-i meş’ume öyle gaddar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i medeniyeti sıfıra indiriyor. Melaike-i kiramın

اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَٓاءَ

deki endişelerinin sırrını gösteriyor.

İşte bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek veya bir cemaatte bir âsi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifna etmek veya Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir binaya, kanun-u zalimanesine serfüru etmeyen birisi tahassun etse, o binayı harab etmek gibi, en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetva veriyor.

Acaba bir adam, kardeşinin günahıyla hak nazarında mes’ul olmadığı halde, nasıl oluyor ki, bir karyenin veya bir cemaatin binlerle masumları, hiçbir zaman fena tabiatlı ihtilalciden hâlî kalmayan bir şehirde veya bir mahallede bulunan bir serkeş adamın isyanıyla, hiç münasebet olmadığı halde, o masumlar mes’ul, belki ifna ediliyor.

* * *******

İktibas edilen metin, temel olarak üç ana noktaya odaklanmaktadır:

• Mesuliyetin Şahsîliği: وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَىٰ (Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez) ayetiyle ifade edilen, suçun ve cezanın sadece fiili işleyene ait olduğu prensibi.
• Beşerin Zulüm Kabiliyeti: إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا (O, çok zalim, çok cahildir) ayetiyle işaret edilen, insandaki ene, enaniyet ve tahdid edilmemiş (sınırlandırılmamış) kuvvelerin, haddi aşan bir zulüm potansiyeli taşıdığı hakikati.
• Kolektif Zulüm Tenkidi: Metnin “medeniyet-i meş’ume” (uğursuz medeniyet) olarak tasvir ettiği yapının, bir suçluya mukabil masumları da helâk etmesi ve meleklerin أَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ (Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?) endişesini haklı çıkarması.
İşte bu noktalara ışık tutan benzer ayet-i kerimeler:

1. Mesuliyetin ve Cürmün Şahsîliği Prensibi
Metnin “en âdil bir düstur-u Kur’anî” olarak belirttiği bu prensip, Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde teyit edilir. Bu düstur, metindeki “bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip… akrabasına da, hattâ meslekdaşına da zulmünü teşmil eder” şeklindeki beşerî zulmün tam zıddıdır.
• En’âm Sûresi, 6:164
Mealinden İktibas:
$$ قُلْ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪ي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍۜ وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ اِلَّا عَلَيْهَاۚ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۚ ثُمَّ اِلٰى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ ف۪يهِ تَخْتَلِفُونَ$$
“De ki: “O, her şeyin Rabbi iken ben Allah’tan başka bir rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O, size üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.”
• Bağlantısı: Bu ayet, metindeki ana ayeti tekrar etmekle kalmaz, وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلَّا عَلَيْهَا (Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir) hükmüyle mesuliyetin şahsîliğini perçinler.
• Necm Sûresi, 53:38-41
Mealinden İktibas:
اَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۙ ﴿٣٨﴾ وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ ﴿٣٩﴾ وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىۙ ﴿٤٠﴾ ثُمَّ يُجْزٰيهُ الْجَزَٓاءَ الْاَوْفٰىۙ ﴿٤١﴾
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (38) İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (39) Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. (40) Sonra çalışmasının karşılığı ona tastamam verilecektir. (41)”
• Bağlantısı: Bu ayetler, sadece günahın değil, çabanın (sa’y) ve mükâfatın da şahsî olduğunu, herkesin kendi amelinin karşılığını göreceğini belirterek ilahî adaletin temelini vaz’eder.
• Bakara Sûresi, 2:286 (Kısmî İktibas)
TDV Mealinden İktibas:
… لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ …
“…Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…”
• Bağlantısı: Bu meşhur ayetin ilgili kısmı, lehte ve aleyhte olan her şeyin “kesb”e, yani şahsın kendi iradî fiiline bağlı olduğunu net bir şekilde ortaya koyar.

2. İnsanın “Zalûm” (Çok Zalim) ve “Cehûl” (Çok Cahil) Yapısı
Metin, insanın bu yapısını, “kuva ve müyul fıtraten tahdid edilmemiş” olmasıyla ve “ene ve enaniyetin” bu meyle inzimam etmesiyle (katılmasıyla) izah eder.
• İbrahim Sûresi, 14:34
TDV Mealinden İktibas:
وَاٰتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُۜ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَاۜ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ ﴿٣٤﴾
“O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.”
• Bağlantısı: Bu ayet, insanın “zalûm” (çok zalim) sıfatını, “keffâr” (çok nankör) sıfatıyla birleştirir. Metindeki “hubb-u nefis” (nefsini sevme) ve “hodgâmlık” (bencillik), nimetin sahibini unutup nankörlük etmenin ve böylece kendine ve başkalarına zulmetmenin temel sebeplerindendir.
• Hucurât Sûresi, 49:6
Mealinden İktibas:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ جَٓاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَاٍ فَتَبَيَّنُٓوا اَنْ تُص۪يبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلٰى مَا فَعَلْتُمْ نَادِم۪ينَ
“Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip de yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.”
• Bağlantısı: Bu ayet, metindeki cehûl (cahil) sıfatının tehlikeli neticesini gösterir. İnsan, “cehâlet” sebebiyle, yani hakikati araştırmadan, cahilce hareket ederek bir “kavme” (topluluğa) zulmedebilir. Bu, metindeki “bir câni sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip” hükmünün nasıl işlediğini gösteren bir misaldir.

3. Masumların Haksız Yere Katledilmesi ve Kolektif Zulüm

Metin, “medeniyet-i meş’ume”nin “bir köyde bir hain bulunsa, o köyü masumeleriyle imha etmek” gibi gaddar bir düsturu benimsediğini belirterek bunu tenkit eder. Kur’an-ı Kerim ise bir masumun haksız yere katlini, bütün insanlığın katli gibi değerlendirir.
• Mâide Sûresi, 5:32
Mealinden İktibas:
مِنْ اَجْلِ ذٰلِكَ كَتَبْنَا عَلٰى بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪يلَ اَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِي الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَم۪يعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًاۜ وَلَقَدْ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُنَا بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اِنَّ كَث۪يرًا مِنْهُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ فِي الْاَرْضِ لَمُسْرِفُونَ
“Bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazdık: Kim, bir insanı, bir cana veya yeryüzünde bir bozgunculuğa karşılık olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.”
• Bağlantısı: Bu ayet, metinde tenkit edilen “vahşet”in tam zıddı olan ilahî adalet ölçüsünü koyar. “Bir cana veya yeryüzünde bir bozgunculuğa karşılık olmaksızın” (yani suçun şahsî karşılığı olmaksızın) bir nefsi öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Metindeki medeniyetin yaptığı ise, bir cana karşılık binlerce masumu imha etmektir. Bu ayet, metindeki اَتَجْعَلُ ف۪يهَا… وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَ (kan dökecek) endişesinin de bir tefsiridir.
Bu ayetler, iktibas edilen metnin dayandığı Kur’anî temellerin ne kadar sağlam olduğunu ve beşerin “zalûm ve cehûl” sıfatlarıyla bu adaletten saptığında ne dehşetli zulümlere fetva verebildiğini açıkça göstermektedir.

 

 

 

وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُوا ٭ الٓمٓ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ف۪يهِ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ

Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası

Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:

Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, yüzde doksandır. Bizzât Kur’anın ve Kur’anın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes’ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himayesine vermek, mezcedip tâbi kılmak caiz midir?

Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imtisale sevkeder. Müçtehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.
Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebaî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise, gayr-ı tabiîdir.

Meselâ; hükmün me’hazı olan şeriat kitabları melzum gibidir. Delili olan Kur’an ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitablara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını, nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cümudet peyda eder.

Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’an gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan “kudsiyet”e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.

Demek şeriat kitabları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicab olmuşlardır. Evet bu kitablar, Kur’ana tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir.
Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile revnakdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur’ana çevirmek üç tarîkledir:

1- Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti, tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür.

2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’anı göstermektir. Selef-i müçtehidînin kitabları gibi; “Muvatta”, “Fıkh-ı Ekber” gibi.

Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’anı anlamak ve Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamana muhtaçtır.

3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur’anı gösterip, Kur’anın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.

Umûr-u mukarreredendir ki; efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.

Eğer cemaat-ı İslâmiyenin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur’ana müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nafiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.

Bununla beraber zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilafiye ile mezcedip, ona tâbi’ gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır. Zira “Musavvibe”nin

{(*): “Dört mezheb de haktır. Füruatta hak taaddüd eder.” diyenlere, İlm-i Usûl ıstılahınca “Musavvibe” denir.}

muhalifi olan “Tahtieci”lerden biri der ki: “Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimali var.” Halbuki cumhur-u avam, mezhebde imtizac etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vazıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen Tahtie’yi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci, hubb-u nefisten neş’et eden “inhisar zihniyeti” illetiyle ma’luldür. Ve Kur’anın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.

Hem Tahtiecilik fikri, sû’-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahabüb ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.
Bu mes’eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü’yada Cenab-ı Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur’andan ders vereceklerdi. Kur’anı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, Kur’ana ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi.

Bilâhere bu rü’yayı, suleha-yı ümmetten bir zâta hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’an-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.”

* * ******

Metinde işlenen temel fikirler; Kur’an’ın bizzat esas ve hakim olması, zaruriyat-ı diniyenin (muhkemât) %90’lık kısmının ihmal edilip, içtihadî ve hilafî meselelerin (%10) öne çıkarılmasıyla ümmetin teseyyübe (ihmalkârlığa) düşmesi, fıkıh ve şeriat kitaplarının Kur’an’a şeffaf bir cam (tefsir) olması gerekirken zamanla paslanıp hicab (perde) hükmüne geçmesi ve bu durumun vicdanlardaki kudsiyet hissini zayıflatmasıdır.
İşte bu noktalara temas eden benzer ayet-i kerimeler:

1. Kur’an’ın Hakimiyeti ve Anlaşmazlıklarda Yegâne Hakem Oluşu

Metinde, Kur’an’ın “Hâkimiyet-i Mutlakası” ve hükümlerin me’hazı (kaynağı) olduğu vurgulanmaktadır. Şeriat kitaplarının “vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermesi” gerektiği belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim, kendisinin insanlar arasındaki ihtilafları çözmek için indirildiğini beyan eder:
Ayet-i Kerime:
إِنَّآ أَنزَلْنَآ إِلَيْكَ ٱلْكِتَٰبَ بِٱلْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ ٱلنَّاسِ بِمَآ أَرَىٰكَ ٱللَّهُ ۚ وَلَا تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيمًا
Meali :
“Biz, sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma.” (Nisâ, 4/105)
İrtibatı:
Bu ayet, metindeki “Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası” fikrinin temel isbatıdır. Hükmün, bizzat Allah’ın vahyettiği Kitap ile verilmesi emredilmektedir. Metindeki tenkit, zamanla hükmün me’hazı olan Kur’an yerine, “vekil” ve “gölge” hükmüne geçen içtihadî kitapların merkeze alınmasıdır. Ayet ise asıl hakemin ve hüküm kaynağının doğrudan Kur’an olduğunu tasrih eder.

2. Dinin Esasları (Muhkemât) ve Teferruatı (Müteşâbihât)

Metin, dinin %90’ını “erkân ve ahkâm-ı zaruriye” (elmas sütunlar) ve %10’unu “mesail-i hilafiye” (altun) olarak tasvir eder. Ümmetin hatasını, %90’ı %10’un himayesine vermek olarak belirtir. Bu, Kur’an’daki muhkem (temel esaslar) ve müteşâbih (yoruma açık) ayrımını hatıra getirir:
Ayet-i Kerime:
هُوَ ٱلَّذِىٓ أَنزَلَ عَلَيْكَ ٱلْكِتَٰبَ مِنْهُ ءَايَٰتٌ مُّحْكَمَٰتٌ هُنَّ أُمُّ ٱلْكِتَٰبِ وَأُخَرُ مُتَشَٰبِهَٰتٌ ۖ فَأَمَّا ٱلَّذِينَ فِى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَٰبَهَ مِنْهُ ٱبْتِغَآءَ ٱلْفِتْنَةِ وَٱبْتِغَآءَ تَأْوِيلِهِۦ ۗ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُۥٓ إِلَّا ٱللَّهُ ۗ وَٱلرَّٰسِخُونَ فِى ٱلْعِلْمِ يَقُولُونَ ءَامَنَّا بِهِۦ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا ۗ وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّآ أُوْلُوا۟ ٱlْأَلْبَٰبِ
Meali :
“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkem (açık ve kesin)dir. Diğerleri de müteşâbihtir (yoruma açık). Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu (keyfî) yorumlamak için müteşâbih olanlara uyarlar. Onun yorumunu ise ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân, 3/7)
İrtibatı:
Bu ayet, metindeki %90 (zaruriyat) / %10 (içtihadî) ayrımının Kur’an’daki temelini gösterir. “Muhkemât”, metindeki “elmas sütunlar” olan “erkân ve ahkâm-ı zaruriye”ye tekabül eder; bunlar “Kitab’ın anası” (أُمُّ ٱلْكِتَٰبِ) yani temelidir. Metnin tenkit ettiği “mesail-i hilafiye”ye dalıp aslı unutmak ise, ayette belirtilen kalplerinde eğrilik olanların fitne arzusuyla müteşâbih olana tâbi olmasına benzer bir hali tasvir eder.

3. Tefrika ve Bölünmenin Sebebi Olarak Asıldan Uzaklaşmak

Metin, “Tahtieci” (kendi mezhebini mutlak hak, diğerlerini mutlak hata gören) zihniyetin “İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tahabbüb ve teavüne büyük rahneler açtığını” belirtir. Bu, Kur’an’ın vahdet (birlik) emrine zıt bir durumdur.
Ayet-i Kerime:
إِنَّ هَٰذِهِۦٓ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَٰحِدَةً وَأَنَا۠ رَبُّكُمْ فَٱعْبُدُونِ. وَتَقَطَّعُوٓا۟ أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ ۖ كُلٌّ إِلَيْنَا رَٰجِعُونَ
Meali :
“Şüphesiz bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin. (İnsanlar) işlerini kendi aralarında parça parça ettiler. Hepsi de ancak bize döneceklerdir.” (Enbiyâ, 21/92-93)
İrtibatı:
Allah Tealâ ümmetin “tek bir ümmet” (أُمَّةً وَٰحِدَةً) olduğunu bildirirken, insanların (metindeki “Tahtieci” zihniyet ve tarafgirlik hissi gibi sebeplerle) işlerini parça parça ettiklerini (وَتَقَطَّعُوٓا۟) beyan eder. Bu, metnin başında iktibas edilen “vela teferraku” (bölünmeyin) emrinin çiğnenmesinin neticesidir ve metnin tenkit ettiği “inhisar zihniyeti”nin (tekelcilik) ümmette açtığı yarayı tasvir eder.

4. Kur’an’ı Terk Edilmiş (Mehcur) Bırakmak

Metin, cumhurun (halkın) nazarının doğrudan Kur’an’a çevrilmemesinin bir neticesi olarak, Kur’an’ın “yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde” kaldığını, nüfuz edici hâkimiyetini kaybettiğini ifade eder. Bu durum, Kur’an’ın “mehcur” (terk edilmiş) bırakılması halidir.
Ayet-i Kerime:
وَقَالَ ٱلرَّسُولُ يَٰرَبِّ إِنَّ قَوْمِى ٱتَّخَذُوا۟ هَٰذَا ٱلْقُرْءَانَ مَهْجُورًا
Meali :
“Peygamber der ki: ‘Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi.'” (Furkân, 25/30)
İrtibatı:
Bu ayet, metinde tasvir edilen vaziyetin en acı neticesini ifade eder. Kur’an’ın “hâkimiyet-i mutlakası”nın kaybolması, onun bizzat ahkâmının ve ruhunun değil, sadece lafzının tilavetine (teberrüken) indirgenmesi, bir nevi “terk edilme” (mehcur) halidir. Metin, “teseyyüb ve ihmal”in sebebini, Kur’an’ın doğrudan muhatap alınmayıp “hicab” olan kitapların arkasında bırakılması olarak teşhis eder ki, bu da ayetteki şikayetin bir tezahürüdür.

5. Kur’an’a Tâbi Olmanın Gerekliliği ve Kudsiyeti

Metin, eğer nazar doğrudan Kur’an’a çevrilse, zihnin “müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan” (itaate teşvik edici ve vicdanı uyandırıcı) olan “kudsiyet”e intikal edeceğini belirtir. Kur’an, kendisinin bu vasıflara sahip olduğunu beyan eder:
Ayet-i Kerime:
وَهَٰذَا كِتَٰبٌ أَنزَلْنَٰهُ مُبَارَكٌ فَٱتَّبِعُوهُ وَٱتَّقُوا۟ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Meali :
“Bu da bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ona uyun ve Allah’tan korkun ki size merhamet edilsin.” (En’âm, 6/155)
İrtibatı:
Metin, cumhurun bürhandan (delilden) ziyade “me’hazdeki kudsiyet” ile imtisale (itaate) sevk olduğunu söyler. Bu ayet, Kur’an’ın hem “mübarek” (kudsiyet ve bereket kaynağı) olduğunu, hem de asıl gayenin ona “tâbi olmak” (فَٱتَّبِعُوهُ) olduğunu emreder. Metnin ısrarla vurguladığı gibi, Kur’an sadece teberrük edilecek bir metin değil, bizzat uyulacak (hâkimiyeti kabul edilecek) bir kitaptır.

 

 

 

وَ اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ ٭ وَ شَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ

{(*): Bidayet-i Hürriyette şu fikri jöntürklere teklif ettim, kabul etmediler. Oniki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arzediyorum.}

Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise terakki etmiş, ne vakit dinde za’f göstermiş ise tedenni etmiştir. Başka dinde bilakis kuvveti zamanında vahşet, za’fı zamanında temeddün hasıl olmuştur.

Cumhur-u enbiyanın şarkta bi’seti, kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkın hissiyatına hâkim dindir. Bugün âlem-i İslâmdaki tezahürat da gösteriyor ki, âlem-i İslâmı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.

Hem de sabit oldu ki, bu devlet-i İslâmiyeyi bütün öldürücü müsademata rağmen, yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta garba nisbetle ayrı bir hususiyete mâlikiz. Onlara kıyas edilemeyiz.

Saltanat ve hilafet gayr-ı münfekk, müttehid-i bizzâttır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız, hem sultandır, hem halifedir ve âlem-i İslâmın bayrağıdır.

Saltanat itibariyle otuz milyona nezaret ettiği gibi, hilafet itibariyle üçyüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma’kes ve istinadgâh ve mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, hilafeti meşihat temsil eder.

Sadaret üç mühim şûraya bizzât istinad ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müdhiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fasid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki müdhiş tedenni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terkedilmiş.

Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.

Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim cari olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâakal Kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder?

Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla îfa edebilsin.

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder.
Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.

Hattâ diyebiliriz, şimdiki za’f-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadattaki fevza, Meşihat’ın za’fından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünki haricde bir adam re’yini, ferdiyete istinad eden Meşihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûraya istinad eden bir Şeyhülislâm’ın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.

Her müstaid çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düstur-ul amel olur ki, bir nevi icma’ veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir Şeyhülislâm manen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garra’da daima cma’ ve re’y-i cumhur, medar-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevza-i ârâ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’î vardır.

Sadaret, Meşihat iki cenahtır. Şu devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesavi olmazsa ileri gidilmez. Gidilse de, böyle bir medeniyet-i faside için mukaddesatından insilah eder.

İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i hilafette tesis olunmazsa, bizzarure başka bir yerde teşekkül edecektir.

Bu şûranın bazı mukaddematı olan cemaat-ı İslâmiye teşkilatı ve evkafın Meşihat’a ilhakı gibi umûrun daha evvel tahakkuku münasib ise de, baştan başlansa, sonra mukaddemat ihzar edilse yine maksad hasıl olur. Daire-i intihabiyeleri hem mahdud, hem muhtelit olan a’yan ve meb’usanın vazife-i resmiyeleri itibariyle, bilvasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir. Halbuki vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek hâlis İslâm bir şûra lâzımdır.
Bir şey mâ-vudia-lehinde istihdam edilmezse, atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için tesis edilen Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp, Meşihat’taki devairin rüesasıyla beraber şûranın a’zâ-yı tabiiyesi addetmek ve haricdeki âlem-i İslâmdan, şimdilik onbeş-yirmi kadar, İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ülemasını celbeylemek, bu mes’ele-i uzmanın esasını teşkil eder.

Vehham olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Dinin za’fiyeti bahanesine olan müzahref medeniyete lanet. Havf ve za’f, tesirat-ı hariciyeyi teşci’ eder. Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.

وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْف۪يقُ

* * *******

Metin, İslâm âleminin idarî ve ilmî hayatında “şûrâ” (danışma) ve “meşveret” esasının ne derece hayatî bir ehemmiyet taşıdığını, bilhassa Hilafet ve Meşihat makamının “cemaat zamanı” olarak tasvir edilen yeni devrin icaplarına göre yeniden tanzim edilmesi zaruretini kuvvetli delillerle ortaya koymaktadır.
Metnin hülasası, ferdî içtihadın ve idarenin, tesirat-ı hariciyeye (dış tesirlere) karşı mukavemetsiz kaldığı ve İslâm âlemindeki “efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt” (İslâmî fikirlerdeki dağınıklık) ile “içtihadattaki müdhiş fevza”yı (içtihadlardaki korkunç başıbozukluğu) önleyemediğidir. Çare olarak, Meşihat makamının ferdî bir yapıdan kurtarılıp, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’yi ve âlem-i İslâm’dan müntehab (seçkin) ülemayı ihtiva eden “bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî” haline getirilmesi teklif edilmektedir.
Metnin hemen başında iktibas edilen iki ayet-i kerime, bu davanın temelini ve Kur’anî isbatını teşkil etmektedir.
• وَ اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ (Onların işleri, aralarında danışma (şûrâ) yoluyladır.)
Bu ifade, Şûrâ Suresi’nin 38. ayet-i kerimesinin bir kısmıdır. Ayetin tamamı şöyledir (Meali):
“Onlar, rablerinin çağrısına uyarlar, namazı dosdoğru kılarlar. İşleri de aralarında danışma (şûrâ) yoluyladır. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.” (Şûrâ 42:38)
• İzahı: Bu ayet-i kerime, “şûrâ”yı, kâmil mü’minlerin temel vasıflarından biri olarak zikretmektedir. İman, namaz ve infak gibi en temel esasların yanında “işlerinin aralarında şûrâ ile olması” şartının getirilmesi, İslâm cemaatinin hiçbir mühim meselesinin istişaresiz, ferdî bir re’y (görüş) ile karara bağlanamayacağını göstermektedir. Metindeki teklif, tam da bu ayetin emrettiği “kolektif idare” prensibinin, İslâm’ın en yüksek ilmî makamı olan Meşihat’ta tesis edilmesini istemektedir.
• وَ شَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ (İş konusunda onlara danış.)
Bu ifade, Âl-i İmrân Suresi’nin 159. ayet-i kerimesinin bir kısmıdır. Ayetin tamamı şöyledir (Meali):
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet, onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlara danış (şâvirhum fi’l-emr). Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân 3:159)
• İzahı: Bu ayet, doğrudan doğruya Resûlullah Efendimize (s.a.v.) hitap etmektedir. Vahiy ile müeyyed (desteklenmiş) olmasına rağmen, bizzat Peygamber’e (s.a.v.) ashabıyla “meşveret etmesi” emredilmiştir. Bu emir, meşveretin bir lütuf değil, idarenin temel bir rüknü (direği) olduğunu isbat eder. Metin, bu ayetten hareketle şu güçlü mantığı kurar: Peygamber (s.a.v.) dahi meşveretle memur iken, “ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavim” olan ve “dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalan” bir şahsın (mesela Şeyhülislâm’ın) istişaresiz hareket etmesi veya bu makamın bir ferde bırakılması nasıl kâfi gelebilir?

Şûrâ Prensibini Destekleyen Benzer Ayet-i Kerimeler
Metnin ruhuna ve şûrâ esasına temas eden diğer bazı ayet-i kerimeler de mevcuttur:

1. İdarecilere (Ulû’l-Emr) İtaat ve İhtilafın Çözümü
Metin, “hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış” bir “şahs-ı manevîdir” demekle, idarecilerin (ulû’l-emr) artık kolektif bir yapı olduğunu belirtir. Bu kolektif yapının nasıl hareket etmesi gerektiğine dair şu ayet işaret eder (Meali):
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resûl’e götürün. Bu, daha hayırlı ve netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ 4:59)
• İzahı: Metnin tenkit ettiği “içtihadattaki fevza” (içtihadlardaki başıbozukluk), tam da bu ayette zikredilen “anlaşmazlığa düşme” halidir. Metnin teklif ettiği “Şûra-yı Âliye-i İlmiye”, İslâm âleminin “ulû’l-emr”i (ilmî otoritesi) olarak, meseleleri “Allah’a ve Resûl’e götürme” (yani Kur’an ve Sünnet ışığında kolektif bir içtihad ile karara bağlama) vazifesini görecek bir müessesedir. Böyle bir şûrâ, “re’y-i cumhur” (çoğunluğun görüşü) ve “bir nevi icma'” (konsensüs benzeri) bir yapı oluşturarak ihtilafları asgariye indirecektir.

2. Birlik ve Beraberlik Emri, Tefrikadan Nehiy

Metin, mevcut vaziyeti “İslâmın ukde-i hayatiyesini (hayat düğümünü) tehlikeye maruz bırakmak” olarak tasvir eder ve “teşettüt”ten (dağınıklıktan) şikâyet eder. Şûrâ, bu dağınıklığı önleyen en mühim ilâçtır (Meali):
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân 3:103)
• İzahı: “Allah’ın ipine hep birlikte sarılmak”, ancak “emruhum şûrâ beynehum” (işleri aralarında danışma iledir) prensibiyle mümkündür. Ferdî re’yler, cemaati “parçalanıp bölünmeye” sevk eder. Metnin teklif ettiği şûrâ, âlem-i İslâm’ın “hep birlikte” sarılacağı o “Allah’ın ipi”nin müessesevî bir tezahürüdür. Bu şûrâ, kalpleri birleştirecek ve metnin “müdhiş tedenni” (korkunç alçalma) olarak belirttiği “ateş çukuru”ndan kurtuluşa vesile olacaktır.

3. Bilenlere Sorma (Zikir Ehline Müracaat) Esası
Metin, “müntehab ülemasını celbeylemek” (seçkin âlimleri davet etmek) suretiyle, Meşihat’ın “menba’ hem ma’kes” (kaynak ve yansıtıcı) olmasını teklif eder. Bu, ferdî aklın yerine kolektif ilme ve “ehl-i zikr”e müracaat etmektir (Meali):
“Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz ancak erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere (zikir ehline) sorun.” (Nahl 16:43)
• İzahı: “Zaman cemaat zamanı” olduğunda ve meseleler “besatetten çıkmış” (basitlikten çıkmış, karmaşıklaşmış) olduğunda, “bilmiyorsanız” hitabı sadece avama değil, idarecilere de yöneliktir. Bir “ferd” (kişi), ne kadar dâhî de olsa, zamanın bütün karmaşık meselelerini bilemez. Öyleyse çözüm, en üst seviyedeki “bilenlere” yani “zikir ehline” (İslâm âleminin en muktedir âlimlerine) sormaktır. Metnin teklif ettiği şûrâ, tam da bu ayetin emrettiği “bilenlere sorma” fiilinin en yüksek seviyede icra edileceği “Şûra-yı Âliye-i İlmiye”dir.

Hülasa
Netice olarak, Kur’an-ı Kerim, Müslümanların idarî, içtimaî ve bilhassa ilmî meselelerini ferdî re’ylere ve içtihadlara değil, “şûrâ”, “meşveret” ve “ehl-i zikr”e müracaat esasına dayanan kolektif bir akla tevdi etmelerini emretmektedir. Takdim edilen metin, bu cihan şümul Kur’anî prensibin, “zaman cemaat zamanı olduğu” için, İslâm’ın hayat düğümü olan Hilafet ve Meşihat müessesesinde nasıl tatbik edilmesi gerektiğine dair derin bir nazar ve kuvvetli bir teklif arz etmektedir.
وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْف۪يقُ

 

 

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

 www.tesbitler.com
01/11/2025

Loading

No ResponsesKasım 1st, 2025