Hayatın Hakikati ve Ahiret Yolculuğu: İnsanın En Büyük Davası

Hayatın Hakikati ve Ahiret Yolculuğu: İnsanın En Büyük Davası

İnsanoğlu, varoluşunun derinliklerinde yatan hakikatleri arayan, sorularla dolu bir varlıktır. Nereden geldiği, nereye gittiği ve bu fani dünyadaki gayesinin ne olduğu, yüzyıllardır düşünürlerin, bilginlerin ve peygamberlerin üzerinde durduğu en temel meseleler olmuştur.
Bediüzzaman Said Nursi’nin de ifade ettiği gibi: “Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük mes’elesi: İmanı kurtarmak veya kaybetmek davasıdır.”
Bu dava, her şeyin ötesinde, insanın ebedi istikbalini belirleyen bir dönüm noktasıdır.
Hayat, tıpkı geçen her gün gibi, adeta bir tabuttur.
Bediüzzaman Hazretleri’nin hikmetli sözleriyle: “Hazır güne baktım. Gördüm ki: Şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhânede olan cismimin cenazesini taşıyor.”
Bu çarpıcı benzetme, hayatın fani yönüne ve zamanın durmaksızın akışına dikkat çekmektedir. Her geçen an, ömrümüzden bir parça alıp götürmekte, bizleri kaçınılmaz sona yaklaştırmaktadır. Ancak bu fani yolculuk, iman gözüyle bakıldığında, bir ticaretgâha ve şaşaalı bir misafirhaneye dönüşür. Zira iman, bu tabutun içinde yatan hakikatleri görmemizi, her anın bir fırsat olduğunu anlamamızı sağlar. Kazanılacak olan, fani bir dünya değil, baki bir cennettir.
Nitekim Risale-i Nur’dan öğreniyoruz ki: “Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fani dünyaya bedel, baki bir cennet seni bekler.”
İnsanın bu dünyadaki konumu, eşsiz ve derin bir anlam taşır. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın antika bir sanatıdır; en nazik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir.
Tüm esmasının cilvesine mazhar kılınmış, nakışlarına medâr olmuş ve kâinata bir misal-i musağğar (küçük bir örnek) suretinde yaratılmıştır. Bu muazzam yaratılış, insana düşen görevin de büyüklüğünü gösterir: Rabbine kul olmak ve emaneti hakkıyla taşımak.
İmam Gazâlî’nin de belirttiği gibi: “Kul ile Rabbi arasındaki ilk perde kulun nefsidir.”
Nefs, insanı dünya meşguliyetlerine daldırarak, ahiret hakikatlerinden uzaklaştıran en büyük engel olabilir. Bu perdenin aralanması, ancak samimi bir kulluk ve şükür ile mümkündür.
Allah’ın nihayetsiz rahmeti ve lütufları her an üzerimizdedir. Yediğimiz bir lokma nimette dahi Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin eseri olduğunu düşünmek, büyük ve daimi bir lezzet ve zevk verir. Şükür, nimeti nurlandıran, onu uhrevî bir Cennet meyvesine dönüştüren bir anahtardır. Bediüzzaman’ın Mektubat’ında belirttiği gibi: “Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimi bir lezzet ve zevk veriyor.”
Bu hakikat, maddi dünyanın ötesinde, manevi bir tatmin ve sonsuz bir lezzet vaat etmektedir.
Peki, bu fani dünyada yaşarken ne yapmalıyız?
Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi’nin 82. ayetinde açıkça ifade eder: “İşlemiş oldukları günahlar yüzünden artık az gülsünler, çok ağlasınlar!”
Bu ayet, gaflet içinde yaşayanlara bir uyarı niteliğindedir. Dünyanın aldatıcı cazibesine kapılarak ahireti unutanlar için acı bir son kaçınılmazdır. Para kazanma hırsıyla kendimizi yıpratmak yerine, asıl sermayenin ömür olduğunu unutmamalıyız.
“Endişesi yarındı, bu gece öldü” sözü, insanın dünya planları yaparken bir anda ölümle karşılaşabileceği gerçeğini acı bir şekilde hatırlatmaktadır.

Sonuç olarak, ezelî ve ebedî bir Allah olduğu müddetçe, elbette ulûhiyet saltanatının sermedî bir medarı olan ahiret de vardır. İnsanın bu dünyadaki en büyük görevi, emaneti hakkıyla taşımak, imanını korumak ve Rabbine layık bir kul olmaktır. Fani olan bu dünyada, baki olana yönelmek, nefsin perdelerini aralamak, şükürle nimetleri nurlandırmak ve Allah’ın rahmetine sığınmak, gerçek kurtuluşun anahtarıdır. Bizlere düşen, Bediüzzaman Said Nursi’nin niyazıyla: “Ya Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Amin!” demek ve bu duanın gereğini yerine getirmek için gayret etmektir.

Özet:
Makale, insanın varoluşsal sorularından yola çıkarak, Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur’dan alıntılarla hayatın ve ahiretin hakikatini ele almaktadır. İnsanın bu fani dünyadaki en büyük davasının imanı kurtarmak olduğu vurgulanır. Hayatın gelip geçici doğası, zamanın bir tabut gibi ömrü taşıması ancak iman sayesinde bu sürecin bir ticaretgaha dönüşebileceği anlatılır.
İnsanın Allah’ın eşsiz bir sanatı olduğu ve kulluk görevinin önemi üzerinde durulur. Nefsin, insan ile Rabbi arasındaki ilk perde olduğu ve şükrün nimetleri uhrevi meyvelere dönüştürdüğü belirtilir. Kur’an ayetiyle günahlardan dolayı çok ağlayıp az gülmek gerektiği hatırlatılır ve dünya hırsına kapılmanın tehlikeleri vurgulanır. Sonuç olarak, ezelî ve ebedî bir Allah’ın varlığıyla ahiretin kaçınılmaz olduğu ve insanın bu dünyadaki görevinin emanete sahip çıkıp imanını korumak olduğu ifade edilerek makale son bulur.

 

Loading

No ResponsesTemmuz 17th, 2025