Yükün Sahibi ve Misafirlik Bilinci
Yükün Sahibi ve Misafirlik Bilinci
İnsanoğlunun varoluşundan bu yana süregelen en temel sorgulamalarından biri, içinde yaşadığı bu büyük sahnenin, yani dünyanın mahiyeti ve kendi rolüdür. Tarih boyunca nice medeniyetler, filozoflar, düşünürler bu sorunun peşine düşmüş, farklı cevaplar üretmişlerdir. Kimi dünyayı tamamen kendi çabalarıyla şekillendirebilecekleri bir arena olarak görmüş, kimi ise kaderin mutlakiyetine teslim olmuştur. Ancak Bediüzzaman Said Nursi’nin “Dünya sahipsiz değil ki sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ahvalini düşünüp merak etme; çünkü onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.” sözü, bu kadim sorgulamaya derin bir teslimiyet ve idrak penceresi açmaktadır.
Bu veciz söz, öncelikle kainatın tesadüf eseri değil, mutlak bir irade ve ilimle yaratıldığını haykırır. Dünya, başıboş bırakılmış, kaderine terk edilmiş bir gezegen değildir. Bilakis, her zerrede hikmetin ve her hadisede ilmin tecelli ettiği, kusursuz bir düzenin parçasıdır. Göklerin yedi katmanıyla, yıldızların ve gezegenlerin ahenkli hareketiyle, topraktan fışkıran her bir bitkinin mucizevi yaşamıyla, denizlerin derinliklerindeki sırlarla, insan bedeninin karmaşık yapısıyla, tüm bunlar “Hakîm” ve “Alîm” olan bir Yaratıcı’nın varlığını ve faal müdahalesini gözler önüne sermektedir. İnsan, bu muazzam sistemin içinde, acziyetini ve fakirliğini idrak ettiğinde, omuzlarına yüklediği “dünya yükü”nün ağırlığı hafifler. Zira asıl yükün ve sorumluluğun Sahibi’nde olduğunu anlar.
Tarihi dönüm noktalarına baktığımızda, büyük yıkımların ve felaketlerin çoğunun, insanın kendi sınırlı aklıyla dünyayı tamamen kontrol edebileceği vehmine kapıldığı anlarda yaşandığını görürüz. Kibir ve hırs, insanı “fuzulî karışma”ya itmiş, haddini aşmasına sebep olmuştur. Nükleer savaş tehditleri, çevresel felaketler, toplumsal buhranlar, hep bu “dünya benimdir, istediğimi yaparım” anlayışının bir tezahürü değil midir? Oysa sözde belirtildiği gibi, bizler bu dünyada birer “misafiriz”. Misafir, evin sahibi değildir. Evin kurallarına uymak, eşyasına zarar vermemek, haddini bilmekle yükümlüdür. Bu misafirlik bilinci, insana tevazu, şükür ve kanaat gibi erdemleri kazandırır.
İbret nazarıyla bakıldığında, hayatın gelip geçiciliği, tüm varlıkların faniliği bu misafirlik halini pekiştirir. Dün tahtında oturan hükümdarların, bugün isimlerinin bile unutulduğu; çağlar ötesinden gelen seslerin, zamanın tozlu sayfalarında kaybolduğu bir dünyada, insana düşen, kalıcı olana yönelmek ve fani olanın peşinden boş yere koşmamaktır. Bu, dünyadan el etek çekmek değil, dünyaya dünya kadar değer vermek demektir. Yani dünya işlerini hakkıyla yapmak, ancak kalbi ve gayreti ahiretine yöneltmek.
Düşündürücü olan ise, bu kadar açık delillere rağmen, insanın hala neden kendini dünyanın yegane sorumlusu gibi hissedip, haddinden fazla endişe ve merak içinde savrulduğudur. Belki de bu, nefsin benlik ve egemenlik arayışıdır. Ancak gerçek huzur ve sükunet, bu yükü Hakiki Sahibi’ne teslim etmekle mümkündür. O’na tevekkül etmek, O’nun hikmetine güvenmek, O’nun ilmine teslim olmak… İşte o zaman, insanın kalbi ferahlar, zihni berraklaşır ve fuzulî karışmaların getirdiği karmaşadan kurtulur. Kendi üzerine düşeni en iyi şekilde yapmak, ama sonucunu ve genel gidişatı Kayyum olan Allah’a bırakmak, hem ruhsal hem de bedeni sağlık için bir reçetedir.
Özet:
Makale, Bediüzzaman Said Nursi’nin “Dünya sahipsiz değil ki sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ahvalini düşünüp merak etme; çünkü onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.” sözü etrafında şekillenmektedir. Temel olarak, dünyanın başıboş olmadığını, her şeyin mutlak bir hikmet ve ilim sahibi olan Yaratıcı tarafından düzenlendiğini anlatır. İnsanın bu dünyada bir “misafir” olduğu, bu bilincin insana tevazu, şükür ve kanaat gibi erdemleri kazandırdığı belirtilir. Tarihi örneklerle, insanın haddini aşan müdahalelerinin ve “benlik” anlayışının felaketlere yol açtığına dikkat çekilir. Gerçek huzurun, dünya yükünü Hakiki Sahibi’ne bırakmakla, yani tevekkülle mümkün olduğu ifade edilerek, fuzulî endişe ve müdahalelerden kaçınılması gerektiği mesajı verilir.