Unutulan Miras ve Vicdanın Sesi: Nereye Akıyor Tarihimiz?

Unutulan Miras ve Vicdanın Sesi: Nereye Akıyor Tarihimiz?

İnsanlık tarihi, sürekli bir arayışın, sorgulamanın ve bazen de hüsranla sonuçlanan kabullenişlerin öyküsüdür. Kimi zaman büyük yanılgılarla yoğrulmuş, kimi zaman da hakikatin pırıltılarıyla aydınlanmıştır bu yolculuk.

“Biz, Yunan sanıyorduk amma denize dökülen bin yıllık Alfabe’miz, Hilâfetimiz, Kur’ân’ımız, Sünnetimiz, Ezanımız, Medrese’miz, Töremiz, Adaletimiz, Tarihimiz imiş, geç anladık!” derken, aslında derin bir tarihi muhasebenin, bir öz eleştirinin kapılarını aralamaktadır.
Bu cümle, sadece harflerin değil, bir medeniyetin, bir inancın, bir yaşam biçiminin topyekûn reddinin ve bunun geç anlaşılan sonuçlarının acı bir itirafıdır.
Bin yıllık bir mirasın, kendi ellerimizle ya da gafletimizle nasıl denize döküldüğünü idrak etmek, tarihin en ibretli sayfalarından birini çevirmektir.
Bu yanılgı, bizi sadece geçmişle yüzleştirmekle kalmaz, aynı zamanda bugüne ve geleceğe dair soruları da beraberinde getirir. Toplum olarak neyi kaybettiğimizi ne zaman anladık? Ve daha önemlisi, anladıktan sonra bu kaybı telafi etmek adına neler yapabildik?

**********

Bedîüzzaman Said Nursî’nin, “Dünya madem fânidir değmiyor alaka-i kalbe” düsturu, bu dünyevi yanılgıların, gelip geçici heveslerin ve yanlış yönlendirilmiş algıların aslında kalbimizi ne kadar meşgul ettiğini ve bizi gerçek değerlerden uzaklaştırdığını hatırlatır. Fani olana bel bağlamak, ebedi olanı yitirme riskini taşır.

**********

Diğer yandan, bir çocuğun Filistin bayrağı önünde, yağmur altında sessiz çığlık attığı durum, vicdanımızın çağrısına kulak vermemiz gerektiğini haykırır: “Öyle sessiz çığlıklar var ki Duymak için vicdan gerek.”

*********

Hazreti Ali, dünyanın dört bir yanında yaşanan zulümlere, haksızlıklara ve acılara karşı duyarsızlığımızı eleştirir. Sessiz çığlıklar, yüksek sesle atılanlardan daha derine işler; çünkü onlar, çoğunlukla göz ardı edilen, üzeri örtülen ve görmezden gelinen acılardır. Bu çığlıkları duyabilmek için, sadece kulaklar değil, vicdanın da açık olması elzemdir. Zira vicdan, insanı insan yapan ve ona sorumluluklarını hatırlatan en temel fıtrattır.

**********

Kınamama ve tevbe mefhumu da bu vicdan muhasebesinin önemli bir parçasıdır.
“Kimseyi kınama! -Günahından Haberin olabilir ama Tövbesinden Haberin olmaz!” sözü, her ferdin kendi iç dünyasında yaşadığı dönüşümün, kendi hesaplaşmasının sadece kendisini ilgilendirdiğini anlatır.
Yargılamak yerine anlamaya çalışmak, günahı değil, günahkârı affetme erdemini göstermek, İslami ahlakın temel taşlarındandır.
“Cenab-ı Hakk’ın günahkârları affetmesi fazl, tazip etmesi adldır.” Bu ilahi adalet ve rahmet dengesi, bize de insanlarla ilişkilerimizde merhamet ve anlayışla yaklaşmamız gerektiğini öğretir.

***********

Risale-i Nur, bu açıdan bizlere önemli bir yol gösterir: “Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken bu fıkra, onu susturdu; şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor:
1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.
2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasini arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışınin tam tokasını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.
3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.”
Bu satırlar, musibetlere karşı sabrı, fani zevklere aldanmamayı ve kaderin hikmetini anlamayı öğütler. Her zorluğun arkasında bir ders, her hatanın telafisi için bir fırsat olduğunu idrak etmek, ruhsal olgunluğun bir göstergesidir.

Sonuç olarak, iman, insanı insan, hatta sultan ederken; küfür, insanı aciz bir canavara dönüştürür. Asli vazifemiz iman ve duadır. Allah’ın rahmetinin genişliği ve adaleti, bizlere umut ve sorumluluk yükler. Geçmişteki yanılgılarımızdan ders çıkararak, vicdanımızın sesine kulak vererek, fani olanın peşinden koşmak yerine ebedi değerlere sarılarak ve musibetleri bir terbiye aracı olarak görerek hakikat yolunda ilerleyebiliriz.

**********

Unutulmamalıdır ki, “Dünyada rezâil bulundukça, faziletin ona karşı cihâd etmesi zarurîdir. Demek ki cihâd ebedîdir.”
Bu cihat, sadece dış düşmanlara karşı değil, nefsimizdeki ve toplumdaki her türlü kötülüğe karşı verilen bir mücadeledir.

Özet:
Makale, Türk milletinin geçmişte yaşadığı kültürel ve dini değerleri terk etme yanılgısını ele alarak, bu durumun acı sonuçlarını anlatmaktadır.
Said Nursî’nin “fani dünya” ve “kalp alakası” üzerine sözleriyle dünya heveslerinden uzaklaşmanın önemi ifade edilir.
Filistin’deki çocuk imgesinden hareketle, Hazreti Ali’nin sözleriyle vicdanın sessiz çığlıkları duyma gerekliliği üzerinde durulur. Kınama yerine anlayış ve tevbe kavramının İslam ahlakındaki yeri belirtilirken, İlahi adalet ve rahmet dengesi açıklanır.
Risale-i Nur’dan yapılan alıntılarla musibetlere karşı sabır, fani zevklerden sakınma ve kaderin hikmeti ele alınır.
Son olarak, imanın insanı yücelttiği, küfrün ise alçalttığı belirtilerek, asli görevin iman ve dua olduğu ve kötülüklerle mücadelenin (cihadın) daimi bir görev olduğu sonucuna varılır.
www.tesbitler.com

 

Loading

No ResponsesTemmuz 25th, 2025