Vicdanın Sessizliği: Fasıkın İç Dünyası ve İslam’ın Adalet Telakkisi
Vicdanın Sessizliği: Fasıkın İç Dünyası ve İslam’ın Adalet Telakkisi
“Bizde biri fâsık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zîrâ arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden, tam ihtiyarıyla şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehâdetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, i’dam eder. Zimmîyi ve muahidi ibka eder.
İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa, yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar -eğer tahakkuk etse-. Nâsın itabından çekinir -eğer tebeyyün etse-.”
Âsâr-ı Bediiye
Giriş: Günahın Anatomisi ve İmanla Mücadele
Her günah, kalpte bir karartı bırakır. İnsanın vicdanıyla olan mücadelesi, imanının derecesiyle doğru orantılıdır. Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye adlı eserinde bu meseleyi hem psikolojik hem ahlaki hem de toplumsal boyutlarıyla ele alır. “Bizde biri fâsık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur” ifadesi, sadece bir ahlak yargısı değil, insan fıtratına dair derin bir tesbittir.
Fasık, yani İslami sınırları bilinçli şekilde çiğneyen kişi, bunu ancak vicdanının sesini bastırarak başarabilir. Günah işlemek, imanlı bir kalpte susturulmuş bir çığlıktır. Zira iman, kalpteki nurdur; ama bu nur, günahlarla karartıldığında artık karanlıkta kalan vicdan, kötülüğü mazur görmeye başlar.
- Vicdanın Susturulması: Fasık Nasıl Olur?
Bediüzzaman’a göre bir müminin fısk yoluna girmesi; akıl, kalp ve ruh cephesinde gerçekleşen derin bir deformasyonla mümkündür. Masiyet arzusunun gelişebilmesi için vicdandaki iman sesinin bastırılması gerekir. Bu bastırma süreci, deruni bir mücadeleyle başlar; sonunda kişi, hem kendini kandırır hem de hakikati küçümseyerek ahlaken düşer.
🔹 Bu noktada psikolojik bir hakikat devreye girer:
İç çatışmayı dindirmek için dış meşrulaştırmaya başvurulur.
Kişi ya dini hafife alır, ya emirleri sorgular ya da kendine özel bir “mazeret dini” uydurur. Bu da onu, ahlaken zaafa ve ruhen çürümeye götürür.
- İslam’ın Fâsıka Bakışı: Neden Şehadeti Kabul Edilmez?
İslam’da adalet, sadece hukukî değil, aynı zamanda ahlakî bir hakikatin korunmasıdır. Bir fâsıkın şehadeti kabul edilmez; çünkü yalan söyleme ihtimali değil, vicdanının zayıflamış olması göz önüne alınır. Burada mesele sadece “doğruyu söyleyip söylememesi” değildir. Asıl mesele, vicdani sorumluluğu taşıyacak karakteri hâlâ muhafaza edip etmediğidir.
Mürtede (İslam’dan çıkan kişiye) zehir nazarıyla bakılması ise yine aynı mantıktan doğar. Dini terk etmek, sadece kişisel bir tercih değil, toplumsal yapının ruhunu dinamitleyen bir adım olarak görülür. Çünkü bir fert, manevi bağları kopardığında artık toplumu tutan müşterek değerlerden de ayrılmış olur. Bu, içtimai yapının çözülmesini beraberinde getirir.
- Adaletin Hedefi: Sadece Cezalandırmak Değil, Islah Etmektir
Bediüzzaman, çok ince bir noktaya temas eder:
“İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler.”
Yani bir kişiye ceza vermekle yetinilmemeli, bu ceza vicdani ve akli bir muhasebe ile anlamlı hale gelmelidir. Ceza sadece korkutma üzerine kurulursa, kişi yalnızca hükümetin takibinden korkar ama ahlaken düzelmez. Aksine, yakalanmamak için yeni yöntemler arar.
Bu nedenle İslam’daki ceza sistemi, ıslah edici bir çerçeveye oturtulmuştur. Hedef; sadece bireyi durdurmak değil, onu yeniden bir inşa sürecine sokmaktır. Ceza, hem maddi hem manevi boyutuyla işlenmelidir. Ancak o zaman, adalet sadece hükmeden bir kuvvet değil, terbiye eden bir rahmet olur.
- Bilimsel ve Sosyolojik Bir Yorum: Ceza ve Vicdan İlişkisi
Modern ceza hukukunda da son yıllarda yeniden tartışılan bir mesele vardır:
Ceza davranışı değiştiriyor mu, yoksa yalnızca erteliyor mu?
Davranış bilimciler, içe sindirilmemiş bir cezanın sadece dıştan kontrol sağladığını, ama kişinin fırsatını bulduğunda suçu tekrarladığını göstermiştir. Yani kişi sadece “yakalanmaktan” korkuyorsa, o toplumda ahlakî erozyon zaten başlamış demektir.
İslam’ın bu noktada sunduğu çözüm, cezanın sadece bedeni değil, ruhi bir tesir doğurması gerektiğidir. Onun için “İslam’da ceza” değil, İslam’da terbiye daha isabetli bir tanımdır.
- Tarihî Bir İbret: Endülüs’ün Çöküşü ve Zahirî Dindarlık
Endülüs medeniyetinin çöküş sebeplerinden biri olarak, zahirde dindar görünen ama içten fasıklaşan toplum yapısı gösterilir. Saraylar, medreseler, camiler vardı ama vicdanların içi bozulmuştu. Dış görünüşte ibadetler yapılırken, rüşvet, fuhuş, zulüm yaygınlaşmıştı.
Bediüzzaman’ın bu satırları, işte o tarz bir “vicdan çürümesini” haber veriyor.
Bir milletin yıkımı dış düşmanlarla değil, fâsıklaşan fertlerle başlar. Vicdanı susturulan fert, şerri normalleştirir; şerri normalleştiren toplum, felaketin eşiğine gelir.
Sonuç: İslam’da Adalet, Ruhun Terbiyesiyle Başlar
İslam, sadece kanunlar dini değil, vicdanlar medeniyetidir. Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, bir fert şerri ancak vicdanını susturarak işler. Bu sebeple, İslam adaleti sadece dıştan bir infaz değil, dahili bir inşa süreci olarak görür.
Vicdanı susturulmuş bir toplumda en ağır kanunlar bile faydasızdır.
Ama vicdanı uyanık bir fert, kanunsuz da olsa adaletin kendisi gibi davranır.
MAKALE ÖZETİ
Bu makalede, Bediüzzaman’ın Âsâr-ı Bediiye’deki fâsık kavramına yaklaşımı üzerinden İslam’ın ahlak, vicdan ve adalet anlayışı ele alınmıştır. Günahın vicdanı bastırma süreciyle ilişkisi, fâsığın toplumdaki güven zedelenmesi, cezanın amacı, İslam hukukunun ıslah boyutu ve modern psikolojiyle bağlantıları tartışılmıştır. Sonuç olarak, İslam’da cezanın değil, vicdanın dirilişinin asıl amaç olduğu vurgulanmıştır.